top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • KALEMİMİN PEŞİNDEN

    On, on beş gündür üstüme çöken ataleti atamadım bir türlü. Ne okuyabildim, ne yazabildim. Of of dedikçe eşim, “Of çekip durma, emeklisin, keyfine bak, zamanında çalıştın, çalışacağın kadar!” Her insanın ruhunda az çok atalet vardır. O, - teşbihte hata olmaz - suyun bir yarık bulduğu yerden sızarak gün yüzüne çıkması gibi ortaya çıkıverir işte böyle anlarda... İnsan, ruhunda olan ataletle yer yer mücadele eder. O mücadeleyi bıraktığı ya da teslim olduğunda miskinleşir, içine bir kasavet çöker. Hadi dedim kutsal cumartesinin aşkına ruhumu, beynimi, yormadan bir dostumun dediğinin aksine, hikâye değil de deneme yazmaya, hayatın sesi olmaya çalışayım dedim. Deneme deyince Montaigne gelir ya akla, ben ne Montaigne’im, ne edebiyatımızın, dilimizin mihenk taşlarından Nurullah Ataç’ım, ben Niyazi Uyar’ım. Bugün, kalemimi efendi belleyip peşi sıra gitmeyi düşünüyorum. Osmanlı’da devlet memurlarına yani okuyup yazanlara “kalem efendisi” derlermiş ya, ben kalemin değil, o benim efendim olacak! Karşı evin mutfağında oturmuş odamın ışığını gözetleyen o sarı saçlıya aldırmadan, kurgusal metinlerin, yani sevgili dostumun tavsiyesinin aksine hikâye yazmayacağım. Hikâye yazmak, öyle hadi bir hikaye yazayım demekle de olmuyor diyeyim. Bir kere yoğun bir motivasyon içinde olmak lazım. Hikâye yazmak, köyümdeki ev kadını Fadime Hanım’ın dediği gibi hiç değildir. O der ya hani, “Halı dokumaya ne var Hediye aba, gay gay geç!” Halı dokuyup gay gay geçmiş sanki. Halı dokumak, örneği takip etmek, örnekteki renkleri yerli yerine kondurmaktır. Halı dokumak, Gara Seyyah’ın, “iki geç, iki sek, bir dikmek hiç değildir. Halı dokumak, el emeği, göz nurudur. Hikâye yazmak da öyle. Önce, olay - konu veya hayattan bir enstantane yakalamak lazım. Sonra onun kurgulanması, işlenmesi, sonra zaman, mekan unsurlarının şahsiyetleriyle birlikte motif motif yazıya dökmektir. Sadece yazıya dökmek midir, yazıya dökünce mesele tamam mı oluyor sanıyorsunuz? Bir kere, dile, dilin söz oyunlarına, deyim ve atasözlerine, halkın kültürüne hâkim olmak lazım gelir. Kullanılan sözcüklerin yerli yerine oturması, kullanılan cümlelerin sıradan değil nitelikli olması edebiyat eserinin alfabesidir. Öyle değil dostum, “sen hikâye yaz demekle, hikâye yazılabilse, sabah akşam hikâye yazar insan. Bugün efendim kalem oldu. Ne zaman aldığımı hatırlamadığım mürekkepli işlek uçlu dolmakalemim ne yöne giderse, ben de o yöne gideyim deyip yazıyorum işte! Sevgili okur, yazacaklarıma dair, bir itirazın olursa, onu bana değil de bu Çin işi mürekkepli dolmakaleme de, emi? Kalemim nereye, ben oraya dedim ya, kalemim çarşıya pazara doğru yöneldi, ben de peşinden! Çarşıya, pazara varıyorum, fiyatlar ateş pahası, dün aldığım fiyata bugün bir şey alabilmem nerdeyse mucize. Diyeceksiniz ki, abartma. Abartmıyorum, ekmek bir ay önce üç lira idi, şimdi dört, simit de öyle. Bir kilo “hakiki” peynir alabilmek için yüz elli lirayı gözden çıkaracaksın. Bir ay sonra ne olur onu Allah bilir? Bu gelir düzeyi ile - o da varsa - ayakta kalabilmek, yaşayabilmek şapkadan tavşan çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bunda maharet yine “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen,” kadınlarımızdadır. Bugün, yarın 210 gram ekmek yedi ile sekiz lira olursa kimse şaşırmayacaktır, alışkanlık yaptı günlük gelen zamlar. Pardon fiyat ayarlaması. Bir de zam’a fiyat ayarlaması demezler mi, insanla dalga geçiyorlar bir de iyi mi?. Asil ve necip milletim ne ederse doğru eder, diyemem. Demokrasi memokrasi maratavalı ile kimsenin diyeceğine kulak asacak halim yok benim! Tepetaklak olmuş bir ekonomi, gölgesinden işkillenen, korkan insanlar, doğası, tarihi tahrip edilmiş toprakları, havası, suyu kirlenmiş bir ülke… Sen hamasi şeyler söyleyip durma, babam derdi ki, “Köçekler oynadı geçti!” Gerçekten köçekler oynayıp geçmiş olacak, ya da herkesin bildiği başka bir deyimle ifade edelim: “Atı alan, Üsküdar’ı geçti!” “Yavrum, erk sahipleri, isterlerse aslanı, kediye boğdururlar. Hakikaten aslanı kediye boğduruyorlar zaten. Liyakatsiz, çapsız çupsuz gaydırı gubbaklar, siyasal iktidara eklemlenmiş, ne hak, ne hukuk tanımakta? Onlar altlarındaki koltukla, oradan oraya kayıp dururlar. Sen Irgat Osman, sen çiftçi Rafet efendi, hayata at gözlüğü ile bakmaya devam et, senin gibilerin yığınla olduğu toplumlarda hiçbir zaman sabah olmaz, hiçbir zaman güneş vaktinde doğup aşmaz… Hadi biraz demagoji yapalım, diyelim ki, insan doğanın en üstün yaratığıdır, yani eşrefi mahlûkattır. Tasavvufa göre Tanrı kendi güzelliğini görmek için insanı yaratmıştır. Öyle midir, insan doğanın en üstün yaratığı mıdır? Bunun böyle olduğuna inanlar lütfen işaret buyurunuz, tanıyalım görelim? … Gördün ya kendini fasulye gibi nimetten sayan birkaç mağrurdan başka kimse yok! Toplumların ileri gitmesi, bir kere gelen gün geçen günden daha devrimci olmalıdır. Devrimci dedik diye sancılanmayın hemen. Biliyor musunuz, gelmiş geçmiş en büyük devrimcilerden biri Gazi’dir. Yazan çizen olarak benim onu referans almamdan daha doğal bir şey yoktur. Çünkü onun devrimciliği, güneşin doğudan doğması, batıdan batması gibi doğaldır. Çünkü bunun böyle olması, gelen günün geçen günden daha devrimci olması diyalektiğin gereği olduğunu, akla bilme inanan herkes bilir. Bilir, bilmesine de İslam coğrafyasında diyalektiğin icabını tersine çevirmeye başladılar. Alın İran’ı, alın, Pakistan’ı, alın Afganistan’ı… Bu ülkelerin insanları böyle şeyler yaşayacaklarını bilselerdi bu bezirganlara inanıp geleceklerini karanlık ederler miydi? Doksanlı, iki binli yıllarda aktif görev yapan bir eğitimciydim. Okullar, öğretmenler, öğretmen odaları daha özgürdü. Eğitimciler bilimin ışığında daha özgür derslerini işleyip öğrencilerini geleceğe hazırlıyordu. Şimdilerde okul müdürü, dualı, ayetli açılışlar yapıyor, eğitim bakanlığı bazı dernek ve vakıflarla protokoller imzalıyor, işi biraz da abartıp din eğitimini ana sınıflarına kadar indirdi. Salgın günlerinde bilimin ne kadar kıymetli olduğunu görmedik mi, üfürükten, tükürükten, muskadan medet umanların da Aziz Atatürk’ün beni Türk hekimlerine emanet ediniz dediği, pozitif ilimlerin şahikaları hekimlerimizden medet umduklarına şahit olmadık mı? “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir,” diyen çağının çok ötesindeki kurtarıcımız geleceği çok iyi görmüştür, gençliğe hitabesinde altını kalın kalın çizdiği cümlelere bir bakın. İki binli yıllarda her şeyi çat çat söylerken, otokontrolle beyinlerimizle birlikte yüreklerimizi de esaret altına alıverdik. Şimdi içimden cini gelesiye haykırıyorum. Benim dünde kalan aklı suya sabuna ermeyen ergen çocuk davranışlı arkadaşlarım sizin hakikatleri öğrenebilmesi için İran’da Tudeh üyelerinin yaşadığını yaşamak mı gerekiyordu? Biz Mehmet’imle, Haydar’ımla, İsmet’imle, Ahmet’imle, Emel’imle, Nurten’imle, Serap’ımla, Ali Rıza, Hasan, Fatma, Hüseyin… oyunu gördük, Biz Kuva-i Milliye anlayışının yeniden ete kemiğe bürünerek, kimseyi ötekileştirmeden birlik içinde olması gerektiğine inanıyoruz. Onlar, “yetmez ama evet,” diye koysunlar, onlar cumhuriyeti numaralandırmaya devam etsin kirli sakallılar… Biz inanıyoruz, hem de beş duyu organımızla, yarınlar bizim olacak, halkın olacak… Kasım 2022 Salihli

