top of page

Arama Sonucu

"" için 3683 öge bulundu

  • ACIYI BAL EYLEDİK

    Bak şu bebelerin güzelliğine Kaşı destan Gözü destan Elleri kan içinde Kör olasın demiyorum Kör olma da Gör beni Damda birlikte yatmışız Öküzü hoşça tutmuşuz Koyun değil şu dağlarda San kendimizi gütmüşüz Hor baktık mı karıncaya Kırdık mı kanadını serçenin Vurduk mu karacanın yavrusunu Ya nasıl kıyarız insana Sen olmazsan öldürmek ne Çürümek ne zindanlarda Özlem ne ayrılık ne Yokluk ne yoksulluk ne İşşiz güçsüz dolanmak ne gün gün ile barışmalı kardeş kardeş duruşmalı koklaşmalı söyleşmeli korka korka yaşamak ne kahrolasın demiyorum kahrolma da gör beni kanadık toprak olduk çekildik bayrak olduk döküldük yaprak olduk geldik bugüne ekmeği bol eyledik acıyı bal eyledik sıratı yol eyledik geldik bugüne ekilir ekin geliriz ezilir un geliriz bir gider bin geliriz beni vurmak kurtuluş mu kör olasın demiyorum kör olma da gör beni

  • Nasıl Bir Edebiyat

    "Okur-Yazarları Halka Doğru Götüren Bir Edebiyat İsterim. " / Orhan VELİ * “Bu­gün­kü dün­ya­da ço­gun­luk fa­kir halk , de­mek ki ede­bi­yat da on­la­rın ede­bi­ya­tı ola­cak­tır. Kah­ra­ma­nı­nı onun için­den se­çe­cek, ha­ya­tı­nı o ha­ya­tın için­den ala­cak ve ara sı­ra onun me­se­le­sin­den bah­se­de­cek­tir.” Yir­mi beş­li­ğin sa­rı kâ­ğıt­lı pa­ke­tin­den bir si­ga­ra çe­ki­yor ve yak­tık­tan son­ra, de­rin bir ne­fes çe­ke­rek yü­zü­me ba­kı­yor: – Doğ­ru­su genç­ler­den en be­ğen­dik­le­rim Yah­ya Ke­mal’dir. Eser­le­ri mey­dan­da, da­ha genç­ler­den Me­lih Cev­det, Ok­tay Ri­fat, Sa­it Fa­ik, Or­han Ke­mal’i de sa­ya­bi­li­riz. Bir de Mem­duh Şev­ket Esen­dal. Yal­nız ona bi­raz içer­li­yo­rum. Hi­kâ­ye­le­ri­ni ken­di adıy­la neş­ret­me­yi ga­li­ba kü­çük­lük sa­yı­yor. Bu da yük­sek si­ya­si mev­ki­ler el­de et­miş ol­ma­sın­dan ge­li­yor. Ama bun­dan yüz se­ne son­ra, Mem­duh Şev­ket Esen­dal adın­da bir ada­mın ya­şa­dı­ğı­nı bi­le­cek­ler­se, an­cak hi­kâ­ye­le­riy­le bi­le­cek­ler. Hiç kim­se­nin bu isim­de meş­hur bir po­li­ti­ka­cı­nın ya­şa­dı­ğın­dan ha­be­ri ol­ma­ya­cak. – Ha­li­de Edip’e ne der­si­niz? di­ye so­ru­yo­rum. Yü­zü­me ba­kıp ma­na­lı ma­na­lı gü­lü­yor, son­ra: – İş yok… di­ye ce­vap ve­ri­yor. Da­ve­ti­mi ka­bul ede­rek be­ni zi­ya­re­te gel­di­ği za­man, onu, kar­şım­da­ki ma­sa­ya otur­ma­ya da­vet et­tim. Her za­man Er­cü­ment Ek­rem’in güç­lük­le sı­ğış­tı­ğı bu kol­tuk­ta, onun otur­ma­sıy­la bir hay­li boş yer kal­dı. Doğ­ru­su, su­al­le­ri­mi iyi ce­vap­lan­dır­dı, be­ni üz­me­di. Bun­dan sa­nat me­se­le­le­riy­le ka­fa­sı­nın da­ima do­lu ol­du­ğu­nu ve bun­la­rın üze­rin­de ti­tiz­lik­le uğ­raş­tı­ğı­nı an­la­dım. He­nüz bü­lû­ğa eren ço­cuk­la­rın­ki­ni an­dı­ran akort­suz ve ga­rip, ahenk­li bir se­si var. Şi­iri­mi­ze ye­ni ha­va ve ken­di­ne mah­sus bir eda ge­tir­miş olan Or­han Ve­li’nin, bil­has­sa bir­çok kim­se­le­rin in­kâr et­mek is­te­dik­le­ri Di­van ede­bi­ya­tı hak­kın­da­ki fi­kir­le­ri­ni sor­dum: – Ben Di­van şi­iri­ni çok be­ğe­ni­yo­rum, di­ye ce­vap ver­di. Di­van şi­irin­den son­ra bu­gü­ne ka­dar da Tür­ki­ye’de şi­ir ya­zıl­ma­dı­ğı­nı zan­ne­di­yo­rum. Fa­kat bu­gün şi­iri­miz­de bir kı­mıl­da­nma var­dır. Bu kı­mıl­dan­ma en zi­ya­de Di­van ede­bi­ya­tı­nın te­si­rin­den ge­li­yor. Ya­ni bu­gün­kü şa­ir­ler Di­van ede­bi­ya­tı­nı ay­nen tak­lit edi­yor­lar de­mek is­te­mi­yo­rum. Fa­kat bu­gün şe­kil en­di­şe­si di­ye bir şey du­yu­yor­sak, di­lin mü­kem­mel­leş­me­si la­zım­dır di­ye bir kay­gı­mız var­sa, bu en­di­şe­ye, bu kay­gı­ya Di­van şi­iri­ni oku­duk­tan son­ra ge­li­yo­ruz. Di­van şi­iri­nin sa­nat­la­rı­nı bi­li­yo­ruz, fa­kat bu­gün­kü şi­irin sa­nat­la­rı­nı he­nüz bil­mi­yo­ruz. On­la­rın ne­ler ol­du­ğu­nu öğ­re­nir­sek, bu­gün­kü şi­iri­miz­le Di­van şi­iri­miz ara­sın­da­ki ya­kın­lı­ğın ne­re­den gel­di­ği da­ha iyi mey­da­na çı­ka­cak. Es­ki Türk ce­mi­ye­ti di­li­ni, bü­yük bir dil ya­pa­rak Av­ru­pa­lı­la­ra öğ­re­te­bil­sey­di Di­van şi­iri dün­ya­nın bü­yük şi­ir­le­rin­den bi­ri olur­du. O hal­de Di­van ede­bi­ya­tı­nın mo­da­sı geç­miş, öl­müş bir kıy­met ola­rak bir ke­na­ra atıl­ma­sı­na ra­zı ola­ma­yız. Bel­ki ye­ni ne­sil­ler Di­van ede­bi­ya­tı me­tin­le­ri­ni kâ­fi de­re­ce­de an­la­ya­ma­ya­cak­lar­dır. Ya­ni bu me­tin­le­rin için­de bil­me­dik­le­ri ke­li­me­ler ola­cak­tır. Fa­kat eda­sı­nı bir­çok es­ki adam­lar­dan, hat­ta bu iş­le uğ­raş­mış âlim­ler­den da­ha iyi kav­ra­yıp be­nim­se­ye­cek­ler­dir. – Aca­ba mü­nek­kit­le­ri­miz de si­zin­le ay­nı fi­kir­de­ler mi? di­ye sor­dum. Tek­rar si­ga­ra­sı­nı çek­ti. Gül­dü: – Yos­ma ka­dın­la­rın, dün­ya­dan eli­ni ete­ği­ni çek­me za­man­la­rı gel­di­ği va­kit işin yal­nız de­di­ko­du­su ile ge­çi­nir bir hal­le­ri var­dır. Yal­nız yos­ma ka­dın­lar­da de­ğil de he­ve­si kur­sa­ğın­da kal­mış, ya­hut, bir bal­ta­ya sap ol­ma­mış in­san­lar­da bu hal gö­ze çar­par. İş­te mü­nek­kit­le­rin ha­li de ba­na bun­la­rı ha­tır­la­tı­yor. İşin de­di­ko­du­su ile ge­çin­me­yi bir iş say­mak is­ti­yor­lar. Ma­dem­ki bu­nun­la avu­na­bi­li­yor­lar, ke­yif­le­ri­ni ka­çır­ma­ya­lım, ne der­ler­se de­sin­ler, ne ya­par­lar­sa yap­sın­lar. On­dan, mem­le­ket­te ge­liş­me­si­ni is­te­di­ği ede­bi­ya­tın han­gi va­sıf­ta ol­ma­sı la­zım gel­di­ği­ni öğ­ren­me­liy­dim. Ye­ni bir sa­nat an­la­yı­şı için­de Türk şi­iri­ne is­ti­ka­met ve­rir gi­bi bir du­rum al­mış olan Or­han Ve­li’nin bu mev­zu­da­ki fi­kir­le­ri ala­ka çe­ke­bi­lir­di. Su­ali­me şöy­le ce­vap ver­di: – Ben sa­nat­la ede­bi­ya­tı bir­bi­rin­den ayı­rı­yo­rum ve şi­iri sa­na­ta so­ku­yo­rum. Ro­man, hi­kâ­ye ve ti­yat­ro ede­bi­yat çer­çe­ve­si içi­ne gi­ri­yor. Fi­kir sa­nat­ta yer ala­mı­yor. Ama, ede­bi­yat fik­re da­ya­nı­yor. Bu iti­bar­la ede­bi­ya­tın halk kit­le­le­ri­ne bir şey­ler söy­le­me­si la­zım. Okur-ya­zar­la­rı hal­ka doğ­ru gö­tü­ren bir ede­bi­yat is­te­rim. Ya­ni ede­bi­ya­tın ço­ğun­lu­ğa hi­tap et­me­si­ni is­ti­yo­rum. Ço­ğun­luk oku­yup an­la­ma­lı­dır. An­la­ya­bil­me­si için de ede­bi­yat­ta ken­di me­se­le­le­rin­den bah­se­dil­me­si la­zım… Bu­gün­kü dün­ya­da ço­ğun­lu­ğu fa­kir halk teş­kil edi­yor. De­mek ki ede­bi­yat da on­la­rın ede­bi­ya­tı ola­cak­tır. Kah­ra­ma­nı­nı onun için­den se­çe­cek, ha­ya­tı­nı o ha­ya­tın için­den ala­cak ve ara sı­ra onun me­se­le­sin­den bah­se­de­cek­tir. Biz­de bu te­lak­ki­de bir ede­bi­yat üze­rin­de ça­lı­şan­lar var. Bun­la­rın bir­ta­kım ku­sur­la­rı gö­ze çar­pı­yor. He­nüz mü­kem­mel de­ğil­dir­ler. Fa­kat ay­nı yol­dan yü­rü­ye­cek olan ede­bi­yat­çı­lar bu işi da­ha mü­kem­mel bir ha­le ge­ti­re­bi­lir­ler. Bu­nun için şart­lar­dan bir ta­ne­si de di­lin ko­nu­şu­lan dil­den aza­mi de­re­ce­de fay­da­lan­mak su­re­tiy­le zen­gin­leş­ti­ril­me­si­dir. Di­li ke­li­me­le­re kar­şı­lık bul­mak­tan iba­ret sa­yan Dil Ku­ru­mu gi­bi mü­es­se­se­ler var, bun­la­rın yo­lu yan­lış­tır. Di­lin zen­gin­leş­me­si­ni mü­es­se­se­ler­den de­ğil, sa­nat adam­la­rın­dan bek­le­me­li­yiz. Söz­le­ri­ni bi­tir­dik­ten son­ra, he­men kalk­tı ve ba­na ve­da ede­rek oda­dan çı­kıp git­ti. İn­ce ve uzun boy­nu­nun üze­rin­de güç­lük­le du­rur­muş his­si­ni ve­ren ka­fa­sı, ba­na vü­cu­du­nun di­ğer kıs­mın­dan da­ha ev­vel dı­şa­rı çı­kı­yor­muş gi­bi gel­di. Ar­ka­sın­dan sır­lar­la do­lu bir ka­fa, ba­ka­lım bi­ze ne ge­ti­re­cek? di­ye dü­şün­düm. * Söyleşi: Ba­ha­dır Dül­ger Kaynak: Tas­vir, 21.03.1947

