top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • HAYATA DOKUNUŞ

    Soğuk olur kuşatılmış tüm sokaklarda gece üşür durur kapıları yüzüne kilitlenenler kuşlar nereye sığınır bilemem kediler, köpekler ve tüm evsizler üşür açlığı bastırırcasına üşür herkes birbirinden kaçarak yürünen sokaklarda aşk hangi kuytuda gizlenir geceye boyanmış bir ülkede aşka dahil değildir sabrı tüketmek çıkmaz sokakların sanrılarıyla kıvranmak olur olmazlarla sabahı da akşama çevirmek deli gönül ve us bir olup dokunmalı artık sokağı terk eylemiş yere düşen gözlere yarının nöbetinde terk edilmişlere yolda yapayalnızlara dokunma vakti artık bin yıllık hasrete sımsıkı sarılarak geceyi yıkan her dilden şarkılarla hayatı kor kor yeniden aşka dönüştürecek boşuna yazılmamış şiirlerle tertemiz sabahlar aşkına dövüşe dövüşe hayata dokunma vakti artık elde ne varsa

  • İnsan ve kuşlar

    Aralık, Bahara öykünmüş. Gül incitmeyen lodos Yağmur topluyor... Çatıda irice bir martı Heybetli gagası yerde. Baktım aşağıda Bir öbek ıslatılmış kuru ekmek. Yiyeceği ve dahi martıyı kollayan Besili karga. Az biraz ötede mudanasız Güvercin! Martı süzülüyor mamaya. Gagalıyor birsüre. Bizim karga ve güvercin Ürkek izliyor martıyı Martı doymuş olmalı Bir parça da eşine koparıp Havalanıyor. Birsürü mama var daha yerde. Bu kez karga güvende, Konuyor yemeğe. Ne kadar yiyecek oysa? Güvercine kalıyor sofra. Düşündüm, insanca Ne kadar büyük ola ki midesi Çatlayacak kadar mı, İnsana mı has doyumsuzluk Bile bile öleceğini?..

  • GİDİCİ OLANIN ŞAŞKINLIĞI: “AHMAK” CEZASI

    Zeki Sarıhan * “AKP’nin iktidarda kalmak için yapamayacağı şey yoktur” diye yazanlara, bazı okurlar itiraz ediyor. “Böyle derseniz halkın morali bozulur, mücadeleden vazgeçer” diyorlardı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üç buçuk yıl önce kendisine “Ahmak!” diyen İçişleri Bakanı’na “Asıl ahmak seçimi iptal edenlerdir” sözüne Yüksek Seçim Kurulu üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle üç yıl yedi ay hapis cezası vermekle kalmayıp İmamoğlu’na siyaset yasağı da getirilmesi, “AKP’nin iktidarda kalmak için yapmayacağı yoktur” kanımızı doğruluyor. Ancak bu son yaptığı muhalefette yılgınlık yaratmak bir yana, onu canlandırmış ve mücadeleyi ateşlemiştir. Önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanı adayları arasında anılan İmamoğlu üzerinden muhalefete yapılan bu haksızlığın hukuki değil siyasi olduğu gün gibi açık. İmamoğlu’nu çalıştırmamak için seçildiği günden beri birçok engellemeler yapıldı. Bunlar kesin sonuç vermeyince “Daha ne yapabiliriz?” diye sorulmuş, üç buçuk yıl önce söylenmiş bir sözden medet umulmuştur. İktidar çevrelerinden muhalefete en ağır hakaretlerin yapıldığı, toz ve dumandan ortalığın görülmediği bir ortamda “Ahmak” gibi çok masum kaçan bir ifade nedeniyle başvurulan ceza da kâr etmezse bundan sonra hangi hamlenin geleceği merak konusu. Bu arada belirtmek gerekir ki, hükümetin isteğiyle İmamoğlu’nun kazandığı seçimi iptal eden Yüksek Seçim Kurulu üyeleri de, dokunulmazlık zırhına bürünüp hesap vermekten kaçınamazlar. Bu ülkede, her yurttaş gibi, siyasetçisi, bürokratı, savcısı ve hâkimi de büyük adalet terazisinde tartılmak zorundadır. Adalet, yalnız mahkemelerin elinde tuttuğu bir teraziden ibaret değildir. Onu asıl elinde bulunduran halkın vicdanıdır. İmamoğlu’na siyasi yasak getiren mahkeme kararının hükümet tarafından tezgâhlandığı o kadar açıktır ki, bu kararı vermeye yanaşmayan hâkim, sürülmüş ve yerine bu kararı alması için yeni bir hâkim atanmıştır! Bu karar verildiğinden beri, kamuoyu şunu tartışıyor? “Bu karar kime yarar?” Hemen herkes, kararın İmamoğlu ve seçimlere hazırlanan muhalefetin işine yaradığında görüş birliği içinde. Peki, öyleyse siyasi iktidar, nasıl olmuştur da kendi aleyhine olacak bir kararı aldırmıştır? AKP’NİN ÇARESİZLİĞİ AKP, gidici olduğunun farkındadır. Bunun telaşı içindedir. Seçimlerle iktidardan uzaklaştırılırsa, hem adım adım örmeye çalıştığı şeriatçı bir rejim kurma projesi yarım kalacak, hem de hazineyi yağmalama imkânını kaybedecektir. Kendisinden bu ana kadar yaptığı kanunsuz işlerin hesabının sorulma ihtimali de vardır. İktidarın aklı, iki cami arasında kalmış beynamazın aklına benziyor. Yerleşik parlamenter, liberal usullere uyarak mı, yoksa iktidar gücünü kullanarak bir yasaklar ülkesinde rakipsiz mi seçime gitsin? İktidar kadrolarının aklı bu ikisi arasında gidip gelmektedir. Normal koşullarda seçimi kazanamayacağını anladığından yasaklardan medet ummaktadır. Ancak bu uygulamasının da onu iktidarda tutmaya yetmeyeceği, çığ gibi büyüyen tepkilerden anlamak mümkündür. AKP’nin hâlâ elinde tuttuğu bir seçmen kitlesi varsa da, bu kitlenin içinde böyle açık bir haksızlığı vicdanına yediremeyen önemli bir kesim olmalıdır. İstanbul Belediye Başkanlığı için tekrarlanan seçimlerde bunu örneği görülmüştür. Durum bu iken Hükümet neden böyle kör kör parmağıma diyerek İmamoğlu’nu mahkûm ettiriyor? Çaresizliğinden! Bazen insanın fırlattığı ok, döner kendisini vurur. Kaldırdığın taş bazen kendi ayağına düşer. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olanlar çok görülmüştür. Onmayacak hasta, yatağı bırakıp yastığa yaparmış. Bu olayda komplo teorileri aramak gerekmez. Olay, iktidarı kaybetmekte olan bir kadronun şaşkınlığından ve çaresizliğinden ibarettir. (16 Aralık 2022)

  • BİR SIRRIM

    Emine AYDOĞDU * Ağlıyorsun. Yoo ağlamıyorum. O zaman gözlerin terlemiş. Ne istiyorsun?.. Bir şey mi istemem lazım?.. Sürekli karşıma çıkıyorsun. Beni takip mi ediyorsun?.. Rastlantı. Raslantı bir kez olur. Nereye gitsem burnumun dibinde bitiyorsun. Dünya küçük, ufaklık. Pisliğin tekisin… Defol git yanımdan. Güzel bir arabanın üstünde oturmuşsun. Senin olmadığına göre, kimin bu araba? Yoksa, baba parası yiyen o eziğin mi? Benim de oturmamın bir sakıncası yok o zaman. Hımm… kaportası sağlammış, baksana, vurunca iyi ses geliyor. Arabalara ve kadınlara özenli ve narin davranmak lazım. Niye?.. Tabi ya… ikisine uzun süre binmek için öyle davranmak lazım. Vay arkadaş… bakış açısına bak. Uzaklaş, sokulma bana. Nasıl bir yaratıksın sen? Bu kadar kötülükle… Kötülük?... Vav… aynı konuşma biçimi. Sen de onlar gibi düşünüyorsun. O züppeler gibi. Hepsi piç onların. Zengin piçleri. Kalk git, yanımdan. Zırvalarını dinlemek istemiyorum. Niye ki, burası herkese açık bir otopark? Parti orada, git keyfine bak. Sen niye gitmiyorsun? Ben senden önce buradaydım. Ayrıca sana ne?.. Beni rahatsız eden sensin. Adın yürüyen prezervatife çıkmış. Çekirge gibi atlayıp duruyorsun. Haa… Bak işte böyle, ağlaman kesildi. Kendine geldin. Bir de dinlemeyi bilirsen. Tehlikelisin… Hayatta kalma biçimim, bu da beni tehlikeli yapıyor. Alkoliğin torunu, katilin oğlu demediler mi?.. Demişlerdir, eminim. Dedikoduyu severler. Ahmaklar sürüsü. Katil mi peki?.. Olmadığını söylüyor. Her ailenin bir trajedisi vardır. Benimki birden fazla. Off… boş laflar. Beni dinler misin? Birazcık sabır göster. Bi dinle beni. Dedem hep votka içerdi. Odalarımızın duvarı bitişikti. Sifonu çekmediğinden odama sidik kokusu dolardı. Votkalı sidik kokusu. Nefret ederdim o kokudan. Bir gece uyuyunca votka şişesini alıp camdan dışarı fırlattım. Sabah deliye döndü. Beni kilere kilitledi. Karanlıkta akşama kadar aç ve susuz bekledim. Şimdi o kokuyu özlüyorum… Beni atlara benzetirdi. Sezgilerimin çok güçlü olduğunu söylerdi. Atlar, korkuyu anında sezer derdi. Sen de seziyor musun?.. Bilmem… Belki… Dedeme: “Herkes rakı içiyor, sen neden votka içiyorsun?” dediğimde, “O öğretti bana.” Şişeyi göstererek; “ondan geriye bu kaldı” derdi. “O kim? ” diye sorduğumda, her zamanki suskunluğuyla eliyle havayı tokatlar, yürüyüp giderdi? Annemi hiç tanımadım… Beni, babamla dedem büyüttü. Annen?.. Ölmüş… Beni doğururken ölmüş. Lanetli olduğumu söylüyorlar. Dedim ya, bende trajedi çok. Yaa ufaklık, işte böyle. … Saçların ne kadar yumuşak. Ver ellerini bana. Ellerin buz gibi. Üşüyor musun? Yoo. Ufaklık diyorsun ya… Evet… Çocukluğumu hatırlıyorum. Küçükken gölgemden korkardım. Sürekli beni takip ederdi. Senin gibi. Korktuğumu kimseye söyleyemezdim. Utanırdım. Neden? Korkak olduğumu düşünmesinler diye. Sonra uçarak ondan kurtulmaya karar verdim. Parktaki meşeye tırmandım. Kendimi rüzgarın kollarına bıraktım. Rüzgarın kolları beni korumadı. El bileğim iki yanından kırılınca, uçamayacağımı ve gölgemden kurtulamayacağımı öğrendim. Hangisi? Sol bileğim. Ateş bastı seni. Yanakların pembeleşti. Ellerin ısındı. Neden ben?.. O kadar kız varken. Sendeki koku çekiyor beni. Ne kokusu? Açlık, sefalet,yoksulluk, inat ve isyan kokusu. Alışık olduğum bir koku. Ruhumu besleyen bir koku. Onlar plastik kokuyor. Hissetmedin mi? Senin kadar sezgilerim güçlü değil. Bırak kendini bana. Rahatla. Bakire misin? Yoo… Değilim. Korkuyor musun? Bilmem. Korkuyorsun. Korkunla yüzleşmelisin. Ondan kaçarak, üstünden atlayarak, görmezden gelerek kurtulamazsın. Daha çok içine batarsın. Korku değil de inançsızlık. Hiçbir şeye inanmıyorum. Hayallerimin dışında. Gevşe biraz, bırak kendini. İşte böyle. … Ben uçuyorum ufaklık. Yıldızlara kadar gittim. Ama… Sen… Yalan söyledin. … Neden yalan söyledin? Gözlerime bak. Neden? Seninle bir sırrım olsun istedim. İkimizin sırrı… Özgür olmak böyle bir şey mi acaba?.. Eğer böyleyse… Ölçüsü olmayan bir duygu. Saçlarına terim bulaşmış. Bütün bedenimde… … Hoşçakal demeliyim. Daha erken ama… Geç bile kaldım. Ne zaman gidiyorsun? Yarın akşam. Demek felsefe okuyacaksın. Evet. Sen ne zaman gideceksin? Babamın görüşüne gittikten sonra. Gitmeden önce güneşin batışını sabırla bekle, son anda büründüğü renge bak. Gücüne hayranım. Güç mü? Evet, hayal gücüne. Komiksin. Gelecekte görüşür müyüz? Şu an ve gelecek ayrı şeyler. Şimdi sana evet desem de… Geleceğin yolu bilinmezlik. Sorunun yanıtını zaman verecek. Filozof gibi konuştun. Artık gitmeliyim. … Güle güle ufaklık. Bekaretim, arabanın kaportasında gülümserken… Yoksulluğum, açlığım, sefaletim, inat ve isyanım benimle beraberdi. Adımlarımdan taşan neşeyi ve özgürlüğü geceyi kuşatan rüzgara karşı savura savura yürüdüm.

