top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • MENDOS

    Mustafa TANER'den Yeni Bir Kitap * " Ördek adasındaki terk edilmiş eski teknenin yalnızlığına bakıp Üzümlü köyü gelincik tarlalarında gelincik çiçekleri toplayıp Beşkaz meydanında "Evde Kal" günlerindeki özlemlerime inat, sahilde bir banka oturup sana birçok şey anlatacaktım. Sevgili okurum, bu kitap kısmen o günlere dair özlem ve düşüncelerimi anlatıyor. " Mustafa TANER Temmuz 2022 Fethiye

  • YARASA NEYE YARAR?

    Sezince karanlığı Çıkar mağarasından Bulur kurbanını Emer kanını Kuş, memeli karışımı Bir hayvan Tek yararı Guano, bitkiye besin Ya toplumdakiler Karanlığı egemenleştirip Yarasa zamanı oluşturup Belli bir süre Kan, can emdirenler Dede sözü: Kara gün kararıp kalmaz Mevsim döner, gün ışır Emdikleri burunlarından gelir Turp sıkar soylarına zaman.

  • Şarkılara Kazınmış Unutulmaz Bir Aşk Öyküsü Çiğdem Talu-Melih Kibar

    Biri 36 yaşında, edebiyatçı bir ailede yetişmesine karşın edebiyatla pek de ilgilenmeyen bir İngilizce öğretmeni, diğeri 24 yaşında bir kimya mühendisi olan farklı dünyalardan iki genç insan; ÇiğdemTalu ve Melih Kibar günlerden bir gün müzik sayesinde tanışırlar ve ölümsüz aşkları gibi ölümsüz şarkılar bırakırlar arkalarında. Çiğdem şarkı sözü yazarıdır, Melih ise besteci. Tanıştıkları günden itibaren birlikte çalışmaya başlarlar. Zamanla birbirleri için söz yazıp, beste yaparlar. Beraberlikleri tam sekiz sene üç gün sürer. Çiğdem Talu, 1939 yılında İstanbul’da doğar. Edebiyatçı bir ailenin çocuğudur; hatta büyük dedesi ilk roman yazarlarımızdan Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Arnavutköy Amerikan Koleji’nden sonra İsviçre’de filoloji eğitimi görür. İstanbul’a dönünce uzun yıllar bir özel okulda İngilizce öğretmenliği yapar. Yine bir edebiyatçı olan Selahattin Hilav’la evlenir; ancak yürümez bu evlilik, kızı Zeynep’in doğumundan bir süre sonra eşinden boşanır. 1972 yılından itibaren kendisine büyük ün sağlayacak olan şarkı sözlerini yazmaya başlar. Melih Kibar ise 1951 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Çocuk yaşında müzikle ilgilenmeye başlar ve konservatuvarda Piyano Bölümünde okur. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünü bitirir. Uzun süre Timur Selçuk’la birlikte çalışan Kibar, 1975 yılında ilk kez Eurovision Şarkı Yarışmasına katılacak olan Türkiye’nin, elemelerdeki müziği olan Çoban Yıldızı’nı besteler. Yaptığı bestenin kendisine hem iş hayatında hem de aşk hayatında yepyeni bir devrin kapısını açacağını bilmez henüz o günlerde genç besteci. Çiğdem Talu ile tanıştıktan sonra, ‘İşte Öyle Bir Şey’, ‘Sevdan Olmasa’, ‘Bir de Bana Sor’ gibi unutulmaz bestelere birlikte imza atarlar. Bende bu cehennem gibi yürek olmasa Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa Bir de cana can katan o sevdan olmasa Ah bu hayat çekilmez… Melih Kibar, “Öyle ilk görüşte filan vurulmadım” dediği Çiğdem Talu ile 1975 yılının bir ilkbahar gecesinde Bebek’te besteci Timur Selçuk tarafından tanıştırılır. Ve o günden sonra pek çok besteye hayat verirler. Artık ayrılmaz ikili haline gelen Melih Kibar ve Çiğdem Talu, o yaz şarkılarının çok tutmasının zafer sarhoşluğu içinde Polonya’nın Sopot kentinde yapılacak müzik festivaline giderler. O günleri şöyle anlatır Melih Kibar: “Bizim Çiğdem’le esas yakınlaşmamız galiba bu festivalde oldu. Yani normal ilişkilerde söylenen lafları birbirimize etmeye başladığımız yerdir Sopot. Ondan sonra artık kartlar açık oynanmaya başlandı; ama hep bunun dışarı yansımasını engelledik biz. Bunu insanların salt kadın-erkek beraberliği olarak yorumlamaya eğilimli olmaları bizim içimizi acıtıyordu; çünkü dışarıdan bakınca “Koca kadının gencecik, bugünkü tabiriyle çıtır, sevgilisi mi var?” diyeceklerdi, böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı, bana da ters geliyordu.” Döndüklerinde artık besteci ve söz yazarı olmanın ötesinde iki sevgilidirler. Ama aralarındaki yaş farkı, ikisinin de kafasında soru işareti yaratır hep. Bu kaygıların eşlik ettiği yakınlaşma sürerken mecburi bir ayrılık gelir kapıya dayanır. Melih Kibar kimya mühendisliği yüksek lisansı yapmak üzere İngiltere’ye gider Türkiye’de besteleri listeleri sallarken o, 4 Ekim günü babasıyla bir uçağa atlayıp Londra’ya uçar. Ve gittiği gece, bir fırtınaya yakalanır. O fırtınanın heyecan ve dehşetiyle piyanonun başına oturup bir beste yapar. Daha sonra bu bestesini Çiğdem’e gönderir. Gün ağarırken tek başıma oturmuşsam Henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam Sen yoksan yine ben de yorgun ve yalnızsam Hele bir de bir de canım hasretine kapılmışsam Ve gözümde tütüyorsan buram buram İste o an bir fırtına kopar Sanki o an yer yerinden oynar Hoyrat bir rüzgar eserken Sallanan gemi misali Sallanır durur içimde dünya Son ışıkları sönüyorsa sokakların Yeni bir gün giriyorsa penceremden Yavaş yavaş Sen yoksan yine bense suskun ve bitkinsem Hele bir de bir kadehin gölgesine sığınmışsam Ve yılların hesabını şaşırmışsam İşte o an bir fırtına kopar Sanki o an yer yerinden oynar Kül rengi bir akşam vakti Kaybolan renkler misali Kaybolur gider gözümde dünya İşte o an bir fırtına kopar Sanki o an yer yerinden oynar Bir koca çınar dalından Savrulan yaprak misali Savrulur gider güzelim dünya Ve böylece o muhteşem “İçimdeki Fırtına” şarkısı doğar. “Bu şarkıdan sonra herkes bizi, Çiğdem Talu-Melih Kibar olarak görmeye başladı, Çiğdem dendiği zaman Melih, Melih dendiği zaman Çiğdem’dik biz artık” diye anlatır Melih Kibar o günleri… Melih Kibar’ın yüksek lisans eğitimi için İngiltere’ye gitmesiyle yaratıcı ikili ayrı düşer. Çiğdem Talu, bu ayrılığı, imkânlarını zorlayarak yaptığı Londra ziyaretleriyle telafiye çalışır. Birlikte Galler’i gezer, müzikaller seyrederler. Melih Kibar’ın deyimiyle, “Artık aşk aşktır ve aşk yaşanmaya başlamıştı”. Çiğdem Talu o günlerde bir televizyon programında milyonların önünde şu sözü söyler: “Hayatımı milattan önce, milattan sonra gibi, Melih’ten önce, Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum. ”Artık zirvede tektirler. Her şarkıları dillere, gönüllere yerleşir. Her şey seninle güzel Yolda yürümek bile Olmayacak düşlerin Peşinde koşmak bile Her şey seninle güzel Bu toprak, bu taş bile İçimdeki bu korku, Gözümdeki yaş bile. Çiğdem’in belki de “olmayacak” dediği düş, genç aşkına olan düşkünlüğüdür… Melih Kibar Çiğdem Talu ilişkisi bir yılı devirmiştir; ama o bir yılı da ayrı geçirmişlerdir. Şarkılarda süren bir aşktır onlarınki artık. Melih Kibar 1978’de yurda döndüğünde ayrılık kapıya dayanmıştır. Yine Melih Kibar’dan dinleyelim: “On iki yaş fark benim için engelleyici bir faktördü. Çiğdem de frenleri bırakamıyordu, çevrenin tepkilerinden dolayı. Saraylı bir aileden, son derece Osmanlı terbiyesi almış bir aileden geliyordu. Hani birdenbire kızlarının kendinden on iki yaş küçük bir adamla beraber olmasını yadırgayabilirlerdi. Ondan sonra biz Çiğdem’le konuştuk ve artık dost olduk, aşk denilen şeyi bir yere koyduk, güzel kılıflara sardık, yüklüğün en üstünde güzel bir yere kaldırmayı becerdik, ondan sonra birbirinden hiç ayrılmaz dost olarak sürdürdük hayatımızı…” Her şeye rağmen birlikte üretmeyi sürdürürler. Sırada bir müzikal vardır. Haldun Dormen’in önerisiyle, yurt dışında en başarılı örneklerini izledikleri müzikallerden birini Türkiye’de gerçekleştirmek için kolları sıvarlar. Çiğdem’in sözlerini başlarda pek beğenmese de oturur besteler onları Melih. Hisseli Harikalar Kumpanyası beklenmediği kadar büyük ilgi görür; dört yüz kez perde açar, turnelere çıkar. O dönem kimsenin pek dikkatini çekmez, ama Melih Kibar’ın o müzikal için bestelediği, sonradan altın plak alacak bir şarkıya Çiğdem Talu’nun yazdığı sözlerde bir veda hüznü gizlidir sanki. Sen başkalarına benzeme sakın Hep böyle kal, hep cana yakın Hep böyle kal, hep böyle kal Hep bana yakın… 1980’lerin başında Çiğdem Talu’ya geç kalan bir teşhis konur; göğüs kanseri… Artık Çiğdem Talu, kanser tedavisi için Londra’ya gidip gelmeye başlar. Orada olduğu aylarda, kendisini bir masal ülkesinde hissettiğine, bütün otel personeliyle dost olduğuna dair, neşeli kartlar yollar Türkiye’ye… Melih Kibar anlatıyor: “Neşesinden hiçbir şey kaybetmedi. Çiğdem aynı Çiğdem’di, sadece kanserli Çiğdem’di. Kanserle Çiğdem beraber yaşıyordu. Ben dedim ki “Zaten bu moralle üstesinden gelir.” Ancak bu neşeli görüntünün altında derin bir hüzün saklıydı. Bu hüzün Türkiye’ye gönderilen kartlara yansımasa da, o dönem yazdığı şarkı sözlerinden açık seçik okunuyordu. Melih Kibar’ın deyimiyle, “hayatında en severek yazdığı şarkı sözünü” o dönem kaleme aldı. Olgunluk dönemi şarkısı “Koca Çınar”ın satır aralarında sitem Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin? Öte yanda gurur var, ölesiye gurur var Seni unutanları Sen olsan sever misin? “Yaşam dolu, beni de hayata bağlayan, çevresindeki herkesi hayata bağlayan, hiç kimseyi kırmayan bir insan… Erken öldü, çok erken öldü, ama o doksan yaşında da olsaydı herhalde gene bir efsane olarak hep hayatta kalacaktı.” der Melih Kibar, 28 Mayıs 1983’te yaşama veda eden sevdiğinin ardından. Basın, Çiğdem Talu’nun ölüm haberini “Şarkılar öksüz kaldı.” diye verir. Bebek Camisindeki cenazesinde, sevenlerinin yakasındaki fotoğrafından, bu kez hüzünle bakar sevenlerine Çiğdem Talu, artık nesiller boyu, sözlerini yazdığı şarkılarda yaşayacaktır. Çiğdem Talu’nun ölümünden sonra Melih Kibar uzun süre sessizliğe bürünür, artık eskisi gibi besteler yapamaz. 2000 yılında yeniden piyanosunun başına geçen Melih Kibar “Sessiz Veda” adını verdiği bestesini yapar ve sanki kendi vedasını da bu bestesinde haber verir. Cilt kanserine yakalanan besteci uzun bir süre kanser tedavisi görür ve 7 Nisan 2005 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Onun cenazesi de tıpkı Çiğdeminki gibi aynı sanatçı arkadaşları tarafından Bebek Camisinden uğurlanır. Onların aşkı yaşanmış ama bitmemiş aşklardandı… * maviADA, 2017 Aralık 12

  • BAHTİYARLIK

    Bahtiyarlıktır şüphesiz şehirler yangın yeriyken orta yerinde seni sevmek senin yeşil gözlerinde sevilmek bölüşmek kavga ile arta kalan ne varsa zafere koşan yorgun aşklardan geriye kalan sabahın evveli sımsıcak ekmeğin kokusu gibi bölüşmek isyan gülüşlerimizle kol kola vererek bitmek bilmez yol kesen zemherilerde dağlara hazır rüzgarlarla kanatlanarak sürgünden sürgüne boy vermek yeşertmek bozkır misali yalnız şehirleri incitmeden kıpırdayan her şeyi ile kucaklamak ardından bahara duran toprağı düşmana meydan okuyarak kucaklamak serilip yatmak gereğinde güneşe dönük ne büyük bahtiyarlıktır, ey sevgili tuz basılı yaralarımızı aşka basılı sayarak örgütlenmek aşktan öğrendiklerimizle surları yıkılacak şehrin meydanlarında koşanlarla ardına bakmadan koşmak el ele

  • Ağaçlar Ayakta Ölmeli

    İsmail Hakkı Özsarı * “Bizden geçti artık.” “Bundan sonra mı?” “Bizden bundan sonra ne köy olur, ne de kasaba!” Belirli bir yaş almış insanların dudaklarından dökülen bu söylemlere ne kadar çok tanık oluruz. Her şeyden elini eteğini çekmişlerdir. Yaşamak için değil de adeta yaşamamak için bir dizi mazeret üretirler. Oysa yaşlılık, orta yaşlılık, ileri yaşlılık hangi sınırlarla tanımlanır? Ölçüsü nedir? Günümüzde insan ömrü ne kadardır? Bölgesel iklimler, sosyal – kültürel ilişkiler, beslenme insan ömrü üzerinde etkili midir? Etkiliyse ne kadar etkilidir? Acı ve geri dönüşü olmayan finali geciktirmenin yolu ya da yolları var mıdır? Varsa Nelerdir? Dolu dolu yaşanmış kısa bir ömür mü? Yoksa boşa harcanmış upuzun bir yaşam mı Daha saygındır? Son perdenin inmesini geciktirecek önlemler nelerdir? Daha otuzlu yaşlarında ihtiyar olmuş insanlar tanıdığım gibi, yetmişli yaşlarında da nice genç kalabilenleri tanıdım. Hapsolduğu bedene sığmayan, her daim üretken, neşeli, hayat dolu kişiler vardır. Onlar ne kadar yaşlanırlarsa yaşlansınlar daima bir çaba içerisindedirler ve size “AĞAÇLAR AYAKTA ÖLÜRMÜŞ” dedirtirler. Lamare “Omurgasızların Tarihi” adlı büyük eserini tamamladığında 78 yaşında idi. Goethe en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, 82 yaşında bitirmişti. Bir insan umutları derecesinde genç, umutsuzluğu derecesinde yaşlıdır. Hiç kimse birkaç yıl fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. Öğrenmeyi bırakan kişi, yirmisinde de olsa sekseninde de olsa yaşlıdır. Damın karla örtülü olması, evin içinde ateş bulunmadığı anlamına gelmez. Önemli olan bu ateşi söndürmemektir.

