top of page

Arama Sonucu

"" için 3684 öge bulundu

  • KAR

    Lapa lapa kar yağıyor oh ne hoş bir manzara! ışık hızıyla cebe düşen ajanslar kapanan köy yollarını sıralıyor saatler ilerledikçe sobadan zehirlenme haberleri ölümüne susan canlardan ise haber yok kimsenin bilmediği ve bilmek istemediği sayısı dilimizin varamadığı büyüklükte aynı bizim gibi kalbi acıyan canların açlıktan ve soğuktan kırıma uğramaları haberlerde yok dili, gözü, kulağı olmayan kim sessiz, sedasız ölen kim gerçekte karın azgınlığı arttıkça coşuyor bir avuç insan evlerin içinde insanlar dışında evsizler ölüyor soğuktan ve açlıktan değil esasta tükenmişlikten, kimselerin yokluğundan çok azımızın gözünde yaşlar donup kalıyor biliriz de anlatamayız hala kimselere karanlığın, donduran ayazın, açlığın ve ölümün güneşe sırt dönmemizden olduğunu toprak coşsun ona sözüm yok ya sana ne oluyor kapıyı çekince pencereyi kapatınca her şeyi kendinde yolunda sanan kendi gölgesinden habersiz aynadaki yabancıyı tanıyamayan vicdanı kar altında donmuş salt haz düşkünü zavallı insan senden dolayı ne yağmur ne kar ne sabah ne de akşam eşitlikçi oluyor

  • Nohut Oda Bakla Sofa

    Nazan ÖNCEL * PAZAR SOHBETLERİ 2011’de annemi kaybettikten sonra her şey boş gelmeye başlayınca silkelendim. Dedim ki ‘bu kadar fazlalıklarla yaşanmaz.’ İnsan gidiyor, geriye çer çöp kalıyor. Annemin ardından siyah elbisesini tam dört sene yıkadım ütüledim giydim. Sonrasında baktım ki oluyor. İnsan azla yetinebiliyor, başladım azaltmaya. Eve tek bir obje bile almadım. Ve yedi senedir de kendime hiçbir şey almadım; aksine diş fırçam hariç kişisel eşyamı yüz on parçaya indirdim. Hedefim yüz parça. Evden ise iki eve daha yetecek kadar eşya gitti. Hafifledikçe rahatladım. Hiç tanımadığım insanların fotoğrafları var albümlerde; annemin ve kayınvalidemin arkadaşlarının arkadaşı, tanıdıkları, yakınları. Hatıralarına ve bir anlamda emanete hürmeten bir tek onlara kıyamıyorum. Konserden konsere bir fistan dikip giyiyorum, iş bitiyor. Sırada evi 2+1'e indirmek var. Nohut oda bakla sofa neyimize yetmiyor ki? Zaten ‘bir lokma bir hırka’ diyenlerden olduğumu bilirsiniz. Bi arabayı on beş sene kullanır, o beni bırakmadan ben onu bırakmam. Emektar olması hatırına şansımı zorlarım. Ama sahip olduklarımla kan bağım yoktur, insan isterse her şeyden vazgeçebilir. ‘Yolun sonunda iki metre yerde yatıyoruz, ölüm var unutma diyorum" kendime. Belki biraz geç uyananlardanım ama hanidir kendi içime yaptığım bir yolculuk bu. Ne bir hırs, ne haset; ne şu ne bu. Ayaklarım yerden kesilmiş de ayda yürüyormuş gibiyim. Tarifsiz bir huzur. Eksilmeyelim yeter. Bu konu üzerinde sayfalarca yazabilirim ama kafa şişirmek istemem. Söyleyebileceğim tek şey ruhunuzun istediği şeyin peşinden gidin demek olur. Nice güzellikler dilerim hepinize. * 5. Şubat. 2023

  • DUL

    İsmail Hakkı ÖZSARI * PAZAR SOHBETLERİ * Türkiye’de dul kadın olmak zordur. Kadının dul kalması bir sürü sorun getirir beraberinde. Zavallı dul, bütün bunların ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Bilir de yine de insanları kırmamak, ilişkileri bozmamak için anlamazdan gelir çoğu kez. Zira bozulan her ilişkinin arkasından çoğu kez bir iftiranın geleceğinin bilincindedir. Erkekler bir yana; eş, dost, arkadaş, komşu kadınlarda başlar işkillenmeye. Ya kocalarıyla ilişki kuruverirse dul kadın. Giderek baskı altına girer. Giderek yalnızlaşır. En güvendiği, güvenmesi gerektiği erkeklerden bile gözlerini kaçırır. Yere bakarak konuşur. Çok azı ayakları üzerinde, başı dik söylenenlere aldırmadan sürdürebilir yaşamını. Toplumsal değerlerimiz bu tür yargılarla denetler nicesini. “DUL YAŞMAĞI” deyimi; dul kadının yüzünü örtmesi gerektiğini anlatan bir simgedir. “DUL APTAL OTU” yüksek tepelerde yalnız başına yaşayan ağaççığa verilen isimdir. Çiçekleri pek güzel kokar ama koklayanı yoktur. “DUL AVRAT OTU” şifalı bir bitkidir. Terletici, yumuşatıcı, rahatlatıcı, kan temizleyici gibi özelliklere sahiptir. Çiftleştikten sonra erkeği yiyen örümceğe de “KARA DUL” adı verilmiştir. İşte gördüğümüz gibi erkek dünyası; erkeği yiyen örümceklere “KARA DUL” derken, yaz tatillerinde eşleri bir yerlere giden erkeklere “yaz bekarı” yakıştırmasını yaparak, onun çapkınlıklarını hoşgörüyle karşılamaktadır. Dul kadın dediğimiz insanın bazen annemiz, bazen kız kardeşimiz, bazen kızımız, gelinimiz olduğunun farkında mıyız acaba? Dul kadınların sorunlarının çözümü toplumun insana bakışında yatmaktadır. Öncelikle erkeğin de kadının da bakış açısındaki soru işaretlerinin kalkması gerekiyor. Kız mıdır, kadın mıdır, evli midir, bekar mıdır diye ayırmadan kadına bakabilmek gereklidir. Kadın önce insan ve sonra yine insan olarak ele alıp değerlendirilmelidir. Çözüm burada. Çözüm insanlıkta. Çözüm insan olabilmekte. Erkeklerimizin de kadınlarımızın da önce bunu öğrenmesi gerekiyor. Şu çok iyi bilinmelidir ki erkek olsun, kadın olsun herkes potansiyel bir dul adayıdır. Genç, güzel ve dul bir kadın erkekler için çoğu kez bir “cinsel tahrik” objesidir. Porno kitaplar okuyan, porno filmlere düşkün, eskimiş evliliklerinde değişiklik arayanların fantezilerinin süsüdür. Çünkü bu erkeklere göre dul kadın; “cinsel ilişkiyi yaşamış ama şimdi ondan yoksun kalan, yoksun kaldığı için erkek arayan” kadındır. Yine “kız olmadığı için, cinsel ilişki kurmaktan çekinmeyecek bu nedenle de erkeklere hoş görülü davranmak zorunda kalacaktır. Erkekler çoğu kez koruyucu amca rolünde, bazen sevecen, anlayışlı bir arkadaş kimliğinde bazen de şefkatli bir aşık rolünde yaklaşırlar dul kadına.

  • KUŞYEMİ

    “Kuş Yemi” Reşat Nuri Gültekin’in iç acıtan bir öyküsü. Öyküde şehit maaşı çıkmayan anneanne ile torununun zorlu yaşamının bir kesiti anlatılmakta. Evdeki eşyaları teker teker satan anneanne sonunda torununun kuşunu (kafesiyle) satmak zorunda kalıyor. Öykü anlatıcısı kuşu satın alıyor. Çocuk paranın bir kısmıyla kuşyemi alıp yeni sahibine veriyor. Kuşu satın alan, bakamayacağı bahanesiyle, kuşu çocuğa geri veriyor. Öyküde anlatılan özel bir durumdu. Ama günümüzde zorluklar görünür oldu. Eskiden köylerin nüfusu yoğundu, üretim vardı. Köylüler ürettiklerinin fazlasını satarak gereksinimlerini karşılıyorlardı. Kenttekilerin işi-gücü, geliri vardı. Son yıllarda köyler boşaldı, üretim çok azaldı. Köylüler kente gelince tüketici oldu. İşsizlik arttı. İş bulanlar da geçindirecek ücret alamıyorlar. Sıkıntılar başlıyor. Sağaltmalar erteleniyor, acılara katlanılıyor. Yeni bir şey alınmıyor. Eskilerle idare ediliyor. Elektrikli aletlerin düğmeleri yasaklara ekleniyor. Soğukta ve televizyon ışığında oturuluyor. Yeterli ve dengeli beslenilmiyor. Sonuçta beden ve en önemlisi beyin gelişemiyor. Emekliler fiyatlara yetişemiyor. Market çalışanları etiket değiştirmekten bitkin düşmüş durumda. Otomobiller demir atmış. Sinema, tiyatro, kitap, eğlence gibi sosyal ve kültürel etkinliklere katılmak olanaksız. Bu durum sanatı, sanatçıyı, yayıncıyı da etkiliyor. Ödeme aracı olarak kredi kartları, ihtiyaç kredileri kullanılıyor. Ödemeler zamanında yapılamıyor. İcra yoluyla ev eşyalarına, hatta evlere el konuluyor. Umarsız kalanlar akrabalara, komşulara, arkadaşlara başvuruyorlar ama onların durumu da çok farklı değil, ya da bir yere kadar. Yardım kuruluşları, belediyeler de hangi biriyle baş etsinler. Komşuluk ilişkileri sınırlanmış, aile içi huzursuzluklar artmış. Mutsuz, huzursuz, öfkeli bir toplum olmuşuz. İç acıtan bir öyküyle başladım. Gülümseten bir Temel fıkrasıyla bitireyim. Temel ile İdris kahvehanede oturmuş dertleşiyorlar. Temel – Ula İdris ne edeyisın? Nasi geçinıyısın? İdris – Çok zorlanıyirım. Yeni bişe almayirım. Otlayirım. Sen ne yapayisın? Temel – Ek iş yapayirım. Mobilya satayirım. İdris – İşlerin nasi? Temel – Evdeki mobilyalar bitene gada eyi!!! Fuat ÖZGEN

  • Burgaz Ada ve Sait Faik Müzesi

    Çam ormanları ve zarif ahşap köşkleriyle Prens Adalarının büyüklük olarak üçüncüsü olan ve Yunanca kale/burç anlamına gelen Burgaz (Pyrgos) adını alan adanın tek tepesi Bayrak Tepe’dir. 1846 yılında başlayan Adalar-İstanbul vapur seferleriyle birlikte yazlık evlerin yapılmaya başlanması sonrasında ada, tam bir sayfiye alanı olarak kullanılmaya başlamış. O dönemlerde Adalar’a ilk yerleşenler sanatçılar ve yazarlar olmuş. Burada evler yaptırmaya başlayan Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler de zamanla aileleriyle adada yaşamaya başlamışlar, ağaçlar dikerek çevrenin güzelleşmesine katkı sağlamışlar. 6-7 Eylül olayları sonrasında İstanbul'daki Rum nüfusun azalmasıyla birlikte, adadaki Rumların sayısı da çok azalmıştır. Bugün adada çok az Rum kalmasına karşılık, İstanbullu Yahudilerin sayısı artmıştır ve adanın nüfusunun büyük bir kısmını da Türkler oluşturmaktadır. Adanın sol yamacındaki Avusturya Lisesi’ne ait binalarda ise Avusturyalı rahip ve rahibeler yaşamaktadır. Bostancı'dan bindiğiniz motor veya vapurla 30-40 dakikada ulaşılan Burgaz Ada, Prens Adalarının en sakin ve bakir olanı belki de. Sahilde sizi karşılayan balıkçı tekneleri, onların üstünde döne döne uçan ak kanatlı martılar, kıyıdaki pembe-beyaz zakkumlar ve mor begonviller bir cennet köşesine geldiğiniz hissini verir insana. Burgaz Ada'nın iskele meydanında bulunan çay bahçelerinde çayınızı yudumlarken eşsiz manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. Tarihi evlerle süslü sessiz ve dingin sokaklarda yürürken yan yana yapılmış kilise ve cami adeta buradaki huzurun simgesi hissini verir insana. Motor ve araba gürültülerinden uzak sokaklarda yaya olarak ya da bisikletinizle huzur içinde gezebilirsiniz. Burgaz Ada'ya geldiğinizde tepeye doğru yol alırken Öğretmen Evinde kahvenizi yudumladıktan sonra da görmeniz gereken en önemli mekan Sait Faik Müzesidir. Şimdi gelin hem bu güzel müzeyi gezelim hep birlikte hem de Sait Faik'i anlım... * "Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım. Oturdum, Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım, kalemi yonttum, Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım..." (Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar'dan) Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından hikâyeci Sait Faik Abasıyanık, hayatının bir bölümünü burada geçirmiştir. Burgazada ve diğer İstanbul Adaları, onun hikâyelerinde önemli yer tutar. Abasıyanık’ın 1906-1954 yılları boyunca yaşadığı köşk 1959 yılında Sait Faik Müzesi adıyla müze haline getirilmiştir. Müzede usta şair ve yazarın özel eşyalarının yanı sıra, kütüphanesi ve yazdığı eserlerin orijinal metinleri de görülebilir. 1964 yılından beri Darüşşafaka Cemiyetinin sorumluluğunda yoluna devam eden Müze, açıldığı günden beri ülkemizin en çok ziyaret edilen müze evlerinden biri olmuş. Darüşşafaka Cemiyeti tarafından 2010 yılında güçlendirme, restorasyon ve konservasyon çalışmaları nedeniyle ziyarete kapatılan müze 11 Mayıs 2013 tarihinde yenilenmiş yüzü ve çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden konuklarını ağırlamaya başlamış.Okurlarını Sait Faik'in yazınsal ve ruhsal dünyasında büyüleyici bir yolculuğa çıkaran müze ev, yazarın vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak ziyaret ediliyor. Ömrünün son günlerinde çeşitli edebiyat matinelerine katılan Sait Faik, 1954'te Darüşşafaka'da düzenlenen bir matineye katılmış ve çok etkilenmiş. Matineden sonra okulu gezen yazarımız, çocuklarla ilgilenmiş ve onları takdir etmiş. Eve döndüğünde annesine, mal varlığını babası olmayan çocuklara çok güzel olanaklar sağlayan Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etmiştir. Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, yazarın vefatından sonra 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlığının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını ve MÜZE yapılması koşuluyla Burgazada'daki köşkü Darüşşafaka Cemiyetine bağışlamıştır. Darüşşafaka kendisine 1964'te intikal eden bu vasiyete titizlikle sahip çıkarak Sait Faik Abasıyanık Müzesi adıyla 22 Ağustos 1959'da halka açılan müze evin bakım, onarım gibi sorumluluklarını 1964'ten başlayarak üstlenmiştir. Makbule Abasıyanık vasiyetinde ayrıca oğlu adına her yıl bir hikâye armağanı verilmesini şart koşmuştur. Darüşşafaka Cemiyeti 1964'ten bu yana "Sait Faik Hikâye Armağanı" adı altında her yıl bir öykücüye ödül vermektedir. * Sait Faik Abasıyanık Müzesi tanıtım broşürü Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • YOKLUĞUN HİKAYELERİ

