top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • BİZİ BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUNUZ?

    Yurt Dışına Kaçmak İsteyen Doktorlara: * Zeki SARIHAN * Son günlerde ülkeyi terk eden doktorların sayısı artmış. Ankara Tabip Odası’nın verdiği bilgiye göre, yurt dışında çalışmak için “İyi hal kâğıdı” alanlar yıldan yıla artış gösteriyormuş. 2021’de 1.405 olan sayı 2022’de 2.685’e yükselmiş. Doktorlarımız neden kendi halklarına hizmet etmekten vazgeçip başka ülkelerde çalışmak isterler? Bunun için birkaç neden gösteriyorlarmış. Bunların içinde ağırlıkta (ve esas) olan, daha yüksek bir gelir ve refah düzeyine sahip olmanın başta geldiği açık. İlkokuldan üniversiteye kadar bu halkın yarattığı imkânlarla okumadılar mı? Ders gördüğü binalar milletin vergileriyle yapılmadı mı? Öğretmenlerinin maaşını bu halk ödemedi mi? Borçlarını ödediler de mi gidiyorlar? Gerekçe olarak çalışma koşullarının elverişli olmadığını ileri sürenler de var. Milyonlarca çalışanın, halkın yaşadığı koşullar çok mu elverişli? Eve ekmek götürmekte zorlananlar var. Bu ülkenin yurtsever, halksever, zorluklara karşı direnen doktorlara ihtiyacı var. Öğretmen okulundan mezun olurken çalışmak istediği il olarak en yoksul halkın yaşadığı Doğu illerini yazan öğretmenler gibi, göreve giderken atıyla Zap Suyu’na kapılan İlköğretim Müfettişi Selahattin Şimşek gibi. Ankara’da bile değil, kızamığın kol gezdiği Anadolu kasabalarında görev isteyen Doktor Ceyhun Atuf Kansu gibi… “Kızamık Ağıdı” gibi en güzel şiirlerini halkına doktorluk yaparken yazdı. “Türkiye artık yaşanamaz bir ülke haline geldi. En iyisi gidip bir başka ülkeye yerleşmeli” sözlerini daha önce de duyuyorduk. Üç buçuk yıl önce 23 Haziran 2019’da yayımladığım “Siz Gidin Biz Düzeltiriz” başlıklı yazımda aynı konuya değinmiştim. Kısaltarak aşağıya alıyorum: SİZ GİDİN BİZ DÜZELTİRİZ Bu sözler, daha çok hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı dönemlerde söyleniyor. Ara sıra açıklanan rakamlara göre de Türkiye’den başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Batıya gidip yerleşen insanların sayısı da bir hayli fazla. Her ülkedeki nüfusun büyük bir çoğunluğu kendi doğup büyüdüğü memlekette doğar ve ölür. Türkiye de bunun içindedir. Gerçi 1960’lardan sonra başta Almanya olmak üzere yurt dışına çıkan emekçiler oldu. Bunların bir kısmı bir süre çalıştıktan sonra veya emekli olunca geri döndüler. Oralarda kalanlar da var. Fakat bu gidişlerin tamamı ekmeklerini kazanmak içindi. Türkiye yoksul bir ülkeydi ve tarımda büyük bir işgücü fazlası vardı. Yorganını sırtlayanlar bir zamanlar İstanbul ve Adana gibi sanayileşmiş kentlerin yolunu tutanlar gibi bu kez işgücü ihtiyacı olan batı ülkelerine kapağı attılar. “Artık bu ülkede yaşanmaz, en iyisi başka bir ülkeye gidip yerleşmeli” diyenlerin gerekçeleri de, duyguları da farklı. Bunlar tuzu kuru olanlar. Ya paraları var, ya akademik unvanları veya şöhretleri. Türkiye halkı için parmaklarını oynatmaya niyetli görünmüyorlar. “Ben kaçayım, diğerleri ne yaparsa yapsın” havasındalar. Nazım Hikmet gibi, can güvenliğini tehlikede gören bazı kişilerin yurt dışına çıkmasında kimse onu suçlamadı. 12 Eylül faşist darbesinden sonra öldürülme işkence görme veya uzun süre hapiste kalma ihtimali olanlar da geçici bir süre yurt dışına çıktı. Onlar yurda dönmeleri için gereken şartların oluşmasını dört gözle beklediler. İktidar ise bir daha dönmesinler diye Nazım Hikmet’e yapıldığı gibi çoğunu vatandaşlıktan çıkardı. Liberal bir hükümetin dönüşlerine izin verdiğinde nasıl da sevinmişlerdi. Ayak batıkları ilk vatan toprağını öptüler. Türkiye’de çalışma koşulları olmadığı gerekçesiyle yurt dışına kapağı atmaya can atan akademisyenleri de mazur görmek mümkün değildir. Öğrenimini yurt dışında tamamlayan, oralarda staj yapan pek çok aydın vardır ve bunlar Türkiye’ye hizmet için bunu yapmışlardır. Dönüşlerinde de öğrendiklerini Türkiye’de bilimin, sanatın gelişmesi için kullanmışlardır. Bizim Abdülhamit zulmünden yurt dışına kaçanlar da oralarda Türkiye ile ilgili bir cemiyete girmeyen, gazete, dergi çıkarmayan nerdeyse yoktur? Mezarı Avrupa’da olan Hürriyet kahramanı var mıdır? Hiç kimse, kendi yurdunda ve kendi halkının arasında olduğu gibi başka bir memlekette rahat edemez. Konuştuğu yabancı dilde anadilindeki tadı bulamaz. Onun zihni daima çocukluğunun geçtiği vatandadır. “Bu ülkede yaşanmaz. Başka bir ülkeye gidip yerleşmeliyim” diyen tuzu kurulara şöyle diyesim geliyor. “Siz gidin beyzadem. Biz burada sizin için de mücadele ederiz. Savcılar ve yargıçlarla cebelleşir, gerekirse demir parmaklıkların arkasında gün sayarız. Miting yaparız. Seçim sandıklarının önünde kuyruğa dizilir, yazar, çizer, koşturur, tivit atar, ülkemizi sizin için de yaşanılır bir ülke haline getiririz.” (3 Ocak 2023) zekisarihan.com

  • ÇÖZÜM ÖRGÜTLENMEDE

    Fuat ÖZGEN * Örgüt, ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek ereğiyle bir araya gelmiş kurumların, kişilerin oluşturduğu birlik olarak tanımlanmaktadır. Bu birliği oluşturmaya ise örgütlenme denir. Örgütlenme niçin gereklidir? Hak aramak, elde etmek, sorun çözmek için tek tek uğraşmak hem zor hem de etkisiz olmaktadır. Devlete, şirketlere, patronlara, kurumlara karşı hak aramak için yapılacak bireysel çalışmalar, derdini suya, havaya, ateşe, duvara anlatmak gibidir. Başvurduklarınız sizi dikkate almaz, önemsemez, hatta suçlayıp hak arama yollarını kapatabilirler. Hele demokrasinin gelişmediği ya da olmadığı ülkelerde, ortamlarda durum bir faciadır. Oysa bir amaç çevresinde birleşenler, birlik oluşturanlar, büyüklükleri ölçüsünde güç kazanırlar. Hak aramada ve elde etmede göz ardı edilmezler. Üretim ve emek güçlerini kullanırlar. Yaşamı durdurabilirler. Hani “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” atasözü birlikte güç doğduğunu anlatmaktadır. Padişahın biri oğluna hayat dersi vermek için eline aldığı bir çubuğu kolayca kırmış. Sonra bir çubuk destesi istemiş. Onu uğraşmış uğraşmış kıramamış. Yine Beydeba’nın masallarının birinde ağa yakalanan güvercinlerin hep birlikte kanat çırparak ağı havalandırdıkları, uçup farenin ülkesine gittikleri; farenin ağı kemirerek kurtuldukları anlatılır. Emeklilikte yaşa takılanların haklarını nasıl elde ettiklerini biliyoruz. Örgütlenme dernek, birlik, kooperatif, parti, vakıf, meslek odası, konsey, sendika… biçiminde olabilir. Örgütlerin amaçları doğrultusunda çalışmaları, örgüt başkanlarının amaçtan sapmamaları, kişisel çıkarlar peşinde koşmamaları gerekmektedir. Sarı sendikalar, işbirlikçi örgütler, satılmış yöneticiler bilinen, görülen durumlardır. Bunlar en büyük zararı kendi örgütlerine verirler. Örgüt üyelerinin aidatlarıyla lüks içinde yaşayan örgüt yöneticileri, sendika ağaları insanları örgütten soğutur. Bu durumlara karşı üyeler uyanık olmalı, denetimde bulunmalıdırlar. Ülkemizde örgüt denince insanlar çekiniyorlar. Kanunsuz iş yapılıyormuş korkusuna kapılıyorlar. İyi örgütlenmiş toplumlarda insanlar rahat yaşar, uygarlık gelişir, devlet-birey ilişkileri iyi işler. Sorunların çözümü örgütlenmeyle olur. Fuat ÖZGEN

  • ATATÜRK ve DİN ADAMLARI

    Hamza BEKTAŞ * -Atatürk, "Amasya emrinizdedir " diyen Amasya Müftüsü ile- Bu bölümü “Az Bilinen Yönleriyle M. Kemal Atatürk” incelememi yazdıktan sonra kaleme aldım. Amacım benim gibi birçok insanın aklına takılan bir sorunun cevabını kanıtlarıyla araştırarak açıklamaktı. Soru şu: Bazı din adamları neden Atatürk’e karşı soğuk, hatta kindar? Bunu incelemeye değer buldum. Öncelikle sorunun cevabını ararken M. Kemal’in Müslümanlık ve din adamları hakkında neler söylediğini kendisinden dinleyelim. M. Kemal’in El Yazısıyla Not Defterinden: * Allah birdir, şanı büyüktür. *Hz. Muhammet Efendimiz HAZRETLERİ Canab-ı Hak tarafından insanlara gerçeği bildirmeye memur ve elçi olarak gönderilmiştir. *Bizim dinimiz son ilahi dindir, en mükemmel dindir. *Ana kanun hepimizin malumudur ki şanı büyük Kuran’dır. *Din lüzumlu bir müessesedir. *Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. *Türk milleti daha dindar olmalıdır. *Allah’ın vahyine dayalı oldukça her din doğrudur. *Bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır: Hangi şey akla, mantığa, ilme ve halkın menfaatlerine uygunsa biliniz ki o bizim dinimize uygundur. Mustafa Kemal Din Adamları hakkında; “Efendiler, bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimiz içinde gerçek din adamları vardır. Din adamlarımız içinde milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği din bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara karşı hoca kıyafeti altında ilimden, gerçekten uzak, hoca görüntülü sahte, cahil din adamları da vardır. Bunları karıştırmamak lazım. “ (21-109) Bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur, ruhbaniyeti reddeder. Müslümanlıkta din adamları cemiyetin en üstün adamlarıdır. Bütün dünya Müslümanları, Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammet’in gösterdiği yolu takip etmelidir. Bizi yanlış yola sevk edenler, çoğu din perdesine bürünmüş, saf ve temiz halkımızı yanlış yola sevk eden sahte din adamlarıdır. ( Adana, 16 Mart 1923) Sahte din adamlarına karşı benden bir şey almak isterseniz derim ki; ben onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacağı her adım yalnız benim kişisel inancıma değil, benim ulusumun yüreğine savrulmuş bir hançerdir. ( Konya, 20 Mart 1923) Ankara müftüsü Mustafa Kemal’in odasına girdiği zaman Atatürk ayağa kalkar, “hoş geldiniz” der. Müftü: “Aman paşam, beni mahcup ediyorsunuz,” der. M. Kemal: “ Din adamlarına saygı göstermek dinimizin icaplarındandır” diye yanıtlar. (Ankara, 1920) Atatürk Müslümanlığın gerçeklerine ve gerçek din adamlarına karşı değildi. O yobazlığa, hurafeye, taassuba, dinin siyasete alet edilmesine, ticaret aracı edilmesine, menfaat için kullanılmasın, bu şekilde Müslümanlığın gerçeklerine zarar verilmesine karşıydı. Şöyle diyor; Benim maksadım Kur’an’da neler olduğunu Türk milletinin anlamasını sağlamaktır. Türkler Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat ne dediğini anlamıyor. İşte benim amacım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu anlamalarıdır. Şimdi açıklanması gereken gerçek din adamları kim sahte din adamları kim? Bunun en doğru cevabı geçmişten günümüze din adamlarının eylemlerindedir. Örnekleri vermeden önce şu hususu belirtmem gerekiyor: Ne gerçek din adamları örneklerini verdiğim kadardır, ne sahte din adamları bu kadardır. Bunlar sadece kamuoyunun ya da ilgilenenlerin malumu olan din adamlarının isimleridir. Gerçek Din Adamları: 17 Kasım 1919 Maraş, Fransız ve Ermeniler tarafından işgal edilmiş, Ermeni Hırlakyan’ın evinde balo var. Fransız komutan Ermeni güzel kızı dansa davet eder. Kız kuledeki Türk bayrağını göstererek; “Bu bayrak indirilmeden sizinle dans edemem,” der. Komutan emir verir, bayrak indirilir, yerine Fransız bayrağı çekilir. 18 Kasım 1919 Cuma, Avukat Mehmet Ali Kısakürek, “Alemi İslam’a Davet “ beyannamesiyle halkı Fransız ve Ermenilere karşı isyana çağırır. Aynı gün Ulucami’den Rıdvan Hoca: ” Aziz cemaat, kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir millet hürriyetini kaybetmiş sayılır. Hürriyeti olmayan yerde Cuma namazı kılmak caiz değildir,” der ve namazı kıldırmaz. Sütçü İmam, Maraş 1919. Hamamdan çıkan kadınlara Ermeni ve Fransız askerler sarkıntılık eder. Bir asker bir kadının peçesini yırtar, kadınlar feryat ederek yardım ister. Sütçü İmam silahını çeker, askerlere ateş eder. Bir Ermeni er ağır yaralanır, sonra da ölür. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, 15 Mayıs 1919. Yunanlılar İzmir’e çıkartma yapmaya başladı. Ahmet Hulusi Efendi; “İşgal edilen memlekette halkın silaha sarılması bir dini görevdir. Ben fetva veriyorum, her ne pahasına olursa olsun Yunan’a karşı koymak gerekir. Hiçbir silahı olamayan bile yerden üç taş alıp düşmana atmaya mecburdur.” Börekçizade Mehmet Efendi, Ankara Müftüsü. M. Kemal ve arkadaşları Samsun’dan Ankara’ya geldi. Mali durumları durum sıfıra yakın, kahveye koyacak şekerleri bile yok. Hesapları tutan Mazhar Fuat Kansu, anlatıyor: Mustafa Kemal; Hele bir sabah olsun, Allah bize yardım edecek, diyor. Sabahleyin erkenden Ankara müftüsü Börekçioğlu yetişiyor. Durumu biliyor ama belli etmiyor, biraz şekerle 1000 lirayı masanın üzerine bırakarak çıkıyor. Karşılıklı Fetvalar İstanbul Fetvası (20 Nisan 1920) Halka Sevr anlaşmasının kabul ettirildiğini ispat edecek, özellikle İngilizlerin gönlünü yapacak baskılar artıyor. İstiklal mücadelesi veren Mustafa Kemal ve arkadaşlarını isyancı göstermek, katledilmelerinin caiz olduğuna dair bir fetva hazırlanır: “ Katledilmeleri gerekirse kitle halinde öldürülmeleri yasal bir zorunluluktur. Mustafa Kemal taraftarlarınca öldürülenler şehit, onlara katılanlar asidir.” Fetvayı padişahın emriyle Mustafa Sabri hazırladı, Şeyhülislam Dürrüzade es Se-yit Abdullah imzaladı ve çeşitli vasıtalarca Anadolu’ya dağıtıldı. Ankara Fetvası (22 Nisan 1920) İstanbul fetvasına Ankara müftülüğünce bir fetva hazırlandı. Mehmet Efendi’nin hazırladığı fetvada; “İstanbul işgal altındadır. Padişah zor durumdadır. İstanbul fetvası baskı altında yazdırılmıştır ve geçersizdir. Düşman baskısı altında yazılan fetvaya uyanlar haindir. Vatanın, milletin ve padişahın kurtarılması şarttır. Düşmanla birlikte hareket edenler vatan hainidir.” Beş müftü, dokuz müderris, bir medrese müdürü, altı din adamı, yirmi bir kişilik bir heyet; toplam elli beş kişi Ankara fetvasını imzaladı. Birine göre kahraman diğerine göre asi, Birine göre şehit, birine göre hain… Peki, doğrusu hangisi? Vatanı ve milletini kurtarmak için canını, maddi manevi her şeyini ortaya koyan mı? Düşmanla birlikte hareket edip vatanın bölünmesine hatta yok olmasına iştirak edenler mi? Karar sizin… Gerçek Din Adamlarına Örnekler: 1 Osmanlı Dönemi Ak Şemsettin Mevlana Hacı Bektaş ı Veli Süleyman Çelebi Mola Gurani Molla Feneri Zembilli Ahmet Efendi 2 Cumhuriyet Dönemi Mehmet Rıfat Börekçi Elmalılı Hamdi Yazar Mehmet Akif Ersoy Ahmet Hilmi Aksekili Süleyman Ateş Mehmet Nuri Yılmaz Ali Bardakçıoğlu Sütçü İmam Ahmet Hulusi Efendi Rıdvan Hoca Sahte Din Adamlarından Örnekler: Düşmanı yanıltmak için yoluna muska koymak Demir yolu yapılmaz kitapta yeri yok Okulda sıra ve kara tahta bulunması caiz değildir Cennette konuşulan dil Arapça ve Farsçadır Kadınla erkeğin aynı salonda oturması caiz değildir. Sahte Din Adamlarının Günümüzde Uzantıları Deve sidiği şifadır Kadınla tokalaşmak ateşi tutmak gibidir Okuma oranı arttıkça bana hurafeler basıyor En tehlikeli olanı üniversite mezunlarıdır Ben cahil kesimin ferasetine güveniyorum Günümüzde buna benzer olayları ve söylenenleri bizzat yaşıyor ve izliyoruz. Ancak bunları söyleyenlerin isimlerini yazmak tehlikeli sularda yüzmek gibidir. Artık hırsıza hırsız demek hırsızlıktan ağır bir suçtur. Sonuç Şimdi bu açıklamalardan sonra başa dönerek sorumuzu tekrar soralım. Hangi din adamları Atatürk’e karşı? Atatürk’ün sözlerinden özetler: Ey millet Allah birdir şanı büyüktür. Peygamberimiz Canab-ı Hak tarafından gönderilen Allah’ın elçisidir. Allah’ın koyduğu esaslar Kuran’daki naslardır. Bizim dinimiz son dindir. Gaye Kuran’ın kelimelerini tekrarlamak değil, onun manasını anlamak ve ona göre hareket etmektir. Atatürk gerçek din adamları için şöyle diyor: Din adamlarımız içinde milletimizin iftihar edebileceği din bilginlerimiz vardır. Din adamlarımıza saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır. Müslümanlıkta din adamları cemiyetin en üst adamlarındandır. Ben sahte din adamlarının düşmanıyım. Kolayca anlaşılacağı gibi Atatürk, Müslümanlığın gerçeklerine ve gerçek din adamlarına karşı değildir. O, yobazlığa, hurafeye, taassuba, dinin siyasete alet edilmesine, menfaat aracı olarak kullanılmasına, bu şekilde saf ve temiz insanlarımızı kandırarak Müslümanlığın esaslarına zarar verilmesine ve halkın cahil kalmasının teşvik edilmesine karşıydı. Şimdi sorumuzun cevabı kendiliğinden açıklanmış oluyor. Her dini nasihat eden, hutbe okuyan, vaaz veren din adamı kendine sormalı; ben hangi sınıf din adamıyım? Sahte din adamı mı, gerçek din adamı mı? Dinleyici olarak bizler de kendi kendimize söylenenlerden bir sonuç çıkarmalıyız. Bu hoca hangi sınıftan? Netice olarak Atatürk’ün ben onların düşmanıyım dediği sahte din adamları Atatürk’e karşı, Atatürk’ün saygı duyduğu din adamları Atatürk’e saygılı. Takdir sizlerindir.