  • Mavi Gözlü Dev: NAZIM HİKMET

    Geldi dört güvercin güvercin suda yıkanmak için. Su mapushane yalağındaydı ve güneş güvercinlerin gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı. girdi dört güvercin yıkanmak için suyun içine. ve kederli toprakta dört insan baktı dört güvercine. güvercinler hep beraber güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler durdurmaz onları demir ve duvar güvercinlerin yumuşak kanatları var. Ve kanatlar şimdi burda, şimdi damın üzerinde. insanların kanatları yok insanların kanatları yüreklerinde. Dört güvercin güneşe varmak için yıkandı, uçtu sudan. DOĞUM GÜNÜ 15 Ocak mı? 17 Ocak mı? Yoksa Kasım ayı mı? Dünyanın tanıdığı ve sevdiği özgürlük şairlerindendir Nazım Hikmet. O nedenle sadece ölüm ve doğum günlerinde değil her zaman anılacak şairlerdendir. İçlerinde Memet Fuat’ın da olduğu birçok yazar tarafından benimsenmiş olan bu iddianın iler tutar hiçbir yanı yoktur. 20 Kasım 1901 tarihinin o yıllarda resmî olarak kullanılan Rumî takvimdeki karşılığı 7 Teşrinisani 1317’dir. Teşrinisani bu takvime göre dokuzuncu aydır. 20 Ocak 1902 ise 7 Kânunusani 1317’dir. Kânunusani onbirinci aydır. Miladî takvime göre yıl değişse de Rumî takvime göre hâlâ 1317 yılı devam etmektedir. Dolayısıyla çocuğun yaşı devlet katında değişmiş olmaz. Görüldüğü gibi 20 Kasım ya da 20 Ocak tarihleri hiçbir belgeye veya kanıta dayanmamaktadır. Birçok kaynakta 15 Ocak 1902 olarak geçen Nâzım Hikmet’in doğum günü, son yıllarda, 17 Ocak 1902 olarak kabul edilmeye başlandı. Bunun da çok haklı bir gerekçesi vardı: Nâzım Hikmet’in eniştesi Memduh Bey’in, çocuğu Celalettin Ezine için tuttuğu günlükte bir not yer almaktaydı. Bu notta aileye yeni bir bireyin katıldığı, Celile Hanım’ın doğum yaptığı yazılıydı. Doğum Memduh Bey’le Celalettin’in Hikmet Bey’in evlerine gittiği sırada olmuştu. Bebeğin adı da “Mehmed Nâzım” konulmuştu (Memduh Ezine, Aile Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 59). AA 07/01/2011 tarihli haberinde Nazım Hikmet’in doğum tarihinin 17. Ocak 1902 olduğu bildirilmiştir. Haberde: Nazım Hikmet’in halası Mediha Hanım’ın, önemli bir hukukçu ve güçlü bir edebiyat diline sahip kocası Memduh Ezine’nin günlüklerini içeren defteri, küçük oğlu ve Nazım’ın yakın arkadaşı Orhan Ezine tarafından, koruması ve sahip çıkması için amcasının kızı Halet Çambel’e verildi. Halet Çambel arşivinde bulunan hatıratı inceleyen M. Melih Güneş yaptığı araştırma sonucunda şairin bugüne kadar bilinen doğum tarihinin 17 Ocak 1902 olduğu bilgisine ulaştı." Memduh Ezine hatıratındaki Nazım Hikmet’in dünyaya geldiği tarihe ilişkin bilginin yer aldığı sayfanın çevirisi şöyle: "4 Kanunusani 317. Çok şükür Cenab-ı Hakk’a, aileye bir vücut daha karıştı. Yengen Celile Hanım bugün saat dörtte vaz-ı haml etti. Dayı Beyin Hikmet’in bir oğlu dünyaya geldi. Kendisi "Mehmet Nazımım" diye çağrıldı. Gerek vaz-ı haml esnasında ve gerekse yedi yatağı kalkıncaya kadar bir müddet zarfında orada başlarında bulunmak ve muavenet etmek üzere Hikmet’in evine gitmiştik. Sen sonradan oraya götürülmüş idin ki dayının sokak kapısından içeriye girmekliğini müteakip Nazım doğuyordu. Bunu senin ayağının uğuru saydık ve müteyemmin addettik. Cümle ile beraber Cenab-ı Hak, bu Nazım kulunu da muammer ve hayırlı kılsın." Şeklindedir. Tarihçi Yücel Demirel’in bu konuda yaptığı araştırmalar ve Kitap-lık dergisi, Temmuz-Ağustos 2018, sayı 198’de yayınlanan yazısında : Günlükteki bu notun 4 Kânunusani 1317 tarihli güne ait olduğu görülünce bunun karşılığı olan 17 Ocak 1902 Nâzım Hikmet’in doğum günü ilan edildi. Ayrıca günlükte 2 Mart 1902 tarihli notun altında Nâzım Hikmet’in bebeklik resmi vardı. Hikmet Bey oğlunun ağzından fotoğrafın altına şöyle yazmıştı: “Muhterem Enişte Beyim ile Muazzez Hanım Halama elli üç günlük resmimi takdim ederim. 27 Şubat 317 Mehmed Nâzım” (A.g.e., s. 61). Fotoğrafın altındaki tarih 27 Şubat 1317, yani 12 Mart 1902’dir. 17 Ocak’tan 54 gün sonra. Ama acaba Hikmet Bey bu notu yazdığı tarihi mi kaydetmişti, fotoğrafın çekildiği tarihi mi? Yine günlükte, 28 Ocak 1903 tarihli notun üstünde Nâzım ile Celalettin’in birlikte çektirdikleri bir fotoğraf daha vardır. Memduh Bey bu fotoğrafın Nâzım bir yaşına bastığı zaman çekildiğini yazar (A.g.e., s.75). Bu farklı tarihlerde kaydedilmiş notların tümü göz önüne alındığında, tek başına Memduh Ezine’nin günlüğünden yola çıkarak kesin bir tarih belirlemenin güç olduğu görülmektedir. Ancak yakın zamanda bu durum değişmiştir. Yeşim Bilge ve arkadaşları Piraye Koleksiyonu’ndan Nâzım Hikmet’in not defterlerini (Nâzım’ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937-1942), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018) hazırlarken bazı mektup ve fotoğrafları da ortaya çıkardılar. Bunlar arasında Nâzım Paşa tarafından oğlu Hikmet Bey’e gönderilen bir telgraf ve bir mektup vardır. Telgraf 15 Ocak 1902’de Paşa’nın mutasarrıf olarak görev yaptığı Kayseri’den Selanik’e çekilmiştir. Mektup ise ertesi gün, yani 16 Ocak tarihlidir. Telgraf şudur: “Selanik Mesâlih-i Ecnebiye Müdiriyetine Cenâb-ı Hak maa-aile mes’ûd ve muammer eyleye bilutfihi’l-kerîm oğlumun ismi Mehmed Nâzım olacaktır. Mehmed Nâzım” Bu telgraf ertesi gün Selanik’e ulaştığında (3 Kânunusani 1317) Nâzım Paşa aşağıdaki mektubu yazar: “Oğlum cenâb-ı vâcibü’l-vücûd maa-aile mes’ûd ve muammer buyursun Mehmed Nâzım için tensip edeceğiniz bir şey alınmak üzere on adet Osmanlı lirası posta ile gönderildi. Bileti melfûftur. Nâzım’ın benim tarafımdan öpülmesini ve eltâf-ı celîle-i hazret-i risâlet-penâhîye tevdî olunarak her hidmetinin besmele ve salât ve selâm ile görülmesini rica ederim. Celîleciğin kemâl-i afiyetle kurtulduğundan dolayı eltâf-ı sübhâniyyeye azîm teşekkür ederiz. Celîle’nin mübarek kalbi ve cenâb-ı hakka i’tisâmı ve nebî-i kerîm ve azîm efendimiz hazretlerine olan ubûdiyeti kendisine her işi hayırlı ve kolay edeceğinde şüphe yoktur. Kemâl-i hürmetle gözlerinden öperim. Dün akşam telgrafı alınca validenizin döktüğü mesrûriyyet yaşları görülecek şeylerden idi. Güzide’nin sevincinden sıçraması dahi pek hoş idi. Bilmem Celâlettin kıskanacak mı Nâzım’ın ağabeyisi cümlemizin gözümüzün bebeği olan Celâlettin elbette kardeşini kıskanmaz. Böylece kendisine anlatınız. Mediha’ya mufassal mektup yazıyorum gözlerinden öperim. Memduh biraz yalnız kalır sanırım. Elbette Mediha Celîle’yi yalnız bırakmaz. Nâzım için sıfat-ı pîr-i destgîr efendimizin nüsha-i kebirini ısmarlamıştım gelince gönderirim. Nâzım’ın tarihi şudur: Mehmed Nâzım ism ü mahlasın koydum âna Nâzım Hafîdim doğdu üç yüz on dokuz Şevvali dördünde Bunu bir levhaya ipekle yazdıracağız. Celâlettin’in tarihini dahi öyle yaptıracağız. Mufassal mektup bekliyoruz. Baki var olunuz oğlum. Fi 3 Kânunusani 317 Mehmed Nâzım [üst tarafta] Posta olmadığından poliçe aldık melfûfdur.” Bu mektuptaki en dikkat çekici yer Paşa’nın düştüğü tarihtir: Nâzım’ın Hicrî tarihle 4 Şevvâl 1319’da doğduğunu söylüyor. Bu tarih 14 Ocak 1902’dir. Bu tarihi Paşa bir karta “Celileciğe” ithafıyla yazıp göndermiştir. Bu kart Nâzım Hikmet’in 1921’de Moskova’da çekilmiş olan bir fotoğrafının altına yapıştırılmış olarak Piraye Koleksiyonu’nda bulunmaktadır. Bu, Nâzım Paşa’nın torunlarına isim vermesi ve onların tarihini yazmasının ilk örneği değildir. Celâlettin Ezine’nin adını da o koymuştur. Onun için yazdığı tarih de şöyledir: “Celâleddin Mehmed koydum ism ü mahlâsın Nâzım Hafîdim doğdu Nisan on yedide üç yüz on beşte” Özetlersek; 14 Ocak’ta Hikmet Bey Selânik’ten Kayseri’ye, babası Nâzım Paşa’ya, doğumu telgrafla haber verir. 15 Ocak’ta Paşa doğan çocuğa “Mehmed Nâzım” adı verilmesini telgrafla bildirir, 16 Ocak’ta da uzun bir mektup yazar. 17 Ocak’ta Memduh Bey günlüğüne Mehmed Nâzım’ın doğduğunu kaydeder, ama bugün doğdu demez. Zaten 20 gündür günlüğüne bir şey yazmamıştır. Bunların dışında Nâzım Hikmet’in doğum gününün 15 Ocak olma ihtimali de vardır. Bu ihtimal Nâzım’ın Piraye Koleksiyonu’nda bulunan bir yaşındaki bir fotoğrafının arkasında yer alan nottan ileri gelmektedir. Fotoğrafın arkasına Hikmet Bey tarafından “Oğlum Nâzım’ın bir yaşlık resmidir. 2 Kânunusani 318” yazılmıştır. Bu tarihin karşılığı Miladî takvimde 15 Ocak 1903’tür. Ancak bu tarih fotoğrafın çekildiği tarih midir, Hikmet Bey’in fotoğraf eline geçtiğinde yazdığı tarih midir, ya da fotoğraf tam gününde çekilmiş midir, bunu bilmek mümkün değildir. Nâzım Hikmet’in 53 günlük fotoğrafına gelince, Memduh Ezine’nin günlüğünde yer alan bu fotoğrafın, yine Piraye Koleksiyonu’nda bulunan iki kopyası her şeyi açıklamaktadır. Fotoğraftan bir kopyayı babasına gönderen Hikmet Bey oğlunun ağzından şöyle yazmıştır: “Muhterem büyük pederim ve büyük validemin ayaklarını öperim. Elli üç günlük resmi takdim ederim. Şubat 317 Mehmed Nâzım” Fotoğrafta gün belirtilmediği için ne zaman gönderildiğini bilmiyoruz. Ancak Hikmet Bey’in elinde tuttuğu ikinci bir kopyada fotoğrafın çekildiği tarih vardır: “23 Şubat 317’de aldırılmıştır.” Bu tarihin karşılığı 8 Mart 1902’dir, yani 14 Ocak’tan 53 gün sonra. Fotoğrafın üzerindeki tarih, Nâzım Paşa’nın 16 Ocak’ta yazdığı mektupta kaydettiği 14 Ocak tarihini doğrulamaktadır. Yakın zamanda ortaya çıkan bu iki önemli belge Nâzım Hikmet’in doğum tarihi konusundaki belirsizliğin giderilmesine ve kesin bir tarih açıklanabilmesine imkân vermiştir. Bu iki belgeye dayanarak Nâzım Hikmet’in gerçek doğum tarihinin 14 Ocak 1902 olduğunu söyleyebiliriz.” Şeklinde yaptığı açıklamada doğum tarihinin 14 Ocak 1902 olduğunu ileri sürmektedir. Özgürlük Şairi Nazım "Romantik komünist", "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmış, dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasındadır. Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yatmıştır. 1951 yılında hakkında Türk vatandaşlığından çıkarılmasına dair alınan karar ölümünden 46 yıl sonra Kültür bakanlığının önerisi üzerine 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile iptal edilmiştir. Hayatında Yer Alan Kadınlar Hayatı boyunca güzel kadınları sevmiş ve onlara birbirinden güzel şiirler armağan etmiştir. İşte hayatında yer alan kadınlardan bazıları Sabiha Hanım Nazım’ın çocukluk aşkı olan Sabiha Hanıma yazdığı şiirde her şair gibi kadının gözlerine vurularak yazdığı dizelerde “ Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki.” Dizeleri ile aşkını anlatır. Azize Hanım Nazım 17 yaşında bu kez Azize hanıma aşık olur. Doğal olarak da şiire sarılır. “Rüyaya daldıran şarabın sun Önümde gönlümle gelirken dize, Şu yanan alnıma bir kere dokun, Azize, gözleri nurdan Azize!” Şükufe Nihal Güzel olmamasına rağmen zarafeti ile her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardan olduğu söylenen Şükufe Nihal’e Bir Ayrılış Hikayesi şiirini yazdığı söylenir. “Erkek kadına dedi ki: -Seni seviyorum, ama nasıl, avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp parmaklarımı kanatarak kırasıya çıldırasıya… Erkek kadına dedi ki: -Seni seviyorum, ama nasıl, kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz, yüzde yüz, yüzde bin beş yüz, yüzde hudutsuz kere yüz… Kadın erkeğe dedi ki: -Baktım dudağımla, yüreğimle, kafamla; severek, korkarak, eğilerek, dudağına, yüreğine, kafana. Şimdi ne söylüyorsam karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.. Ve ben artık biliyorum: Toprağın – yüzü güneşli bir ana gibi – en son en güzel çocuğunu emzirdiğini.. Fakat neyleyim saçlarım dolanmış ölmekte olan parmaklarına başımı kurtarmam kabil değil! Sen yürümelisin, yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak.. Sen yürümelisin, beni bırakarak… Kadın sustu. SARILDILAR Bir kitap düştü yere… Kapandı bir pencere… AYRILDILAR” Nüzhet Hanım Ailesinin izin vermediği için evlenemediği Nüzhet’e olan aşkını “O mavi gözlü bir devdi” şiiri ile anlatır. “O mavi gözlü bir devdi, Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev, Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruli hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi, Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruli hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz: bahçesinde ebruli hanımeli açan ev…” Büyük Aşkı Piraye Piraye Nazım Hikmet’in kız kardeşi Samiye’nin arkadaşıdır. Kendisini bırakıp Paris’e giden kocasından boşanmak üzere olan 2 çocuklu 24 yaşında bir kadındır. Piraye’nin ailesi de, Nazım’ın ailesi de bu ilişkiyi istememektedir. “Altın saçlı çocuk” dediği Piraye’ye 1930 yılında “ Mor Menekşe, Aç Dostlar, Altın Gözlü Çocuk” şiirini yazmıştır. Mor Menekşe, Aç Dostlar Ve Altın Gözlü Çocuk Abe şair, bizim de bir çift sözümüz var «aşka dair.» O meretten biz de çakarız biraz.. Deli çığlıklar atıp avaz avaz burnumun dibinden gelip geçti yaz sarı tahta vagonları ter, tütün ve ot kokan bir tren gibi. Halbuki ben istiyordum ki gelsin o kırmızı bakır bakracında bana sıcak süt getiren gibi... Fakat neylersin, yaz böyle gelmedi, yaz böyle gelmiyor, böyle gelmiyor, hay anasını... şey!.. EEEEEEEEEY... kızım, annem, karım, kardeşim sen başında güneşler esen altın gözlü çocuk, altın gözlü çocuğum benim; deli çığlıklar atıp avaz avaz burnumun dibinden gelip geçti de yaz, ben, bir demet mor menekşe olsun getiremedim sana! Ne haltedek, dostların karnı açtı kıydık menekşe parasına! 1933 yılında evlenmeye karar verirler. Ama 1933 yılının Mart ayında tutuklanır. Semiha Berksoy 1934 yılında Bursa Cezaevi’ne şehir tiyatrolarından tanıdığı Semiha Berksoy ziyarete gelince birbirlerine yakınlaşırlar. Piraye’ye aşık olan Nazım “ İki Sevda” isimli şiirinde “Bir gönülde iki sevda olamaz yalan olabilir,” diyerek bu yakınlaşmayı doğrular. Büyük Aşk Piraye Tahliye olduktan sonra 31 Ocak 1935’te Piraye ile evlenirler. Bu evlilik Nâzım’ın üçüncü, Piraye’nin de ikinci evliliğidir. Evlendikten sonra İstanbul’a yerleşirler. Nazım İpek Film Stüdyosu'nda çalışmakta diğer yandan da gazetelere yazılar yazmaya devam etmektedir. Suat Derviş Nazım, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, yazar Suat Derviş’le tanışır. Suat Derviş kimseye yüz vermeyen, şımarık bir kızdır, sevgili değillerdir. 1935 yılının sonlarında karşılaşınca Derviş bu kez yakınlık gösterir. Birlikte Çamlıca sırtlarına çıkarlar. Şubat ayında yağan karın erimesiyle oluşan çamurlara bata çıka dolaşır, sohbet eder, yakınlaşırlar. Eve dönünce ayakkabı ve pantolonun çamurlu halinden, Piraye şüphelenir, durumu anlar. Bunun üzerine, Piraye, bir kova suyu üzerine döküp, Şubat akşamında balkona çıkar, zatüree olup öleyim der. Nazım güç bela onu içeriye alır. Yazdığı şiirleri kasete alan Nazım’ın şiirleri kahvehanelerde dinlenmeye başlayınca 17 Ocak 1938 senesinde bir gece yarısı, polisler tarafından göz altına alınarak Ankara'ya götürülür ve tutuklanır. Ankara’da Cezaevi’nde kol saatinin içini boşaltmış ve oraya karısıyla çocuklarının bir fotoğrafını koyarak “Artık her zaman gözümün önündeler” demiştir. Saatin kayışına ise tırnağıyla Piraye yazmıştır. Piraye tarafından saklanan saate konu bir de şiir yazmıştır. “Senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım. Malum ya, bulunduğum yerde ne sapı sedefli bir çakı var, (bizlere âlâtlı katıa verilmez) ne de başı bulutlarda bir çınar. Belki avluda bir ağaç bulunur ama gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak…” Piraye birçok şiirlerinin ilham kaynağıdır. Piraye'ye mektuplar, Karıma mektup hep bu dönemde yazılan şiirlerdir. İdam ile yargılandığını mektuplarında yazan Nazım’a yazdığı mektupta “sen ölürsen ben yaşayamam” der Nazım ise Karıma Mektup isimli şiir ile cevap verir Karıma Mektup Bursa Hapisane Bir tanem! Son mektubunda: "Başım sızlıyor, yüreğim sersem!" diyorsun. "Seni asarlarsa, seni kaybedersem;" diyorsun; "yaşıyamam!" Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı, en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı. Ölüm, bir ipte sallanan bir ölü. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. Fakat emin ol ki sevgili; zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a! Ben, alaca karanlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim, ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim.. Karım benim! İyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim; ne diye yazdım sana istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. Haydi bunlara boş ver. Bunlar uzak bir ihtimal. Paran varsa eğer, bana fanila bir don al, tuttu bacağımın siyatik ağrısı Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı... Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından hızla yargılanarak kanıtlanmış herhangi bir suçu yokken, komünizm propagandası yapmakla suçlanır ve hakkında 15 yıl hapis cezasına hükmedilir. Yargıtay tarafından kararın onaylanması sonucu mahkûmiyet kararı kesinleşir. Kesinleşen mahkumiyet kararı ile Nazım / Piraye aşkı tam tamına 12 yıl sürecek mektuplaşmalara dönüşmüştür. Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri 28 Ekim 1945 Itır saksısında artan koku, denizlerde uğultular ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar... Sevgilim, yaş kemâlini buldu. Bana öyle gelir ki belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan. Ama biz hâlâ güneşin altında el ele yalnayak koşan hayran gözlü çocuklarız... Münevver Münevver, Nazım’ın dayısının kızı, çocukluk arkadaşıdır. Fransız asıllı bir anneden Sofya’da dünyaya gelmiştir. Nazım’ın hapiste olduğu dönemde önce mektuplaşarak daha sonra da ziyaretine giderek tekrar ilişki kurar. Münevver bu sırada ressam Nurullah Berk’le evlenmiş, bir kızı olmuştur. Kendisinden 15 yaş küçük kumral saçlı, yeşil gözlü kadınla gidip gelmelerle tutkulu bir aşk başlamıştı. Münevver’in yeşil gözleri şiirlerinde yer bulur. “sen esirliğim ve hürriyetimsin, çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, sen memleketimsin. Sen ela gözlerinde yeşil hareler, sen büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin…” … Siz aydınlıkta öyle kımıldamadan durun, güneş duradursun yeşil entarinizde, Yaram birdenbire açıldı Kan gövdeyi götürüyor bendenizde…” Hoş Geldin Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin. Yorulmuşsundur; nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını, ne gül suyum, ne gümüş leğenim var. Susamışsındır; buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim. Acıkmışındır; sana beyaz keten örtülü sofralar kuramam memleket gibi esir ve yoksuldur odam. Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin! Ayağını bastın odama kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi. Güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde. Ağladın, avuçlarıma döküldü inciler; gönlüm gibi zengin, hürriyet gibi aydınlık oldu odam. Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin... Güz, Sonbahar, Yine Sana Dair şiirlerini de ona yazmıştır. Münevver ile ilişkisini öğrenen Piraye cezaevine gitmez. Münevver’in aşkı uğruna 1948’de Piraye’den boşanma kararı alır. Yazdığı mektupta "Piraye Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli musahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım. Bütün bu olan biten şeye rağmen yakın iki insan olarak kalacağımızı biliyorum. Benim başım sıkıştığı zaman hapiste olayım, dışarıda olayım yine sana koşacağım. Sen de öyle bana koşacaksın. Ömrümün en güzel senelerini, en iyi eserlerini sana borçluyum. Onlar manen ve maddeten senindir. Şimdilik Allah'a ısmarladık. Beni affet bile demiyorum. Her şeye rağmen beni herkesten ziyade anlayacak olan insanın yine sen olduğuna eminim. Ellerinden öperim." Der. Eşinden boşanacağını söyleyen Münevver, karar değiştirir. Cezaevine de gelmez. Bu Nazım için büyük bir darbe olur. Nazım tekrar Piraye’ye mektuplar yazarak barışmak isteğini dile getirir. Affetmesini ister: “Pirayem, kızıl saçlı bacım benim, seni arkadan bıçakladım. Bir damlası damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı elim. Gel de beni bir daha yalnız bırakma. Eteklerinden öperim.” Nazım af yasası çıkmayınca 7 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Piraye hem bu durum, hem de yazdığı mektuplardan etkilendiği için ziyaretine gelir, aynı anda Münevver de cezaevine gelir. İşte bu Nazım ve Piraye’nin son karşılaşması olur. 14 Temmuz 1950'de cezaevinden tahliye olurken yanında Nazım'ın yanında Münevver vardır. Birlikte bir eve çıkarlar. 23 mart 1951 tarihinde Piraye ile boşanır. 3 gün sonra Münevver bir oğlan doğurur. Nazım oğluna çok sevdiği üvey oğlu Memet’in ismini verir. 49 yaşındaki Nazım’ı askere alınacağı ve arkasında farklı şeyler olduğu haberleri üzerine 17 Haziran 1951’de bir tekneyle gizlice Varna’ya, Bükreş’e ve en sonunda Moskova’ya gelir. Yeni doğmuş oğlu ve Münevver yedi tepeli şehir denilen İstanbul’da kalmıştır. GALİNA 1952 Yılında tanıştığı Galina adlı genç bir Rus doktor Nazım için yeni bir aşkın başlangıcı olur. Galina Nazım’ın doktoru, hayat arkadaşı, evdeki yoldaşı, sağlık danışmanı, yediğini-içtiğini, tüm yaşamını denetleyen yardımcısı, yurt dışına birlikte gittiği eşi ve diğer yandan da Rusya adına onu kontrol eden devlet görevlisidir. Nazım, Galina’ya aşk şiirleri yazmasa da en uzun ilişkisini onunla yaşar. Vera – Mavi Kirpikli Saman Sarısı Saçlı Kadın 1955 yılı sonlarında bir tesadüf eseri Vera’yla tanışır. Ancak o zaman şairin bilmediği şey Vera’nın evli ve bir kız çocuğu annesi olduğudur. Bu yıldırım aşk Nazım’ı tekrar canlandırır, onun yaşama bağlılığını, coşkusunu geri getirir. Vera’ya kocasından boşanarak birlikte yaşamaları konusunda baskı yapmaya, onu kıskanmaya başlar. 1960 yılı başında Nazım’ın Galina ile olan sekiz yıllık uzun beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera’ da eşinden ayrılmıştır. Artık her yere birlikte gitmektedirler. 1961 yılında “Saman Sarısı” şiiri ile “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” dediği Nazım’dan otuz yaş küçük Vera hayatının kadını olmuştur. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılmayı başarır. İlk tanıştığı andan itibaren aşık olduğu Vera’ya kavuşur sonunda Nazım, yani muradına erer ve Vera’nın gönlüne girmeyi başarır. Nazım bundan sonraki aşk şiirlerini artık Vera için yazacaktır. Özgürlük Şairi Sevdiği kadınlara yazdığı şiirler kadar özgürlük şiirleri özellikle yazdığı Kurtuluş savaşını anlatan Kuvayi Milliye Destanı bir ulusun Kurtuluş destanıdır. Soner Yalçın “30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı” yazısında “… Kurtuluş Savaşı’nın en güzel şiirini üç cezaevinde yazdı; İstanbul Çankırı ve Bursa. Şiirin sadece bir bölümü 25 yıl sonra 1965’te yayınlanabildi. Tamamı üç yıl sonra kitap olarak çıktı. 2012 yılına kadar devletin “yasaklı eserler” listesindeydi. “Cezaevine birlikte yatan büyük şairimiz A.Kadir’in söylediğine göre Nazım Hikmet ziyaretine gelen bir dostundan Atatürk’ün “Nutuk” eserini istedi. Heyecanla okumaya başladı. Dayısı Ali Fuat Cebesoy’dan belge ve kaynak yardımı aldı. Gerek cezaevinde yatanlardan gerekse ziyaretine gelenlerden çeşitli bilgiler edindi. Nazım Hikmet Kurtuluş Savaşı destanı yazmaya böyle başladı. Kuvayi Milliye Destanı İstanbul Tevkifhanesi’nde böyle doğdu. Ardından… Nazım Hikmet 1940 Şubat soğuğunda Çankırı Cezaevi’ne gönderildi. İstanbul’da cezaevinde başladığı Kuvayi Milliye Destanı’nı Çankırı’da büyük ölçüde geliştirdi. Gelişen sadece destan değildi; Nazım’ın şiire bakışı da farklılaşıyordu. Bu yeni geliştirdiği biçimin en büyük özelliği, belirli bir biçimsel kalıbının olmayışıydı. Destandan bölümler bittikçe dayısı Cebesoy istetiyor; çevresindekilere okutuyordu. Bunlardan biri, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi. İnönü, Destan’ı okuduktan sonra “Anadolu Savaşı’nı Nâzım, bu destanla bir kez daha kazandı” dedi. Nazım Hikmet “ödülünü” aldı; Çankırı’nın soğuk havası sağlığını tehdit ediyordu, Kasım 1940’da Bursa Cezaevi’ne nakledildi. Kuvayi Milliye Destanı’nı 1941 yılında Bursa Cezaevi’nde bitirdi. Eserin son şeklini verince kapağına “Kuvayi Milliye” yazıp hemen altına da “Destan” ifadesini küçük harflerle ekledi.” Şeklindedir. İşte Kurtuluş savaşının bir çok ismi belli olan olmayan kahramanları o dizelerde can bulur. Okurken hangimizin yüreği titremez. Kuvayi Milliye Destanı giriş kısmında “Hikayei DÂSTÂN (…) Memleketim sen dünyanın en güzel, en haklı kavgalarından birini yapansın. Ve ben o kavgayı ve ben seni sevenim. Gün gelip dağılıp pâre pâre bedenim silinse be-tekmil yârimin hayalinden çakır gözlerimin nâm ü nişanı, asırlar ezber kılıp birbirine devredecektir senin o müthiş kavganı yapan insanlarına dair İstanbul cezaevi revirinde yazdığım destanı. Ben mukaddes bir hiddet içinde tüylerim diken arşınlayıp betonu, demiri dövüp yumruklarımla on beş kerre yirmi dört saatte yazdım ki onu, buna telin dışında anam ve yüzü güneşli bir yaz manzarasına benzeyen karımla telin içinde Kemal Tahir şahittir. Yirminci asırdayız. Başlar önde, gözler alabildiğine açık. Yanan şehirlerin kızıltısı, çiğnenmiş ekinler ve bitmez tükenmez ayak sesleri: gidiliyor. Ve katlediliyor.. kadınlar ve çocuklar ağaçlardan ve danalardan daha rahat daha kolay daha çok. Bu ayak sesleri, bu katliâmda hürriyetimi ve ekmeğimi kaybettiğim oldu. Fakat hiçbir zaman açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalan gelecek günlere emniyetimi kaybetmedim. Ve bundandır ki ben hücremde her sabah yaklaşan bir müjdenin davetiyle uyanıyorum. Ve bu nikbinliğin verdiği hakla bu destanı yazmakla büyük doğru ve mükemmel bir iş yaptığıma inanıyorum. Temmet bi-avn-il-insan Fî sene 1939 şehr-üş-Şaban Yâr ü ağyara ola ibret yadigâr-ı hâme-i Ata’mızın Kocatepe’de duruşunu bu dizeler kadar anlamlı anlatan başka bir şiir yoktur. Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki sayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birden bire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu. Paşalar `üç' dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun kenarına kadar, eğildi durdu. Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı. Kendisi hakkında Vatan haini olduğuna dair iddialara da 28 Haziran 1962'de yazdığı şiirinde bir şiirle cevap vermiştir. "Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Son Elli Yılın En İyi Şiiri Yazdığı şiirler dünyanın birçok dillerine çevrilmiştir. Şiir en zor çevirisi yapılan eserlerden olmasına rağmen birçok ülkede özgürlük şairi olarak örnek alınmıştır. Ölümünden yıllar sonra bile unutulmamıştır. 19 Nisan 1962 tarihinde yazdığı “ Severmişim meğer “ isimli şiiri İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, 2014 yılında son 50 yılın en önemli aşk şiir seçilmiştir. Severmişim Meğer yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer meğer ırmağı severmişim (…) kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım … (…) meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek Kendi Hayatını Anlattığı Şiiri Kendi hayatını anlattığı 1961 Yılında yazdığı “OTOBİYOGRAFİ” isimli şiirde yaşadıklarının özeti gibidir. 1902'de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir otuzumda asılmamı istediler kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesini verdiler de otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırag'dan Havana'ya Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de 961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır partimden koparmağa yeltendiler beni sökmedi yıkılan putların altında da ezilmedim 951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün 52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana başkasının hesabına utandım yalan söyledim yalan söyledim başkasını üzmemek için ama durup dururken de yalan söyledim bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye ama kahve falıma baktırdığım oldu yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye'mde Türkçemle yasak kansere yakalanmadım daha yakalanmam da şart değil başbakan filan olacağım yok meraklısı da değilim bu işin bir de harbe girmedim sığınaklara da inmedim gece yarıları yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında ama sevdalandım altmışıma yakın sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir Nazım Hikmet'in "Asya-Afrika Yazarları Kurultayı" Tarihi Konuşması Ve Çin Heyetine Resti Hayatının son yıllarını paylaştığı hayat arkadaşı “Vera Tulyakova’nın anılarından Vera’nın kızı “Anna Stepanova” tarafından derlenen “Hülya Arslan” tarafından Türkçe ’ye çevrilen “ "Bahtiyar Ol Nazım" isimli kitapta geçen olay şöyledir. Nazım Hikmet Türkiye temsilcisi olarak Asya-Afrika Yazarları Kurultayına katılır. Ancak Çin heyeti tarafından kendisine karşı alınan küstah tavırları karşısında daha fazla sessiz kalamaz. Şairliğine yakışır bir şekilde bu tavra karşı tepkisini ortaya koyar. Vera şöyle anlatır olayı: “Kurultay 12 Şubat 1962’de açıldı. Faruk Saray salonu delegelerle dolu. Bu bir sarı ve kara derili insanlar deniziydi. İlk kez böyle olağanüstü bir toplantıya katılıyordum, o da yarı yasal olarak. Uzakta, önde, senin geniş ve güçlü boynunu görüyorum. Başkanlık divanı seçimine başlamak üzereyken Çin delegesi ansızın kalktı ve şunları söyledi: “ Şimdi burada bulunan bir yazarın oy hakkından yoksun bırakılmasını istiyoruz. Kendisi burada Türkiye edebiyatının temsilcisi olarak bulunuyor. Nazım Hikmetten söz ediyorum. Türkiye pasaportu taşımayan, burada Moskova’nın pasaportuyla gelen bir kimse nasıl Türkiye edebiyatının elçisi olabilir? Kendisinin delegelikten çıkarılmasını istiyoruz.” Salona derin bir seslik çöktü. Birkaç saniye sonra ilerideki sıraların ortalarından Nazım’ın usulca çıktığını, acele etmeksizin kürsüye yürüdüğünü ve delegelerin önünde rahat sakin, onurlu durduğunu gördüm bir süre sessizce insanların gözerine baktı. Salondaki sessizlik daha da derinleşti. “Sanıyorum ki” dedin “ Asya-Afrika Yazarları Kurultayında Türkiye’yi temsi etmek hakkına sahibim, çünkü kendi halkının dilinde yazan bir yazar ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahiptir. Ve burada bir yazarlar toplantısı yapılıyor, polis toplantısı değil. Ne yazık ki yurdumda, Türkiye’de bugün benden daha iyi bir şair yok. Bundan da öte, sanıyorum ki, salonda bulunanlar arasında bugün dünyada en tanınmış şair benim. ( Alkışlar duyuldu. ) Eğer abartıyorsam ve herhangi bir kimseyi incittiysem, lütfen gelsin, sevinçle elini sıkmaya hazırım.” Delegeler soluklarını kesmiş oturuyorlardı. Kimse kımıldamadı yerinden. “Öyleyse saygı değer yazar arkadaşlarım, beni sadece oy hakkından yoksun kılmamakla kalmayıp, şimdi, şu anda başkanlık divanına seçmenizi istiyorum. Oyu olumlu olanlar elinizi kaldırın lütfen.” Bir eller ormanı kalktı yukarıya. Nazım geçip başkanlık divanına oturdu, fakat eller hala yukarıdaydı. Dış görünüşüyle sakindi. Fakat bu zaferin ona neye mal olduğunu tahmin edebiliyordum. O ki, evimize gelen kimi gençler tanışmak için ellerini uzatırken kendilerini: “Ben, şair filan ya da falan...” diye tanıttıklarında şaşırırdı her zaman. Onlara gizlemediği bir ironiyle bakar ve sonra her zaman şöyle derdi: “Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir…” 3 Haziran 1963 Veda … Yıllarca hapishanede ve mücadele içinde geçen günlerden dolayı sağlığı bozulmuştur. Doktoru: “Aşksız 10 yıl yaşarsın, aşık olursan 3 yıl” demiştir. 3 Haziran 1963 günü büyük şair bu muhteşem şiirlerini bırakarak bu dünyadan ayrıldı. Pasaportunun içinden el yazısıyla yazılmış şu şiir çıkmıştır… “Gelsene dedi bana Kalsana dedi bana Gülsene dedi bana Ölsene dedi bana Geldim Kaldım Güldüm Öldüm” Ölmeden Cenazesi İçin Şiir Yazmıştır. Bizim avludan mı kalkacak cenazem? Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan? Asansöre sığmaz tabut, merdivenler daracık Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak, belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu, belki ıslak asfaltıyla yağmur. Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi. Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem, bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur. Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma, meraklıdır ölülere çocuklar. Bakacak arkamdan mutfak penceremiz. Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla. Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar. Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize... Nazım Hikmet’in Vedasının Ardından Can Yücel Yıl 3 Haziran 1963’tü. O gün Nazım Hikmet ölmüştü... Can Yücel BBC Türkçe Radyosunda spikerdi. Nazım’ın ölümünü dinleyicilere duyurma görevi ondaydı… “Ben bunu okuyamam... Ben Nazım’ın ölümünü kabul edemem” dedi. Haberi okumadı… O gün hiç çalışmadı… Radyo da yayın yapamadı... Ertesi gün görevinden istifa ederek, memlekete döndü... Bin Turna Kuşu İkinci dünya savaşı yıllarında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombasında birçok insan ölür ve yaralanır. Nazım Hikmet tarafından1956 yılında bununla ilgili Kız çocuğunu şiirini yazar. Kız çocuğu Kapıları çalan benim Kapıları birer birer. Gözünüze görünemem Göze görünmez ölüler. Hiroşima'da öleli Oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, Büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, Gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, Külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için Hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki Kâat gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, Teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin Şeker de yiyebilsinler. Kâğıttan bin turna kuşu Nâzım'ın hayata Veda ettiği günü şöyle anlatır. “Korkunç günün arifesinde, pazar günü ilk ben kalktım. Yanında yiyecek bir şeylerle küçük bir fincan Türk kahvesi getirdim sana. Kahveyi içtikten sonra kalmadın. Gazetelerin ortasında yatmayı sürdürüyordun. Ben çalışma odasına geçip hızlı bir tempoda çalışmaya başladım. Saat an ikide “Turnalar” adlı oyunu Merkez Çocuk Tiyatrosu’na yetiştirmek için söz vermiştim. Oyunu yazmanı senden istemişlerdi, ama sen sonra benim üstüme yıkmıştın ve ben de yetiştiremiyordum işte. Oyun Hiroşima trajedisi üzerine kurulmuştu. Bir avuç küle dönen küçücük çocukların kısacık yaşamlarına ve şimdi Hiroşimalı çocukların kâğıttan yaptıkları turnaları anlatıyordu. Bu turnalardan bin tane yapıldığında ölen çocuklardan birinin dirileceği inancıyla çalışıyorlardı. Senin küçük Japon kızın ağzından yazdığın şiiri, bu nedenle, pek çok kez okumuştum son günlerde. Senin önerinle oyunun içine de koymuştuk dizelerini. İkisi birbirini mükemmel tamamlıyordu.” Ve sonra ölür Vera’nın Nâzımı. Geriye dağlanmış bir yürek kalır, Vera’nın göğsünde taşıdığı. Bir türlü kabullenemez bu ölümü. Nâzım’ın hayaliyle konuştuğu bir günde, kocaman bir kutu gelir evine Vera’nın. İçerisinde de Nâzım’ın ölümünden yirmi gün sonra yazılmış bir mektup. O sevgi dolu Kutunun içinden çıkan mektupta şunlar yazılıdır; “Minik sarı parmakların ustalıkla yaptığı renk renk kâğıt turnalardan bir çelenk var kucağımda. Bir de mektup: Unutulmaz insan Nâzım Hikmet, Hiroşimalı küçük kızların armağanını kabul edin lütfen. Anınızın önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor, cenazenizin önüne yaptığımız binlerce turnayı, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuşu bırakıyoruz. Değerli Nâzım Hikmet’e, ailesine ve yakın dostlarına, barış için savaşmayı sürdüren Hiroşimalı okul çocuklarından; Hiroşima kâğıt turnaları derneğinden. 23 Haziran 1963.” Mezarı Moskova’da Novodeviçi Mezarlığında yatmaktadır. Hasan Hüseyin Korkmazgil dizelerinde “«uyarına gelirse tepemde bir de çınar» demişti on yıl önce demek ki on yıl sonra demek ki sabah sabah demek ki «manda gönü» demek ki «şile bezi» demek ki «yeşil biber» bir de Memet'in yüzü bir de güzel İstanbul bir de «saman sarısı» bir de özlem kırmızısı demek ki göçtü usta kaldı yürek sızısı geride kalanlara “ … yıllar var ki ter içinde taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına 3 haziran '63'ü bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine yatıyor oralarda bir eski gömütlükte yatıyor usta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine okşar yanan alnını bir kırmızı gül dalı Nâzım ustanın MEMLEKET HASRETİ Canı kadar sevdiği memleketine hasret gider. 27 Nisan 1953 tarihinde tedavi gördüğü Barviha Sanatoryumu’da Vasiyet isimli şiirini kaleme alır. Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu'da bi köy mezarlığına gömün beni, Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda. Traktörle türküler geçsin alt başından mezarlığın seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, tarlalar ortamalı, kanallarda su, ne kuraklık, ne candarma korkusu. Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, toprağın altında yatar upuzun çürür kara dallar gibi ölüler, toprağın altında sağır, kör, dilsiz. Ama bu türküleri söylemişim ben, daha onlar düzülmeden duymuşum yanık benzin kokusunu traktörlerin resmi bile çizilmeden. Komşulara gelince, şehit Ayşe'yle ırgat Osman, çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki farkında bile olmadan. Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, öylece gibi de görünüyor Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani.” Dizeleri ile memleket sevgisi ve hasretini dizelere döker . ... Yaşamak şakaya gelmez, Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın Bir sincap gibi mesela, Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, Yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, Yani o derecede, öylesine ki, Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, Yahut kocaman gözlüklerin, Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda İnsanlar için ölebileceksin, Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, Hem de en güzel en gerçek şeyin Yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, Yaşamak yani ağır bastığından. İşte o şiirdeki gibi düşüncelerinden ve mücadelesinden ödün vermeden hayatın zorlukları içinde yaşayan değerli şairimiz şimdi vasiyetine göre gömülmesini istediği Anadolu’nun köy mezarlığına çok uzak, memleketine hasret yatmaktadır. Doğum gününde saygıyla anıyoruz… Semihat Karadağlı/14.01.2021 KAYNAK: KAYNAK: 1)- Nazım Hikmet, Asım Bezirci, Evrensel Kültür Kitaplığı, Şubat 1996. 2)- “30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı” başlıklı Soner Yalçın'a ait gazete yazısı 3)- Çeşitli gazetelerin haber sayfalarında yayınlanan yazılar. 4)- “Hava Kurşun gibi ağır" Hıfzı Topuz 5)- "Bahtiyar Ol Nazım"/ Vera Tulyakova 6)- İyi ki Doğdun Nâzım/ Yücel Demirel Kitap-lık dergisi, Temmuz-Ağustos 2018, sayı 198 7)- 1 +1 =Bir Nazım Hikmet – Nail V- 8)- Nazım Hikmet /Yeni şiirler 9)- wikipedia internet sayfası