    Edebiyatla tanıştığım yıllarda Rus Edebiyatını tanımıyordum. İlkokul yıllarında itiraf edeyim, hiç kitap okumadım. Kitap vardı da ben mi okumadım, hani birilerinin Urfa’da Oxford vardı da ben mi okumadım,” dediği gibi. Kitap aşkım o kadar yoğun olmasına karşın, inanır mısınız bilmem ne evimizde ne okuduğum ilkokulda okunacak kitap yoktu. İyi okur olma, o da ne kadar olabildiyse lise yıllarıma denk gelir. Şehirle tanışmam, şehrin ileri ya da geri olması çok önemli değildir ama, şehir şehirdir. Şehirde sosyal etkinlikler, medeniyet ve kültür vardır. Benim iyi bir okur olmamın altında yatan hakiki gerçek, ezilen insanların, hayat hikayeleridir. İşte o yıllarda tanıdım Fakir Baykurt’u, Yaşar Kemal’i, Nazım Hikmet’i. İki büyük ustanın Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in eserlerinin tamamını okudum desem abartmış olmam. Yazının giriş cümlesinde Rus Edebiyatı diye başladım, Rus Edebiyatına dair bir cümle yazmadım daha. Lise yıllarım böyle geçti. Eğitim enstitüsü yıllarında tanıdım, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Maksim Gorki’yi. Rus Edebiyatından okuduğum ilk eser, çok iyi hatırlıyorum, “Ana,” idi. Sonra arkası geldi. Bu kadar girizgâh yeter, şimdi “yokluğun hikayeleri,” başlığının altını doldurmaya çalışmak lazım. Beni bu konuda bir metin yazmaya iten, Gogol’un Palto adlı öyküsüdür. Bu öykünün aynı zamanda radyo tiyatrosunu dinleyince yazmanın zarureti ortaya çıkmış oldu. Öyküde bir devlet memurunun yeni bir palto diktirmek için çektiği sıkıntı ile birlikte paltonun ilk giyildiği günde kapkaççılar tarafından zorla üzerinden çıkartılarak alınmasının dramı beni tarifsiz etkiledi. Rus Edebiyatında Tolstoy, Dostoyevski, Maksim Gorki ve Gogol… eserlerinde yoksulluğun hikayelerini öyle bir işlemişler ki insan “yok canım, bu kadar da olur mu,” diyesi geliyor. Fakat bu ünlü yazarların yaşadığı yıllar, insanlığın açlıkla, yoksullukla savaştığı yıllardır. Bizim ülkenin durumu bundan çok farklı değildi ki. Çanakkale Savaşı’na giden iki çocuğun fotoğrafına bakınca içim acır. Yama yama üstünde, çocukların üstlerindeki esvapları tabiri caizse dökülmektedir. Bizim edebiyatımızda yoksulluğun, sosyal gerçekçiliğin hikayesini yazan epey yazarımız vardır. Bunlardan başlıcaları: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Talip Apaydın, Hasan İzzetin Dinamo… Hassan İzzetin Dinamo’nun “Savaş ve Açlar” adlı eserini yıllar önce okudum. Açlık öyle bir anlatılmış, romanın her sayfasında yüreğim parça parça oldu. Bugün bu eseri tekrar okuyabileceğimi sanmıyorum. Yaşım gereği daha duygusal oldum çünkü. Açlık, yokluk öyle bir resme edilmiş, gözyaşlarına boğuluyorsunuz. Hasan İzzettin Dinamo, benim çok değer verdiğim yazarlardan biri; ancak ne var ki, önemi yeteri kadar anlatılamamış, yeteri kadar tanınmamış… İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Faşist Hitler’i, Sovyet orduları yenmeseydi, insanlık bugün nasıl bir dünyada yaşardı hiç düşündük mü? İkinci Dünya Savaşı’na İsmet İnönü’nün izlediği akılcı politika ile Türkiye savaşa katılmamıştır. Fakat her an savaşa girecekmiş gibi orduyu hazır edilmiş, gerekli tedbirler alınmıştır. “Paşa bizi aç koydun diyen gençlere o, “belki aç kaldınız ama, babasız kalmadınız,” diyerek tarihi bir yanıt vermiştir. Onun büyüklüğü bugün bile yazık ki anlaşılmış değil. O yıllar Demokrat Parti’nin izlediği popülist politikanın akılla açıklanabilir yanı yoktur. İnönü Savaşlarını komutanına “asker kaçağı,” yalanı ile ucuz bir siyaset izlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı yılları, gerçekten yokluk yıllarıdır, açlık, yokluk her yerdedir. O yıllara dair anam derdi ki, “Biz ekmeklik un bulamadığımız için, palamut pelitlerini kaynatıp ondan elde ettiğimiz unla ekmek yaparak karnımızı doyurmaya çalıştık! Şimdi o yılları tekrar yaşasak ne pelidi kaldı ne ağacı; her şeyi her şeyi yok ettikleri ağaçları kestiler ormanı yaktılar! Rus Edebiyatına giriş cümlesi için şunu demek lazım. Maksim Gorki’nin Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim yazarın üçlemesidir. Derler ya “hayatım roman!” Bu üçleme yazarın hayatını anlatan muhteşem yoksulluk hikayeleridir. Bu eserlerde yoksulluğun hikayesi, Gorki’ce anlatılmaktadır. Gorki’nin yoksulluk anlatımı insanın içini acıta acıta, insanlık tüketile tüketile anlatılmış! İnsan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da yarattığı katil tiplemesi Raskalnikov’a üzülüyor, sıkıntısına ortak oluyor. Katilin tefeciye, faizciye, sömürüye karşı yanında yer alıyor. Üstelik Raskalnikov bir kadını balta ile öldürmüşken. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı başlı başına yoksulluğun birçok hikayesinden oluşur. İvan İliç’in Ölümü, Bir Cinayetin Hikayesi, İhtiyar Köylü… İnsanın içini acıtırken, insanı darmadağın eden hikayelerdir. Köyden şehre okumaya gittiğimde daha on bir yaşındaydım. İlk kez ailemden ayrı şehre gidiyordum ve amacım okuyup öğretmen olmaktı, yani adam olmak. Yalnız adam olmak, öyle öğretmen olmak değil hani. Çocuk kafamda kurduğum hayalleri buraya yazsam neler yazarım neler. İnsan hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun özgür değildir, dedikleri gibi özgürlüğün bir sınırı vardır. Bakın insan beyninde saliseler içinde milyonlarca hücre durmadan yer değiştirir durur ya, takip edemezsiniz, aynen benim adımlarıma yetişemediğim gibi. Bu beyin ile ilgili fırtınayı bir parantez olarak düşünüp konuya dönelim. Çevremde gördüğüm, bildiğim, tanıdığım tek meslekti öğretmenlik. Başka bir meslek grubundan kimseyi tanışmamıştım. Gerçi köylüler için “ormancı olmak,” kıymetli iken ben yine de öğretmen olacağım demişim. Hani kaymakam olan oğluna babası, “bir ormancı bile olamadın,” demiş ya, demek ki babam için ormancı olmanın çok kıymeti harbiyesi yokmuş. Buna sebep köye gelip giden sarhoş ormancıdır kim bilir. Demirci’de Orman İşletme Şefliğinin karşısında kiraladığımız iki göz evde, altı kişi kalıyorduk. En büyüğümüz öğretmen okulu son sınıfında okurken ben ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Evde yemek pişirecek bir büyük olmadığı gibi, sobada yakacak odun bile yoktu. Akşam evde yemek yok, sabah kahvaltı yok, öğleyin okulda karnımızı doyurmak için bir şeyler alabilecek para yok. İçine kapanık olan köy çocuklarını fark edecek kaç öğretmen olabilir ki… Yokluğun hikayeleri konu başlığı içinde bireysel bir hayat hikayesi anlatmak istemem, fakat Rus Edebiyatındaki yoksulluğun hikayelerini okurken hafızamdan silinmeyen yoksulluğun fotoğrafı içimi acıtır hep. Rus Edebiyatının sembol yazarları yokluğun hikayelerinin anlatırken çizdikleri o tablolar, Yoksulların yaşadıkları dünyanın hemen her yerinde birebir aynı olmasa bile aşağı yukarı aynıdır. Ezilen insanlar, yoksullar örgütlenip, ortak aklı kullanamadıkları kendimizi sürece işte böyle yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaya devam edecektir. Anamın anlattığı yokluk günleri aklıma geldi mi, içim acır. Ah anam, gök gözlü anam, sen aşık edebiyatının sazsız ozanı gibiydin. Dakika içinde dizeleri arkası arkasına dizer, uyaklı, ölçülü dörtlükler meydana getirirdin. Bilememişiz kadrini kıymetini, vahşi kapitalizmin albenisine, dünya meşakkatine kaptırmışız kendimizi, oradan oraya savrulup gidiyoruz işte… 1923’te kurulan Cumhuriyet, her alanda atılıma geçmiş, az zamanda çok büyük işlere imza atmış, uygulamaları ile devletin, halkın devleti olduğunu göstererek, yurttaşını birey katarına çıkaran devrimleri hayata geçirmiştir. Sonra özgür ve bağımsız yaşamanın olmazsa olmazı ekonomik savaşı başlatarak mucizeler yaratmıştır. Kısa zamanda yapılan fabrikalarla, üretim atölyeleriyle mazlum ulusların esin kaynağı olmuştur. Bu hakikaten aşkla gerçekleştirilebilecek bir şeydir. Düşünün bir kez, ordusu dağıtılmış, maliyesine el koyulmuş, savaşlarda sürekli yenilmiş ve halktan kopmuş bir yönetim. İşte bu ahval içinde düzenli bir ordu kurulmuş, işgal kuvvetleri yurttan kovulmuştur. Bu gerçekten bir mucizedir… Ne acı dün kapıdan kovduklarımız bugün parsel parsel işgal ediyor topraklarımızı; hem de topsuz tüfeksiz. Cumhuriyetin kazanımları, eserleri yok pahasına bir bir elden çıkarılarak, kalkınmanın omurgaları fabrikalarımız, yer altı, yer üstü zenginliklerimiz kapananın elinde kalmışçasına hem de. Tarım ve hayvancılıkla geçimini idame ettiren Anadolu insanı, tarım ve hayvancılığı çoktan bırakmıştır. Kalkınma ve gelişmişlikle konuşmaya başlayan hemen herkes derdi ki, “biz dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyiz!” Şimdi hayvanlarımız için saman ithal eder duruma geldik. Bu vaziyet üç beş yılın eseri olduğunu kimse düşünmesin, bu durum sistematik bir çalışmanın neticesi. Pandemi günlerinde dünya öz kaynakların değerini, kıymetini öğrendi, öğrenmesine de bizde değişen bir şey olmadı. Bu halk, hemen her gün, fiyatların akıl almaz bir şekilde artmasına alıştırıldı! Yine ağaçlarımız kesiliyor, yine ormanlarımız yakılıyor, yine bir avuç maden uğruna her şey, her yer talan ediliyor. Şimdi bu yanlış yoldan dönmek için yeni bir sistem getiriyorum demekle, bu akşamdan sabaha olacak şey değildir. Bu aynen otoyolda kavşak aramak gibidir. Bizim kaderimizi belirleyen Aziz Nesin’in oranlamasının hakikat olmasıdır, Aysun Kayacı’nın “benim oyumla çobanın oyunun bir olmaması,” demesinin doğruluğunun yaşanarak öğrenilmesidir... Bu yıl gökten doru dürüst rahmet de yağmadı. Kriz, felaket günlerine dair bir programı olmayan ülkenin kuraklığa dair de bir programı yoktur. Bizi yarınlarda büyük sıkıntılar bekliyor. Siz ağaçları kesmeye, ormanları yakmaya, villa milla, bir avuç maden uğruna talan etmeye devam edin, İmparator Neron’un kütüphaneleri yok etmesi gibi; bakalım doğa mı kazanacak biz mi? Doğayı katlediyorsunuz, geleceği yok ediyorsunuz, anam derdi ki,” eli kabaklılar yusun yüzünüzü. Asil ve necip milletim, sen duygunun önüne aklı geçirmediğin sürece, kayıplar çok olacak. Sen işçi kardeşim, sen köylü kardeşim, Stalin’in tavukları misali, tüyünü yolanı efendin bildiğin sürece yokluğun, yoksulluğun hikayeleri yazılmaya devam edilecektir

  • Mübadelenin 100. Yılı ve Girit’ten Türkiye’ye Uzanan Gerçek Bir Yaşam Öyküsü

    Tam 100 yıl önce, 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması kapsamında hayata geçirilen ve takip eden süreçte yüz binlerce insanın hayatını değiştiren, belki de o hayatlarda onulmaz yaralar açan mübadelenin ve bir mübadil çocuğun, annemin öyküsü... MÜBADELE NEDİR Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi; 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da yapılan ve resmi adı “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” olan sözleşme uyarınca, Türkiye ve Yunanistan’ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına, bir başka deyişle azınlıklarından “değiş tokuş yöntemi” ile kurtulmalarına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise “mübadil” denmiştir. Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değildi. Esas alınan kıstas “din” olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşamayan Türk Ortodoks Hıristiyanlar, Yunanistan’dan gelen Müslümanların arasında da Türkçe bilmeyen, Rumca ya da kendi ana dillerini konuşan insanlar vardı. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında, Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardı. Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya’dan Türkiye’ye gelen nüfus, Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdi. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda durumda da bu uygulamaya 1930 yılına kadar devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu. Şimdi 1925 yılında Girit’te yaşayan ve Türkçe bilmeyen bir Türk ailesinin Marmara Adasında dünyaya gelen kızlarının öyküsünü anlatalım kendi ağzından… Ana Rahminden Göçe Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan sanki. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni, bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum; ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Sonra sanki bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada; ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum… Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var. Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını sıvamışlar, gözlerinde hüzün var sanki, bir ayrılık hüznü… Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Sonra uzaktan babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş. Belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten. – Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz… Tepelerden aşağı, sahile doğru inen yük arabalarını görüyorum sonra. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınlar kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, erkekler de ayaklarını sürüyerek takip ediyor arabaları. Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili, gelenleri arabalardan indiriyorlar telaşla. Annem bir yandan kardeşlerimi çağırırken bir yandan da karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni… Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece… İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz. Üşüyoruz denizden esen rüzgârla, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bekliyor bekliyoruz… Çünkü biz artık 'mübadilmişiz' başka topraklara gitmek, buralardan ayrılmak zorundaymışız. Nihayet üç günün sonunda geliyor beklenen gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış ve açılıyoruz yeni ufuklara doğru. O bindiğimiz köhne gemi her dalganın çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı kemanına… Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor nihayet. Hepimizi alıp eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamlar koşuşturuyor, hasta olanlara bakıyorlar. 'Karantinaymış' buranın adı. Birkaç gün de burada bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında. Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki… Etrafta koşuşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona… Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin sıcacık ışıkları… Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: “Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu…” Bu hikâyede anlattığım annesinin karnından dünyayı gözleyen kişi rahmetli annem Latife Bengi’dir. Resmin ortasında yer alan dedemin solunda, kucağında ablamla yer alan güzel ve mahzun kadının 1926 yılında Girit’te başlayıp Erdek’te devam eden yaşamı önce Heybeliada’ya, oradan Mardin’e göç ederek devam etmiş ve yıllar sonra döndüğü İstanbul’da bir sürgün olmanın zorluklarını hissederek hep Girit’i özlemiştir.