  • SUÇLU AYAĞA KALK

    Fuat ÖZGEN * Bilimsel verileri önemsemeyip Bozuk zemini yapılaşmaya açan Ayağa kalk Zemin etüdünü iyi yapmayan Ayağa kalk Zemine uygun proje çizmeyen Ayağa kalk Kötü projeyi onaylayan, uygulayan Ayağa kalk Örnekleri zamanında, yerinde almayan Ayağa kalk Alınan örnekleri baştan savma inceleyen Ayağa kalk İnşaatı denetlemeyen Ayağa kalk Sakat binaya oturma izni veren Ayağa kalk Depremden korunma önlemlerini almayan Ayağa kalk Deprem anında görevini yapmayan Ayağa kalk Depremden en büyük zararı gören, görecek olan Sesini çıkarmadığın, hakkını aramadığın için Sen de ayağa kalk.

  • SEN VAR YA SEN

    Sen var ya hiçbir zaman düşünerek hareket etmedin, davranışlarının sonu nereye varır umurunda değil; sen hiçbir şeyin farkında değilsin, hiçbir şeyin bilincinde değilsin; ben diyorum ki sen, “benden sonra tufan,” diyorsun galiba! Öyle olmasa bu yaşadıklarımız başımıza gelir miydi, yaşadığımız bunca felaketi kadere bağlamak aklı, bilimi reddetmektir. Sen var ya hiçbir şeyi görmüyorsun, her şey bir bir yok ediliyor, bütün güzellikler, değerler tüketiliyor, farkında olmadığın gibi, umurunda değil! Sadece gözlerin görmese iyi, öte yandan kulakların da duymuyor. Birileri sana sesini duyurmak için yırtınıyor, sen iyi insanlara kulak vermiyor, duymazdan geliyorsun! Sen var ya bence Tanrı'nın verdiği beyin kafanda gereksiz ağırlık yapıyor. Onun sendeki görevi apandistin kadardır ancak! Sen var ya sen, ne olur azıcık beynini kullanıver? Belki çocuğun, çocukların vardır, belki torunların olacaktır yarınlarda. Sen onların geleceğini çalıyorsun, hepimizin geleceğini çalıyorsun, sen bir hırsızsın! Ne olur azıcık sorumluk duy ne olur azıcık sorgula! İnsan “acaba” demeyi bilmeli, her şeye, körü körüne “tamam,” dememeli. Her şeye “tamam” demek her şeye inanmak ilk çağda yaşayan “insan düşünen bir hayvandır,” demiş Aristo! Sahi ya düşünmeyi biliyor musun sen? Sen var ya sen, sen tepeden tırnağa çelişkilerle dolusun. 12 Eylül Anayasasına yüzde 92 oranında onay verdin, sonra da bu anayasa antidemokratik deyip-güya- daha demokrat diye bir siyasal anlayışa evet dedin. Sen var ya sen, çok safça güya daha çok özgürlük, daha çok demokrasi dediler aslı varmış gibi, sen onlara inanıverip cumhuriyetin kadir kıymetini bilmedin, sen güzel insanların canları pahasına kazandıkları cumhuriyetin kıymetini bilmedin. Sen tepeden tırnağa suçlusun! Öyle değil mi, huzur bulacağımız, ömrümüze ömür katacak evlerimiz mezarımız oldu, Güneydoğu Depremi on ilimizi yerle bir oldu. Şu an 35 bini geçen can kaybımızın daha da artmasından korkuyoruz. Sen var ya sen, aklını duygunun önüne almadığın sürece, yazık ki daha çok ağlayacağız biz! Sen var ya sen, eğitim kalitesinin düşmesine kayıtsız kaldın, hiçbir şekilde sesini çıkarmadın. Çocuğunun okul tercihini dikkate almadın ona uygun gördükleri her şeye “tamam” dedin. Senin için eğitimde geriye gidişin hiçbir önemi yok. Çocuklarımıza dayatılan hurafelere bile diyeceğin hiçbir şey yok senin! Benim talihsizliğim senin gibi aymazlarla aynı coğrafyada yaşamak! Sen var ya sen, sen günlük, anlık çıkarın için her şeyi yaparsın korkuyorum, çünkü sende ülkenin, insanımızın geleceğine dair en küçük bir kaygı yok! Sen bütün değer yargılarını ayaklar altına alan bir makyavelistsin! Sen fırsatçısın, menfaatçisin, sen bir oportünistsin! Sen var ya sen, ben sana suçlusun demeye dilim varmıyor; ama sen hakikaten yukarıdan aşağıya, tepeden tırnağa suçlusun! Sen var ya sen, sen çocuklarımızın, torunlarımızın daha güzel yarınlarda yaşamasını yok ediyorsun...