  • BİZİM HİKAYEMİZ

    Yıllarca önce New York ta Türk evinde bir toplantıda Amerikalı bir prof: “ Bir Türk dünyaya bedeldir... ama yalnız bir Türk!.." demişti. Ne demek istediğini sorduğumda açıklamıştı; " Bir Türk, tamam sorun yok, iki olunca mahkemelik, üç olunca tutuklama olabilir,.." diye devam etmişti. Katılmadığımı ima etsem de bu söyleneni hiç unutmadım. Yıllar içinde bu sözü doğrular pek çok olay izledim, dinledim. Yabancı gözüyle görünen olumsuzluklar, özünde göçebe kültürünün derin izlerini barındıran eğitim düzenimizin, bilinçli bir sistemle yetiştirilmemişliğimizin , yaşadığımız pek çok karmaşanın ve bazı sosyal eksikliklerin etkisi olsa gerek. Bizim “sevgi” olgusuyla insana yaklaşımımız da çok faklı. Erdal Atabek’in dediği gibi “ Biz kendimize benzeyeni seviyoruz. Önemli olan, sadece bizim olanı değil, bizim olmayanı da sevmek. Sadece bize benzeyeni değil, bize benzemeyeni de sevmek. Sadece bizim gibi düşüneni değil, bizim gibi düşünmeyeni de sevmek…Belki de asıl öğrenmemiz gereken buydu. ”Mutlaka pek çoğumuzun saygı duymadığı, anlamsız bulduğu fikirler, düşünceler olabilir. Bu fikirlere saygı gösterilmeli demiyorum, kişinin kendi fikrini ifade edebilmesine saygı gösterin ve beğenmediğiniz düşünceleri çağdaş ve etik ölçülerle eleştirin. Ne öğrenmiş olursanız olun, öğrenilenler yaşanmadığında öğrenilmiş olmuyor. Demokrat olmadan, sağcı olmadan, solcu olmadan, Müslüman veya farklı dinlerden olmadan, ateist olmadan önce ADAM olunmalı, sonra ne olmak istersen o olmayı ilke edinmeli. Prof. İdris Küçükömer bir yazısında ” …kendilerine sağ diyenler de sol diyenler de (demokrasi sözünü kullananlar da) içimizdeki, mayamızdaki yapının güdüsü dışına çıkamamışlardır. Hafızamızda, içimizde adeta bizi hür kılmayan bir ipotek var.” demişti. Toplum olarak son 200 yıldır yaşamaya çalıştırıldığımız deneyimlerle, ister batıcılık, bireycilik; ister kapitalizm, liberalizm; ister rekabetçilik, özel girişimcilik densin, bunların hiçbiri tüm toplumumuza benimsetebildiğimiz bir yaşama biçimini ve bir dünya görüşünü oluşturamadı. Atilla İlhan 1988 de yayımlanan, etkilendiğim ve hemfikir olduğum bir yazısında şöyle diyordu. Türk sağcılığı da, Türk solculuğu da, Liberalliği, Sosyalistliği vs. ancak ortaklaşa bir tarih ve yurt bilinciyle yaratılabilir; bu çifte bilinçten yoksunluktur ki, liberalliğimizi Amerikan ya da İngiliz liberalliği; sosyalistliğimizi Rus ya da Çin sosyalistliği ;Müslümanlığımızı Acem ya da Arap Müslümanlığı ;milliyetçiliğimizi İtalyan ya da Alman faşistliği haline getiriyor ;Türkler, çağdaş bilimselliği kullanarak, yurt ve tarih bilinciyle ulusal koşulların özgün liberalliğini, sosyalistliğini, Müslümanlığını ve milliyetçiliğini gerçekleştiremezler mi? “Kendi kendisiyle bütünleşmeyi bilemeyen, çeşitli kültürlerden, ilişkilerden ve yakınlıklardan aldıklarını bilinçli bir biçimde işleyip onları aşarak sağlam bir kimliğe erişemeyen bir toplum, köprü üzerinde şaşkınlıktan başka bir şey yaşayamaz. Türk’ün ille de ‘Batılıyım’ ya da ‘Doğuluyum’ diyebilme kompleksinden kurtulması, ikili kimliğini şu ya da bu yönde bir utanç nedeni olmaktan çıkarıp sağlıklı bir yeni kimliğin başlangıç noktası sayması gerekiyor,” demişti Prof. Mümtaz Soysal. Sorunlarımızın çözümü için, yapılması gerekenler bilinmez olgular değildir. Demokrasiyi özümsemiş, hukukun üstünlüğüne inanmış, çağdaş yöneticiler, akademisyenler ve gelecek güzel günlere inanan vatansever insanlarla her problem çözüme ulaşır. Bir devletin büyüklüğü, içinden çıkardığı, yetiştirdiği devlet adamlarından, sanatçılarından ve yazarlarından anlaşılır. Bir toplum da , hukuk yoluyla biçimlendirilir, ekonomi yoluyla yaşar ve güçlenir, kültür yoluyla kimliğini korur, dış politika yoluyla da dünyada varlığını sürdürür. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, çökmüş ve işgal edilmiş bir din, tarım imparatorluğu olan Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş mucizesini hem hukuk, hem ekonomi, hem kültür hem de dış politika konularındaki "devrimler" ile gerçekleştirdi. Bir ülkenin temel özelliklerini belirleyen, varlığının sürdürülmesinde işlevsel olan bu hukuk, ekonomi, kültür ve dış politika alanlarındaki düzenlemeleri, demokratik ülkelerde o ülkenin akademisyenleri, uzmanları inceler ve politikacıların kararlarıyla uygulamaya geçer. Maalesef bizdeki yöneticiler bildiğimiz sebeplerle ülkeyi çağdaş dünyanın gereklerine uygun bir yapıda geliştiremediler. Bu nedenle Türkiye bugün tümüyle dış dinamiklere ve global kapitalizme teslim olmuş durumdadır. Umarım ve dilerim ki, gelecek yeni nesil bizlerin hatalarından dersler çıkararak, yeniden demokratik, laik ve Sosyal Hukuk devletini kalıcı olarak kurarlar. Yazımı büyük ozan Ahmet Arif ‘ in destansı şiiri ANADOLU‘nun son bölümüyle bitireyim. ……….. Gör, nasıl yeniden yaratılırım, Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Her biri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun?

  • İÇERDEKİLER

    Fuat ÖZGEN * Saçma sapan, akla ziyan Gelenekler Görenekler İnanışlar Kanışlar Sarıp sarmalandığında Satılmış, kandırılmış Anneler Babalar Kardeşler Akrabalar Mumyalandığında Yobaz, art niyetli Okuyucular Üfleyiciler Kandırıcılar Yandırıcılar Ruhları kararttığında Aydınlık bir el Mumyayı bozduğunda Kelebek olur İçerdekiler

  • AĞUSTOS BÖCEĞİ

    Eylülün otuzuydu, balkonunda ağustos böceği cır cır ötüp duruyordu boyuna. “Ne sesi bu ses,” dedi eşi Nazife Hanım! “Ne sesi, ben bir ses duymuyorum, ses mi var,” dedi eşi? “Duymuyor musun sen,” dedi Nazife Hanım? “Ben bir ses duymuyorum, ses mi var, nerde?” “Sen kulak doktoruna git de kulağına bir baktır!” Usulca yerinden kalktı, Nazife Hanım’ın eşi, parmak uçlarına basarak oturma odasından koridora, mutfağa doğru yürüdü. Hala bir ses duymuyordu. Kendine doğru bir ses geldiğini duyan böcek sesini kesmiş, beklemeye başlamıştı. Mutfak karanlıktı evdeki beyaz eşyaların ışıklı lambaları yoktu, yalnızca sık sık elektriklerin “uçuşa geçen Türkiye,” kesilmesine sebep fırının bozulan saat ayarı kıp kıp ediyordu. Sabitleyinceye kadar öyle kıp kıp eder durur. Eylül’ün otuzu, yalnız kalmış bir ağustos böceği, şehrin tam göbeğinde evinin balkonunda, ötüp durur. La Fontaine saz çalıyor bütün yaz dese de hayat öyle geçer mi, Fontaine ağustos böceğini konağından çıkıp görmüş müdür? Mutfak kapısı açıktı, bu mevsimde insanlar günün büyük bölümünü oralarda geçirir, balkonsuz eve, ev demezler batı şehirlerinde. Ağustos böceği ötmeye devam ederken, ses sanki içeride gibidir. Belki de içeridedir, kim bilir? Kendi güzelliğine aşık olmuş Nergiz gibi o da kendi sesine aşık olmuş ötüp durmaktadır belki de. Sesini az önce akort etmiş gibi, sesi mahalleyi almaktadır. Balkonda çeşit çeşit çiçek, yeşilin en güzel renklerini sunuyordu, Nazife Hanım’la eşine. Balkon kapısının arkasındaki saksıdaki kauçuk, koca koca yapraklar çıkarırken, yuka sivri, kama gibi sert yapraklarıyla “yaklaşanı yakarım der gibi uzaktan sev beni,” diyordu. Eylülün otuzu, bugün yalnız, bir başına kalmış bir ağustos böceği yalnızlıktan mı, eşinden ayrı düştüğünden mi nedir ötüm ötüm ötmeye devam ederken, siyah camlı balkonun mermerlerine dizilen sardunyalar, kasımpatılar, fesleğenler, Çingene şalvarları… yaşam sevgilerini çoğaltırken hane halkının, öte yandan da bir uğraşı oluyordu onlara. Balkonun köşesinde antik saksıya dikilen melisa ağacı büyümüş, çiçeklerinden çıkan koku, mahalleyi boyamış, ilk akşamdan sabaha dek devam eden bu koku karşı dört katlı apartmanın dördüncü katında oturan sarı kontesi her akşam balkona çıkarır, kokusu ile bir yunup yıkanmasına katkı verirdi. Melisansın baş döndürücü kokusu ile iyi bir sarhoş olan kontes, karanlıkta elindeki kızıl ateşi dudaklarına getirip götürüp dumanın karanlıkta yol alışını takip ediyordur herhalde! Eylülün otuzu, yalnız başına kalmış bir ağustos böceği, kurdele çiçeğinin sarkan dallarından birine konmuş kanat çarpa çarpa ötmeye devam ederken, 180 Sokak sakinleri akşam yemeklerini çoktan yemiş, televizyon ışığında oturup kültürel boyutu (!) çok yüksek programları takip etmektedir. Gündüz yayın kuşağının evlenme, yemek programlarının yerini, aldatmanın hayatın bir parçası olduğunu işleyen ihanet dizilerini izlerken, “izlenecek bir şey mi var,” diye diye izlemeye devam ederken, sarı saçlı kontes bir yandan sokağı kesmektedir. Sokakta motor sesinden başka ses, seda yoktur. Motorları da seslisinden tutun sessizine kadar bir sürü, adeta Hindistan’ın Yeni Delhi şehri. Eylülün otuzu, ağustos böceği ötüm ötüm öterken, Nazife Hanım, eşine: “Bak len, bu ses ne sesi, bi kalk yerinden, daha senin kulağın duymadı mı, derken bir hakikati eşinin yüzüne pattadan söylüyordu. “Sen bi doktora git, belki temizler, bi şey yapar, belki alet malet verir. Dediğimi on sefer tekrar ettiriyon bana!” “Benim kulaklarımda bi şey yok, ne diyor abim,’ Bizim oğlan ben istediğimi duyar, istemediğimi duymam!’ Olabilirsem ben de onun gibi olacağım!” “Geç geç dedi Nazife Hanım, hani dersin ya sen, köçekler oynadı geçti!” Eylülün otuzu, yalnız bir ağustos böceği ötüm ötüm öterken, Şüheda Caddesinin akşam trafiği köresemiş, araçlar seyrek gelip gitmektedir. Kafelerde buluşacak gençler, evlerin karanlığında sevdiklerini beklerken, heyecandan sigaralarını yemekte, diğer yandan mahallenin yaşam belirtisinin en alası temizlik görevlisi İbrahim’in evinde konukları ile hem laflamakta hem üç kuruşluk kazançlarını azaltan sigaralarını peşi sıra yakarken öte yandan şen kahkahalar atmaktadır. Şüheda Caddesinin üstünde Salihli Devlet Hastanesinin olması ambulans trafiğinin yoğunluğuna şahit olunur. Ambulansların acı sesi insani duyguları yoğun olanların yüreğinin yağını eritirken, azgın pandemi günlerinde on on beş dakikada bir geçen ambulanslar Coviti her an, bir dakika bile akıllardan çıkarmamıştır. Hele şükür derler ya, ambulansların gidiş gelişleri seyrelmiş, insanlık, bilim bir belanın üstesinden gelmenin sevinci ile maskesiz, mesafesiz kahvelerde, pazarlarda üst üstedir. Eylülün otuzu, yalnız kalmış bir ağustos böceği, ötüm ötüm öterken, ötüşünün bir yas, bir ayrılığın habercisidir. Bu ses “ben sizi seviyorum, elveda demeye geldim, ömrüm dört hafta idi, bu yıl insanlık belalar ile tepinirken onlara hayatı çekilir kılmak için uzattılar ömrümü; şimdi o da tükendi, elveda!” Eylülün otuzu, yalnız bir ağustos böceği, öyle ötüm ötüm öterken, Lâ Fontaine’nin üfürdüğü gibi yalnızca saz çalmaktan ibaret değil hayatımız; neslimiz devam etsin diye eş aramak içindir o saz çalmak! Eylülün otuzu geride kaldı, ekim ayının bilemem kaçıncı günü bugün. Ağustos böceğinin cır cır cır sesi, cana merhem için olsa da yoktur. 180 Sokak sessizliğine gömülmüş, İbrahim’in ailesinden bile çıt çıkmıyor. Melisa ağacı çiçeklerini dökmüş o baş döndüren kokusu, seneye kadar özüne, kalın kabuklarının arasına inmiştir. Sarı saçlı kontes, ilk akşamdan evinin ışığını kapatmış, karatma geceleri yaşıyor evde bir başına. O da ağustos böceği hep yalnız bir başına…