  • Yağmur Yüklü Gözler

    Yüzünde patlayan bir tokat gibiydi sözleri, gözü karardı, sendeledi olduğu yerde… Sonra kaynayan bulutların arasından süzülüverdi o küçük kız çocuğu… Sarışına yakın, ortadan ayrılmış iki belik saçları, cılız omuzlarından göğsüne uzanan kurdeleleri fiyonktu. Yakasına kıvançla bir Atatürk rozeti takmıştı. İri yarı, takım elbisesinin önü kilolarından kapanmadığı belli, öğretmeninin karşısında parmak kadar görünüyordu. İlkokulu yeni bitirmiş, ortaokulun birinci sınıfındaydı. Bütün derslerinde başarılı olmanın kıvancıyla, her dersin farklı öğretmenleriyle tanışıyor, ilkokuldaki başarıyı sürdürmek için şevkle çalışıyordu. Henüz yılsonu olmamıştı, yarıyıl karnelerini aldığı gün bir de ne görsün, Sosyal Bilgiler dersinden kırık not aldığı için Takdir belgesi beklerken, sadece Teşekkür belgesi karneye iliştirilmişti. Bütün soruları eksiksiz ve doğru cevapladığı halde neden kırık not almıştı, bütün bu soruların cevabı sosyal bilgiler dersi öğretmenindeydi. Aynı zamanda müdür yardımcısı olan öğretmenine sormalı, öğrenmeliydi. Zaman kaybetmeden soluğu öğretmeninin karşısında aldı. - Öğretmenim, benim yazılı kağıdımı bir kez daha kontrol eder misiniz, ben bütün soruları eksiksiz ve doğru cevaplamıştım, neden kırık görünüyor karnemde? Takdir belgesi alacakken, Teşekkür aldım. Öğretmen, bacak boyundaki öğrencinin önce yakasındaki Atatürk rozetini süzdü, sonra kaşının tekini yukarı kaldırarak, küçümsemenin ötesinde bir öfke barındıran bakışlar fırlatarak, masanın üzerindeki bir tomar yazılı kağıt içinden, adının yazılı olduğu kağıdı bir çırpıda çıkarıvermişti. Şaşırdı çocuk, kesin büyük bir kabahat işlemişti, soruların yanlış cevabının karşılığı bu bakışlar olamazdı. Ne yapmış, neyi yanlış yapmıştı da böyle bir davranışla karşılaşmıştı? Nedenler bulmaya çalışıyordu kendince kafasının içinde. Öğretmenin sallayarak uzattığı yazılı kağıdını eline aldı. Eksik ve yanlış cevap bulamadı sınav kağıdında. Neden o zaman bu tavır ve kızgınlık ifadesi yüzündeki diye düşündü. Yalnız üçüncü mü yoksa dördüncü soru muydu ne, birinin üzerinde kocaman kırmızı kalemle çarpı işareti olan cevaba ilişti gözü. Daha dikkatle baktı. Ailenin tanımıyla ilgili basit bir soruydu aslında. Hatta cevaplarken de böyle basit bir soru olamayacağını düşünerek içinden dalga bile geçmişti. “Bir kadın ve bir erkeğin evlenmeleriyle aile birliği kurulur” demek yerine, kendince afili bir sözcük yerleştirdiğini düşünerek; bir kadın ve bir erkeğin “çiftleşmesi” ile aile birliği kurulur diye yazmıştı sorunun cevabına. Vay efendim, ne edepsizce bir sözcük seçmişti “Çiftleşme” diyerek!.. İnsanlar evlenir, hayvanlar çiftleşirdi!.. Ne büyük kabahat işlemişti aman Allahım! Ne terbiyesizliği kaldı, ne ahlaksızlığı… Keşke okkalı bir tokat yese yeğdi. Sanki Dünyanın en kötü şeyini yapmıştı. Keşke yer yarılsa dedi. Küçüldükçe küçüldü… Bal rengi gözlerinde damlalar köpürdükçe köpürdü ve burnundan sızlayarak, çenesinden aşağıya akmaya başladı. Bir iki eliyle silmeye kalktı olmadı, cebindeki minik mendiline akıttı yaşlarını. Mendilinin ıslaklığı taşımıyordu yaşlarını. Burnu ağzı birbirine geçmişti. Eliyle sildiği burnunu cebinin içine biriktiriyordu. Öğretmenin sözleri uğultu ile kulaklarında patlamayı sürdürüyordu. Biran önce bu işkenceden kurtulmak, yok olmak istiyordu. Neden sonra kendini tuvalete dar attı. Ağlamaktan kan çanağına dönmüştü gözleri. Eve gittiğinde hali kimsenin gözünden kaçacak gibi değildi. Önce neden takdir değil de teşekkür aldı diye ağladığını düşünseler de, babasının gözünden kaçmamıştı. Babası da bir eğitmendi ve üstüne üstlük aynı okulun ilk kademesinde görevliydi. Bir şey gizlemediği babasına olanı biteni anlattıktan sonra babası: -Bak evladım, suçlayıp, üzme kendini. Öğretmenini tanıyorum. Belki başka bir şeye kızgınlığı vardır, sen de üstüne denk gelmişsindir. Dese de, etkisinden kurtulamamıştı. Daha yapıcı, daha öğretici davranabilirdi, bu kadar sert tepki vermek hiç yakışıyor muydu bir öğretmene? Bunları düşüne dursun, Babası: - Bak şu densiz, yobaza!.. Görüş ayrılığının, tartışmalarımızın yengisini, benden çıkaramayınca, bir damlacık çocuktan hınç almaya kalkıyor! Olacak şey mi, böyleleri bir de eğitimci olacak, yazık çok yazık! diye annesiyle dertleştiklerini duymuştu. Şimdi o küçük kız çocuğu değildi… Yetişkin koskoca kadın olmuştu ancak, insan hırsları, öfkeleri, ihtirasları karşısında hala gardını alacak yetkinliğe ulaşamamış olmalı ki, haksızlık karşısında hala savunmasız, mendili ceplerinde küçük bir kız çocuğu!..

  • Cehaletin Kültü

    Bilim Kurgu Yazarı Isaac Asimov'un Günümüz Türkiye'sini 1980'de Gördüğü Yazı: Cehaletin Kültü 2 Ocak 1920-6 Nisan 1992 arasında Dünya'mıza konuk olan şahane yazar Asimov'la pek çok insanın yolu Ben, Robot öyküsünün film uyarlamasıyla kesişmiştir sanıyoruz. Kendisi oldukça üretken bir yazardı ve bu yazı gibi pek çok farklı alanda işe de imza atmıştı. * Basın özgürlüğüyle ilgili şu eski argümanı tekrardan tartışmaya açmak zor: “Amerika’nın bilme hakkı!” Bugün şu masum soruyu sormak bile kötü görünüyor: “Amerika’nın bilme hakkı, ama neyi? Bilim? Matematik? Ekonomi? Yabancı diller?” Hiçbiri değil elbette. aslında, genel kanıya göre Amerikalılar bu saçmalıklar olmadan çok daha iyiler. Birleşik devletler’de bir cehalet kültü var, her zaman vardı. entelektüelizm karşıtlığı, demokrasinin hatalı “benim cehaletim senin bilginle eşit derecede iyidir” tanımıyla beslenerek politik ve kültürel hayata hep bir tehdit oluşturdu. Politikacılar Shakespeare ya da Milton’ın dilini mümkün olduğunca dilbilgisinden yoksun bir şekilde konuşarak, “okumuş adamlar” olduklarını seçmenlerinden gizlemeye çalıştılar. Böylelikle, Adlai Stevenson, konuşmalarından bilgiyi ve dilbilgisini çıkardığında, Amerikan seçmenlerin, İngilizce’yi tamamen kendi istediği biçimde konuşan bir adaya koştuklarını gördü. George Wallace, konuşmalarında rakiplerinden birine “sivri zekalı profesör” dediğinde sivri zekalı dinleyicilerinin alkışlarıyla desteklendi. Moda sözcük: bugünlerde gericilerin yeni bir sloganı var; “uzmanlara güvenmeyin!” on yıl önce bu slogan daha farklıydı; “30 yaşın üstünde kimseye güvenmeyin!” ancak sloganın sahipleri, zamanla kendilerinin de bu yaşa geleceklerini anladıklarında, aynı hataya tekrardan düşmemeye karar verdiler. “Umanlara güvenmeyin!” sözü çok daha güvenliydi. ne zaman, ne de bilgi, bu insanları herhangi bir konuda uzmana dönüştüremeyecekti. Ayrıca bilgiye, yetkinliğe, öğrenmeye ve yeteneğe değer verenler için yeni moda bir sözcüğümüz var; “elitist.” Elitin dışındaki insanlar “elitist”in ne oluğunu ya da nasıl kullanılacağını bilmiyorlar. Birine “elitist” diye haykırıldığında, o kişinin okumuş olduğu için suçluluk duyması gerektiğini anlıyoruz. Pekala, şu samimi sorumu unutalım. Amerika’nın bilme hakkı bu tarz elitist konuları kapsamıyor. Bu hak daha çok “neler oluyor?” sorusu etrafında şekilleniyor. mahkemelerde, kongrede, Beyaz Saray’da, sanayi kurullarında, işçi sendikalarında neler oluyor? Kesinlikle katılıyorum. ancak, insanlara bütün bunları nasıl bildireceksiniz? Bize özgür basın ve bağımsız, korkusuz birkaç gazeteci verin, biz de insanlara bildirelim. Tabi okuyabilirlerse! Görünüşe göre, “okumak”, daha önce bahsettiğim elitist eylemlerden biri. Uzmanlara ve sivri zekalı profesörlere güvenmeyen Amerikan halkı okumuyor ya da okuyamıyor. Elbette ortalama Amerikalı okunaklı bir el yazısını ve spor manşetlerini okuma yeteneğine sahip. Ancak elitist olmayan Amerikalılar bin kelimelik makaleleri okuma zahmetine girecekler mi? Dahası, durum giderek kötüleşiyor. okullardaki okuma dereceleri düzenli olarak düşüyor. imla hatalarıyla dolu trafik tabelaları (“avaş git”, “ark asaktır”) yerlerini sivri zekalı profesörlerden biri olmayan sürücüler için, minik resimlerle kaplanıyor. Yine, televizyon reklamlarındaki yazılara bakın; yüksek eğitimli tabakanın dışındakilerin de olan biteni anlaması için, yazıların tamamı yüksek sesle okunuyor. Durum böyleyse, Amerikalılar bilme hakkını tam olarak nereden alıyor? Belirli yayıncılar halkı bilgilendirmek için özenle çalışıyor, ama kendinize sorun, kaç kişi bunları gerçekten okuyor? 200 milyon Amerikan vatandaşı, (gerçek isimlerini kullanıp komşularının önünde onları utandırmayacağınıza söz verirseniz) hayatının bir döneminde okula gittiğini ve okuma yazma bildiğini itiraf edecektir. Ancak, en düzgün süreli yayınlar bile yarım milyonluk baskıyı büyük başarı sayıyorlar. sebebine gelince; amerikan vatandaşlarının yüzde birlik, belki de daha az kısmı öğrenme haklarından faydalanıyor. Tabi, bu yaptıklarıyla elitist olmakla suçlanıyorlar. Bu kadar cahil bir toplumda “Amerika’nın bilme hakkı” sloganının tamamen anlamsız olduğunu, Kimsenin okumadığı bir yerde basın özgürlüğünün hiçbir şeye yaramadığını düşünüyorum. Peki bu konuda ne yapacağız? Öncelikle kendimize soracağız; cehalet gerçekten bu kadar güzel mi? “Elitizm”i kınamak mantıklı bir iş mi? Normal bir beyni olan her insanın oldukça çok şey öğrenebileceğine ve bir “entelektüel” olabileceğine inanıyorum. Toplum olarak öğrenmeyi, bilgiyi onaylamalı ve ödüllendirmemiz gerektiğine inanıyorum. Hepimiz entelektüel elitin bir parçası olabiliriz ve ancak o zaman “Amerika’nın bilme hakkı” düzgün bir demokrasi konseptiyle bir anlam ifade edebilir. * Bu yazı şuradan alınmıştır.

  • KİN - NEFRET - YAS TUTMAK

    İsmail Hakkı Özsarı * Son yıllarda moda söylem haline geldi; “Kindar ve Dindar.” Dindarı anlıyorum da kindar olmaya akıl erdiremiyorum. Şunu biliyorum ki, kin ve nefret alabildiğine olumsuz, zararlı duygulardır. İnsan bir kez bu duyguların esiri olmaya görsün, onun yaşamı çekilmez olur. Can suyu bulanır. Bağışıklık sistemi çöker. Bedenen ve ruhen tüm hastalıklara açık hale gelir. Hayatın amaçlarından biri de mutlu olmayı, mutlu yaşamayı başarmaktır. Mutlu olabilmenin olmazsa olmaz üç koşulu vardır. Birincisi üretmek. İkincisi paylaşmak. Üçüncüsü de sevgi dolu bir yürek taşımak. Kin ve nefret kadar olmasa bile yas tutmak da doğru değil. Geçmişi unutalım demek istemiyorum; ama yapışıp kalmak yanlış. Ölmüşlerimizi elbette unutmayalım. Yüreklerimizde daima anların bir yeri olsun. Ölümler bu dünyanın gerçeği. Yaşam planının vazgeçilmezi. Zaman hep yürüyor. Durmak yok. Ya ölmek olmasaydı; hiç düşündünüz mü? İşte o zaman daha yaşarken ölünürdü. Hem de her gün. Bakın Amerikalı Kızıl Derili bir şair ne diyor: “Gidiyorum kadınım, ağlama! Kadınım ağlama sakın! Gittiğim yol ölüm yolu ama, Yamaçta gireceksin koynuma, Birlikte uyuyacağız, o gün yakın.” * TOPAL TİLKİ MİSİN? YOKSA YÜREKLİ ASLAN MI? Adamın teki ormanda gezintiye çıkar. Dolaşırken gördüğü manzara karşısında çok şaşırır. Manzara şudur: Ağzında avlandığı hayvanla kocaman bir aslan ağaçların arasında görünür. Doğruca biraz ileride yatan tilkinin yanına gider, yiyeceğini tilkiyle paylaşır. Çünkü tilkinin ayakları sakattır. Adam gördüğü bu sahne karşısında çok etkilenir ve şöyle der: “Allahım sen yarattığın canlıları ne güzel koruyorsun. Bundan sonra sana teslimim.” Daha sonra gider bir ağacın altına oturur. Bekler ki başkası kendisine ekmek, aş getirsin. Bir gün, iki gün, üç gün… Ne gelen var ne giden. Sonunda ellerini göğe açarak; “Allahım sen beni görmüyor musun? Baksana ne haldeyim. Açlıktan ölmek üzereyim.” der. Bu sırada gökten bir ses işitir. “Görüyorum görüyorum da soruyorum. Eli ayağı tutan, güçlü kuvvetli bir adamsın. Ne diye yürekli aslanın değil de topal tilkinin rolünü oynuyorsun?” Sevgili okurlarım; Şimdi kendinize sorun. Yaşadığınız hayatta topal tilki mi, yoksa yürekli aslan mısınız?

  • Özdemir ASAF ve "Lavinya"

    Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia. Edebiyatımızın en sevilen şiirlerinden olan Lavinia ile başlayalım söze ve onun yazarı zarif şair Özdemir Asaf’ı anlatalım… Lavinia; "hayalimdeki muhteşem sevgili" demektir, ayrıca bir çiçek cinsidir; ölüm çiçeği. Ve aynı zamanda, Lavinia; Shakespeare’in, Titus Andronicus isimli eserinde, Roma İmparatorluğu’nun başkomutanı olan Titus’un, Gotlar kraliçesi Tamora'nın iki oğlu tarafından tecavüze uğrayan ve babası Titus tarafından öldürülen güzeller güzeli kızıdır. Edebiyat toplantılarının yıldız isimlerindendir o dönemlerde Özdemir Asaf. 'R'leri telaffuz edemese de çok iyi bir diksiyonla şiir okur. Bu şiir dinletilerinde hep sona bıraktığı, en çok sevilen, en çok istenen şiiri ise onun üniversite yıllarındaki platonik aşkına yazdığı 'Lavinia'dır. Şair, daha sonra bu şiirini açılan bir yarışmaya göndermiş ve birinciliği kazanmıştır. Bir rivayete göre kazandığı yarışmada şiiri okurken aşık olduğu kız da salondadır; ama Asaf şiirini okurken kız salonu terk eder ve kırılan şairimiz de kıza duygularını asla açmaz. “Babam 11 Haziran, halam 12 Haziran 1923’te Ankara’da doğmuşlar; yani ayrı gün ikizleri. Şûra-yı Devlet’in (Danıştay) kurulmasında büyük emeği olan dedem Mehmet Asaf’a 1922 yılında Atatürk’ten bir haber gelmiş: ‘Asaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin.’ Böylece ailemiz, İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış..." AYNANIN OYUNU Bir çocuk doğdu, bendim. Sıraya girdim insanlar içinde. Alay bayrak büyüdüm Odalar, sofalar içinde. Bir ayna doğdu, gördüm. Sıraya girdi aynalar içinde. İsime geldi, aldım, Çarşılar, pazarlar içinde. Bunca yıl yüzüne baktım. Kendisini aşmadı Olanlar içinde. Bir sabah uyandım, Duruyordu karşımda Düşmancasına, Bir cam, Aldanmış, Kendini ayna sanmış… Mehmet Asaf, yani dedem kısa süren hastalığının ardından 1930 yılında vefat etmiş. Aile tekrar İstanbul’a dönmüş. Bu arada İkizler okul çağına gelmiş. Atatürk, İsmet İnönü’ye ‘Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin’ talimatını vermiş. O dönemde soyadı olmadığı için babam ilkokula Özdemir Asaf olarak kaydolmuş. 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile babaannem “Arun” soyadını almış.” diye anlatır babasının dünyaya gelişini Özdemir Asaf’ın kızı Seda Arun. Ortaöğrenimini Galatasaray ve Kabataş Liselerinde yaptıktan sonra Hukuk ve İktisat Fakültelerinde okuyan Özdemir Asaf, bir süre sigorta şirketlerinde çalıştıktan sonra bir basımevi kurar. Bu arada Tanin ve Zaman Gazetelerinde çalışıp çeviriler yapar. İlk yazısı Servet-i Fünun, Uyanış dergisinde çıkar. 1951 yılında Sanat Basımevini kurar ve kitaplarını “Yuvarlak Masa Yayınları” adı altında yayımlar. AŞK Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür; Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenciyken başlar Özdemir Asaf’la Sabahat Hanımın aşkları… Ama bir ara Sabahat Hanım okul değiştirir. Kendisi için her gün sınıfta yer tutan ve yolunu gözleyen Özdemir Asaf, bu ayrılığa dayanamaz ve hastalandığı bir gün ateşler içinde Sabahat Hanımın adını sayıklar. Annesi ve teyzesi arayıp Sabahat Hanımı bulurlar; ama aileler okul bitmeden evlenmelerine izin vermez. Böylece mektuplu ve hasretli günler başlar. Özdemir Asaf, mektup yazmasına gerek kalmayacak günleri özler; ama tüm yaşamı Sabahat Hanım’a mektup yazarak geçer. AĞLAMAK Bazı acılar da yetmez Bazı ölümlere Örtüsüdür bazı acıların Örter, örtülmez Savunur bir süre Ağlayanlar sevinmeli Sevin ağlayabiliyorsan Acılar art arda dinmeli Durur bir nöbetçi gibi Durur bir bekçi gibi Zamana gülmeli gülmeli Sevin ağlayabiliyorsan Unutmanın kardeşidir ağlamak Uyur uyanır yatağında duyguların Düşüncenin kucağında hep çocuktur Ağlamak… Şair, şiirlerinde babasının Asaf ismini kullanır, oysa asıl ismi Halit Özdemir Arun’dur. 1950 yılında Cağaloğlu’nda bir matbaa açar. Açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memur adını sorar. R’leri 'ğ' olarak söyleyen şair, “Halit Özdemiğ Ağun” der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere “Halit Özdemir Ağun” yazar. Şair, bankonun üzerinden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce “Soyadımı yanlış yazdınız, doğğusu Ağun” der. Memur yüzüne bakar “Evet, Ağun” der, “Hayığ, hayığ Ağğun”…“Beyefendi anladım Ağun”. Şair sinirlenir, cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ARUN yazar, R’lere basa basa yüksek sesle okur. “AĞĞĞĞĞUN.” Bir başka gün de matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar: “Neğeye biğadeğ?” Özdemir Asaf utancından “Kağaköy” diyemez, “Eminönü” der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür. AŞK ŞARKISI Ellerini ver, öpeceğim. Binlerce el içindeyim, Şu beyaz çizgilerden gideceğim. Ellerini ver, ver ellerini.. Seni öldüreceğim. Gözlerinden gireceğim, İçinde yer edeceğim. Sana oradan sesleneceğim; Ellerini ver, ver ellerini Seni öldüreceğim. Özdemir Asaf’ın ikilikler ve dörtlüklerden oluşan ilk şiirlerinde yoğun bir söyleyiş özelliği göze çarpar. Şair, insan toplum ilişkilerine yönelik temaları konu edinerek düşündürücü bir şiir evreni kurmuştur. Duygu ve düşünce yoğunluğuyla birlikte alay ve taşlama, şiirine egemen olan ögelerdir. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel yanlarını sen-ben ikileminde vermiştir. Şairin oğlu Gün Arun anlatıyor: “Bana öyle geliyor ki babam şair olduğu için farklı değildi. Farklı olduğu için öylesine şiirler, epigramlar, yazılar yazmış ve alışılmadık bir baba olmuştu herhalde. Duygusal yerine duygu dolu, düşünceli, anlamlı demek daha doğru olacak. Şimdi geriye baktığımda karmaşık değil; dolu ve zengin bir ruh, düşünceyle beslenen, açık görüşlü, bilge bir adam görüyorum. Tabii ki başarısızlıkları, kırgınlıkları, üzüntüleri de vardı mutlaka.” Kızı Seda Arun’a dönelim tekrar: Birinci sınıfa başladığım gün, öğretmen “şiir bilenler parmak kaldırsın” dediğinde ben de parmak kaldırdım. Benden önce kalkanlar ya Atatürk, ya bayram ya da anne şiirleri okudular alkışlar eşliğinde. Sıra bana geldiğinde siyah rugan ayakkabılarımın gıcırtıları eşliğinde heyecanla tahtaya kalkıp o küçücük yaşımda evdeki toplantılarda sık sık okunan ve bu yüzden ezberlediğim babamın bir şiirini okudum; ama şiir bittiğinde alkış değil derin bir sessizlik doldurdu sınıfı. Ve sonra öğretmenim, “Sen bu şiiri nereden biliyorsun, kim ezberletti bu şiiri, kimin şiiri bu?” diye art arda soruları sıraladı… – Babamın. – Baban ne iş yapıyor? – Matbaacı. – Babana söyle, yarın okula gelsin. Akşam eve gider gitmez olanları anlattım babama ve beklediğim gibi bir yanıt aldım babamdan… Evet, sessizce dinledi ve güldü, yalnızca güldü… Uzun saçları, gür bıyıkları, siyah beresi, bakışlarındaki ışıltısı, r’leri söyleyemeyişi, onu arkadaşlarımın babalarından ayırıyordu. Babamın Özdemir Asaf olduğunu öğrenmem için ilk kitabının basılmasını beklemem gerektiğini o günlerde bilmiyordum. MESAJ Ölebilirim genç yaşımda, En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, Sevgilim, Seni bir akşamüstü düşündürebilirim. 1980 yılının Aralık ayında babam hastalandı, doktor yaptığı ilk tetkiklerden sonra hastaneye yatmasını istedi ama hastalığının tedavisi mümkün değildi. Bunu herkes biliyor ama babam bilmiyordu. Yaşayacağı zaman çok kısaydı ve yapılması gereken her şey yapılmıştı, o nedenle eve götürmemizi söyledi doktor. O gün, o sağlıksız haliyle bile “Bizim duraktan tanıdık bir taksici çağırın, pisi pisine bir trafik kazasında ölmeyeyim.” dedi. Bu şakasını yıllar önce şiir olarak yazmıştı zaten; “Ölüm Allah’ın emri / trafik olmasaydı”. O gün Bebek’teki evine sağ salim vardı ama zamanı çok kısaydı. Hastanede veya hapishanede Hayatını yazma! Sonunu bir merak eden çıkabilir Hastanede her gece insan Birkaç yaşam yitirebilir ya da yaşayabilir Hapishanede ise her sabah. Röntgenlerin korunduğu sarı kâğıda hastanede yazdığı son şiir isimsizdir. 28 Ocak 1981’de 58 yaşındayken İstanbul’da hayata veda etti. Mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır. Beni öyle bir yalana inandır ki Ömrümce sürsün doğruluğu…

  • SERDE ÖĞRETMENLİK VAR YA

    Yıllar geçse de emeklilikte Öğrenciler süsler düşlerimi Nerde bir çocuk görsem Okula gider kafamda Sınava girer benimle Yetiştiğimiz, yetiştirdiğimiz gibi Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür mü? Yurdunu, Ata’sını sever mi? Ne düşünür insanlıkla? İnsan, hayvan, doğa… Sağlıklı mı? Yüzü güleç mi? Mutlu mu yaşamında? Paylaşıyorum Serde öğretmenlik var ya Emekli olunmuyor Fuat ÖZGEN