  • YAZMAK ve OKUMAK

    Aydın ŞİMŞEK * YAZAR ADAYININ SERÜVENİ/ 1 “Eğer okumak için zaman bulamıyorsanız yazmak için de zamanınız yoktur. Bu kadar basit.” Stephen King Uzun zamandır yazmaya çabalayan; şiir, deneme, eleştiri, roman, kuram kitapları olan birisiyim. Bu güne kadar doğru­dan deneyimleyerek öğrendiğim önemli şeylerden birisi de, bireysel olanların kesin bir çizgide tutulmasının, kurallar için­de tanımlanmasının ve belli bir doğrunun parçası olarak sabit kalmasının mümkün olmadığıdır. O nedenle de, bireysel olan­ların toplumsal akılla, her yönüyle kavranılması da açıklanması da pek mümkün değildir. Bireyi oluşturan şeylerin ne kadarına birikimimiz ve akılcı yöntemlerimiz ulaşabilir ki? Hele bir de bilinç dışında duranlar… Travmalar, çocukluk, içine doğulan coğrafya, içinde büyülen dil ve zorunlu olan üst dil, aile, okul, iş hayatı… Tüm bunların bireydeki etkisinin tam olarak karşılığını söyleyebilir miyiz? Yazmak da bir tür yaratıcı eylem olduğuna göre; yaratıcılığın yalnızlığa kadar inen ve çoğu zaman toplum tarafından anlaşıl­mayan, hatta anlam verilemeyen yanının olması bu eylemi iyice bireyselleştiriyor. Böyle dramatik bir durumun içinde, bir tür iyileşme ve iyileştirme amacına odaklanmak ya da egemen akıl tarafından üstü örtülen değeri/değerleri yeniden ortaya çıkarma­ya yönelmek… Hem fiziksel hem de ruhsal olarak bedel ödeme­nin neredeyse kaçınılmaz olacağı yazınsal yaratım içinde olmak pek de akıl işi olmayan bir durum gibi gözüküyor. Hele hele günümüzde tekno-sermayenin devasa işleyişi içe­risinde, hayatın oldukça hızlanmış olması da ayrı bir sorun gibi dururken. Hız denilen bu yeni ideolojinin gündelik yaşamımız­dan tutun da geleceği ilişkin tüm planlarımıza müdahale ettiği düşünülürse, üstelik bu müdahale şeklinin kesintisiz bir güç oldu­ğu algılanırsa, bireyin tüm oluşumlarına ulaşmak pek mümkün gözükmüyor. Yeni meslek gruplarının etkin ve dinamik bir şekilde haya­tı kuşattığına tanıklık ediyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun “Geleceğin Meslekleri” raporuna göre, şu an ilkokula başlayan çocukların %65’i henüz var olmayan mesleklerde çalışacak. Bu mesleklerden bazılarını anımsatmak isterim: Veri Analistle­ri ve Veri Güvenlikçileri, Yaratıcılık Danışmanları, Nesnelerin İnternetçisi (yakında nesneler arasında doğrudan bağlantıların gerçekleşeceği öngörülmekte). Nano Teknoloji Mühendisliği, Biyokimya-Biyomedikal ve Genetik Mühendisliği, Robot Mü­hendisliği, Mikro Cerrahi Tıp, Sanal Güvenlik Sistemleri, Sanal Ekonomi ve Sanal Para Yöneticiliği, İş Sürekliliği Uzmanlığı, Siber Müşteri Analistliği ve Siber Konsiyerj, Bloggerlık, İçerik Yöneticisi, Online Politik Kampanya Yöneticiliği, Video Gaze­tecilik, Okul-Ev İlişkiler Uzmanlığı, Çevre Yenileme Uzmanlı­ğı, Yeşil Pazarlamacılar, Enerji Brokerları, Gaz Toplama Sistemi Operatörleri, Molekül Biyoloji Uzmanlığı, Yapay Zeka Yazılım Uzmanlığı, Yapay Organ Tasarımcıları, Ekologluk, Ergonomi Mühendisliği, Gıda Mühendisliğindeki yeni tasarımlar, Uzay Mühendisliği, Enerji, Medya ve Eğlence sektöründe beklenen güçlü değişimler… Bu gibi yüksek teknolojik atılımların klasik eğitimi, hukuk içeriklerini, etik-estetik değerleri hızla aşındırdı­ğını da görmeye başladık. Aslında bu devinim dünden bugüne sürüyor. Özellikle de 16.yy ile başlayan Keşifler Çağı “yeninin aranışı” için, hem ekonomik alt yapıları güçlendirdi hem de rekabetçi sistemler yarattı. Son yirmi yıl içerisinde ise tarıma dayalı ekonomilerin büyük bir kısmı sa­nayiye dönüştü. Sanayi ise, önce hizmet sektörüne sonra da yeni tip sermaye ile yaşamın her alanında, doğrudan müdahaleci ve yaratıcı bir melezleşmeye evrildi. Günümüzde ise ekonomik-siya­sal güç dengeleri ve mobil müdahale araçları çeşitlenip yaşamın her yönünü kuşattı. Modernizim klasik birey anlayışı dönüştü, dönüşmeye devam ediyor. Yeni tip yaşam biçiminin kısaca özeti; vitrinde olmak, görünebilmek ve rekabetçiliktir artık. Bu büyük değişimi gözlemleyen birisi olarak, yazmanın ke­sin kurallarının olduğunu hiç düşünmedim. Olsa olsa geleneğin kimi eğitici/ terbiye edici, yol gösterici yanları vardır; orada her yazarın belli bir süre geçirmesi kaçınılmaz olsa da, zihinsel arka planda gelenekten kopmak, ondan ayrışmak isteği olduğunu dü­şünüyorum. Geleneğin oluşturduğu birikimi anlamadan yazmak eksik yazmaktır, çünkü tekrara düşmemek içindir aynı zaman­da gelenekle ilişkilenmek. Bir bakıma yazmak dediğimiz şey de bizden önceki yazarların getirdiği anlatım biçimlerini, formları eğip büküp yeni bir biçim ve içerikler oluşturup, yeni formlar yaratma işidir. Öyleyse bizden önce yapılmış hazır formlar varken neden orada kalmayıp yeni arayışlara giriyor, yeni düşüncelerin peşine düşüyoruz? Çünkü insanın doğası, dürtüleri durağan bir hayata izin vermiyor. Şimdiki an tüm geçmişten daha özel, daha çekici ve kışkırtıcı geliyor. Hem zihin hem gövde, hem arzu hem de tin şimdiki zamanda var oluyor. Elbette şimdiki zamanın tüm de­ğerlerini yeni içerik ve biçimle sunmaya içten içe hazırlık yapan gelecek bir zaman da var. Bütün geçmiş şimdiki zaman tarafın­dan aşılırken, şimdiki zaman da gelecek için eğilip bükülecek ve yeni bir durum oluşturacaktır. İşte yazar da bu diyalektik bağ ve helezonik ilerleyişte yerleşik kalıpları önce öğrenip kavrıyor, sonra ona başkaldırıp aşındırıyor ve o kalıpları kırıyor. Yazarı bu çabaya sürükleyen şey öncelikle onun düş dünyasıdır. Söz­den yazıya geçişin nedenlerinden birisi tanıklık ve umutsa diğer bir nedeni de geleceği bilme ve öğrenme istencidir. Çünkü de­ğiştirilmek istenilen bir şey varsa orada tanıklık, umut ve hayal gücü hep olacaktır. Tarihten günümüze akan büyük yazarların da güçlerini bu kaynaklardan aldığını düşünüyorum. Dede Korkut Masalları’nın Deli Dumrul’undan aşkı ve fedakârlığı, Binbir Gece Masalları‘nın Şehrazat’ında itirazı ve kadının kendi bedenine sahip çıkışını, Don Kişot’un şövalyeliğinden feodalizmin sonunun geldiğini öğ­reniriz. Ve bu üç anlatı da, yeni tip birey ile karşılaşma zamanına hazır olmamızı ister. Tanıklıkların, umutların ve hayal gücünün güçlü etkisi gözlemlenir kurgularında. Giriş-Gelişme-Sonuç gibi sıralı örgüye dayalı, bildiğimiz kla­sik anlatı dili olduğu gibi, böyle bir örgüyü daha başından yok sayarak, rastlantılarla ilerleyen farklı yazınsal maceraların var­lığı da hatırlanmalı. Örneğin, Calvino’nun “Görünmez Kentler” adlı çalışmasında, hükümdar Kubilay Han’ın merak ettiği kent­lere Marco Polo seyahat ederek, oradaki izlenimlerini anlatır. Ancak bunlar gerçekte varolan kentler değildir. Yok kentleri bir mimari estetik içinde kurmacaya dönüştürerek anlatan Calvino, geleneksel anlatı dilinin çok dışına çıkmıştır. Bazen tam da böyle olur; yazılan metinde hangi imgenin gerçeğe, hangi imgenin ise kurguya ait olduğu silikleşir. İnsan bilemediğinin karşısında kuşkusunu, korkusunu, yaba­nıllığını düşlerinin peşinde koşarak aşmıştır. Bu nedenle yazar da hem gerçeğin o sert, acımasız ilişkileriyle yüz yüzedir hem de bu­radan çıkıp özgür kalabilmek için gerçeği soyutlayarak yadsımak zorundadır. Yani bize farklı bir gerçek önermek durumundadır. Böylelikle bir yandan kendisinden önce neler yapıldığına dair bilgileri toplayacak; sanat akımlarını ortaya çıkaran sosyo ekono­mik-sosyo politik süreçleri irdeleyecek, bir yandan da yazar-birey olarak kendisi için yol ayrımlarının nerelerde saklı olduğuna iliş­kin ipuçları arayacaktır. Görülüyor ki yazan birisinin yazma nedenini tek bir şeye in­dirgememiz mümkün değil. Çoklu, parçalı ve bazen de kendisinin de anlam veremediği şeyler dünyasından ortaya çıkan bu istencin dışavurumu, her seferinde aklın sınırlarıyla açıklanamaz, aklın sınırlarında analiz edilemez. Yazma serüveninin akılla olan ilgisi inkâr edilemez elbette, ancak sezgi, nedensizlik, bireyde var olan kör noktaların da işin içinde olduğunu bilmekte yarar var. Tüm karmaşanın içinde bir dil serüveni olan “Yazma Cesareti” özel bir durumdur. Bu duruma tahammülünü sağlayansa, bireyin kendini yazınsal olarak gerçekleştirme ve anlamlandırma çabası­dır. Uzun soluklu bir yolculuk olacağını hemen kestirebileceğimiz bu çabanın karşılığı, ancak iyi bir ürünün ortaya çıkmasıyla müm­kündür. İyi ürünse daha ilk adımda “Yaratma Cesareti”nin doğal sonucudur. İşte tam da bu nedenle yazmanın “kendine özgü” halleri, her yazar adayını “kendince” kılar. Biz beğensek de beğenmesek de, bize uygun olsa da olmasa da o bir yazandır. “Yazan kişi!” Doğru duydunuz, yazar değil de “Yazan kişi!” Bile isteye söy­lüyorum bunu. Çünkü “yazan kişiden”, “yazar kişiye” vurgusu, içerisinde kimi sorgulamaları taşıyan, tartışma alanlarına açılan, belki de bazı ayırt edici taleplerde bulunan bir söylem. Yazan kişi öncelikle ısrar etmeyi bilmelidir. Sonra da onlarca içeriğin ve onlarca biçimin olduğunu, kendisinden önce neredey­se denenmemiş bir alanın kalmadığını bilerek ve bunu kabullene­rek başlamalıdır işe. Yazan kişinin cesaretini terbiye edecek tek şey de yine kendin­den önce denenmiş ve gerçekleştirilmiş olanlardır. Tersi bir durum yaratma cesareti değil, olsa olsa cahil cesareti olacaktır. Eğer ısrar­larını iyi bir okur olarak kalemiyle buluşturursa, o zaman doğrudan deneyimlemekten de çekinmeyecektir. Deneyimleme de kişiseldir; “bence” deme halinin zaman içerisinde oluşturacağı özgüven, de­neysel çalışmaların da önünü açacaktır. Böylece tek bir yerde sıkı­şıp kalmak gibi bir sorunun aşılmasına katkıda bulunacaktır. Deneysellik yazan kişi için önce dilde başlayan, sonrasında yine dilde süren bir çabadır. Çünkü edebiyat-sanat disiplinleri­nin tümü “dünyaya dilin içinden bakmayı” gerekli kılıyor. Daha ilk adımda bu dilin niteliği konusunda kararlı olmalı yazar ada­yı. Louıs Althusser, “Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş” adlı kitabında dil sorunun can yakıcı özelliklerine vurgu yapar. “Dil ve hukuk olmadan, üretim ilişkileri ve ideolojik ilişkiler ol­madan, dünyada hiçbir şey insan için somut değildir. Zira onu ne adlandırabilir, ne atfedebilir, ne üretebilir, ne de ona niyetlerimi bildirebilirim…” Dil de insan yaşamının diğer alanları gibi politize olmaya-edil­meye açık bir organizmadır. Dil üzerinden, kendinde olanı pay­laşmaya yönelen yazar adayını bekleyen en büyük tehlike de po­litik olan metinlerle, estetik metinleri ayıracak kriterlerin çok da belirgin olmayışıdır. Politik bakımdan yararlı bir metinle, estetik bakımdan yararlı bir metnin yolculuğu farklı değerler üretmek­tedir. Politik metinlerde ideolojik-politik tarafgirlik, öğreticilik, mutlaklık, pozitiflik ve kesinlemeler varken, estetik bakımdan kurulan metinde çoğu zaman doğrudan tarafgirlik ve öğreticilik yoktur. Politik metinlerin içeriğini kuran ve yönlendiren dil bir tür iktidar adayı iken, estetik bakımdan kurulan dil daha başın­dan iktidar karşıtıdır. Bu nedenle de kesinlemelerden, itiaat ve buyruklardan, sınırlandırılmış, şekillendirilmiş dünyanın kuralla­rından uzak durur. Gazete manşetleri, köşe yazıları, siyasi yorum metinleri, hukuk yazıları vs. politik dil üzerinden ilerlerken, şiir, roman, öykü gibi metinler estetik dil ile kurulur. Gerçeğin içine doğan estetik dil, yine gerçeğin olanakları­nı dönüştürerek kurmacaya yönelir. Bu yönelişin kendisi gerçe­ği yansıtmaya değil, onu parçalayarak, değiştirip dönüştürerek yeni bir söylemle yeni bir algılama alanı yaratmaya dönüktür. Gerçeğin içinden geçerken, onun değerlerinden kopmadan iler­ler kurgu, ancak ona yeni içerik ve biçimler ekler; sadece akıl alanından değil aynı zamanda sezgi alanından da şeyler katar. Böylelikle aklın sınırlarını sezginin çağrışımlarıyla birlikte ör­güler ve dönüştürdüğü gerçek, artık yeni bir gerçekliğe -belki de büyülü gerçekliğe- kapı aralar. Georges Bataılle’nin’nin “Gözün Hikayesi” adlı kitabında bu konuya değinirken şunları söylüyor: “Romancının imgelemi ‘olası’dır, roman her açıdan irdelendiğinde gerçekleşebilecek bir şeydir. Kendine güveni eksik bir imgelem tü­rüdür (en görkemli tasarımlarda bile), kendini sadece gerçekliğin koruması altında ortaya koymaya cesaret eder. Ancak şairin imge­lemi ‘olası değil’dir, şiir hiçbir koşulda gerçekleşmeyecek bir şeydir -bunun istisnası sadece kendisinin sergileyebileceği biricik göster­geyle, fantazinin gölgeli ya da ateşli gerçekliğidir. Roman gerçek öğelerin rastlantısal karışımlarıyla ilerler...” Her yazanın yazma nedenselliği kendinde anlamını bulur. Ki­mileri yazmayı bir amaç olarak merkeze alırken kimileri de yaz­mayı bir oyun alanı olarak görebilir. Bir başkası için salt bir rahat­lama, ruhsal boşalım aracıdır da kimisi için ülküsel bir durumdur. Umberto Eco ise “Nasıl Yazıyorsunuz” sorusuna: “Soldan sağa” diyerek ironik bir cevap verir. İşte bu çoklu nedensellik yazmayı tek bir bilgi ve kurala in­dirgemeyi engeller ve yazmayı bireyselleştirir. Aynı zamanda da yazan kişi yazdığı dilin tüm olanaklarını bilmelidir. Bir dil öğren­meden ve sonrasında da bir dil kurulmadan estetik yapı gerçekle­şemez. Hatta içine doğduğu dili dönüştürme çabası da dönüştür­mek istediği dilin olanaklarıyla gerçekleşeceği için, her yazar bir dil macerasıdır. Bu nedenle de arayan ve sıklıkla da aradığını bu­lamayandır yazan kişi. Aranışlardaki yenilgilerde, umutsuzluklar­da, vazgeçişlerde hatırlanması gereken tek şey vardır; yazar, hiçbir koşulda yazmaktan vazgeçmeyen kişidir. * maviADA Dergisi için düşünülen ve Önümüzdeki Günlerde Çıkacak; "YAZMAK KENDİNİ YENİDEN YARATMAKTIR" DOSYASINDAN