  • BALKAN SERGÜZEŞTİ-3

    MOSTAR Balagay'dan ayrıldıktan sonra kısa bir yolculuğun ardından Neretva Nehri'nin kıyısında yer alan, köprüsü ile ünlü, Hersek'in başkenti Mostar’a varıyoruz. Sırp-Boşnak Savaşı, Bosna-Hersek'te 1 Mart 1992'den 14 Aralık 1995'e kadar sürmüş olan bir savaş. Üç yıldan fazla süren bu savaş sırasında yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiş, iki milyon kadar insan da yaşadığı yerden göç etmek zorunda kalmış Bu nedenle savaş sırasında Müslüman, Hırvat ve Sırplardan oluşan şehrin etnik yapısı değişmiş. Böylece Müslümanlar Mostar'ın doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başlamış. Sırpların çoğu ise şehirden ayrılmış. Savaştan sonra şehirde zarar gören binalar tamir, tarihi eserler restore edilmiş, ama binaların bir kısmında savaşı unutturmamak adına kurşun yaraları muhafaza edilmiş. Daha sonra Avrupa Birliği şehrin restorasyon çalışmaları için 15 milyon dolar harcamış. Mostar’ın gezdiğimiz eski çarşısı orijinal halini hala muhafaza ediyor. İki katlı küçük binaların altında bakırdan, deriden yapılmış hediyelik eşyalarla şehre ait otantik eşyaların satıldığı küçücük dükkanlar var. Arnavut kaldırımı taşlarla kaplanmış kalabalık ve dar yoldan geçerek ünlü Mostar Köprüsüne doğru yürüyoruz. Köprünün üstü ana baba günü. Mayolarıyla köprünün üstünde bekleyen gençleri görüyoruz. Bir zamanlar sevdiklerine aşklarını ispat etmek için 20 metre yükseklikteki köprüden Neretva Nehrinin serin sularına kendini bırakan gençlerin yerini, turistlerden toplayacakları 50 avroyu bekleyen bu mayolu gençler almış. Parayı denkleştirdiklerinde etraftakilerin alkışları ve çığlıkları arasında bir Tarzan edasıyla suya atlayıveriyorlar. Çarşıyı gezip köprüdeki bu gösteriyi izledikten sonra nehrin kıyısında, köprü manzaralı bir restoranda Balkanlarda yediğimiz köftelerin en lezzetlisini yiyip kahvelerimizi içiyoruz. Mostar’a veda vaktinin geldiğini haber veren rehberimizin sesiyle otobüsümüze doğru yürüyor ve Saraybosna’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. İki saat sürecek yolculuğumuzun ortasında biraz nefeslenmek için yine Neretva Nehri kıyısında bulunan küçük bir kasabaya, Vidikovac’a geliyoruz. Nehrin iki yakasını birleştiren köprünün kenarlarında minicik kafeler ve restoranlar var. Oldukça sakin ve tenha olan kasabada nehrin üzerinden günbatımını izleyerek yolumuza devam ediyoruz. İki saatlik bir yolculuk sonrası Bosna-Hersek’in en büyük şehri olan Saraybosna’ya varıyoruz. SARAYBOSNA Günün yorgunluğunu oldukça kalabalık ve şık bir otelde konaklayarak attıktan sonra, yine sabah erkenden Bosna-Hersek Cumhuriyetinin başkenti Saraybosna’yı gezip görmek için yola çıkıyoruz. Osmanlı ve Avrupa kültürüne ait pek çok eserin yanında doğal güzelliğiyle de hepimizi büyüleyen Saraybosna’da ilk ziyaret ettiğimiz yer, Saraybosna’nın Ilıca bölgesinde bulunan Vrelo Bosna Milli Parkıydı. Igman Dağlarının eteklerinde Bosna nehrini besleyen kaynakların çıkış noktasındaki parka sisli bir sabah vakti geldik. Doğanın bütün ihtişamıyla gözlerimizin önünde sergilendiği parkta, içinde kuğuların gezdiği suların, ahşap köprülerle birbirine bağlanan alanların, sararan ve kızaran yapraklarıyla göğe yükselen ulu ağaçların güzelliği ruhumuzu huzurla doldurdu. Saraybosna’daki ikinci durağımız sanki bir zaman makinasına binmişçesine günümüzden yıllar öncesine gittiğimiz Başçarşı. Meydanın ortasındaki tarihi Osmanlı Sebili, hemen yanı başında Osmanlı mimarisinin en göze çarpan eserlerinden, Mimar Sinan tarafından yapılan Gazi Hüsrev Bey Camisi, tek katlı, kırmızı kiremitli dükkânları, Arnavut kaldırımı döşeli daracık sokakları, hanları ve bedestenleri ile 15. Yüzyıldan kalma tipik bir Osmanlı şehrinde gezindik. Her bir köşeye, her bir dükkana hayranlıkla baktıktan sonra tavsiye üzerine meşhur Boşnak böreği ile karnımızı doyurup yolumuza devam ettik. Başçarşı’dan ayrılıp şehrin merkezine doğru yürüdüğümüzde ilk gördüğümüz bina Saraybosna’nın en büyük Hristiyan mabedi olan Kutsal Kalp Katedraliydi. Katedralin önünde, Bosna Savaşı boyunca çatışmaların merkezi olan Saraybosna’da yaşanan acı katliamın unutulmaması için, bir veya birden fazla insanın ölümüne sebep olan havan topu mermilerinin patladığı noktada yapılmış “Savaşın Gülleri” tablosu içimizi hüzünle doldurdu. Saraybosna’nın her köşesi, 20. Yüzyılın yüzkarası savaşların izleriyle dopdolu. Birinci Dünya Savaşının çıkmasına neden olan Arşidük Franz Ferdinand‘ın bir Sırp tarafından öldürülmesi Saraybosna’daki Latin Köprüsü‘nde meydana gelmiş. II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sı ve Hırvatistan tarafından dört yıl süren Saraybosna işgali sırasında ölen sivil ve askerlerin anısına şehrin ana caddesinde bir anıt yapılmış. “Sonsuz Ateş” isimli bu anıtta, sonsuza dek yanacak ateş, işgalin bitmesinin birinci yıldönümünde, 6 Nisan 1946 günü açılmış ve bugüne kadar hiç sönmemiş. Saraybosna’da gezerken içimiz burkularak gördüğümüz bir başka şey ise Sırp-Bosna Savaşı’nda, 1992 ve 1996 yıllarında 4 yıla yakın süreyle oluşan kuşatmada oluşan kurşun izlerinin, restore edilen binaların bir duvarında özellikle muhafaza edilmesiydi. Bütün bunlara rağmen yaşanan acıları unutmamakla birlikte, günümüzde Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevilerden oluşan Saraybosna halkı kardeşçe yaşamaya devam ediyorlar. İNAT EVİ Saraybosna’dan ayrılmadan önce son gördüğümüz yer Miljacka Nehri'nin kıyısındaki “İnat Evi”ydi. 1860’lı yıllarda Saraybosna'da hüküm süren Avusturya-Macaristan yönetimi şehirde postane, ulusal müze ve adliye binaları yapar. Sıra belediye binasına gelir. Yağışlar yüzünden sık sık taşan Miljacka Nehri'nin kıyısındaki bir evin arsasına görkemli bir belediye binası yapmak isteyen yöneticiler, karşılarında, "Ben bu evi size yıktırmam" diyen inatçı, Boşnak bir ev sahibi bulurlar. Boşnak ev sahibi, belediye binasının yapımına onay vermek için tek bir şart koşar; "Bu evin aynısını ‘taşı taşına’ nehrin karşısına inşa edin!” Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı görevliler çaresizlikle, Boşnak adamın evinin aynısını, büyük titizlikle nehrin karşı kıyısına yeniden yaparlar. İsteği gerçekleşen ev sahibi de sonunda muradına erip yeni evine kavuşur. Şimdilerde restoran olarak kullanılan evin adı bu yüzden “İnat Kuća" olarak kalmış. Evin girişindeki bir tabelada bugün bile, "Karşı taraftandım, inadımdan size evi vermedim" yazıyor. İkindiye doğru nazlı nazlı akan Miljacka nehrine ve Saraybosna’ya veda edip gezimizdeki son durak olan Sırbistan’a gitmek üzere yeniden yola koyuluyoruz. SIRBİSTAN-BELGRAD Şimdi önümüzde beş saat sürecek uzun bir yol var. Gezdiğimiz bütün Balkan ülkelerinde dikkatimi çeken şeylerden biri şehirleri birbirine bağlayan yollardı. Bu ülkeler Avrupa’nın ortasında olmasına rağmen hiçbirinde bizdeki gibi görkemli, paralı (!) otoyollar yoktu. Bu yoksul ülkelerdeki (!) yolların çoğu tek gidiş ve gelişten ibaret muhteşem ormanların arasından kıvrıla kıvrıla akan sıradan yollardı. Hatta Sırbistan’a doğru yol alırken böyle orman içindeki tek şeritli bir yamaçta, bir kamyonun devrilip yolu kapaması nedeniyle üç saatten fazla mahsur kaldık. Saatler sonra gelen yardım ekipleri ve yolda bizim gibi bekleyen araçların şoförlerinin yardımıyla zar zor açılan yoldan ilginç anılarla ayrılıp Sırbistan gümrüğüne doğru yolumuza devam ettik. Kaybettiğimiz hayli zamandan sonra akşam karanlığında sınıra varabildik. Daha önce geçtiğimiz sınır kapılarındaki rutin pasaport işlemleri aksi, suratsız ve aşırı titiz görevliler nedeniyle bir saatten fazla sürdü. Akşam yemeğine yetişeceğimiz Belgrad’daki otelimize ancak gece saat onda varabildik. Allahtan rehberimizin otel yetkililerine haber vermesi sonucu sıcacık çorbalarımız bizi bekliyordu. Karnımızı doyurup odalarımıza çıktığımızda bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Üç katlı, eski bir bina olan otelin çatı katında, benim bile kafamın tavana değdiği ‘tabutluk’ gibi bir odayla karşılaştık. Yapacak bir şey yoktu, yol yorgunluğunun verdiği rehavetle karabasanlarla dolu bir geceyle sabahı ettik. Gezimizin büyük bir bölümünü ılık bir bahar havasında geçirmiştik, ama sabah hayli soğuk ve çok rüzgarlı bir hava bizi bekliyordu. Şehirde ilk göreceğimiz yer adeta bir açıkhava müzesi olan, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği yerdeki Kale Meydan Parkı, Belgrad Kalesi ve askeri müzeydi. Çok geniş ve yemyeşil bir alanda kurulu olan parkta Osmanlı döneminden kalma Damat Ali Paşa Türbesi, Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi ile saat kulesi çeşitli heykeller ve savaş dönemlerinden kalma çeşitli askeri araçlar bulunuyor. İliklerimize kadar titrediğimiz parktan ayrılıp Belgrad’ın merkezine geliyoruz. Bizim İstiklal Caddesine benzeyen bir caddede hem ısınıp hem kahvelerimizi içip soluklanıyoruz. Gezdiğimiz şehirler içinde en moderni olan Belgrad eski ile yeninin çok güzel harmanlandığı bir şehir. Pek çok müzenin bulunduğu şehirde bize en ilginç geleni, 1952'de Tesla biriminin mucidi Nikola Tesla'nın kişisel eşyalarını sergilemek üzere kurulmuş olan Nikola Tesla Müzesiydi. Bugün gezimizin son günüydü ve öğleden sonra havaalanında bulunmamız gerekiyordu. O nedenle fazla detaya girmeden yaptığımız şehir gezimizi tamamlayıp biraz yorgun, biraz hüzünlü havaalanına doğru yola çıktık. Sekiz gün süren yolculuğumuz, son anda hastalanan ve uçağa binemeyip hastaneye kaldırılan arkadaşımızın üzüntüsüyle bitti. Neyse ki sonradan, önemli bir ameliyat geçiren arkadaşımızın, rehberimizin ve Jolly Turun ilgilenmesiyle iyileşip yurda döndüğünü öğrendik. Bu gezide beni etkileyen birkaç şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Birer Avrupa ülkesi olan Balkan ülkelerinde yeni yapılaşan yerler dışında yüksek katlı binalar yoktu. Evler, oteller hatta AVM’ler bile 2-3 katlıydı. Şehirlerin tarihi dokuları çok iyi korunmuş ve tahrip edilmemişti. Bütün dünyanın kıskandığı (!) bir ülkenin vatandaşı olarak bu ülkelerde bir şeyi çok ama çok kıskandım. Bir yolda, bir caddede karşıya geçmek istediğinizde ister tek kişi olun ister elli kişi, hiç fark etmeden bütün araçların durup size yol vermesini çok kıskandım. Bir de bu sekiz gün boyunca gittiğimiz her şehirde tüm ihtişamıyla karşımıza çıkan LC Waikiki mağazaları bize hiç vatan hasreti hissettirmedi. Aynı bizdeki gibi kalitesiz ürünlerin satıldığı bu mağazalar en azından serbest gezme saatlerimizde buluşma noktamız olarak içimizi ferahlattı. * Yazının önceki bölümlerini okumak isterseniz lütfen alttaki linklere tıklayın. https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti-2