  • PARKTAKİ ALAÇIK

    Kutsal günlerden bir gündü, Otuz Ağustos’tu. Rutini yerine getirip harika bir kahvaltı hazırlamış, “emekli olmak dingin yaşamaktır,” sözünü doğrularcasına sindire sindire yapmıştı kahvaltısını. Sıra öteki rutine gelmişti: Eşiyle balkonda orta kahvelerini içmek! Her daim o yapardı kahveyi, içtikten sonra da “ne güzel yaparmışım ben bu kahveyi,” der, eşinden bir aferin beklerdi; fakat… 30 Ağustos Zafer Bayramının yüzüncü yılıydı. Asker bayramı demişlerdi, Otuz Ağustos’a! “Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir,” türküsünü bilmezlermiş gibi. Askeri, halkı, büyüğü, küçüğü herkesin bayramıdır 30 Ağustos! Kahvelerini içmiş, eşine, “Haydi evden çıkıp ayaklarımızın götürdüğü yere doğru yürüyüp gidelim,” demiş, o da, “Sen git, ben bir şeylerle uğraşacağım,” deyip gelmemiş! Şüheda Caddesi’nden İstasyona doğru yürüyecekti. Şüheda Caddesi ilçenin prestijli caddelerindendir. Caddenin evlerinde, güzel apartmanlarında, güzel insanlar oturur. Hava sıcaktır, resmi bayramın, resmî tatili, görkeminde kutlanmayan klasik bir bayram günüdür. Kimileri bayram tatilini fırsat bilip ilçenin en güzel mesire yerlerinden Kurşunlu’ya akın ederken, kimileri de tatili uyumak olarak algıladığından, uykunu belini kırmak için yataktan çıkmamış, uyumayı tercih etmiştir. O gün Şüheda Caddesi kalabalık değildi, tek tük taşıta rastlanırken, tepedeki güneş, “ben buradayım,” ona göre diye hatırlatma yaparken, yavaştan esen bir rüzgâr, eski doğasever belediye başkanının diktiği meyvesiz ağaçları, yavaştan sallarken, o kulaklığında Cengiz Aytmatov’un yıllar önce okuduğu Toprak Ana adlı muhteşem eserini bir de sesli kitap olarak dinlemektedir. Aytmatov bu eserde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında cephe gerisinde, savaşta ölenlerin ailelerinin zorlu yaşantılarını dramatik bir anlatımla sunmaktadır. Ana kahraman Tolunay’ın yaşadığı acıyı okuyunca siz de derinden hissedeceksiniz onun yaşadığı acıyı. İzmir dönüşü tren yolculuğu sonrası, yağmurlu bir günde boydan boya yürümek mecburiyetinde kalmıştı Şüheda Cadde’sini. Yağan yağmurda elinde şemsiye olmamasına rağmen öyle sudan çıkmış balığa dönmemiş, balkon çıkıntılı apartmanların balkon altlarından, o meyvesiz ağaçların siperinde yürümüştür. İstasyonda askerlik şubesinin yanındaki eski adı Kenan Evren, değiştirilen adı Mehmetçik olan parkta, ağaçlar altına oturulsun diye yapılan banklardan birine oturup ilk gençlik yıllarını, “seninle teneffüslerde neden birlikte yürümüyoruz,” diyen lisedeki dost yüzlüsünü hatırlayacak, sonra Çağrı Kitapevine bir selam çakacak, gençlik derneğindeki arkadaşlarını yad edecek, sonra arada, nadiren, odun köfte yediği, Can Baba’nın karşısındaki köftecinin önünden geçecek, İstasyon taksi durağı, İnci Taksinin eskiden damalı, şimdilerin sarı renkli arabalarına bakacak, hakikatli öğretmenlerinin derslerini anımsayacak, onu tertipli, başrolünde güya öğretmen olan R.Ç. olan bir saldırıdan, neredeyse ölmekten kurtaracak İhsan Fidan öğretmenini, onun çakır gözlerini, gözlerinin önüne getirecek, birilerine de çuval çuval sitem yollayacaktı. Mehmetçik Parkında bankın gölgede olan yerine oturup kulağında kulaklığı “Toprak Ana’yı” dinlemeye devam ederken. Parktaki ağaç çeşitliği botanikçiler için bir laboratuardı adeta. Hele yüz yılda bir çiçek açan adına Sabır Otu dedikleri bitki, çiçeğini açmış olması, aynen yetmiş beş yılda bir görünen Halley Kuyruklu Yıldızının görülmesi gibidir. Bu güzellik basında yer almış, fakat sadece yer almış, o kadar. Konuyu uluslararası boyuta taşıyacak doğru dürüst kelli felli bir ilgili, yetkili olmamıştır. Bir bank ötede gözlüklü, anası gibi başını bağlayan bir kadın oturmaktadır. Kadın, uzun zamandır telefonla konuşmaktadır. Kadının bilmiş bir hali vardır. Eli yüzü düzgün, bakımlı gibi, kalın kaşları, bir operasyondan geçmediğinden yirmi metreden seçilmektedir. Duruşu, oturuşu ile pozitif bir insan olduğunu anlayabilir, onun Anadolu kadının yemeye sınır getirememe özelliği ayan beyan karşınızdadır. Boyuna göre kilosu epeyce fazladır, O tipik bir Türk kadınıdır: Etli butlu. Üstündeki mavi elbisenin rengi, mavinin en tatlı olanıdır. Kulağında Kulaklık Olan Adam “Toprak Ana’yı dinlemeye devam ederken, sarı gür sakallı, sigara içmekten sararmış, devrimci bıyıklı, orta yaşlı biri yanına gelir ve: “Oturabilir miyim, diye sorar, o da az ötesindeki boş bankı gösterir. Bir meczup diye düşünüp aslında ürkmüştür. Sarı Sakalı Adam: “Hayır, buraya senin yanına oturmak istiyorum,” deyince, o da, “Buyur, buyur otur,” demek zorunda kalır. Sarı Sakallı Adam, atletik yapılı biridir. Sigara içmekten sararan bıyıkları ağzını kapatmıştır. Sarı sakalları gürdür, başını yavaşça kaldırıp ölgün gözlerini Kulağında Kulaklık Olan Adama diker, bir şeyler konuşmak için yeltenir, sonra vazgeçer. Ağzını kıpırdatıp bir şeyler mırıldanır anlaşılır, anlaşılmaz, bir cesaretle tekrar adama çevirir bakışlarını. Sonra, “Bu Atatürk ne büyük adam, çok seviyorum, bugün onun bayramı varmış; fakat bayrama benzemiyor bence! Siz ne diyorsunuz beyefendi?” Az önce görünüşünden, kılık kıyafetinden ürktüğü meczup tipli adamın, nezaketi, seviyeli konuşması, Kulağında Kulaklık Olan Adamı etkilemiş şaşkına çevirmiştir. “Ben, ben… evet, evet, evet, Atatürk… çok büyük bir adam, çok büyük bir insan yaşadığı çağın çok ilerisinde…" Sarı Sakallı Adam, çağının çok ötesinde tanımlamasını yeterli bulmamış, “nasıl, o kadar mı,” der gibi sorgulayan gözlerle Kulağında Kulaklık Olan Adama diker çok yorulmuş, çok sıkıntı çekmiş gözlerini. Kulağında Kulaklık Olan Adam: “Yirminci yüzyılın, yirmi birinci yüzyılın hatta bütün yüzyılların en büyüğü,” deyince Sarı Sakallı Adam aldığı cevaptan hoşnut tebessüm eder. “Adın ne diye sorar, Kulağında Kulaklık Olan Adam. Sarı Sakallı Adam, duymazdan gelir, başka şeyler konuşmaya başlar. “Ben bu parkta yatıyorum, şu ağacı görüyor musun, işte onun altında kartonların üstünde!” Sarı Sakallı Adam, çizgili gömleğinin yaka cebinden bir sigara çıkarıp “Müsaadenle, içebilir miyim?” “Tabi tabi, ne demek efendim, buyurun yakın! Sarı Sakallı Adam, Kulağında Kulaklık Olan Adamı iyice etkilemiş, onun da sözcükleri seçerek konuşmasına adeta mecbur bırakmıştır. Çizgili gömleğin yaka cebinde bir de tükenmez kalem vardır. O, “acaba bu kalemle ne yazıyor,” diye merak edip kendine sorar, sessizce. “Ya kusura bakmayın yanınızda üç- beş lira var mı,” der, Kulağında Kulaklık Olan Adama, “Bakayım, ne kadar bozuk param varsa vereyim,” cebindeki bozuklukların hepsini vererek, “Kusura bakmayın, hepsi bu!” İki bank ötede oturan kadın, konuşmaları duymuş olacak ki, “Gelin gelin, ben de birkaç kuruş vereyim,” “Siz oturun, ben gelip alayım, siz zahmet etmeyin!” der Kulağında Kulaklık Olan Adam ve yerinden kalkıp kadına doğru yürür. Kadının bozukları kâğıt paradır. Dört beş tane beşliği uzatıp, “Buyurun, alın!” Kulağında Kulaklık Olan Adam, beşliklerden üçünü alıp Sarı Sakallı Adam’ın eline verir. Adam pek memnun teşekkür edip uzaklaşınca, Kadın; “Bu insanlara çok üzülüyorum, yazık, çok yazık,” deyip konuşmaya başlar. Sokakta yaşayan insanların durumlarının zor olduğunu, devletin bu insanlara sahip çıkması konusunda fikir birliğine varırlar. Kadın kendinden anlatmaya başlar. Ben der elli yaşımdayım, dedikten sonra, hayat hikayesinin dramatikliğinden bahsetmeye başlar. İlk kez gördüğü bir insana bu kadar ayrıntı vermek, özel şeylerden bahsetmek Kulağında Kulaklık Olan Adamın verdiği güvenden midir, ya da ava çıkmış bir avcı mıdır? Ava çıkan bir avcıya benzer tarafı yoktur, yine de belli olmaz değil mi, insani çözmek üç bilinmeyenli denklem değil midir, hele kadınları çözmek çok bilinmeyenli denklemlerin denklemidir, demezler mi? Kadın, “Ben Selendi Çanşa köyündenim, gocam Selendi’nin içinden. Annem babam buraya Salihli’ye gemişle eskiden. Selendi’ye gelin gittim, ileri olcana geri gittim işte; terslik aha burda başladı. Neden deseniz, akıl işte derim, kocasız gamışım sanki, burdan biçok isteyenim de vadı. Mutlu musun diye sosan bu adamla evlendiğime köpekleden bin peşmanım. Buna sebep en çok anam oldu, bura goca şeher, ekeklene gövenilmez gızım,” dedi. Ben de acamıyım gandim ona! Ah ah, ah!” Kadın soluk almadan, ara vermeden, eşinin işinden, yanlışlarından anlattıkça anlatır. Bir dinleyeni bulmuş, aklına ne geldi, durmadan anlatmakta, arada bir derinden bir ah çekip yine devam eder! “Eşim ambulans şuforu. Aslında eyi bi isan, kim yadım istese istesin, koşa hemen yadımına. Bu eyi adam bura gelince şaşırdı. Pandemi günlende hastaların ilaçları evlerine götürülüyodu ya, işte ilaç vediklenden birine tutulmuş. O avrat da benim adama tutulmuş gözcesi kör olası. Her gün birbirleni aramışla. Bizimki ona yalancıktan ilaç milaç götürüp durumuş. Aşıklık öle şişede durmeyen ırakı gibi çapmış benim adamı. Adam gecenin bi yarısında yanımdan kakıyo, usulcana tavalete gide gibi gidiyo; sonra otuma odasında sesiz sesiz mesajlaşıyola, Ah ah!” “E sonra dedi, Kulağında Kulaklık Olan Adam? Konu ilgilisini çekmiş, Kulağında Kulaklık Olan Adamın,“ya demek öyle he, Allah Allah,” sohbete çeşni karşılıklarla kadına dert yoldaşı olurken, kadın da anlattıkça anlatmaktadır. Kulağında Kulaklık Olan Adam “kendine seven eşine bir adamanın böyle davranması affedilecek bir şey değil,” diyerek kadının önünden yürüyüverir. Kadın devam eder, nasıl olsa iyi bir dinleyen bulmuştur. “Ben çalışmıyom ya ben efendiye muhtacın ya adam beni isan yerine gomuyo böle! Böle olunca tabi bu ekekle azıdıyo, zıvanadan çıkıyo işte böle!” “Her erkek öyle değildir, ben eşime çok yardım ederim, bacaklarımı uzatıp yan gelip yatmam!” “Seviyo mu garın seni?” “Sever, çok sever!” “Sen sevilmecek adama benzemiyon ki!” “Ben kadınların okumasından çalışmasından yanayım. Kadınlar çalışmazsa eşine mahkûm olur. İşte onun için, Atatürk kadınlarımızın okumasından, çalışmasından yanadır. Ben kadınların Atatürk’ü sevmemesini çok yadırgarım. Derim ki bu kadınları, birer ay, Afganistan’a, Pakistan’a, İran’a götürelim. Dönüşte senden benden daha çok Atatürkçü olur bunlar!” “Atatürk sevilmez mi abi, Atatürk sevilmez mi?” Onu sevmeyenle daş osunla!” “İnşallah taş olurlar!” “Adam beni delirtmeyi kafasına gomuş abe. Her gün dışarı çıkıyo, o gadınla buluşup geliyo. Kimseye hiçbi şe anlatamıyom. Birine bi şe desem, bi gocanın hakından gelemiyon mu, yazık senin gibi gancığa derle! Ah abi ah, içim yıldırımla çakıyo, onun parasına muhtaçlem omasa aha bön gorun onu kapıya. Anamın, babamın yanına gidemem, onlara bi şe desem ben suçlu olurun!” “Gerçekten bacım, bu doğru bir davranış değil ki, kadınlara bir de aileleri sahip çıkmazsa sonu felaket olur!” Kulağında Kulaklık Olan Adam oturduğu banktan kalkmış, aradaki boş bankın ondan yana olan tarafına oturup “Gerçekten mi bacım?” “Yalansa yılan olen abe ya! Evden başımı alıp çıktım, o evde galdı, evde galsaydım, ya o beni, ya ben onu öldürürdük herhal. Adam nöbetten gemiş, kahvaltısını yapıp balkonda bir sigara yakıp “avrat gayfamı çabık yap, bu meret gayfayla gözel oluyo!” Gayfasını vedim, çıktım geldim böle işte!” “Üzüldüm, inşallah bu kötü günler bir gün biter!” “Bite mi desin abe, sahi mi deyon; ne bilen, beni hoş etmek için mi deyon böle?” “İnanmasam bile öyle olmasını istiyorum!” “Ben okumadığıma köpekleden peşmanım abe, kadınla kızlanı okutmalı, yarın onları gocalanın eline bakımlı omasına izin vememeli!” “Atatürk’ün kıymetini bilmek lazım, cumhuriyetinin kıymetini bilmek lazım,” derken adam gözünden süzülüp inen yaşları avucunun içi ile silerken içinden, “Ne büyüksün Aziz Atatürk,” derken onun fotoğraflarını bir bir gözünün önüne getirip gururla, kıvançla dolar içi. Kadının evden çıktığını duymuştur ambulans şoförü, onun evden çıkıp gitmesini canı gönülden istemekte, hatta akşama kadar gelmemesini dilemektedir. Bu aynen amorti beklerken biletine büyük ikramiye çıkmış gibi olur. Kahvesini çabuk çabuk içerek, telefonu eline alır, “On dakika sonra orada bekliyorum, seni,” deyip çıkmıştır evden! … Sarı Sakallı Adam, Kulağında Kulaklık Olan Adamın yanından ayrılırken pek mutludur, Anadolu coğrafyasının çok sıkıntı, çok eza çekmiş temsili kadınını iyi bir süzmüş, yüreği ondan yana akıvermiştir. Çınar ağaçlarının daimî konukları serçegiller ötüşüp dururken, iki kumru birbirlerine iyice sokulmuş, gagaları iç içe bir sevda sunumu sergilemektedir doğaya, insanlık alemine. Sarı Sakallı, Kulağında Kulaklık Olan Adamla, Kadının konuşmalarını dinlemek için Askerlik şubesi tarafındaki bahçe duvarının arkasına saklanmış, konuşulanları dinlerken, Kadının anlattıklarına çok üzülmüş, üzülmekten öte “yuh sana, şerefsiz, bir kadına yapılır mı ülen,” deyip kadının intikamını almak için bilenmiştir. Sarı Sakallı, Kadınla Adamın karşılarına geçip “Bir dakika, bir dakika konuşmanızı bölüyorum, çok özür dilerim!” Şaşkına dönmüştür ikisi de ne diyecektir bu adam, deyip meraklanır, “Rica ederiz, öyle şey mi olur, buyurun ne demek istiyorsunuz, söyleyin!” “Abim özür diliyorum, ben düşündüm taşındım, aklım başımda, bak ne yaptığımı biliyorum; sakın beni yanlış anlayıp fevri bir hareket yapma, sakince dinleyin beni!” “Rica ederim, rahat olun, herkese saygı duyarım ben!” İstasyona, Uşak İzmir treni gelmiş, inecek yolcuları indirmiş, binecekleri bindirmiştir. Makinist, trenin tiz sesli düdüğünü öttürünce, demiryolu boyunca sıralanmış, anıt çınar ağaçlarının kuşları, pır pır diye uçuşup şehrin üstüne doğru uçup gitmiş, bir zaman sonra da tekrar demiryolu boyu sıra sıra dikilen ağaçlara, tüneklerine geri dönmüştür. Tarihi tren garı özgürlük kokmakta, tarihi tren garı cumhuriyet idaresinin onuru ile vakur bir duruş sergilemekle birlikte, yıllar boyu demiryolu taşımalığına komünist yaftasını yemenin garabeti ile doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirler hep böyle… “Sizi dinliyoruz, ne diyecektiniz, diyeceğinizi mi unuttunuz,” dedi, Kulağında Kulaklık Olan Adam. “Unutmadım, nereden başlayacağımı bilemedim, birden hayatın gerçeği ile yüzleşince böyle oluyormuş demek. Ben diyeceklerimi, bugüne kadar kimseden çekinmeden hep söyledim, şimdi diyeceklerim dilime dolaştı. Biraz sonra normale döner, her şeyi açık açık derim, sen merak etme bey abi!” “Buyurun, dinliyoruz!” Sarı Sakallı, Kadının önüne diz gelip pek saygılı, pek mahcup, gözlerin içine bakarak, “Benimle evlenir misiniz, evet derseniz hayat boyu mutlu olacaksınız?” “Ben evliyim, evli insana böyle bir teklif yapılır mı, ayıp olmuyor mu?” “Evliydin, evliydin, mutlu olamadın, evsiz ol; mutlu ol, mutlu yaşa!” “Kocam bunları duyarsa, seni yaşatmaz, duymamış olayım!” “Sana eza çektiren adamın kölesi misin sen, hayat kısa, sabaha çıkacağının garantisi var mı?” Kulağında Kulaklık Olan Adam, şaşırmış, ağzını açıp bir kelime diyememiş; tutulup kalmıştır! Şüheda Caddesinin istasyon kavşağında vasıtalar gidip gelmeye devam ederken, bir zaman sessizlik olur. Bir iki dakika ne Sarı Sakallı ne Kadın ne de Kulağında Kulaklık Olan Adam tek kelime konuşmaz. Kulağında Kulaklık Olan Adam “ben gidiyorum, hoşça kalın,” diyerek oradan ayrılır. Şimdi Sarı Sakallı Adamla Kadın yalnız kalmıştır. Adam, Kadının önünde diz gelmiş, yalvarmaya devam eder... “He dersen çok mutlu olacaksın, çok mutlu olacağız, he de hayatını yaşa, he de dert sıkıntı hiçbir şeyin kalmayacak göreceksin!” Sarı Sakallı Adam, Kadından yüz bulmuş, ellerini ellerinin arasına almış, öpüp koklamaya başlarken, ara ara da gözlerini içine bakarak “göreceksin çok mutlu olacağız,” der. … Onlar, parkın içinde beyaz saman çuvallarından yaptıkları alaçığın içinde hakikaten mesut bir hayat sürerlerken, Kulağında Kulaklık Olan Adam arkadaş çevresinden onlar için sağladığı destekle yaşamlarına katkı koyarken, onlar kış gelince ne olacak bizim halimiz diye düşünmezler bile…