  • TANIKLIĞA ŞİİR

    Öyle güzel güldü ki gözlerin bir fotoğrafın negatifi gibi kalacağından habersiz eridi sanki buz tutan yollar bir ömür gibi yaşandı günler sessiz ve sorgusuz giderken gülüşlerini bırakıp gözlerime kar taneleri incindi asılı kaldı havada sustum griye dönen günde kar tanelerinden çok sözcükler yağarken içimde tomurcuk mevsimi gelsin hele yağmura bırakacağım gülüşünü sonra bir tutamını alıp topraktan sonbahar rüzgarlarına bırakacağım tanıklık etsin kalana ve yitip gidene

  • Pazar Sohbeti

    Yalancı ve Sürgücüsü * İsmail Hakkı ÖZSARI * Öykü Osmanlı dönemine aittir. Anlatılana göre yalancıyla, sürgücü arkadaştırlar. Yalancı inanılması güç yalanlar söylermiş; sürgücü de bu yalanların doğruluğunu kanıtlamak için başka yalanlar atarmış. Yani yalancının yalanının üstüne sürgü çekermiş. Günün birinde yalancı İstanbul’un kenar mahalle kahvehanelerinden birine girer. Çayını kahvesini içer. Kahve sakinleri bu tanımadıkları adama “Hemşerim, hoş geldin, nerelisin, nereden gelip nereye gidiyorsun?” diye sorarlar. Yalancı da: “İstanbulluyum, Arabistan’daydım.” Kahvedekiler: “Arabistan’daydın öyle mi? Anlat bakalım orada ne var, ne yok?” Bizimki şöyle bir geri yaslanır. Kahve halkının dikkatini çekmek için gerinir. Sonra da konuşmaya başlar. “Hiiiç deniz yanıyordu” der. Kahvehane müdavimleri: “Ne, deniz mi yanıyordu? Yahu nerede görülmüş denizin yandığı. Hiç deniz yanar mı?” Yalancı: “İster inanın ister inanmayın yanıyordu.” Adam hesabını ödeyip gittiğinde semt sakinleri arkasından; “Amma da palavracı adam. Yalan söylüyor” diye konuşurlar. Bir hafta sonra aynı kahveye sürgücü uğrar. Aynı hoşbeş sırasında o da kendisinin Arabistan’dan geldiğini söyler. Bunun üzerine kahvedekiler o önceki adamın anlattıklarının doğru olup olmadığını sorarlar. Sürgücü de şu yanıtı verir: “Valla ben denizin yandığını görmedim. Ama arabalar dolusu kavrulmuş balık taşıyorlardı.” Böylece İstanbul’un o semtinde haftalarca denizin yandığı konuşulurmuş. Aradan zaman geçince bizim yalancıyla sürgücü bu kez başka bir kahvehaneye giderler. Yalancı, Arabistan da develerin uçtuğunu anlatır. Sürgücüye de bunun doğru olup olmadığı sorulduğunda, “Vallahi ben uçan deve görmedim. Ancak bir semer gördüm, gökten düştü diyorlardı.” Bu kez de haftalarca develerin uçtuğu konuşulurmuş. Bir gün yalancıyla sürgücüsü buluşurlar. Sürgücü yalancıya: “Yerde ne b.k yersen ye bir daha havaya çıkma. Yalanını kapatmak için göbeğim çatladı.” der. Eh ne diyelim. Kıssadan hisse… Yalancılara ve sürgücülerine ithaf olunur.

  • 2022’DE OKUDUĞUM KİTAPLAR

    Zeki Sarıhan * Kendi geleneğime uyarak, okuyucularıma da yararlı olacağını umarak 2022 yılında okuduğum kitapların listesini aşağıda veriyorum. Yıl boyunca 32 kitap okuyabildim. Bunların 27’si telif (yerli), yalnızca 4’ü çeviridir. Toplam sayfa sayıları 10.242, Ortalama 313 sayfa. 12’si bu yıl, yani 2002’de, 4’ü 2021’de, 3’ü 2020’de basılmıştır. Gerisinin basım yılları değişiktir. Türlerine gelince, yarısı, yani 15’i tarih, 4’ü anı, 2’si şiir, 2’si oyun, 2’si eğitimdir. Diğerleri çeşitli türlerdendir. 32 kitaptan 19’u yazarı tarafından adıma imzalıdır. 4’ü imzalı olmamakla birlikte yazarı tarafından gönderilmiştir. (Biri eşimin kitabı) Her yıl yaptığım bu liste kendi kendimi de sorgulamama vesile oluyor. 217’de 40, 218’de 50, 2019’da 43, 2020’de 31 kitap okumuştum. 2021’de de 35 kitap. Okuma faaliyetinde kitap sayısı kadar toplam sayfa sayısı da önemlidir. 2018’deki 13.478 sayfaya ulaşamasam da bu yıl okuduklarımın toplam sayfası son üç yıl okuduklarımdan fazladır. 2019’da 9.033, 2020’de 9.552, 2021’de ise 8.074 sayfa okumuştum. Bu yıl 10.250 sayfa. Bu yılki kitaplar 19 yayınevine dağılmış. 5’i Cumhuriyet gazetesi, 2’ü İş Bankası Kültür Yayınları, 2’si Tarih Vakfı, 2’si Yapı Kredi Yayınları tarafından, diğerleri başka başka yayınevleri tarafından yayımlanmıştır. Okuduklarım bana çok şey öğretti. Kuşkusuz hepsi aynı değerde değil. Eleştirdiklerim var. Beğendiklerimi ise yakınlarıma ve arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. Size de her yılsonlarında o yıl okuduğunuz kitapların kimliklerini paylaşmanızı öneririm. Sosyal medya için bundan daha yararlı konu mu olur? 2022’DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM 1. SAMSUN’DAN SONRA EN ZOR 19 AY (İşgal, İç Savaş, Diriliş), C. I, Alev Coşkun, İstanbul 2021, Cumhuriyet Kitaplar, 472 sayfa, imzalı. 2. KEMALİSTLER ÜLKESİNDE CUMHURİYET VE DİKTATÖRLÜK, TC’nin Hayatı Ve Eserleri, II, Melih Pekdemir, 2. Baskı, İstanbul 1999, 304 sayfa. 3. İZMİR 1919-1922, (Tanıklıklar), Pelin Böke, İstanbul, 2006, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 222 sayfa. 4. TÜRKİYE’DE EĞİTİMİN SON 100 YILI, Dr. Niyazi Altunya, Ankara, 2020, Eğitim-İş Yayını, 502 sayfa, imzalı. 5. KAYA KARTALI, Perihan Yalın Michels, anı, İstanbul, 2022, Artshop Yayınları, 151 sayfa. 6. ATATÜRK VE SOSYALİZM, Yıldırım Koç, İstanbul, 2022, Asya Şafak Yayınları, 111 sayfa. 7. TEK PARTİ DÖNEMİNDE AYDIN’DA CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMALARI, Günver Güneş, Mehmet Emin Elmacı, İzmir, 2013, Zeus Kitabevi, 282 sayfa, imzalı. 8. AYDIN HALKEVİ VE CUMHURİYETİN ONUNCU YILI ANISINA HAZIRLANAN AYDIN HALKEVİ BROŞÜRÜ, Günver Güneş, Aydın, 2021, Efeler Belediyesi Kültür Yayınları, 224 sayfa, imzalı. 9. BABA RESULDEN BUGÜNE BİR AİLENİN TARİHİ-İZLER, Mediha Selmanpakoğlu, Ankara 2022, Derlion Yayınları, 194 sayfa, imzalı. 10. GAZETECİ OLUNMAZ GAZETECİ DOĞULUR, Şinasi Nahit Berker, fıkra, Ankara, 1986, Gazeteciler Cemiyeti Yayını, 152 sayfa. 11. KEMALİSTLER ÜLKESİNDE CUMHURİYET VE DEMOKRASİ, 1, Melih Pekdemir, İstanbul, 1999, Su Yayınları, 396 sayfa. 12. ŞÜPHENİN TARİHİ-FELSEFEYE GİRİŞ, Sadık Usta, 2. Basılış, İstanbul, 2022, Epsilon Yayınları, 397 sayfa, imzalı. 13. BOLŞEVİZM İLE EMPERYALİZM ARASINDA TÜRKİYE (1918-1923), Bülent Gökay, Çev. Sermet Yalçın, İstanbul, 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 264 sayfa. 14. HASTALIK HASTASI, Moliére, Çev. İ. Hami Danişment, İstanbul, 2000, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, 111 sayfa. 15. EMPEDOKLES, Hölderlin, piyes, Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İstanbul, 2000, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, 160 sayfa. 16. TAŞ DEVRİNDEN BUGÜNE TARİHİMİZ-İNSANLIĞIN HİKÂYESİ, James C. Davis, Çeviren Barış Bıçakçı,19. Basım, İstanbul, 2022, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 478 sayfa. 17. BENDEN SONRA MUTLULUK, ŞİİR, Özdemir Asaf, Yapı Kredi Yayınlarında 17. Basım, İstanbul 2021, 278 sayfa. 18. KİRLİ AĞUSTOS, şiir, Edip Cansever, Yapı Kredi Yayınlarında 2. Basılış, İstanbul, 2021, 106 sayfa. 19. ÖNCE İSYAN, SONRA GÖÇ VE İSKÂN, Halil Özşavlı, Ankara, 2019, Atatürk Araştırma Merkezi, 342 sayfa. 20. CUMHURİYET VE ÇAĞDAŞ EĞİTİM (14 Yazar tarafından), Hazırlayan Ahmet Yıldız, İstanbul, 2022, Cumhuriyet Kitapları, 324 sayfa. 21. NASRETTİN HOCA İLE PATAGONYA BAŞBAKANI, mizah öyküleri, Ahmet Ali Bilgen, Ankara 2022, Dionisos Yayın Group, 249 sayfa. 22. KEMİK İNADI, ŞİİR, Asuman Susam, 3. Basım, İstanbul, 2020, Everest Yayınları, 89 sayfa. 23. MEİN KAMP-KAVGAM, Adolf Hitler, 2. Basım, İstanbul 2018, Mavi Çatı Yayınları, 659 sayfa. 24. SUNA KAN KEMANA ADANMIŞ BİR ÖMÜR, Meral Sayın, Ankara, 2022, kendi yayını, 152 sayfa, imzalı. 25. UZUNKOŞU, Anılar, Dr. Niyazi Altunya, İstanbul, 2022, Cumhuriyet Kitapları, 508 sayfa, imzalı. 26. KÖY ENSTİTÜLERİ DÜNYASINDAN HASAN ÂLİ YÜCEL’E MEKTUPLAR, Hazırlayan Canan Yücel Eronat, 4. Basım, İstanbul, 2020, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 135 sayfa. 27. ASYA TARİHİ, A. Zeki Velidi Togan,, Yayına hazırlayan İsen Büke Togan, 2. Basım, İstanbul 2022, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 206 sayfa. 28. ESKİŞEHİR’DE DEMOKRATİK ÖĞRETMEN ÖRGÜTLENMESİNDEN KESİTLER (1908-2020), İbrahim Gerede, Eskişehir 2021, 486 sayfa, imzalı. 29. BİR NESLİN DRAMI (Kafkas Cephesinde, Çarlık Rusyasından, Tutsaklıktan Anılar), Hüsamettin Tuğaç, 2. Baskı, İstanbul, 1975, Çağdaş Yayınları, 235 sayfa. 30. İSTANBUL HÜKÜMETLERİ VE MİLLÎ MÜCADELE V, BÜYÜK ZAFER, İyonya Niyetlerini Çökerten Muharebe (1921-1922), İstanbul, 2022, İş Bankası Kültür Yayınları, 223 sayfa. 31. BAŞKA BİR EĞİTİM HİKÂYESİ (Bireyin Gelişimi ve Doğa Etkileşimi Üzerine Sorgulamalar), Necla Kurul, Ankara 2019, Siyasal Kitabevi, 423 sayfa. 32. SAVUNMA KÜRSÜSÜNDE “Bir Siyasi Dava Avukatının Anıları”, Şenal Sarıhan, İstanbul, 2022, Literatür Yayınları, 418 sayfa. (27 Aralık 2022) Zekisarihan.com

  • YENİ YIL

    Fuat ÖZGEN * Ben seni kutladıkça Sen benden bir şeyler aldın. “Verdiğimi alırım.” dedin. Karşılıksız mı verdin? Nedir benimle derdin? Talih kuşu mu gönderdin? Pazarlık etmiş miydik? Verdiklerinle almakta olduklarını Ölçüp biçip oranladın mı? Acelen ne? Çok mu geç kaldın? Kaçtık, göçtük mü? Göçersem bir süre sonra Kalmayacak alacak bir şeyin. Ben mi eğlenirim? Sen mi eğlenirsin benimle.