  • BALKAN SERGÜZEŞTİ-2

    ŞAİRLER ŞEHRİ STRUGA Ohri Gölü manzarasıyla güneşli bir güne uyandık. Çabucak hazırlanıp kahvaltımızı ettikten sonra, otobüsümüzle ‘Şairler Şehri Sutruga’ya doğru yola çıktık. Yolda, en azından bir edebiyatçı olarak beni heyecanlandıran; “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum / Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.” diyen ve doğduğu topraklara (Üsküp) hep özlem duyan, edebiyatımızın en ünlü isimlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın adını taşıyan bir kolejin önünden geçtik. 1996 yılında ilk olarak Üsküp’te açılan bu kolejin zamanla Sutruga gibi birkaç şehirde daha şubesi açılmış. Ohri Gölünü besleyen Kara Dirim Nehrinin iki yakasına kurulan şehir şimdiye kadar geçtiğimiz şehirler gibi yeşil ile mavinin kucaklaştığı bir yer. Nehrin Ohri gölüyle buluştuğu yerde, nehrin iki yakası hem ünlü Makedon şairlerin hem de dünyaca ünlü şairlerin büstleri ve isimleri ile süslenmiş. Çünkü kentte 1962’den beri dünyanın en önemli şiir etkinlikleri arasında sayılan ‘Uluslararası Struga Şiir Akşamları Festivali’ yapılıyormuş. Ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca da 1969 yılında bu festivalde verilen ödüle layık görülmüş. Nehirde yüzen kuğuların sabah keyfi yaptığı sahilde, nehrin üzerinde uzanan elektrik tellerindeki kuşların da sanki burada adı geçen şairlere saygı duruşu yaparcasına dizilmeleri görülmeye değerdi. Sutruga’dan sonra artık Makedonya’ya veda vakti gelmişti. Arnavutluk’a doğru yola koyulduk. ARNAVUTLUK-KARADAĞ Sarı, yeşil, kızıl yapraklarla donanmış ormanlarla kaplı yamaçlar arasından kıvrıla kıvrıla, iki buçuk saat süren bir yolculuktan sonra Arnavutluk sınır kapısından bir sorun yaşamadan geçip başkent Tiran’a vardık. Şehir merkezinde bulunan Arnavutların milli kahramanı İskender Bey anıtını selamlayıp, şehir meydanında dolaşarak, Ethem Bey Camisinin önüne geldik. Yapımı 1789 yılında Molla Bey tarafından başlatılıp 1823 yılında Ethem Paşa tarafından tamamlanan cami için Tiran’daki en önemli cami deniyor. Arnavutluk’un unutulmaz lideri Enver Hoca, Komünizm döneminde tüm dinleri yasakladığı için Ethem Paşa Camii de kapatılmış, ama 18 Ocak 1992’de on bin kişilik isyancının camiyi doldurmasıyla yeniden ibadete açılmış. Cami tarihi öneminin yanında iç süslemelerinde kullanılan hat ve tezhiplerin yanında İslam eserlerinde pek sık görülmeyen doğadan esinlenmiş figürler ile de dikkat çekiyor. Saat hayli ilerlemiş, karnımız da acıkmıştı. Tiran İtalya’ya yakın olduğundan Arnavutlar pizza yapımında İtalyanlarla yarışacak hale gelmiş, o nedenle burada pizza veya makarna yememizi tavsiye eden rehberimizin yönlendirmesiyle pizzalarımızı yiyip kahvelerimizi içtikten sonra Balkanların en küçük ülkesi Karadağ’a doğru tekrar yola çıktık. BUDVA Karadağ, uluslararası adıyla Montenegro, Balkanların en küçük ülkesi. Bir zamanlar Yugoslavya’nın bir eyaleti olan ülke 2006 yılında bağımsızlığını ilan etmiş. Arnavutluk’tan ayrılıp Karadağ sınır kapısından, rehberimizin toplayıp görevlilere gösterdiği pasaport kontrolüyle rahatça geçiyoruz. Adı üstünde KARADAĞ’a gelmek için tırmandığımız rengarenk dağlardan doğanın bütün renklerini izleyerek sahile doğru iniyoruz. Bir seyir terasında mola verip fotoğraf çektiğimiz ilk yer, Sveti Stefan adası. 15. yüzyılda Venedikliler tarafından Türklerden ve korsanlardan korunmak için yapılmış bir Ortaçağ köyü olan bu şirin yer, 20. yüzyılda bir balıkçı köyü haline gelmiş. Sveti Stefan adasının fotoğraflarını çektikten sonra Arnavutluk’un en gözde tatil beldesi olan Budva’ya ulaşıyoruz. 2500 yıllık geçmişiyle Adriyatik Denizi kıyısındaki en eski yerleşim yerlerinden biri olan Budva antik plajı ve kalesiyle Karadağ’ın en gözde şehri. Ekim ayına rağmen denize girenlerin çok olduğu doğal plajın kıyısından geçerek, tıpkı bir zaman makinasından geçmiş gibi birden bire bir Ortaçağ şehrinde buluyoruz kendimizi. Kilisesi, Katedrali, kocaman taş binaları, daracık sokaklarla birbirine bağlanan meydanlarıyla küçücük bir kale. Antik binaların altındaki dükkanlarda yiyecekten hediyelik eşyaya pek çok şey satılıyor. Kalenin ikinci kapısından çıkıp gezi motorları ve yatlarla dolu sahilde oturup, kim bilir bir zamanlar buralardan kimler geldi, kimler geçti, diye düşünerek manzaraya dalıyoruz. KOTOR Budva’dan sonra Karadağ’da ziyaret edeceğimiz ikinci şehir Kotor. 1979 yılından beri UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer alan, bu küçük fakat barındırdığı tarihi ve mimari eserler açısından oldukça önemli olan şehir Adriyatik Denizi kıyısındaki en güzel koylardan birine kurulmuş. Tabii şehrin yine gezilecek en ilginç yeri, kale duvarları arasına kurulmuş, daracık sokakları, görkemli taş kilise ve binalarıyla bir zaman yolculuğuna çıktığımız eski şehir, turistik adıyla Old town. Venedik ve Ceneviz Ortaçağ mimarisiyle süslenmiş bu güzel kasabada kahvelerimizi içip dinlendikten sonra, yeni bir ülkeye gitmek üzere mutlu, ama biraz yorgun otobüsümüze biniyor ve Bosna-Hersek’e doğru yola çıkıyoruz. BOSNA-HERSEK Balkan turuna çıkmamdaki en büyük etken 20. Yüzyılın sonlarında Avrupa’nın göbeğinde Bosna’da yaşanan soykırımın ve çekilen acıların izlerini yerinde görmek istememdi. O nedenle bugün daha bir heyecanlıydım. Geceyi geçirdiğimiz, içinden Trebişniça nehrinin aktığı, Bosna-Hersek sınırları içindeki Sırp şehri Trebinje’de (Trebin) panoramik bir gezi yaptıktan sonra yeniden Ortaçağ’a doğru yol alıp bu sefer Bosna-Hersek'in güneyindeki tarihi bir köy olan Poçitel’e geliyoruz. POÇİTEL Bosna-Hersek‘in güneyinde, Mostar’a 30 km mesafedeki Poçitel, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma tarihi yapıları, hamamı, medresesi, taş evleri ve camisi ile tipik bir Anadolu köyünü andırıyor. Neretva Nehrinin kıyısında, iki tepe arasındaki alana kurulmuş olan Poçitel Kalesi, bölgede artan Osmanlı tehlikesine karşı 14. yüzyılda Macar Kralı Korvin tarafından güçlendirilerek büyütülmüş. Bölgenin 1471’de Osmanlı yönetimine geçmesi ile kentin önemi giderek artmış, bölgeyi fetheden Osmanlılar kaleyi daha da büyüterek, kalenin yamaçlarına taştan bir yerleşim yeri inşa etmiş. Poçitel, Ortaçağ’dan başlayarak tarihin çeşitli evreleri boyunca gelişen ve günümüze kadar bütünlüğünü koruyan Bosna-Hersek’teki birkaç yerleşim yerinden biri. Köydeki birçok eser 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı eseri. Türklerden kalan en önemli eser ise 1563’te inşa edilen Hacı Aliya Camii. Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mostar Köprüsü‘nün de mimarı olan Mimar Hayrettin tarafından yapılan cami, 1993’te Bosna Savaşı sırasında yıkılmış, savaştan sonra İbrahim Paşa Medresesi ile yeniden yapılmış. Köyün kalesine doğru yükselen dar, merdivenli yolları, taştan yapılmış küçük köy evleri, saat kulesi, her köşe başında yöreye ait ürünler ve hediyelik eşyalar satan, kırık bir Türkçe ile konuşan kadın satıcıları ile yüreğimizi sıcacık ısıtan bu köye, demli Türk çaylarımızı içtikten sonra veda ediyoruz. Aslında Bosna-Hersek deyince ilk akla gelen ve merak edilen yerlerden biri Mostar, ama rehberimiz Mostar’a gitmeden önce sizi bu yörenin en güzel ve ilgi çekici iki bölgesine götüreceğim dediğinde sevindik. Disiplinli bir rehber olan Şaban Beyin tavizsiz direktifleriyle güne erken başladığımız için program dışı yerleri de görme fırsatımız oldu. İşte bu yerlerden ilki yukarıda anlattığım Poçitel, ikincisi ise Balagay’dı. Artık Balagay’a doğru yola çıkabilirdik. BALAGAY Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra; Osmanlı'nın 1465’te Mostar ve çevresini fethetmesinin ardından, muhteşem doğası ve zengin su kaynaklarıyla öne çıkan Balagay kasabasına geliyoruz Buna Nehrinin doğduğu yerde, yalçın kayaların altındaki mağaradan süzülen mavi-yeşil suları, kızaran ve sararan yapraklarıyla yükselen ağaçları ve ağaçların üstünde çatlamış narları ile Balagay önümüzde muhteşem bir tablo sergiliyordu. Kayaların altındaki yamaçta görünen mütevazı bina ise geçmişinde Boşnakların Müslümanlığı seçmesinde önemli bir role sahip olan Blagay Alperenler Tekkesi imiş. 600 yıl önce Anadolu’dan bölgeye gelen dervişler tarafından Buna Nehri’nin kaynağına kurulan bu tekke, eski Yugoslavya döneminde kapatılmış, Bosna-Hersek’in bağımsızlığıyla birlikte yeniden açılmış. Ayrıca tekkenin yanında efsanevi bir destan kahramanı olan ve ülkemiz de dahil pek çok yerde 12 türbesi olduğu söylenen Sarı Saltuk’un da bir türbesi var. Doğa harikası bu bölgeyi de gezdikten sonra yöre esnafının sattığı mandalina ve nar suları ile serinleyip Mostar'a doğru gitmek üzere Balagay’a da veda ediyoruz. * Yazının ilk bölümünü okumak isterseniz aşağıdaki linke tıklayınız https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti Yazının son bölümü ise alttaki linkte. https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti-3