  • ŞEHİR’DEN DEVLET’E ÜTOPYA YAZINI

    Mehmet Ali Kılıçbay, Leviathan’a (Thomas Hobbes) yazdığı önsözde şöyle diyordu: “Her ütopya, bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita diye gösterilen yerlerden alır” Yani bilinmeyen yerler. “16.Yy’ın terra incognitası Amerika olmuştur, tıpkı önceki yüzyıllarınkilerin bilinmeyen Asya olduğu gibi”… O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Neil McWilliam ise “Marx ile Engels, 1848’de ütopyacılık üzerine yaptıkları yorumlarda bu tür özlemleri küçümserler. Saint-Simon ve Fourier’yi proletaryayı ‘tarihte hiçbir inisiyatif üstlenmemiş ya da bağımsız hiçbir siyasi hareket yürütmemiş bir sınıf’ olarak görmekle suçlarlar.” diye ifade etmektedir (Sanat Ütopya: Mutluluk Hayalleri, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2011, s. 29) Ama bunlardan en çok tasavvur edileni ada ütopyaları. Keşif bekleyen daha öteki topraklar bilhassa adalar Avrupalı yazarların birer ütopya konusu idi. Robinson Crusoe’yu çocukluğumda okumuştum. O romanın bir adada geçen hikâyesi bir ütopyadan çok bir hakikate dayanıyordu ve ilk İngiliz realist romanı (1719) kabul edilmekteydi. Issız bir adaya düşen uygar bir insanın, gemici Alexander Selkirk’in 25 yıl birkaç araçla doğayla mücadelesini anlatıyordu. Sonra J.Swift’in bir başka ünlü ada hikâyesi de Güliver’in Gezileri idi: Cüceler Adası (Lilliput) ve devler ülkesi (Brobdingnag) maceraları… Jules Verne’in Esrarlı Ada’sı, R.Louis Stevenson’un Define Adası gibi fantastik öyküler de ütopik yazın içinde kısmen yer bulmuşlardı. En bilinen iki ada hikâyesi Platon’un aktardığı Atlantis ve F.Bacon’un yazdığı Yeni Atlantis’ti. Antikçağ ütopyaları arasında Phales, Hippodamos, Aristophanes, Euhemeros ve Lukianos yer alır. Bunların arasında yine bir ada ütopyası olarak Euhemeros’un Hiera Adası da dikkat çekmektedir. Kralsız, eşitlikçi ve emekçi bir toplumsal düzen (Panchaea) önerilmektedir. Platon efsanesinde bir tepeyi karadan ayırıp büyük bir ada meydana getirmiş onu da çemberler şeklinde 5 parçaya ayırarak Atlantis’i tasarlamıştı. Ancak bolluk ve zenginleşme ile giderek yozlaşan ada halkı iktidar hırsı ile beraber bilgeliğin dışına çıkarak yok olup gitmiştir. Platon Atlantis’ten sonra önerdiği ikinci devlet modelini Sparta ve Atina’nın dağılmasına karşılık Yunanistan için bir siyasal öneri olarak yazmıştır: Devlet... Platon Devlet (Politeia) adlı eserde filozofların yönetimindeki bir devlet şekli önermiştir. Devlet ile beraber başka bir antikçağ ütopyası olan Jambulos’un Güneş Adaları da yine yüzyıllar boyu ütopyacılara esin kaynağı olmuştur. Tomasso Campanella ise Güneş Ülkesi’inde, “İnsanları doğru ve yüksek düşünceler yönetmiyor. Dünyaya felaketleri bile mutluluk diye adlandıran kötüler hâkimdir.” diyordu (Güneş Ülkesi, Kaynak yayınları, 2.Baskı, s.87). İlkel insanlar öldürmeyi savaşı bilmiyorlar, adalarında sakin ve doğayla barışık olarak yaşıyorlardı. Daha birçok ada ütopyası daha vardı elbette fakat en çok bilinen ya da benim adlarına en sık rastladığım ütopyalardı bunlar. Teorik olarak anlatı (metin) özelliği taşıyan ütopyaların uygulama alanı ise mimarlık tasarımlarıdır yani kentsel uygulamalar. Bu alandaki önemli kaynaklardan bir tanesi de 2001 yılında yayınlanan “20.Yy Kenti” dir. Bu kitap Wright, Howard ve Cobusier’in 20.Yy kent ütopyalarına yer verilir (s. 107-126) Kooperatif-sosyalist, decentrist ve sendikalist yönelimli olarak ifade ettiği bu üç plancının tasarımlarının sonuçlarına dayalı olarak Robert Fishman, “Üçü de kentsel tasarıma devrimci bir coşku getirdi” demektedir. Aynı kitapta Avrupa dışında kalan kentleri sınıflandıran Gideon Sjoberg’in feodal yani aristokratik kentlerle ilgili tanımlamalarına yer veriliyor. Sjoberg’e göre Asya ve Afrika’daki örneklere bakıldığında bu kentler belirli nitelikler gösteriyor: Tutucu, yeniliğe direnen, dinci ve gelenekçi değerlere göre örgütlenmiş durağan bir katı sınıf yapısıdır… Max Weber, Şehir (Die Stadt)’de aristokratik şehirlerin yani kral ve soylu çevresinin mülkiyetindeki kentlerden sonraki kentsel yapının, burjuvazinin mesleki işbölümü ve örgütlenmeyle ticari ve hukuki haklar (siyasal ve sosyal) kazanmasının sonucu ortaya çıktığını ifade eder. Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum) kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını sağlamıştı. Günümüz hukuk sisteminin temellerinin atıldığı tarih 1215’tir... Akın Sevinç ise ayrı türler olarak ele alınan sosyal ve mimari ütopya alanlarını mimarlık alanındaki mesleki bilgisini de katarak farklı disiplindeki örnekleriyle bir bütün olarak ele almaya çalışıyordu (Ütopya: Hayali Ahali Projesi, Okuyan Us Yayın, 2004). Annalee Newitz ve Emily Stamm,19.Yy ve 20.Yy’da tasarlanmış belli başlı ideal şehir örneklerini “Gerçekleşememiş 10 Ütopya Şehir” başlığı altında ele almışlardı. Bunlar, vegeteryan aktivist Henry Clubb tarafından 1856’da tasarlanan konutlara en fazla ışığın girmesini sağlayan “Sekizgen Kent”, Fransız Mimar Le Corbusier’in çatılarında bahçelerin olduğu gökdelenlerden oluşan Makine Şehri “Villa Radiuse”, 1902’de toplumsal reformcu Ebenezer Howard’ın tasarısı “Bahçe Şehir”, 1932’de Frank Lloyd Wright’ın tasarladığı kır kentler “Broadacre Şehir”, Albert Speer’in Berlin için tasarlanan dev bina ve geniş bulvarlardan oluşan “Germanya Anıtsal Kenti”, Henry Ford’un 1930’larda Amazon’da denediği “Fordistan”, Buckminster Fuller’in Tokyo için tasarlanan gökyüzünde yüzen şehirleri “Stars”, 1947’de Life Dergisi’nde yayınlanan nükleer geçirmez ulusal arazi kullanım planı “Atomurbia”, Alaska için tasarlanan tamamı kapalı şehir “Seward’ın Başarısı” ve G.Koreli mimarlarca tasarlanan iklimden iletişime her şeyin bilgisayarlarla kontrol edileceği “Akıllı Şehir Songdo”dur (Çeviren Özlem Katısöz, Yeşil Gazete, 8 Ocak 2014). Sonraki yıllarda ütopya yazını üzerine oldukça fazla sayıda yapıt dilimize kazandırıldı. Say Yayıncılık ve Kaynak Yayınları 7’şer kitaplık bir ütopya kitapları dizisi yayınlamıştır. Say Yayınları’nın ütopya dizisi için kaleme aldığı “Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine” başlıklı giriş yazısında Mustafa Hazım Bayka, ütopyalardan genel olarak söz ederken, “Evrensel mutluluk, eşitlik ve özgürlük idealleri, sınıfsal baskılar ve sömürü altında yaşayan toplumların düşlerini süslemiş ve giderek insanlığın bir Altın Çağ dönemi yaşadığı üzerine bir kanının doğmasına yol açmıştır” diyordu. Kaynak Yayınları ayrıca bilhassa Tanzimat sonrası dönemde kaleme alınmış ütopik yazıları biraraya toplayarak Türk Ütopyaları adıyla yayınladı. Kitapta yer alan Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayat-ı Muhayyel’i (Hayal Edilmiş Hayat) ondan önceki ütopyaların birçoğunda görüldüğü gibi uzak diyara, korunaklı bir adaya yerleştirilmişti. Yeşil bir yurt olarak tasavvur edilen adada özgürlük kanaatkârlık ve demokratik kurallar (müşterek yaşam ve kardeşlik) geçerli idi. Yalçın’ın, kitabında aktardıklarıyla sosyalist düşüncelerden, Jambulos’un Güneş Adaları ve J.J.Rousseau’nun ilkel yaşama ilişkin fikirlerinden etkilendiği görülmektedir… Platon, T.More, Campanella, R.Owen, Fourrier, S.Simon, Louis Blanc, Proudhon, Marx ve Engels gibi isimler sosyalizmin yani kollektif mülkiyetin, üretim araçlarının müşterek paylaşımının, toplumculuk ve eşitlikçilik fikrinin savunucusu oldular. Fransa’da Fourrier ve S.Simon’un devrimci görüşlerini öncü ütopyacı sosyalist Robert Owen, 1816'da İngiltere’deki New-Lanark fabrikasında J.Locke’un insan-çevre ve J.J.Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorilerini geliştirerek çalışanlarına uygulamak istedi. Robert Owen’a göre din, burjuva aile yapısı ile özel mülkiyet krizin ana nedeni idi. Farabi 872-950 yılları arasında yaşamış bir Türk-İslâm filozofuydu. El-Medinetü'l-Fazıla (İdeal Devlet Yurttaşlarının Görüşlerinin Ana İlkeleri)’da bir başkanın erdemlerini sayar. Kitap İslâm ve Yunan felsefesini (Platon ve Aristo) uzlaştırmaya çalışmıştır. Kısaltılmış adıyla “Arâ” diye nitelendirilen kitabın 910-912 yılları arasında yazıldığı belirtilmektedir (Çeviri Prof. Dr. Ahmet Arslan, Divan Kitap, 2013, 5.Baskı). François Rabelais, 1532‘den itibaren “Gargantua” karakteriyle tanınan ortaçağ skolastik düşüncesini batıl inançlarını eleştiren önemli bir klasik ütopik yapıt serisi ortaya koydu. Thomas Hobbes 1651’de Ütopyacılar Çağı olarak tanımlanan bir dönemde ona benzeyen başka bir yapıt ortaya koymuştur. Hobbes de kilise ve ortaçağ fikrini eleştiriyor, İngiltere’de cumhuriyete geçilmesinden hemen sonra kaleme aldığı Leviathan adlı yapıtta bir kralda cisimleşen kılıçlı ve meşaleli bir gücü (Commonwealth) ulus-devleti, kutsal kent-devletin yerine koyuyordu. Geleceğe ilişkin ütopyalardan biri de Edward Bellamy’nin Geçmişe Bakış adlı ütopyasıdır. Roman kahramanı Julian West 1887’de hipnozla uykuya dalar 13 yıl sonra 2000’de Boston kentinde uyanır. Ordusu bulunmayan, eşit ve ortak bir düzen içinde bulur kendisini. Çalışma saatleri kısa olan bu zamanda artık para yerine kartlar kullanılmaktadır. Bu kartlarla ortak alışveriş edilen merkezlerden alınan her şey evlere pnömatik tüneller vasıtasıyla ulaştırılmaktadır. Bellamy, 1888’de kaleme aldığı romanda aristokrasiyi ve sınıfları eleştirmektedir. Makineleşme ve kentleşmeyle çalışmak da mutluluk olmaktan çıkmış, her şey denetim altına alınmıştı. William Morris’in Gelecekten Anılar romanında (1890) ise bu defa William Guest isimli bir kahraman kendini 2012’de bulur. Devrim olmuş Londra değişmiştir. Taşraya dönüşmüş kentte Dick adında devrime ilgi duyan yaşlı bir tarihçiyle gezerler. Karl Marx ve John Ruskin'in eserlerinden bolca etkilenen bu eşitlikçi toplum ütopyasında, ulusa paraya yer yoktur. Herkes dilediği bir işte çalışır, üretilen her şeyi eşit biçimde paylaşır; özel mülkiyet yoktur, herkes için yeteri kadar yiyecek ve giyecek vardır; kişisel özgürlük ile huzur bu ütopyanın temelini oluşturur. Morris, devletin yok olup gittiği ve her topluluğun kendi işlerini özgürce yürüttüğü bir ülke tasvir etmektedir. Clive Wilmer, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan baskıda yer verilen “Bibliyografik Not” başlıklı yazısında William Morris’in bu kitabı üzerine “Gelecekten Anılar öncelikle bir memnuniyetsizliğin ifadesidir. Hikâye daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu vurgular.” der. (Ayrıntı Yayınları, S.256) Ayrıntı Yayınları’nın 2002’de Gelecekten Anılar olarak yayınladığı kitap Say Yayınları tarafından da 2011’de orijinal isminin çevirisiyle Hiçbir Yerden Haberler (News From Nowhere) olarak yayınlanmıştır. Egemenliğin üç temel unsuru coercion denen emretme gücü (hukuksal), zor kullanma gücü (polis ve asker) ve parasal güçtü (maliye, vergi, kamusal harcamalar). Ursula K.Le Guin romanlarında hiçbir otorite ve hiyerarşiye yer verilmeyen bir toplumsal düzen (anarşist ütopya) işler. Başyapıtı sayılan Mülksüzler için, "Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. Odoculuk anarşizmdir. Eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin'in, Goldmann ve Goodman'ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlakî ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır." demiştir. Le Guin, amacını “Anarşizmi daha önce yapılmamış bir şekilde romanda somutlaştırmak” olduğunu ifade ederek Mülksüzler’i yazarken etkilendiği Amerika’da anarşizmin öncüsü saydığı yazar Paul Goodman’a ithaf ediyordu… “Sanayi Sonrası Ütopyalar” (1987) adı altında ele alınan kuramcılar da yeni bir toplumsal düzen için pratik uygulanabilir (protopya) önermiyorlar. Çoğu gelecek için hala umutlu ama ciddi bir ütopyaları yok. Bahro, Gorz, Jones ve Toffler, bu dört sanayi sonrası ütopist kuramcı en azından anti kapitalist yeni toplumsal ilişkileri üstü kapalı biçimde savunuyorlar (Sanayi Sonrası Ütopyalar, Boris Frankel, 1991, Ayrıntı Yayınları). Ernest Callanbach’ın 1975’te yazdığı Ekotopya adlı roman tüm sistemleri ekoloji üzerine kurulmuş bir toplumun 1999’daki yaşamlarının anlatıldığı ilk çevreci ütopya örneği oldu. Mazdek (6. Yüzyıl ortaları) reformları da birçok yönüyle bir sosyal devrim olarak nitelendirilebilir ve erken komünizm örnekleri arasında verilebilir. Babek Hürremi İsyanıyla (816-838) gelişen hareket aynı zamanda sembolik olarak kızıl elbiseler giymelerinden ötürü "Kızıllar - Kızıl giyinenler" adını taşımaktadır. Onedio Kolonisi 1848-1880 de komünist ilkelere dayalı dinsel ve sosyal bir topluluk (New York) olarak yaşamlarını sürdürdüler. Ann Lee’nin 1736’da İngiltere’de kurup New York’a taşıdığı “Shaker” adlı mezhep de komünal bir yaşam tarzıyla bilinmekte idi. Thomas Münzer’in hazırladığı 12 maddelik bildiri de (1525) ütopya tarihi açısından önemli bir köylü komün hareketi olarak dikkat çekmektedir. Dinsel kaynaklı görünse de devrimci bir hareket olarak gelişmiştir. Tanrı ve İncil buyruklarının hasebiyle eşitlikçi, özgür ve adaletli bir toplumsal düzenin kurulmasını öngörmüştü... Göksel ütopyalar bilim kurgu türünde romanlar olarak tanımlanıyor. Bunlar arasında Savinien Cyrano de Bergerac’ın Öteki Dünya (1657), Aleksandr Bogdanov'un Kızıl Yıldız (1908), Robert Heinlein’in Yaban Diyarlardaki Yabancı (1961), John Scalzi’nin Yaşlı Adamın Savaşı (2005) dilimize çevrilen yapıtlar arasında sayılabilir. Le Corbusier bazı yerleşim projelerine “İçinde yaşanacak makineler” adını vermişti. Etkili bir devletle endüstriyel bir girişimi benzeş saymıştı. Samuel Butler’in 1872’de yazdığı distopya roman Erewhon, makinelerin insan üzerinde egemen konuma geçeceğinden söz eden ilk kitap olma özelliği taşımaktadır. Butler, İngiliz Viktorya dönemini suç, ceza ve din yönünden eleştirir. Bizde ilk çocuk bilim kurgu romanı sayılan Selma Mine’nin “Uzay Yolu” 1973 yılında basılmıştır. Yakın gelecekteki ütopyaların birçoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu. H. Wells’in Zaman Makinası, Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya, George Orwell’in 1984, Edward Morgan Forster’in bilim-kurgu öyküsü The Machine Stops bunlar arasında sayılabilir. Dünya’nın geleceği ile ilgili distopyalar arasında Lois Lowry’nin Seçilmiş Kişi (1993), Philip Reeve’in Yürüyen Kentler (2001) serisi Cormac McCarthy'nin Yol (2006) adlı kitapları da sayılabilir. TAMER UYSAL

  • Ben Bir Ağaç Olsaydım

    Ben bir ağaç olsaydım Bilge bir zeytin ağacı olmak isterdim Siyah yeşil tanelerle insanları doyururdum Sıksalar da canımı Acımı sızdırmazdım Çocuklara masal anlatırdım Rüzgâr gibi uğuldarken Dört bir yandan silah sesleri Barışı taşısınlar diye dört bir yana Hiç çekinmeden Güvercinlere dallarımı bağışlardım Bir ceviz ağacı olurdum Görkemli dalları ile Gökyüzüne uzanıp Bulutlarla sohbet ederdim. Çocuklara salıncak kurardım dallarımda Şen kahkahalarını dinlerdim Söğüt ağacı olurdum Dere boylarında Kuşlar yuvalanırdı dallarımda Aşıklar saklanırdı kuytuluklarda Deli gibi çağıldayan dereye Rüzgâr ile dans eden yapraklarımın ezgisi katılırdı Boş ver herkes yine yalancı bahara aldanmış desin Duymazdım söylediklerini Kara kışa kafa tutan Spartaküs Badem Olurdum Tebessüm ettirip doğaya Bembeyaz çiçeklerimle Sevgiyi nakış nakış işleyip Savaş açardım kötülüklere Leylak olurdum Baharın kokusu yayılırdı geceye Türküler çağırırdı kuşlar dallarımda Aşıklar koparıp çiçeklerimi Kur yapardı sevdiklerine Mimoza olurdum Sarı, sapsarı çiçeklerle Kadınların saçlarında Direnişe geçerdim bir bahar akşamında Bir gül ağacı olurdum dikenleri olmayan Bülbülle sohbet ederdik sabaha kadar Acıyan yaralarını yapraklarıma sarıp Şakımasında uyurdum Baharı düşlerinden öpüp Kışı kandıran erik ağacı olurdum Kelebekler kuşlar arılarla sohbet eder Mahmur gözlerimden öperdi güneş Belki de Ay ışığı öpünce gözlerinden Geceyi delen kokusuyla Bir uçtan bir uca raks eden

  • Uğur Mumcu'nun Katli

    24 Ocak 1993 Pazar Uğur Mumcu otomobiline yerleştirilen bir patlayıcı ile parçalanmış!... haberi, Mihneti’yi ziyaretimde Numune Hastanesinde duydum. Cumhuriyet Gazetesine gidip ilgililere başsağlığı diledim. Akşam da Şenal’la evine gittik. Televizyon akşam 20 haber bülteninde 45 dakikayı bu habere ayırdı. Bu kadar önem vereceklerini sanmazdım. Akşam geç vakit, dergi olarak Mumcu için bir şey yapmamız gerektiğini düşündüm. Öğretmen kuruluşlarının ortak bildirisi, öğretmenlerin kitlesel tepkisi gibi. Yarın yazı kurulunu toplayıp görüş alacağım. 25 Ocak 1993 Pazartesi Sabah yazı kurulu üyelerini arattım. Saat 12’de kurulumuz toplandı. Cumhuriyet’e bir tel çekmeyi kararlaştırdık. İkinci olarak öğretmen kuruluşlarını dergide toplamalı ve ortak tepkilerimizi örgütlemeliydik. Sendika, dernek, vakıf, dergi olarak 14 kuruluşu çağırdık. Bunlardan Eğit-Der, DES, TED, Tim-Der, Emekli Öğretmenler Derneği, Öğretim Üyeleri Derneğinden –ki hepsi bizimle 7 kuruluş oldu- dergide toplandık. Benim hazırladığım metnin basına, hükümete çekilmesine karar verildi. TED ve Emekli Öğretmenler Derneği imza koyamadı. Buna karşılık Eğitim-İş ve Çağdaş Eğitim Dergisinin imzalarını da aldık. Telefonla Eğitim-Sen’den bir türlü cevap alamadık. UĞUR MUMCU’YU UĞURLADIK 27 Ocak 1993 Salı: Sabah İstanbul’dan annem, ağabeyim ve yengem geldiler. Ağabeyimi de alarak cenazeye gittim. Cumhuriyet gazetesi Bürosunun arkasında bulunan öğretmen Dünyası’na geçmek için uzun zaman uğraştık. Ancak kortej hareket edince geçebildik. Çantamı dergiye bıraktım. Bir süre Kızılay göbeğinde içine gireceğimiz bir topluluk bekledik. Biraz kortejin arkasından, biraz kaldırımdan yürüdük. Uzun süre Maltepe Camii’ne ulaşmadan yerimize çakılıp kaldık. Sonra yürüyüşe geçildi. Camiden aşağı, Strazburg Caddesi’nden Celal Bayar Bulvarı’na. Dikimevi yoluyla Asri Mezarlığa kadar.Ağabeyim çoktan ayrılmıştı. Kortejde yürümek yerine kortejin bütününü görmek için öne doğru hızlı yürüdüm. Fakat yetişemedim. Yağmur, çamur… Yüz binlerce insan. Öğrenci, öğretmen, memur, işçi, gazeteci, avukat, öğretim üyesi, mühendis, sendikacı, yayıncı, emekli, asker, serbest çalışan… Yurdun değişik yerlerinden gelmiş kadın erkek yüz binlerce kişi. Ben bu büyüklükte toplantı, yürüyüş görmedim. Yoruldum. Şemsiyeme rağmen oldukça ıslandım. Sekiz Öğretmen kuruluşunun ortak açıklamasını dün basına çekmiştik. Cumhuriyet’te yok!... Gazeteler, televizyonlar Uğur Mumcu olayına gerekli önemi verdiler. Bunu Kemalizm’e, laikliğe, aydınlığa, özgür düşünceye yöneltilmiş bir saldırı olarak yorumladılar. 1 Şubat 1993 Pazartesi: Dokuz Öğretmen Kuruluşu, Türk-İş Konferans Salonunda “Uğur Mumcu Cinayeti ve Laik Eğitim” konulu bir toplantı yaptık. Dergi adına ben konuştum. Salon doldu. Öğretmen Dünyasının Şubat 1993 tarihli 158. sayısında Uğur Mumcu’nun katli ile ilgili gelişmeler anlatılırken çerçeve içinde şu metin de yer alıyor: ÖĞRETMEN KURULUŞLARINDAN Biz aşağıda adları bulunan öğretmen kuruluşlarının temsilcileri, kamuoyuna duyuruyoruz ki: Gazeteci yazar Uğur Mumcu’ya düzenlenen suikast, laikliği, insan haklarını, düşünce özgürlüğünü hedef almaktadır. Ülkemizi aydınlık bir geleceğe hazırlamakla görevli bir mesleğin temsilcileri olarak bu karanlık saldırıyı, bizim hedeflerimize karşı girişilmiş bir eylem olarak görüyoruz ve şiddetle lanetliyoruz. Bu tip saldırıların bizi laik kuşaklar yetiştirmek ve toplumu aydınlatmak görevinden alıkoyamayacağını, aksine kararlılığımızı artırdığını ilan ediyoruz. Ankara Emekli Öğretmenler Derneği, Des, Eğit-Der, Eğitim-İş, Eğit-Sen, Öğretim Üyeleri Derneği, Öğretmen Dünyası,Tim-DerS Bu yazı ADA Derginin basılı KIŞ 2019 sayısında yayınlanmıştır.