  • Hayvanlar Üzerine

    Köpekler bir TV. programında tartışma konusu idi. Bu canların öldürülmesi işkence edilmesi konusunda bir kaç belediye ismi geçti. Barınaklar aslında, hasta ve yaralı sokak hayvanlar için geçici yerlerdir. Yasa bunu emretmektedir. Konuyu gazeteciler ve uzman bir arkadaş ile anlatıp tartışıyorlardı. Acı ile yüreğim sızlamıştı. Yaklaşık yirmi beş sene önce mizaha konu bir yaşadığım anıyı size aktarmak isterim. Yalova'daki iş yerimde, İstanbul toptancılarına Tahtakale'ye resim tuvali imal edip, haftada iki gün, karayolu ile Kocaeli'nden, İstanbul'a ,arabamla götürüp teslim ediyordum. İşyerimin arka kısmı depoda bu işleri yapan iki işçimi seyredip, Erzurumlu hemşerim, Ilıcalı Recep amca ile sohbet ediyor çay içiyorduk. Ağrı'dan yeğenim Hasan ziyaretimize gelmişti. Hoş beşten sonra köyümüz ozanlarından ve Ağrı'dan haber verirken, Erzurumlu Recep amca da sohbete kafadan girdi. Bizim Hasan'la kırk yıldır tanışıyormuş gibi samimi sohbete girişti, hatta cebinden çıkardığı bir avuç kuru yemişi de ikram etti. O işyerinden ayrılıp gittiğinde, yeğenim Hasan: "Amca bu ne iyi adamdı. Hoş sohbeti vardı. Ne iş yapıyor? diye sorunca, bende gırgırına, "İt kırkir' dedim. Hasan," Amca nasıl iş? "İt kuaförüdür" diye açıkladım. Bizim Hasan bahçeye fırlayıp, çeşmeyi açmış ağzını çamurlamıştı. Nedeni, şafilerde ite el vuran ya da dokunan, yedi kez elini çamur ile yıkaması lazım. Hasana şaka yaptım dedimse de ikna edemedim. Ağrı yöresinde, eve içeriye alınmayan dışarda hayvanların içinde ahırda ancak bakılan köpekler için; -İt de yaza çıkar, çektiği ayazı bilir. -İt neki? Kotan çeke. -Saldıran ite karşı oturup teslim olan, kırk gün imansız olur. -Ayağı taşlanmamış enik, it olup, kurt boğamaz Bu sözleri deyimleri çoğaltabiliriz. Evde aşhanede, buğday ambarlarında fare için beslenen kediler için de söylenen çok sözlerimiz var ... Kısacası bu dünya hepimizin ortak yaşam yeridir. Allahın yarattığını, yaratan için sevip kollamak lazım. * Muğla

  • SEN NESİN Kİ

    Asla olmaz dediklerin uykuları bile delik deşik ederken kimlikleri kaybedilmiş yanı başındakini siren sesleri alıp götürürken meçhule kuşlar bile arkasına bakarak uçarken ceylan sessizliği sandığımız yabanda kelebekler, karıncalar bile tedirginken yarı uykularından zorla kalkan çocuklar çocuklar aç ve perişan okul yollarında çocuklar aç perişan kirli elbiselerle tezgah başlarında isyanın güneşi kadınlar sürüklenirken, kelepçelenirken yerlerde vurulurken kuytularında sokakların sen nesin ki köşe başları teslim alınırken kör olmuş milyonların gözü önünde azıcık sevgi bir lokma yemek bir yudum su isterken sokakların dar edildiği canlar karanlığın güpegündüz vakitlerinde kanlı tuzaklardan habersiz olur kafasına kürekle vura vura öldürülür köpek canlarımız zehirli torbalarda boğulur minnacık kedi canlarımız miyavvvvvv çığlıkları vuruldum haykırışları köpeklerin bastırırken siren seslerini sağır etmiyorsa kulakları koşmuyorsa ayaklar haykırmıyorsa yürekler yıkmıyorsa eller duvarları vurulan kuşların kanatlarına basılıyorsa tel örgülerdeyse bedeni savaş istemeyenlerin sen şair olsan ne yazar olsan ne ressam olsan ne sen nesin ki kaleminle fırçanla sesin soluğunla yaşamın barikatlarında değilsen

  • Soluk Mavi

    Güne el sallayan Güneşin alazı Denize değiyor. Bir çocuk kağıttan gemilerini Suya salmış, Öyle aheste, Tekneler yüzüyor Karşı kıyıya. Hüzünbaz şarkılar Aklımda... "Gün batar, kuşlar döner, Dönmez bu yoldan, Beklenen..." Telleri kayıp sazın tezenesi Yüreğime batıyor. Sessiz, Soluk maviden, Kanatsız martılar geçiyor!

  • DİL EFELİK YAPMAYA GELMEZ

    Zeki Sarıhan * Eğitim düzeyimiz çok düşüktü. Okuma yazma bilenimiz çok azdı. Okuma-yazma bilenler acaba o zaman da Türkçeyi bu kadar hor mu kullanıyorlardı, bilmiyorum ve sanmıyorum. Şimdi okur-yazarlarımız çoğaldı. Cep telefonu da çıktıktan sonra, okumaz-yazmazımız nerdeyse kalmadı. Fakat ne yazma? Okullarımızda sağlam dil sevgisi ve eğitimi almadığımız acı bir gerçektir. Bununla birlikte anamızdan öğrendiğimiz dil, meramımızı anlatmaya yeter. Hele kadınlarımız, dili çocuklara aktarma görevi genlerinde bulunduğundan bülbül gibi şakırlar. Fakat iş yazmaya gelince… Cep telefonlarına yazılan iletilere bakınız. Bir paragrafta birkaç yazım ve noktalama yanlışı görmek mümkün. Mezun olduğum yükseköğrenim kurumu mezunlarının sayfasında arkadaşları daha dikkatli yazmalarını öğütleyince Biri “Öğretmenliğin tutmuş, sana ne? Herkes istediği gibi yazar” notunu düşmüştü de susmak zorunda kalmıştım. Her dil, uçsuz bucaksız bir âlemdir. Onun sırlarını keşfetmeye kimsenin ömrü yetmez. Şunun şurasında meramızı birkaç bin, haydi haydi birkaç on bin sözcükle anlatabilirsek ne mutlu. Bu yüzden yazarken hiç kimse kendisine tam güvenmemeli. Gerek bilgimizin eksikliğinden, gerek dikkatsizliğimizden birçok anlatım ve yazım hatası yapabiliriz. Hele, yazdığımız dil birkaç on yılda yazım kılavuzunu değiştiriyor, bu işten sorumlu kurumlar farklı yazımlar öneriyorsa? Bu kurumlar şimdi nerdeyse tek bir yazımda birleştiler ama birçoğumuzun aklında eski kurallar kaldı. Bu nedenle uzun kısa ne yazarsak yazalım, elimizin altında bir yazım kılavuzu bulundurmakta yarar var. Ben yazdığım her metni birkaç kez okumadan ve hatalarımı düzeltmeden yayımlamıyorum. Yayımlandıktan sonra da hatalarım ortaya çıkıyor. Kitaplarımı yayımlamadan önce güvendiğim bazı arkadaşlara okumalarını ve hatalarım konusunda beni uyarmalarını rica ediyorum. Oğlum daha 10 yaşlarındayken kitabımın müsveddesini önüne koyar, bulduğu her hataya karşılık kendisine 1 lira verirdim. (Bir lira şimdikinin 10 kuruşu kadar olmalı). Bazı kitaplarımda ortaokul öğrencilerimin bile düzeltme yönünden emeği vardır. Yayıncı İlhan Erdost, kitaplarında tek bir yazım yanlışının bulunmasına bile tahammül edemez. Basımevinden gelen prova baskıları dikkatle gözden geçirir, tek bir yanlış kalsa, onun da düzeltilip getirilmesini isterdi. Burada gazete ve kitap editörlerinin, düzeltmenlerinin görevi ortaya çıkar. Okuduğumuz yanlışsız metinlere nice göz nuru akmış olduğunu unutmayalım. Aslında herkesin hayatı bir “roman”dır. Sıradan insan yoktur. Bir çobanın, bir toplum önderinin, bir mahkûmun da dili yetkinlikle kullanıyorsa anlatacağı şeyler ilginç olabilir. Her birimizin hayatı, alınacak derslerle doludur. Şimdi emekliliklerini yaşayan, ülkemizin siyasi olarak geçtiği badireli günlerden geçmiş arkadaşlara anılarını yazmalarını öneriyorum. Son yıllarda, yaşadıklarını kendileriyle birlikte mezara götürmek istemeyen arkadaşlar, anılarını kitaplaştırıyor, bazıları kitapları bana da gönderiyor. Anı kitapları, daha kolay okunur. Yazarın hayatını ve mücadelesini okurken, dönemin koşulları hakkında da bilgi sahibi oluruz. Fakat bunların bazıları, Türkçemizin canına okunmuş olarak yayımlanıyor. Onlara, kitabın metnini yayımlamadan önce başkalarına okutup okutmadıklarını soruyorum. Kendilerine çok güvenmiş olmalılar ki, bazıları buna ihtiyaç duymamış. Sonuçta fotoğrafta gördüğünüz gibi sayfalar ortaya çıkıyor. Bu kitabı yazan arkadaşıma “Elinde kalan bütün nüshaları imha et. Metni bir bilene okut ve düzeltilmiş nüshayı yayımla” önerisinde bulundum. Kitaplarına kıyamadı. İkinci baskı yaparsa düzelttireceğini söyledi ama buna ömrü ne yazık ki yetmedi. Öğretmen Dünyasını çıkarırken bir meslektaşımızın gönderdiği yazılarda çok fazla yazım hatası bulunuyor, biz bunları düzelterek yayımlıyorduk. Bir seferinde, yazılarını gözden geçirerek göndermesini rica ettik. Teşekkür edecek yerde, burnundan kıl aldırmaya yanaşmadı. Bize köpürdü ve yazılarında hata olmadığını ileri sürdü. Metin üzerinde hatalarını işaretleyerek kendisine faksladık. Buna rağmen geri adım atmadı, üstelik bizi mücadele ettiğimiz bir şeyle, Fetullahçılıkla suçlama yoluna gitti! Derginin Danışma Kurulu üyelerine tek tek telefon ederek bizimle işbirliği yapmamalarını istedi… 1968’lerde gençlik liderliği yapmış bir arkadaşın yazdığı kitapta pek fazla hata bulunduğunu kendisine söylediğimde “Aman sorun yaptığın şeye bak!” diye karşılık verdi. Dil konusu efelik yapmaya gelmez. Dil, koskoca bir milletin en değerli ortak malıdır. Bir kamu malına zarar vermek ne ise dilin başını gözünü yarmak da odur. Düzgün anlatmanın ve kurallara uyarak yazmanın yararı, yazdığımızın daha kolay anlaşılması ve istediğimiz etkiyi yapmasıdır. 23 Kasım 2022 zekisarihan.com