  • Tarım Eğitimi

    Tarım Eğitimi İçinde Bulunduğumuz Çağın Gerekliliklerine Uygun Şekilde Senkronize Olmak Zorundadır. / Prof. Dr. İbrahim Ortaş, Çukurova Üniversitesi, * Tarım Eğitiminin 177. yıl dönümü Ç.Ü Ziraat Fakültesi ve Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) birlikteliği ile coşku ile kutlandı. Benimde “Cumhuriyetin 100. yılında tarım eğitimi ve öğretimi” konulu panelde kolaylaştırıcı olarak bulunmam istendi. Bu anma günümüzde duayen hocalarımızdan Prof. Dr. Ahmet Çınar Bey kapsayıcı bir konuşma yaptılar. Panelde Prof. Dr. Zeynel Cebeci, Doç. Dr. Sayıt Say, Üretici çiftçi ve hayırsever Mehmet Yaltır beylerde konuşmacı oldular. Bende panelin açılışında son yüz yılda ki gelişmeler ve tarımsal eğitim sürecinde yaşanan sorunlarını işleyip, sorular sorarak genel bir değerlendirme yaptım. Özelde de eğim kalitesi ve üretim sorunu gündeme getirdim. Ülkemizin dünden bugüne ne yazık ki bir bilim politikasının olmamasını ve hedeflerin yetersizliğini vurguladım. Yüksek ziraat eğitiminin sıfırıncı gününden günümüze 130 bin ziraat mühendisi mezun edilmiş. 40 bini kamuda, 40 bin kadarı özel sektörde çalışıyor. Diğerlerinin akıbeti bilinmiyor. ÖSYM tarafından her yıl tarım eğitimi için 7300 kontenjan sunulmaktadır. Yıllık 5000 civarında yeni ziraat mühendisi mezun edilmektedir. Öğrenciler ortaöğretimden üniversitelere gelirken akademik kültür ve bilgi bağlamında yetersiz öğretilerle gelmektedirler. Fakültelere kayıt yaptıran öğrencilerin kayıt yaptırdıkları fakülteye bağlı olarak 230 ile 500 bin sıra aralıklarında başarı sırasında yer almaktadırlar. Çoğunluğu birkaç fen ve matematik sorusu çözerek fakültelere alınmaktadırlar. Mevcut durumda, tarım ve doğa bilimleri adı altında 46 fakültede farklı programlarda yaklaşık 30 bin öğrenci tarım eğitimi görmekte. Fakültelerin çoğunluğunun yetersiz alt yapı ve akademik kadrolara sahip olmasından ötürü akademik alt yapısı yetersiz öğrencilere nitelikli tarım eğitiminin verilmesini zorlaştırmakta ve çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Zaman içinde akademik kadrolarında çağın gereği olan eğitimi verecek yeterliliğe sahip olamayacağı görülüyor. Son 30 yılda ziraat mühendisliği eğitim sistemi beş kez değiştirilmiş ancak sonuç değişmemiştir. Ve halen evrensel ölçekte nitelikli ziraat mühendisi yetiştiremiyoruz. Günümüzde bilgi teknolojileri ve iletişim çağında olduğumuzu ve çağa uygun bir eğitim verilmesini belirtim. Her çağ kendi üretim araçları ve işleyişine uygun eğitim sisteminde, geliştirerek edindiği bilgiyi eğitim yolu ile gelecek kuşaklara aktarır. Aynı zamanda her çağın eğitim yöntemi ve teknoloji alanların temel bilimlere dayalı sağlam alt yapıya sahip olması gerekir. Her çağ sahip olduğu veya yarattığı üretim ilişkilerini sürülebilir kılmak için ürettiklerini öğreterek bilgiyi gelecek kuşaklara aktarmak durumundadır. Bilgiye ulaşma, bilgiden bilgi üretme ve hızla yayma özeliğine sahip olması beklenir. Eğitim yolu ile ürettiği bilgiyi aktarmak ile kalmaz bilgiyi geliştirerek çağa yenilik ve anlam katmalıdır. İnsanlık tarihin incelendiğinde, avcı toplayıcılıktan gıda üretimine başlamak ile insanlık dünyada ilk defa diğer canlılardan ayrılarak kendi gıdasını kendisi yan tek canlı türü olarak farklılaştı. Tarım devrimi süresince yaklaşık on bin küsur yıl sonra insanlık makine üreterek sanayi çağına everildi. Sanayi çağı ürettiği teknolojiyi sürekli geliştirerek 200 yıl sonra bilgi ve iletişim çağını yarattı. İnsanın bilgiyi çok yönlü geliştirmesi ile bilgi kendi kendini üretir duruma evirdi. İçinde bulunduğumuz çağ çok hızlı bir şekilde yeni teknoloji üreterek kısa sürede bilginin yenilenmesini katlamaktadır. Günümüzde hızla üretilen bilginin bizim gibi bilgi üretimini geriden takip eden ülkeler bu yenilikleri temel işleyişi ile anlayacak ve içselleştirecektir. Aynı zamanda soru; üniversiteleri bu yeniliğe ne kadar kendilerini uyarlıyor/uyarlayabilecek. Bu bağlamda üniversiteler dünyadaki hızlı gelişmeleri ne denli takip ediyor. Kendisi kendi koşullarında yeni olan ne yapabiliyor? Bu bağlamda Türkiye’de her yönüyle gelişmiş iyi öğrenciyi bünyesinde toplayabilen birkaç Ziraat Fakültesinin gerektiği görülüyor. Tarım ilk şekillendiği Anadolu toprakları nitelikli tarım eğitimi vermeyi hak ediyor diyerek paneli başlattık. Panelistlerin görüş ve önerileri önemliyi. Katılımcılar da görüşlerini belirtiler. Tarımsal eğitim ve öğretimin 177. yıl döneminde uzun zamandır önemsediğimiz sorunların tartışılmasının yaralı olduğu vurgulandı. Özetle 177. yılda gururluyuz mutluyuz ve umutluyuz. Tarım eğitiminin tarımsal gelişim üzerinde çok ciddi katkısı oldu. Ancak tarım programları gibi dinamik alanların sürekli olarak yenilenmesi ve geliştirilmesi kaçınılmazdır. Önümüzdeki yıllarda tarım eğitiminin arzu ettiğimiz gibi ülkemiz tarımı ve kalkınması için nitelikli insan gücü yetiştirmesini bekliyoruz. Bu sorumluluk hepimizin ve bunun üstesinde geleceğimize inanıyorum. Yeniden, Tarım Eğitimimizin 177. yılı hayırlı olsun. Cumhuriyetimizin sıfır noktasından günümüze 100 yıllık bu süreçte tarım bilimine katkı sağlayan, emeği geçen meslektaşlarımıza ve tüm bireylere teşekkür ederiz. 11 Ocak 2023, Adana Prof. Dr. İBRAHİM ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi/ Ziraat Fakültesi / Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü. Adana iortas@cu.edu.tr;ibrahimortas@gmail.com 05337692415

  • Ah İstanbul İstanbul Olalı

    Bugün İstanbul'da tam bir sonbahar havası vardı; biraz sert poyrazlı ama pırıl pırıl güneşli, tam gezmelik bir hava... Bu fırsatı değerlendirip düştüm yine yollara. Amacım Karaköy'e gidip oradan Taksim'e uzanan bir gezi yapmaktı. Aslında bu güzergah zaman zaman kendimi unutmak için gezdiğim yerlerdir; ama bu sefer sadece gezmek değil bakmak ve görmekti niyetim ya da yazmak istediğim Pera yazısı için bir anlamda gözlem yapmaktı diyelim. Kadıköy'den bindiğim vapurda güzel bir mini müzik ziyafetinden sonra Karaköy'e geldim. Yeraltı geçidinden geçerek Tünel'e vardım, ama binmedim. Londra'dakinden sonra dünyanın en eski 2. yeraltı toplu taşıma sistemi olan Tünel 17 Ocak 1875'te açılmış ve sadece 90 saniyede sizi yukarı çıkarıyor. Amacım çevreyi gözlemlemek olduğu için Tünel'in yanından sola doğru Bankalar caddesine yöneldim, o koca koca ihtişamlı binaları seyredip Kamondo merdivenleri denilen ve bir sarayın giriş merdivenlerini anımsatan bir merdivenli sokaktan yukarı, Galata'ya doğru tırmanmaya başladım. Avusturya Lisesi ve Hastanesini dıştan seyredip Cenevizlilerin meşhur Galata Kulesinin dibine yani Kuledibi'ne geldim ve Ceneviz çay bahçesinde kuleyi biraz daha yakından görmek için bir çay molası verdim burada. Kulenin önünde metrelerce uzunlukta çoğunluğu Araplardan oluşan turist kuyruğu vardı ve meydan tıpkı panayır yeri gibiydi. Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa edilen kule 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferinde geniş çapta tahrip olunca daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından yeniden yapılmış ve kentin en büyük binası olmuş. İşte kuleye bakıp bunları düşünürken birden Ümit Yaşar Oğuzcan düştü aklıma. Bir babanın yaşayacağı en büyük acıyı yaşayan ve bunu dizelere döken adam... 6 Haziran 1973 Pırıl pırıl bir yaz günüydü Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünün baharında Bu adam benim oğlumdu... Bütün umutlarıyla birlikte Paramparça oldu Çayımı yudumlarken şöyle eskilere gittim. Fatih Sultan'ın gemilerini karadan yüzdürmesi, bu semtin çok renkli kozmopolit nüfusu, 6-7 Eylül olayları birer birer geçti gözümün önünden. Kocaman görkemli kiliselerin yanında, adeta kendini gizler gibi, İslamiyet'teki tevazunun simgesi minicik mescitlerin önünden geçtim, günümüzde yapılan binlerce metrekarelik camileri düşünerek. Sonra Galata Mevlevihane'sine geldim. Divan şiirinin son sesi sayılan Şeyh Galib'i anarak bahçedeki çilehanenin içine girdim, çok yüksek merdivenlerle inilen taş bir hücre... Galiba benim de biraz çilem varmış ki az daha çıkamıyordum dışarı... Neyse Tünel'e doğru nefes nefese yürümeye başladım, eskiden Beyoğlu nikah dairesi olan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinin önüne geldiğimde, tam otuz altı yıl önce o kapıdan gelinliği ile çıkan bir genç kız geldi, dolan gözlerimin önüne... Sol yanımdaki sızıya aldırmadan yürümeye devam ettim. Bir zamanlar bahçesindeki onlarca kediden dolayı "Kedili han" denilen, ama son yıllarda bir restorasyon faciası neticesinde kimliğini tamamen yitirmiş pembe binanın önüne geldim. Kapıdaki levhayı okuduğumda içim cız etti. Burası 1845 yılına kadar Rus elçiliği olarak kullanılan Narmanlı Hanı; kimler gelip geçmemiş ki buradan. Ahmet Hamdi Tanpınar 1944-1951 yılları arasında burada yaşamış ve eserlerini yazmış. Ondan başka Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ressam Aliye Berger de burada yaşamışlar. Biraz daha yürüdüğümde adeta birbirlerine nispet yaparcasına yolun iki tarafında duran, Osmanlının son dönemlerinden, belki bir on beş sene öncesine kadar sanat dünyasının ve sanatçıların mekanı olan Lebon ve Markiz pastanelerini gördüm, zamana ayak uydurmak adına içleri boşaltılmış, ruhsuzlaşmışlardı. Belki de yüzyıllardır İstanbul'un en renkli ve kozmopolit semti olan İstiklal Caddesi, hala eskisi gibi renkli; adeta dünyanın yetmiş iki milleti burayı istila etmiş. Turisti, mültecisi, kaçağı ne varsa bu caddede arz-ı endam ediyor. Koca bir kuru kalabalık kaplamış bu güzelim caddeyi. Çoğu boşaltılmış dükkanların önünde, kucağındaki eli yüzü kir içinde çocuklarıyla dilenen dilenciler, köşe başlarında çeşitli enstürmanlarıyla şarkı söyleyen gençler, yaşlılar... Taksime doğru yürüyorum ve bir başka bina içimi burkuyor yine; İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif'in vefat ettiği Mısırlı Apartmanını görüyorum. Sonra üstlerindeki sarılı kırmızılı formalarıyla avaz avaz bağıran gençlerin okuluna geliyorum; Mekteb-i Sultani yani Galatasaray Lisesi Tevfik Fikret'in hayali geçiyor bir an önümden... Kim bilir buradan daha kimler kimler gelip geçmiş, tıpkı Çiçek Pasajından gelip geçenler gibi... Yavaş yavaş yorulduğumu hissediyorum zavallı Emek Sinemasının önünden geçerken, ve tıpkı orası gibi yerinden edilen, ama yeni mekanında da aynı lezzetini devam ettiren meşhur İnci Pastanesine geliyorum soluklanmak için, çayımı içerken sokağın içindeki eski, terk edilmiş, boynu bükük azınlık evlerine bakıyorum ve bu coğrafyada yaşayan insanların ne kadar da çilekeş olduklarını düşünüyorum. Görmem gereken iki üç mekan daha var; vaktiyle atlı tramvayların atlarının ahırı olan 'Dingo'nun Ahırı'nın sokağına bakıyorum, oradan da yine ihtişamlı ve tarihi binalarıyla göz kamaştıran Zapyon Rum Lisesi ile Eseyan Ermeni Lisesi ve Aya Triada kiliselerinin önünden geçip geri dönüyorum, ve bu güzel yapılar arasında çürük diş (!) gibi sırıtan yeni binalara acıyarak bakıp Karaköy'e doğru yollanıyorum. Dönüş vapurunda yine iki güzel genç ve muhteşem klarnet sesi eşliğinde "Hasretinden Yandı Gönlüm" şarkısı ile "Ah İstanbul, İstanbul Olalı" şarkılarını dinleyip, "bir tatlı huzurla" evime vasıl oluyorum... Aslında daha anlatılacak o kadar çok şey var ki...