  • İKİ SEVGİLİ İKİ RAKİP

    Gazetelerin birinci sayfasında sekiz sütuna manşetten verilen bir haberde, “Türk Dilinin emekçisi İbrahim Bahçıvan Sürmene el dövmesi bir numaralı kasap bıçağı ile boğazı kesilerek katledildiğini yazmaktadır. Gazetenin ilk sayfasında İbrahim Hoca’nın cesedinin fotoğrafı kumlanarak basılmış, fotoğrafın yanında italik harflerle dizilmiş Hoca’nın hayatı, Türk diline yaptığı hizmetlerle birlikte, akademik başarısı anlatılmakta. Bu kadar kısa zamanda Hoca ile ilgili bu kadar tafsilatlı bilgiye ulaşmaları bir gazetecilik başarısı mıdır, ya da başka bir şey midir, sorunun yanıtlarını bulmak Polis Şefi Pirhasan’ın işidir! Haberde Türk kültürünün, Türk dilinin yüz akı İbrahim Hoca'nın dil çalışmaları onun yaşam biçimi olduğundan söz edilmekle birlikte makalelerinin, araştırmalarının mihenk taşını dilde yenileşme, arılaşma olduğundan bahsedilmektir. Ülkede açlık, yoksulluk, unutulmuş, herkes katledilen bu bilim adamının öldürülüşü ile ilgili konuşur ilgili, ilgisiz! Medya yeni bir konu bulmuş, üstünde günlerce tepinip duracaktır. Siyasal iktidar bütçe açığını kapatmak için iğneden ipliğe, alkol ve tütün mamullerine, akaryakıt ürünlerine, her şeye büyük zamlar yapmıştır, ilgili ilgisiz herkes İbrahim Hoca’nın öldürülmesini tartışırken, ortaya atılan iddialarda İbrahim Hoca’yı eski sevgilisi Ümran Bayram mı öldürttü, ya da siyasi bir cinayete kurban mı gitti diye fikir beyan ederken, kimileri de cinayeti öğrenci – hoca çekişmesine, not konusuna indirgermiş, kimileri de alacak verecek meselesi deyip cinayetin çözümsüzlüğü için bütün yolları toplumun önüne sermekte çok mahir davranarak, Polis Şefi Pirhasan’ın dikkatini başka başka noktalara çekmek için televizyon kanallarında günün en çok izlenen saatlerinde bu konu konuşur günlerce… Her şey, her şey kirlendi, her şeyden umudunu kesen duyarlı insanlara yaşama sevgisini çoğaltan güzel insanlar bir yıldız gibi, fırtına bulutlarını yırtarcasına çıkıverir ortaya. Polis Şefi Pirhasan, iki bilim insanı arasındaki tartışmayı, fikir ayrılıklarının, dünde kalan aşklarını da derinlemesine incelemek gerektiğini düşünerek kılı kırk yararcasına yoğun bir çalışmanın içine girmiştir... En has dövme bıçakların, Sürmene’de yapıldığını söylemişlerdi arkadaşları Mustafa’ya! Özel bir bıçak yaptırmalıydı, en has çelikten, gemi çeliğinden olmalıydı. Bu için Karadeniz’de doğup büyüyen ünlü otobüs firmasından biletini alır. Yanında kimse olsun istemediğinden yanındaki koltuğu da satın alır Mustafa Bey! Mustafa Bey, sabah saatlerinde Sürmene'de oldu. Şehirde hiçbir yere uğramadan şehrin dışına, yamaca doğru yürüdü. Karadeniz her mevsim bol yağış aldığından, dağlar yeşilin bin bir tonunda ağaçlarla kaplıdır. Denize paralel dağın yamacına yavaş adımlarla yürüdü, gözden uzak bir yerde, bir meşe çalısının dibine oturup yaramaz bir çocuk gibi yerinde yurdunda duramayan Karadeniz’e baktı bir zaman. Sonra derin düşüncelere daldı. Ümran’ın en çok zoruna giden, affedemediği yanı, ruhunun İbrahim’le birlikte olmasıydı, işte o aklına gelince öfkesi kabardı yeniden. Cebinden sigarasını çıkarıp hırsla çaktı kibriti, dumanı çekti içine, hem de büyük küçük dolaşımın hepsini yaptırarak, hem de ne çekiş zerresini zebil ziyan etmedi. “Özel yaptıracağım, Sürmene’nin en has bıçak ustasına yaptırıp kıyık kıyık kıyacağım etini” diye kendi kendine konuşurdu yalnız kaldığında. Ümran’ın bedeni ile aynı yatağı paylaşmış, fakat o ruhen hiç onunla olmamıştı, bir oğulları olmasına rağmen. “Aldattı beni bu Ümran, hem de yıllardan beri. Bu mesele namus meselesi benim için, ben bununla yaşayamam, her gün aynaya baktıkça tükürüyorum yüzüme, bu kadar utanç yeter bana, artık arınmam lazım, bu kadar günah bana yeter, en has ustaya dövdürüp bıçağı, kıyık kıyık keseceğim etini, bıçağımın kanını bir güzel yalayıp bir kaşık da kanını içmiş olacağım bu namussuzun…” Boyuna konuşuyordu kendi kendine, sonra her daim cebinde taşıdığı kanyaktan bir yudum alıp başının altına kolunu koyarak “az uyumalıyım,” diyerek uykuya daldı… Eğitim enstitüsü son sınıfında okurken Ümran’la İbrahim. Yıl 1980’dir, aylardan eylül'dür! Yaz dönemi sınavlarında okulu bitiremeyen iki arkadaş aynı derslerden bütünlemeye kalmıştır. Siyasal iktidarın değişmesiyle siyaset iyice kızışmış, okulların yönetimi değişen siyasal iktidarla birlikte değişmiştir. Toplum kaynayan bir kazan gibi fokur fokur kaynamaktadır. O yıllar Süleyman Demirel’in, “sağcılar bana cinayet işliyor dedirtemezsiniz,” dediği yıllardır. Milliyetçi Cephe hükümetlerinin üçüncüsü işbaşındadır, “Sendenin bendenin,” bir kez daha hakikat olduğu günlerdir. Ölüm haberleri, akşam haberlerinin arkasından verilen hava durumu gibi “sağ sol olayları” olarak sunularak toplumda bir alışkanlık, bir bıkkınlık hakim olmasına sebep olmuştur. Her gün, beş on öğrenci bu ülkenin yarının daha güzel olması için birbirlerini öldürmeye devam etmektedir. İbrahim’le Ümran yaz döneminde mezun olamadıkları için bütünleme sınavı için evlerinden çıkmış, minibüs durağına doğru doğru yürürler. Sokaklar diğer günlerin aksine boştur. Bu saatlerde işe gidenler, bütünleme sınavlarına giden öğrenciler, sabah namazı sonrasında cami avlusu sohbetinden evine dönen yaşlılar olurdu. Nedense o gün sokaklar tenhadır, bu durum olağan bir şey değildir, fakat ne Ümran’ın ne İbrahim’in darbe olmuş olabilir diye bir sonuç çıkarmaları imkansızdır. Ülkede on yıl ara ile yapılan darbeler takvimi hızlanmamıştır daha. Nitekim onların doğum tarihleri 55- 60 arasındadır. İbrahim, Hürriyet Mesken minibüs durağına doğru, bu şaşkınlıkla yürürken, yaman bir korku, nerden geldi bilinmez bütün bedenini esir alır. “Allah Allah,” der bu hiç hayra alamet değil, acaba nedir diye konuşa konuşa son durağa gelir. Durakta her gün metrelerce kuyruk olurken, kimseciklerin olmaması olacak şey değildir. Hava eylül aylarının hava durumu ortalamasının tıpkısının aynısıdır. Sabah serinliği Uludağ’ın zirvesinde bir iki noktada kalan kar öbeklerinin serinliği şehrin üstündedir. Belediyenin yeşillik olsun diye kesip yok ettiği ulu çamların, ulu çınarların yerine diktiği akasyaların sararan yaprakları, adları, halkın bilmediği meyvesiz süs ağaçlarının sararmış yaprakları Uludağ’ın yamacından kopup gelen sabah yeliyle dallarından ayrılarak, rüzgârın önünde oradan oraya dans ederek savrulup gitmektedir. “Hop hop hemşerim, nereye?” “Hiç, okula, imtihanım var!” Sınava diyecekti, fakat o yıllar, imtihan- sınav, cevap – yanıt, imkân – olanak, tayyare – uçak… tartışmaları bölünmenin fitilini ateşleyen konulardır. “İmkân, cevap, imtihan… diyenler milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı. “Yanıt, olanak, sınav… diyenler solcu, devrimci, ilerici. Siyasal arena işte bu kadar hassastır. Her şeyin birbirine karıştığı günlerdi o günler. Özden, Öz Türkçeden yana olması gereken sol cenah değil, milliyetçi, muhafazakarlardı ne var ki, her şeyin tersine olduğu gibi bu da tersineydi işte... “Git evine, ne imtihanı, canımı sıkma benim!” “Ama benim imtihanım var, gitmem lazım!” “Git evine çabuk, ihtilal oldu!” “…” Gazeteler darbe olacak, darbenin eli kulağında gibi çağrışımlara yer verirken, darbe de ne deyip kafa yormamıştı İbrahim ve arkadaşları. “Çabuk git evine, sokağa çıkmak yasak; yoksa seni alıp merkeze götürürüm çabuk toz ol!” İbrahim gerisin geri dönüp sınav mınav düşünmeden koşarcasına evin yolunu tutar, eve vardığında, arkadaşları daha yatmaktadır, hem de ne yatış, mülteci kampı sakinleri gibi sıra sıra, sere serpe! “Kalkın, çabuk çabuk, darbe olmuş, sokağa çıkmak yasakmış, sokaklarda kimsecikler yok!” … Bursa Eğitim Enstitüsü kapatılmış, öğrencilerin bazıları İstanbul Fikirtepe’ye, bazıları da Anakara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne almışlardı nakillerini. İki sevgilinin ayrılık günleri başlamıştır: İbrahim Ankara’ya, Ümran da İstanbul’a. Ankara’ya giden İbrahim, Ankara Üniversitesi’yle aynı paraleldedir dil konusunda. Türk Dili Kurumu’nun Türk dilinde yenileşme, arılaşma, eski metinlerde olan, fakat kullanımda olmayan Türkçe sözcüklerin kullanımı konusuna iyice kaptırırken kendini, İstanbul’a giden Ümran, İstanbul Üniversitesi ve özellikle M. Ergin’in başını çektiği, dilde eskiye bağlı kalma, mezar taşlarında yazılanları okumanın, anlamanın önemiyle o cenahta bu Toplumda kabul görmenin en hassas noktasında yer bulmuştur kendine Ümran... Ankara Gazi Eğitim’e giden öğrenci grubunun aksine, Fikirtepe’ye giden öğrenci grubu sınavlarına girip çıkarken hiçbir sıkıntı ile karşılaşmaz. On iki Eylül Darbesi’nden sonra bıçak gibi kesilen terör, siyaseti de etkilemiş, kimse siyasi konuşmalar yapmaz olmuştur. Bu gençlerin sermayesi siyaset ve siyasi mücadele iken, şimdi hepsi sudan çıkmış ördeğe dönmüş, ne konuşacaklarını şaşırmışlardır. Oysa onlar, kapalı ortamlarda bir ellerinde kalem, ağızlarında sigara, duman altı olmuş bir vaziyette ellerindeki kalemlerle bir kâğıda birtakım şekiller çizerek çok ciddi devrim planları yapmışlardır. Ümran sosyolojik olarak İstanbul Üniversitesi’nin dil anlayışına, yani yenileşmeye karşı olan tarafta gönül rahatlığı ile almıştır yerini. O arkadaşlarından saklı otuz ramazanı tutar, kimseye de ben orucum demezdi. O artık İstanbul’da arzuladığı ortama kavuşmuş, İbrahim’in fikri baskısı gerilerde kalmıştır. Zaten o, İbrahim aşkı ile onun grubuna dahil olmuştur. Şimdi özgürdür artık, fırsat buldukça İstanbul Üniversitesi’nde soluğu almakta, düşünce dünyasını genişletecek profesörlerle tanışır, fikir alış verişinde bulunur, fikri yapısını güçlendirecek tartışmaları izlerken İbrahim’i nasıl mat edeceğinin heyecanı ile ciddi ciddi emek harcarken; İbrahim’de Ankara’da fırsat buldukça Türk Dili Kurumu’na gitmekte, Türk dilinin kılavuz kaptanlarının fikirlerinden yararlanmakta, onlarla fikir teatisinde bulunmakta, Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı Cahit Külebi ile tanışmanın bahtiyarlığını yaşamaktadır. … Bursa Eğitim Enstitüsü yıllarında iki sevgili iken iki rakip olmuştur İbrahim’le Ümran. Her ikisi de kendilerini bilgi, beceri bakımından yetiştirmiş, üniversitelerde ders verebilecek düzeye ulaşmışlardır. Aylar, yıllar böyle akıp giderken bu iki sevgilinin uzaktan uzağa gizli, intikam kokan aşkları nefrete döner. Uzaktan uzağa büyüyen aşkları giderek birbirlerine acı verme, intikam alma duygularını da büyütür gün geçtikçe. İkisi de birbirine deli gibi aşıktır aslında, deli gibi aşık iken birbirlerini bir kaşık suda boğacak vaziyete gelmiştir… “Şimdi o kendine yeni bir sevgili edinmişse ya beni aldatıyorsa ya o şimdi parklarda, pastanelerde yeni sevgiliyle fingirdeşiyorsa…” Nefretleri büyüdükçe büyümüş, ikisi de aldatıldıklarına iyice inandırmıştır kendini. İçlerindeki öfke kanlı bir katil olup çıkmıştır. İkisi de birbirlerini içlerinde öldürürken, her gece hemen aynı rüyaları görür: Ellerinde kanlı bir bıçak, bıçağın kanını yalayıp uzaklaşamaya çalışırken, karşıdan gelen yoğun ışıklı bir polis aracının gözlerini almasıyla zınk diye çakılıp kalır oldukları yere ve ben katil değilim,” diyerek bağırarak uyanmaktadırlar. Hemen her gece benzer rüyalar gören bu iki sevgili ayda bir yazdıkları mektuplara da ara verince aşkları kimsesiz bir çocuğun ortada kalması gibi ortada kalıvermiştir… İki arkadaş okullarını bitirip mezun olmuş, atama beklemeye başlamıştır. Fakat On iki Eylül’ün güvenlik soruşturmaları aylarca, aylarca sürmüş, hele şükür ikisi de soruşturmalardan aklanarak çıkmış, sonunda atamaları yapılmış, öğretmenliğe başlamıştır. Aklanarak sözcüğünün tam anlamıyla, aklanarak. Mesela İbrahim’in soruşturmasında Muhtar Çavuş emmi, “o iyi insandır, memleketini sever, yardımsever biridir,” demeseydi… Aynı sınıfı paylaştıkları Nevin Seliçi arkadaşları bir kötünün yalan yanlış beyanı ile öğretmen olamamıştır. Aslında Nevin Seliçi, apolitiktir, onun atamasının yapılmaması, soruşturmaların ne kadar güvenilir(!) olduğunun en can alıcı örneğidir. Öğretmenlikten, ülkeden umudunu kesen Nevin Seliçi, soluğu Almanya’da almış, orada çocuk bakıcısı olarak hayatını sürdürmüş, yuva kurmuş, içi kan ağlaya ağlaya Alman vatandaşlığına geçmiştir… … İbrahim Ankara Üniversitesine asistan olarak çalışmaya başlarken, Ümran da ondan haberdarmışçasına, o da İstanbul Üniversitesinde asistan olarak çalışmaya başlamıştır. İki sevgili, şimdi iki rakiptir. Bu arada Ümran işin boyutunu biraz daha ileri götürerek İbrahim’i çıldırtmak için, sevmediği sosyal bilgiler öğretmeni Mustafa ile hayatını birleştirmiş ve aşklarına ilk ihanet eden olmuştur. Bu ihanet sadece Mustafa ile evlenmekle kalsa iyi, artık o eğlence merkezleri ile tanışırken, gazetelere aktüel sayfalar hazırlayan gazetecilerle de tanışmış, o gazetelerde fotoğrafları bile yayınlanmaya başlamıştır. Artık kimse Ümran’ı tutamaz, bundan sonra merdivenin basamakları sıra ile değil, üçer beşer atlanarak çıkılacaktır. Siyasi iktidar, Ümran Hanım’ın yazığı “Mezar Taşları” eserine istinaden ona devlet sanatçısı payesi verince Ümran adının önüne aldığı “devlet sanatçısı,” sıfatı ile büyüdükçe büyümüştür. O, İbrahim’den intikam aldığına sevinirken, yeni yeni intikamlar düşler, aynen kandan beslenen vampirler gibi o da aldığı, alacağı intikamlarından beslenmektedir adeta. Ümran, Mustafa’da mutluluğu bulamaz, bulamayacağını bildiği halde bir öfke ile, bir öç duygusu ile kendini ateşe atmak deyimi hakikat olsun diye atıvermiştir. O İbrahim’i sevip dururken ona acı çektirmek için, laf olsun diye Mustafa ile hayatını birleştirmiştir. Ümran Mustafa’yı bir payanda gibi kullanmış, istediğine de ulaşmıştır. Onun İstanbul’un boyalı basını ile ilişkileri iyidir. Bir de Mustafa ile Boğaz’ın o gidemediği mekanlarında yiyip içecek, boyalı basını dilediği gibi kullanırken, dilde yenileşme, öz Türkçecilerin beyhude bir çalışma içinde olduklarını anlatacak, onların nesiller arası uçurumlar yaratacağını, insanların mezar taşlarında yazılanları okuyamayacağını, kimsenin atasını, dedesini tanıyamayacağını, İbrahim Bahçıvan’ın bir alamete binerek kıyamete doğru doğru gittiğini boyalı basının kendine ayırdığı sayfalarda anlatır hemen her gün! İbrahim’se silahları elinden alınmış bir asker gibi, nasıl edip de Ümran’ın düşüncelerine cevap vereceğini sabah akşam düşünür durur. Durur durmasına da doğru dürüst bir çıkış yolu bulamaz. Gazetelerin Ankara temsilcileri görüşür, cevap hakkını kullanmak istediğini söyler defalarca, o sayın temsilciler de ona hak verirler, fakat ellerinden bir şey gelmez. Nihayetinde gazetelerin Ankara temsilcilerine, şöyle bir metin yazarak verir. O metinde özetle der ki İbrahim: “Siz Yunus Emre’yi bilir misiniz, siz Bektaş Veli’yi bilir misiniz, siz Dedem Korkut’u bilir misiniz, biz onların kullandığı dili araştırıyoruz, Anadolu coğrafyasında halkın kullandığı sözcükleri gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz! Siz nasıl milliyetçisiniz, siz nasıl muhafazakârsınız, siz nasıl Türkçüsünüz? Sizin yaptığınız düpedüz Arapçılık, siz Kuran dili Arapça diye Arap emperyalizmine hizmet ediyorsunuz! Sizin ne tutunacak ne bir dalınız ne kökünüz var, sizin yaptığınız uşaklık yapmaktır..." v.b. çok ağır ifadeler içeren cevabı yazısını teslim eder. İbrahim Türk Dil Kurumu başkanının desteğinin de arkasına alan İbrahim Bahçıvan, bugüne kadar tek kale maç oynayan Ümran’a yanıt vereceği bir kanal bulur ki ne kanal. O kanalda, Ümran’ın bütün söylediklerini çürüttüğü gibi, ona söyleyecek tek kelime bırakmaz, dağarcığındaki bütün polemikleri gün yüzüne çıkmadan çürütür... Ümran çaresiz kalmıştır, Ümran yenilmiştir. Bu yenilgi tamam ben yenildim, seni tebrik ederim demek değildir. Ümran’ın akıl hocaları bir araya gelir, uzun uzun tartışarak İbrahim’in kaleminin kırılması gerektiği kararını verirler… “Bak Ümran Hanım, bu yolları aşmak için bizler çok bedel ödedik, makam ve mertebe koltuk sahibi olmak için neler yaptık neler; anlatsak ağzınız açık kalır. Her alanda sizi, bizim düşüncelerimizi, ekolümüzü yenilgiye uğratan İbo’nun… Ne demek istediğimizi anladınız siz. Ya kürsü ya da … Tercih sizin, acele etmeyin, bir hafta on gün mühlet, iyi düşünüp taşının aradan geçecek iki perşembenin cumasında saat beşten sonra burada kararınızı bildireceksiniz, bekliyoruz; şimdilik iyi tatiller!” … Mustafa Bey kaçacağınız bir yer kalmadı, kıskançlık ve ezilmişlikle bir cinayet işlediniz, bir cana kıyarak yetmezliğinizi yenmeye çalıştınız. İbrahim Bahçıvan, eşinizin eski sevgilisi olduğunu hiçbir zaman içinize sindiremediniz, aşağılık kompleksinizle bir cana, bir bilim adamına kıydınız. Polis şefi Pirhasan saat saat, gün gün hatta dakika dakika Mustafa Bey’in bütün konuşmalarının dökümünü telefon müdürlüğünden alarak, çözümünü yapmıştır. Sürmene’ye gitmiş, tunç kabzalı özel olarak yapılan bıçağın üreticisini bulmuştur. Bıçakçılar Çarşısı’nda esnaflarla görüşmüş, bıçağın Vahit Usta işi olduğunu öğrenmiştir. O da emin olmak için en az on dövme bıçak atölyesine girip çıkmış, hepsi de istisnasız Vahit Usta yapımı demiştir. Vahit Usta Atölyesine giden Polis Şefi: “Ben Polis Şefi Pirhasan, ben de Trabzonlu ’yum, Beşikdüzü’ndenim, bir cinayeti aydınlatmak için yardımınıza ihtiyacım var, doğru, dosdoğru bilgiler vereceğinize inanıyorum; zaten aksi bir şey düşünmüyorum da yine baştan söylemek istiyorum. Trabzon halkı ülkesini sever, ülkesi için seve seve canını verir, bundan en küçük bir tereddüdüm yok. Şimdi söyleyin bakalım Vahit Usta, bu bıçağı siz mi yaptınız?” “Evet, bu bıçağı ben yaptım, özel olarak istedi bir gözlüklü vatandaş, biz de özene bezene, gemi çeliğinden döverek yaptık; fakat ne için kullanacağını, biz nereden biliriz efendim, bizim bir taksiratımız varsa, kanun önünde boynumuz kıldan ince, vurun kelepçeyi, aha da kollarımı uzatıyorum!” “Yok yok usta, o kadar da değil, siz bildikleriniz yalan söylemeden bir bir anlatacaksınız, sizden başka bir şey istemiyorum; anlaştık mı?” “Elimden gelen her yardımı yapacağımdan emin olabilirsiniz amirim!” “Teşekkür ederim!” “Yaptığım bıçakların cana kıyması çok üzüyor beni, buna sebep mesleği bırakasım geliyor!” Vahit Usta Polis Şefi Pirhasan’ın sorduğu soruları bütün açıklığı ile hiçbir şey saklamadan anlatır. Çok üzülmüştür, özel olarak yaptığı tunç kabzalı gemi çeliğinden dövdüğü bıçakla bir bilim adamı katledilmiştir. Bu acıyla günlerce doğru dürüst çalışamamış, geceler boyu uyku uyuyamamış... … “İbrahim Bahçıvan’ı tasarlayarak öldürdüğünüze inandığım için seni göz altına alıyorum Mustafa Bey! Mahkemede savunmanızı yaparsınız, uzatın kollarınızı sizi kelepçeleyerek emniyete götürmek zorundayım. Susma hakkınızı kullanabilirsiniz. Avukatınız varsa ona haber veririz!” … Karar, Büyük Türk Milleti adına, “Mustafa Bey, bilerek, isteyerek, planlayarak vahşice, bir insanın, bir bilim adamının boğazını keserek katletmiştir. Türk ceza yasasının 81-82 maddelerine göre hiçbir indirim uygulanmadan ömür boyu müebbet cezası ile cezalandırılmasına oybirliği ile karar verilmiş olup temyiz yolu açıktır!”