  • ECCE HOME

    Şenol YAZICI * İşte İNSAN! Evreni yaşanılır kılan ya da onu bir cehenneme çeviren "EŞREF-İ MAHLUKAT, yani egemen yaratık sözünü ettiğimiz; ECCE HOME. Aynı anda hem en soylusu, hem en soysuzu olabilen... İnsan bu; tarihi yaratan, yazan… Onu cahil bırak, bir siyasete, bir kavrama köle yap; Haşhaşilere taş çıkarsın... Ona öğret, ahlak işle, kalbini ve beynini keşfetsin, kendini yok ederek seni ve tüm insanlığı kurtarsın... Öyle çelişki yumağı, öyle pragmatik... Hem alçak, hem en soylu; hem kahraman, hem hain; hem Lükres Borjuva, hem Kraliçe Viktorya… Onda her şey, insanlığın tüm halleri var, der Montaigne; her insan, tüm özellikleri üstünde taşır. Onu her yönüyle ele almak, hem olanaksız, hem de gereksiz bir emek. Neye inanırsanız inanın, ister Darvin’e, ister yaratılış söylencesine, yaşayan türlerin içinde insan sezme, düşünme, anlatma ve yaratma yeteneğiyle en karmaşığı, ama en görkemlisi de... Bir milyon yıllık tarih, kırk bin yıllık Home Sapiens, on bin yıllık uygarlık; İşte İnsan… Bu heybetine karşın denilebilir ki kelebekler de dahil türlerin en zayıfıdır da… Ortalama yetmiş yıllık ömrünün kesintisiz otuz yılını muhtaç yaşar. İlk yirmi yıl yaşama hazırlanır, son on yıl ölüme, arada yıkımlarla düşkün geçen zamanı da eklersek, yetmişlik bir ömürde hırpalanmamış elde ne kalırsa o, işte güçlü insan. "Olgun İnsanı", Tanrının yansıması sayan Tasavvuf düşüncesi bir yerde yanılıyordu; insanda tanrısal güç yoktu. Ama kullanmayı bir başarabilse var olanlar, sınır tanımaz bir büyüklüğe ulaşabilecek güçlerin çekirdekleri olurdu... O hem cennet, hem cehennemdir. Onda zorla öğrendiği, ama iyi benimseyip uğruna dövüştüğü onursal değerler; sevgi dostluk, hümanizma, dürüstlük ve erdem vardır; onda hayvan yanından emanet, ama hala çok güçlü yarar, çıkar, kuşku, haset var; onda eğitimle kazanılmış değerler, yurtseverlik, sorumluluk var. Bu değerlerin çoğu birbiriyle kıyasıya çatışır da. Hep kendini düşünmesi ilkel sağ kalma düşüncesinin içgüdüsel sonucuyken, yiyeceğini başkasıyla paylaşırken gelişmiş, öğrenen ve uygardır. İnsanda bir başka yetenek daha var: Duygudaşlık Kendine başkasının gözüyle bakabilme, kendini başkasının yerine koyabilme gücü. Tek başına bu bile, bir insanın her insan olabilmesi ya da tüm insanlığı temsil etmesi değil midir? İnsan, aynı zamanda yaşadığı ortamla ve çevresindeki her şeyle, canlı cansız bakmadan yoğun ilişkiler kuran, anlayan, hisseden, müdahale eden ve onu açıklamaya çalışan bir canlı. Öte yandan başkalarıyla zorunlu ilişkiler kuran sevecen bir yaratık… Benzer yaratıklar gibi değil o, hep var olanı kullanmıyor, olmayanı yaratıyor da, sürekli düzenden beslenen değil, düzene katkıda bulunan da o. İnsan, tüm bunları anda ve süreçte yaparken başta kendiyle, sonra çevresiyle çatışır, savaşır. Aynı yanılgılardan, yenilgilerden ve başarılardan bıktığından kendine ders alacağı bir tarih, çocuklarına aktaracağı kurallar silsilesi yaratır. Başlangıçta tek derdi, kendini ve soyunu yeni benzer felaketlerden korumakken, zaman içinde bu alışkanlık onu yaşamı irdelemeye, anlamaya ve açıklamaya götürecektir. Her yöreye, her iklime, her koşula göre kurallar, yol işaretleri, hayatını kolaylaştıracak ilkeler ve ahlak geliştirecektir. Bu kazanıma da kültür diyecektir. Başlangıçtan bu yana barışık yaşamın, sadece zayıf için değil, tüm insanlık için savaşın ve şiddetin oluşturduğu huzursuzlukta yaşamaktan daha iyi olacağını düşünen insanoğlu, ütopyalar üretti, dinler, ideolojiler yarattı, yasalar koydu. O yaşayabilmek için çözüm yolları ararken, savunma ve güçte gensel kazanımlarının yanında kalıcı ve aktarılabilen bir kültür de üretti. Ne var ki ürettiği her çözüm yolu bir süre sonra kendi hasımlarını yaratıp insanı böldü, parçaladı, kamplara ayırdı, bizden, sizden yaptı. Görünen o ki bu garip karşıtlama sürecek. İnsanları kurtarmaya kalkan her ideoloji gene insanlığa zulmedecek. "İnsanın baskıya ve baskı yönetimine karşı son çare olarak ayaklanma zorunda kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimiyle korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre…" diye başlar İnsan Hakları Bildirgesi… Ne talihsizdir, bir kahramana bir kurtarıcıya gereksinme duyan insan, ne çok mutsuzdur. Ne var ki bugün insanoğlu hala kahramanlara ve koruyuculara gereksinme duymaktadır. Birey gelişmiştir, ama ortak akılla donanmış sistemler ondan daha gelişkin ve son derece güçlüdür. Günümüz masal çağı olmadığı gibi kuşatılmış insanın kahramanlığı da söz konusu değil. İşte o zaman bütün gelişmişliğine karşın, mağara devrinden beri yakasını hiç bırakmayan ve böyle zamanlarda "tezahürü" bile değişmeyen, en büyük derdi ve en büyük korkusu başlar insanın: Yalnızlık ve Çaresizlik.

  • DİRİLİŞ

    sen görüyorsun ben tanıyorum kirpiklerimize sıralanan bulutlarla rüyaların kabuslara karıştığı bir mevsimden geçiyoruz gömleği kırışık o mevsimden paçasında sayısız güz lekesi sen beni çağıracaksın ben sana sağır ben seni çağırdığımda gözlerin onlar şimdi hangi baharın yeşili uzaklığımız kadar soğuyacak yatağın boş kalan tarafı mesafeler akıp giden zaman aşkımız kadar koruyacak etimizi biliyorum boşluğunu yumruklayacak kısalan günler ruhundan ilminden başlayacaklar çarmıha germeye haindir kış hep öyle yapar kaçak dövüşüp kuşağında gizlerken görülecek güzel günleri tükenme bekle pencerelerinin boyu kısalsa adımlarının sayısı azalsa da harla avucundaki ateşi teslim olma kursağında ölüm taşıyan rüzgara tükenme bekle yaz kaderine yeniden dirilişi #aydogmuszeliha