  • Zaman Makinesinde Geçmişe Yolculuk

    İstanbul Boğazı'nın güneyinden batısına doğru uzanan, boynuz şeklindeki yapısından dolayı İlk Çağ’da Khrysokeras yani Altın Boynuz olarak anılan ve Avrupalıların “Golden Horn” olarak bildikleri Haliç semti İstanbul'un en sevdiğim köşelerinden biri. Ve bir yol arkadaşı bulduğumda gitmekten hiç yüksünmediğim buram buram tarih kokan bir semt. Hatırlar mısınız bilmem, 1980'li yıllarda çok ses getiren, çok sevilen bir film vardı, dizi halinde çekilen. Steven Spielberg'in yönettiği, bir delikanlının kazara tam otuz yıl geriye, yani 1985 yılından 1955 yılına gitmesinin anlatıldığı GELECEĞE DÖNÜŞ filmi. Filmde çılgın profesör Brown ile Marty ismindeki delikanlı bir zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapıyorlardı. Çok güzel ve eğlenceli bir filmdi. Bugün ben de yol arkadaşlarımla geçmişe bir yolculuk yapayım istedim. Gerçi zaman makinesine binmedik ama daracık ve dik yokuşlu eski İstanbul sokaklarında gerilere, çok gerilere gittik... Kadıköy vapurundan Eminönü'nde indikten sonra Haliç kıyısından yürüyerek Fener'e geldik. Fener’in o kimi yenilenmiş, kimi yıkılmaya yüz tutmuş evleriyle dolu daracık yollarına saptığınızda sanki bir film platosunun içinde buluyorsunuz kendinizi… Eski, yıkık dökük, virane evler; o evlerin arasına gerilmiş iplerde uçuşan rengarenk çamaşırlar, eli yüzü kir içinde koşuşturan çocuklar ve tüm o sokaklara sinmiş yoksulluk ve yoksunluğa karşın gülümseyen yüzler, ışıldayan bakışlar… Fener'de ziyaret ettiğimiz ilk mekan 17. Yüzyıldan kalma Dimitri Kantemiroğlu'nun eviydi. Boğdanlı olan Dimitri Kantemiroğlu 14 yaşına geldiğinde Osmanlı Devleti babasını Boğdan beyliğine atar. Geleneğe uyularak genç Dimitri de 1687 yılında rehin olarak İstanbul’a gönderilir. Öğrenimini İstanbul’da sürdüren Dimitri, Rum Ortodoks Patrikhanesi'ndeki akademide antik Yunan ve Latin kültürüyle Bizans ağırlıklı Ortodoks kültürünü, Enderunda ise Osmanlıca, Farsça ve Arapça dillerini öğrenir. Osmanlı siyaset ve kültür çevreleriyle yakın ilişki kurar. Çocukluğunda başlayan müzik ilgisi İstanbul'da da devam eder Dimitri Kantemir'in, Türk müziğine merak sarar. Padişah II. Ahmet zamanında Enderuna öğrenci olarak alınır. Yaptığı besteleri ve oluşturduğu nota sistemiyle Türk Müziği'ne büyük katkıda bulunur. Padişah da bu hizmetlerinden dolayı kendisine Fener'de koca bir saray bağışlar. İşte bu sarayın bahçesinde biraz nefeslenip kahvelerimizi içtikten sonra, ikinci durağımıza, buranın hemen üstünde bir kartal edasıyla Haliç'e ve Fener'e tepeden bakan "Kırmızı Mektebe" doğru tırmanmaya başladık. İstanbul'un en güzel yerlerinden birinde yer alan bu okul, gerek mimari yapısı, gerekse tarihsel değeri ile İstanbul’un en görkemli binalarından biri. İstanbul’da faaliyet gösteren çok az sayıdaki Rum eğitim kurumundan biri olan bu okul, 1881'de mimar Dimadis tarafından, Fransa’dan getirtilen kırmızı ateş tuğlalarından yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Mektep” diye de anılıyor. Okulun tarihi ise ta Fatih Sultan dönemine dayanıyor. Okulun önüne geldiğimizde tırmandığımız merdivenlerden, çevredeki tarihi binalardan ve muhteşem Haliç manzarasından nefesimiz kesildi ama daha görecek yerlerimiz vardı. Zaman makinesiyle Kanuni Dönemine gidecek; onun, babası Yavuz Sultan Selim için yaptırdığı camiyi ziyaret edecektik.Yokuşu biraz daha tırmanmamız gerekiyordu. Yokuşun sonuna geldiğimizde bir sokak ismi dikkatimizi çekti. Levhada "İsmail Ağa Sokağı" yazıyordu. Birden içinde yaşadığımız şu sıkıntılı günlerde çok duyduğumuz cemaatlerden birinin yaşadığı mahalleye geldiğimizi fark ettik. Zaman makinemiz karanlık bir dehlize girmişti sanki, bir başka boyuta geçmiştik. Sokakta kara çarşaflı, hatta peçeli kadınlar, genç kızlar arzı endam ederken, başları sarıklı, cübbeli, sakallı adamlar fütursuzca dolaşıyordu. Sokakta oynayan küçücük kız çocuklarının bile başları örtülü, erkek çocukların başları takkeli ve sarıklıydı. Çeşit çeşit sarıkların, şalvarların, cübbelerin satıldığı onlarca dükkan vardı mahallede ve sokakların bir kısmının adları yine 1,2,3 rakamlarının eklendiği İsmail Ağa Sokağı idi. Neredeyse bizden başka normal kıyafetli kimsenin olmadığı sokakta, üstünde "Kur'an Kursu" yazan çok çok büyük bir bina dikkatimizi çekti. Kim bilir kaç bin öğrenci barınıyordu burada. Cemaat ve tarikatlardan bunca yüreğimizin yandığı şu günlerde bu manzarayı görmek, bu dehlizin içinden geçmek bütün neşemizi bir anda söndürdü ne yazık ki... Son durağımız olarak geldiğimiz Yavuz Selim Caminin görkemli yapısı ve o güzelim Haliç manzarasını görecek halimiz bile kalmadı. Tedirgin ve biraz da ürkekçe yaptığımız ziyaretimizi bitirip bir an önce uzaklaşmak istedik oradan, çünkü orası İstanbul'un bizim bilmediğimiz bir başka yüzü idi, belki de İstanbul bile değildi... Yaklaşan akşam saatinin telaşı ve batan günün ışıkları arasında Karaköy'den vapurumuza bindik, biraz yorgun biraz bezgin bir şekilde... Vapurda bir şarkı takıldı dilme; " Ah! İstanbul İstanbul olalı hiç görmedi böyle keder" diyen. Düşündüm de son 20-25 yılda İstanbul neler neler kaybetmiş, tepesine ne çok mezar taşı dikilmiş, bağrına ne çok hançer saplanmış... Aslında bu son satırlarda anlattıklarımla kimsenin inancını, dinini sorgulamak niyetinde değilim, ama İstanbul gibi bir şehrin göbeğinde, dini ve inancı böylesi çağ dışı görüntülerle yaşayıp, "Hz. Muhammed'in yaşam tarzını ve sünnetini" yerine getirdiklerini savunanların, çağın bütün teknolojik olanaklarını kullanmaları da son derece ironik geldi bana. Umarım yaşananlardan ders alınır da yeni KANDIRILMALAR ALDATILMALAR ve ardından da AF DİLEMELER yaşamayız. Aydınlık günlere kavuşmamız dileğiyle... Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • İstanbul'un Arka Sokakları

    Sokaklar, şehirlerin can damarları sokaklar… Boş arsalarıyla, Arnavut kaldırımlarıyla, çamurlu, daracık yollarıyla çocukluğumun eğlence mekanı, oyun alanı sokaklar… Güven içinde, korkusuzca evlerimizin önündeki kaldırımlarda evcilik, saklambaç, körebe oynadığımız sokaklar… Sokak deyince ilk olarak Mardin’in taş evlerinin altından bir dehliz gibi kıvrıla kıvrıla ana yola inen o daracık, merdivenli, loş abbaraları gelir aklıma. Anılarımda korkuyla karışık duygular bırakan tünelvari sokaklar… Sonra yedi tepe üstüne kurulmuş o kadim şehrin her bir tepesinden tıpkı bir ırmak gibi denize akan yokuşlu sokaklar. Anılarımda ne çok öyküsü vardır o sokakların... kimi zaman düşerek, kimi zaman ağlayarak, kimi zaman titreyerek dolaştığım, bazen kaybolduğum sokaklar… Bu yüzden çok severim tek başıma çıkıp o sokaklarda avare avare dolaşmayı. Çoğu zaman bir fırsat yaratıp düşerim yollara; bazen özlediğim sokaklara giderim bazen de yeni sokakların keşfine çıkarım, çünkü bilirim ki girdiğim her yeni sokakta ufak da olsa bir sürpriz karşılayacaktır beni… bazen asırlık bir çınar, bazen yıkılmaya yüz tutmuş bir köşk, bir köşeye sıkışmış bir mezar ya da oymalı taşlarıyla bir çeşme veya küçücük ahşap bir mescit. Belki İstanbul’u ilk tanıdığım semtlerden olduğu için Altın Boynuz'un kıyısına dizilmiş Balat ve Fener’in sokaklarına gider gezerim sık sık. Çocukluğumda Fener'den bindiği sandalla Haliç'i geçip Alibeyköy'e giden o ürkek kız çocuğu gelir gözlerimin önüne. Çok sevdiğim yaşlı bir yakınımı ziyaret hissi verir bu sokaklar. Yüzüne yapılmış makyaja rağmen geçmişin tüm izlerini taşıyan geçkin ve güzel bir kadın gibidir Balat-Fener sokakları.... Çoğu ayakta zor duran evlerin arasına gerilmiş iplerdeki çamaşırlar rüzgarda sallanırken geçmişe el sallar gibidir. Hüzün kokar burada sokaklar, yoksulluk kokar ama buram buram da dostluk, komşuluk, vefa kokar. Yukarı doğru kıvrılan yokuşlara, ara sokaklara sıkışmış kiliseler, sinagoglar, mescitler acıtır içinizi “kim bilir kimler geldi, kimler geçti” buralardan diye düşünürken gözleriniz nemlenir, kimseler görsün istemezsiniz… Agora Meyhanesinin kapısından geçerken bir taş plaktan Müzeyyen Senar'ın o buğulu sesi çalınır kulağınıza... "Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime" Özlediğim, gidip görmek için can attığım, ama her seferinde büyük hayal kırıklığıyla döndüğüm sokaklar ise çocukluğumu ve ilk gençliğimi yitirdiğim Beyazıt’tan Kumkapı’ya inen o dik yokuşlu sokaklardır. Bir zamanlar İstanbul’un gözde semtlerinden olan hatta vali konağının bile bulunduğu bu semtin sokakları yabancılaşmış artık geçmişine… O eski oymalı, cumbalı ahşap evlerin yerine çoğu iş hanı olan hilkat garibesi taş binalar dikilmiş. Kim bilir nerelerden kalkıp, geçim derdi için buralara gelen bir sürü yabancı yüz koşuşturuyor o sokaklarda şimdi. Kimi zaman anlamadığım dilde bir sözcük, kimi zaman galiz bir küfür çalınıyor kulağıma. Yüreğim sıkışıyor, burası benim büyüdüğüm, her gün okula gidip geldiğim sokaklar mı yoksa medeniyetten nasibini almamış bir uzak ülke mi? İşte bugün yine oralardayım... yokuştan aşağı inerken sanki her köşeden tanıdık bir sima çıkıp boynuma sarılacak diye boşuna umutlanıyorum. Sokağın en ucunda her gün alışveriş yaptığımız o küçücük sevimli bakkal dükkanını arıyorum. Bütün mahallenin "dayı" diye seslendiği Arnavut bakkal amca kim bilir nerelerde? Sonra çocukluğumu geçirdiğim evimin sokağına geliyorum, sevginin her türünü yaşadığım o ev, şimdilerde kapısının önünde çöp yığınlarının olduğu köhne bir iş yeri… Karşısına geçip seyrediyorum evimi; sevdiklerim, arkadaşlarım, anılarım geçiyor gözlerimin önünden bir film şeridi gibi. Şimdi kapıyı açıp girsem içeri, o sofanın ortasındaki soba yanıyor mudur hala, üstündeki çaydanlıkta sıcak çay var mıdır ki...“Hayırdır teyze, bir şey mi arıyorsun” diyen sesle irkilip kendime geliyorum. Buruk bir tebessümle; “kaybolan yıllarımı arıyorum çocuğum” diyorum usulca ve ardında sevdiklerini bırakanların hüznüyle sokaktan ağır ağır biraz daha aşağılara iniyorum Kumkapı’ya doğru… Birbirine yaslanarak ayakta zor duran, tık nefes, çoğu gerçek sahiplerince yıllar önce zorunlu olarak terk edilmiş eski taş evlerin, gecekonduların arasına dikilmiş, görgüsüzce o küçücük evlere tepeden bakan çirkin binaların, ne sattığı belli olmayan dükkanların sıralandığı Kumkapı sokaklarını dolaşıyorum. Burası artık İstanbul değil sanki, ellerindeki sahte markalı saatleri, gözlükleri satmaya çalışan Afrikalılar çarpıyor önce gözüme. Sonra o eski taş binaları belki de işgal etmiş ailelerin eli yüzü kir içinde, kocaman gözlerinde korku ve umudun ışıltıları dolaşan çıplak ayaklı çocukları düşüyor önüme. Allı güllü entarileriyle kaldırımda ya da evlerin eşiklerinde oturan kadınların yüzündeki hüzünle dudaklarından dökülen kahkahalardaki tezat sanki yaşama meydan okuyor... Bir yerlerden çan sesleri gelirken kulağıma yanık bir ezan sesi yükseliyor bir mescitten. Yol üstünde yeşile boyanmış demirleriyle, isimleri unutulmuş evliya türbeleri ve evlerin arasına sıkışmış mezarlara takılıyor gözüm. Bir Fatiha gönderiyorum o ölülerin ve geçmişin ruhuna. Agop abinin, Dr Varujan'ın, kuyumcu Artin ustanın hayaletleri kesiyor önümü, bir başka sokaktan Eğinli Bibi çıkıyor karşıma, öğretmenlerim, arkadaşlarım, sevdiklerim arkaik bir müzik eşliğinde arzı endam ediyorlar önümde... Bunalıyorum, başım dönüyor, yüreğim daralıyor… Denizi bulmalıyım, biraz nefes almalıyım... Belki o dingin mavilik ve denizin serinliği ferahlatır içimi. Bir başka sokağa sapıyorum, terk edilmiş tren istasyonuna çıkmak için. Bir zamanların meşhur meyhanelerinin yerini almış balıkçı lokantaları arasından geçip sahil yoluna ulaşıyorum. Uzaklardan çok uzaklardan özlediğim bir ses, bir tren sesi çalınıyor kulağıma. Mardin’den beni alıp İstanbul’a getiren o kara trenin sesi… Ve bir türkü mırıldanmaya başlıyorum farkında olmadan… “Kara tren gecikir belki hiç gelmez Dağlarda salınır da derdimi bilmez Dumanın savurur halimi görmez Kan dolar yüreğim. gözyaşım dinmez…”

  • MEVSİMLERİN TADI KAÇTI

    Fuat ÖZGEN * “Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.” Puşt, puştluğunu yaptığından Yapamıyor kış kışlığını Kar yok, yağmur yok, soğuk yok. Hastalık, kuraklık, bereketsizlik var Kış bitmeden yaz, yaz bitmeden kış El birliğiyle boğdular baharları Yazın çöl tozu, çöl sıcağı Ürün kaybı, pahalılık, yokluk Giderek açlık Puştluğu yapan Yediği kabı kirleten Doğal düzeni bozan Sonra da sızlanan İnsan.