  • ARAFTAN YAZIYORUM

    bozdan betondan buzdan ayazdan can çekişen yedi günden sonra zifiri karanlık bir sabahtan on üç Şubattan, yazıyorum Kahramanmaraş'tan Adana, Malatya, Adıyaman Osmaniye'den sonra Gaziantep'in İslahiye'si, Nur Dağı'ndan cehenneme denk milyonlarca yürek yangını Türk yurdu Hatay'dan, yazıyorum yarını çalınmış on binlerce gönülden sızıyor hüznüm karıştım, dolaşığım öfkemle çaresizliğim kavgada diri diri gömülüş bu kahırdan, yazıyorum gözyaşlarımı kör eden yedi günden binlerce canlı cenazeyle dolu o dev mezardan yazıyorum o mezar ki ölümü kefensiz paslı demirden dayaması toprağı kanla sulanmış betondan, yazıyorum bir parçasını 1999'da diğer bir parçasını 2020'de kalanını yüz yılın felaketinde göçük altında bıraktığım o yürekle yazıyorum kalmadı olası bir Marmara depreminde göçük altında bırakacak yürek kalmadı kimsede işte tam da oradan ondan, yazıyorum yine on binler yine yüz binler toprağı başına çekmeden aman demeye, el-aman diye diye yazıyorum. kelimelerimin yazgısına düşen bu acının, felaketin günlüğünü tutuyorum kafamda inleyen yüzlerce kazma kürek sesi çalınan zamanı geri almak için yarından içimde biriken ağıdan, ovunuşumdan, yazıyorum. söylenen sözler yüreklerimizi dağlayan görüntüler akıttığımız göz yaşları bir iz kalsın, kalsın ki unutulmasın yaşanandan, yaşatılandan acının çıkmaz sokağındayız son duraktan, yazıyorum. Unutmak dediğin en kolayı hatırlamaksa emek isteyeni, zor olanı zoru başarmak gibi bir derdim var özüm susmuyor kalemim durmuyor aklın olmadığı teslimiyeti ne etsin Yaradan işte tamda ellerimizle yazdığımız yazgının altında kalışımızdan, yazıyorum buzdan ateşlere bir damla su depremin yüz yetmişinci saati diye anılan bir zamandan öncesiyle sonrasıyla Ülkü'sü, Hamza'sı Lena'sıyla göçük altından çıkarılan bebeğin öksüzün yetimin ahından, yazıyorum ne olursa olsun bu bir savaş sayısız sonradan kurtuluştan yaşama dört elle sarılıştan bir yanım cehennem bir yanım gelecek zaman araftan yazıyorum o kadar çatlak su sızdırmaz diyerek avunmaya çalıştığım yağmacıların yerine ar edip yönümü gönlü gani insanıma yönümü dünyaya birlik ve beraberliğe dönüyorum tükenmeyen o duygudan umuttan, yazıyorum BİR AYŞE 6 Şubat saat 10:44 ilk mesaj; -Ben iyiyim Hemen ardından paylaşılan mesaj; -Böyle bir korku yok ve asla durmadı as la! Kesin yıkılacak biliyorum altında kalıcaz diye düşünürken en son içimden şey diye dua ediyordum “Allahım ne olur ölürken çok canımız yanmasın” Biz kurtulduk ama Allahım kalanlara yardım etsin bir an önce kurtarılırlar inş.. #deprem 7 Şubat 09:22 yeni bir mesaj; -Sağ kurtulduğum için mutlu oluyorum sonra mutlu olduğum için vicdan azabı çekiyorum.. vücut ısım düşmesin diye yemek yiyorum lokma ağzımdayken ağlıyorum onlar yiyemiyor diye.. Allahım bu nasıl bir şeydir biz sağ kalanlar da delirdik. Rabbim kimseye yaşatmasın böyle bir acı yok. 8 Şubat 02:06 bir mesaj daha; -Dünyanın eşyasını aldım evime son teknoloji küçük ev aletleri.. marka marka kıyafetlerle doldurdum dolabımı ama depremden kaçarken ayaklarım çıplaktı.. Ne kadar değersizmiş aslında her şey.. İnsan denen yaratık ne doymaz ne açmış.. Artık sağ kalan hiç kimse eskisi gibi olamayacak. Bir Ayşe duyarlılığı yüksek, 6 Şubat depreminden sağ salim kurtulmuş bir sosyal hizmet uzmanı. İyi ki bizimle kaldın Ayşe. #aydogmuszeliha