  • Ekmek ve Gül

    25 KASIM DÜNYA KADINA ŞİDDETE HAYIR GÜNÜ * Ülkemizde kız çocuklarına bebek, erkek çocuklarına silah oyuncak olarak verilip daha çocuk yaşında kız çocukları anne ve gelin olmaya, erkek çocukları da şiddete özendirilmektedir. Yine erkek çocukların doğumlarında, erkekliğe adım atarken davullu zurnalı sünnet düğünlerinde erkek olmak yüceltilirken, kız çocuklarının ise ergenliğe adım atmaları ayıp ve utanılacak bir olay olarak kabul edilmiştir. Daha aile içinde başlayan cinsiyet ayrımcılığı, erkek çocuklarının küfür etmeye argo konuşmaya silaha özendirilmesi sonucunda şiddete meyilli bir toplum yaratılmakta ve en küçük bir olayda konuşup çözüm bulmak yerine şiddete meyil edilmektedir. * Ülkemizde kadına uygulanan ayrımcılık ve şiddeti şu başlıklar altında özetleyebiliriz. Aile içi şiddete ve kabadayılığa maruz kalmak Toplumsal ve kültürel baskı. Eğitim-öğretim imkânlarından yoksun bırakılmak. Çalışma hakkından yoksun bırakılmak. İş yerinde ayrımcılık ve gelir adaletsizliğine maruz kalmak. * Türkiye genelinde kadınların neredeyse yarısı şiddete maruz kalıyor. Uzmanlara göre ülke genelinde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı %39. Kenar mahallelerde bu oran %97'lere çıkıyor. Yaşadıkları fiziksel şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı %48.5. Herhangi bir sivil toplum örgütüne ve polis, savcılık dahil hiçbir kuruluşa başvurmayanların oranı %92. * Dünyanın birçok ülkesinde kadın cinayetleri ve kadına şiddet uygulanmaya devam ediyor. Özellikle ataerkil toplumlarda kadının var olması adeta erkeğin onayı ile mümkün. Sosyal güvencesi, düzenli geliri, işi olmayan, eğitim hakkı elinden alınan çocuk yaşta evlendirilen kadın çoğu zaman eşinin ailesi ile birlikte yaşadığı yoksulluk içinde çocukluğunu gençliğini yaşamadan büyük bir sorumluluk altına giriyor. Bu durumda bunalan kadına aynı zamanda uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddet bir insanlık ayıbı olarak sürüyor. Eşi, kardeşleri, akrabaları komşuları tarafından hatta başka kadınlar tarafından baskı altına alınıyor. Kadını yargılayıp ahlak bekçisi gibi şiddet uygulamayı veya öldürmeyi kendilerine hak olarak görüyorlar. * Kadın Cinayetlerini durduracağız platformu 2019 yılında 421 kadın öldürüldüğünü, 2020 yılında “Erkekler Tarafından 300 Kadınının öldürüldüğünü, 171 Kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğu” , 2021 yılında ise 247 kadın öldürüldüğünü , 2022 yılında 11. Kasım tarihine kadar 327 kadının öldürüldüğünü açıklamıştır. Son onbeş yıl içinde en çok kadın cinayeti 2019 yılında işlenmiştir. * Ülkemizin değerli şairlerinden “inceliklerin şairi” olarak bilinen Gülten Akın “İlk yaz “ isimli şiirinde: Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga.” Şeklinde dizelerinde şiddeti anlatır. * Son yıllarda artan ekonomik sıkıntıların ceremesi de kadınların sırtına yüklenmekte akşam eve kafasında binbir sorun ile gelen erkek bu sorunların sebebi kadınmış gibi hırsını ondan çıkarmaktadır. * Analardır adam eden adamı Aydınlıklardır önümüzde gider. Sizi de bir ana doğurmadı mı? Analara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin. Nazım Hikmet * Eğitim ile ilgili uygulanan ayrımcılık Okul ve dersliklerin yeterli olmaması, okulların yerleşim yerlerinden uzak olması ve birçok ailenin kız çocuklarının bu kadar yol gitmesini istememeleri, ailelerin, çocuklarını, fiziksel koşulları elverişsiz, örneğin tuvaletsiz, su şebekesi olmayan okullara göndermek istememeleri, ailenin ekonomik güçlük içinde olması, ailelerin erkekleri kızlara göre önde tutan geleneksel önyargıları, çocukları evde çalıştırarak aile gelirine ek katkı sağlama eğilimi, kızlarının bir an önce evlenmesini eğitimden daha önemli görmesi kızların eğitimsiz kalmasına meslek sahibi olmamasına ve bu sebeple de ekonomik özgürlüğünün olmamasına sebep olmaktadır. Ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ise kendisine uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddete karşı çıkamamaktadır. * Hayatın çeşitli sektörlerinde erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen çoğu zaman kadın yönetici yerine erkek yöneticiler tercih edilmektedir. Kadınlar yoğun çalışma ortamından sonra eve geldikleri zaman kendilerini ev sorumlulukları beklemektedir. * Çalışan kadın çoğu zaman kendi kazancını dahi evde eşine vermekte alınan gayrimenkuller de çoğu zaman erkeğin adına yapılmaktadır. Boşanma durumunda mal rejiminin tasfiyesi davalarında ekonomik durumu müsait olmayan kadın ağır dava koşullarından dolayı çoğu zaman mal rejiminin tasfiyesi davasını açamamaktadır. Yine dava sonunda kendisine bir mülkiyet hakkı tanınmamakta sadece bir alacak değeri belirlenmektedir. Yani evlilik içinde kadının bir kez daha ekonomik gücü de sömürülmektedir. * Yaptıkları işe karşılık çoğu meslekte erkeklerle eşit ücret almamaktadırlar. Eğitimli başarılı iş kadınları dahi çoğu zaman toplumda erkek adı ile anılmaktadır. Avukat olarak mesleğe ilk başladığım yıllarda ofise gelen müvekkiller “Avukat beyle görüşebilir miyiz?” diye sorduklarında, buyurun ben avukatım nasıl yardımcı olurum dediğim zaman ilk anda tedirgin olan müşteriler konuştukça rahatlayıp davranışları değişmiştir. Bu durumda bile erkekler cinsiyetleri gereği bir adım önce mesleği yapmaya başlamaktadırlar. Son yıllarda kadınların özellikle büyük şehirlerde birçok alanda görev almaya başlamışlardır. * Kadının adı çoğu küfürle anılmaktadır. Hatta çoğu zaman kadın dahi kendi bedeni üzerinden küfürlü sözleri söylemekten çekinmemektedir. Ne dersiniz belki de değişime kendimizden başlamamız gerekmektedir. İlk önce bakış açımızın değişmesi gerekmektedir. İşte iş hayatından kullanılan bazı ayrımcı sözcükler. 'Adamakıllı' değil 'layığıyla.' 'İş adamı' değil 'iş insanı.' 'Erkek sözü' değil 'söz.' 'Bayan yönetici' değil 'yönetici.' 'Sözünün eri' değil 'sözüne sadık.' 'Bu işin adamı' değil 'doğru kişi.' 'Bayan tuvaleti' değil 'kadın tuvaleti.' 'Adam gibi' değil 'doğru düzgün.' Bunun gibi daha birçok kadını küçük düşüren ön yargılı sözcükler bulunuyor. Birisine kızıldığı zaman, kavga sırasında veya birisini aşağılamak için anasının … olduğundan bahsederek o kişi küçümseniyor. Kimse kalkıp babasına laf söylemiyor. * Yine kadını küçük düşüren kendi başına varlığı kabul edilmeyen bir durum da “kocasının karısı” olmasıdır. Pandemi sürecinde başarılı çalışmaları ile dünyaca ünlü Alman biyoteknoloji şirketi Biontech'in kurucu ortağı Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci ile ilgili birkaç gazete kendilerinden “bilim insanı” diye bahsederken birçok yazılı ve görsel basında Dr Özlem Türeci’den Uğur Şahin’in eşi sıfatı ile bahsedilmesi görünen bariz cinsiyet ayrımcılığının gözümüze çarpan en çarpıcı örneklerindendir. * “Ekmek de istiyoruz gül de..." James OPPENHEIM EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!" Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz! Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli "Ekmek!" çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!" James OPPENHEIM tarafından yazılan bu şiir Metin DEMİRTAŞ tarafından Türkçeye çevrilmiştir. James OPPENHEIM, Massachusetts Lawrence'ta dokuma işçilerinin grevi sırasında bazı genç kızların taşıdığı dövizde yazılı "We want Bread, and Roses too!" (Ekmek de istiyoruz, gül de!) sloganından yola çıkarak, ünlü şiiri "Bread and Roses" (Ekmek ve Gül)'ü 1911 yılında yazmıştır. * Ekmek, kadınların ekonomik taleplerini, gül ise daha rafine bir yaşamın ifadesini anlatmaktadır. Kadınların istedikleri " ekmek de istiyoruz, gül de” sloganıyla özetlenmiştir. * KADIN Kimi der ki kadın ; Uzun kış gecelerinde, Serip bir döşek gibi Yatmak içindir. Kimi der ki kadın ; Yeşil bir harman yerinde, Dokuz zilli bir köçek gibi Oynatmak içindir. Kimi der ki, hamur yoğurur. Kimi der ki, çocuk doğurur. Her ağızdan bir söz: Kimi der ki, ilk göz ağrım. Kimi der ki, onunla dolu bağrım. Kimi der ki, bunca yıldır yaşıyorum ayalimdir. Kimi der ki, boynumda taşıyorum vebalimdir. Ne bu, ne şu. Ne öyle, ne böyle. Ne döşek, ne köçek. Ne ayal, ne vebal… O benim; Kollarım, bacaklarım, dudaklarım, Ve başımdır.. Yavrum, anam, öz kardeşim, karım, Hayat arkadaşımdır. Nail Çakırhan şiirinde "kadını" bu şekilde anlatır. * Kadınlar bir toplumun ikinci sınıfı veya alt tabakası değildir. Kadın bir toplumun erkeklerle eşit haklara sahip olması esastır. * Kadına her türlü şiddete karşı öncelikle kadın erkek eşitliğinin kendi ailemizden ve çevremizden başlayarak sağlanması için mücadele etmeliyiz. * İstediğimiz Dikenleri yüreğimize batan bir gül bahçesi değildi Ruhumuzu okşayan Tek bir papatya yeterdi oysa çocuk yüreğimize Sevgiyle okşarken başınızı Yaslayıp göğsümüze Kötülüklerden korurken sizi Hiç fark etmediniz içimizdeki çocuğu Yüreğimizdeki kuşları ürkütüp Kelebekleri de öldürdünüz Şimdi sizin yüreğinizi okşayacak o çocuk yürekli kadınlar yok artık. Çiçekler açmıyor diye üzülmeyin Siz kırdınız dallarını bu dünyayı siz yarattınız Neden üzülüyorsunuz? Oysa istediğiniz bu değil miydi? Sevinip mutlu olabilirsiniz *** Kadın hakları ile ilgili olarak bu güne kadar mücadele etmiş ve sonsuzluğa giden tüm mücadeleci kadınlar adına bir kırmızı karanfil bırakıyorum. Her ne kadar yok sayılmaya çalışılsa da “Kadın bir dünyadır aslında”. Ve unutmayın "bir kadın dünyayı değiştirebilir. " Semihat Karadağlı 25.11.2021 /İzmir (Ekleme 24.11.2022)

  • ÖĞRETMENİN KANATLARI

    -Eleğini hiç asmayan meslek emekçileri- Öğretmenin kanatları Kaç ana şefkatinde Kaç baba sevgisinde Okşayan, esirgeyen Sevgiyi önceleyen kanatlar Öğretmenin kanatları Aklın önderliğinde Bilimin aydınlığında Düşünen, düşündüren Öğreten kanatlar Öğretmenin kanatları Her mevsimde, her yaşta Sıcakta, soğukta, yağmurda, karda Siper olan kanatlar Öğretmenin kanatları Dolan, boşalan, Uçan, uçuran, Sığınılan, güvenilen Kucaklayan adanmış kanatlar. Fuat ÖZGEN