  • BALKAN SERGÜZEŞTİ-1

    2020 yılının başlarıydı; yeni bir yıl yeni umutlar, yeni planlar demekti. Ben de uzun zamandır gitmek istediğim Balkan ülkelerini gezip görmek üzere, o yılın nisan ayında gidebileceğim bir tur satın almıştım. Ama hayat ne yazık ki bizim gönlümüze göre gitmiyordu. Mart ayının başlarında tüm dünyada yayılmaya başlayan Covid 19 virüsünün ülkemizde de görülmesi ve hızla yayılması nedeniyle yasaklar başlamış, hepimizi bir korku sarmıştı. Tam iki yılımızı karartacak bu hastalığın ülkemizde de hızla yayılıp binlerce can alacağından o günlerde henüz haberimiz olmadığından gezimi Eylül ayına ertelemiş, dünya ülkelerinin sınırlarını kapatması ile hayallerim suya düşünce mecburen gezimi iptal etmek zorunda kalmıştım. Ondan sonra hepimizin bildiği maskeli, yasaklı, hatta ev hapisli günler başlamış hem ülkece hem bireysel olarak çok üzülüp sıkılmıştık. Neyse ki o günleri atlatmış, hır gür içinde geçen yeknesak hayatımıza geri dönmüştük. Nihayet geçtiğimiz Ekim ayında hasret sona erdi ve sevgili dünürümle Balkan ülkelerini görmek üzere yola çıktık. Yola çıktık ama bu sergüzeştin gerçekleşmesi için bir de pasaport macerası yaşamam gerekiyordu. Yılar önce aldığım ‘yeşil pasaportumun’ süresi dolduğundan uzatmak istemiştim; ama pasaport verme işlemleri İçişleri Bakanlığından alınıp Nüfus ve Vatandaşlık İşleri kurumuna verildiği için yeni başvuru yapılması lazımdı. Neyse zor bela randevu alıp evimden hayli uzaktaki kuruma gittiğimde son çalıştığım okuldan bir belge almam gerektiği, bunun için de Milli Eğitim müdürlüğüne başvurmam söylenmiş, kuzu kuzu razı olup ilgili kuruma gittiğimde, bu sefer de o belgeyi en hızlı alma yolunun emekli olduğum Antalya’daki okulum olduğunu öğrenmiştim şaşkınlıkla. Allahtan Antalya’da yaşayan bir oğlum vardı ve o günlerde onları ziyarete gidecektim. bu kez Antalya Nüfus ve Vatandaşlık müdürlüğünden randevu alıp, temmuz ayının başında Antalya’ya gider gitmez, eksik belgeme arşiv bilgisi hiç olmayan bir memurun büyük gayretleriyle (!) kavuşup ilgili kurumda pasaport işlemlerimi tamamlamış ve adresime gönderilecek pasaportumu heyecanla beklemeye başlamıştım. Nasılsa ekim ayına daha çok vardı, ama heyhat ki heyhat bütün dünyada var olan ‘çip sıkıntısı’ ülkemizi de etkilediği için pasaportum bir türlü gelmemişti. Allahtan ülkemizin çalışkan ve duyarlı yetkilileri (!) bu sıkıntıya hemen bir çözüm bulmuş, eski pasaportların süresini uzatma kararı almıştı. Apar topar eski pasaportumu alıp koşa koşa Vatandaşlık ve Nüfus müdürlüğüne giderek süresi beş yıl uzatılmış olan pasaportuma kavuşmuştum. İşin komik yanı ise bir hafta sonra, yani geziye çıkmadan 3-4 gün önce yeni pasaportumun da eve gelmesiydi. Artık kapı gibi iki adet yeşil pasaportum vardı ve huzur-ı kalp ile yola çıkabilecektim. Nihayet 14 Ekim günü dünürümle birlikte büyük bir heyecanla, sabahın köründe havaalanına geldik, pasaport ve bavul teslimi gibi işlemlerin ardından uçağımıza bindik ve Üsküp’e doğru kanat çırpmaya başladık. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Üsküp havaalanındaki pasaport işlemlerinin ardından tur rehberimizle tanıştık. Yağmurlu ve soğuk bir Balkan havasında başlayan gezimizin ilk adımı Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün merkezinde panoramik bir şehir turuydu. Binlerce yıl boyunca Sırplar, Bulgarlar ve Osmanlıların yönetiminde kalan bu şehri ben Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti zamanından, Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmiş pek çok arkadaşımın anılarından hatırlıyorum. En parlak dönemini Yugoslavya devlet başkanı Tito döneminde yaşayan Üsküp, 1991 yılında Yugoslavya’nın parçalanmasıyla bağımsızlığını ilan eden Kuzey Makedonya’nın başkenti olmuş. Türk, Sırp, Bulgar, Makedon, Arnavut gibi pek çok etnik nüfusa sahip olan Üsküp, şehrin ortasından geçen Vardar Nehrinin çevresinde kurulmuş. Vardar Nehri'nin iki yakasını birleştiren Taşköprü ise, Osmanlı'nın Üsküp'teki sembol eserlerinin başında geliyor. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da bilinen Taşköprü, Üsküp'teki en önemli ve nadide Osmanlı eserlerinden biri. Sultan II. Murat döneminde yapımına başlanan ve Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanan köprü, şehrin sembolü olarak gösteriliyor. Asırlardır Üsküplüleri kavuşturan Taşköprü, aynı zamanda Üsküp'ün modern şehir merkezi ile tarihi Türk Çarşısı'nı da birbirine bağlıyor. Makedonya hükümeti "Üsküp 2014" projesi çerçevesinde başkent Üsküp'ün merkezini yeni bir görünüme kavuşturmak adına, büyük çalışmalar başlatmış. İnşa edilen yeni binalarla, eski binalar üzerindeki yenileme çalışmalarıyla ve değişik heykellerle, Üsküp'ün merkezi adeta görkemli antik bir kente benzetilmeye çalışılmış. Heykeller içinden en çok dikkat çekeni ise, 10 metre yüksekliğindeki Büyük İskender heykeli. Çisil çisil yağan yağmurun altında eski ve yeni şehri ayıran köprüden geçerek hem Türklerin yoğunlukla yaşadığı Eski Çarşıyı hem de görkemli heykellerle süslü olan Makedonların yaşadığı bölgeyi dolaştıktan sonra yorgun bir vaziyette gezimizin ilk gününü tamamlayarak otelimize geldik. Üsküp’ü gezerken özellikle Türk bölgesinin yoksulluğu, insanların mutsuzluğu, boş ve eskimiş dükkanları ile Makedon bölgesindeki abartılı heykeller, binalar, (ülkemizdeki gibi) kocaman alışveriş merkezleri buradaki sosyal dengesizliğin bir kanıtı gibi. Ayrıca şehirdeki görkemli kiliseler ile onlara nazire gibi yapılmış üç şerefeli camilerin çokluğu, hatta ülkenin en yüksek tepesine dikilmiş kocaman haç, bu topraklarda hala sessiz bir dinler savaşının sürdüğünün kanıtı sanki. MATKA KANYONU Üsküp’teki ikinci günümüzde şehrin görülecek yerlerinin başında gelen Matka Kanyonuna doğru erkenden yola çıktık. Sonbaharın tüm ihtişamıyla yaşandığı sarp dağların arasında yılankavi bir şekilde uzanan Treka Nehrinin mavisiyle sonbaharın solgun renkleri muhteşem bir görünüm oluşturmuştu. Otobüsle belli bir noktaya çıktıktan sonra, sadece dıştan gördüğümüz üç eski manastırın da bulunduğu kanyonu keşfetmek için biraz ürkek, biraz ihtiyatlı bir şekilde kayalıklara tırmandığımızda kanyonun içindeki, ülkenin en eski yapay gölü olan Matka gölünün, mavi yeşil suları üstündeki sandalların bir tablo kadar güzel görünümü hepimizi mest etmeye yetti. KALKANDELEN-ALACA CAMİ Sonraki durağımız Üsküp ve Manastır'dan sonra ülkenin üçüncü büyük şehri olan Tetova, yani eski adıyla Kalkandelen. Nüfusunun büyük kısmı Arnavutlardan oluşan Kalkandelen'de kuyumculuk sektörü hayli gelişmiş. Çarşı gezisinden sonra Makedonya'daki en ünlü Osmanlı eserlerinden biri olan Alaca Cami veya Paşa Camisini ziyarete gidiyoruz. MS 1438 yılında Kalkandelenli iki kız kardeşin işledikleri dantel ve elişlerinin geliriyle yapılan, kendisi küçük, ama muhteşem iç ve dış süslemeleri ile göz kamaştıran tarihi caminin avlusundaki türbede caminin banisi Hurşide ve Menşure kardeşlerin kabirleri var. Bu caminin yapılış hikâyesi de oldukça hüzünlü; gençlik yıllarında Hurşide ve Menşure kardeşlerin sevdalandığı iki delikanlı varmış. Yuva kurma hazırlıkları yaparken askere çağrılan bu delikanlılar katıldıkları savaşta şehit düşmüşler. Bu duruma çok üzülen kız kardeşler de "Biz size sevdalandık, söz verdik, artık kimseye varmayız" diyerek o güne kadar hazırladıkları çeyizler ile daha sonra işledikleri dantelleri satarak kazandıkları paralarla Alaca Camini yapmaya karar vermişler. Caminin her bir köşesinde bu kardeşlerin çeyizlerine atfen yapılmış süsleme ve resimler yer alıyor. Manastır’a doğru yol alırken rehberimizin sürprizi ile rotamızı 1150 metre rakımlı Mavrova Dağına çevirdik. Aslında bu dağlar Makedonya’nın kayak merkezi imiş. Ama buraya çıkmamızın nedeni tabii ki bu mevsimde kayak yapmak değil, dağın zirvesinde elli yıl önce küçücük bir dükkan olarak ticarete başlayan bir restoranda karnımızı doyurmaktı. Buranın en özel ve ünlü menüsü sıcacık servis edilen ve bizlerin çok sevdiği PİŞİ, yani hamur kızartması ile yanındaki sadece o restoranda yapılan özel peynir. Çaylarımızla birlikte keyifle karnımızı doyurduktan sonra yeniden yola koyulduk. MANASTIR ASKERİ İDADİSİ Bundan sonra gideceğimiz şehir bizi hayli heyecanlandıran, Makedonya’nın ikinci büyük şehri Manastır’dı. Dragor Nehrinin içinden geçtiği şehir, Baba Dağının eteklerinde kurulmuş. 14. Yüzyılın sonlarında Osmanlı hakimiyetine giren şehir, Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin en önemli muhalif merkezlerinden biri olmuş. Önemli bir endüstri, tarım, ticaret, eğitim ve kültür merkezi olan Manastır’da en merak ettiğimiz yer tabii ki Atamızın okuduğu Manastır Askeri İdadisiydi. Günümüzde müze olarak kullanılan binanın ikinci katındaki bir bölüm, 1896-1898 yılları arasında burada okuyan Atatürk’e ayrılmış. Aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Resneli Niyazi Bey de burada okumuş. Resneli Niyazi Bey, II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ilan ettiren ayaklanmanın liderlerinden ve ayrıca İstanbul’da patlak veren 31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu’nda yer alan Cumhuriyet’in önemli figürlerinden birisi. Sonbaharın sararan yaprakları arasında, aklımızda ve yüreğimizde Atamızın anıları ile Manastır’a veda edip iki gece konaklayacağımız Makedonya’nın en ünlü turizm merkezlerinden olan, Arnavutluk sınırı yakınlarındaki Ohri’ye doğru yola çıktık. Kısa bir yolculuğun ardından muhteşem bir göl ve gün batımı manzarasının bizi karşıladığı otelimize geldik. Ve tabii çoğumuz o masmavi göldeki muhteşem gün batımı manzarasını izlemek için soluğu göl kıyısındaki kumsalda aldık. OHRİD Turumuz başladığında gözümüz korkutan soğuk ve yağmurlu hava yerini tam bir yaz sonu havasına bırakmıştı. Güneşin içimizi ve bedenimizi ısıtan ışıkları altında sabah kahvaltısından sonra Ohri şehrini gezmek için yeniden yola çıktık. Bugünki ilk durağımız Ohri Gölü kıyısında, Arnavutluk sınırına yakın ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan bir Ortodoks manastırıydı. 930’lu yıllarda kurulan Aziz Naum Manastırı yemyeşil, tavus kuşlarının dolaştığı büyük bir arazideki ihtişamlı taş binalardan oluşuyor. Arazinin bir kısmında ise otel ve restoranlar var. Gölü besleyen su kaynaklarının üstünde yaptığımız bir sandal gezintisinden sonra yeşil ve mavinin kucaklaştığı doğada kahvelerimizi içip biraz soluklanıyoruz. Ardından şehrin merkezini görmek için tekrar yola koyuluyoruz. Beş yüz yıla yakın Osmanlı hakimiyetinde kalan Ohri şehrinin merkezindeki eski şehrin Arnavut kaldırımlı, dar sokaklarındaki çiçeklerle süslü küçük, beyaz badanalı evler bizim Safranbolu evlerinin aynısı. Şehrin yokuşlarından ağır ağır çıktığımızda tepede Helenistik dönemde tiyatro, Roma döneminde ise gladyatörlerin dövüş alanı olarak kullanılan antik tiyatro çıkıyor karşımıza. Günümüzde kültür ve sanat etkinliklerinin yapıldığı bu tiyatro küçücük evlerle iç içe, bir mahallenin ortasında yer alıyor. El Yapımı Kağıt Atölyesi Ohri’de gezdiğimiz en farklı yerlerden biri. İlk olarak Çin’de ortaya çıkan kağıt yapımının geleneksel yöntemlerle devam ettirildiği El Yapımı Kağıt Atölyesi’nde kağıdın yapım aşamasını sevgili rehberimiz Şaban Pater bize uygulamalı olarak anlatıyor. Oradan ayrılmadan anı olarak, bu özel kağıtlara basılmış ATATÜRK’ün çok güzel bir fotoğrafını satın alıyorum. İkinci farklı yer ise Ohri’ye özel incilerin satıldığı bir başka dükkan. Ohri incileri bildiğimiz doğal incilerden biraz farklı; ham maddesi sedef olan bu inciler, sedefler öğütüldükten sonra üzerlerine Ohri Gölü'nde bulunan bir balığın pullarından elde edilen bir sıvının sürülmesiyle, sedeflerin parlak bir hal alıp inciye dönüşmesiyle oluşuyormuş. Üç kuşaktır bir Türk ailenin işlettiği dükkanda inciden yapılmış takılar sergileniyor. Ben almasam da tur arkadaşlarımızdan bazıları bu incilerden bol bol satın aldılar. Şehrin merkezindeki katedral ve tarihi yerleri gezdikten sonra tekrar Ohri gölü kıyısındaki otelimize dönüyoruz. Yazının devamını okumak isterseniz alttaki linklere tıklayınız. https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti-2 https://www.adadergi.com/post/balkan-serguzesti-3 * Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • YAŞAM HAKKI

    Hak kavramı, genelde sadece insan haklarını ifade eden bir kavram olarak gündeme geliyor. Oysaki insan ile beraber tüm canlı türlerinin eşit yaşam hakkı söz konusu olmalıdır. Canlı türleri içinde daha gelişkin yetenekleri olan insan türü (homo sapiens) kendine uygun yaşam koşulları ve alanları oluşturup bunları sürekli geliştirebilirken diğer canlı türlerinin yaşam haklarına müdahale etmeyi de kendine hak sayabilmektedir. Bu, asla bir hak ve olması gereken doğal bir durum değildir. Aksine, diğerlerinin haklarına saldırıdır. Erdemli insan olabilmek, kendi için hak gördüğünü başkaları ve başka canlı türleri için de hak görebilmektir. İnsan türcülüğü politik bir tercihtir. Türcülüğe karşı türlerin eşitliği savunmak, yeni politik bir tutum almak insan olabilmenin en temel ve en önemli gereklerinden biridir. Bitki türleri kendi doğal ortamında özgürce varlığını sürdürebilmelidir. Doğa hakkı kapsamında yeşil canlı türleri olan ağaçlar, ormanlık alanlar vb. yerler keyfi ve ranta dönük olarak betonlaştırılmamalı, talan edilip yakılmamalıdır. Bitkilerin hayvanlar gibi acı duygularının olmadığı bilinmektedir. Ancak hayvanların insanlar gibi duygularının olduğu, acı ve üzüntü duydukları, sevindikleri, heyecanlandıkları, korktukları ağladıkları ve hatta küstükleri bile bilinmektedir. Hayvan hakkı, İnsan hakkı kadar değerli ve vazgeçilmezdir. İnsanın doğada varlığı ve sürekliliği diğer canlı türleriyle eşit ve dengeli ilişkiler bütününe bağlıdır. Ancak, gelin görün ki hayatın pratiği çok farklı. Betonlaşan doğal alanlar, yakılan ormanlar, keyfi kesilen ağaçlar oralarda yaşayan hayvanları da tedirgin ve tehdit etmiştir, etmektedir. Yaban dediğimiz, insanın kirli eli değmemiş olduğu doğal alanlarda insan etkinlikleri dolayımı ile yaşama olanakları zorlaşan hayvanlar, doğal olarak insanlarca zapt edilen yerleşim yerlerinin çevresinde yaşamaya başlamışlardır. İnsan egemenliğindeki çevrede ağaçlar, kuşlar, kediler köpekler ve hayvanlar için yaşam eziyetten başka bir şey değil maalesef. Dünya genelinde hayvanların yaşantısı ve hakları ile ilgili farklı yaklaşım, farklı tutum ve davranışlar mevcuttur. İnsan odaklı medeniyetin görece daha ileri olduğu Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’nın ekonomik olarak gelişip zenginleştiği bölgelerde sokaklarda hayvana rastlayamazsınız. Neden acaba? Sadece insanı temiz tür sayan hastalıklı zihniyet hayvanları zehirleyerek, endüstriyel alanda ham madde olarak ve deney aracı olarak kullanarak soykırım yapmıştır. Günümüzde ise evlerde süs hayvanı olarak karne karşılığında bakılmasına izin veriliyor. Kontrollü üremeye izin verilenler ise deney malzemesi olarak ve kozmetik ve ilaç üretiminde ham madde ihtiyacı için planlanıyor. Kar amacıyla tüm dünyada aşırı hayvansal gıda üretimi ve tüketimi yapılıyor. Tavuk, civciv ve balık gibi hayvanlara eziyet çektirilen kafesler içinde, zararlı hormon ilaçları verilerek çok hızlı üremeleri ve yumurtlamaları sağlanıyor. Yavru ineklere anne sütü emmesin diye ağızlarına maske takılıyor ve kimyasal yoldan beslenmeleri yapılıyor. Çünkü doğal süt bir meta aracıdır; yavrular için değil pazar için toplnamaktadır. Ülkemizde hayvanların yaşantısına baktığımızda da bir felaket manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz. Doğal yaşam alanlarından insanların yaşadığı çevrelere mahkûm edilen ve insana muhtaç edilen sayısı belirsiz hayvan potansiyeli her gün ölümle yaşam arasında ince bir çizgide, sınırlı bir yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden bu yana hayvanların dez avantajlı durumu içimizi yakmaktadır. Toplu köpek, at ve eşek katliamları hafızalarımızdan silinmiyor. Yukarda da vurguladığım gibi insanın edimleri sonucu aynı çevresel alanlarda yaşamak zorunda kalan hayvanların büyük çoğunluğu eziyet örüyor. Bu eziyet ve işkence çok yönlü olarak bu canlara karşı uygulanıyor. Devletin sorumluluğunda olan Konya Barınağı’ndaki görüntü hayvan sever tüm toplumları şok etmiştir. Onlarca çalışanın seyrederek suça ortak olduğu ve bir çalışan tarafından kafasına kürekle vurularak öldürülen köpek ülkemizdeki hayvanlara karşı resmi ve geleneksel tutumu gözler önüne tekrar sermiştir. Bu cinayeti asla unutmayalım; cinayetin ortakları olan tüm sorumlulardan hesap sorulması talebimizden vazgeçmeyelim. Devletin ve yerel yönetimlerin denetimlerindeki barınaklar işkence ve ölüm barınaklarına dönüştürülürse, sokaklardakilerin başına gelecek hallerini bir düşünelim. Dün sokak köpekleri ve kediler sokak ortasında zehirlenerek, vurularak, diri diri gömülerek yok ediliyordu, bugün değişen ne oldu acaba? Aynı katliam ve aynı cinayet yöntemlerine yenileri eklendi: Konya’da ve göremediğimiz başka birçok barınakta köpeklerin kafalarına kürekle vurarak öldürme, kedileri torbalara koyup torbaları hava alamayacak şekilde bağlayıp boğarak öldürme. Bunlar da yetmiyor kepçelerle kocaman çukurlar kazıp topluca gömerek öldürme… 2004 yılında çıkan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanlara karşı işlenen suçları kabahatler sucu kapsamında değerlendiriyor. Bu suçlar para cezası yoluyla bir şekilde affediliyor. Hayvanı öldürme, ona şiddet uygulama ve tecavüz etme gibi kabul edilemez suçlara verilen cezalar asla caydırıcı olmuyor. Mevcut yasaya sonradan eklenen sözde tutuklama ve hapis cezaları gibi cezalar var gibi görünse de bunlar para cezası yoluyla ya da iyi hal gereği doğrudan affa dönüşüyor. Hayvanların da eşit yaşam hakkı için yapılması gerekenler için şu önerilerde bulunabiliriz: · Hayvan haklarını savunan hayvan sever örgütlenmeler ile birlikte kapsamlı yeni bir Hayvanları Koruma Kanunu acil olarak hazırlanmalıdır. · Kanun kapsamında hayvanlara karşı suç işleyenler için kesinlikle caydırıcı ve hiçbir şartta affa uğramayacak ağır cezalar olmalıdır. · Hayvanlar barınaklarda değil bulundukları yerlerde yaşayabilmelidir. Bunun için bulundukları yerlerde aşılama gibi koruyucu erken tedavi süreçleri uygulanmalı ve kısırlaştırılmalıdırlar. Bu amaca uygun olarak tüm yerleşim birimlerini kapsayacak acil tedavi, bakım ve rehabilitasyon birimleri ve ihtiyaç bölgelerine de hayvan hastaneleri yapılmalıdır. · İlk ve ortaokullarda zorunlu Doğa ve Hayvan Sevgisi Dersleri konmalıdır. · Hayvanların eşit yaşam hakkı için toplumu bilinçlendirici çalışmalar medya ve sosyal medya araçları da dâhil edilerek sürekliği olan planlamalar kapsamında yapılmalıdır. · Hayvanların tutsak ve eziyet edilerek kirli paralar kazanıldığı yerler olan sirkler, hayvanat bahçeleri, yunus ve diğer balık türlerinin hapsedildiği akvaryumlar kapatılmalıdır. Atların ölümüne yarıştırılmasına derhal son verilmelidir. · Bazı cins tür hayvan çeşitlerinin genetiği ile oynanma pahasına çoğaltılıp ticareti yapılması engellenmelidir. · Av cinayettir, yasaklanmalıdır. Av tüfeklerinin ruhsatları iptal edilmeli ve tüfekler toplanıp geri dönüşüme verilmelidir. · Savaşlardan ve orman yangınlarından en çok etkilenenlerden biri de hayvanlardır. Bu öngörüyle gerekli tedbirler alınmalıdır. · Hayvansal gıdalar yerine bitkisel beslenmenin önemi topluma çok yönlü olarak anlatılmalıdır. Toplumca ‘dünyanın yalnız bizim olmadığı’ bilincine teori ve pratikte sahip olabildiğimizde erdemli insan olma ve uygarlaşma yolunda önemli bir adım atmış olabileceğiz. Kedilerin, köpeklerin ve insanla aynı çevrede yaşayan diğer tüm hayvanların evlerimizin, mahallemizin, semtimizin ve kentimizin sakinleri olduğunu unutmayalım.