  • GÖZ RANDEVUSU

    İki aydır göz polikliniğinden randevu alamıyor, ısrarla da hemen her gün uğraşıyordu randevu için! Cep telefonuna gelen bir bilgi mesajında “21.40 kadar randevu talebinde bulunmanız gerekmektedir,” yazmaktaydı… Salihli Devlet Hastanesi’nin dış cephesi, İstanbul’un eski apartmanları gibi beyazlı, mavili, kahverengi kuşaklı cam mozaiktir. Hastanenin ana girişinden itibaren, Kemeraltı’nın insan seli kalabalığı buraya taşınmış gibi, insan kaynamaktadır adeta: Eli sigaralı, ayağı lastik pabuçlu, terlikli, başı peştamallı veya özel şirketlerin hediye ettiği, sıcaktan rengi bozulmuş şapkalı adamları, çiçek desenli şalvarlı kadınları, eli tespihli, iki cümlesinden biri koymalı moymalı küfürlü şapkalı köylüleri, geceyi hastane bahçesinde bir bankın bir battaniyenin üstünde geçirenleri… Sırtını bir ağaca dayayıp yola yönünü çevirip günün hareketine kendini kaptıranları, çit bitkilerinin, lükstürümlerin, taflanların siperinde çocuğunu emziren anneleri… “De hadi gı, yoldan geçene şeyini, meyini gösterme, herkes her bir şeyini görüyo,” diyen maço erkeğini, ağlaşan çocukları, acısının ağırlığı ile ağlayan hasta yakınlarını, yürüyüşüne, konuşmasına başka vaziyet vermeye çalışanları, kendi ile problemi olanını, hastaneye, kahveye mi, nereye geldiğini bilmeyeni, hastanenin yön levhalarından bir anlam çıkaramayanı… Sonra evi ocağı olmayıp hastane bahçesinde kışlayanları, bastonuna dayanıp yürüyeni, bir gölgeye oturmayıp güneş yakıyor diye göğe doğru küfür savuranı, Allah vurdu, ha bi de sen vur deyip feleğe her bir şeye veryansın edeni… Memleketin insan manzaralarından bir kesit! Hastane koridoru çok kalabalıktı, koridorun dar olması nefesiz bırakıyordu insanı. Şehrin nüfusu artıkça, göç aldıkça, devletin hastanesi yetersiz kalınca bahçenin boş yerlerine barakadan ek binalar yapılmış, yaz günlerinde klimalar da yetersiz kalınca boğulacak gibi oluyordu insan. Ayağı aksayan adamın kapalı yerler, kalabalık ortamlar stresini artırınca bağırsaklarını harekete geçirirdi, sıkışan gazı boşaltmak için o ortamdan uzaklaşır, rahatlamaya çalışırdı. Çoktandır tıraş olmadığından sakalları uzamış, kaşıntıdan deliye dönüyordu, ağzını kapatan bıyıkları sigara içmekten sararmış, daha elli beş yaşında bakımsızlıktan kesici dişleri dökülmüş, yaz kış üstünden çıkarmadığı gri zemin üzerine siyah çizgili uzun kollu gömleği tozdan terden meşine dönmüştü. İçeride bunalınca acilin önündeki çam ağacına yaslanmış, düşünüp duruyordu. Göz randevusu için iki ay emek harcayan Mithat Bey, muayene için polikliniğin bulunduğu barakaya yöneldi. Baraka hastanenin önünde, Şüheda Caddesi’ne bakan bir bekçi kulübesi gibiydi. Alüminyum giriş kapısında “maskesiz girilmez,” ibaresini okuyan Mithat Bey, maskesini kontrol ederek, kapının kolunu peçete ile tutup açtı. Daracık koridor tıkış tıkış insan kaynamakta, nefes almak imkânsızdır. Altı ay önce “maske, mesafe, hijyen,” üçlemesi anılarda kalmış, kalabalık yazın sıcağı, ter kokusu, çeşit çeşit parfüm kokuları ile birleşince boğulacak gibi oluyordu insan. Ucuz, merdiven altı parfümler, on günlük, on beş günlük belki daha çok zamandır yıkanmayanlar… Ağır kokuya sinekler bile dayanamamış; bayılıp ölmüşler. MHRS den randevu alan Mithat Bey, soru soracak, bilgi alacak görevli, danışman bakındı; kimsecikler yoktu görünürde. Özel güvenlik, kendince, kimse ona bir şey dememişken, bir şeyler uydurup söylüyor; birileri sordukça o da kendini devlet hastanesinin sahibi gibi görüp yüksek perdeden boyuna konuşuyordu. “Konuşmayın, bir ağızdan, ne soracaksanız tek tek sorun; hiç medeniyet görmediniz mi siz,” diyordu. Randevusu saat on ’da olan bir vatandaş, on otuzda muayene olamayınca öfkeli öfkeli görevliye bir şeyler söylerken, bir taraftan tespih çekiyor, diğer yandan sesi daha iyi anlaşılsın diye taktığı siyah maskeyi indirip kaldırıyordu. Görevli bir şeyler anlatıyor, siyah maskeli, kara gözlüklü adam ikna olmuyor sesini daha da yükseltiyordu. “Ne o kardeşim, sıra almak için iki aydır uğraşıyorum, zor bela sıra alıyorum, şimdi de içeri almıyorsunuz; bu ne böyle, insan değil miyiz, yurttaş değil miyiz biz?” Güzel giyimli, yumuşak tınılı konuşmalı naif bir kadın, “Beyefendi koca devlet hastanesinde tek göz doktoru var, o zavallı ne yapsın, içeri giren hastanın durumu uzayabiliyor, biraz sonra aynı doktor ameliyata gidecek, aynı doktor, heyet hastalarına bakacak ne yapsın bu zavallım, biraz anlayışlı olmak lazım!” “İyi de abla bizim ne suçumuz var?” “Bu sıkıntıların sorumlusu ne doktorlar ne hemşireler ne de burada çalışanlar; sorumlu sistem diye getirdikleri sistemsizlik, bizleri özel hastanelere mahkûm ettiler!” Bir başkası, “Sen doktorlarının kıymetini bilmez, giderlerse gitsinler dersen, olanlar bize olur işte!” Ayakkabılarının ökçelerine basan güneş gözlüklü adam, “Haklısınız ben hiç bu açıdan düşünmemiştim; özür dilerim!” Doktor Esat’ın muayene hızına kendi bile yetişemiyor, üç beş dakikada bir hastayı muayene edip gönderiyordu. “Göz açıp kapayıncaya kadar,” deyimi hakikat oluyordu adeta. Bir hasta, bir sandalyeye oturur oturmaz, hemşire hanım, birtakım işlemler yapmaya başlarken, Doktor Esat, biyomikroskop denilen ışıklı cihazla hastanın gözlerinin içine bakıyordu. “Saat on bir dedi Doktor Esat, heyet hastalarını alacağım, kalanları da heyet bittikten sonra, hemşire Hanım, koridora çıkıp duyuru yapar mısınız?” “Tabi efendim, hemen!” “Lütfen dinler misiniz dedi hemşire Hanım, şimdi heyet hastalarını alacağız, kalanları da heyetten sonra randevusu olan, sıra numarası olanları muayene edeceğiz; lütfen sakince bekleyelim, muayene sırası gelenleri sıra ile alacağız, anlaşıldı mı?” “…” Kimseden bir ses çıkmadı, sadece bir uğultu anlaşılmaz seslerle homurtu yükseldi. Doktor Esat, heyet hastalarının hepsini aynı anda içeri almış, biyomikroskop dedikleri aletle hastaların gözlerine bakıp görülen bir şey olmadığına kani gelince sağlam olanlara sağlam, kusur gördüklerine harfleri, şekilleri gösterip göz kusuru olanlara etraflı bir muayene öneriyordu. Doktor Esat muayeneyi tamamladığında saat on iki olmuştur. Doktor Esat, bir şeyler yemek, bir bardak çay içmek, öteki insani ihtiyaçlarını gidermek için ara vermiştir çalışmalarına. Saat 13.30 dan itibaren göz ameliyatları başlayacaktır. Bugün dört göz ameliyatı olduğunu doktorla, hemşire konuşurken duyan Mithat Bey, içinden, “Yazık ya ne zor bunların işi, kimse doktorların kıymetini bilmiyor,” deyip için için üzülmüştür. Öğle arasında hastane bahçesinde insan seli: Hasta yakınları, hastalar, ziyaretçiler, dilenciler, fırsatçılar… Kimi çıkını açmış birlikte domat, biber, peynirle karnını doyurmaya çalışırken, kimi bir simitle tıkız olmasın diye de bir bardak çayla onu yemeye çalışırken, bir diğeri, beyaz ekmeğin içine domat koymuş iştahla yemeye çalışıyor, bazıları çam ağaçlarının gölgesine, çimlerin üstüne serdiği battaniyenin üstüne uzanmış, gökyüzünü seyre koyulmuş, kimileri de belli ki hastası ağır olanlar, kadın olsun, erkek olsun, ağlamaktan gözleri kızarmış, kimileri de acıyı içine gömmenin anlamsızlığıyla içini çeke ağlamaktadır. Hastane stres artırır ya kimileri de çareyi sigarda bulmuş, sigara üstüne sigara içmektedir… Gölgeye uzanmış kestiren sevimli büyüklü küçüklü köpekler, yediklerini benimle paylaşır mı diye bekleşen yalvaran gözlerle bakmakta bir şey yiyip içmekte olanlara… Hastane bahçesi, hastane koridoru sağlığının kıymetini bil diyen bir laboratuvar… Mithat Bey, bin bir uğraşla aldığı göz randevusunu iki dakikada bitirerek doktora görünmüş oldu. İki dakikada ne doktor onun gözünün rengini ne o doktorun gözünün rengini fark edemeden randevu hakikat olmuş oldu. Sağlıklı günlerde görüşmek dileğiyle…

  • KÖRLÜK

    Salgın Temalı Bir Distopya / "Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli üyelerinden, 1998 Nobel edebiyat ödülü sahibi José Saramago, edebiyat dünyasındaki şöhretini biraz da Körlük romanına borçludur. Saramago’nun sonraki romanlarında görülen temel yönelimler büyük oranda bu kitapta karşımıza çıkar. Körlük, araba kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün etik değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Koca şehirde körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Bu çarpıcı roman, büyülü gerçekçilik akımının bütün yönelimlerini içinde barındırması bakımından ayrıca önem taşır. Körlük olgusunu bir metafor olarak kullanan Saramago, basit imgelerle, sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun anlatımla, anlatıcı ile kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monoloğa dönüştürerek “liberal demokrasinin” insanları sürüklediği sağlıksız ortamı büyük bir ustalıkla anlatır bu kitabında. ESER ve YAZARI HAKKINDA Körlük, özgün adı Blindless adlı roman 1998 de Nobel Edebiyat Ödülünü de almış olan Portekizli yazar Jose Saramago' nun bir eseridir. Jose Saramago, bu romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı körlüğe benzeterek bulaşıcı körlük sembolü ile anlatmak istemiştir. Körlüğü bir metafor olarak kullanan yazar bu romanında insanların içinde hayvani duyguları ve insani erdemleri başarıyla yansıtmıştır. Roman pek çok dile çevrilmiş, yazarının Nobel Ödülü almasında büyük bir katkıda bulunmuş, bakmak ve görmek arasındaki farkı insanlara izah eden bu roman oldukça sevilmiştir. Romanda körleşme felaketine uğrayan insanların içine düştükleri durum Nazi toplama kamplarında yaşananların durumunu andıran bir yaklaşımla dile getirilmiştir. Körlük Romanı özgün adı Blindless ile sinemaya da uyarlanmıştır. Yönetmenliğini Fernando Meirelles’in yaptığı ( 25 Ağustos 2008 (São Paulo) ) filmin yapımcıları: Niv Fichman, Andrea Barata Ribeiro, Sonoko Sakai’dir. Filmde : Julianne Moore (Doktorun Karısı) Mark Ruffalo (Doctor), Don McKellar (Thief) Gael García Bernal (King of Ward Three) rollerini üstlenmişlerdir. KONUSU Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşiyor. Körlüğü, başvurduğu doktora ve doktorun karısı hariç herkese bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlâki değerleri yok etmeyi de başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. ROMANIN ÖZETİ Arabasının içinde yeşil ışığı bekleyen adam birdenbire kör olur. Adam korku ve çaresizlik içinde kalmıştır. Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız, ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor ve yanındaki tüm çalışanlar da kör olmuştur. Doktorun karısı hariç bu insanlarla temasa geçen her kes kör olmaya başlar. İktidar derhal çözümü bularak bu insanları akıl hastanesine kapatır.; Hastane görünümlü bu Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir. Tutsaklık günleri anonslarla başlar. Kimse dışarıya çıkmayacaktır. Özgürlük isteminin cezası ölümdür.. Günler geçerken körlük bütün ülkede yayılır. İlk başlarda her şey kontrol altında gibi görünse de, hastalık iktidarı da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün etik değerleri yok etmekte, insanlar , görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olmaktadır. Ancak iktidar "her şey kontrol altında" demektedir. Fakat hiç bir şey eskisi gibi değildir. Adı belirsiz bu ülkenin başkentinde seçim günü kimse oy vermeye gitmez, sonraki seçimde ise oyların yüzde 83 ü boş çıkmıştır. Bu durum bozguncu bir örgütün işi olduğunu düşünen hükümet sıkıyönetim ilan eder. Gerçekten de düzen ve demokrasi çıplak gerçeği saklamaya çalışmaktadır. Körler grubunu kurtuluşa doğru yönlendiren ve salgından etkilenmeyen tek kişi olan doktor ve karısı, körleri kurtarmaya çalışmaktadır. Hastane görünümlü bu yeni hapishanede sayı her geçen gün artmakta ve bireyler oto kontrolü yavaş yavaş kaybetmektedir. Çeteler kendi hükümdarlıklarını ilan etmeye çalışmakta ve zulüm ederek diğer körleri sömürmek istemektedir. Çeteler, ölümler, ve açlık sıradan hale gelmiştir. iletişim araçları baş döndürücü bir hızla gelişmekte iken İnsanlar onurlarını yitirmeye ve uyuşmaya başlamıştır. Zamanla doktor, karısı ve çevresindekilere karşı tavizler koparmakla işe başlayan, bir çete insanları gözlerini kırpmadan öldüren katiller şebekesi haline gelmiştir. Kör taklidi yaparak içerideki insanlara yardım etmeye çalışan Doktorun karısı baskı yapan çetenin liderinin boynunu parçalar. Bir insanı öldüren kadın bir insanın ne tamamen iyi ne de tamamen kötü olmayacağını düşünür. Karantina bölgesinde büyük bir yangın çıkar. Hastalar bu yangın sayesinde kurtulur. Artık ülkede gören kimse kalmamıştır. Karantinadan kurtulanlar hayatta kalmak için uğraş vermeye başlamıştır. Doktorun karısının gözlerinin görmesi, ve olaylar karşısındaki sakin duruşu sayesinde , ayakta kalmaya çalışmaktadırlar. Hastalar doktorun evine ulaşır. Eski kurallar hatırlanır ve yeni bir düzen kurulamaya çalışılır. Salgın bitmiş ve herkes tekrar görmeye başlamıştır. Doktorun karısı ise her an beklediği körlüğün artık kendisini bulduğuna inanır, ancak gördüğü herkes onu da görmektedir. * José Saramago Portekiz'in en tanınmış yazarlarından olan Jose Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde Azinhaga köyünde doğdu. Henüz üç yaşındayken, ailesi Lizbon'a taşındı. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükseköğrenim yapamayarak, başka işlere yönelmek zorunda kaldı; sağlık görevlisi, yayıncı, çevirmen, gazeteci olarak çalıştı. 1947 yılında ilk romanı olan “Terra do Pecado”yu yazdı. Oniki yıl boyunca bir yayınevinde yayın yönetmenliği ve “New Seara” dergisinde edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1972-1973 yıllarında “Daily Periodical of Lisbon”da siyasi makaleler yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği'nin yönetim kurulunda görev aldı. 1975 yılı Nisan ve Ekim ayları arasında “Daily one of Notice”de genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalıştı. 1976 yılından beri ise, yalnızca yapıtlarından gelen gelirlerle yaşamaktadır. Bir komünist olan Saramago, Antonio Salazar'ın diktatörlüğüne karşı mücadele etti ve ilk kitabını izleyen 18 yılda gazeteci olarak çalışırken, yalnızca seyahat ve şiir kitapları yazdı. Salazar rejimi 1974 yılında yıkıldıktan sonra tekrar roman yazmaya başladı. Eleştirmenler, Saramago'nun çalışmalarında, Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştırdığını belirtiyorlar. Saramago'nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan Memorial do Convento'dur. Opera olarak da sahnelenen bu yapıt, bireyler ve örgütlü din arasındaki savaşı inceleyerek, Saramago'nun otoriteye karşı uzun mücadelesini de yansıtıyordu. Fernando Pessoa'nın takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis'in Lizbon'a dönüp yaratıcısıyla karşılaşmasını konu alan O Ana da Morte de Ricardo Reis, 1984 yılında yayınlandı. Saramago'nun en ironik yapıtı sayılan Historia do Cerco de Lisboa da (1988) tarih üzerine kurulu bir denemedir. 1995 yılına ait Körlük, insan varoluşunun özü, tanrı ve şeytan hakkında bir romandır. 1997 yılında ise, sıradan bir memur olan Senhor José'nin çevresinde dönen bir roman olan Bütün İsimler yayınlandı. Bunların dışında yazar, The Manual of Painting and Calligraphy, Terra do Pecado gibi romanlara da imzasını atmıştır. Saramago'nun yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında özellikle romanlarıyla birçok ödüller almış olan Saramago'nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü'dür. Yapıtlarındaki hayalgücü, sevecenlik ve ironiyle anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlayarak çağımızın en önemli edebiyatçıları arasında yerini aldı. Saramago Türkçe'de Körlük, Umut Tarlaları, Bütün İsimler, Yitik Adanın Öyküsü gibi romanlarıyla tanınmaktadır.