  • Kalemimle Kavga Ettik Bugün

    Kalemimle kavga ettik bugün Yeter artık yazmak istemiyorum dedi Neden? dedim Yazdıklarımızla ne yapabilir ki? dedi. Ama olmaz dedim Bak dünyada yeterince kötüler var. Of ya hiç büyümeyecek misin sen? dedi. Başımı eğdim ellerimi dayadım yüzüme, of dedim Üzüldüğümü anlayınca, tamam dedi. Sen hiç büyümeyeceksin Hadi gel buraya yazalım, dedi. Peki dedim. Yazdık, yazdık, yazdık… Neler mi? Hiç sadece güzel şeyler Sadece sevgi yazdık Sadece mutlu insanlar yazdık Savaşları bitirdik Yoksulluğu Sevgi ektik insanların yüreklerine Sadece Sadece Sadece Dünyayı boyadık gökkuşağına rengârenk Yani Donkişot’luğa soyunduk yine Olsun dedim. Gülümsedi yazarken kalemim Benim de Ruhum, Yüzüm, Yüreğim Gülümsedi Gökkuşağı açtı yüreğimde Sevgiyle… Semihat Karadağlı Görsel: Salvador Dalí

  • SANA DAİR

    Kertil dağlarında Kızılçam ormanlarının arasında, Özlemle, Beklerken seni, Gelmedin sen! Yoktun, Zaten hiç olmadın! Aylar, yıllar! Çok yıllar! Gün yirmi dört saat, Yıl on iki ay, Yıl üç yüz almış beş gün! Geçip gitti, Geçip gitti yalnız, Hem de haybeye! Sana dair, Osman’ın at oynattığı diyarın, Tek gamzelisi, Kaymakam koruması Hasan Çavuş’un İki numarası, Kestane diyarının, Aydan arı, Günden duru Biriciği, Okuyanı yazanı cahil edeni! Sen var ya sen, Sana dair yazılan, çizilen, Tekmil dizeler, Sana dair yaratılan cümle imgeler, Sana dair cümle sevdalar, Sana dair sevginin katmerlisi, Sana dair sevda kokan şiirleri, Çağlayan olup çağlayan nehirleri… Bir bir yok edip Kuruttun! Sana dair, belki… belki… Belki diyen tekmil umutları Belki diyen beklentileri, Kibrinin kokuşmuşluğunda yok ettin! Sana dair, İçimde kalan O en güzel anıları, Sana dair Kalem oynatışları, Tükettin!” Sana dair anıların en güzeli, Saçlarına tarak olan parmakları, Senin için çarpan yüreği, Paramparça ettin! Sana dair, Belki, belki diyen Sımsıcak gülüşleri, Öfkeye çevirdin! Sana dair, sana dair… Değmez, değmez be ya… Sen, Kör kuyulara düşüp nefessiz kalasın, Bir nefes, Yalnızca Bir nefes diye diye Çırım çırım çığrasın! Vefasızlığın okyanusunda Boğulasın, Gün güneş görmeyesin, Bir yudum su diye İnim inim inleyesin…

  • BURADAYIM ÖĞRETMENİM.