  • Sevginin gücü

    Kendi gölgesinden çıkmayan insan, kendi gövdesinin çapı kadar çevresine ışık verir. Dünyayı ancak o kadar aydınlatabilir. Güneş olmak için yüreğini ortaya koymak gerekir. Onun içindir ki denizde sürüklenen bir kum tanesi her gün dalgalarla boğuşurken yorgun düşse de her gün bir yana savrulsa da özgürdür. Kırlarda yetişen papatya, dağ başlarında püfür püfür esen rüzgarda salınırken, saksıdaki orkide hafif bir rüzgarda solar, güneşte rengi kararır. Bahçede öten serçe özgürce başkasına muhtaç olmadan yemini kendisi bulurken, kafesteki tutsak kanarya başkasının kendisine su ve yem vermesi ile yaşar. Kanarya tutsak olduğu için sahibini sever, oysa maviliklerde özgürce uçan, serçe her sabah kendi isteği ile penceremizi şenlendirir. İnsan toplumu sevmeden, başka insanların acılarına duyarlı olmadan, bir tek insanı sevebilir mi? Sadece bir tek kişiyi sevip topluma duyarsız kalmak sevgi midir? Yoksa bencillik midir? İnsan yalnız olduğu için mi sever birisini? Yoksa sevdiği için mi yalnız kalır? Oysa sevgi sevdiğinin gözlerinde, bir tebessümünde dünyayı kucaklamak değil midir? Bir insanda dünyayı sevmeliyim ben. Doğan güneşi, kuşları, maviyi, denizi, doğayı, insanı ama en çok özgürlüğü dünyayı sevmeliyim. Ben sevdiğim insanla özgür olmalıyım tutsaklığım sadece sevgi dolu yüreği olmalı. (Semihat Karadağlı) 16.09.2019 İzmir

  • Sesimi Duyan Var mı?

    Selahattin DEMİRTAŞ * Eğer toplum şu anda bağrından fışkıran dayanışma ruhunu ve yakaladığı kolektif erdem halini korumayı başarırsa gelecekte seçeceği yöneticiler de yüksek olasılıkla erdemli olacaktır. Her büyük felaketten sonra olduğu gibi bu depremden sonra da ilgili tüm kurumlar binlerce sayfa rapor hazırlayacaklar. Eksikler, yanlışlar, alınması gereken önlemler, bilimsel kriterlerle tek tek sıralanacak. Biz de bu konuyu daha uzun zaman tartışacağız. Bu raporları hazırlayacak bilim insanlarına çok önemli bir uyarım ya da ricam olacak. Lütfen raporlarının kapağına şunu yazsınlar: "ERDEMLİ YÖNETİCİLERİN OKUMASI DİLEĞİYLE…" Çünkü gerisi boş. Gerisi suya yazı yazmak gibi. Betondan, ranttan, soygundan, talandan başka bir "meziyeti" olmayan yöneticilerin umurunda bile olmayacak bu raporlar. Dayanışma ruhunu ve erdem halini koruyabilirsek... Yaşanan acının büyüklüğü karşısında ortaya çıkan dayanışma ruhu geleceğe dair umutlarımızı da büyütüyor. Bu yıkım karşısında başka türlü nasıl ayakta kalabiliriz ki? Bu dayanışmanın özünde ahlak var; tüm yozlaştırma, yoksullaştırma, düşmanlaştırma politikalarına karşı insanın mayasında bulunan erdem var. Eğer toplum şu anda bağrından fışkıran dayanışma ruhunu ve yakaladığı kolektif erdem halini korumayı başarırsa gelecekte seçeceği yöneticiler de yüksek olasılıkla erdemli olacaktır. Bilim insanlarının hazırlayacağı değerli raporları da işte o erdemli yöneticiler okuyacak, bir bir hayata geçirecektir. Hırsızın, ahlaksızın, rüşvetçinin, zalimin yanında, yöresinde yer alarak suçlarına ortak olmayacağız. Her seferinde dönüp şu enkaza, enkaz altında yitip giden hayatlara bakıp "Bu felakette bizim payımız nedir?" diye sormamız gerekir. Yönetici seçme kriterlerimiz değişmeli Bu rezil düzeni, bu talan sistemini düzelteceksek önce kendimizden başlayacağız. Artık yerelde veya genelde kendimize yönetici seçerken kimliğine, mezhebine, meşrebine, bakmayacağız. Erdemli midir, dürüst müdür, göreve uygun mudur, sadece ona bakacağız. Bakmazsak ne mi olur? Artık cevabını en acı şekilde öğrenmediysek bu son felaketimiz olmayacak maalesef. * Selahattin Demirtaş. Edirne Cezaevi, 13 şubat 2023, T24

  • Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

    -Düello- Pushkin_ve Fransız asker_d'Anthes.jpg- Sanatçı: Adrian Volkov- 26 Mayıs 1799'da Moskova'da doğar. Julyen takvimine göre 27 Ocak 1837 Miladi takvime Göre 10 Şubat 1837'de bir düello sonucunda ölür. Rus şair ve yazar. Pek çok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus Edebiyatı'nın kurucusu olarak kabul edilir. Özel hayatında onurlu, ama talihsiz bir aşık, edebiyat alanında ise bir dev... Aleksandr Sergeeviç Puşkin, 26 Mayıs 1799'da Moskova'da doğar. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin çocuğudur. Annesi Nadejda Osipovna Hannibal'in ne kadar soylu biri olduğunu söylememiz için ise dedesi Etiyopya'lı İbrahim Hannibal'in Rus Çarı I. Petro'nun vaftiz çocuğu olduğunu belirtmemiz yeterli olacaktır. Görüldüğü gibi çok soylu bir ailenin üyesidir Puşkin. Annesi ve babası çok kültürlü ve aynı zamanda gösteriş düşkünü insanlardır. Zamanlarının çoğunu balolarda geçirdikleri için Puşkin, anne ve baba şefkatinden uzak bir çocuk olarak büyür. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyidir. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı'nı neredeyse ezberlemiştir ve Fransız şiirler ve komediler yazmaya başlamıştır. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin'in evine gelip gidenler arasındadır. Ancak hiçbiri onu kendisine durmadan tuhaf masallar anlatıp, eski Rus türküleri söyleyen dadısı kadar etkilemez. Yaşlı dadısı Arina'nın anlattıkları, Puşkin'in çocukluk ruhunda silinmez izler bırakır. Puşkin, on iki yaşına geldiğinde, Rus Çarı I. Aleksandr'ın Tsarskoye Selo'da (Çar'ın yazlık köyü) açtırdığı okula yazılır ve buradaki altı öğrenim yılı boyunca tıpkı okulun diğer öğrencileri gibi, Petersburg'a gitme izni bile verilmeden adeta dış dünyadan koparılarak eğitim görür. Puşkin'in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde bile, gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpar. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri rahatlıkla kullandığı ve canlı, kıvrak bir zekanın izlerinin görüldüğü şiirleriyle Derjavin'in dahi dikkatini çekmeyi başarır. Artık ünlü bir şair sayılmaya başlayan Puşkin, bu sıkıcı okul yıllarından sonra büyük bir eğlence susuzluğu ile, Petersburg'un canlı yaşamına dalar. Yazdığı ve birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları bu sıralarda dilden dile dolaşmaya başlar. Rus edebiyatı tarihinde şiir, ilk kez olarak, herkes üzerinde hayranlık uyandırır. Yeni doğan ve adeta üzerine titrenen bir çocuk gibi coşku ile büyümeye başlar. Rus Çarı I. Aleksandr tarafından Kafkasya'ya atanır ve burada ünlü "Kafkas Esiri" ve "Bahçesaray" adlı destanlarını yazar. Onun edebiyatında ne klâsik şiirin kuralcılığı ne de Romantizmin sahte, fantastik güzellikleri yer alır. O, gerçeği duyumsar, gerçeğin içinden gelir ve onu olduğu gibi anlatmayı ister. Kafkasya'dan dönen Puşkin'in Rusya'daki askeri yönetime ulu orta sövmesinden dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklanır ve ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakılır. Hükümet tarafından oğlunu gözetim altında tutmakla görevlendirilen babası da görevini canla başla yerine getirir. Yirmi dört yaşındaki Puşkin, bu sürgün döneminde yedi yıl sonra tamamlayacağı Yevgeniy Onegin adlı romanını yazmaya başlar. "Çingeneler", "Peygamber" ve Boris Godunov" isimli önemli eserlerini de yine bu sürgün yıllarında yazar. Bu uzun, sıkıcı ve gergin sürgün döneminden sonra Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova'ya çağırılan genç şairin kaleminden çıkan her şey artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri ise Puşkin'in yaşamının ayrılmaz parçaları olur. Bu dönemde hayatına George Charles d'Anthès adında biri girer. Puşkin, o sıralarda yazdığı birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d'Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının eşi bayan Natalya Puşkin'e kur yaptığını, bayan Natalya Puşkin'in de d'Anthès'e karşı kayıtsız kalmadığını öğrenir. Çok üzülen Puşkin, 1837'de d'Anthès'i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin'in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü, d'Anthès'in ordunun en iyi nişancılarından biridir. 27 Ocak 1837'de St.Petersburg yakınında Kara Dere'nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin'in şahidi arkadaşı Danzas'tır. Düello'da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d'Anthès, Puşkin'i karnından yaralamayı başarır. Büyük bir soğukkanlılıkla iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 10 Şubat 1837 tarihinde 38 yaşında hayata gözlerini yumar. Şairin öldüğünü duyunca evinin kapısının önünde toplanan ve Yevgeniy Onegin'in son baskısını kapış kapış tüketen halk, şairin ölümü üzerine neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelir. Bu gerekçe ile olayların çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa verir. Gogol, "Puşkin, olağanüstü bir olaydır." der; Dostoyevski daha mistik bir tavırla " Puşkin, bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdir." der. Puşkin, modern Rus Edebiyatı'nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı'nda "gerçekçilik akımı"nı başlatan liderdir. Aleksandr Puşkin'in düello günü uğradığı son yer; Peterburg Nevski Prospekt'de Wolf's şekercisidir (şimdi ki Cafe Litteraturnia). Bu cafede Puşkin'in balmumundan bir heykeli vardır. derleme