  • ŞU VAHŞİ KAPİTALİZM

    GÖĞÜMÜ ÇALDIN / Niyazi UYAR * Bu anamalcı düzen neden bu kadar insafsızdır, sebebini bilen var mı, diye sorsam, hemen herkes yaklaşık bir şeyler diyecektir. Sabah yataktan kalkar kalkmaz “havada yağmur var mı,” diye gökyüzüne bakarım: Günler, haftalar, aylar oldu tek damla yağış toprakla buluşmadı. Yağmur sevdam çocukluk aşkımdır benim. Durup altında ıslanmak isterim çocukken yaptığım gibi. Nerede, o zamanlar serde yiğitlik vardı, şimdi güvenemiyorum kendime. Altı ay önce yağan yağmura nazirelereler yazıyordum, “şimdi bu yağmurda ıslanmak ne de güzel olur,” dediğimde Eğitim enstitüsünden ev arkadaşım İbrahim Turan, “elinden alan mı var arkadaşım, ıslan,” demişti. Elimden alan yok sevgili müfettişim, ne yapayım yağmur tutkum, çocukluğumda yaşadığım özgürlüğü tekrar yaşamak isterim; lakin beden o beden değil artık! Yağmuru şimdi daha çok özledim sevgili müfettişim, gökten tek damla yağış düşmüyor, toprak ona hasret, nebat ona hasret ben ona hasret, bekliyor, bekliyor, bekliyoruz…Vahşi kapitalizmin doymak bilmeyen karnı, daha çok, daha çok kazanma hırsı doğayı katletti, ağaçları kesti, ormanları yaktı kül etti. Çocukluğumda eğilip kana kana suyunu içtiğim dereler yıllardır akmıyor, akarsular kurudu, doğal dengeyi bozdular. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, her şey normalmiş gibi, devam ediyorlar kesip yakmaya, doğayı bir avuç maden uğruna yok etmeye. Böyle giderse, susuzluktan, açlıktan ölüp gideceğiz, insanlık yok olacak. Bu kadar aç gözlülük olur mu, yeryüzünde hayat tükenince bilmezler mi, bu ahmakların çoluk çocuğu tekmil insanlığın yok olduğu gibi yok olacak; toprak doyursun bunların gözlerini! Tarih kitaplarında okumuş olmalıyız Türklerin Orta Asya’dan göç etmesi bir kuraklık neticesinde olmamış mıydı? Bugün yine göç etmek mecburiyetinde kalırsak nereye gider bu seksen beş milyon nüfus? Ah şu vahşi kapitalizm bir türlü doymak bilmiyor senin göbeğin ne olsa alıyor içine. Sen ve ahvalin yok olup gitse gram üzülmeyeceğim, belki arkanızdan davulcu tutup teneke çaldırırım. Fakat gökyüzünün rüzgârı ne sana ne bana; herkese esiyor. Beddualarımın hakikat olacağını bilsem en ala bedduaları edeceğim sana. Yine de “kör olun, yediverenler olmasın, kapılarınızı açan olmasın, bir damla su su diye...” Benim gibi dünyaya akılla, bilimle bakan eyyam yapmayı bilmeyenler, hiçbir zaman yönetim erkinin içinde olmamıştır. Bu güzel ülkeyi, maalesef... Al işte ne yaptılar elbirliği ile kör kuyulara atıverdiler hepimizi. Çok dedik, çok söyledik, böyle yapmayın, kıymayın bu güzel ülkeye dedik, ama ne çare; anam derdi ki,” sen söyle, sen dinle,” tribünlere oynaya oynaya geleceği yok ettiler. Akla, bilme inanan, sağ duyu sahibi insanları karaladılar, tekerimize taş koymasınlar diye. “Allah versin zevalinizi,” derdi anam, gerçekten Allah versin zevallerini… Siz değil misiniz Mansur’u dara çeken, siz değil misiniz Nesimi’nin derisini yüzen, siz değil misiniz Bedrettin’i çarmıha gerip haftalarca ölüsünü şehir şehir dolaştıran, siz değil misiniz Pir Sultan’ı dara çektirip zorla halka taşlatan, siz değil misiniz Nazım’ı memleketine hasret ölümüne sebep olan, siz değil misiniz On İki Eylül’de on binleri yurttaşlıktan çıkaran, siz değil misiniz Mustafa Kemal’e idam fermanı yazdırıp onca hakaretleri eden, siz değil misiniz Denizleri darağacına gönderen, siz değil misiniz Madımak’ ta insanları diri diri yakıp alkış tutan… Gelişmeye, aydınlığa, insanlığa olan öfkeniz hiç bitmedi. Hayata, insanlığa, doğaya olan nefretinizle ağaçlarımızı kestiniz, ormanlarımızı yaktınız, hak hukuk nedir hiç bilmediniz. Siz “demokrasinin” “d’sine” inanmadınız hiçbir zaman. Eşeğinizin terkine bizim ahmakları alıp elbirliğiyle çocuklarımızın yarınlarını çaldınız. Bak damla yağmur yağmıyor. Siz diyeceksiniz ki, “vermeyince Rab biz ne yapabiliriz? Yani doğayı katletmenin, ağaçları kesmenin, ormanları yakmanın bir sonucu değil bu durum, "Rab vermiyor biz ne yapalım?" Hiç de öyle değil, ağaçları kesin, ormanları yakın, doğayı katledin, akarsuları kurutun; sonra da ne vermeyince Rab deyip günahlarınızdan arınamazsınız; suçlusunuz, biz sizin suçlu olduğunuzu, adımızı bilir gibi biliyoruz! Yağmur yağmıyor, her sabah uyanır uyanmaz göğe bakıyorum tek parça yağmur bulutu göremiyorum. Gökyüzü öfkeden kudurmuş kurşunla kapatmış her yanını, gram yağmur damlasının yağmasına izin vermeyecek. Öğleye doğru da sanki bir mayıs güneşi daha da kurutacak tabiatı, daha da kurutacak nebatı! Göğümü çaldınız, yağmurumu, oksijenimi, yaşamamı çaldınız, geleceğimi çaldınız! Sadece benim mi, benden geçti, ben üç beş ay sonra o meşhur “altmış beş” yaşa gireceğim. Benim kaygım, bu ülkenin istikbaline güzellik katacak, akılcılığı her daim rehber edecek iki torunum var. Ben, hep insanca bir yaşam için çok kavga verdim, çocuklarım için, torunlarım için! Şimdi onlar da bir kavganın içinde bulacak kendilerini, ne acı, otuz yedi bu ülkenin yarınlarına düşünen, soran sorgulayan bireyler yetiştirmek için çalıştım, nasıl oluyor, neden oluyor; yüreğim kan ağlıyor! Yiye yiye bitiremediler, yiye yiye doymadılar, ellerinden gelse dünyayı karınlarına koyacak bu aç gözlüler! Yemek, ha bire yemek! Yemek çok yiyenlere babam, “fok balığı gibi, doymak bilmiyor," derdi fok balığını hiç görmeden. Aynen yiye yiye doymadılar çöle çevirdiler bu canım coğrafyayı. Sadece bizim mi, kendi geleceklerini de torunlarına kara kapkara bir dünya bırakıyorlar. Hiçbir canlı kendi nesline ihanet etmez. Türk’üz, Müslümanız diye diye bütün değerlerin içini boşalttılar, siz aslında ne Türk ne Müslümansınız. Milliyet unsuru açısından bakınca Türklerin hiç de böyle olmadıklarını, görürsünüz, hakiki Müslüman “bir hırka, bir lokma yeter bana deyip komşusu açken tok yatan bizden değil diyen bir yüce inanışın inananadır; siz bambaşkasınız... … Sabah uyanır uyanmaz göğe bakıyorum, gökte tek parça yağmur bulutu göremeyince huzurum kaçıyor, kaygım artıkça artıyor.

  • Hayalim

    Hayalim Üç yaşında çocuk babasına : Baba şu manavlar ne kadar düşüncesiz. Manavın ön tarafına çilek, kiraz, erik gibi meyveleri koyuyorlar. Meyve alamayacak çocukların canının çekeceğini düşünmüyorlar..." Sosyal medyada dolaşan bir videoda bir çocuk: "Bu sene hiç kayısı yemedim, meyve yemedim. Bunu alacak param yok..." diye söylüyor. Peki biz büyükler bu söylenenlerden utanıyor muyuz? Biz çocuklara nasıl bir dünya bırakacağız? Düşündükçe acaba biz nerede hata yaptık diye düşünüyorum. Güzel bir dünya umudumla. Hayalim Bu gece Yıldızları toplayacağım tek tek ceplerime Her birini bir çocuğa hediye edeceğim Dudaklarına tebessüm Yüreklerine sevgi bırakacağım Bu gece kimseler görmeden Bütün silahları tek tek Bir uzay aracına yükleyip Uzayın bilinmezliğine yollayacağım Yollardaki betonları söküp Sabaha en güzel kokuları ile açacak Kelebeklerin uçuşacağı Çiçekler ekeceğim yerlerine Ağlayan insanların yüreğinden hüznü alıp Uykularında şarkılar söyleyeceğim kulaklarına Bulutları pembeye boyayıp, pamuk helva yapacağım Büyüklerin içinde uyuyan çocuğu uyandıracağım Kin yerine insanların yüreklerine Sevgi tohumları ekeceğim Barış güvercinleri uçuracağım Dünyanın dört bir yanına Sevgiyle uyansın diye dünya Martılar kanat çırpsınlar çığlık çığlığa Denizin en güzel maviliklerinde Yakamozlar parlasın ışıl, ışıl Gökyüzü yaz yağmurları ile Hüzünleri alsın yeryüzünden Acılar da hüzünler de kısa olsun Yaz yağmuru kadar Bunları hayal ederek uyuyacağım Biliyorum ki hayaller ancak düşünmekle başlar Yüreğimdeki sevgiyi büyüteceğim Yetmesi için tüm insanlığa (Semihat Karadağlı/2014) Düzenleme/ 2021 Mayıs Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Hüzünlü Öyküleriyle Türkülerimiz-2

    Daha önce Hüzünlü Öyküleriyle Türkülerimiz-1” yazımızı yayınlamış ve ilk aklımıza gelen türkülerimizin öykülerini derleyip anlatmıştık. Bugün de devamı huzurlarınızda. Bülbülüm Altın Kafeste Bülbülüm altın kafeste Öter aheste aheste Ötme bülbül yarim haste Ah neyleyim şu gönlüme Hasret kaldım sevdiğime Ben sana dayanamam yarim Ben sana aldanamam Ben sana dayanamam yarim Ben sana katlanamam Bülbülleri har ağlatır Aşıkları yar ağlatır Ben feleğe neylemişim Beni her bahar ağlatır Melike, teyzesi ile köy çeşmesinin oradan geçerken su içmek ister. Su içmeye indiğinde çiçeklerden yapılmış olan tacı görür. Tacı başına taktığı anda Yusuf’la karşı karşıya kalır ve çok utanır. O, Yusuf’un tacı sevdiği kıza yaptığını düşünür ama gerçekte Yusuf da ondan etkilenmiştir ve tacı Melike’ye vermek ister. Bu bakışmalar sırasında Melike’nin babasının isteğiyle sözlü olduğu Hüseyin oradan geçmektedir ve bu yakınlaşmayı görür. Tepkisini Yusuf’a yumruk atarak verir ve kavga etmeye başlarlar. Teyzesi Melike’yi alıp oradan uzaklaştırır. Hüseyin bu olaydan sonra vakit kaybetmeden evlenmek ister ve babası Rıza Ağa’yı alıp Şevket Beylerin yani Melikelerin evine ziyarete gider. Melike’ye hediye olarak altından ayna götürürler ama Melike’nin gözü çiçekten yapılmış tacından başka bir şey görmemektedir. Melike bir gün Yusuf’la dere kenarında konuşurken Hüseyin’in arkadaşlarından biri onları görür ve Hüseyin’e söyler. Hüseyin çılgına dönmüştür ve bu olanların hesabını Şevket Bey’den sorar. Melike yıllardır gördüğü rüyadaki delikanlının Hüseyin değil Yusuf olduğunu anlamıştır. Hüseyin ise Melike’nin kalbini kazanmak için onu hediyelere boğar. Melike’ye en son altın kafeste bir bülbül getirir ama Melike’nin yine de umurunda olmaz. Kendini de o bülbül gibi kafese kapatacaklarını bilir. Nitekim Hüseyin Melike’yi kendi evlerine götürme zamanının geldiğini düşünerek genç kızı alır ve kendi evlerine götürür. Melike burada hastalanır. Günden güne eriyen genç kızın haline Hüseyin’in babası da artık dur demek ister ama oğluyla başa çıkamaz. Yüksek Yüksek Tepelere Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim Hem annemi hem babamı Ben köyümü özledim Babamın bir atı olsa binse de gelse Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse Çok eski bir söylentiye göre Malkara köylerinden birinde Zeynep adında güzelliği dillere destan bir kız vardır. Günün birinde Zeynep’in köyünde büyük bir düğün olur. Bu düğüne çevre köy ve kasabalardan insanlar çağrılır, oyunlar eğlenceler yapılır. Gösterilerin en önemlisi de at yarışlarıdır. Bu düğüne üç gün üç gece yol teperek gelen Ali adında bir genç iyi bir at yarışçısıdır. Bu gencin gözü bir ara Zeynep’e ilişir. Yüreğinde sıcak nehirler dolaşmaya başlayan Ali köyüne döndüğünde durumu babasına açar, aldığı olumlu cevap karşısında aile büyükleri ile Zeynep’i istemeye gelirler. Kızın babası-anası kızlarını uzak yere vermek istemeseler de kısa zamanda düğünleri olur… Zeynep gelin olduktan sonra yedi sene ailesini kardeşlerini ve köyünü göremez. Tüm yalvarmaları boşa giden Zeynep’in yüreğindeki hasret günden güne büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Zeynep artık teselliyi türkülerde bulur. Ezgiler yakmaya başlar. Kına gecelerinde ve düğünlerde söylediği türkülerle gelinleri, kızları büyüler. Zeynep’in evi köyün en yüksek tepesindedir, türkülerini oradan söyler. Kocası Zeynep’in hasretine aldırış etmez sevgisi çoktan bitmiş, itip kakmalar başlamıştır. Zeynep kocasının bu tutumundan yataklara düşer. Sonunda köy halkı Zeynep’in anne ve babasının gelmesine karar verir, kocasının da başka çaresi kalmamıştır. Uzun yolculuktan sonra Zeynep’in anne ve babası köye gelirler ama Zeynep son nefesinde “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünü anasına babasına mırıldanırken çevresindeki tüm insanlar duygulanıp göz yaşı dökerler. Hasretini biraz olsun gideren Zeynep için çok geç kalınmıştır. O bir daha yataktan kalkamaz, türküsü de o günden bu güne söylenip durur. Selanik Türküsü Çalın davulları çaydan aşağıya Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya Suyumu kaynatın kazan doluncaya… Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yâre ver Rüstem Ağa Selanik çarşısında kumaş satan ve etrafında sevilip sayılan bir esnaftır. Bir gün dükkanına çevre köylerin birinden Mehmet adında bir genç gelir alış veriş için, kumaşlara bakarken Rüstem Ağa’yla da sohbet ederler. Aslında Mehmet Selanik’e iş aramak için gelmiştir ve Rüstem Ağa’nın da gözü Mehmet’i tutunca dükkanda çalışmaya başlar. Hem işi çabuk öğrenir hem de Rüstem Ağa’nın güvenini kazanır. Gel zaman, git zaman Mehmet Rüstem Ağa’nın kızı Fitnat’a gönlünü kaptırır, aileler de uygun görünce düğün hazırlıkları başlar. O sırada Selanik’te kolera salgını başlar ve hastalık halkı kırıp geçirir. Düğüne bir hafta kala Fitnat yataklara düşer, kolera onu da bulmuştur, günden güne sararıp solan Fitnat yakında öleceğini bildiğinden içindeki acıyı, duyguları türküye döker ve düğününe üç gün kala ölür… Mehmet çok sevdiği Fitnat’ın mezarını kendi kazar ve onun yarım bıraktığı türküyü de içini yakan acıyı haykırarak tamamlar. Selanik içinde salâ okunur, Salânın sedâsı cana dokunur. Gelin olan kıza kına yakılır. Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver. Al başımdan bu sevdayı, götür yâre ver. Selanik Selanik… Issız kalasın. Taşına toprağına bre dostlar, diken dolasın Sen de benim gibi yarsız kalasın. Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver. Al başımdan bu sevdayı, götür yâre ver Aman Bre Deryalar Kırcali'yle Arda'nın arası Saat sekiz sırası Yusufum Ardalılar ağlıyor Yusufum Yoktur çaresi Aman bre deryalar Kanlıca deryalar Biz nişanlıyız İkimiz de bir boydayız Biz delikanlıyız Çıkar abe poturunu Dalgalar artacak Demedim mi ben sana Kayığımız batacak Kırcali'yle Arda boylarında Kimler gidecek Garip Yusuf’un annesine Kim haber verecek Yusuf ile Feride birbirlerini çok severler ancak aileleri bir türlü evlenmelerine razı gelmez. Yusuf bir gün kafasında bir plan yapar Arda Nehri’ni sevdiğiyle geçerek izlerini kaybettirip yeni bir hayat kurmayı düşler. Bu durumu Feride’ye anlatır. Feride, Arda’ya bizim kayıklar dayanmaz gitmeyelim, der ama nafiledir. Feride, Yusuf’un ısrarlarına dayanamaz ve Arda’yı aşmayı kabul eder. Ancak şans yüzlerine gülmez ve dalgalar kayığı devirir. Yusuf da boğularak ölür. Feride bir şekilde kurtulmayı başarır ancak Yusuf’un ölümü O’nu çok yaralar ve bir ağıt yakar… Bitlis’te Beş Minare Bitlis’te beş minare Beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yâre Beri gel oğlan beri gel İsterem yanen gelem Beri gel oğlan beri gel Cebimde yok on pâre Beri gel oğlan beri gel Tüfengim dolu saçma Beri gel oğlan beri gel Vururum benden kaçma Beri gel oğlan beri gel Doksan dokuz yârem var Beri gel oğlan beri gel Bir yâre de sen açma Beri gel oğlan beri gel Rus işgali sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis’ten kaçan bir baba ve oğul, Bitlis’e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir: “Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış.” Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır. Ah Bir Ataş Ver Cigaramı Yakayım Ah bir ataş ver cigaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah çatal olur efelerin yüreği Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın Arkadaşlar uykulardan uyansın Uzun olur gemilerin direği Ah çatal olur efelerin yüreği Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları, 4 Nisan 1953, Saat 02:15. Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland şilebi ile çarpışır. Sessiz, soğuk ve bulanıktır gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömülür. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığınır. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlanır. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber olur. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapılır. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, her şey yine aynı sözcüklerle anlatılır; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan tüm Türkiye, denizaltıdaki o kahramanların tevekkülle ölüme yaptıkları hüzünlü ama başı dik türkülerini dinler. Yârim istanbul’u Mesken mi Tuttun Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun, Gördün güzelleri beni unuttun, Sılaya dönmeye yemin mi ettin; Gâyrı dayanacak özüm kalmadı, Mektuba yazacak sözüm kalmadı… Yârim sen gideli yedi yıl oldu, Diktiğin fidanlar meyveyle doldu, Seninle gidenler sılaya döndü; Gâyrı dayanacak özüm kalmadı, Mektuba yazacak sözüm kalmadı… Yârimin giydiği ketenden gömlek, Yoğumuş dünyada öksüze gülmek, Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek; Gâyrı dayanacak özüm kalmadı, Mektuba yazacak sözüm kalmadı… Kayserinin bir köyünden İstanbul’a giden yeni evli bir gencin, tek başına köyünde bıraktığı karısının, ondan hiçbir haber alamaması üzerine yaşadığı acının, feryada dönüşmesidir bu türkü. Kayseri ve köylerinden yazları büyük şehirlere inşaatlarda çalışmak için giden erkekler, havaların soğumasıyla birlikte biriktirdikleri paralarıyla evlerine, köylerine dönerler. Kayserili bu güzel köylü gelinin, yakışıklı kocası da çalışmak üzere İstanbul’a gitmiş ama zaman geçip kış olmasına rağmen bir türlü geri dönmemiştir. Güzel gelinin çocuğu da olmadığı için bir başına kalmıştır köyünde ve hasretlik içini yakıp kavurmaktadır. Aradan yedi yıl geçmiş, gidenler geri dönmüş ama bizim gelinin eşi bir türlü dönmemiştir köyüne. Bu arada köy yerinde “kocan İstanbul’da başkasını buldu” diye dedikodular da dolanmaya başlamıştır. Bunlara inanmasa da güzel gelinin içine bir ateş daha düşmüştür artık. Bir gece rüyasında kocasının güzel kadınlar arasında pek de keyifli olduğunu görür ve kan ter içinde uyanır, gözünde yaşlarla ve feryat ederek bu türküyü söylemeye başlar… Urfa’nın Etrafı Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar Benim zalim derdim cihanı yakar Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar Anandan babandan yardan ayrı koyarlar Urfa dağlarında gezer bir ceylan Yavrusunu kaybetmiş ağlıyor yaman Yarimin derdine bulmadım derman Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar Anandan babandan yardan ayrı koyarlar Ceylan senin gibi yüreğim yara Cihanda derdime aney bulmadım çare Bir yavru kaybettim gözleri kara Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar Anandan babandan yardan ayrı koyarlar Avcıların, ceylanların nerede olduğunu merak edip, bulmak için köpekleri ile (tazı) dağlarda gezmelerini, yani ceylanın peşine düşmelerini anlatır bu türkü görünüşte, ama türkünün asıl anlattığı bu değildir. Çocuğunu kaybeden bir annenin, çocuğunu ceylana benzeterek duygularını dile getirmesidir. Bu türküde anne, Urfa’nın vahşi ve güzel dağlarının tehlikeli bir yer olduğunu anlatır. Çocuğunu kaybetmeden önce yaptığı uyarıların bir işe yaramadığını belirtir. Anne çocuğunu kaybetmenin korku ve acısını, ona her baktığında daha iyi anlar. Fırat Türküsü Şu Fırat’ın suyu akar serindir Yârimi götürdü kanlı zâlimdir Daha gün görmemiş taze gelindir Söyletmeyin beni yaram derindir Kömürhan köprüsü Harput’a bakar Körolası Fırat ocaklar yıkar Ahbaplarım gelmiş ağıtlar yakar Söyletmeyin beni yaram derindir Zamanın birinde Hamo Dayı, Fırat Nehri’ni geçerek Urfa’da askerliğini yapmakta olan oğlunu ziyaret etmek ister. Fırat, insan ve hayvanların birlikte bindirileceği ilkel bir sal ile geçilecektir. Sala sabahın erken saatlerinde binilir. Ama nehrin tam ortasına gelindiğinde, salda bulunan bir atın ürkmesi ile sal devrilir ve içindekilerle birlikte Hamo Dayı da boğulur. Ailesi, olaydan habersiz, günlerce onun yolunu gözler. Ama bir gün kara haber köye ulaşır. Dövünmeler, ağıtlar başlar. Fırat, Hamo Dayı gibi çok canlar yakmıştır. İki Keklik Bir Kayada Ötüyor iki keklik bir kayada ötüyor Ötme de keklik derdim bana yetiyor Annesine kara da haber gidiyor Yazması oyalı kundurası boyalı Yar benim aman aman yar benim Uzun da geceler yar boynuma sar beni Aman aman sar beni İki keklik bir dereden su içer Dertli de keklik dertsizlere dert açar Aman aman dert açar Buna yanık sevda derler tez geçer Balıkesir’e bağlı Edremit ilçesinin Güre köyünün eşrafından kahveci Mehmet Şevket Efendi’nin karısı Şöhret Hanım tarafından oğluna yakılmış bir türküdür. Şöhret hanım zamanın zenginlerinden olduğu için zeytin toplamaya giderken bile çok süslü giyinirmiş, elbiseleri oldukça güzel ve diğer köylülerden farklıymış; yazmaları oyalı, kunduraları hep boyalı olurmuş. Oğulları Zekeriya Sarıkamış’a Enver Paşa komutasında askerliğini yapmaya gitmiştir. Bu sırada her yer karlı olduğu için yol almak amaçlı karları teperlermiş. Zekeriya da kar teperken kar kuyusuna düşüp şehit olmuş, Şöhret Hanım bu haberi alınca yıkılmıştır, ovada kekliklerle söyleşirken acısını haykırır dağlara taşlara… Hey On beşli On beşli Hey on beşli on beşli Tokat yolları taşlı On eşliler gidiyor Kızların gözü yaşlı Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel beriye Fistan aldım endazesi on yediye Gidiyom gidemiyom Az doldur içemiyom Sevdiğim pek gönüllü Koyup da gidemiyom Üzerinde pek düşünülmediği için adeta bir oyun havası muamelesi gören bu türkünün ardında aslında acı bir öykü vardır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında arka arkaya girdiği pek çok savaşta verdiği kayıplar sonunda, askere alacak yetişkin ve sağlıklı erkek bulamayan Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı sırasında, doğum tarihi Rumi takvimle 1315 ve daha büyük, (15 ile 18 yaş arası) erkek ‘çocuk’ların orduya katılmasına karar verir. İşte bey oğlu Hüseyin de bu ‘on beşliler' arasındadır ve ardında sözlüsü güzeller güzeli Hediyeyi de bırakmıştır. Savaş her cephede tüm hızıyla sürmekte gidenler bir türlü geri gelmemektedir. Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan birdir Hediye de… Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla da ıslatırlar... Bu ağıtla acılarını dile getirdiler… * Yazının ilk bölümünü okumak isterseniz linke tıklayınız https://www.adadergi.com/post/2019/12/28/turkulerimiz-ve-huzunlu-oykuleri