    İlk okul sıraları öğretmen yoklama listesini açtı. Sırayla okumaya başladı. “198 Semihat Kanatlı.” Heyecanla yerinden kalktı. Buradayım öğretmenim dedi. Gözlerini kapattı ilk okul yıllarından bugüne kadar kendisine emek veren öğretmenlerini hatırladı tek tek. Saygıyla isimlerini andı. Bazılarının isimlerini seslendi içinden. Ama ses veremeyenler sonsuzluğa gidenler vardı. Saygı ve sevgi ile andı her birini. Bugün öğretmenler günü. Öğretmen ne demekti? Ali Rıza Binboğa’nın şarkısında söylediği gibi “ "öğretmen kutsaldır ana gibi/öğretmen kutsaldır baba gibi/öpülesi elleri var/şirin tatlı dilleri var/ öğretmen öğretir "abc"/ ilk öğretmenin kim senin/kim öğretti alfabeyi/bir harf için kırk yıl köle olunuyorsa/yirmi dokuz kere kırk yıl/kölesiyiz öğretmenin”. * İlk okul yıllarından itibaren bizi eğiten yaşama hazırlayan bugün sahip olduğumuz kişiliğimizin oluşmasında bizleri şekillendiren, bilgi sevgi ve sorumluluk öğreten öğretmenlerimiz. İlk okulda küme çalışmaları ile paylaşmayı birbirine destek olmayı öğrenmedik mi? Matematik dersinde sadece matematik mi öğrendik? Mezun olduğumuz lisenin yıllar sonra mezunları ve öğretmenleri bir araya gelip birçok konuda fikir tartışmaları yapmadık mı? İşte bizler neden bugün sahip olduğumuz yerlerdeyiz neden bu ülkeyi seviyoruz diye düşündüğümüz zaman öğretmenlerimizden bunları öğrendiğimiz için diye düşünüyorum. * Hemen hemen hepimizin okuduğu veya filmini izlediği Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” isimli kitabı Hababam sınıfı olarak sinemaya aktarılmıştır. Filimde beni en çok etkileyen sahnelerden bir tanesinde okulları kapanma tehlikesinde olan öğrenciler ormanda kurdukları kampta kendileri ile bir araya gelen okul müdürü arasında şöyle bir diyalog geçer : Mahmut Hoca: Okul sadece dört tarafı duvarla çevrili , tepesinde dam olan yer değildir. Okul her yerdir. Sırasında bir orman, sırasında bir dağ başı. Öğrenmenin bilginin olduğu her yer okuldur. Tulum Hayri: Allah aşkına hocam bu okulda insan ne öğrenir. Mahmut Hoca: yaşamayı, mücadele etmeyi, doğa ile savaşmayı öğrenirsiniz. Bilgili olmayı en önemlisi kendinize saygılı olmayı öğrenirsiniz. Eğer bu saydıklarım bir okulda yoksa orada sadece bir taş yığını vardır.” Bu sahne bana Köy enstitülerini ve orada yetişen eğitimleri hatırlatır. Köyde yaşayan çocuklar yatılı olarak köy enstitülerinde aldıkları eğitimle hem iyi birer öğretmen olmuşlar. Birçok sanat dalında kendilerini geliştirmişler öğretmen olmalarının yanı sıra eğitim verdikleri bölgelerde ağaç yetiştirmeyi sebze yetiştirmeyi de öğretmişler. Mesleki eğitimler de vermişlerdir. * Atatürk, Köy Enstitüleri’ne olan zorunlu ihtiyacın gerekçelerini şöyle açıklar: “Efendiler! Asırlardan beri milletimizi idare eden hükümetlerin tamamı eğitim isteğini ortaya koymuşlardır. Ancak bu arzularına erişmek için doğu ve batıyı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç, milletin cehaletten kurtulamamasına sebep olmuştur. Bu acı gerçek karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz eğitim siyasetimizin esas çerçevesi şu olmalıdır; demiştim ki bu memleketin asıl sahibi ve toplumsal varlığımızın asıl nedeni köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bu nedenle bizim takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut cehaleti yok etmektir.” “Efendiler! Bu hedefe ulaşmak, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama oluşturacaktır. Bir taraftan cehaleti yok etmekle uğraşırken bir taraftan da memleket evladını toplumsal yaşama ve iktisatta fiilen etkili ve verimli kılabilmek için acil olan ilkel bilgiyi işe yarar bir tarzda vermek kuralı eğitimimizin esasını teşkil etmektedir. Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin Bağımsızlığı ile Kendi Benliğine ve Milli Geleneklerine Düşman Olan Bütün Unsurlarla Mücadele Etmek Lüzumu Öğretilmelidir.” * Kendisi de Köy enstitüsünden yetişen bir eğitimci olan Fakir Baykurt “Eşekli Kütüphaneci” isimli kitabında şöyle anlatır köy enstitülerinin kapatılmasını: “Yurdumuzda aydınlığa karşı güçlü bir direnme vardır. Bunlar ortaya Atatürk gibi güçlü adamlar çıkınca sinsi sinsi yatıp uyur görünse de buldukları ilk fırsatta başlarını deliklerinden çıkarırlar. Anlattım: Halkevlerini, Halkodalarını öyle kolayca kapatıverdiler. Hele Köy Enstitülerini, rahmetli İsmail Hakkı Tonguç'u düşünüyorum. O büyük adama kan kusturdular. Sana köyler için öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerinin nasıl kapatıldığını anlatayım. Dinle bak! Doğuda, Van İlinde köyler sahibi Kinyas Kartal ağa ile Batıda Aydın ilinde çiftlikler sahibi Adnan Menderes Ağa vardı. Bunlar seçimlerden önce gizlice anlaşıp birbirine söz verdi. Ağalar oyları Menderes'e küreyecek, Menderes bu yoldan iktidara gelecek. Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Köy Enstitülerinin kapısına kilidi asacak. Kaldırın kolları; kaldırdılar. İndirin kolları; indirdiler. Tamam, kapattılar enstitüleri.” * Köy çocuklarına okuma imkânı tanıyıp birçok konuda yetişmelerini sağladıkları okullar olan köy enstitülerinden yetişen öğretmenler en ücra köşelerde birer ışık olmuşlardır. * Mahmut Makal “Deli Memedin Türküsü” isimli kitabında Öğretmen Hamdi Akçaoğlu’nun ağzından köy enstitülerinin yok edilmesine öncülük eden zihniyeti şöyle anlatır “Bir 24 Kasım Öğretmen Günü’nde salon ağzına kadar dolu. Öğretmen okulunun öğrencileri, konuklar, vali, eğitim müdürü vb. Okulun tarih öğretmeni kürsüde, Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğunu, kız öğrencilerin çocuk düşürdüğünü söylemeye başladı. Bunun üzerine yerimden fırladım ve mikrofonu elinden aldım. Bu okul benim mezun olduğum eski Gölköy Enstitüsü idi. ‘Sen Köy Enstitülerini bilmiyorsun. Bu okulda para babalarına hizmetkâr, ağalara çoban yetişmiyordu. Burada adam yetişiyordu, adam! Diye bağırdım…” * Taliban’a boyun eğmeyen genç aktivist Malala Yousafzai: “ "Neden kızların okula gitmesini istemiyorlar? diye sordum babama. "Kalemden korkuyorlar", diye cevap verdi." “ Kitaplarımızı ve kalemlerimizi almamıza izin verin. Onlar bizim en güçlü silahlarımız. Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap, bir kalem dünyayı değiştirebilir. Eğitim tek çözüm. Önce eğitim” şeklinde seslenir dünyaya. * Eğitim ezbere dayalı bir sistem olduğu zaman sorgulamayan bir toplum yetişecektir. Bu nedenle öğretmene büyük sorumluluk düşmektedir. Eğitim sistemini sorgulayan hint filmlerinden 3 İDİOT / 3 APTAL filminde öğrencilerden Ranço ile Profesör arasında geçen konuşmada her şeyi ezber mantığı ile öğrenme mantığına karşı : -Karşınızda kendini hoca ilan eden biri var. Bizim kalifiye hocalarımızdan daha yetenekli olduğunu düşünüyor. Profesör Rançoddas Çançad bize Mühendislik öğretecek. (Ranço önce duraksar ve etrafına bakınır. Sonra, elindeki bir mühendislik kitabından herhangi bir sayfa açarak tahtaya şu kelimeleri yazar: FAHRANITRATE VE PRERAJULISATIN) -Bu terimleri tanımlamak için 30 saniyeniz var. Kitaplarınızdan yardım alabilirsiniz. Cevabı bulduğunuzda parmak kaldırın. Kim birinci olacak, kim sonuncu, görelim. Süreniz...başlamıştır. Süre başladıktan sonra herkes müthiş bir yarışa girer en önce bulabilmek için. Hatta Profesör Virüs bile kitap üstüne kitap karıştırır. -Süreniz doldu -Süreniz doldu, efendim. Doldu... Profesör Virüs, aramaya devam etmektedir -Kimse cevabı bulamadı mı? Şimdi bir dakika önceyi düşünün. Ben bu soruları sorduğumda, sizde heyecan ya da merak oldu mu? Yeni bir şey öğreneceğiniz için sevindiniz mi? Hayır. Hepiniz hemen bi yarışa giriştiniz. Bu yöntemde birinci gelseniz bile ne faydası var ki? Bilgi hazneniz artmış olacak mı? Hayır sadece üzerinizdeki baskı artacak. Burası üniversite. Düdüklü tencere değil. Bir aslan bile kırbaç korkusuyla sandalyeye oturmayı öğreniyor. Ama biz bu aslana 'iyi eğitilmiş' diyoruz, 'iyi eğitim almış' demiyoruz.” -Pardon da Felsefe dersinde değiliz, tahtadaki şu iki kelimeyi açıkla sadece. -Efendim bu kelimeleri ben uydurdum. Arkadaşlarımın isimlerinden. Farhan ve Raju. -Saçmalama! Mühendislik böyle mi öğretilir? -Ben size mühendislik öğretmiyordum efendim. O sizin uzmanlık alanınız. Ben size nasıl öğretileceğini öğretiyordum. Ve eminim bunu bir gün siz de anlayacaksınız. Çünkü ben sizin aksinize, zayıf öğrencilerimi asla terk etmem.” İşte aslında eğitim hayatını anlatan en acıklı durum budur ne yazık ki. * Kardelenlerin annesi olarak bildiğimiz Türkan Saylan "İçimizdeki bu olumsuz duyguları yenebilir, çocuklarımızı birazcık savaş karşıtı ve eşitliğe inanmış olarak yetiştirebilir miyiz acaba? Yoksa bu acımasız rekabet dünyasında ayakta kalabilmeleri için acımasız olmalarını mı öğütleyeceğiz hâlâ? Oysa dünyada herkese yer var, paylaşmasını bilirsek ve yetinebilirsek barış içinde yaşayabiliriz!" diye anlatır mücadelesini. Mitinglerde “Şeriata karşıyız, bölücülüğe karşıyız, çocukları katil yapan ırkçılığa karşıyız, biz darbelere karşıyız“ diye seslenir. * ATATÜRK’E BAŞÖĞRETMENLİK ÜNVANI VERİLMESİ /24.Kasım.1928 Atatürk, eğitimin, öğretimin yayılmasından, yaygınlaşmasından yanaydı. 1928 yılında Arap harflerinin kaldırılıp yerine bugün kullanmakta olduğumuz Türk harflerinin kabulü ile halkın yeni harfleri kısa sürede öğrenip daha çok yurttaşın okur- yazar olmasını sağlamak amacıyla yoğun bir çalışma başladı. Okuma- yazmayı yaygınlaştırmak için okul çağı dışındaki yurttaşlara okuma- yazma öğreten okullar açıldı. Bunlara Millet Mektepleri adı verildi. Atatürk, Ulus Okulları dediğimiz Millet Mekteplerinde yazı tahtasının başına geçerek dersler verdi. Tüm yurt safında Mustafa Kemal Atatürk birçok çalışmaya ve yeniliğe imza atmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu cehaletin bir an önce yok olması için Yeni Türk Alfabesinin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunmasının yanı sıra öğretilmesi hususunda da yakın çaba göstermiştir. Tüm bu hizmetler ışığında Bakanlar kurulu, 11.11.1928 günü yaptığı toplantıda Atatürk'e Ulus Okullar Başöğretmenliği unvanı verdi. 24 Kasım Atatürk'ün Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul ettiği gündür. Atatürk'ün 100. doğum günü olan 1981 yılından itibaren 24 Kasım günü Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. * Mustafa Kemal Atatürk : Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cahilliği yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz!" * Bizler Siyah beyaz zamanların çocuklarıydık. Hayatımızı yürek fırçamızla boyardık rengârenk Gökkuşağını çizerdik gökyüzüne Hayatın tüm zorluklarına inat Sımsıkı dostluklarla Güneşi indirirdik yeryüzüne Geceleri yıldızları tek tek toplayıp Samanyolunda koşturmak oynardık Ay dedenin kucağında masallar dinlerdik gerçek gibi İçimizdeki çocuk gülümserdi hayata sevgiyle Sonra büyüdük, büyüdük, büyüdük Kirlendi çevremiz, kirlendi insan yüzleri Kirlendi dünya Tüm bu kirlenmişliğe rağmen Direndik direndik ve direndik Ve insanların yüreklerinde Ayrık otu gibi çöreklenen Kıskançlık ve kötülükleri söküp Sevgiyle yoğurmak için dünyayı Sevgi ektik insanların yüreklerine Grileri siyahları torbaya koyup Gökkuşağına boyadık dünyayı yeniden Dünyanın kirlenmişliklerine rağmen İçimizde hala var olan O masum çocuğa sevgiyle sarılıp Hiç bırakmadık elini Hayatın zorluklarına rağmen Direndik tüm dünyaya Yeşil ve maviden düşler yaratıp Umut ektik en güzel sabahlara Ve hiç bıkmadan güneşleri doğurduk yeryüzüne Tüm kirlenmişliğine rağmen dünyayı İnsanları sevdik sevdik ve Sevgiyle yoğurduk her şeyi yeni baştan. * Denize kavuşmayı bekleyen deniz yıldızlarını denize ulaştıran, Kardelenlerin çiçek açmasına imkân veren ÇYDD’nin kurucusu Türkan Saylan “Eğer bir yerlerde bilime, demokrasiye, barışa, aydınlığa aç bir çocuk senin ışığını bekliyorsa, sönmeye hakkın yoktur. Işıyacaksın! “der. * Lise öğretmenim defterini açıyor yoklama yapıyor. “161 Semihat Kanatlı“ sesleniyorum. “Buradayım öğretmenim. İşte bizler sizlerin öğrencileriniz olarak o minicik mum ışıklarının sönmemesi için buradayız öğretmenim. Tüm öğretmenlerimin Eğitime gönül vermiş herkesin öğretmenler gününü kutluyorum. Sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Semihat Karadağlı /24.11.2021 Yararlanılan Kaynaklar: 1)- Kardelenlerin Annesi /Türkan Saylan /Mavi Ada Dergisi/Semihat Karadağlı https://www.adadergi.com/post/kardelenlerin-annesı-turkan-saylan 2)- Anadolu’dan Sürgün Vermiş Eğitim Işıkları: Köy Enstitülerinin 81. Kuruluş Yılı /Mavi Ada Dergisi/Semihat Karadağlı https://www.adadergi.com/post/anadolu-dan-sürgün-vermi-ş-eği-ti-m-işiklari 3)- Rıfat Ilgaz/Sınıf 4)- 3 İdiot/ 3 Aptal Filmi 5)- Deli Memedin Türküsü, Mahmut Makal 6)- Ben Malala/ Malala Yousafzai 7)- Şu Çılgın Türkler/ Turgut Özakman 8)- TBMM tutanakları. 9)- Çeşitli gazeteler