  • Mehmet Rauf ve "Eylül" üzerine

    Ne zaman güz gelip de yapraklar bordoya boyansa; hani şu değeri pek anlaşılmamış, buram buram aşk ve hüzün kokan, tek eseri ile döneme ismini yazdırmayı başarmış yazarımız, Mehmet Rauf ‘un Eylül’ü gelir aklıma… İmkansızı istemenin, ruhsal bir çözümsüzlük içinde git-gel oluşturan zorluğu… ve aşk denen güçlü duygunun esareti altında çırpınan yaralı yüreğin seğirmesi… Mehmet Rauf kimdir? Kütahyalı Hafız Ahmet Efendinin oğlu olan Mehmet Rauf, İstanbul’da doğar. Soğuk Çeşme Askerî Rüştiyesinde, Mekteb-i Bahriyede okur. Henüz Mekteb-i Bahriyede öğrenciyken yazdığı öyküler, Servet-i Fünun’ da yayımlanmaya başlar. İngilizce ve Fransızca öğrenir. Deniz subayı olarak donanmaya girdikten sonra da yazmayı sürdürür. Donanmayla birlikte önce Girit'e sonra da Almanya'ya gönderilir. Servetifünun şair ve yazarlarından Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin ve Hüseyin Cahit'le tanışır. İngilizce ve Fransızca bilmesi, ona bu dillerin edebiyatlarını izleme ve tanıma olanağı vermiştir. Mekteb-i Bahriye’de öğrenci iken Halit Ziya’ya gönderdiği mektuplarla onunla tanışma fırsatı bulmuş ve bir çok yapıtını da onun sayesinde, gazete ve dergilerde yayınlatmış, sonrasında Servet-i Fünun şair ve yazarlar gurubuna katılmıştır. İlk evliliğini , 1901 de Ayşe Sermet Hanım’la yapmıştır. Ayşe hanım, Tevfik Fikret’in hala kızıdır. Ondan iki kızı olmuştur. Sonra ilk eşinden ayrılmadan Besime Hanım’la ikinci evliliğini yapmış, bundan da bir kızı olmuştur. Sonra Besime Hanım’dan ayrılarak Muazzez Hanım’la evlenmiştir. Birçok gönül serüvenleri yaşayan Mehmet Rauf’un öykü ve romanlarında kendi özel yaşamından güçlü izlere rastlamak mümkündür. Sanki yaşadıkları ve yaşamak istedikleri öykü ve roman olarak karşımıza çıkar. Romancılığı üzerinde, romantizm akımının ve Paul Bourget ile Halit Ziya Uşaklıgil’in etkileri görülen Mehmet Rauf, eserlerinin çoğunda kadın ve aşk konularını işlemiş, dilde ise anlaşılır olmaya özen göstererek oldukça yalın anlatmayı seçmiştir. Mehmet Rauf birçok romana imza atmasına karşın hiç biri Eylül kadar adından söz ettirememiştir. Mehmet Rauf ve “Eylül”… Evli bir kadın olan Suat’la kocası Süreyya’nın yakın akrabası Necip arasındaki olanaksız aşkın izdüşümü, kaleme ancak bu kadar duygulu ve içli alınabilirdi. Bir kadınla bir erkeğin; ruhsal çalkantılar içinde gidip gelen, kah karamsar, kah umutlu , kırılganlık ve melankoli iç içe girmiş platonik aşkını konu alan Mehmet Rauf, Eylül’de yaptığı ruhsal çözümlemelerle Türk edebiyatında bir ilke imza atmıştır. Sonbahar... Sarıya çalan yapraklarla beraber sararan umutlar ve heyecanlar...Yasak bir Aşk anlatılır Eylül'de, yasak olduğu kadar da temiz ve içten. Yaz mevsimiyle başlayan bir aşkın, sonbaharla birlikte solmaya başlaması ve ömür gibi bir son... Eylül… "Ey sonbahar bu... Artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylül'den daha ne beklenir. Eylül malum a hüzün ve matem ayıdır. O zaman Suad'da hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül... Bir kaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay; içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... Onun hayatı da böyle değil miydi? Son günlerin letafeti ile beraber, şimdi yine imkansızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla teessüf ederse, o da demin anlamamış, tahassür etmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bu gün tekrar yaz olmak emeli değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, "İşte benim eylülüm!" diyordu." Eylül bir Aşk romanıdır. Bazen soluk soluğa bazen hüzünle okuyacağınız bir Aşk. Roman karakterleri aşkları sebebiyle bir takım toplumsal irdelemelere girerler; aşk, erdem, yaşam, evlilik ve onun gerekleri sorgulanır. Günümüzde adına Aşk adı verilen sıradan ilişkilerden çok daha saf ve derin bir Aşk anlatılıyor Eylül'de. Sırf birbirlerini düşünen, dünyayı umursamayan bencilce yaşanan bir Aşk değil Suad ve Necib'in aşkı; Suad kocası Süreyya'yı da düşünür… Necib’se kuzeni Süreyya'yı da düşünür. İki aşık Süreyya uğruna kendi aşklarından vazgeçerler… Eylül, Türk edebiyat tarihinin önemli eserlerinden biridir, hem psikolojik hem de toplumsal incelemeler vardır romanda. Natüralist-gerçekçi akımın başarılı bir örneğidir. Heyecanlar, kıskançlıklar, umutlar, umutsuzluklar hüzün, gözyaşı…Ve aşk... olağanüstü içsel yolculuklar… Rauf’un Yazın Hayatı: Rauf’u ilk etkileyen Ahmet Mithat Efendi’dir. 16 yaşında okuduğu Halit Ziya’nın Nemide adlı romanı, onu pek çok yönden hayran bırakmıştır. Nemide romanını ve Halit Ziya’ya olan hayranlığı, ona Düşmüş adlı uzun öyküsünde esin kaynağı olmuştur. Resimli Gazete’de öyküler, Mektep Dergisi’nde mensur şiirler yayınladı. Garam-ı Şebab’ı, 1896’da İkdam Gazetesi’nde tefrika edildi. Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret, Cenab Şahabettin gibi kişilerle tanışma imkanı buldu. Bu kişiler gerek dil, gerekse konu itibarı ile Tanzimat şair ve ediplerinden farklıydılar. Mehmet Rauf da Servet-i Fünun gurubundan fazlaca etkilendi. Servet-i Fünun’da yayımlanan ilk yazısı, Uzaktan adlı küçük bir öyküdür. Bu gibi küçük öyküler dışında, Halit Ziya Hayatı ve Hususiyeti, Hayatı Muhayyen Muharriri, Tevfik Fikret Hayatı ve Hususiyeti gibi yazıları ile çağdaş yazarları değerlendirirken, Karmen ve Filalançi, Paul Baurget ve bir Cinayet-i aşk, Emile Zola’nın son romanı gibi eleştirileri ile bazı batılı yazarları da incelemiştir. 1901’de Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızcadan Türkçeye çevirdiği Edebiyat ve Hukuk adlı makalesi Fransız Devrimi’ni çağrıştırıyor gerekçesiyle dergi kapatıldı. Yazarlarına da yazım yasağı konuldu. 1908 Meşrutiyeti ile Rauf ‘da hızla gelişen basın yayın alanında yeniden çalışmaya başladı. Ancak artık amacı geçimini sağlamak olduğundan piyasaya dönük eserler vermeye başladı ve bu yüzden de eski yazım düzeyini hiç bir zaman tutturamadı. Mehmet Rauf’un tek yapıtlık bir deha olduğu da söylenebilir. Tanzimat sonrası yine kazanç kapısı olarak gördüğü tiyatro alanında da eserler verdi. Örneğin: Pençe, Cidal, İki Kuvvet, Yağmurdan Doluya...Gibi. Pek de başarılı olmadığı bu oyunlarında aşk çekişmeleri erkeklerin namus ve aşk arasında ki bocalamaları kocaların pişmanlıkları gibi temaları işledi. 1908’de Mehasin’i (güzellik) dergisini çıkardı. Bu dergide magazin konuları işlenmiş H. Ziya'nın Ferdi ve Şükara’sı uyarlandı. Eylül’de, romanda olduğu gibi bütün sanatlarda da başlıca temalardan biri olan yasak aşk teması işlenir. Eylül’de gidişat sacayağı şeklinde; karı-koca-aşık arasında geçiyor gözükse de, yazar romanında kocayı yani Süreyya’yı tamamlayıcı unsur olarak kullanmış, evli kadın Suad’la, Suad’a aşık genç olan Necib’in duygularını, düşüncelerini ön planda tutmuştur. Bu tema, başta Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su (yasak aşk) olmak üzere bir çok Servet-i Fünun yazarlarının işlediği temadır. Eylül’de önemli olaylar, entrikalar, büyük tutkular, cinayetler yoktur. Dahası Eylül’de olay da yoktur. Roman, ( Necib, Süreyya ile evli olan Suat’a aşık olur) biçiminde özetlenebilir. Bundan dolayı da, romanda olay betimlemeleri değil ruhsal çözümlemeler yer alır. Mehmet Rauf’a bu yüzden ruhsal ayrıntıların romancısı denilebilir. Roman boyunca Necip’in ikilemi anlatılır. Bu ikilem dramatik çatışma da yaratır. Necib, aile içi cinsel aşk diye nitelendirilebilecek bir şekilde, halasının oğlu Süreyya’nın karısı Suat’ı sevmektedir. Bu sevgi, başlangıçta bir hayranlık şeklinde başlamış, daha sonra aşka dönüşmüştür. Roman baş kahramanı Necib, bağımsız, savurgan, amaçsız bir yaşam sürdürmektedir. H.Ziya’ nın Aşk-ı Memnu romanındaki Behlül, Mai ve Siyah’taki Bekir Servet gibi, evliliğe pek sıcak bakmayan bir tiptir. Kadınlara karşı soğuktur. Ancak Suad, bütün düşüncelerini değiştirir Necib’in. Suad ve Necib arasında kaçınılmaz bir gönül yakınlaşması başlamıştır. Necip, bu aşkı sonuna değin götürmeye kalkışsa en sevdiği dostu Süreyya’ya ihanet etmiş; kendisini kocasının mutluluğuna adamış, belirli bir yaşamın insanı olmuş, dünyada en kutsal varlık diye yücelttiği Suad’ı kirletmiş olacaktı. Ama bağrına taş basarak sevdiği kadından vazgeçse, bu kez yine acı çekmek zorunda kalacaktır. Aralarında ki bu aşk, her ne kadar gizli bir aşk görüntüsü verse de, hiç bir zaman, Ahmet Cemil ve yasak aşkı, Behlül ve Bihter arasındaki aşk gibi yaşama geçirilmemiş, romanda aşkın başladığı noktadan sonuna dek gönüllerinde kalmıştır. Ayrıca, Suat ve Necib’in yakınlaşmasında, kocasının Suat’a ilgisizliği, karı koca arasındaki zevk uyuşmazlığı, dünya görüşleri arasındaki farklılıklar da etkili olmuştur. Nitekim, Suat’ın ve Necip’in müzik tutkusunun yanında Süreyya’nın müziğe kayıtsız kalması, Suat’ı ihmal etmesi, bu yasak aşkın en önemli başlangıç noktasıdır. Uygulamaya dönüşemeden tıkanma noktasına gelen olaylar, uyduruk, çok basit bir kazayla bağlanmıştır. Oysa, Suat ve Necip’e büyük ıstırap yaşatan bu aşk, yaşanılmadan bir ev yangınıyla sona ermiştir. Romanın böyle bağlanması, bir çok yazar tarafından romanın zayıf yanlarından biri olarak eleştirilmiştir. Romanda Süreyya karakteri ise; geçim sıkıntısı nedeni ile yazlığa çıkmadığı için bunalan, boğazda bir yalı tutulunca da kendisini denizle uğraşmaya veren, her şeyi pek fazla dert edinmeyen, bu nedenle karısı Suad’ı ihmal eden bir gençtir. Hiç bir kötü düşüncesi olmadığı için Necib’i ısrarla tuttukları yazlığa çağırarak günlerce konuk eder… Yapıtları Romanları: Eylül, Ferdâ-yı Garam, Genç Kız Kalbi, Karanfil ve Yasemin Böğürtlen, Define, Son Yıldız, Ceriha, Kan Damlası, Halâs, Yara. Öyküleri: İhtizâr, Son Emel, Kadın İsterse, Pervaneler Gibi. Tiyatroları: Pençe, Cidal, Yağmurdan Doluya, Sansar. Düz yazımsı şiirleri: Siyah İnciler.

  • DOĞAN KARDEŞ

    İSVİÇRE'nin Flims kasabasının hemen çıkışında, çıplak bir erkek çocuğu heykeli vardır. Meğer, iki elini dağlara doğru kaldırıp, haykıran bu çocuk heykelinin bana kadar uzanan bir hikayesi varmış. Sadece bana değil, benim kuşağımın bütün çocuklarına... Bir kitapta, bu çocuğun ‘‘İsyankar duruşla sonsuzluğa baktığı’’ yazılıdır. Şimdi okuyacağınız, işte bu çocuğun hikayesidir. * * * 10 Nisan 1939'da Flims kasabası, güzel bir bahar gününe hazırlanmaktadır. Alp Dağları'nın çiçekleri açmaya başlamış ve yine o kitapta dendiği gibi, ‘‘Karların beyazına renk bulaşmıştı’’. ‘‘Sunnehuesley’’ yatılı okulunun çocukları o gün her zamankinden daha neşelidirler. Çünkü paskalyadır ve okulları tatildedir. Okul müdürü o gün erkenden kalkmış ve yeni doğum yapmış karısına kır yürüyüşüne gelip gelmeyeceğini sormuştur. Karısı evde kalacağını söylemiştir. Okulda dünyanın çeşitli ülkelerinden çocuklar vardır. Paskalya gezisi işte bu keyifli anlarla başlar. Okuldan fazla uzaklaşmadan, kırlara yayılırlar ve piknik sepetlerindeki yiyecekleri yerler. Artık dönüş zamanı gelmiştir. Okulun müdürü önde atının üzerinde, çocuklar arkada dönüşe geçerler. * * * Felaketin ilk işaretini at hisseder. Müdürün atı, gaipten gelen bir işareti almış ve hafifçe şaha kalkmıştır. Ama bu bir an kadar kısa sürer ve at kişneyerek tam aksi istikamete doğru koşmaya başlar. İşte o an bütün çocuklar derinden gelen o meşum uğultuyu işitirler.Uğultu büyür, büyür ve bir anda her tarafı karanlığa çeviren bir kabusa dönüşür. Aynı anlarda kasabanın sakinleri de dışarı fırlamıştır. Çocuk olmayanlar, hayatları boyunca o felaketin hikayeleri, kabusları ile büyümüşlerdir. Her şey o anda bitmiştir. Dışarda kilisenin çaresiz çanları çalarken, orada o küçük pansiyonun üzerine ağır ve karanlık bir sessizlik çökmüştür. Bu tezat, büyük bir felaketin akıllarda kalan son saniyesidir. * * * Anadolu Ajansı'nın o gün gazetelere geçtiği Bern mahreçli haberde şu bilgi verilmektedir: ‘‘Flims-Grisons civarında kain Fidaz'da içinde 28 kişi bulunan bir çocuk pansiyonu dağdan kayan kayaların altında kalmıştır. Yaraları ağır ve hafif olmak üzere 11 kişi enkaz altından çıkarılmışsa da bunlardan beşi ölmüştür, 12 çocuk bulunamamıştır.’’ * * * O gün geç saatlerde İstanbul'da Gümüşsuyu'ndaki bir Köşk'ün kapısı çalınır. Kapıyı çalan postacıdır ve elinde bir telgraf vardır. Telgrafta yazan nota göre, İsviçre'deki bu kazada ailenin 10 yaşındaki çocukları da ölmüştür. Ölen çocuğun adı Doğan Taşkent'tir. Babası Kazım Taşkent, oğlunun da kendisi gibi Batı eğitimi almasını istemiş ve çocuğunu o okula göndermiştir. Annesi Ayşe Hanım bunu çok istemese de, son sözü otoriter baba söylemiştir. * * * Taşkentler Flims'e ulaştıklarında 19 kişinin öldüğünü öğrenirler. Ölenler arasında okul müdürünün geziye katılmayan eşi ve çocuğu da vardır. Okul müdürünü ise, bu felaketi hissedip kaçan atı kurtarmıştır. Ama Taşkentleri daha da acı bir sürpriz beklemektedir. Oğulları Doğan'ın cesedi bulunamamıştır. Kayıp beş cesetten biri oğullarınınkidir. Doğan Taşkent'in cesedi hiçbir zaman bulunamaz. O heykel, işte o kazada ölen bu çocukların anısına dikilmiştir. 10 Nisan 1939'dan beri o çocuğun ölüme karşı isyanını bir çığlık halinde Alplere taşır. Yankısını geri getirir. * * * 1950'li yıllarda İzmirli bir çocuğun başucunda iki kitap vardır. Biri ‘‘Kaşifler ve İcatlar Ansiklopedisi’’, öteki ise ‘‘Kon Tiki’’. Kitapların üzerinde şu yazılıdır: ‘‘Doğan Kardeş Yayınları.’’ İzmirli çocuğun yatağının altında da onlarca dergi bulunmaktadır. O dergilerin üzerinde de şu yazmaktadır: ‘‘Doğan Kardeş Dergisi...’’ O İzmirli çocuk bendim ve o yıllarda okuduğum dergilerin, okuduğum kitaplara adını veren bu ‘'Doğan Kardeş’'in kim olduğunu hiçbir zaman düşünmemiştim. * * * Şimdi artık biliyorum. O Doğan Kardeş, Flims kasabasında yıllardır Alp Dağları'na karşı isyanını haykıran Doğan Taşkent'miş. Yani o bedeni kayıp ruhun hoş sedası. Babası onun adına Doğan Kardeş Yayınları'nı kurmuş ve 1945'ten 1978'e kadar, benimki gibi kim bilir kaç nesle, Alplerden gelen yankıyı taşımış. Not: Ben bu hazin hikayeyi, Mine Söğüt'ün ‘‘Sevgili Doğan Kardeş’’ adlı kitabından öğrendim. *** Yazı BİRÇOK KAYNAKTA yer alıyorsa da ŞU KAYNAKTAN alıntıdır Ekleyen: Nesrin Erhan