  • Sen Kış Olduğunda

    MAYIS 2022 AYIN YAZISI * Sen kış olduğunda Su mavisi gökyüzünde değil Ak sütünde anamın Kara kara lekeler oluşuyor Temmuzda kar fırtınası kopar mı Kopuyor Sıkıca örtsem de üstlerini Benzi atıyor hayallerin Anlıyorum ki sen kış olduğunda Dünyadaki tüm pembeler soluyor Denizler kurumuş Ormanlarda bitimsiz yangın Sen kış olduğunda Bir sahil kasabasına yerleşmenin Ya da bir çılgınlık yapıp Safariye çıkmanın anlamı kalmıyor Sen kış olduğunda Tüm kapıların menteşeleri kırılıyor Ayıplı ayıpsız tüm perdeler açıkken fark ediyorum Anlıyorum ki ayarlı ayarsız tüm saatler bozuk Vaktinde çalmıyor Sen kış olduğunda Mavi bisikletleri çalınıyor çocukluğumun Göğümde kızkaçıranlar vınlamıyor Anlıyorum ki artık gece, hava soğuk Çamaşırlar hep geç kuruyor İçimde sonsuzluk gibi bir yer Pusulam yok Belirsiz ve karanlık bir yolculukta Dolu dolu Bir çıngıya duyulan hasret oluyor yaşam Sen kış olduğunda Yokluk başlıyor #aydogmuszeliha

  • Öyküleriyle Kış Çiçekleri

    Kış mevsiminin ortalarındayız, bu yıl havalar çok soğuk olmasa da güneş yüzünü fazla göstermemek için direniyor. Bir yandan kar bekliyoruz çocuklar gibi, bir yandan baharı özlüyoruz, o sıcacık yaz günlerini özlüyoruz, açan çiçekleri özlüyoruz… Ama biliyoruz ki kışın da ayrı bir güzelliği var. Soğuğa ve kara inat rengarenk açan çiçekleri var kış mevsiminin de. İşte bu soğuk günlerde biz de o güzelim kış çiçekleri ve pek de bilinmeyen öyküleriyle renklendirelim istedik gününüzü. Atatürk Çiçeği Aslında bukalemun gibi tipik, renk değiştiren bir bitkidir, tepesindeki kırmızı renkler çiçek değil yapraktır. Çiçekler ise yaprakların arasında, gözle zor görülen minicik sarı olanlardır. İngilizce adı Poinsettia olan bu bitki adını, çiçeği 19. yüzyılda Meksika’dan ABD’ye götüren ve yaygınlaştıran ABD’li devlet adamı, psikiyatrist ve bitkibilimci Joel Roberts Poinsett’den alır. "Atatürk” adı ise, bir süs bitkisi olarak Türkiye’de yetiştirilmesi ve tanınmasına ön ayak olan Mustafa Kemal Atatürk’ten gelir. Ancak çiçeğe ismi Atatürk vermemiştir. Yetiştirilmesi sırasında görev alan bitki bilimcilerden gelen öneri üzerine bu isim takılmıştır. Bu çiçeğin dışında dünyada devlet adamı ismi taşıyan herhangi bir bitki yoktur. Bitkinin diğer bir adı da “Noel yıldızı”dır. Nergis Narcissus güzelliğiyle herkesi büyüleyen, hatta Yunan Mitolojisi’nde “gelmiş geçmiş en güzel ölümlü” olarak anılan bir gençtir. Annesi, kendi güzelliğine vurulmasın diye, hiçbir yerde kendi aksine bakmamasını tembihler ama Narcissus annesini sözünü dinlemez ve nehirdeki aksine bakar, kendini görür görmez büyüleyici güzelliğine aşık olur ve ona dokunmak için suya eğilmek ister; fakat dengesini kaybederek düşer ve boğulur. Tanrılar onun güzelliğinin sonsuza kadar yaşayabilmesi için onu bir çiçeğe dönüştürürler, İşte bu çiçek Nergistir. Ayrıca Narsizm (kendini aşırı beğenme) kavramı da Narcissus’tan gelmedir. Kardelen Bundan uzun yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine aşık olurlar ve birbirlerini çok severler. Her bahar geldiğinde onlar da diğer çiçekler gibi yeni güne “merhaba” derler… Bir bahar başında çiçeklerden biri diğerine “Biz öbür çiçekler gibi bahar başlangıcında açacağımıza herkesin soğuktan kaçtığı karlı kış günlerinde açalım ki bütün doğa bizim olsun!” der ve ikisi de o bahar açmamaya ve kışın karlar yağdığında buluşmaya karar verirler. Biri açmak için kış gelip karın yağmasını beklerken, diğeri sözünde durmaz, o soğukta açmaya cesaret edemez. Kışı bekleyip de bembeyaz karlar yağdığında açan çiçek yani kardelen, her yerde sevdiğini arar; ama bulamaz. Ümidini yitiren çiçek sonunda üzüntüsünden boynunu büker, soğuğa daha fazla dayanamayıp karların üzerinde ölür gider… İşte o gün bu gündür karda açan ve sevgilisini bekleyen o çiçeğe “kardelen” denir. Hercai Menekşe O boynu bükük kardelen çiçeğinin aşık olduğu çiçektir menekşe; ama sevdiğine verdiği sözü tutmamış, kar yağdığında açmaya cesaret edemeyerek onu aldatmıştır. İşte sevgilisini yarı yolda bırakan menekşeye, o günden sonra “hercai” denilmiştir. Bu yüzden, o zamandan beri sevgisine sadık kalmayan hayırsız sevgiliye “hercai” diye hitap edilirmiş… Çuha Çiçeği Soğuk kış günlerinin geride kalması ile doğaya yayılan arılara; güzelliğinin farkında olan, kendini beğenmiş, böbürlenmeyi seven çuha çiçeği, “Bende o kadar çok polen var ki, ben olmasam sen yaşayamazsın.” diye laf edermiş. Bunun üzerine gururu kırılan arı, çuha çiçeğine dönüp, “Sana minnet edeceğime gider, başka çiçeklere konarım da sana konmam, kendini beğenmiş sen de!” diye söylenip, nesline de çuha çiçeklerine konmayı yasaklamış. İşte o gün bu gündür arılar, çuha çiçeklerine konmazmış. Kasımpatı veya Krizantem Zamanın birinde Crisan isimli fakir ama gururlu bir köylü genç varmış. Köyün ağasının kızına tutulan bu talihsiz genç, yemeden içmeden kesilmiş. Gel zaman git zaman genç kızın dikkatini çekmeyi başarmış, hatta onu kendine aşık bile etmiş. Genç kızı her gün bir bahane bulup görmeye gitmiş, kimi zaman camda, kimi zaman bahçede görmüş, ama hiçbir gününü onu görmeden geçirmemiş. Bu durumu fark eden köyün ağası, çok sinirlenmiş ve kızı ile bu fakir delikanlının görüşmelerini engellemiş. Crisan ne yaparsa yapsın bir türlü eve yaklaşamıyor, sevdiği kızı göremiyormuş. Crisan’ın neden gelmediğini bilmeyen genç kız, hasretinden yataklara düşmüş. Genç kızın bu durumuna dayanamayan dadısı, Crisan’ı bulup olan biteni anlatmış. Onu eve sokamayacağını ama eğer isterse ona mesajlarını iletebileceğini söylemiş. Crisan da hemen ormana gidip gördüğü en güzel çiçeği dalından koparmış, ucuna da bir not iliştirmiş: Crisan T’eaime… (Crisan seni seviyor…) ve sevgilisine ölene dek her gün bu notla o çiçeği yollamış. İşte o çiçek krizantemmiş. Şebboy Çeşit çeşit renkleriyle sebat etmek, vefakârlık, sempati gibi kavramların sembolü kabul edilir şebboy çiçeği. İsmi Farsça şeb (gece) ve buy (koku) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan şebboy özellikle geceleri çok güzel kokan bir kış çiçeğidir. Sümbül Anayurdu Doğu Akdeniz olan rengarenk minik çiçekleri ve mis kokusuyla edebiyata da ilham kaynağı olan sümbül, özellikle divan edebiyatında sevgilinin büklüm büklüm, mis kokulu saçını anlatmak için kullanılır. Yunan mitolojisinde Sparta Kralının genç oğlu olan ve yeniden doğuşu simgeleyen Hyacinthus, son derece yakışıklı bir delikanlıdır. Hem güneş tanrısı Apollon hem de batı rüzgarının tanrısı Zefirus bu delikanlıya derin bir aşk beslemektedir. Bir gün ona kendilerini beğendirebilmek için bir yarışa girerler, bu bir disk atma yarışıdır. Hikayenin sonu ile ilgili iki rivayet vardır; biri Apollon’un yanlışlıkla genci vurduğu ve onu öldürdüğü yönündedir; diğer bir rivayet ise Zefirus’un kıskançlığının gencin ölümüne sebep olduğudur. Zefirus bir rüzgar çıkararak Apollon’un diskinin gence isabet etmesini sağlar ve genç ölür. İşte Sümbül ismini bu talihsiz delikanlıdan almaktadır.

  • YUKARDA

    Ellerim buz ayaklarım buz gövdemin tümü şubat oldu birden sokakları çırıl çıplak görünce kıştan evvel kimsenin fark etmediği gece yazılamalarında gibi seni duyumsadım birden ağustos oldu tüm gövdem uzaklardan gelen şarkı sesleri bayram akşamlarına çevirdi geceyi mor çiçekli dağlar senle var aşk patika yollarında senin asi gözlerindeki ümit senle anlamlı esen deli rüzgarlar tezgahlarda, tarlalarda ve harmanlarda ekmek sımsıcak taze bir umut senle çiçeklere bezenmiş yeryüzü senle var toprağa serpilen de fışkıranda sensin hâlâ ey! karanlıklarda düşlere gizlediğimiz hayat yaprak dökümü gibi olsa da mevsim ekim güneşi gibi gülüşün asılı yukarlarda

  • BEKLEMELER

    Güz hüzün taşır… Bilirdi de bu kadarı da fazlaydı. Geri gelsin diye yalvar yakar olduğu ikinci gençlik de geçti. Sonbahar artık...Yürek kaldırıp, hüzün dağıtan günler çok çok gerilerde kalmıştı. Gelmesi için çılgına döndüğü ruh aydınlanması belki de hiç gelmeyecek… Beklemelerdeydi. Duvara sırtını dayayıp, sigarasından henüz bir soluk almıştı. Neyi özlediğini, istediğini bilmez, gözleri yol çeker gibiydi sadece. Bir bilen olsa… Kendisinin yerine bir atağa kalkabilseydi. Bu melankolik ruh halinden çekip çıkarabilseydi. Kader mi diyecekti? Kader demek , sorumluluğu salt Tanrıya bırakmak kolaydı. Devrimci ruh yalnız gençlikte mi olurdu yoksa? Kimse kendisinden devrim beklemiyordu ki. Sadece… Ne yapmalı, nasıl etmeliydi? Bir bilebilseydi. Yoksa düşünme yeteneğini de mi almıştı bu çarpık ruh hali. Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Oturduğu yerden doğrularak, çektiği dumanı yavaş yavaş saldı. Gençlikte de böyleydi; heveslenip, kendince özenerek yaptığı bir işin, küçük bir eleştirisine dahi gelemiyor, kılını kıpırdatamıyor, kilitlenip kalıyordu. Sanki her şeyi mükemmel, eksiksiz yapmak zorundaydı. Belki de kusursuz yapamayacağından korktuğundandı bütün bu beklemeler. Kusursuzu aramanın insanı nasıl çıkmazlara sürüklediğini, yaşamını nasıl zindana çevirdiğini iyi bilirdi…Neylesin di, yapı işte. Can çıkmayınca huy da çıkmaz derlerdi ya, doğru muydu yoksa? Bir dostu ısrarla: “Çok geç olmadan, yeniden başlamalısın, yalnızca kendin için, mutlu yaşlanmak için” derdi. Güzel de…Matematikte de böyleydi ; problemin ilk işlemini doğru başlayacaksın ki, sonucun doğru çıksın. Nerden başlayacağını kestiremiyordu. Doğru başlasa... Sorun oydu ; doğru başlayamama… Sonrası çorap söküğü… İnsanın yaşlanınca mistik inançları daha bir artıyor herhal. Bu zifir zindan karanlık...Bir şarkıda duymuştu “Korkarım bu karanlık/ iki güneş doğuracak…”.Doğacak güneşleri mi bekliyordu kıpırtısız. Kendi kendine çözülüverse şu kafasındaki çok problemli denklem ne vardı? Nasıl baş edecekti? Bir gece, aniden bir yıldız kaydı. Böyle durumlarda: “Bir dilek tut!” derlerdi ya… Evet evet bir dilek tutmalıydı, hatta birden çok dilek! Dileyecek bir şey bulamadı… Gözleri dalgın, uzay boşluğunda dans eden yıldızlara takılı saatlerce baktı. Ay ışığının yaldızlı yorganı, yorgun bedenini boydan boya örterken , sapsarı uykulara daldı. Düşünde, taze, yemyeşil çayırlarda koşan yağız bir at yavrusu olarak gördü kendini. Tepeden tırnağa ter içinde!. Ertesi gün dipdiri, adeta kuş gibi hafif uyandı sabaha

  • Kendine Kör Olanlar

    “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır.” diye seslenmektedir Yunus Emre. Yine Anadolu’nun en eski tapınaklarında “Kendini Bil” uyarısı, insanlığın en çok gereksinme duyduğu bir şeyi akıllara kazımak içindir belki de. Hem bu uyarılar yapılır hem de yaşamımızı “El âlem ne der”e göre düzenlememiz için türlü tuzaklar kurulur. Derler – dediler – ne derler söylemlerine teslim olmak ne acı. Oysa siz ne yaparsanız yapın sizin için başkalarının daima diyecek bir şeyleri vardır. Ne demişler “Elin ağzı çuval değil ki dikesin!” Şöyle bir çevrenizi gözlemleyin. Sınırlarını bilmeyen, haddini aşan, kendini tanımayan ne kadar çok insana rastlarsınız. Bunun yanında kendisi çok yetenekli olduğu halde bu yeteneklerini gösteremeyenleri de görürsünüz. Kısaca benlik değerlendirmesi yapabilmek önemli bir sorun olarak çıkar karşımıza. Siyasetin çok ısındığı, belediye başkanı aday adaylarının görücüye çıktığı günlerde ise, “Bu da mı aday?” dediğiniz insanları gördünüz. Medeni cesaretlerinden başka bir özelliği olmayan bu yetersiz ihtiraslılara bir tek şey demek gerekir. “Kendini Tanı” İnsanın kendini tanıması, diğer insanlarla olan ilişkisinin iyi olmasını sağlar. Kendini bilmeyen, kendine hayrı olmayanın başkalarına hayrı olabilir mi? Kendisiyle sorunu olanın başkalarıyla barışık olması mümkün mü? Önce kendimizle tanışmalı, buluşmalı, kavuşmalı, kalabalıkların içinde kaybolmamalı. Başkalarıyla uğraşmak kolaydır. Asıl olan kendinle yüzleşmek, kendini tanımak. Nesin? Kimsin? Kaç gramsın? Gücün ne? Sınırların ne? Bunların farkında olmak. İnsanlar vardır; gönlünün istediğini yapmaya üşenir. Risk almaya korkar. Sevgilerini erteler. Kaybetme korkusuyla sahip olduklarına sımsıkı sarılır. Kimileri de yaşam için bize açılan krediyi öyle hor öyle hovardaca kullanırlar ki erkenden bitiriverirler. Oysa yaşamda her şey denge içindedir. Önemli olan kendini tanımak ve hayatın her aşamasında bu dengeyi kurabilmektir.