  • YORGUN DÜŞMÜŞ BEDENİM

    Yorgun düşmüş bedenim yolculuklardan Buluyor dermanını yatağında Bitkin gövdem bırakıyor yerini zihnime Derken bir yolculuk daha başlıyor Zihnimin derinliklerinde. Uzaklarda bir yerlerde düşlerim, Sana doğru tutkulu bir sefere hazırlanıyor, Ve zifir zindan karanlıkta, Yetiyor kapanan gözlerimi açık tutmaya. Saklıyor ruhumun hayaletini, Geceye sunulmuş bir mücevher gibi Buluşuyor gölgen görünmezliğimle, Ve dönüşüyor gecenin karanlığı, körpe bir dilbere. İşte bundandır bulamayışım huzuru Gündüz bedenime, gece ruhuma Hem sana, hem de bana. William Shakespeare (ÇEVİRİ-Eylül EZİK)

  • ÇOCUK DEDİĞİN ALTIN TOP DEĞİLDİR!

    PAZAR SOHBETLERİ * İsmail Hakkı ÖZSARI * Evleneli epey süre geçmiştir. Zaman geçtikçe yaşamları monotonlaşır. Sıkılmaya başlarlar. Bu sorun giderek büyür ve çekilmez bir hal alır. Ne yapsınlar, çözüm aramaya başlarlar ve sonunda çevrede bilge olarak bilinen birisine baş vururlar. Bilge de kendilerini eğlendirecek bir “ALTIN TOP” sahibi olmalarını önerir. Öneri üzerine doğruca kuyumcuya giderler ve kendilerine bir altın top bulmasını isterler. Kuyumcu onların bu isteğini yerine getirir. Evde oldukları zamanlarda “altın topu” birbirlerine atıp-tutarak oynamaya başlarlar. Ancak hiç de eğlenmediklerini fark ederler. Tekrar bilgeye giderler, sorunlarının devam ettiğini söylerler. Bilge; “Ben size altın top derken, bebek sahibi olun demek istedim, çünkü bebek dediğin altın toptur.” der. Sevgili okurlarım, Bu öyküyü niçin anlattım biliyor musunuz? Bizim ülkemizde herkes her şey, bilir. Ama çok önemli olan “İNSAN YETİŞTİRME” konusunda biraz cahildir. Bakın değeri beş bin lira etmeyecek olan bir Hacı Murat’ı kullanacak insandan bir sürü yeterlilik içeren belge istenir. (ilköğretim diploması, sağlık raporu, sürücü belgesi… vs) Oysa yarınlarımızı, ülkemizin geleceğini emanet edeceğimiz çocuklarımızı yetiştirenlerde hiçbir yeterlilik aranmaz. Çocuk bizim kızdığımızda döveceğimiz, neşelendiğimizde seveceğimiz, stresimizi atacağımız bir nesne değildir. Çocuk eğlence aracı değildir. Çocuk geleceğimizin sigortası değildir. Çocuk ucuz emek kaynağı değildir. Çocuk yarış atımız değildir. Doğrusu her çocuk bir candır. Can önemli olmak ister. Can kaale alınmak ister. Can cana dokunmak ister. Çocuk dediğin taze dikilmiş bir kavak fidanı gibidir. Bir jilet alıp bu fidanı jiletle Çizerseniz o anda sadece iki damla göz yaşı akıtır. Çizdiğiniz yer belli bile olmaz. Ancak, kavak ağacı büyüdükçe çizilen yer de büyür. Nasırlaşır. Çirkinleşir. Sonunda defolu bir ağaç olarak doğadaki yerini alır. Yani çocuk eğitimi hata affetmez. Bir psikiyatrın anılarında okumuştum: Adamın dört kızı ve bir de oğlu vardır. Oğlu çocuklarının en küçüğüdür. Anadolu’da kırsalda yaşarlar. Kızlarından zamanı geleni evlendirir. Hepsi bitince altı yaşındaki oğlunu yanına alarak büyük şehre gelir. Tek odalı bir gecekonduya yerleşirler. Oğlunu ilkokula yazdırır. Boş zamanlarında da yanında inşaat işlerinde çalıştırır. Adam sert mizaçlıdır. Oğlu hata yaptığında anında cezalandırır. Bunun yanında iyi şeyler yaptığında da ödüllendirir. Ödül çok tuhaftır. Tek oda ve tek yatakları olduğu için aynı odayı ve aynı yatağı paylaşırlar. Eğer çocuk o gün iyi bir şey yaptıysa ödül olarak oğlunun bedeninin dokunulmaması gereken yerlerine dokunur. Bu iş yıllarca sürer. Sonunda baba ölmüştür. Oğlu ise liseyi bitirip inşaat alanında çok başarı işler yapar. Zamanla holding sahibi olur. Ancak delikanlının çok önemli bir sorunu vardır. Zaman zaman bunaltı nöbetlerine kapılır. Kriz geldiğinde kendini dışarı atar. Tanınmaması için tebdili kıyafet bürünür. Şehrin işçi pazarlarının olduğu kenar semtlerine gider. Kasketli, eski elbiseli, yırtık ayakkabılı, sarı dişli, ağzı tütün kokan birini görünce yanına yaklaşır. Yakınlık kurup bir yolunu bularak aynı otelde kalmayı başarır. Gece olunca hatırı sayılır paralar vererek küçükken babasının kendisine yaptıklarının aynısını bu adamdan yapması ister. İşi bitince oteli terk eder ve bir daha da aynı adamla karşılaşmamaya dikkat eder. Aynı şeyi defalarca yineler. Bu arada karşı cinsten nefret eder. Hatta holdingte çalışan tek bir tane bile kadın yoktur. Yani bu zengin ve başarılı adam cinsel yönden sapkın olmuştur. Sevgili okurlarım, anlatmak istediğim çocuk yetiştirirken çok dikkatli olmalıdır. “Adam sen de zamanla unutulur, Geçmiş geçmişte kalır” denmemelidir. Zira GEÇMİŞİNDE YAŞADIKLARIN GEÇİP GİTMEZ. GEÇMİŞ ŞİMDİKİ ZAMANDA DA YAŞANIR. ZİRA GEÇMİŞ DEDİĞİN KURŞUN KALEMLE YAZILMAZ Kİ SİL GİTSİN…”