  • YENİ YILA DAİR

    Bir yılı daha eskiterek uğurlamamıza üç beş gün kaldı. Gerçekte eskiyen ise yıl değil, takvim yaprakları oldu. Çünkü dileklerimizin hepsi havada kaldı. Covid-19 salgının ardından acılar ve hüzünle dolu geçen bir yıldan sonra karşıladığımız 2022 yılı da baş döndürücü olayların hızıyla akıp geçti. 2022 yılından en büyük dileğimiz salgınların, afetlerin, kadın cinayetlerinin, çocuk işçiliğinin, çocuk gelinlerin, istismarın, hayvanlara eziyetin ve savaşların bir daha olmamasıydı. Soyut dileklerimizin de anlamlı olmasının koşulları var oysaki. Beklendik ya da beklenmedik tüm hasarların, kötülüklerin, acı ve hüznün üretildiği koşullar var. Bu üretilen koşullar örgütlü ve politiktir. İnsana ve tüm bileşenleriyle doğaya yönelmiş kötülüğün sahipleri var. Bu azınlık sahipler, kendi mutluluğu için hepimizin mutluluğunu çalabiliyor. Bu yavuz hırsızlara karşı örgütlenip savaşmadan mutluluğa erişmemiz de pek mümkün olmayacaktır. Her tarihsel dönemin buhranları olmuştur, olacaktır da. Buhranlar bireysel düzlemde genellikle psiko-sosyal ardıllıdır. Bunlar hırs, duygusal erişememezlik, başarısızlık vs. biçiminde olmaktadır. Bu türden dönemlere tepkiyi estetik bir eleştiri olarak Louis Argon’unun “ Mutlu aşk yoktur” diyen dizelerinde duyumsarız belki de. Her dönem olabilen iç sıkıntılarımız zamanla azalıp sönümlenebilir özellikte olabiliyor. Toplumsal ve evrensel buhranlar ise çok büyük kitleleri uzun dönemler içinde etki altına alıyor. Hele ki bu buhran beslenen politik bir buhransa, bir bütün çağa mal oluyor. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın, savaşların ve afetlerin bile yarası bir şekilde sarılabiliyor. Yarası sarılamayan, açlığı, yoksulluğu da bastıran en büyük yıkım ise ‘adaletsizlik’ ile gelen kirli buhrandır. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, örgütlü kötülükten yana olmamakla suçlu ilan ediliyorsunuz. Ve sizi savunabilecek mekanizmanın olmadığını görüyorsunuz. Adaletsizlik, neredeyse adalete karşı en büyük güç olmuş durumda. İşte tam da bu zamanda yurttaşlık duruşu çok önem arz ediyor. İşte tam da böyle bir zamana tekrar sesleniyor Brecht “Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan." Şarkılarını söyleyebilenlerden hatta mırıldanabilenlerden dolayı yarına güven duyabildiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Her şeye rağmen bizim mahallelerde çok şeyler konuşuluyor. Ama buzu kırıp yolu açmak için “Aslolan değiştirmektir” diyen Marks’ın öngörüsünden hala çok uzakta konuşanlar. Bilim ve teknolojin baş döndüren gelişiminden dolayı yaşamın tüm argümanları meta odaklı bir hız içerisinde tüketilmektedir. Bu sürece de egemenler ‘Hız Çağı’ adını vermektedir. Hız: Sömürebildiğin her alanı her şeyi aşırı hızda sömürmek; ahlak-etik ve adalet kavram ve duygusunun yok edilişini fark edilmeyecek bir hızda tüketmekten öte bir şey değildir gerçekte. Fark edilmeyecek bir hız da kadın cinayetleri, çocuk işçiliği, çocuk gelinler ve her yönden yer yöne göçler, yoksulluk ve açlık tehdidini yok hızında unutma dönemi … Çok geriye gitmeyeceğim. Mütevazi bir şekilde yeni yıldan isteklerimi geçen yıl bu zamanlar aynı konu ile ilgili yazdıklarımdan paylaşacağım: “İnsanlık tarihi şüphesiz ki sayısını bilemeyeceğimiz çoklukta takvimlere başlangıç yapılacak olaylar yaşamıştır. İnsanlık tarihi her şeyden önce sınıfların tarihidir. Tarih boyunca süren kaos ve kavganın hep iki tarafı olmuştur: Ezenle ezilenlerin uzlaşmaz kavgası! Orta da olanlar yok mudur? Soruna yanıt: Hayır olmamıştır! Ortada olmak, seyirci olmaktır. Seyirci olmak ezenden, kötülükten yana olmaktır. Sekiz milyar insan nüfusunun küçük azınlıklar tarafından tepelenmesinin ardında biraz da bu gerçeklik yatar. Daha bir yıl önce bugün durağan toplumun ‘bireyleri’ olarak kırıntıları bırakılmış tüm beklentilerimizi, düşlerimizi, tozpembe hayallerimizi oturduğumuz yerden klavye ile sanal dünyaya havale etmiştik. Havalelerin çok büyük kısmı da boşlukta, konformizme uygun genişlikte yer bulamadığından çarpışarak, dağılıp birer birer yok oldular. Hayat bulan ve bulaşan kıymetli mesajların sahipleri de penceresiz bir metre kare yerlerde duymazlığa tıkıldılar ya da bilmem kaç km uzaktaki diyarlara yollandılar. Akıbetleri bilinmeyenler hala bilinmiyor. Bilinmeyenleri bilip bulunmayanların peşine takılarak yeniden heyecanlanabiliriz. Heyecanlanmada ciddiysek yol, iz sürerek kendimizi buluruz ve kendi olanlarla yeniden hayaller üretip yaşama sarılırız. İnsan olduğumuzu, onurlu bir canlı olduğumuzu hatırlarız bilgiye, bilime ulaşma becerisi gösterebildiğimizde. Bu diyalektik düşünce sistemi bizi bilinçli ve üreten cesaretle buluşturur. Ve sorgulama süreci başlar: Afetler doğal değildir! Savaş cinayettir! İşsizlik, yoksulluk kader değildir! Salgınlar doğanın talanı ve canlı türlerine uygulanan işkence ve soykırımla ilgilidir! Çocuk işçiliği sermayenin tercihidir! Zorunlu göçler ve sürgünler kapitalist emperyalizmin vahşeti ile ilgilidir! Kadın cinayetleri politiktir!Çocuk gelinler konusu politiktir! Tarımda zehirli kimyasallar hepimizi öldürür! HES’ler su kaynaklarını bitiriyor! Nükleer Santraller Savaş teknolojisi için kurulur! Siyanür altın dağıtmaz; toprağımızı, suyumuzu zehirler, öldürür! Yeniden bir yeni yıla girerken yeni yıldan ne istiyorsak onun da bizden istedikleri olacağını unutmayalım. İsteklerimizin peşinden koşacağız! Nazım ustanın dediği gibi “ Yaşamı ciddiye alacağız!” Alın terine uzanan kirli ellerle dost olmayacağız. Sadece kendi kanayan yaralarımızı değil, başkalarının da kanayan yaralarını göreceğiz ve kanayan neredeyse gidip el basacağız yarasına. Şarkıları susturulanlarla karanlığın orta yerinde sokaklara çıkıp şarkılar söyleyeceğiz: Aşka, barışa, emeğe, adalete, hürriyete ve umuda.” Yazımın son sözleri Nazım dizleriyle yeni yıl yıldızları gibi parlasın: ... Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet… Mutlu yıllar...

  • Tekerledim

    Ah şu yürek, Çat diye çatlayacak Orta yerinden ikiye. Bu koskoca kabusu Aklım oyun sanmalı. Onur, edep tü kaka! Sabi sübyan Çalgi çengi düğünde Kamil aklın uçurmuş, Suçlu bağırmış, Suçsuzun ödü yerlerde! Kadı kanmış işmara Dolmuş taşmış kumbara Zindanlara basılmış Söz söyleyen maskara

  • PAZAR SOHBETLERİ

    Kendini Bilmek / İsmail Hakkı ÖZSARI * İnsan arzularının sınırı yoktur. Zenginliğin sınırı yoktur. Sevginin sınırı yoktur. Hırsın sınırı yoktur. Yukarıda saydıklarıma daha birçoklarını ekleyebilirsiniz. Bütün bunların sınırı var mıdır? Yok mudur? Tartışılır. Kesin olarak bildiğim, bilginin sınırının olmadığıdır. Bir zamanlar ünlü düşünürün şu sözü “Bir şey biliyorum, O da hiçbir şey bilmediğimdir” bilginin sınırsızlığını ne güzel anlatıyor. Her şeyi bilmek olanaksızdır. Ama ne yazık ki her şeyi biliyor görünmek hastalığı da vardır. Bu hastalık; hastalıkların içinde insanı en çok sevimsiz kılan hastalıktır. Çevremize şöyle bir baktığımızda ne kadar çok insan görürüz bu hastalığa yakalanmış! Gereksiz yere büyüklük taslarlar. Kendilerini yukarılarda göstermek için başkalarını yerin dibine batırmaktan çekinmezler. Montaigne şöyle der: “Kendini olduğundan aşkın göstermek çoğu kez üstünlük duygusundan değil, budalalıktandır.” Bu tip insanlar ne yaptığının farkında olmayan düşüncesizlerdir. Bilgisiz, boş insanların bilgisizliklerinden kaynaklanan kişilik özelliklerini betimleyen (tasvir eden) ne güzel söylemler vardır Türkçemizde. “Boş başak dik durur”, “Boş teneke çok gürültü çıkarır”, “Boş çuval ayakta dik duramaz” vs. İnsan her şeyi bilemez. Önemli olan bilmediğini bilmektir. Bir şey sorulduğunda bilmiyorsanız; eveleyip gevelemenin anlamı yok. Doğrusu; bilmediğini yiğitçe söylemektir. Bazı insanlar da kendisinin ne kadar bilgili olup olmadığını başkalarının takdirine bıraksa ne olur ki… Sırası gelince konuşsalar -tabirimi mazur görün- “delik dondan çıkar” gibi her şeye maydanoz olmaya kalkmasalar kıyamet mi kopar? O zavallılar bilmezler ki, “İnsanı iki şey çileden çıkarır: Söylenecek yerde susmak, susulacak yerden söylemek.” Hiç kimseye de, kendini olduğundan az göster denemez. Çünkü böyle olması “alçak gönüllülükten çıkar, pısırıklığa korkaklığa girer.” Bilmeyenlerin koparttıkları gürültü karşısında; bilip de susmak topluma karşı yapılan en büyük kötülüklerdendir. Aksi halde miskin kediye kanat takarsınız. O da dünyadan serçelerin soyunu tüketir. Bunun içindir ki; büyüklenen, böbürlenen, dünyayı ben yarattım diyen insanlara meydanı boş bırakmamak gerekir. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru bildiğimizi çekinmeden korkusuzca söyleyebilmek en azından bu insanlık görevidir. Yoksa herkese mavi boncuk takmakla aslında insanlara kötülük yaparsınız. Bir de çok şey bildiği, başağını kısmen de olsa doldurduğu halde büyüklenenler vardır. Anlayacağınız ilim öğrenmişler ama insan olamamışlar. Yunus Emre’nin diliyle söyleyecek olursak: “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır.” Vezir olmuş ama adam olamamış oğlun öyküsünü hepiniz bilirsiniz. Tarihi incelediğimizde büyük adam diye nitelediğimiz insanların tümünün ortak özelliği alçak gönüllü oluşlarıdır. Ulu Önder Atatürk’e soruluyor: “Dünyanın gözünü kamaştıran Sakarya Zaferi’ni nasıl kazandınız?” Ata’nın yanıtı: “Zaferi Anadolu halkına borçluyuz.” Kendini herkesin üstünde gören, her şeyi biliyorum diyen, üstelik bilmediğini bilmeyen kişi tam bir beladır. Ondan insanlığa bir yarar gelmez.

  • Dilenci Balıklar Şehri

    -Şenol YAZICI'nın Gezi/Roman türünde yazılmış gençlik kitabı "Efsane"den..."- ... Urfa'ya girdikten sonra, arabamız kalenin eteklerinde, Balıklı Gölün kıyısında durdu. Rehberimiz bize kentin ve gölün tarihini anlatmaya başladı. Kale ve burçlarına dikili sütunlar gözüküyordu. Babama dikkatle bakıyordum. İnsan çocukluğunda hiç görmediği bir yerle ilgili bir düş görür ve aradan kırk yıl geçtikten sonra oraya ilk kez giderse neler hisseder acaba? Duygu ve düşüncelerini anlamıyordum ama gözlerinin içi parlıyordu. Keyifli olduğu belliydi. Annemin elini bırakıp babamın koluna girdim. -E, ne düşünüyorsun baba? Gülümsedi. Balıklı gölün içi çok kalabalıktı. Televizyonda, filmlerde gördüğümüz gibiydi. Yukarıdan aşağıya doğru bakan bir kalesi vardı. İçindeki tarihi camiler ve göl, kemerli taş yapılarla çevriliydi. Bu havaya bir de onca efsane ekleyin... -Söylenceyi tam olarak anlatsana baba. -Şimdi mi? Hadi önce gezelim. Babam mutlu olsun diye sormuştum. Aslında bütün efsaneyi okumuştum, hem de birkaç yerden. Gölün kıyısına ulaştığımızda suda bir şakırtı koptu, bir kaynama oldu. Binlerce balık ağızları açık bizi karşıladı. BU doymak nedir bilmeyen aç ordu ne yana yürürsek peşimizden son hızla büyük deniz dalgalarının sesiyle yüzüyorlardı. Arada bir kenarda satılan balık yemlerinden atıldığında, günlerdir aç kalmışçasına birbiri üstüne çıkarak yemleri kapışıyorlardı. Alabalığı andıran bu balıklardan kimse yemediğinden sınırsız sayıda çoğalmışlardı. Şimdi fazla geldikleri gölde birbirine sürtünmekten her bir yanları yara bere içinde kalmıştı. Öylece dolaştık durduk, babam kendi düşüyle gördüğü yer arasında benzerlikler kurmaya çalışıyordu: -Nemrut şu tepedeki mancınıklardan attırmış İbrahim'i aşağı. Buraya, şu gölün olduğu yere de ateşi yakmışlar. İbrahim düşünce ateş suya dönmüş, odunlar da balığa... O'nun atıldığını gören Ayn Zeliha adlı yakını da kendini aşağı atmış. O'nun düştüğü yerde de şu küçük göl oluşmuş. -Sonra ne oldu baba, İbrahim kurtulunca? -Çok uzun öykü. Şöyle söyleyeyim, İbrahim bütün peygamberlerin babası sayılır. Bizim peygamberimiz Muhammet bile O'nun soyundan gelir. Buradan kurtulunca önce Harran'a gitmiş. Yanında amcası Harran'ın oğlu olan Lut peygamber de varmış. Yolda akrabası Sara Hatunla evlenmiş. Ardından Halep ve sonra Filistin'e...Orada yaşayan Lut Kavimi azınca, Tanrı onları cezalandırmak için büyük bir felaket yaratıp hepsini yok etmiş. İbrahim de karısıyla Mısır'a gitmiş. O zamana değin hiç çocuğu olmayan İbrahim, Sara'nın izniyle Firavunun hediye ettiği Hacer adlı cariye ile evlenmiş. Ondan bir çocuğu olmuş, o zaman doksan yaşlarındaymış. Çok sonraları da yaşlı Sara'dan diğer oğulları İshak doğmuş. Sonra da , çocuğunu ve Hacer'i bu günkü Mekke'nin olduğu yere bırakıp gitmiş. Söylenceye göre, tamamen çöl olan yerde İsmail susuzluktan bunalır. Ayaklarını yere vurarak bu günkü zemzem suyunu çıkartır ve böylece kurtulurlar. Başlangıçta İbrahim Peygamber, ilerde bir çocuğum olursa onu Tanrıya kurban edeceğim diye söz vermiş. Günü gelince İsmail'i kurban etmek için geri dönmüş. Tanrı o zaman bir koç gönderip İsmail'i kurtarmış. Bugünkü kurban geleneği bu söylenceye dayandırılır. -İyi de baba, Harran nerde? Lut Gölü Filistin'de, Kâbe Arabistan'da? O dönemin koşullarında onca yeri nasıl dolaşmışlar, buna ömür yeter mi? -Çok uzun yaşadığı anlatılır, kimi söylencelere göre iki yüz yıl. -Peki Nemrut kim? -O devirde bu yörenin hükümdarı. -İbrahim'e niye kızmış? -İbrahim put tapan Nemrut'a karşı çıkmış, tek Tanrıyı savunmuş, putları kırmış. -İbrahim Müslüman mıymış yani? -Hayır ama tek Tanrıya inanıyor. Bu öyküler hemen hemen bütün kutsal kitaplarda aynen geçer. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa Beni İsrail Kavmindendir. Daha önemlisi Hz. Muhammet, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelir. Diğer peygamberlerin hepsi de, Sara'dan doğma İshak soyundan... Yani bu öykü insanlık tarihi kadar eski. İyice şaşırmıştım. Bütün insanlar kardeşti, hepsi aynı kaynaktan geliyordu. O zaman neden o kadar birbirinden nefret etmişler birbirini öldürmüşler yüzyıllarca? Bir binanın önündeydik. Peşimizden koşan balıklar geride kalmıştı. Duvara asılı bir levhada 'Hz. İbrahim Mağarası' yazıyordu. Kapısında bir gişe vardı ve biletle girilebiliyordu. -Burada mı yaşadı İbrahim? diye sordum babama. -Hayır. Bir söylentiye göre Nemrut, halkından bir çocuğun kendini öldüreceğini öğrenince bütün çocukları öldürmeye kalkar. İşte annesi o zaman İbrahim'i buraya saklar. Bir başka söylentiye göre de İbrahim'i yakmaya karar veren Nemrut O'nu buraya hapseder ve aç susuz bırakır. O zaman ortaya çıkan bir suyu içen İbrahim yaşamını sürdürür. Su hâlâ akıyor. -Çok etkileyici bir öykü, dedim, hiçbir unsuru da eksik değil. -Gücü nerede biliyor musun? dedi babam. Bu yöre binlerce yıl kavimlerin uğrak kapısı olmuş. Arabistan'a kadar olan yörede yaşayan milyonlarca insan var. Onlarla bir gelip geçen ırkların, inanışların, düşüncelerin ortaklaşa yarattığı müthiş öyküler bunlar. Binlerce yılda oluşmuş, kusuru olması olanaksız öyküler. Urfa bir ara, yani Hristiyan olduğu yüzyıllar boyunca Süryanilerin edebiyat merkezi olmuş. Kaleye çıkmak istedik. Tepenin altından burçlara değin tırmanan, parayla girilebilen bir tünel vardı. Tam girecektik ki yine nereden çıktığı belli olmayan yığınla çocuk çevremizi aldı. Yörenin tarihini anlatmak istiyorlardı. -Bunlarla uğraşılmaz, dedi babam, dönelim. -Son bir soru, dedim babama, Nemrut ne oldu? -Ne olacak bir sinek tarafından yok edildi. -Bir sinek mi? -Evet Tanrıya karşı gelince, Tanrı da ona ceza olarak bir sinek gönderdi. Sinek burnundan beynine girdi, kemirmeye başladı. Ağrısını kesmek, sineği öldürmek için başını keçe tokmaklarla dövdüren Nemrut deliriyordu. Sonunda bu işten bıkan adamlarından biri keçe külah yerine demir tokmak kullanınca ''vur ha'' ''vur ha'' diye bağıran Nemrut'u öldürdü. Böylece onun ''urha'' bağırışı da zamanla Urfa oldu. -İyi de baba sen eski adının Edassa olduğunu söylemiştin? -Dedim doğru da, o tarih, bilim. Bu ise halkın bilimi. Ben olsam halkın bilimini çok tartışmazdım. Hadi yemek yiyelim. Güler yüzlü insanların hizmet ettiği bir lokantada yemeğimizi yedik. Daha önce yaşadığımız deneyden dolayı yöresel yemeklere pek ilgi göstermiyorduk ama çok da iştah açıcıydılar. O güler yüze karşılık hesap oldukça yüklüydü. Yemek sonrası gelen çayların paralarını bile eklemişlerdi. Ardından çarşıyı gezdik. Esnaf gerçekten abartılı bir güler yüzlülükle müşteri peşindeydi. Bize rehberlik etmek isteyen birkaç kişinin elinden güçlükle kurtulduk. Grupla buluşacak olduğumuz yere gittik. Otobüse doluşup otele döndük. O arada Betül ablayla selamlaştık. Annesini de gördüm. Yüzü kara sarı bir renkteydi ve ağlar gibiydi. Annemin kulağına eğilip: -O kadın çok kötü hasta, dedim. Annem dönüp görmeye çalıştı. -Yedikleri dokunmuştur, dedi. Bize olduğu gibi...düzelir. Oysa korkunç bir olay bizi bekliyordu. ... EFSANE, Şenol YAZICI, Gençlik Roman, ADA KİTAP / ATP yayın dağıtım, CAĞALOĞLU , İSTANBUL, 2009 * Ekleyen: Zeliha Aydoğmuş 24.12.2021