  • ON KENT

    elim kolum var mı bilemedim karanlıkta yüzüme kapanırken dünya betonlar altında kaldı bedenim kalbim çığlık çığlığa susup kaldı zemheri de ne ki şubat ile gelen ne ki boran ile sarılmışım dört bir yandan zehre batırılmış soğuktan buz kesmiş ellerim aç kalmışım, gırtlağım yarılmış susuzluktan yalın ayak cam kırıklarına başmışım ne ki sırtıma saplanan incecik paslı demirlerin yanında saatlerce sonra günlerce sesini bekledim hani hep ıraklara sakladığım özlemin sesi güneşin, yıldızların, denizlerin sevdası bin bir renkli bahçelerin yolcusunun sesi demiri eritenlerin namuslu ellerini bekledim sarı başakları kapı kapı dağıtacak olanları sımsıcak yavan somunu bölüştüklerimi kan ter içinde ateşlerde kalan öbür yanımı fakir fukara evlerin gülen yüzlerini gezide umudu bayrak edenleri toprağa değil, tarihe düşenleri hiç hesapsızca şafağın renginde her gün büyüyenleri tükenmez bir sabırla bekledim acıya meydan okuyan bir umutla öyle ya umut bittiğinde kavda da biterdi sıcaklığınızı hissettim kaç sabahsız gece kürekle öldürülen canların sıcaklığını bir de bir de seksen ülkeden bize benzeyenlerin nefesini açıkta, kapalıda sorgulardayız iki on yıldır iki on yıldır paranın kirli elleri daha çok ensemizde yeşilimizde, akarsuyumuzda, can dostların boğazında belki yine yok sayılacağız ışığı görmezse bu gözler sonunda on kent birden yıkıldı üstümüze bir kent olsa kalkardık belki altından ağır geldi on kent, on kez ezildi kalbimiz on kent ile on kez öldük on binler hangi uzaklardasın ey ışığı saklayan hayat

  • ANTAKYA’nın "Karakutusu" MEHMET TEKİN de Öldü!

    Hasan GÜLERYÜZ * Isparta (1947) doğumludur. Hatay’a ilköğretim müfettişi olarak geldi, Hatay Kültür Müdürü oldu. Antakya’yı sevdi, sevdalandı. Ve orada kaldı. Kültür insanıydı, arı gibi çalışkandı. Her gün elinde mutlaka yeni bir dosya vardı. Çalışmalarını heyecanla anlatırdı. Görevden arta kalan zamanlarımı yanında geçirirdim. Arada Yayladağı Belediye Başkanı Halk Şairi Yusuf Serifoğlu'yla da karşılaşırdım. O bir folklorcu diğer bir ifadeyle halkbilimciydi. Yöneticiliğini yaptığı Güneyde Kültür Dergisi’nde yazılarım yayınlanıyordu. Işıklı bir insandı ve alçak gönüllüydü. Cemil Meriç ikimizin de tutkusuydu. Küçük bir Cemil Meriç kitabı yayınlamıştık. Yazmazsam olmazdı! Haberi paydaş arkadaşım Çağatay Özdemir’in facebook sayfasından öğrendim. İçim yandı. O da altı yıl yaşadığım, bisiklet sürdüğüm Sümerler Mahallesinde oturuyordu. Bu mahalle yerle bir oldu. Sümerler İlkokulu’nun adını değiştirdiler. Batası bir Müteahhitin adını okula verdiler. Ali Yüce kapı komşumuzdu. Sanki Antakya benimdi. Zaman zaman Asi Nehir boyu yürür, Ali Yüce’yi dinlerdik. Büyük bir ansiklopediydi. Tekin’le Antakya 2017 kitap fuarı standımıza büyük bir şenlikle geldi. Oturduk, çay içtik, dedik, güldük. Birbirimize kitap imzalayıp verdik. Az sonra Mehmet Karasu, Mehmet Ali Solak geldi. Hasret giderdik. Solak da Güney Rüzgârı Dergisini yayınlıyordu ve Cumhuriyet Gazetesi’nin Antakya Muhabiriydi. Hatay’ın belleğimde derin izleri var. Köşe bucak bildiğim bir ildir. Çocuklarım birer Antakyalıdır. Oğlum Çağlar şu anda Antakya'da kurtarma ekibindedir. Oradan çok şey öğrendik. Mutfağımız, yaşama biçimimiz değişti. Ölen başta Mehmet Tekin arkadaşıma, haber alamadığımı diğer komşularıma, ölen bütün Antakyalılara rahmet, kalanlara sağlık, sabır diliyorum. Elbette diğer Mehmetlerden sağlık haberi bekliyorum. (Mehmet Karasu ile telefonla konuştum. Ankara' ya geldi. M. Ali Solak da Antakya'dan ayrıldı, dedi. Bu habere sevindim. ) Not: Mehmet Tekin'in çalışmaları M. Çağatay Özdemir'in çalışmasını aşağıda veriyor, kendisine teşekkür ediyorum. _______________ Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Senatosu tarafından fahri Doktor unvanına layık görülen rahmetli hakkında daha önce feyste yazdığım yazı. M. Çağatay Özdemir __________________ Türkiye'nin Güneyde Uç Beyi Mehmet Tekin Değerli dostum Mehmet Tekin Türkiye'nin güneyde kültür uç beyidir. Antakya'da yaşıyor. Afyonkarahisar Dinar doğumludur. Mustafa Kemal Üniversitesi'nde idari personel olarak çalışmış ve oradan da emekli olmuştur. Kalemi işlek bir yazardır. Yaptığı kültür hizmetinden dolayı Mustafa Kemal Üniversitesi Mehmet Tekin'e fahri doktora payesi vermiştir . Sağ olsun hem bana hem de Seyfettin Sağlam Aga'ya yeni basılan kitabından imzalı birer nüsha gönderme nezaketinde bulunmuş. Kalemine sağlık. Teşekkür ederiz. KİTAPLARI ( 2011 yılı sonuna kadar) – Öğrenci Dünyası, Ankara 1973 (Kendi yayını) – Modern Matematik-Anaokulu, (Dr. Lola May’dan çeviri), Urfa 1974. 2. Baskı: 1976 (Kendi yayını) – Küçük Kızılderilinin Çilesi (C. Robert Bulla’dan çeviri), Dinar 1981. (Kendi yayını) – Bir Türk Köyü (Mary Gough-Victor Ambrus’tan çeviri), Dinar 1982 (Kendi yayını) – Okulda Başarının Yolları, Dinar 1982. (Kendi yayını) – Okuma-Yazma. Kavramlar, Yöntemler, Araçlar. (Nazmi Özdemir’le) . Antakya 1993. (Hatay Milli Eğitim Müdürlüğü yayını) — Hatay’ın Basın Tarihi I, Antakya 1983. (Kendi yayını) – Hatay’da Vakıf Haftası (3-9 Aralık 1984) (Mehmet Tekin-Ali Tunç). Antakya 1984 (Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğü) – Hatay Basın Tarihi, Antakya 1985 (Kendi yayını) – Hatay Basınında Atatürk 1928-1939. Antakya 1985. İkinci Baskı 1987 (Kendi yayını) Üçüncü Baskı : 1994 (Antakya Gazeteciler Cemiyeti Yayını) – Antakya Belediye Reislerinden Halefzade Süreyya Bey. Antakya 1986. – Tarihte Hatay ve Hatay Devleti. Antakya 1986, 1987 (Antakya Ticaret ve Sanayi Odası yayını) – Antakya’da Mevlidle İlgili Adetler ve Kamil Sarıateş’in Yazdığı Mevlid-i Nebevi. Antakya 1986. İkinci baskı : Mevlid ve Hatay Mevlidi. Kamil Sarıateş’in Mevlid-i Nebevisi. Antakya 1990 (Kendi yayını) – Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol’lu Kara Hasan Paşa. Antakya 1986. (Kendi yayını) – Kütüphaneler, Kitaplar, Okuyucular. Antakya 1987 (Türk Kütüphaneciler Derneği Hatay Şubesi yayını) – Antakya Kapılarında ve Dr. Edip Kızıldağlı Bibliyografyası. Antakya 1987 (Kendi yayını) – Atatürkçü Düşünceyi Özümseme. Antakya 1987 (Kendi yayını) – Okulda Başarı, Ankara 1988 (Zihinsel Özürlü Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Hatay Şubesi yayını) – Dr. Edip Kızıldağlı’dan Hatay Masalları (Bülent Nakib ile). Antakya1988.(Türk Kütüphaneciler Derneği Hatay Şubesi yayını). İkinci baskı : Dr. Edip Kızıldağlı’nın Derlediği Hatay Masalları, Antakya 1993 (Kendi yayını) – Mehmetçik Hatay’da-Basında 5 Temmuz 1938, Antakya 1988. (Kendi yayını) – Harf İnkılabı, Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay’da Yeni Yazı. Antakya 1988 (Kendi yayını) – Afyon Basını ve Afyon Basınında Hatay’ın İşgal Yılları. Antakya 1989 (Kendi yayını) – Atatürk ve Hatay. Antakya 1989. (Kendi yayını) – Hıdırellez ve Hatay’da Hızır İnancı. Antakya 1990. (Kendi yayını) – Bekir Sıtkı Kunt, Hayatı, Sanatı, Hikâye Kitapları, Hatay Sorununda Çalışmaları, Hikâyeleri Dışında Kalan Yazıları, Hikâyelerinden Örnekler (Bülent Nakib’le). Antakya 1990. (Türk Kütüphaneciler Der. Hatay Şb. Yayını) – Hatay Manileri, Antakya, 1991 (Hatay Folklor Araştırmaları Derneği yayını) – Fecr-i Ati Yazarlarından Cemil Süleyman (Alyanakoğlu), Antakya, 1991 (Kendi yayını) – Hataylı Şairlerden Atatürk Şiirleri. Antakya 1992. (Kendi yayını) – Türkistanlı Evliya-Şair Hoca Ahmet Yesevi. Antakya, 1993. (Kendi yayını) – Cemil Meriç, Şair-Yazar-Filozof. Antakya, 1991 (Kendi yayını) – Dinar’da Hıdırellez. Antakya, 1992 (Kendi yayını) – Antakyalı Din Şehidi Habib Neccar. Antakya, 1992. İkinci Baskı : 1993. (Kendi yayını) – Hatay Tarihi. Antakya 1993 ( Hatay Kültür ve Sanat Vakfı ile Antakya Gazeteciler Cemiyeti’nin ortak yayını.) 2. Baskı: 1999, 3. Baskı: 2005 (Kendi yayını) – Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefzade Süreyya Bey. Antakya, 1993. (Kendi yayını) – Hatay Şiirler-Yazılar Antolojisi. Antakya, 1993 (Kendi yayını) – Gurbet Çocuğu, Antakya 1993 (Kendi yayını) – İkaz-ı Millet. (Antakyalı Rüştü), Hazırlayan ve yayınlayan : Mehmet Tekin (Kendi yayını) – Hatay Evliyalarından Bayezid-i Bestami, Antakya, 1994 (Kendi yayını) – Kısa Hatay Tarihi. Antakya 1994 (Kendi yayını) – Arap İsyanı ve Suriye’nin İşgali, Antakya, 1995 (Kendi yayını) – Türk Kurtuluş Savaşında Yayladağı, Antakya, 1995 (Kendi yayını) – Hatay’ın Tek Kadın Halk Şairi Aşık Meryem, Antakya, 1997. (Kendi yayını) – Havacılığımız, Hava Şehitlerimiz ve Hatay’dan Hava Şehitlerine Şiirler. Antakya, 1998 (Kendi yayını) – Şiir Şöleni (Antoloji), Antakya, 1991 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiir Bahçesi (Antoloji), Antakya, 1993 (Hatay Folklor Araştırmaları Derneği yayını) – Şiir Demeti (Antoloji), Antakya, 1994 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiiristan (Antoloji). Antakya, 1995 (Antakya Belediyesi yayını) – 13. Antakya Festivali – Şölen’97. ( Antoloji), Antakya 1997 (Antakya Belediyesi yayını) – Hatay’da İnanç Turizmi Merkezleri , Antakya 1997 (Kendi yayını) – Habib Neccar of Antakya , (İngilizceye çeviren: Nurşin Çinçin) Antakya 1998 (Kendi yayını) – Şölen ’98 –Antoloji, (Bülent Nakib’le), Antakya 1998 (Antakya Belediyesi yayını) – Komşu Penceresinden Suriye, Antakya 1999 (Kendi yayını) – Aşık Mehmet Sakar, Antakya 2000 (Kendi yayını) – Bakras Karamurt Hanı ve Hasan Paşa Vakfı, Antakya 2000 (Kendi yayını) – Mehmet Güneş Şiir Şöleni 1999-2000 –Antoloji, (Bülent Nakib’le), Antakya 2000. (Antakya Belediyesi yayını) – Hatay Tarihi -Osmanlı Dönemi, (Atatürk Dil Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını), Ankara 2000 – Hatay’ın Tarihçesi ve Eski Antakya Kütüphaneleri, Antakya 2001 (Kendi yayını) – Tayfur Sökmen ve Hatay, (Kitapçık), Antakya, 2002 – Hatay Devlet Reisi Tayfur Sökmen, (Mustafa Kemal Üniversitesi Yayını) Antakya 2002 – Hatay Halk Şairlerinden Aşık Yusuf Doğruer, (Kendi yayını), Antakya 2002. Genişletilmiş ikinci baskı: Hatay Halk Şairlerinden Aşık Yusuf Doğruer, Antakya 2005 – Güz Yağmuru (Şiirler), Osman Dokuzoğuz ,Yayına Hazırlayan : Mehmet Tekin (Kendi yayını), Antakya 2002 – Deprem ve Tarihte Antakya Depremleri ,VI.Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirisi, ( HAFAD yayın no: 28 ) Antakya 2002 – Şiir Tutkunları -Antoloji, (Bülent Nakib’le), ( Antakya Belediyesi yayını), Antakya 2003 – Şölen 2004 –Antoloji, (Bülent Nakib’le) , Antakya, 2004 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiirle Yeniden Buluşmak –Güldeste- (Mehmet Güneş Şiir Şöleni, 9.8.2008) , Antakya 2009 (Kendi yayını) – Dinar Yazıları, (Dinar’ın ilçe oluşunun 100. yılına armağan) Antakya 2009. (Dinar Lisesi yayını) – Atatürk’ün Vazgeçilmez Davası Hatay, Antakya 2009 (Kendi yayını) – Hatay Devleti Millet Meclisi Zabıtları, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 2009 – Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol Çeteleri, Antakya 2010 (Kendi yayını) – Mehmet Akif Ersoy’un Antakya Seyahati, Antakya 2010 (Kendi yayını) – Hatay’ın İşgal Yılları ve Bağımsız Hatay Devleti Kronolojisi, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 2010 – Hatay Devleti Millet Meclisi Reisi Abdulgani Türkmen, (M.Mehtap Tekin’le), Antakya 2011 – Dörtyol Halk Şairlerinden Mustafa Cengiz, (Kadir Aslan’la), Dörtyol 2012 – ve 21 Cilt GÜNEYDE KÜLTÜR