  • MEMLEKET SARMALI

    memleketimde hüzünlü olur tekil akşamlar gece dinmez bir ağıt ağustos ortası kar yağar bağrıma aniden şubat ortası alevler sarar baştan aşağıya donup kaldığında gözlerim rüzgar usulca gelir sarmalar tepeden tırnağa hasret hasret mevsimsiz hiç yalnız bırakmaz gidenler şafağa dek sızı olur her yanımda sabah karanlık sinmiş olur güne inmez duvarlardan yarımın suretleri ah ne de zordur elimizden kayıp gidenlerimizi tutamamak dili tutulmuşçasına gözlemek geceden geceye dayanmak sorumluluğum yener beni kendinde akıl eğilir yavaşça sarılır sızıdan vurulmuş yerime yürüyüş devam eder usuldan hüznü bahçelere saçarak barikatlarda gecen ömrün gülümseyişi yükselir sonra acıdan süzülerek ağır bir şiir olur kımıldamayan güne kucak açar bağıran suskunluklara pusula akıp giden yıllara mayıs olur olması da gerekir zaten başka türlü olmaz ki, olmaz

  • AÇLIK TEHLİKESİ

    İsmail Hakkı ÖZSARI * Çevreci örgütler, duyarlı bilim insanları uyarıyor: “Toprak ve su kaynaklarını hor kullanmayın. Tarım arazilerini amacına uygun olarak kullanın. Çünkü kıt ve hızla tükeniyor.” Hava ve çevre aşırı şekilde kirleniyor. İstanbul´un son on yılda hava kirliliği yüzde elli artmış. İnsanoğlunun yapısından olan bencillik, fırsatını bulduğunda ortaya çıkıveriyor. O hale geldik ki nerede bir yeşil alan görsek kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyoruz. Zenginlik uğruna gelecek ipotek altına alınıyor. Kendi yemeğini pişirmek için komşusunun evini çekinmeden yakabilen insan tiplerine tanık olmaya başladık. “Bugün kurtarılsın da gerisi önemli değil” anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Dünyanın birçok yerinde özellikle Afrika kıtasında insanlar açlıktan ölüyor. Örneğin 9 milyon nüfuslu Somali´de her yıl 30 bin çocuk açlıktan ölüyor. Bunun ne anlama geldiğini daha iyi kavramak için 15 milyon nüfuslu İstanbul´da her yıl 50 bin çocuğun açlıktan öldüğünü hayal edin! Eeeey kaynakları hoyratça kullananlar, bölüşüm adaletsizliği yaratanlar; bu tablo karşısında ne yapıyorsunuz? Karnı toklar, açlıktan ölen insanları gördükçe, bunları duydukça rahat uyuyabiliyor musunuz? Bazı verilere göre ortalama olarak dünya üzerinde her 6 dakikada bir çocuk açlıktan ölüyor. Yeryüzünde yaşayan 7 milyar insandan 1 milyarı açlık tehdidi altında. Yine bilim insanları gelecekte su savaşlarını kaçınılmaz görüyor. Gelecekte ne kadar zengin olursanız olun, bir bardak suyu bile alacak gücünüz olamayacağı öngörüsünde bulunuyorlar. Su konusu gelmişken burada bir parantez açayım: Hani açıkça dillendirilmese de her iki taraf için de şoven bir kibirle alttan alta dillendirilen, bırakın Türklerle Kürtler ayrılsın diyenlere soruyorum: Su savaşlarının yakın bir gelecekte olduğu dünyamızda “Dicle” ve “Fırat”ın öneminin farkında mısınız? Gelin ayrılmaktan vazgeçelim. Bu kaynakları hakça paylaşarak kullanalım. Yoksa her iki taraf da havasını alır. Bu kötü gidişe dur demek elbette mümkün. Dünyadaki açlığı gidermenin çözümü savurganlığı önlemekten geçiyor. Her yıl milyarlarca ton gıda çöpe gidiyor. Lokantaları, açık büfe otelleri … vs. bir düşünsenize! Gereksiz harcamaların önüne geçilirse, dünya genelinde herkes tasarruf ederse, sadece çöpe giden gıdalar önlenebilirse insanın açlık sorunu çözümlenir. Sevgili okurlarım, bu konuda herkesin yapabileceği bir şeyler vardır. Düşünün kendiniz bulabileceksiniz. Ne demişler: “Herkes kapısının önünü süpürse şehir tertemiz olur.” Not: Bu yazıyı lütfen paylaşın. Ne kadar çok paylaşırsak, o kadar çok farkındalık sağlarız. * KARA KUTU Tüm canlıların temel içgüdülerinin başında kendi soyunu devam ettirmek gelir. Biz insanoğlu da öyleyizdir. Böyle olmasaydık karşı cinsler birbirlerini yük olarak görmezler miydi? Olgunlaşan bir tohumun doğada yayılması şu yollarla olur; – Rüzgarla – Suyla – Hayvanlarla. Hangi yolla olursa olsun kendimizi bir tohum olarak düşünelim. Şans eseri bir hayvanın işkembesine düştük. Kimimiz sindiriliriz. Kimimiz hayvan dışkısıyla rastgele bir yere atılırız. Şanslıysak sindirilmemişizdir. Atıldığımız yerde yeniden yeşererek meyve verecek hale gelirken şanssız olanlar da istediği yere ulaşamadan gübre olup gideceklerdir. Bir kez dahi geriye bakıp yeşeremeyen yetenekleri düşünerek kendimizin başarılı bir hayatı olduğunu düşünmeliyiz. İşte bu hayatın muhasebesini yapıp yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı, iyiliklerimizi bir çuvala ya da bir kara kutuya doldururuz. Ben buna kara kutu demeyi uygun buldum. Çünkü kara kutu uçaklarda bulunur ve uçak düşerse açılır. İşte bizler de yaşamımız sona erdiğinde kara kutumuz açılacak olursa; başta yakınlarımız olmak üzere tanıyan tanımayan ahkam kesecek. – Çok iyiydi – Yardım severdi – Mutlu yaşadı. Gözleri açık gitmedi. – Çok güzel çocukları oldu. – Para mal biriktiremedi ama dost biriktirdi. – Acıları ve mutlulukları en üst düzeyde yaşadı. Kimileri de kafa kafaya verip fısıltı şeklinde şunları söyleyecek – Rahmetli çok cimriydi. – Bir gün öleceğini düşünmeliydi. – İnsan kalbi kırmaktan çekinmezdi. Bu söylenenlerin bir kısmı doğru, bir kısmı da yanlış olabilir. Çünkü altmış yetmiş yılın çizelgesini rastgele ve aceleyle doldurmuşuz o kutuya. Sevgiler, sevinçler, acılar, dostluklar, düşmanlıklar hepsi bir arada. Yine de kara kutu ancak bir kısmını söyler. Diğer kalanı gitmesi gereken yere sizinle gidebilir. Tıpkı, “Öyle sırlarım var ki, benimle mezara kadar gidecek” söyleminde olduğu gibi. Yine bir kısmını sadece aileniz veya en yakılarınız bilecek. Eh neylersin herkesin kara kutusu zamanı geldiğinde açılacak. Yaşarken kutunuzu güzel şeylerle doldurmak dileği ile…

bottom of page