  • Az Bilinen Yönleriyle Atatürk

    BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE Mustafa Kemal ATATÜRK[1] -Mustafa, Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal Atatürk- Mustafa’nın babası Ali Rıza efendinin dedeleri Konya Karaman’dan önce Vidine - Serez’e sonra Selanik’e göç ettiler. Ali Rıza 1839 da Selanik’te doğdu. Mustafa’nın annesi Zübeyde Hanım’ın dedeleri Konya Yörüklerindendi. Onlar da Anadolu’dan Selanik’e göç etmişlerdi. Zübeyde Hanım da 1857 de Selanik'te doğdu. Gerçek bir Yörük kızıdır. Annesi din eğitimi alması için Mustafa’yı medreseye göndermek isterken, babası zamana göre daha gerçekçi eğitim veren mahalledeki Şemsi Efendi okuluna gitmesini istiyordu. Mustafa’ysa medresedeki cahil hocalardan ders almak istemiyordu. Sonunda orta yol bulundu. Önce annenin isteğine uygun mahalledeki din eğitimine başladı. Küçük Mustafa birkaç yıl ancak dayanabildi, sonra usta bir manevra ile Şemsi Efendi okuluna geçti. Babasının ölümü üzerine Mustafa, annesi ile beraber Selanik yakınlarında Langaza’da dayısının çitliğine taşınmak zorunda kaldı. Mustafa’nın dayısının çiftliğindeki görevleri; inekleri otlatmak, koyunlara göz kulak olmak, ahırları temizlemek, kargaları kovalamaktı. Mustafa bu hayatı sevmedi. On bir yaşında Selanik’te teyzesinin yanında bir okula gönderildi. Dik başlı, inatçı ve kendini beğendiği için arkadaşları ile münasebetleri mesafeliydi, her an kavgaya hazırdı. Bir gün bir kavgaya karıştı, hocası Kaymak Havız onu dövdü, tekmeledi. Mustafa çılgına döndü, okuldan kaçtı, bir daha da dönmedi. Mustafa’nın hayali subay olmaktı, talih ona yardım etti annesinin müdahalesine fırsat vermeden Selanik’teki askeri okul sınavlarına girdi ve kazandı. Yerini bulmuştu. Arkadaşlarına ben sizin gibi olmayacağım, büyük adam olacağım diyordu. Başarılı bir öğrenciydi, özellikle matematikte çok başarılıydı. Matematik öğretmeni Mustafa: ”Senin adın Mustafa, benimki de Mustafa, senin adın bundan sonra Mustafa Kemal olsun, ” dedi. O artık Mustafa Kemal’di. (1896)[2] Mustafa Kemal, 1902 de harp okulundan teğmen olarak, 1905 de harp akademisinden kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu, 1911’de binbaşı, 1914’de yüzbaşı, 1915’de albay, 1916’da general oldu. 1919 da istifa etti. 1920 de TBMM başkanı oldu. 1921 Mareşal, 1922 de Başkomutan, 1923’de Cumhurbaşkanı oldu. 1938’de vefat etti. (1881 – 1896) Mustafa, ( 1896-1934) Mustafa Kemal, (1934- sonsuza kadar Mustafa Kemal ATATÜRK… Arıburnu: Mustafa Kemal’in Çanakkale Boğazı’nı korumakla görevli ordu ihtiyatı olan 19.ncu Tüm. Komutanlığına atandı, boğazın korunması konusunda ordu komutanı Liman Fonders’le aynı düşüncede değildi. Ordu komutanı, düşmana çıktıktan sonra taarruz edilmesini, M. Kemal ise çıkarma anında taarruz edilmesini savunuyordu. Arıburnu’na düşman çıkarması başlayınca ordu komutanı bunun tali taarruz olduğunu değerlendirerek, buraya bir tabur takviye gönderilmesini istedi. Mustafa Kemal bunun asıl taarruz olduğunu değerlendirdi, Tümenin en eğitimli alayını bir topçu bataryası ile takviye ederek bölgeye sevk etti 57. Alay, çıkan düşmana taarruz etti, onun ilerlemesini durdurdu. Koçaçimentepe: M. Kemal Conkbayırı’nda, Kocaçimentepe’de askerlerine kısa bir dinlenme verdi. Kendisi ileriye düşmanı görecek tepeye yaya olarak çıktı. Düşman tarafından kovalanan bir gözetleme postasına rastladı. -Neden kaçıyorsunuz? -Komutanım düşman… -Düşmandan kaçılmaz -Cephanemiz kalmadı. -Süngüleriniz var. Yüksek sesle” süngü tak, yat, ateş” emrini verdi. Düşman kısa bir şaşkınlık geçirdi, İstirahatteki askerler marş-marşla yetişti Düşmana hücum emri verdi. Kazanılan süre savaşın kaderini değiştirdi. Meşhur ”Ben size saldırıyı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum,” emri burada verildi. Bombasırtı: M. Kemal TBMM de konuşuyor: “Biz ferdi kahramanlıklarla meşgul değiliz, yalnız bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. ”Karşı siperler arasındaki mesafe sekiz metre ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbir kurtulmamacasına şehit düşüyor. İkinci siperdekiler hiçbir tereddüt göstermeden onların yerini alıyor. Ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkül.” Çaldağ: İnönü’nün Kur Başkanı Kur. Alb. Asım Gündüz anlatıyor: ” M. Kemal – İ. İnönü - F. Çakmak birlikte Çaldağ’ın tepesindeyiz. Muhafız taburu dahi cepheye sürülmüş, top sesleri Ankara’dan duyuluyor. Endişelendiğimizi gören M. Kemal: “Korkmayın onlar bizden daha zor durumda. Şimdi Papulos’a bir oyun oynama zamanı geldi.” Beni yanına çağırdı “Asım birliklerin ihtiyatları topla bana iki tümenlik bir kuvvet bul, bu bölgeden bir karşı taarruz yapacağım.” Gece Kazım Özalp a yapacağı taarruz planını izah etti. Sabahın erken saatlerin de birliklerimiz düşman mevzilerine yaklaşırken; M. Kemal elinde dürbün ufka bakıyor, Fevzi Paşa başı önünde Kur an okuyor, İsmet Paşa boynunda dürbün takılı olmasa düşecek. Ben gözlerimi Kemal’den ayırmıyorum.” Kazım Özalp komutasında yapılan bu beklenmeyen ani karşı taarruz Yunan komuta kademesini şaşkına cevirdi. Bu savaş 1699 Karlofça antlaşmasıyla başlayan geri çekilmenin durma noktasıdır. Mangaldağı: Sakarya savaşının en kritik günlerinde cephenin birçok yerinden mermi kalmadığı haberleri geliyor. Başkomutan, Mangaldağı’nda cephenin en ilerisinde, bir bölük komutanı gibi emir veriyor. ”Arkadaşlar düşman yorgun, tepeye tırmanırken birkaç atışla onu oyalayın. Süngü takmış birliklerinizi tepenin arkasına mevzilendirin, yorgun düşmana saldırın,” İşte cephane yokluğuna çare. Çığıltepe: Büyük taarruzun ikinci günü, şiddetli çatışmalar devam ediyor. M. Kemal 57. Tümen komutanı Alb. Reşat’tan Çiğiltepe’nin süratle temizlenme emrini verdi. Saat 10: 30’da telefonla; daha ne kadar sürecek, diye soruyor. Alb. Reşat: “Yarım saat içinde ele geçireceğiz.” Saat 11: 00’de tekrar arıyor. Telefonda Ütğm. Bozkurt ağlıyor: Verilen sürede Çiğiltepe’yi ele geçiremediği için Alb. Reşat’ın “Verdiğim sözü tutamadım “ diyerek intihar ettiğini anlatıyor M. Kemal’e. Saat 11: 30’da Çiğiltepe, 57. Tümence ele geçirildi. Kadın Hakları: 1916 M. Kemal Bitlis’te, cephe komutanı İzzettin Çalışları çağırır eline bir not verir. Notta “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınlarına haklarını vermektir,” yazıyordu. Peki, Sen Ne Olacaksın: M. Kemal kolağası iken bir akşam yemeğinde Nuri Çonkar’a “Savaştan sonra seni başbakan, Fethi’yi dışişleri bakanı yapacağım.” N. Çonkar: “Peki bilader sen ne olacaksın?” “ Seni başbakan, Fethi’yi Dışişleri bakanı yapacak bir makam sahibi olacağım.” Cumhuriyet: M. Kemal Temmuz 1919 da Erzurum da Mazhar Müfit Kansu’ya “Savaştan sonra cumhuriyeti kuracağız, ”der. Bu tarih de cumhuriyetin ne olduğunu halkın % 99 bilmiyordu. Başarının Sırrı: M. Kemal’e sorarlar “Başarınızın sırrı nedir?” “Çocukluğumda elime gecen iki kuruştan birini kitaba vermek.” “Liyakate ve ekip çalışmasına önem vermek.” “Önce, yapacağım işe muhtemel engelleri ortadan kaldırmak.” Boğazda İngiliz Donanması: 1919 karamsarlığa kapılanlara, M. Kemal “Geldikleri gibi giderler.” Bahtı Kara Maderini: Namık Kemal ”Düşman vatanın bağrına dayamış hançerini, yok mu kurtaracak bahtı kara maderini,” derken M. Kemal: “Düşman vatanın bağrına dayamış hançerini, vardır kurtaracak bahtı kara maderini, ” der. ANADOLU’YA GEÇİŞ: 19 Mayıs 1919dan önce İzmir henüz işgal edilmemiş, Osmanlı aydınları arayış içinde… Dr. Esat Paşa’nın evinde, aralarında Prof. Akçaroğlu, Yusuf Ferit, Refet Bele’nin de olduğu heyet toplanır. İstanbul’dan mücadelenin sürdürmenin mümkün olmayacağı, Anadolu’ya geçmek gerektiğine karar verilir. Peki, kim gidecek? Tekliflerini hazırlayıp Harbiye nazırına sunacaklar. Bir sonraki toplantıya kadar düşünmeye karar verirler. Bir sonraki toplantıda Refet Bey kimi buldunuz, diye sorar. Rauf Orbay: - Bizi kurtarır, ama sonra ondan nasıl kurtuluruz bilemem. - Kim? -Mustafa Kemal. Aday teklifi Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya sunulur, Nazım Paşa, M. Kemal’i çağırır. İngilizlerin Samsun bölgesinde Rumlara baskı yapıldığı hakkındaki tehdit içeren raporunu verir ve okumasını söyler. Ardından da; “Ben Sadrazamla konuştum oraya seni göndermeyi düşünüyoruz,” der. Mustafa Kemal: “Emriniz olur, yalnız memuriyetime bir şekil vermek lazım. İzin verirseniz Fevzi Paşa ile görüşerek size arz edelim.” Padişah fermanı ile sivil ve askeri makamları da emrine alma yetkisiyle 9. ordu müfettişliği görevini alarak İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. ERZURUM KONGRESİ: M. Kemal in tutuklanarak İstanbul a gönderilmek istenmesi üzerine, 26 yıl taşıdığı üniformasını çıkartı. O artık rütbesi, makamı, askeri olmayan bir vatandaştı. Rauf Orbay’la makam ve rütbenin önemi üzerine sohbet ediyorlar. İçeri Kur Bşk. Kazım Dirik girdi. ”Paşam siz askerlikten istifa ettiniz. Bundan sonra sizinle devam etme imkânım kalmadı, dosyaları kime teslim edeyim?” M. Kemal “Öyle mi efendim.” Rauf Orbay’a dönerek, ”Gördün mü, rütbe ve makamın önemini?” Haberci Kor. K. nı Kazım Karabekir’in geldiğini haber verir. Heyecan doruk noktasındadır. Zira Karabekir, padişahtan M. Kemal’i tutuklayıp İstanbul’a göndermesi ve görevini devir alması talimatı almıştı. Bunu da yapabilecek ordusu ve silahı vardır. Karabekir içeri girer, selam verir. ”Komutanım 15.Kor. emrinizdedir ,” der. Bu bir dönüm noktasıdır. Erzurum kongresine katılacak, ama kongre üyeleri önceden belirlendiği için sorun olacaktır. Erzurum üyeleri Kazım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu istifa ederek M. Kemal ve Rauf Orbay’ın üye olması sağlanır. Bu kez sivil elbise derdiyle karşılaşırlar. Validen bir takım elbise satın alarak sorunu çözerler. Erzurum kongresini temsil edecek komisyonun başkanı olarak Sivas’a gitti. Sivas’ta da kongre başkanlığına seçildi. Mustafa Kemal’in Pragmatikliği: M. Kemal fırsatçı değil, fırsatları değerlendirendi. · Dokuzuncu ordu müfettişliği teklif edildiğinde askeri ve mülkü makamları emrine aldı. · İstanbul da Meclis-i Mebusa’nın kapatılmasını fırsat bilerek. Ankara’da TBMM’ni açtı. · BM. tarafından İstanbul hükümetiyle TBMM’ni birlikte konferansa davet edilmesini fırsat bilerek bir devletin iki hükümeti olmaz diyerek Saltanatı kaldırdı. · Yeni Hükümet kurulmasında ki bunalıma çare olarak cumhuriyeti ilan etti. · Son halife Abdülmecit’in, padişahlığa özenmesini değerlendirerek, halifeliği kaldırdı. · Ülkelerin İkinci Dünya savaşı telaşından yararlanarak Hatay’ı ilhak etti Mustafa Kemal Kimdir? -Derne’de gözünden yararlandığında tedavi için cepheden ayrılmayandır. -Ordudan istifa etmesine rağmen Amasya-Erzurum - Sivas kongrelerini düzenleyendir. -Çanakkale’de birliğin önünde düşmanı gözetle-yen, kamçımı indirince taarruza geçin diyendir. -Çonkbayırı’nda “Size taarruzu değil ölümü emrediyorum, “ diye savaşın kaderini değiştirendir. -Mangaldağı’nda ”Merminiz yoksa süngünüz var,” diye, yokluğa çare bulandır. -Eskişehir-Kütahya bozgunu üzerine sorumluluğu alarak, orduyu Sakarya doğusuna çekendir. -Çaldağı’nda ümitlerin yok olduğu bir zamanda. Bütün riski alarak düşmanı durdurandır. -Büyük taarruzda, savaşın en kritik anında cephenin en önünde Kocatepe’de olandır. Kimler Ne Dedi? .-İng. Başbakanı Loyd George :”Ne yapalım yüz yıllar nadir olarak dahi yetiştirir. O büyük dâhiyi yüz yılımızda Türk milleti yetiştirdi. Şu talihsizliğe bakın büyük Türk’ü tarih bizim karşımıza çıkardı” -ABD. Başkanı 2000 Yılı Milenyum: ”Milenyumun hiç şüphe yok ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olmayı başarmıştır. -Pakistanlı M. Ali Cinnah: “ATATÜRK bütün dünya için; özellikle Müslüman ülkeler için iyi bir örnektir.” -Yunan Başbakanı Venizelos: “M. Kemal çok büyük bir adam. Bu kadar engin düşünceli, devlet yönetiminde bu derece bilgi sahibi bir generale hayatım boyunca hiç rastlamadım.” -Alman W. Beobachter: “ATATÜRK Türkiye’yi tek düşmanı olmadan bırakmıştır. Bu zamanımız da hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır.” -İranlı Şair Tahran Gazetesinde: “Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” -UNESCO Tarihinde ilk ve tek olarak 152 ülkenin oybirliği ile Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılını bütün ülkelerde kutlanmasına karar verilen asrın devlet adamıdır. -İsmet İnönü: ATATÜRK; Bulunduğu toplumda ümitsizlik ve kötümserliği yok eder. Kudret, ümit ve neşeyi çevresine aşılayan bir liderdir. -Celal Bayar; ATATÜRK, seni sevmek milli ibadetti. -M. Fevzi Çakmak; Atatürk’ün hayran olduğum meziyetlerinden biri, daima ilerisini düşünmek, nerede duracağı bilmek, memleket yolundaki işlere hakim olmaktır. Cemal Gürsel; ATATÜRK, dinamik bir ruhtur. Ona tutunan olduğu yerde kalmaz. -Emin Yalman; Türk milletinin birleştirici, inkılapçı, gelişme çabalarının sarsılmaz desteği Atatürk’ün ilkelerine sarılmakla mümkündür. -Piyami Safa; Bizler onun gövdesine tapan bir putperest değiliz. Onun ölmez eserine ve ilkelerine bağlı bir şuuruz. -Hüseyi Cahit Yalçın; Türk milletine öyle bir nefse güven, öyle bir azim ve irade yarattı ki hiç bir tehlike karşısında göz kırpmıyoruz. Bu cesur atılgan ruhu ülkeye aşılayan Atatürk’tür. İlknur Güntürkün; Soruyorum sizlere: Bir insan hayatında ya askerdir, devlet adamıdır, ekonomisttir, sanatçıdır, tarihçidir, edebiyatçıdır, tiyatrocudur siyasetçidir, budur şudur bir şeydir. Bunların hepsi olan dünyada tek lider Atatürk’tür. Bir konferansta Norveçli bir hanım bana “Çözümü zor bir konuyla karşılaştığımızda Norveç’te sık sık kullandığımız bir deyim vardır. ”Bir de ATATÜRK gibi düşün…” deriz. Erzurum Kongre Öncesi: İngiliz Lord Curzon M. Kemal’i ziyarete geldi. -İşittiğime göre yarın kongre yapacakmışsınız. Hükümetim böyle bir kongrenin açılmasına müsaade etmez. M. Kemal; gayet sakin; -Kongre toplamak için sizden ve hükümetinizden müsaade istemedik. Böyle bir müsaade mevzu bahis değil. Kapıyı göstererek “Mülakatımız bitmiştir” dedi. Medrese Talebeleri: Bütün Türk halkı maddi ve manevi varlığı ile Büyük Taarruz’a hazırlanıyor. Din eğitimi bahanesiyle medreselere kapağı atan 30-40 yaşındaki insanların en büyük korkusu askere alınmaktı. M. Kemal haber vermeden bir medreseye gitti. Kıdemli sarıklılardan biri saygı ve övgüden sonra M. Kemal’e, medrese hoca ve öğrencilerinin askere alınmamasını istedi. M. Kemal kendini zor tutuyordu. ”Memleket ateş içinde harp ediyor, istiklal ve mevcudiyetini kurtarmaya çalışıyor siz burada aslan gibi gençleri Arap lisanı ile vakit geçiriyorsunuz” (Memlekette beş bin civarında medrese vardı.) Diyanet İşleri Başkanlığı: Din işlerini bir çatı altında toplamak üzere 3 Mart 1924 de diyanet işleri başkanlığı kuruldu. Dini meseleler cami, mescit yönetimi, müftü, imam, müezzin kayyumlar, tayın ve aziller bu teşkilata bağlandı. Bakara Süresi 288’nci Ayet: M. Kemal devletin şeklini belirlemek için toplum her kesimi ile toplantılar yapıyor. Sıra mollalara, şeyhlere, hocalara gelmişti. M. Kemal toplantıya davet ettiği din adamlarına bir haber göndererek.” Toplantımıza bir temel oluşturmak üzere katılacakların Bakara süresinin 288’nci ayetine kadar okumalarını rica ederim.” Toplantı da okuyanların el kaldırmasını istedi, katılanların büyük çoğunluğu el kaldırdı.” Hâlbuki Bakara süresi 286 ayetti, 288’nci ayet yok. Osmanlıdan Alınan Miras: Nüfus 13 milyon civarında, 11 milyon köyde yaşıyor, 40 bin köy var, 38 bininde okul yok. Frengi, verem, tifüs, tifo salgını var. Memlekette 337 doktor, 60 eczacı, 4 hemşire,136 ebe var. Tiyatro, sinema, müzik, resim, heykel, spor yok. Kullanılacak bina 115 bin, hasarlı 12 bin, sadece 4 fabrika var. Elektrik sadece İstanbul, İzmir, Tarsus’ta var. Kişi başına gelir 45 dolar. Demir yollarının bir metresi bize ait değil. Tüm liselerde sadece 230 kız öğrenci var. İlk Cumhurbaşkanından- İlk Başbakana; Cumhuriyetin ilanından bir gün sonra, M. Kemal’den İnönü’ye “Bize geri bırakılmış, hastalıklı, borçlu bir vatan kaldı, yoksul ve esir milletlere örnek olacağız” Not Defteri: (Okuyacağınız satırlar Atatürk’ün elyazısı ile tuttuğu not defterinden alınmıştır) -Türk Milleti: Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Türk Olarak Yaşamak:-Benim hayatta en büyük onurum, servetim Türk olarak yaşamaktır. -Ordu: Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam asker yoktur. -Askeri Harekât: Askeri harekât, siyasi faaliyetlerin umutsuzluğa düştüğü anda başlar. -Kadınlar: Şuna kani olmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. -Anadolu Kadını: Dünyanın hiçbir yerinde, milletinde Anadolu köylü kadın fevkinde kadın yoktur. -İktisat: Kazanılan zaferler ne kadar büyük olursa olsun, iktisatla taçlandırılmazsa devamlı olamaz. Malını Mülkünü Millete Bağışladığı Vasiyetinin Eleştirilmesi Üzerine; - Mal ve Mülk: Bana ağırlık veriyor onları asıl sahibine bağışlamaktan ferahlık duyuyorum - Eğitim: Eğitim, bir milleti ya hür bağımsız yapar ya da milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder. -Din: ALLAH birdir şanı büyüktür. Hz. Muhammet Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. -Kur’an: Ana konu hepimizin malumudur ki şanı büyük olan Kur’an’daki esaslardır. -Allah’ın Vahyi: Allah’ın vahyine uygun oldukça her din doğrudur. -Akıl Mantık: Hangi şey ki akla mantığa halkın menfaatlerine uygundur, o bizim dinimize uygundur. Nutuk: Mustafa Kemal TBMM’de ”Millete hesap vermenin vazifem olduğu kanısındayım,” diyerek; 15 – 20 Ekim 1927 tarihleri arasında, TBMM’de, 19 Mayıs 1919’dan başlayarak, 20 Ekim 1927’e kadar gecen sürede yaptıklarını bizzat kaleme aldığı belgelerle yaklaşık 1000 sayfa, 6 günde, günde 6 saat konuşarak, toplam 36 saat 33 dakikada tamamladığı sunumdur. Sonradan Söylev ya da Nutuk adıyla kitaplaştırılmıştır. Sözlerini, gençliğe hitabesi ve “Ne Mutlu Türküm Diyene ”cümlesi ile bitirir. [1] “ Bu metin yazarın hazırladığı, Atatürk’ün hayatının çok bilinmeyen yönlerinin özetlendiği “Az bilinen yönleri ile Mustafa Kemal Atatürk” kitabının özeti olarak, bir konferans veya sunumda kullanılmak üzere kaleme alınmıştır." [2]Mustafa Kemal’in hayat merdivenlerini nasıl çıktığını merak edenler, Hamza Bektaş’ın ”Az Bilinen Yönleriyle Mustafa Kemal ATATÜRK” kitabının 100 -106’ncı sayfalarına bakabilir.