  • RÜYA OLAYDI

    Biriciğim rüya görmüş Ekranda izliyormuşuz Evlerin bir bir yıkılışını Karton gibi üst üste. Hayra yoramam da, Hayır olsun inşallah deyişim Buruk. Ertesi sabahına uyandık Genç anne Kızıma, Ayan olmuş, Eyvah! Yüreğimize Kor alevler düştü. Güneydoğu yerle bir! Maraş, ah Maraş! Öyle böyle değil sallanan Her biri yedinin üstünde Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Adana Antep, Kilis, Malatya, Osmaniye İlle de Hatay!.. Damdan bir kez düştük biz Doksandokuzda. Acıları acımız! Binlerce hayat, binlerce umut Gün ışımadan söndü, Bir buçuk dakikada. "Sesimi duyan var mı?" Deyişleri kulağımızda gün gibi, Yaralarımızı kendimiz yalayarak, Çırpınıyoruz! Muktedir değiliz affedin! Tez elden, Eremedik, Yetişemedik, Çoğunuzun ellerine!..

  • DEPREM

    -Maraş depremi sırasında ölen kızının elini bırakmayan babanın çaresizliği- Fuat ÖZGEN * Bir anda olan Var olan yok olan Ne olduğunu anlamadan Her anlamda bir boşluğa düşmek Her şey toz duman Acılar, dinmeyen, katlanan acılar Kaybolan can, sağlık, varlık Enkaza dönen binalar, Yıkıntılara karışan anılar Canın yongası birikimler Faylarla kırılan yaşam Yokluklar, yoksunluklar, Bir dilim ekmek, bir bardak su bulamamak Ölüsü, yaralısı, dirisiyle yıkıntıda sıkışmak Umutla umutsuzluğun yer değiştirmesi Ayırımcılıklar, ayrıcalıklar, Hırsızlık, arsızlık, fırsatçılıklar Zaptedilemeyen öfkeler Doğaya kulak vermeme sonucu Duyacak kulağın kalmaması -Maraş depremi sırasında ölen kızının elini bırakmayan babanın çaresizliği-

  • GÖÇÜK ALTINDA

    1923 Ruhunu kaybedince tükenişi yaşıyoruz. Çaresiz kalmak, yutkunmak, söylenmesi gerekeni içine gömmek… Bugünler işte o günler. Milletçe çok büyük acılar içindeyiz: Hatay, Gaziantep, Malatya, Adıyaman, Adana., Diyarbakır, Urfa, Osmaniye, Kilis, Elazığ... Binlerce insanımızı kaybettik, yüzbinlerce insanımız evsiz barksız... Söylenecek çok, hem de o kadar çok şey var ki... Hiçbir yetkinliği, birikimi olmayan hırsız, katil müteahhitlerin yaptıkları evler insanların mezarı oldu. Biz bu acıları 1999 yılında da yaşadık. O depremden gereken dersi çıkardık denilerek "doğal afet sigortası fonu" oluşturuldu. Fonda toplanacak paralarla insanımızı güvenli binalarda oturtmaktı amaç. Oluşturulduğu yıldan beri fonda hatırı sayılır bir meblağ toplandı, toplanmasına toplandı da ne oldu sonuç? Acı, gözyaşı, yıkım, ölüm, ölüm, ölüm... yine bize kaldı... Akıl ve bilimin rehberliğinden uzaklaşınca, hepimiz göçük altında kaldık, Güneydoğu depremindeki yurttaşlarımız gibi… Pozitif ilim okumuş, pozitif ilmin öğretim üyesi biri, üstelik de fizik profesörü. Diyor ki, “Deprem, bina değil, Allah öldürür!” Bu kafa Ortadoğulu bir kafa değil mi? Bir diğeri diyor ki, “deprem bölgesine mobil mescit… Allah'ım aklıma mukayyet olmam lazım... Biz daha çok göçük altında kalırız, böyle etkili, yetkili yetkililerimiz olduğu sürece… Şubat 2023 Salihli