  • AKBABALAR

    Emine AYDOĞDU * Ben masalcı çingenenin torunuyum. Ovaları, dağları, nehirleri, ormanları, avucumun içindeki çizgiler gibi bilirim. Çocukluğumdan beri dağ, taş, yağmur, çamur, soğuk, sıcak, demeden yürürüm. Doğayla beraber hareket ediyorum. Doğa kendisine teslim olanları koruyor. Ruhum, doğanın içinde; her yere serpiştirilmiş. Gördüğüm her şeyde bir zerrem saklı. Toprakta, suda, ağaçta, ateşte, havada, karıncada, kelebekte, akbabada; yani tüm evrende, bütün bende; ben bütündeyim. Hiç yorulmam. Bacak kaslarım çok güçlü. Dağların zirvesine keçilerden daha iyi tırmanabilirim. Armin tedirgin. Biraz da kızgın. Korkuyor. Aşağısı uçurum. Dallar ince ve kuru, kırılabilir. Aldırmıyorum, içimdeki sesi dinliyorum. Dinlemesem beni terk edeceğini biliyorum. O giderse kör ve sağır olurum. Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Sesi kısılıncaya değin bağırıyor. Yapma, daha fazla tırmanma. Dünyayı yukarıdan seyretmek istiyorum. Akbabalar...Akbabalar... Akbabalar... Delirmişsin sen. Doğada delilik yok. Onu yerleşikler uydurmuş. Armin’in ailesi Ardos’ta öldürülmüş. Kundaktayken, bulmuşlar dedesini. Yıkık bir evin kilerinde. Büyük nenem sütünü vermiş. Memesinin birini dedeme, birini onun dedesine. Uçurumlara korkmadan bakıyorum. Kimi zaman cesaretle aptallığı karıştırıp tepetaklak düşüyorum. Uçurumlardan korkarsam, masalları nasıl anlatırım. Özgüvenimi doğa vermiş bana, nenem öyle söylerdi. O, alınıp satılmıyormuş. Üzerime inat ve gururu giyip, doğanın dışındaki bütün kalıpları kırıyorum. Zaten doğanın felsefesi kalıplara sığmıyor. Dağları dolaşırken Akbabalar beni izliyor ben de onları. Kanatlarında benim de bir parçam var. Bu sayede gökyüzünün sırlarını çözmeye çalışıyorum. Kitaplardan değil, gözleyerek ve deneyimleyerek. Kitaplar başka akılların ürünü. Deneyim ve gözlemlerim ise doğanın ürünü. Ayın ağırlığı altında dağların zirvesindeki kaya kovuklarında konaklayan akbabalar, kanatlarını açıp havalandığı zaman ben de aşağıya iniyorum. Bu, gecenin gitmesi yeni bir günün gelmesinin işareti. Kanatların çırpınışı gökyüzünün yeşilinde morunda ve sarısında iz bırakıyor; gökyüzü gölgeler evine dönüşüyor. Gölgeler, akbabaların topraktan taşıdıklarının izini tanıtlıyor. Bu izle, göğün haritasını çiziyorlar. Orada ülkeler yok. Sınırlar da. Yıldızlar yanıp yanıp sönüyor. Gök kubbenin derinliklerine kanat çırptıkça kendi derinliklerine ulaşıyorlar. Göğüs kafesim genişliyor; bedenimin ağırlığını unutuyorum. Gözlerim yoruluncaya değin izliyorum. Bu seher vaktinde kanatların salınışı göz eriminden kurtulup, güneşin yoluna girince, ben de Armin’in yanına gidiyorum. Armin, toprağa bağdaş kurup oturmuş, sorusunu gözüne yazmış gibi bakıyor. Gözünü okuyorum.Akbabaları anlatacaktın. Ninenin anlattığını. Armin, ailesinin geçmişine dair herşeyi sonradan öğrendi. Babası ölmeden once; gözlerime bak, gözlerime; içindeki ışığı hiç ama hiç unutma, diyerek anlatmış. Birlikte Ardos’ta gittik. Armin de bizim gibi sıfatları sevmiyor. Yalnızca çingene olduğunu söylüyor. Haydi ama anlatsana. Masalı sen de biliyorsun. Ama sen güzel anlatıyorsun. Sen anlatınca hayallere dalıyorum. Bazen akbaba oluyor; kanatlarımın sesini duyuyorum. Bazen bir kaya. Bazen dağ. Bir de her anlattığında yeni bir şey öğreniyorum. Çayırda anlattığında ninenin akbabalarla yaşadığını söyledin. Bunu ilk kez duydum. Ninen akbabalarla yaşamış mı, gerçek mi, yoksa masal mı?.. Dinleyene ve anlatana bağlı. Sen neyi hayal edersen ona doğru gidersin. Gerçek de masal da hepsi yaşayıp yarattıklarımız. Masalların birçok yüzü varmış. Şimdi anlatacağım akbabalar da masalın yaşanan yüzüymüş. Akbabalar, Mısırlılar, Tibetliler ve Zerdüştler tarafından kutsal kabul edilirmiş. Nekhbet, akbaba başlığı takan bir kadın olarak tasvir edilir. Nekhbet, vesayet tanrıçasıymış. Aynı zamanda Yukarı Mısır'ın koruyucusu olan iki kadın hükümdardan birisiymiş. Mut, bir gökyüzü tanrıçasıymış. Antik Mısır dilinde anne anlamına gelirmiş. Doğuran ve hiç doğmamış olarak anılan Mut, hiyerogliflerde bir akbaba olarak temsil edilmiş. Tibetliler, ölülerini akbabalara yedirerek, ruhlarının göğe ulaşacağına ve özgür kılınacaklarına inanırlarmış. Zerdüştler, ölülerin vücutlarının günaha bulaşmış olduğunu kabul ettiklerinden, ölü bedenleri akbabalar yesin diye dağların zirvesine bırakırlarmış. Zerdüşt inancına göre, akbaba göklerin kutsal kuşuymuş.Akbabalar, doğanın sağlık emekçileridir. Önceki anlattıklarında bu giriş yoktu. Masallar senin de bildiğin gibi ölümsüzdür. Yaşadıkça yeni biçimler alır, yeni nedenler ve sonuçlar doğururlar. Akbabalar, masal değil, yaşayan efsanelerdir. Bu mucize canlılar, doğa tarafından henüz yok edilmemiş, çürümekte olan hayvan ölülerini tüketerek yaşamlarını sürdürürler. Zorda kalmadıkları sürece canlı ve hareketli varlıklara asla dokunmazlar. İnsanlar onlara leş yiyiciler diye ad takmış. Halbuki ölmüş hayvanın tüketimi, hem doğayı, hem diğer canlılara hastalık bulaşmasını önler. Asıl insan öldürür. Geride kalan bir leş varsa o insanın eseridir. Başları ve boyunları tüysüzdür. Ölü besinlerle beslendikleri için parazit ve bakteri kapmalarını önlemek için doğa başlarına ve boyunlarına tüyü gerekli görmemiş.Parazit ve bakteriler çıplak boyunlarına bulaşmıyor mu? Bulaşıyor. Doğa ona da çare bulmuş. Çıplak boyunlarına yapışan bakteri ve parazitler güneş ışığında kısa sürede ölüyorlarmış. Kuvvetli mide asitlerine sahiplermiş. Bu asit, onları bütün hastalıklardan koruyormuş. Nenem, bu bilgileri dağlarda yaşayanlardan öğrendiğini söylerdi. Doğa, akbabaları korumak için elinden gelen herşeyi yapmış. Dağ gezginleri onların nasıl işediklerini görmüş. Ayakta işiyorlarmış. Kimi zaman da ayaklarına. Bunu niye yapıyorlarmış biliyor musun; çok sıcak havalarda ayaklarını soğutmak ve eğer parazit ve bakteri varsa onları öldürmek için. Uzun süre postallarını çıkarmayan askerler ve gerillalar da bunu yapıyormuş. Dün gördüğümüz fotoğrafçı söyledi. Sezgileri çok güçlüymüş. Tehdidi hemen seziyorlarmış. Bir tehdit gördükleri anda kusuyorlarmış, bu hem vücut ağırlıklarını hafifletmek hem diğer yırtıcıları caydırmak için yapılan ustaca bir korunma yöntemiymiş. Yedikleri besin, sindirilmemişse diğer yırtıcılara yem, sindirilmiş ise çevreye kötü koku yayarak kendileri için zaman elde ediyorlarmış. Hastalıklı hayvanların ölülerini tüketerek hastalıkların yayılmasını engelledikleri gibi, besin zincirinin üst kısmındaki enerji akışını devam ettiriyorlarmış. Yırtıcı kuşlar içinde onlardan daha büyüğü yokmuş. Böyle olmasına rağmen diğer yırtıcılardan çekinirlermiş. Akbabalar, doğanın sabır küpü kanatlılarıymış. Toprak gibi. Yiyecekleri besinin başında bir yırtıcı kuş, sırtlan veya çakal varsa onların sofrayı terk etmelerini sabırla beklerlermiş. Görme ve koku alma duyuları çok keskinmiş. Gözlerinde biri uzağı, diğeri yakını görmeye yarayan iki ayrı odak noktası varmış. Çok yükseklerden süzülerek besin ararlarmış. Kilometrelerce uzaktan besinleri tespit edebilirlermiş. Besin bulduklarında çok fazla yerlermiş. İnsanlar gibi. Kursakları çok büyükmüş. Obur kanatlılar diyorum onlara. Öyle çok yerlermiş ki havalanabilmeleri için önce koşmaları gerekirmiş. Armin gülüyor. Tek eşlilermiş, dişisi bir veya iki yumurta yumurtlarmış. Çoğu zaman bir yumurtanın üzerinde yedi-sekiz hafta kuluçkada kalırmış. Çoğalmaları yavaşmış. İnsan gibi hızla çoğalmıyorlarmış. Dişi akbaba yiyecek bulamadığında yavrusunu beslemek için kendi etinden koparır yavrusuna verirmiş. Belki de bunun için eski Mısır'da koruyucu olarak simgelenmiş. Bir efsaneye göre de başlangıçtan beri insanlar adaleti hep gökyüzünde arar dururmuş. Tarih boyunca bu arayış hep devam etmiş. Gerçi bugün de arıyorlarmış. Mektup gönderir gibi sorunları gökyüzüne havale ediyorlarmış. Böylece çözmek için zahmete katlanmıyorlarmış. Doğaya olan borçlarını hep erteliyorlarmış. Doğa, insanın akılsız hallerine katıla katıla gülüyormuş. Gülüşünü, seller, yağmurlar, fırtınalar, hortumlar, yangınlar ve hastalıklarla belli ediyormuş. Akbabalar, insanlığa yardım olsun diye keskin gözleriyle gökyüzünü bir uçtan öbür uca, yılmaksızın tarayıp durmuşlar; ama bir türlü adaleti görememişler. Onların, uzun ve geniş kanatları üstünde zarifce dönerek saatlerce havada salınıp durmaları, insanı uyarmak içinmiş. Kaygı içinde söyleyebilirim ki; kanatlarıyla gönderdikleri esinin sırrını insanoğlu çözememiş. Üstüne üstlük bir de akbabalara leş yiyiciler diye ad takmış. Akbabalar, insanın hoyratlığına aldırmadan, tüm canlılar için doğanın temizliğini her gün bıkıp usanmadan yapıyor. * Emine AYDOĞDU

  • ÇOCUKLUĞUM

    Fuat ÖZGEN * İlkbaharım, yeşeren filizim Kızılağaçtan düdüğüm Kavallıktan kavalım Kablo telinden kemençem Tahtadan kayağım Fındık çubuğundan atım Hepsi el yapım Çalarım, oynarım. Sabırsızım, sınırsızım, yorulmazım Düşümün olmaz olmazı Uçarım Dalından meyvam Çam ağacından sakızım Dereden alabalığım Yerinde ağız tadım Yerim, içerim, yaşarım Oldukça yaman Kedim duman Komik köpeğim minik Sevgim içten Severim, sevilirim gönülden Ailem dağ gibi arkamda Güvendeyim Varlık, yokluk, geçim derdi neyime El bebek, gül bebek Dört dörtlük olmasa da Çocukluğum Yaşantımdaki en büyük Mutluluğum. Fuat ÖZGEN

  • SULTAN SEMAHI

    A… İline bağlı A… Kasabasında herkes gündelik işlerindeydi. Kasabaya İncir mevsimi geldi mi, şenlikler düzenlenir, türküler söylenir; oyunlar, taklitler yapılır… Kızlı erkekli meydanda toplanan halk, şenliği bayrama çevirir; yediden yetmişe herkes coşkuyu doruklarda yaşardı… İşte o gün, A…’lılar kendinden geçmiş, coşkunun zirvesindeydi… Sonra birden nereden geldiği belli olmayan silah sesleri kasabayı savaş alanına çevirdi. Bir müfreze eşkıya önüne çıkan, kız erkek, genç yaşlı demeden kıydı. Emirlerin Hüseyin, buğday ambarına saklandı. Emirlerin Hüseyin’le birlikte, kızı Sultan, oğulları İsmet, Medet, Kamber de ambara saklandı. Fadime Teyze ise, ahırda hayvanları ile uğraştığı için, olan bitenden haberi olmadı. O günden sonra A… Kasabası halkının ağzının tadı kaçtı. Artık, kimse ağız dolusu gülmedi. Sadece insanlar değil; doğa da küstü, neşesini kaybetti. Bire elli, bire yüz veren topraklar kısırlaştı. Irmakların önce yatakları değişti, sonra da yavaş yavaş kurudu. Kasabayı müfreze bastığı günden beri her evin damına baykuşlar konmaya başladı. Artık geceler ağu, kör kurşun; geceler zindandı… A… Kasabasının başı dumanlı, hep kapkara dumanlıydı. Durmak, yaşamak ölümden beterdi. Ölüm kurtuluştur A… Kasabası halkına. Üstüne üstlük kasabayı işgal eden karasinekler gündüzleri çekilmez yapmıştı. Her yer kara sinek, oğul vermiş arı gibi sürüyle dolaşıyorlardı. Neyin üstüne konsalar orayı kapkara karartıyorlardı. Evin kapısını açtıkları billâh bir sürü sinek içeri dalıyordu… Emirlerin Hüseyin’in gözüne uyku girmez olmuştu. Yatakta döner döner, olmadı kalkıp saatlerce dolaşırdı her gece. Böyle böyle kaç geçti bilinmez. Bir gece artık bu kasabadan gitme vaktinin geldiğinin kararını vermiştir. Sabah uyanınca ev halkını toplayıp aldığı kararı açıkladı. Fadime Teyze bir şey söyleyecek oldu, Hüseyin’in yüzüne bakınca vazgeçti. Medet, Kamber, İsmet bir şey diyecek oldu, babaları ile göz göze gelince onlar da vazgeçti. Sultan hiçbir şey demeden gidip babasına sarıldı… Göç hazırlıkları başlar, eşyalar derlenir toparlanır, yola çıkmaya hazır hale getirilir. Gözler buğulu, ağlamaklıdır, kimsenin ağzını bıçak açmaz, kimse tek kelime konuşmaz, her şey tamamlanır, Fadime Teyze son kontrolü yapıp Hüseyin'e bakıp göz ucuyla “tamam” işaretini verir. … Mandalina memleketi, A… Kasabasına benzemese bile mor dağları, şırıl şırıl akan dereleri ile huzur vermekteydi adama. Hele göğü bıçak gibi kesen tepeleri haşmetlidir. Burası dünyanın en güzel mandalinalarının yetiştiği yerdir. **** Emirlerin Hüseyin, Fuat Bey’in yüzlerce dönüm arazisinden yüz dönümünü aldı. Büyük kısmına mandalina, tarlanın kıyısına kocaman bir ev yaptı. Birkaç dönümüne sebze dikti İhtiyaçlarını karşılayacak kadar da buğday ekti. Emirlerin Hüseyin, oğulları Kamber, İsmet, Medet öyle bir çalıştı, öyle bir çalıştılar ki, kısa zamanda ağaçlar mandalinaya durdu. Toprak Emirlere yardımcı oluyordu. Çektikleri sıkıntıyı, yaşadıkları acıyı unutturmaya çalışıyordu adeta. Emirlerin Hüseyin’in ailesinin yüzü az da olsun gülmeye başlamıştı. Ancak Fadime Teyze, A… Kasabasını unutamamıştı daha. Sultan’ın dünyası, başka, bambaşkaydı. Bir mutlu, bir melankolik…Medet, Kamber, İsmet, ağaçları bir çocuğu sever gibi seviyorlardı. Bir Türkmen Şeyhinin torunuydu Emirlerin Hüseyin. Kökeni, Orta Asya’dan Hoca Ahmet Yesevi’ye dayanıyordu. Hüseyin’in bir şeyh torunu olması sebebiyle evi boş kalmazdı. Gelenlerin hepsinin hatırını hoş etmeye çalışırdı o da. Aşka geldiği günlerde meydan sazını alıp çalmaya koyuldu mu, herkes, tekmil börtü böcek onu dinlerdi. O gün yine evinin bahçesinde çalıp söylemeye başladı. O çaldıkça aşka geldi, aşka geldikçe daha bir coşku ile çaldı. Davudi sesini turnalardan almıştı sanki. Dinleyenlerin içini açıyor, sarıyordu adeta. Sevdaya, umuda, aşka, yaşamaya dair söylediği deyişler, Pir Sultan’dandı, Hatayı’dandı, Bektaş Veli’dendi, Kul Himmet’tendi… “Ey erenler, akıl fikir eyleyin, Dağlara duman ne güzel uymuş, Yaradan aşkına şükür eyleyin, Bülbüle de iman ne güzel uymuş!” ( ** ) Emirlerin Hüseyin kendinden geçmiş, kırklar dergâhına yola gidiyordu. “Himmet âşık!” “Himmet erenler!” Sultan, Medet, İsmet, Hasan, Mehmet… Semaha durmuşlardı. O gün Hüseyin’in evi kalabalıktı. Çevre köylerin hak erenleri de konuktu. “Evvel erkân ile Evvel yol ile dost, Gelsin hizmet ehli, Hizmet eylesin dost! Yaradan yardım etsin kuluna, Gelsin hizmet ehli, Hizmet eylesin dost!” ( *** ) Sultan, semah meydanında bir kuğu, bir ay parçasıydı. Onu gören tutuluyordu. Her daim bakımlı saçları, düzgün fiziği, gülen yüzüyle bir masal perisini andırıyordu. Döndükçe hızlanan figürleri ile diplomalı balerinlere taş çıkartıyordu. Beline bağladığı yeşil kemerbent, saçlarını örten mavi eşarpla izleyenlere doyumsuz bir seyir zevki veriyordu. Emirlerin Hüseyin çok semah tutan görmüş, Sultan kızı gibi semah tutan görmemişti. Bu semah, bundan sonra “Sultan semahı” olarak anılacak, "sultan semahı" olarak semah tutulacak! Mandalina memleketi, bugüne kadar böyle bir güzelliğe şahit olmamıştı. Emirlerin Hüseyin’in deyişleri, Sultan’ın semahı güzelliklerin şahıydı. Kerem, Sultan’ın mandalina ağacının siperinden hiçbir hareketini kaçırmadan büyük bir dikkatle izliyordu. Onun Sultan’a ilgisini mandalina memleketinde bilmeyen yoktu. Bu ilgi karşılıksız değildi. Onun da Kerem’e ilgisi vardı. Lakin bu aşkın meyve vermesi sırat köprüsünden geçmekten daha müşküldü. Emirlerin Hüseyin, kızının mutluluğu için her olmaza kafa tutar, olur ederdi; ancak Hacı Fuat’ın tamam demesi dünyada mümkün değildi. Oğlunun bir Türkmen şeyhinin torunu ile evlenmesi… Katiyen olmazdı, bunun imkânsızlığı, güneşin batıdan doğması gibi bir şeydi. Hacı Fuat, he dese bile, cami cemaati ne derdi, akrabaları ne derdi? O kutsal topraklara yüz vurmuş, Kâbe i Şerif tavaf etmişti… Olur mu, dünyada olmaz, gizli açık arkasından, neler diyorlardı, neler: “Hacı Fuat, sen buna nasıl müsaade edersin?” “Hacı Hacı, sen ki kutsal topraklara yüz vurmuşsun!” “Hacı Hacı, sen Resullah Efendimizin buyruklarına göre yaşamını idame ettirirsin, öyle değil mi?” “Hacı Hacı, Hacı Fuat, sen buna he dersen… Hacı Fuat, şunu iyi bil ki aramızda bundan böyle sözün olmaz, yerin olmaz; hiçbirimiz yüzüne bakmayız!” “…” Hacı Fuat söylenenlerin hepsini duydu, duymasına da o hiçbir şey demedi; sadece dinledi. Emirlerin Hüseyin çocukları için Fizan’a bile gider; onlar için her bir şeye katlanırdı. Ya Sultan’ı? Sarı Sultan’ı, dünya bir tarafa o bir tarafa. Gece yastığa başını koydu mu hep onu düşünürdü: “İnşallah, Allah bahtını açık eder, karşısına hayırlı insan evlatları çıkarır,” diye dualar ederdi. Sultan, babasının deyişleri ile bir kuğu gibi süzülüyordu. Onunla birlikte semah tutan Medet, Hasan, Kamber de bir kıyıcığa çekilmiş, onu izliyorlardı. Sultan, önce yavaştan süzülüyor, sonra sazın ritmi ile gittikçe hızlanıyordu. Sultan, Âşık babanın önüne gelince, gururla selamlıyor. Onun da: “Güzel, güzel, çok güzel devam,” der gibi başını öne doğru eğişi ile daha bir coşuyordu... Emirlerin Hüseyin ritmi hızlandırdı, Semahın yeldirme bölümünde Sultan’ın elleri bir yukarıda, bir aşağıda, bir yanda uçuyordu. Ayakları yalındı. O, artık Sultan değildi. O, yeldi, fırtınaydı, Sultan âşktı, Sultan, ışıktı, o, bir ehli beyt ışığıydı. O, şimdi kanatlanmış arşa çıkmış, gerçek varlığa ulaşmıştı adeta. O şimdi bir hakikat çiçeğiydi... Kerem, mandalinanın arkasından bu âşk dansının her bir hareketini gözünü kırpmadan izliyordu. “Tom, tom…” Önce derin bir sessizlik oldu. Kimse bulunduğu yerden kımıldamadı... İki el silah sesi Sultan semahına son verdiği gibi, izleyenlerin gönüllerinde yaktığı yaşama umudunu da bitirdi. İçi, içine sığmayan İsmet’in, Medet'in, Kamber’in biricik kardeşleri iki tom sesi ile “yandım anam” diyemeden oracığa yığılıverdi… Kerem’in Sultan’ı sevmekten vazgeçme imkanı yoktu. Ne yapıp edecekler bir araya geleceklerdi. Delicesine aşıktı Kerem. Ne demişti cami cemaati: “Bundan sonra aramızda yerin olacak mı Hacı Fuat?, Sen kutsal topraklara yüz vurdun…” Çaresizliği, korkusu içinde iyice büyüyen Hacı Fuat... Kimi kaçıştı, kimi, var gücüyle bağırdı, kimi ağladı, sızladı; kimi de ağız dolusu küfür etti. Herkesten önce Emirlerin Hüseyin kendine geldi. “Yavrum, evladım, kim kıydı sana? Neden, neden, bizim kimseye bir zararımız yok ki? Neden, neden güzel Allah’ım, biz kimseye bir şey demeyiz, kimsenin hakkını yemeyiz? Kimseye kıymayız, karıncayı incittiğimiz görülmemiştir! Neden güzel Allah’ım neden?” Fadime Teyze’nin ağıdı yeri göğü inletiyordu... A… Kasabasının yaraları kabuk bağlamadan, yeni bir acı ile yıkılıyordu Emirlerin Hüseyin’in ailesi. Kardeşi Zehra’ya eşkıyalar karnındaki çocuğu ile kıymışlar, sonra da Ermeni ustalara özene, bezene yaptırdıkları evlerini de ateşe vermişlerdi. Sultan’ın siyah bluzu al kanlara belendi. Ağlama sesleri, ağıtlar yeri göğü inletti. “Sultan’ım, can kuzum sana kimler kıydı?” “Sana vuran el onmasın!” “Seni vuran gülmesin!” “Seni vuran iki dünyada da gün güneş görmesin!” “Seni vuranın iki gözü kör olsun da oturacık kalsın!” “Seni vuranın tez zamanda elini yüzünü eli kabaklılar yusun!” “…” Emirlerin Hüseyin, yerde cansız yatan Sultan’ı öptü kokladı, kucağına aldı, sımsıkı sarıldı. Sonra birden boşaldı. Hüngür hüngür ağladı. Bugüne kadar kimse onun ağladığına tanık olmamıştı. Bir zaman öyle geçti. Sonra Sultan’ı özenle bakıp büyüttüğü mandalina ağacının dibine yatırdı ve: “Gömdüm oğul, seni toprağa gömdüm! Kanlı gözyaşım pınara döndü. Tabutun üstünde dirildim öldüm. Seni vuran eller kırılsın oğul! ( ** ) Sultan’ı mandalina ağacın dibine gömdüler. Emirlerin Hüseyin, belli günler hariç bahçede bir daha saz çalmadı. Kamber, Medet, İsmet de bir daha semah tutmadılar. Jandarma herkesi sorguya çekti. Cinayetin sırrı çözülüyordu ki, komutanın tayini bir başka yere çıktı… **Anonim deyiş *** Pir Sultan Abdal