  • Elsa ve Louis Aragon

    Siyasal eylemci ve komünizm yanlısı şair olarak bilinen, romancı, şair ve deneme yazarı Louis Aragon 3 Ekim 1897 de Paris de doğar. Önceleri Dadaizm akımının öncüleri arasında sayılan şair, sonradan Bréton, Soupaux ile birlikte 20. Yüzyılın en önemli şiir akımı olan Sürrealizm'in kurucularından biri olur. Edebiyatın hemen her türünde yazan ve Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri diye bilinen Aragon’un altmış bir eseri yayımlanır. Bir burjuva ailenin oğlu olan Aragon, iyi bir öğrenim görür. Edebiyat çalışmalarına tıp fakültesinde okurken başlar ama tıp eğitimini tamamlamaz. Birinci Dünya Savaşının son yıllarında silah altına alınır. Savaştan dönen Aragon dönemin edebiyat çevresinin içinde bulur kendini ve ilk şiir kitabı olan Sevinç Ateşi’ni 1920 yılında çıkarır. Ardından yayınladığı Anicet ya da Panaroma adlı uzun hikayesi onun eşsiz hayal gücünü ve derin şiir duygusunu açıkça ortaya koyar ve edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırır. 1896 yılında Moskova'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Elsa Kagan'ın annesi müzik öğretmeni, babası ise avukattır. Kız kardeşiyle birlikte çok iyi bir eğitim gören Elsa mükemmel Almanca ve İngilizce konuşup piyano çalar, ayrıca Moskova Mimarlık Akademisini de bitirerek iç mimar olur. Şiiri çok seven Elsa 1915 yılında şair Vladimir Mayakovsky ile tanışır, şaire aşık olur ve ondan etkilenir ama Mayakovski Elsa’yı değil kız kardeşini seçer ne yazık ki… Elsa, 1918'de Rus İç Savaşı sırasında bir Fransız süvari subayı olan Andre Triolet ile evlenip Fransa'ya göç eder. Ancak Triolet ile yaptığı evliliğinde mutlu olamaz. Mayakovsky'nin ve diğer Rus şairlerinin şiirlerini Fransızcaya çevirerek vaktini geçiren Elsa daha sonra Triolet'den boşanır. Elsa 1920 yılında Tahiti'ye yaptığı seyahati, mektuplarıyla arkadaşı Victor Shklovsky'ye anlatır. O da mektupları Maksim Gorki'ye gösterir. Yazıları beğenen Gorki mektupların sahibinin yazarlığı düşünmesi gerektiğini söyler ve Elsa’nın böylece başlayan yazı hayatı, 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü kazanmasıyla devam eder. Elsa Triolet bu ödülü kazanan ilk kadın yazar olur. Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince Camın kırılan yerindeki maviliğini de Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan'ım Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın Gözleri, Elsa'nın gözleri, Elsa'nın gözleri. İlk eşinden 1920 yılında ayrılan Elsa artık Paris’te yaşamaya başlar ve 1928 yılında, tanıştıklarından sonra geri kalan yaşamı boyunca hep kendisi için şiirler yazacak olan, Louis Aragon ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, özellikle Aragon Elsa’nın gözlerine vurulur. 1939 yılında evlenen bu iki güzel insan, Fransız yurt severlerinin Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca yapmış olduğu direniş hareketi sırasında, Fransa’nın güneyinde kimliklerini gizleyerek etkin bir şekilde mücadeleye katılırlar. Pek çok edebiyatçının otellerde yaşadığı 2. Dünya Savaşı yıllarında Paris’in küçük otelleri de birçok entelektüeli barındırıyordu. İşte o günlerde artık bir efsane olan Elsa Triolet ile Louis Aragon’un aşkı da çoğunlukla Montparnasse’daki Istria otelinde yaşayan bir efsaneye döner. Louis Aragon, bu süre içinde yazdığı yurtsever şiirlerle dünyaca ün kazanır. Öyle ki bu yapıtlarından dolayı, büyük şaire Komünist Partisi üyesi olmasına rağmen, resmi askeri madalya bile verilir. Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandır artık ve Elsa için yazdığı şiirleri herkes tarafından okunur, sevilir ve ezberlenir… 1951 yılında Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’ya bahçeli bir ev armağan etmek ister. Hayli varlıklı bir dostları olan fotoğrafçı Bresson’dan altı hektarlık bir ormanın içindeki eski bir su değirmenini satın alır. Değirmeni, yaşanacak bir ev olarak düzenleyen iç mimar ise Elsa olur. Ünlü ressam Picasso, Pablo Neruda, Paul Eluard, Jean Richard Bloch, bu evin sürekli konukları olurlar. Abidin Dino ve Nazım Hikmet de zaman zaman bu eve konuk olanlar arasındadır. 16 Haziran 1970 günü Elsa, Aragon’un dediği gibi, o yağmur renkli gözlerini bir daha açmamak üzere kapatır ve vasiyet ettiği gibi değirmenin bahçesine gömülür. Yüreği bu büyük ayrılık acısıyla yanan Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’sına şu dizelerle seslenir: “Nerdesin gecemin zevki / Yok oluveren kaçağım / Sultanım eğrelti saçlım / Ey gözleri yağmur rengi…” Elsa’nın 1970 yılında kalp krizi geçirerek aniden ölümünden sonra Aragon için Paris yakınlarındaki o güzel değirmenli bahçede özlem dolu, hüzünlü, zor günler başlar. Elsa’ya özlemi her geçen gün artan Aragon bir gün ona ait hatıralar bulabilmek için çekmeceleri karıştırırken bir mektup bulur. O mektupta Elsa’nın birlikte olduğu ve olmayı düşündüğü kalabalık bir sevgililer listesini görünce tüm dünyası yıkılır. Elsa’nın belki de bir nemfomani hastası olduğunu gösteren notunda şunlar yazmaktadır: “Herkes beni sevsin...Bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum...” Aragon’un bundan sonra mutlu olması mümkün olmaz. Fakat o yine de “ölüler savunmasızdır, kitaplarımız bizi savunacak” diyerek yücelik gösterir ve bu acıya 24 Aralık 1982 tarihinde ölünceye kadar katlanır. Öldüğünde vasiyet ettiği gibi sevdiği kadın Elsa’nın yanına gömülür. Şimdi mutlu mu mutsuz mu olduklarını bilemediğimiz o iki insan, o bahçeli evde yan yana yatmaktadırlar. Ne Gelir Elimden Bak nasıl oyulmuşum unutuluşla Oyulup çizilip kırışıp delik deşik olmuşum unutuşla Yok artık bildiğim tek şey kendimden Cehennemim senin cehennemin Üstünde yara izlerinden başka damga yok Senin acı çektiğin yerde Bıçak derin iz açtı bende Çentik çentik oldum Senin acı çektiğin yerde Yalnız senin çektiğin acıyla dolu bütün belleğim Yalnız seninle kanıyor bütün belleğim İşte ezik içinde dizlerinin dibinde senin Louis Aragon (Çeviren: Sait Maden)