  • Sevdalım Şiir

    Küçük bir kız çocuğu; uzun yıllar önce kurak, sarı sıcak topraklarda gözlerini açar dünyaya. Çok da iyi hatırlayamadığı bu toprakların özlemini çeker hep yıllar boyu. Çocukluk yıllarından elinde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç yanık hatıra; bir baston, minik bir yavru kedi, kırmızı bir oyuncak araba, bitmez tükenmez tünellerde yol alan bir kara tren ve düşler içinden gülümseyen simalar... Sonra sisler arasından güneşle birlikte doğan bir şehir, bir dünya güzeli; İSTANBUL… İstanbul'la başlayan tutku, sevda, hatta bir kara sevda... Okumak, okumak hep okumak, ne olursa olsun okumak... Minik hikayelerle başlar ilk okumalar, sonra romanlar şiirler, şiirler, şiirler... Ders kitaplarındaki tüm şiirleri farkında olmadan ezberler, bu yüzden daha ilkokuldayken bayramlarda ona okuturlar hep şiirleri, o minicik boyuyla haykırır: "Bu vatan, toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır…” Zaman geçer, genç kızlığa doğru ilk adımlarını atar, artık duygusal şiirleri daha çok sevmeye başlar; "Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” Sonra lise yılları, heyecan ve korkuyla beklediği edebiyat dersleri. Okuduğu her bir şiir mıh gibi yüreğine saplanırken, kompozisyon dersleri kâbusu olur. Yazmaktan korkar hep; sınavlarda arkadaşlarından medet umar, bir iki cümle de ona söylesinler diye. Ama şiirleri hiç unutmaz, her fırsatta tekrarlar durur; divan edebiyatıymış, halk edebiyatıymış hiç fark etmez. Bir gün; "Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı" diye dolanırken; ertesi gün "Yeşil başlı gövel ördek Uçar gider göle karşı…” diye gezinir durur. Rüyalarını doldurur şiirler: "Bu akşam bilmediğim bir âlem içindeyim Ya rüyada bir seyyah, ya semavi Çin'deyim…" Edebiyat dersleri yetmez şiirlere, milli güvenlik derslerinde, ders hocası yakışıklı teğmen de şiirler okur onlara: "Şeytan dağında bir mağarada Yaşayan büyücü bir kadın varmış Aşka inanmayan taş kalplileri Büyüler büyüler de kara sevdalı yaparmış...” Kavak yelleri eser başında, şiir defterleri tutar; ilk sayfaya da "Annabel Lee'yi yazar özlemle ve hicranla... “Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee…” ya da Ahmet Arif dizeleri ile doldurur defterlerinin sayfalarını gizli gözyaşları akıtırken: Seni anlatabilsem seni Yokluğun, cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini...” Zaman bir "rüzgâr gibi geçer" adeta, üniversite yılları başlar... Kader onu hiç de farkında olmadan Edebiyat Fakültesinin sıralarına savurur. "Alp Er Tunga öldi mü/Issız ajun kaldı mu” diye başlayan şiirler; "Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" diye Mevlânâ'nın Mesnevi'si ile devam eder. Fuzûliler, Nedimler, Nâbiler… Daha sonra Namık Kemaller, Tevfik Fikretler, Yahya Kemaller ve nicelerinin dizeleri. Hepsi bir oya gibi işlenir zihninin ve yüreğinin bir köşesine, günü geldiğinde kullanmak üzere kitler onları yüreğinin sandığına. Arkadaşlarıyla oyun gibi dizeler yazarlar birbirlerine yarışırcasına, atışırcasına. Kimi zaman romantik satırlar bir kitabın ilk sayfasında bir hediye gibi gelirken, kimi zaman da bir mektubun içine saklanır bir sırmışçasına... Sonra öğretmenlik yılları... Öğrencilere güzel şiirler öğretme çabaları, şiir günleri, şiir dinletileri... Ve gurbet günleri, İstanbul'a hasret günler. Şiirler, şarkılarla dindirir hasretini gurbette: "Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul"u okur Bolaman tepelerinde, "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" derken hırçın Karadeniz'in kıyılarında, o masmavi Marmara'yı düşler hep. Derken evlilik ve Karadeniz'den Akdeniz'e yolculuk... Bir Antalya sevdalısını çıkarır kader karşısına, yasemin kokulu, portakal çiçeği kokulu şiirler yazan bir eş. Kendisine; "Hayatında kara günün olmasın Ümitlerin açılmadan solmasın Yüzün gülsün, gözün yaşla dolmasın Bahtın açık ufkun aydınlık olsun" diye şiirler yazan bir eş... Nisan tutkunu bir şair, yazar da yazar... Sonra da yazmalara doyamadan göçer gider bir başka sevdalısı olduğu şehirde, İstanbul'da. Ardından hep şu şiir dökülür sevdiklerinin dudaklarından: Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. Yıllar geçer, bir gün bir gazete yazısından yola çıkarak çocukluğunda, o kırmızı oyuncak arabada yanına oturup Mardin sokaklarında gezdiği minik arkadaşının o ünlü şair Murathan Mungan olduğunu öğrenir. “Örselenmiş bir çocukluk İşte benim bütün hikâyem Kaç sevda geçse de yüreğimden Bu yıkıntıları onaramazsın…” Yıllardır severek okuduğu dizeler bir başka tat verir artık kendisine. Ve daha daha niceleri... Bu denli şanslıyken, bu kadar çok şiirle sarmalanmışken nasıl şiir sevdalısı olmasın ki insan...

  • Schmidt Hakkında

    FİLM İZLE; Schmidt Hakkında (Özgün adı: About Schmidt), 2002 yılı ABD yapımı komedi, dram türü sinema filmi. Başrolünü 3 Oscarlı sayısız ödül sahibi Jack Nicholson oynamıştır. Hayatı, ailesi ve işiyle meşgulken herhangi bir sorun yaşamayan Schmidt, emekliliğinin ardından karısını kaybetmesiyle tepetaklak olur. Üstelik kızı da, uygun olmayan bir adamla evlenme planları yapmaktadır. Geniş bir arazide bir uçandairenin açtığı kocaman bir boşluğa benzeyen yaşamına bir anlam katmak isteyen orta yaşlı adamımız; hem kendi yaşamını gözden geçirmek, hem de kızının yapmak üzere olduğu hatayı engellemek üzere bir yolculuğa çıkar. Oyuncular Jack Nicholson - Warren R. Schmidt Kathy Bates - Roberta Hertzel Hope Davis - Jeannie Schmidt Dermot Mulroney - Randall Hertzel June Squibb - Helen Schmidt Howard Hesseman - Larry Hertzel Harry Groener - Victor Rusk Connie Ray - Vicki Rusk Len Cariou - Ray Nichols

  • KÜLE DÖNMÜŞ

    Küle dönmüş bir hayatın utancı kimedir kül nedir sahi geriye kalanı mı elimizde tutamadığımız ne varsa hani bizi yaşayan kılan küle dönen nedir toprak desem yetmez su desem yetmez yetmez hava ve ağaçlar desem bunlar da var ama yetmez tarife aşk diye duvarlara kazıdığımız sözler durur hala sokaklarda sokaklar gibi yüzü soluk hayatı gizlediğimiz sözcüklerin mahcupça geçip giderken önlerinden gözümüz arkada kalıyor, küçülüyoruz el sallamak geliyor içimizden el havada asılı kalıyor, yola uzakken ayaklar çoğul suskunlukların bedeli tekil yüreklerin yaralarını dağlayıp duruyor