  • Ben Bir Ağaç Olsaydım

    Bilge bir zeytin ağacı olmak isterdim Siyah yeşil tanelerle insanları doyururdum Sıksalar da canımı Acımı sızdırmazdım Çocuklara masal anlatırdım Rüzgâr gibi uğuldarken Dört bir yandan silah sesleri Barışı taşısınlar diye dört bir yana Hiç çekinmeden Güvercinlere dallarımı bağışlardım Bir ceviz ağacı olurdum Görkemli dalları ile Gökyüzüne uzanıp Bulutlarla sohbet ederdim. Çocuklara salıncak kurardım dallarımda Şen kahkahalarını dinlerdim Söğüt ağacı olurdum Dere boylarında Kuşlar yuvalanırdı dallarımda Aşıklar saklanırdı kuytuluklarda Deli gibi çağıldayan dereye Rüzgâr ile dans eden Yapraklarımın ezgisi katılırdı Boş ver herkes Yine yalancı bahara aldanmış desin Duymazdım söylediklerini Kara kışa kafa tutan Spartaküs Badem olurdum Tebessüm ettirip doğaya Bembeyaz çiçeklerimle Sevgiyi nakış nakış işleyip Savaş açardım kötülüklere Leylak olurdum Baharın kokusu yayılırdı geceye Türküler çağırırdı kuşlar dallarımda Aşıklar koparıp çiçeklerimi Kur yapardı sevdiklerine Mimoza olurdum Sarı, sapsarı çiçeklerle Kadınların saçlarında Direnişe geçerdim bir bahar akşamında Bir gül ağacı olurdum dikenleri olmayan Bülbülle sohbet ederdik sabaha kadar Acıyan yaralarını yapraklarıma sarıp Şakımasında uyurdum Baharı düşlerinden öpüp Kışı kandıran erik ağacı olurdum Kelebekler kuşlar arılarla sohbet eder Mahmur gözlerimden öperdi güneş Belki de Ay ışığı öpünce çiçeklerinden Geceyi delen kokusuyla Bir uçtan bir uca raks eden Melisa olurdum. Akasya olurdum Türküler söylerdim Mayıs'a Limon, portakal mandalin olurdum Çiçeklenirdim dört mevsim Hangi ağaç olursam olayım Yeni bir fidana filiz olurdum Dallarımı bağışlamazdım kötülere Çatlayıp orta yerinden yarılır Yine de kurdurmazdım darağacını Bir bahçıvan olsaydım Sevgiyi katıp emekçi ellerime Sevdiklerimi kanatlarım altına alıp Kocaman bir orman kurardım Bin bir renkli çiçekle kuşları yuvalardım. Su başlarında cerenler koşardı Ağaçlarla, çiçeklerle arılarla kuşlarla sohbet edip Yüreğimle silip kötülükleri Güneşi asardım karanlıklara Galiba bu düşleri gerçek yapmak için Donkişot ruhlu Yüreği sevgi dolu Düşbaz bir çocuk olurdum. Semihat Karadağlı/ 04.12. 2022 İzmir saat: 12.12 Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • KÜLE DÖNMÜŞ II

    iz buz olur da yiterse buza dönmez mi hayat buz kırılıp yol bilinmezse kül lava dönüp yakmaz mı kepaze olan her şeyi, her yeri ne varsa dünden yarına gizlenen sımsıkı sarıldığımız tertemiz hayat sabaha yeniden uyanmazsa bu gözler kör olsun gitsin, karanlıklarda kalsın neye mal olur yolunu bilemezlik yol nereden geçer, nereye gider izi sürmemek neye mal olur yolun yoldaşlığından kaçmak yangınlarını söndürmez mi zirvelerinde türküler söylenecek dağların gizlenen yorulmadı mı bağrımızda bağrımızda biriktirdiğimiz kıvılcımlar ışıkken ekmekken su iken aşk iken bizi dünya dünya koşturan artık yaksın küle dönen ateşini ışık diye bildiğimiz sadece önünde boyun eğeceğimiz onur işte bu yüzden yenilmeyeceğiz bu yüzden rüyalar bizi kıskanacak aşkın yolunda boranlarda buz kesmiş ellerimiz açamadığımız avuçlarımız oynatamadığımız parmaklarımız nefes nefese koşmazsak eğer kopar gider gövdeden duvarlardaki sözlerimizin çığlığı yere bakar, karanlıklarda kalır sonra kaldır o zaman başını ey sokakların sisini dağıtacak insan ey kuşlarla gökte olacak karıncalarla yarışacak kedilerden miyav dilini öğrenecek köpeklerin patilerini hiç bırakmayacak sincapların yuvalarına misafir olacak ceylanları ürkütmeden kurtlarla dost olacak işçilerle kadınlarla gençlerle sabahın beklenmeyeceğini bilerek koşacak olanlar külü ataşe döndürme vakti değil mi artık

  • Pazar Sohbetleri

    Saadettin ! Buzdolabına Bak; KUZU KELLESİ KOYUN KELLESİNDEN DAHA ÇOK… * Otuzlu yaşlardaydım. Apartmanımızın önünden geçen yolun karşı tarafında bahçeli bir evde oturan Kireççi Ali Amca diye birisi vardı. Namı diğer YÖRÜK ALİ’ydi. Yörük Ali yaklaşık bir doksan boylarında, 120 kg ağırlığında, kırmızı yanaklı, mavi gözlü yiğit bir adamdı. Köyündeyken kireç ocakları varmış, bu nedenle kendisine Kireççi Ali de derlerdi. Evinin yan tarafında da bir kasap dükkânı bulunuyordu. Ne zaman görsem Ali Amca kasap dükkanının önünde yaya geçidinin üzerine bir tabure atar, akşama kadar orada otururdu. Kasap Sadettin Abi de yaklaşık ellili yaşlarında. Kendisi orta boylu, göbekli sayılır, yüzündeki kılcal damarlar yüzeye çok yaklaşmış olacak ki suratı kıpkırmızıydı. Rahmetli çok güler yüzlü ve şakacıydı. En çok da Kireççi Ali Amca’ ya takılırdı. Arada sırada ben de onlara takılırdım. Sadettin Abi’nin şakaları hep Ali Amca’nın yaşlılığı ve yakında öleceği üzerineydi. Ali Amca 79 yaşında olmasına rağmen dimdik yürürdü. Tokalaştığında el tarak kemiklerinizi birbirine geçirecek yapıdaydı. Yine boş bir zamanında yanlarına gitmiştim. Bahar ayının çok güzel güneşli bir günüydü. Saadettin Abi yine Ali Emmi’ ye takılmaya başladı. “Ne o Ali Dayı hep yere doğru bakıyorsun. Ölümün yaklaştı galiba. Baksana, toprak seni çağırmazsa sen böyle yere bakmazsın. Hadi çabuk öl de helvanı yiyelim” dedi. Ali Amca derin derin nefes aldı. Şöyle bir iki tarafına bakındı. Zaten kıpkırmızı olan yüzü daha da kızardı. Alt göz kapaklarının askısı kopmuştu sanki. Gözleri yuvalarından fırladı. Büyük bir öfkeyle Sadettin Abi’ye seslendi. “BANA BAK SADETTİN, HELE BURAYA, ŞU BUZDOLABINA BİR BAK HELE. KUZU KELLESİ KOYUN KELLESİNDEN DAHA ÇOK” Ali Amca duygularını çok kısa ve veciz bir sözle anlatıvermişti. Sonunda ne oldu biliyor musunuz? Sadettin Abi şimdi net hatırlayamayacağım 5 veya 6 ay sonra kalp krizinden öldü. Yörük Ali ise daha uzun yıllar yaşadı. Sevgili Okurlarım, Oldum olası ölüm üzerine yapılan şakaları sevmem. Ölümün yüzü soğuktur derler, doğru. Şakacı bir toplumuz anladık. Şaka yapacak o kadar çok konu var ki! Neyse bu yazıyı neden kaleme aldım biliyor musunuz? Şu pandemi döneminde 65+ yaşlara gösterilen muamele. Ben o kadar insafsız olmayacağım. Bizlere uygun görülen bu davranışlar için “İNŞALLAH SİZ YAŞLANMAZSINIZ” DEMEYECEĞİM. İNŞALLAH SİZLER DE YAŞLANIRSINIZ!!!

  • VARLIK İÇİNDE YOKLUK

    Kafatasının içinde beyin var Var da düşünme yok Göğüste yürek var Var da içinde vicdan, sevgi yok İnanç, ibadet var Var da her türlü Ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık gırla Anayasa, yasalar var Var da takan yok, uyan yok Güçsüzlere, yoksullara, kadınlara, Hayvanlara yaşam hakkı yok. Tarla var, Ekebilen, üretebilen yok. Bina var, öğretmen var Var da çağdaş, bilimsel eğitim yok. Yer altı, yer üstü zenginliklerimiz var Yağma, talan Döküntü geriye kalan Azı çok zengin, çoğu aç Tutulmayan sözler olmuyor ilaç İnsan çok da İçlerinde insanlık yok Fuat ÖZGEN

bottom of page