  • Dersimli Diyap Ağa

    Son günlerde Dersim sözcüğü Türkiye’nin gündemine otururken, en az bu sözcük kadar önemli olan, Dersim ismiyle adeta et tırnak gibi olmuş tarihi bir ismi sizlere hatırlatmak istedik; “ Dersimli DİYAP AĞA” Kurtuluş Savaşı fotoğraflarından birinde, üstü açık bir otomobilde Atatürk’ün yanında oturan beyaz uzun sakallı, sarıklı ve pardösülü yaşlı bir adam vardır. İşte o adam Dersim Milletvekili Diyap Ağa’dır. Diyap Ağa, sadece sıradan milletvekili değildir, o aynı zamanda Atatürk’ün çok yakın dostlarından biridir. Diyap Ağa, Atatürk’e olan sevgisini 1931 yılında kendisiyle yapılan röportajda “… Allah Büyük Gazi’ye çok ömür versin, çok büyük adamdır. Kıymetini bilelim…” dile getirmiştir. (Yukarda ki resim Mustafa Kemal Paşa ve Diyap Ağa, Eskişehir’e yolculuk yaparlarken) (Diyap Ağa (1831-1932) Dersim yöresindeki Ferhatuşağı aşiretinin reisi olarak özel öğrenim gördü. Hamidiye Alaylarında milis komutan oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Siirt ve Bitlis’in Rus işgalinden kurtarılması savaşlarına katıldı. Ordu komutanı Mustafa Kemal Paşa ile dost oldu. Kurtuluş Savaşı başladığında Erzurum ve Sivas kongrelerini destekledi (1919). Ankara’da toplanan ilk TBMM’ye Dersim milletvekili olarak katıldı 1920-23) Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Kurtuluş Savaşı sırasında ki Türk- Kürt kardeşliğinin, emperyalizme karşı Türk- Kürt ortak mücadelesinin en önemli sembollerinden biridir. Diyap Ağa, emperyalizmin kirli oyunlarına alet olmayarak, Türk milletinin bağımsızlık savaşına destek olan gerçek vatanseverdir. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), 29 Ağustos 1919’da Erzurum’dan Sivas’a giderken, Diyap Ağa ve arkadaşları, Ali Galip’in topladığı ayrılıkçı Kürtlerin, Erzincan boğazında Atatürk’e zarar vermelerini engellemek için oraya gelerek Atatürk’ü korumuşlardır. Ali Galip’in, Erzincan boğazında Atatürk’e pusu kurmayı düşündüğünü öğrenen Diyarbakır 8. Kolordu Komutanı, Dersimli Binbaşı Hasan Hayri Bey’i Dersim’e göndererek Dersimli aşiretleri Atatürk’ü korumaya çağırmıştır. Hasan Hayri Bey, Elazığ’a gelip Hüseynik köyünde kayınpederinin yeğeni Karerli Mehmet Efendi’ye misafir olmuştur. İşte o Karerli Mehmet Efendi, Diyap Ağa ve arkadaşlarının, Erzincan boğazında Atatürk’e yapılacak muhtemel bir saldırıya engel olmak için çalıştıklarını şöyle anlatmıştır. “… Mustafa Kemal ve ekibi Erzincan’dan Sivas’a giderken Dersimli aşiretler, onun yolunu kesip öldürecekler diye haber alan Erzincan ileri gelenleri, Mustafa Kemal Paşa’ya gitmemesini, yolda gidiş yolunun değiştirmesini rica etmişler, fakat Mustafa Kemal Paşa, ne pahasına olursa olsun programını aksatmayacağını, zamanında Sivas’ta olacağını ve Sivas Kongresi’ni açacağını bildirmiştir. “ Mustafa Kemal ve konvoyu Ovacık- Kemah güzergahını geçtikten sonra dar vadi içinde gizlenmiş bulunan aşiret birlikleri, gizlendikleri yerden çıkarak Mustafa Kemal’in konvoyunun yolunu kesmişler. Milis güçlerin sarıklı, sakallı, fişekli komutanı ileri çıkınca Mustafa Kemal’in ekibinde ki askerler telaşa kapılıp Mustafa Kemal’in etrafını sarıp korumaya almışlar. Onları yol kesen eşkıya sanan Mustafa Kemal Paşa, birkaç adım öne çıkarak: “ Düşman dört bir taraftan ülkemizi sarmışken siz beni öldürmek mi istiyorsunuz? Öyleyse ne duruyorsunuz, öldürün? Deyince; Aşiret reislerinin komutanı: “Siz bizi yanlış anladınız Paşam, ben Ferhatuşağı Aşiret Reisi Diyap Ağa’yım. Duyduk ki Harput Valisi Ali Galip sizi ve adamlarınızı öldürmek için eşkıyaya para dağıtmış, bizde sizin can güvenliğinizi sağlamak için Dersim aşiretleri olarak milis kuvvetleri oluşturup Erzincan’dan Divriği sınırına dek yol boyunca tedbirler aldık ve üç gündür sizin yolunuzu bekliyoruz.” deyince ; Mustafa Kemal Paşa: “ Bu davranışınızı takdirle karşılıyorum. Memleketin sizlere ihtiyacı var Diyap Ağa. Gelecekten kimsenin endişesi olsun istemem. Gayemiz özgür bir ülke var edip onda Milli hakimiyeti tesis etmek ve kanunları hakim kılmaktır. Benim korunmaya değil, ülkenin kurtarılmaya ihtiyacı vardır. Bu bakımdan yerinize çekilmenizi ve memleketin kurtuluşu için üzerinize düşeni yapmanızı istiyorum. “ diyerek arabasına bindi ve konvoyuna hareket emrini verdi. Diyap Ağa, Kurtuluş Savaşı sırasında mensup olduğu Ferhatuşağı Aşireti ile birlikte işgale karşı koymuş, Milli Hareket’in yanında yer almıştır. Atatürk’ün çok sevdiği ve dostluk kurduğu Diyap Ağa, Kütahya – Eskişehir Savaşları sonrasında Yunan ordusunun Ankara yakınlarına dayanmasına üzerine Meclis’in Kayseri’ye taşınması tartışılırken söz alıp Meclis kürsüsüne çıkmış “Buraya savaşmaya mı yoksa kaçmaya mı geldik”. Diyerek, Milli Mücadeleye tam destek vermiştir. Diyap Ağa’nın 3 Kasım 1922 tarihinde Meclis’te yapmış olduğu konuşma kayıtlara şöyle geçmiştir. “Efendiler, kusura bakmayınız, ben ihtiyarım. Hepimiz biliyor ve söylüyoruz ki; dinimiz ve diyanetimiz, aslımız, neslimiz hep birdir. Bizim içimizde ayrılık, gayrılık yoktur. İsmimiz de, dinimiz de Allah’ımız da birdir. Başka ne diyeyim. Hepinize söz yetiştirmeye ben takat getiremem. Hepimizin halimize göre söyleyeceğimiz sözlerimiz vardır. Hele bu haller bir düzelsin de ondan sonra daha çok konuşuruz. Bendeniz ihtiyarım, kusura bakmayınız. Murahhaslarımız haklarımızı kurtarmaya Avrupa’ya gidiyorlar. Allah yardımcıları olsun. Hamd olsun, gidenler dinini diyanetini bilen adamlardır. Zaten hepimiz biriz ve kardeşiz. Ama düşmanlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar yapıyorlar. Sen şöyle, ben böyleyim diye. Ne yaparlarsa nafile, biz kardeşiz. Birisinin beş, bir diğerinin on oğlu olur. Biri Hasan, biri Mehmet, biri de Ahmet, bir Abdullah’tır. Fakat hepsi insandırlar. La ilahe İllallah, Muhammedün Resulullah… İşte bu… Hepsi bu…” Diyap Ağa, dünün ve bugünün Türkiye Cumhuriyeti karşıtı ayrılıkçı Kürtlerine ders verircesine, kendisini Türk milletinin bir ferdi olarak görmüş ve göğsünü gere gere “Biz Türk’üz” demiştir. 1931 yılında Enver Behnan (Şapolyo), Diyap Ağa’yla bir röportaj yapmış ve bu röportaj aynı yıl “İlk Millet Meclisi’nin Yüz Yaşında ki Mebusu Anlatıyor” adıyla Yeni Gün gazetesinde yayınlanmıştır. Geliniz hep birlikte Diyap Ağa’ya kulak verelim: “Millet Meclisi’nin ilk azalarından Diyap Ağa’ya Karaoğlan’da rast geldim. Felaket ve zafer günlerinin bu bir hatırası olan bu aksakallı ihtiyara yaklaştım. Selam verdim ve kendimi tanıttım. Ertesi günü Nalbantoğlu Hıfzı Bey’le beraber misafir kaldığı Kayseri Oteli’ne gittik. Otelin avlusunda bu tarihi şahsiyetle karşı karşıya idik. İri ak kaşlarını kaldırdı, mavi gözlerini gözlerime dikti: “Oğul sen beni nerden tanıyorsun? Dedi. “Birinci Millet Meclisi’nde Dersim Mebusu idiniz, sizi o zaman tanımıştım.” “Aha Unutmamışsın!” “Memleketin kurtuluşuna koşanlar hiç unutulur mu ?dedim sonra ilave etti. “Benden ne soracaksın?” “Nasıl mebus olduğunuzu Birinci Millet Meclis’inde neler gördüğünüzü ve hayatınızı soracağım” “Sor ki söyleyem” Sordum, şunları anlattı: Diyap Ağa bugün bir asrı idrak etmiştir, yani tam yüz yaşındadır. İkinci Mahmut zamanında doğmuş ve Türkiye’de ilk gazete ile aynı tarihte doğmuştur. 1831 tarihinde dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer Çemizgezek kazasının Eğerek karyesidir(köyü) babasının adı Seyyit Han, dedesi Kahraman Ağa’dır. Mensup olduğu aşiret Ferhatuşağı’dır. Hayatını Dersim’in Balıkkaya dağlarında atlı olarak geçirmiş, Ferhatuşağı reisi olmuştur. 300 adamı ile dağdan dağa koşmuş, tam bir Türkmen hayatı yaşamıştır. Birçok mücadelelere girmiş olan bu efsane dağ adamı, bin bir ölüm tehlikesi geçirdikten sonra, Sultan Abdülhamit’in fermanı ile de Dergahı ali Kapıcıbaşılığı rütbesini almıştır. Dersim havalisinde örgütlenmeye gelen Ermeni komitacısını yakalamış ve bunların ellerini ayaklarını bağlayarak Yıldız Sarayı’na yollamıştır. Bundan sonra bir müddet nahiye müdürlüğü ve mahkeme azalığında bulunmuştur. Sekiz kez evlenmiş, 15 yakın çocuğu olmuştur. Hiçbiri sağ değildir. Bunların arasında eceli ile ölen yoktur. “Ağam okumak yazmak bilirmisin?” “Mebus olanda bilmezdim. Allah, Büyük Gazi’ye ömür versin. Yeni harfleri öğrendim.” “Nasıl mebus çıktınız?” “Gavur Anadolu’yu sardı. Hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet, ırz ve namus, Türklük tehlikeye düştü. İşittik ki Erzurum taraflarında cankurtaran bir paşa çıkmış, meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa’nın adı Mustafa Kemal imiş. Onun büyük yüzünü görmeye can attım. Fakat o zaman olmadı. Sonra Sivas’a oradan da Ankara’ya gelmiş. Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım. Bana “gitme ölürsün” dediler. “Zaten herkes mehvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek…” dedim. Benimle mebus seçilen Ayasuşağı Aşiretinden Zeynozade Mustafa Ağa korktu, gelmedi. Ben yanımda bir uşağım, atlara atladık, Elaziz’e geldim. Elaiz’de bana harcırah verdiler. Oradan bir yaylı araba tuttum. Malatya, Sivas, Kayseri yolu ile 18 günde Ankara’ya vardım. “ “Nerede kaldınız?” “Taşhan’da bir müddet kaldım, sonra Hacı Bayram’da bir ev tuttum” “Kaç senesinde geldiniz?” “1336 senesinde geldim.” “İlk defa Meclis’e nasıl girdin?” “Dersim’de tanıdığım Hasan Hayri Bey, vardı. Beni Meclis’e götürdü. Kapıdan içeri girince yüreğime şevk geldi. Gözüm yaşardı. Burasını mektebe benzettim, kara kara sıralar vardı. Bir sıranın köşesine bende çöktüm. Biraz sonra Hasan Hayri Bey, beni dışarı çıkardı. Bir odaya götürdü. “ “Odada kimler vardı?” “Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa, Kazım Paşa, vardı. Gazi Paşa ile birbirimizin elini tuttuk. “Safa geldin Ağa” dedi. Beni paşalarla tanıştırdı. Yanında oturdum. O dakikada Paşa’ya gönlüm ısınıverdi. Gözümü gözlerinden ayırmadım. Bu büyük adamla cenge değil, bastonuma dayana dayana ölüme bile giderdim.” “Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktın m?” “İki kere çıktım. Bir sene geçmişti daha Mustafa Ağa gelmemişti. Meclis’te onun lafını ediyorlardı. Anladım ki mebusluktan çıkaracaklar. Kürsüye geldim. Konuşanlar bile sustu. Herkes bana şaştı. Diyeceğimi bekliyorlardı. Dedim ki: Mustafa Ağa’ya telgraf vurdum, yan gelir, yan gelmez, ola ki gele. Hep bir ağızdan bağrıştılar, el çırptılar.” “Başka yok mu?” “ Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürt’müş, orada bir Kürt hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. “LâilaheillâhMuhammmedürresullâllah” dedim. “Gerek Şafii, gerek Hambeli,gerek Hanefi hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Kürt değil, biz Türküz. Hepiniz Lâilaheillâllah demişsiniz. Şimdiden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız? dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu” “Ağam o zamanlar sizin bir ecnebi kadına aşık olduğunu söylemişlerdi? “ “Aha canım! Ben Meclis’te büzülmüş otururdum. Yukarıya bir gavur karısı gelmiş, beni görmüş sormuş: Meclis dağıldı, dışarı çıkıyordum. Kara Bekir kolumda tuttu beni risayet odasına götürdü. Hep paşalar ayakta idiler, aralarında güzel bir kadın gördüm. Paşa Hazretleri dedi ki: “ Ağa bu kadın seni sevmiş! dedi.” Kadın elimi tuttu. Ben de yüzüne bakarak şu beyti söyledim. “Sev seni seveni hâk ile yeksan etse de Sevme seni sevmeyeni Mısır’a sultan etse de. “ Hep gülüştüler. Kadın resmimi istedi. “Yarın gel yan yana bir resim çıkarak.” dedim. Bir daha görünmedi. “Ağa kanunları nasıl yapıyordunuz?” “Kanun yapmak, tıpkı yayıkta yağ yapmaya benziyor. Çalkalıyorduk, çalkalıyorduk. Yayıktan yağ çıkar gibi kanunda çalkalana, çalkalana çıkıyordu.” “Bir zaman seyahate çıkmıştınız?” “Evet. Bir gün Meclis’in kapısı önünde idik. Gazi Paşa Hazretlerine dedim ki: Allah düzenimizi bozmasın, şanımızı arttırsın, kılıcımızı keskin, talihimizi açık etsin.” dedim. Bunu dediğim zaman gözümden yaş aktı. Paşa Hazretleri, beni kolumdan tutarak otomobiline aldı. Beraberce Eskişehir’e seyahat ettik. Allah Büyük Gazi’ye çok ömür versin, çok büyük adamdır. Kıymetini bilelim, ne diyem, bana çok şefkat muhabbet gösterdi. Allah da onun sevenini çok etsin. Bizim meclisimizde bir duamız bir de arkadaşlara imam vermemizden başka gayretimiz olmadı. “ “Ankara’yı nasıl buldunuz?” “Cennet olmuş, şaştım kaldım. Tanınmaz hale gelmiş. Çalışanların gayreti var olsun.” “12 sene sonra bu seyahatiniz ne içindir?” “Gazi Hazretlerin ziyarete geldim.” “Arzunuz nedir?” “Hey oğul, ihtiyarlıktan çalışamıyorum. Memlekete çok hizmet ettim. Son ömrümde devletimden ve milletimden bir tekaütlük maaşımı almağa geldim. Bu işimde olursa mesut olarak memleketime döneceğim” 1931 yılında, Diyap Ağa’yla yapılan bu röportaj, onun gerçek bir vatan sever, gerçek bir kahraman ve gerçek bir Müslüman olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Birinci Meclis’in Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Atatürk’ün 1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı o tarihi konuşmada “ Meclisi âlimizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, Yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir; fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır.” diye tanımladığı Türk milletinin güzide bir ferdidir. O okuma yazma bilmeyen Diyap Ağa, emperyalizmin pençesine düşmeden, din, namus ve vatan aşkıyla Atatürk’ün yanında Milli Harekete destek olmak için milletvekili olan ve ayrılıkçılara karşı ülkenin bütünlüğünü savunan gerçek bir kahramandır. Adnan Güllü Tarih Araştırmacısı Faydalanılan Kaynaklar Cumhuriyet Tarihi Yalanları (Sinan Meydan 2010) Dersimli Diyap Ağa (Kaan Gökalp- Suat Bulut) Kurtuluş Savaşı Notları DERLEME:

bottom of page