  • Kuşlar Geçiyor

    İstasyonda bir telaşlı tren, kalkış düdüğünü sanki odanın içinde çalıyor. Uyanıyorum. Kuşlar geçiyor, basma perdelerin ardından. Çığlık çığlığa kuşlar, sığırcık sürüleri… Kurşun gibi ardı ardına, beyaz dağlara doğru geçiyor. O sabah annem, sobanın içindeki geceden kalma, henüz sönmemiş kordan alıp ısıttığı ütüyle, babamın takımlarını ütülemiş, onu işe uğurladıktan sonra, kahvaltı sofrasını, bizim için yeniden kurmaya mutfağın yolunu tutmuştu. Bir yandan da, avludaki lavaboda yüzünü yıkamaya çabalayan, kuvvetle sümküren ağabeyime, sesleniyordu: - Oğlum! Burun damarların çatladı, azıcık yavaş! Daha lafını bitirmemişti ki, eli burnunda ağabeyim içeri girmişti. - Anne, burnum!.. - Ne oldu burnuna? - Kanıyor! - Dur, soğuk su çekelim, iyi gelir! Ben sana demedim mi, oğlum yavaş? - Çok fazla zorlamadım ki... Garip bir ses çıktı silerken. Defalarca soğuk su veriyor burnuna annem, kafasını geriye yatırarak bir süre kanın durmasını bekliyor. Faydasız, burnuna pamuk koyarak sırt üstü odada yatırmaya çabalıyor. Bu kez de boğazından mideye inen kanı kusmaya başlıyor ağabeyim. Ben bütün olanları korku dolu gözlerle annemin eteğine yapışmış izliyorum. Hiç bu kadar kan görmemiştim, annem leğen yetiştiremiyor. Annem çaresiz: - Biri koşsun! Haber verelim, babası gelsin, doktora götürelim! Daha önce de burnu kanamıştı, ama hiç böyle uzun sürmemişti, diyor bana ağlamaklı gözlerle. Ben el kadar çocuğum, benden medet umuyor. Hiçbir şey anlamıyorum. Ağabeyimde, bu kadar çok kan bulunmasına şaşırıyorum. Avlunun dış kapısı sertçe açılıyor, babam telaşla içeri girip ağabeyimi taksiye taşıyor. Hastaneden döndükten sonra ağabeyimin burnunda kocaman, kanlı bir tampon vardı. Rengi limoni bir hal almıştı. Odasına kapılara tutunarak giriyor. Beni çağırıyor: - Gelsene yanıma! Ürkek sokuluyorum. Yanağıma, beklemediğim kadar güçlü bir öpücük konduruyor: - Benim yatmam gerektiğini dedi doktor. Sen git bebeğinle oyna, yarın gideriz kızak kaymaya, anlaştık mı? Başımı sallıyorum. Çıkıyorum. Sofadan seslerini duyuyorum annemle babamın. Hararetle konuşuyorlar, beni fark etmiyorlar. - Çatlatma insanı, söylesene bey! Ne diyor doktor? İki elim yakanda olur, ne olur doğruyu söyle diyor annem. - Lösemi! - Nasıl yani? - Kan kanseri… Aralıktan bakıyorum. Annem, iki elini dizlerine vuruyor, sessiz çığlıklar atıyor, gizlerinden sicim gibi iniyor yaşlar… umarsız, çırpınıyor. Babamın da arkasını dönüp, iki eliyle gözlerini silmesi içimi acıtıyor. Sanki o dağ gibi adam gidiyor, zavallı bir küçücük ihtiyara dönüşüyor annemin karşısında: - Çocuğa bir şey sezdirme sakın! Son bir umut Ankara’ya, Hacettepe’ye sevk etti doktorlar! Zaten fazlasıyla gecikmişiz. Zaman kaybetmemek gerek! İzin alıp, eğer açıksa yarın yola çıkmalıyız. Bütün bunların ne anlama geldiğini çocuk kafamda çözmeye çalışıyorum, kimseye bir şey sormadan. Gece annemin koynunda yatıp, bütün gece uyuyup uyanıp ona bakıyorum. Usul usul ağlıyor gece boyunca. Ertesi sabah gözleri kan çanağına dönmüş bir vaziyette ağabeyimin yanına koyacağı pijama, iç çamaşırı ve gerekli gördüğü diğer şeyleri valize yerleştiriyor. - Kızım, yastığını ağabeyinin yanına koyalım mı? Yolda başına koyar, diyor bana. -Hayır, vermem! Benim bebeğim o! Bebeğime sarılmış ağlıyorum. - Peki öyle olsun, diyor annem, kırılmış. Ağabeyim, bütün bu olanı biteni, büyük bir olgunluk mu, yoksa saflık mı, çözemiyorum, durgun izliyor. O kadar olağan bir geziymiş gibi: - Gülüm! Sana ne getireyim Ankara’dan? - Bebek! diyorum. Gülüyor: - Şimdilik küçük yastık bebeğinle idare et. Sakın yeni bebeğin gelinceye kadar yastığına bir şey olmasın, emi? Kızak kayma sözümü unutmadım. Erteleyeceğiz biraz, nasılsa kış uzun sürecek. Camlar buzdan çiçeklenmiş desen desen tül perdelerle kaplı. Nemli ellerimiz sanki tutkal, kapı kollarına yapışıyor. Banyo kazanı içinde sular buz tutmuş… Dışarısını ise hiç sorma! Tükürsen yere düşmez zemheri… Sobalar gece gündüz yanıyor. Radyo boyuna yurdun çeşitli yörelerinde, yolların, aralıksız kar yağışı, çığ düşmesi gibi nedenlerle kapalı olduğunu söylüyor. Babam, dönüyor. Ağabeyimi hastaneye yatırıp izni dolduğu için geriye dönmek zorunda kaldığını, oğlanla Ankara’daki akrabaların ilgileneceğini, acil bir durum olursa haber vereceklerini anlatsa da annem, babamın oğlunu orada bir başına bırakmasına içerliyor: - El, elin eşeğini türkü çağırarak ararmış bey! Oğlanın bir sıcak ele, cana ihtiyacı var. Temiz çamaşır, ilaçlar… Belki de kan… Onu köy yerlerinde, ne zorlukla büyüttüm. Ölümlerden döndüm, onu yaşatacağım diye. Keşke o zaman ölseydim de, bunları yaşamasaydım!.. Annem ağıt kesilmiş, ağlıyor. Babama kızıyor, kendine kızıyor, dünyaya kızıyor. Babam duvar… - Devlet memuruyum ben, bilmiyor musun? İznin bir süresi var. İşimi mi bırakayım? Bunca insan ne yer ne içer o zaman, diyesi oluyor. Anlatamayacağını görüyor ki, artık hep susuyor. Ev susuyor. Ev, buz bağlamış, donmuş kalmış bir suskunluk… Annem: - Oğlan gideli beri banyo yapmadım, gözüm başım indirdi, diyor, anneanneme. Anneannemi çağırmış yanına, acılarına ortak olsun, hafiflesin yükü diye. - Bir hamama mı gitsek? Bakarsın gelir oğlum, böyle görmesin… Bir haber de alamadık, kaç gündür, neler oluyor bilmiyorum. Birlikte şehir hamamına gidiyoruz, annem önce beni yıkayıp oturtuyor bir kenara. Anneannemi lifliyor daha sonra da. Kendisi de iki sabunlanayım derken… eli sol göğsünün üstünde, kaşları acıdan çatılmış, kurnanın yanına çöküyor: - Sol göğsümü kökünden kestiler ana!... Oğlan öldü! Oğlan öldü! -Saçma sapan konuşma kız, delilenme! Yıkan da gidelim eve! Yanaklarımız al al olmuş, dışarıdaki soğuğa karşı sarılıp sarmalanıp evin yolunu tutuyoruz. Annemin eli sol göğsünün üstünde. İç geçiriyor. Tahta kanatlı avlu kapısında bizi, sırtında içi mektuplarla dolu, siyah meşin çantası, şapkalı yeşil üniformasıyla postacı, karşılıyor. - Hüseyin öğretmen? - Evet, diyor anneannem. - Bir telgraf var! Ankara’dan. Annem yere yığılıyor henüz telgraf alındısını imzalamadan. Postacı aramızda okuyacak birini arıyor gözleriyle. Ben çok küçük, anneannemin okumayla işi yok. Kendisi okuyor telgrafı: - Oğlunuz… sizlere ömür… Defin için … Kardeşi için almamızı istediği oyuncak bebeği de ona ulaştırmamızı istedi… - Ben ağladım da ondan, diyorum, nedensiz. Ben çok ağladım da ondan… Gene ağlıyorum. Ölümü anlamamdan değil; çocuk aklım, ağabeyimin o halde beni düşünmesini kavramış, sezmiş, bilmem ne… ama birine, ama kendime çok kırılmış, ama dünyaya çok incinmiş ağlıyorum. Kuşlar geçiyor yüreğimden. Çığlık çığlığa kuşlar, sığırcık sürüleri. Kurşun gibi içime içime saplanıyorlar ardı ardına. İstasyonda telaşlı bir tren kalkış düdüğünü çalıyor. * *Kuşlar Geçiyor / ADA KİTAP 2006 /öykü, Fadime Y. KAROĞLU

  • Oltaya Yem

    İsmail Hakkı Özsarı * Baba-oğul göl kenarına gelince oltayı göle atıp otele döndüler. Bir saat sonra oltaya balık takılıp takılmadığını görmek için göle gittiklerinde, beş balığın takıldığını görürler. Çocuk babasına; “Bu balıkların oltaya takılacaklarını biliyordum.” der. Babası sorar; “Nereden biliyordun?” “Dua ettim de onun için” der çocuk. Oltayı yeniden hazırlayıp yemek yemek için otele dönerler. Yemekten sonra göle gittikleri vakit, yine birkaç balığın yakalandığını görürler. Çocuk bu kez de; “Böyle olacağını biliyordum.” der. Babası yine sorar; “Nereden biliyordun?” Çocuk açıklar; “Çünkü dua ettim.” Baba-oğul oltayı tekrar göle atıp otele geri dönerler. Yatmadan önce göle gidip oltaya baktıklarında bu kez bir tek balığın bile tutulmadığını görürler. Çocuk, “Ben oltaya balık gelmeyeceğini biliyordum.” der. Baba sorar; “Nereden biliyordun?” Çocuk, “Dua etmedim de onun için balık gelmedi.” diye yanıtlar. Babasının niye dua etmediğini sorması üzerine çocuk şu cevabı verir: “Oltaya yem takmadığımı hatırladım da onun için.” Demek ki duaların kabul olması için önce gerekeni yapmak gerekir.

  • Ben Zaten Seninleyim

    Saldım gemileri, fırtınayla çözüldüler Alnımın ufkundan, Kaç azgın dalga dövdü gözlerimi Açamadım zamandan. Şişti yelkenleri, Volkana döndü yüreğim, Feneri oldu gülüşün, Güneş gibi aydınlandı geleceğim. Hangi değer ölçecekse ölçsün, Kime ne! Ağlayan denizlere emzirdiğim gemiler Yorgundur gene... Kim, gökyüzüne hangi yakarıyı Serperse serpsin, İnan, geç kalsa da bedenim, Her baharda benimle gülen sensin. Kaç atmosferin göğü bağlasa bile ellerimi, Bulmak için Yağmurla serperim gözlerimi. Suyun bana, benim çiçeğe, çiçeğin toprağa Dönüştüğü Bir olağan değişimdeyim! İster bin yıl sonra gel, ister bin yıl önce gelmiş ol, Bu dünyadaysan eğer ben zaten seninleyim!...

  • Sanki Ben

    Zeliha AYDOĞMUŞ * 25.04.2020 Dağlıdır ne gam! Doğumdadır, kutlu uyanışta Düğündedir, şimdi çiçek çiçek ahlat ağacı... Ne kadar oldu sırtım, Bir ağacın bahar yürümüş gövdesine seni dayamayalı? Elle gelen düğün olmasa da kabulündeyim, Zannımca bu durumda tevekkül en güzel hal olmalı... Tehditlerin en şiddetlisi; Ne kadar oldu, O can alıcı kokularıyla çiçekler şakağıma silah dayamadı? Makbuldür ve yeter; Biraz çocuk sesi, yıllanmış bir ağaç altı ve bir büyük mavi yaygı... Sahi ne kadar oldu? Oysa dağlı rüzgarlar tenime yakışandı... Uçuş uçuş içim, Dillere destan şiirlere dize Papatya ve gelincik sıracalı, sanki ben...

  • İSTİKLAL’DE

    Fuat ÖZGEN * İstanbul’un göbeğinde, Taksim’de Bir çocuk babasının elinde Güvende, sevinç içinde Sonra bir cehennem cennet içinde Yaşamı yeşertecekken Cehennem saksı içinde Burgaçlı acılar insan içinde Ömrünün ilkbaharında bir çocuk Kırılmış bir filiz insan içinde Dünyayı değiştirecekken Dünya değiştirmek baba da içinde

bottom of page