  • The Big Friendly Giant Steven Spielberg

    Çocuklar ve içindeki çocuğu yaşatanlar için hoş bir film... 10 yaşındaki yetim Sophie (Ruby Barnhill), bir dev tarafından kaçırıldığında ömrünün sonunun geldiğini düşünür, nitekim devler çocukları yemeleriyle ünlüdür. Ancak bu dev diğerlerinden çok farklıdır, çocukları yemediği gibi son derece iyiliksever biridir ve kendini İyi Kalpli Koca Adam (Big Friendly Giant) olarak adlandırmaktadır. Yalnızlığını paylaşmak için yanında kalmasını istediği Sophie ile dev, her geçen gün daha fazla birbirine yakınlaşırken elbette çocuk yiyen devlerin de gözü Sophie'ye kayacaktır. Sophie ve dev, İngiltere kraliçesinden yardım istemek için heyecan dolu bir yolculuğa atılacaktır. Fantastik çocuk romanlarıyla tanınan Roald Dahl'ın 1982'de yazdığı The BFG romanının senaryo uyarlamasını, daha önce bir başka Spielberg filmi E.T.'nin senaryosuna imza atan ve 2015'te aramızdan ayrılan Melissa Mathison yaptı. Orijinal İsmi: The Big Friendly Giant Vizyon Tarihi: 30 Haziran 2016 Süre: 115dk Tür: Aile , Fantastik Yönetmen: Steven Spielberg Senarist: Melissa Mathison Yapımı: 2016 - ABD , İngiltere Oyuncular : Mark Rylance, Ruby Barnhill, Penelope Wilton, Jemaine Clement

  • MEVSİMLERDE YAPRAKLAR

    Geçtiğim bahçelerde İlgimi çeker yapraklar Baharda çıplaklıktan bıkan ağaçlar Hızla örtünmeye başlar Yeşilin her tonunda Coşar yapraklar Yer kapar, güneş toplar Bahçeyi kaplar Yazın meyveleri saklar Çiçekleri taclar Serinletir, kucaklar Sonbaharda renk cümbüşü başlar Yeşil sarıdan kızıla, kahverengiye Ve elveda Rüzgârın şarkısıyla Nazlanarak, incitmeden Başıma iner Değişik ağaçlardan Yumuşak, renkli bir halıya döner Yerde Kışın soğuğa, sertliğe karşın Tüm renkler yok olur Tek yeşilde birleşir İnsan moral bulur

  • ÖĞRETMEN(!) ATALAY BOLLUK

    “Bir de öğretmen olacaksın, Allah senin belanı versin, ahlaksız adamsın sen, öğretmenlerin yüz karası, sen nasıl bir insansın, sen hangi kasıkta yattın, seni bir ana doğurmamış mı, senin anan kadın değil mi, senin kız kardeşin yok mu? Allah senin gibileri yedi kat yerin altına gark etsin!” Hayriye Hanım ve iki sırdaşı, can arkadaşı Atalay Bolluk’u taşa tutmuşlardı. Bir yandan taşları atıyor, bir taraftan da ilendikçe ileniyorlardı. Üç kadın, gündüzden yığdıkları taşları yağmur gibi yağdırıyordu Atalay Bolluk’un başına. Onun eve gidiş gelişlerini iyice bellemişler, bu akşam onun taşla kafasını ezip bir kaşık kanını içeceklerdi. “Senin ölümün elimizden olacak diyordu Hayriye Kadın, seni yaşatırsam Dimit Gavır’ın kızı olayım, sen sabaha çıkamayacaksın, inşallah abdestlisindir, cenabet menabet gitmezsin!” Hayriye Hanım bunları derken yavaş yavaş yağmakta olan yağmur şiddetini artırmış, öfkeli kadınların attığı taşlarla bir olmuş Atalay Bolluk’u kafadan gözden ediyordu. Başını, vücuduna her bir yerine isabet eden taşların açtığı yaralar yağmur sularıyla yıkanıyor, gündüz olsa her yanın kırmızıya boyandığı görülebilirdi… Yere düşen damlalar, belediyenin seçim asfaltını delik deşik etmekle kalmıyor, ziftini alıp götürüyordu. Yağmurun başlamasıyla evlerine çekilen mahalleli Atalay Bolluk’un yardımına koşamıyordu. Bir taraftan yağmur damlaları kırbaç gibi şaklarken yüzüne, diğer yandan üç kadının attığı taşlar yağmur damları ile yarışırcasına yağıyordu Atalay Bolluk’un üstüne. Atalay Bolluk kan revan içinde kalmıştı, “ben bir şey yapmadım, benim suçum yok,” dese de kimi inandıracaktı ki, günlerdir onu takip etmişler, her şeyi gözleriyle görmüşlerdi. Ne zaman yorulurlarsa o zaman bitecekti taş yağmuru… Yağmur damları belediyenin seçim yatırımı yoluna şaklarken, arda arda patlayan gök gürültüsüyle her yer maviye kesmişti, Mavili’ye selam edercesine. Yağmurun yağış temposu, Hayriye Hanımla arkadaşlarının taşlama hızını belirlemiş, Öğretmen Atalay Bolluk, başına, yüzüne, gözüne her yanına isabet eden taşların acısıyla hareketsiz yerde yatarken, Hayriye Hanım ve iki arkadaşının öfkesi azalacağına artıyordu. Öfke artıkça taşları daha cini gelesiye fırlatıyor, şiddeti artan taş, isabet ettiği yerde yalım çıkarıyor, Atalay Bolluk’a isabet etmişse delip geçiyordu nerdeyse. Atalay Bolluk, Denizli’nin mahalli konuşmasından kopamamış, avam bir dil kullanırken öğretmenlerin kültür dili kullanma standardının dışında kalmış, taşralı biri haline gelmiş bu durum tercih midir, ya da ben buyum diyen bir kibir midir, o sorunun yanıtını kimse bilemez. Kalabalık bir ailenin çocuğu olan Atalay Bolluk’un köyünün toprakları tarım yapmaya müsait olmadığından köydeki okullu sayısı ülke ortalamasının çok üstündedir. Milli eğitim ve sağlık sisteminde Atalay Bolluk’un köyünden çok kimse vardır. Atalay Bolluk, uzun boyludur, spor giyime tutkundur, altı ayda bir Kemeraltı’nda tanıdığı, ona göre kalite elbiseler satan bir öğrenci velisi bulmuş, ondan maliyetine elbiseler alır, hatta kendine acındırıp meccani aldığı da çok olmuştur. O, öğrenci velilerinin ne iş yaptıklarının çetelesini tutar, bir gün ihtiyaç olacakları belirler, tez zamanda iletişime geçip işine yarayacakları alır bir kenara koyardı. Öğrencilere babanız çalışıyor, ben annenizi çağırım deyip yol yapmayı da iyi bilirdi Atalay Bolluk! Okula çağırdığı velilere şirinlikler yapar, kantinden çayı eliyle alır, “buyurun efendim, güzel bayanlara hizmet etmek, vatana hizmet etmektir, yarınlara hizmet etmektir,” deyip onunla ilgisi olmayan kavramları da kullanmaktan geri durmazdı. “Şeker kullanır mısınız efendim, ben çayı şekersiz içerim der, hiç lüzumu yokken, “benim insülin direncine, glisemik indekse dikkat etmem lazım derdi. Şeker hastasıyım demez, bilerek, isteyerek anlamını bilemediği bu tıbbi terimleri kullanır ki, gören, duyan çok şey biliyor desin öğretmenimiz. Her şeyi fırsata çevirmeyi bilen tipik bir şark kurnazıdır Atalay Bolluk! Çalıştığı okulun yemek servisi edilen bölümüne geçer, eline kepçeyi alır, yemekleri karıştırır, damak zevkine uygun yemek varsa Şef Ali Rıza Efendiye, “şundan iki porsiyon verirsen yerim, yoksa eve gider, karımın pişirdiğine talim ederim, derdi. Eşine bile milletin içinde “karım,” demekten hiç gocunmazdı. Atalay Bolluk, bakımlı kadınlara özel bir yakınlık duyar, şebeklik derecesine varan şirinlikler yapmaktan geri kalmazdı. Bazen harımı yararcasına ağzına girecek kadar sokulurdu. Onun bu vaziyetini gören arkadaşları yerin dibine girerlerdi nerdeyse. Müdür Yardımcısı Yüksel Hanım, Müdüre Hanım’a durumu betimleme ustalığı ile anlatır, Müdür Melahat, Atalay Bolluk’u kaç sefer buna istinaden çağırmış, dikkatli, bir öğretmene yakışır şekilde hareket etmesi konusunda uyarmıştır. O da, “Yok Müdürüm, öyle olur mu, yalan söylüyorlar, ben çok iyi bir öğretmenim ya, çekemeyenler uyduruyor, inanın bana, sizi sıkıntıya sokacak hiçbir şey yapmam ben!” Yalakalıkta sınır yoktu Atalay Bolluk için, bütün idarecilere şirinlik yapardı. Şirinlik sözcüğünü sık kullansak da Atalay Bolluk’la bütünleşmiş bir tanımlamadır “şirinlik yapmak!” Amirine “müdürüm,” der, demesine de arkasından dedikodunun alasını yapmaktan geri durmazdı. Duruşu muruşu olmayan riyakâr biridir. O hiçbir idareci ile zıtlaşmaz, her sabah “Günaydın Yüksel Hanımcığım, Günaydın Müdürüm,” bir isteğiniz var mı, diye vıcık vıcık kokan reveranslar yapmaktan geri kalmazdı. Atalay Bolluk, kentin sosyolojik yapısına uygun konumlandırıp muhalif cenahta yer almış, güya bu doğrultuda siyaset yapmaktan hiç imtina etmemiştir. İyi öğretmendir, a tipi öğretmendir, reklam pazarlama konusunda kimse eline su mu dökemez onun! Şehrin ekâbirleri çocuklarını onun okutması için yarış içine girerdi kayıt kuyut zamanı. O, kayıt zamanı çocuğu okula çağırır, bir iki çizgi çalışması yaptırır, beğendiklerini kendine alır, kasım ayı gelmeden şehirde “Atalay Bolluk’un çocukları okumaya başlamış, derdi işsiz güçsüz okulu mesken tutmuş veliler, anneler. O anneler gözlemlerini günlerde de paylaşınca Atalay Bolluk adı efsaneleşir giderdi böylelikle. Hem öyle bir anlatırlar ki, yanına yan, kıçına çan takıp da öyle anlatırlar. “Atalay Bolluk çok çalışkan bir öğretmendir, Atalay Bolluk, çok başarılı bir öğretmendir, Atalay Bolluk çok iyi bir öğretmendir…” Efsane Atalay Bolluk adı ilçe sınırlarını aşmış vilayete kadar yayılmıştır. Çocuk sahibi olmak isteyenler, onun birinci sınıfları okutacağı yıla göre doğumu planlarlardı… Atalay Bolluk, bakımlı kadınları, özgür ruhlu kadınlara bayılır, onlara “şirinlik” yapmada da sınırı yoktur. “Bugün çok güzelsiniz efendim, bu bluz çok yakışmış, kırmızı renk güzelliğinize güzellik katıyor, bu kolyeyi yeni mi aldınız, ilk defa görüyorum…” Anadolu’da bir tabir vardır, “her kuşun eti yenmez,” Hayriye Hanım, Bakkal Mahmut Efendi’nin ikinci eşidir. Yaşça kendinden hayli küçüktür. Hali vakti yerinde diye köyde yakınları bu işin olmasını sağlayıp Bakkal Mahmut Efendi’nin ikinci sefer evlenmesine yardımcı olmuşlardır… Üstünde titredikleri küçük kızları Kübra bir yana dünya bir yanadır. Mahmut Efendi’nin iki yıllık eşi Münire’yi kötü hastalıktan kaybedince Tokat Zile’nin köyünde oturan dayı kızı Hayriye ile evlenmiş. Hayriye yönü batıya dönük bir köylü kızıdır. Tez zamanda şehre uyum sağlamış, kafasına uyan arkadaşlar edinmiş, günlerde bile boy göstermeye başlamıştır. Arkası arkasına doğum yapan Hayriye Hanım, çocuklarının başarılı birer öğrenci olması için okulla iletişimini sıkı tutmuş, hemen her gün okula gitmiştir. Küçük kızı Kübra ikinci sınıfta okumaktadır, okula gittiğinde onu bir güzel yedirir içirir, o teneffüste arkadaşları ile oynarken bir an bile gözünü üstünden ayırmazdı. Eli işte, gözü oynaşta Atalay Bolluk, Hayriye Hanım’ı görünce kafasında fanteziler kurmaya başlamıştır çoktan. O geri çekilmeyi hiçbir zaman içine sindiremediğinden, Hayriye Hanım’ın, “lütfen, lütfen,” diyen uyarılarını aldırmayıp saksak bir çamur gibi yapışmıştır kadına. “Yapma der Hayriye Hanım, çoluk çocuk sahibiyim, evli barklıyım, lütfen,” der. Hayriye Hanım’ın lütfen diyen uyarıları sinek vızıltısı gibi bile gelmez Atalay Bolluk’a, içindeki şeytan, sahip olma ihtirası aklının çok önünedir. O yapma dedikçe, azıtmış, bu durum reddedilmekle birleşince iştahı kabardıkça kabarmıştır. “Bir öğle yemeğine ne dersiniz, aslında sizinle baş başa bir akşam yemeği yemek çok daha muhteşem olur; fakat…” Canına tak demiştir, bir sefer oturup onunla adamakıllı bir konuşup esaslı bir uyarı yapmaya karar verir. “Bir sefer yiyeceğiz, başka da istemeyeceksiniz, söz mü?” “Söz bir sefer, başka bir şey demeyeceğim, söz!” “Bak, bir daha rahatsız edersen, olacakları ben düşünemiyorum, sen iyi düşün, ayağını ona göre davran!” Anadolu tabirleri hayatın imbiğinden, süzülüp gelmiş, kıssalardır. Ondan hisse çıkarmayı bilmeyenler sünger beyinlilerdir. Demezler mi, köpek bok yemekten geçer mi, ne ederseniz edin, o köpek o boku yiyecektir. Atalay Bolluk da yine yemek davetlerine devam eder, arada kimse görmeden kırmızı gül vermeler… Hayriye Hanım, elin günün arından, korktuğundan kimse görmeden gülü alıp çantasının içine atar. Artık ona uyku durak yoktur, bir türlü uyuyamaz, kocasına nasıl söyleyecek, nasıl açıklayacaktır, kocası, başkalarına değil de neden sana derse, ne cevap verecektir. Anadolu coğrafyasında sürü ile deyim, her vaka için muhakkak bir özlü söz vardır. Ne demişler, işte “… … kuyruk sallamazsa…” Bu deyimin Hayriye Hanım için hiçbir hakikat yanı yokken, kime ne diyebilirdi, başkasına değil de neden sana? O gece yağmur, sabaha kadar bütün şiddetiyle yağar. Kimse evinden dışarı çıkıp çok mu yağıyor, az mı yağıyor diye merak bile etmez. Ara ara gök gürültüsü ile çakan şimşek, mahalleyi maviye çevirir. Mahalleli evine kapanmış dışarının yağmur şakırtıları, gök gürültüleri sanki korkutmuştur onları. Sabahın alaca karanlığı yavaş yavaş aydınlığa dönerken, yağan yağmurla yıkanan ağaçlar, yapraklar, yollar, çatılar taze bir başlangıcın müjdecisi olarak karşınızdadır. Toprak kokusu, ilaçtır, sevgi dolu ruhlara. “Öyle deme derdi, Fatma Hanım, sen öyle dersen, toprak da sen de bana koktun,” dermiş. Senin toprağa kokman demek, eli kılıçlı Azraillin kapında bitmesi demektir. … Eli yüzü kan revan içinde baygın olarak kalan Atalay Bolluk, epeyce kalır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, “etrafı şöyle bir kolaçan edeyim,” diye görev mahallini dolaşmaya çıkan Bekçi Murtaza’nın ayağı bir şeye takılınca düşer. Cebindeki çakmağı çıkarıp çakan Murtaza, yerde kanlar içinde birinin yattığını görünce korkar, neden sonra kendini toparlayıp 112’yi arar. … Atalay Bolluk, yoğun bakım ünitesinde on gün yatar. Kendine geldiğinde ifadesini almaya gelen polislere, “hiçbir şey hatırlamadığını, kimseyi tanımadığını, kimseden de şikâyetçi olmadığını söyleyerek, lütfen beni rahatsız etmeyin, hiçbir şey hatırlamıyorum, hatırlasam bile hiçbir şey söylemeyeceğim; lütfen diyorum bakın, lütfen!” ... Aslında herkes, her şeyi öğrenmiştir, efsane öğretmenleri Atalay Bolluk’un yaptıkları ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılmıştır. Onun bu leke ile çalışması artık imkansızdır, uzun süreli bir sağlık raporu alır. Efsane Öğretmen Atalay Bolluk(!) mesleğinden, herkesten, her şeyden soğumuştur. Emekli olmaya karar vermiştir. Çocuğunu okuttuğu İlçe Eğitim Müdürü Abdüllatif Bey’in yardımı ile emekli işlemleri çabuklaştırılarak emekli olmuştur. O, yediği bir temiz dayak, lekelenmiş bir hayatla alıp başını gider. Kimse onun nereye gittiğine dair en küçük bir bilgi sahibi değildir… Her efsane böyle olmaz tabi, ne yapalım bizim Efsane Öğretmenimiz böyle çıktı(!)

bottom of page