  • HER ZAMAN DENEMEYE DEĞER

    Aydın ŞİMŞEK * “Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.” Italo Calvino Yazan kişinin zihni her zaman karışıktır. Hem de öylesine ka­rışıktır ki, kurgunun tümünü riske edeceğini bildiği cümlenin ya­pısıyla, anlam değeriyle, göstergeler ve çağrışımalarıyla uğraşmak zorunda kalır. Kendisinde olanlarla, kendisinden beklenenler ara­sındaki sıkışmışlığı sürekli yorar yazarı. Ön kabuller, yargılar ve toplumsal koşullandırılmışlık ayrı bir kıskaçtır. Yazmak istedik­leriyle, yazılmış olanlar arasındaki dolaylı, dolaysız bağ nedeniyle de, tekrardan korunma güdüsüyle vs. uğraşıp durur. Yazarın zihnini; bilinç dışındakiler, bilinçe temas edenler, ge­lenekler, politize edilmiş değerler, etik-estetik aranışlar, anlatı için inşa edilecek dil, tema ve onun olası kusurları, kontrollü hareket etme istenciyle özgürce yazma istenci arasındaki çatışmalar, ego­lar ve öngöremiyeceğimiz onca şey oluşturmaktadır. Sakınmak, metin içinde serbestçe salınmak, bazen ritim tutturmak bazen ritüellerin içinde geçmek… Kısaca yazmak kişisel bir bellek oluş­turmaktır ve bu bellek akıl kadar sezgilerin de içinde oluşur. Unutma ve hatırlama diyalektiği, kabul etme ve reddetme gerili­mi, kolektif hafıza ile bireysel aranış, politik sınırlamayla deney­sel istenç arasında gidip gelir yazar. Yaratıcı yazarın zihni bir bakıma dil gibidir, karşıtlık üzerinden çalışır ve anlamlarını da dilin ikili karşıtlığı üzerinden kurar. Şems’e ait olduğu söylenen şu sözleri de anımsamanın tam yeridir: “Ben bir söz söylerim ben anlarım sen anlarsın Bir söz söylerim ben anlarım sen anlamazsın Bir söz söylerim ne sen anlarsın ne ben anlarım...” Yazarın zihni dimorfik bir yapıdadır. İmgelem dünyasında her türün farklı biçimlerde görülmesi, onun çoğu zaman bir yere ait olmasına da engel olur. Karmaşık zihin yapısından her seferinde çıkırıp getiridiği de farklı söylemler, öngörüler taşır. Dolayısıyla kesin ve mutlaklıkla sınırlandırılmış yönetici-yönlendirici bilinç­le çatışıp durur. Onun için yaşama anlam veren şey akıl tanrısı olamaz. Yaşam ancak ölümle birlikte anılır ve birini diğerinden ayrıştırıp kutsamak saf bir hayat aramaktır. Oysa yaşamda her şey karşıtıyla anlam kazanmaktadır ve karşıtı olmayan şey, üzerinde konuşulacak şey değildir. Değersizdir. Aslında bu çatışıklı hayat bir denge aramayı da zorunlu kılar. Bu nedenle savaşa karşı barış, kötüye karşı iyi, kaosa karşı düzen vs. aranış halindedir. Bu ülkülere ulaşmak için de yeni söylemler, yeni araçlar kullanılır. Anlam katmanlarında ilerledikçe, farklı de­neyimler yaşadıkça yeni bir dil aranır; aranan dil bulunduğunda da kurulan bu dengeyi bireysel-toplumsal yaşamda geçerli kılacak diğer alanlarla ilişkilendirir yazar. Bu bağlamda da sanat ürünü hayatın diğer alanlarına geçirgenlikler taşır. Politikaya, psikoloji­ye, sosyal hayata ve başka birçok alana. Ta ki kurulan dengeyi yeniden bozacak bir durum ortaya çıkana kadar sürer bu durum. Bütün sanat manifestolarının varlığı bu değişim dönüşüm neden­selliğinden doğmuştur.-164- Yazarın dili de doğurgandır. İçinde oluştuğu insanın halleri ve olası halleri için harekete geçer. İnsanın halleri için kimi pozitif alanlar, geleneksel yapılar yazara kılavuzluk yapsa da, insanın ola­sı halleri için yazarın sezgisi, öngörüleri ve yetileri çalışır. İnsanın çatışmalı alanları olabildiğince geniştir. Bu çatışma alanlarının ucu inanca, doğaya ve insana değer. Bu geniş alanda insanı nelerin beklediği kısmen yönetilebilir ancak doğa- insan ve inanç-insan çelişkilerinin yıkımları çoğu zaman öngörülemez. Giderek doğa­dan koparak, varlık zinciri-değeri içinde kendini biricik görme­ye başlayan, bu nedenle de doğanın bir parçası değil de, doğanın kendisine ait bir parça olma savıyla vahşileşen insanın sınırlarını belirlemek mümkün değil. Diğer yandan; alt ve yan kimlikler ve kültür kaynaklarının (mitler, meseller, masallar, sözlü aktarımları) örtülenmiş-baskı­lanmış değerleri de kendisini ifade etme alanı buldukça, edebiyat içinde güçlenip kendine alan açıyor. Merkezin belirlediği değer­lerin alternatifi olma iddiası da alt ve yan kültür dilini çevreden merkeze taşıyor. Böylece üst kimliğin oluşturup ikonlaştırdığı de­ğerler aşınıyor, bunun yerine öz’e dönme arayışlarıyla, kök sorgu­laması yapılıyor. Saf kültür dayatıları, biriciklik ve ülküsellik nosyonu, estetik değerler melezleşiyor ve doğu-batı sentezli kurmacalar çoğalıyor. Yani çok kültürlü ve çok kimlikli bir yapı hızla yaygınlaşıp, kabül görüyor. Çoklu çatışma kültürü içinden geçen yazarın da, “olası haller” üzerine kurgu girişimi ondan farklı bir dili talep edecektir. Fan­tastik, bilim kurgu, yeraltı, kaos, distopik, apokaliptik yaklaşımlar bu beklentinin bir sonucudur. Yani doğrudan deneyimlenen bir dildir. Her türlü doğrudan deneyimlemeye hazır olmalıdır yazar ve bundan da hiç çekinmemelidir. Giderek güçlenen ve tamamen hayali bir zaman üzerinden ilerleyen kurmacanın büyülü ve ta­nımlanamayan kahramanları, karakterleri, kendine özgü biçimi olmayan amorf varlıkları geleceğin dünyasına anlatmaya yönelen bir dilin ortaya çıkmasını talep edecektir. Bu dilin peşine düşmek doğrudan deneyimlemek değilse nedir? Değişime ayak uyduramayan dil zamanla yazarın ayak bağı olur, hatta dil tutcu, faşist bir olguya dönüşür. Salt bu nedenle bile, her zaman denemeye değer. Yazarın hakikat arayışı da bu alanın içindedir. O nedenle sanatın kendini amaç edinmesi, ilk andan itibaren bir başka amaçlarla doğrudan ilişkileneceği için, (anlam, betimleme, karakterler, önermeler, göstergeler, doğru ve yan­lış üzerinden içeriğin eleştirel yapısı vs.) her sanatcı ve her sanat ürünü bilinçli ya da bilinçsizce toplumsallaşır. Çünkü ‘‘hakikatin diyolojik yapısı’’ en az iki kişiliktir ve dil de ikili karşıtlıklar üze­rinden anlamlara, kavramlara ulaşır. Diğer yandan çoklu kültür yapısı, çoklu kuşak çatışmasını da tetiklemiş gözüküyor. Belli bir formda oluşan ve yazılı olmayan kurallarla denetlenen manevi değerler hızla çözülüyor. Bu neden­le hayatın her alanında yazılı kuralların zorunluğu artıyor. Mo­dern toplum kurallarla bağlanmış toplumdur. Yazılı olan ve olma­yan kurallar içerisinde 20.yy başından itibaren farklı kuşakların ortaya çıkışına tanık olduk. Yüz yılın başında kuşak kavramının değişim hızı 40-50 yıl olarak kabul edilirken, bu gün kuşaklar ara­sı kültürel farklılık neredeyse 5 yıla kadar indi. “Sessiz Kuşaklar” diye tanımlanan kültürel örgülenme bu gün yerini çok sesli ku­şaklara bırakmış gözüküyor. Beş yıl da bir tercihleriyle, beslenme biçimleriyle, iş dünya­sındaki pozisyonları ve kullandıkları mikro makinelerle özgür­lüklerini hemen ilan edebilen, esnek çalışma ve tembellik hakkı üzerinden ayırtedici alanlar açan, birbirinden neredeyse kesin çiz­gilerle ayrışan büyük ve devingen bir yapıyı tek bir anlam içerisine sokmamız mümkün değil. Artık biliyoruz ki tek anlam devri geç­ti. Gördüğümüz, dokunduğumuz, kullandığımız hemen her şey hem kendisi, hem de kendisinden daha fazlasıdır. Adlandırmalar bir dönemi sınırlandırmak ve yönetebilmek için zorunlu sosyo­politik bir durumken, bu gün hiç bir adlandırma, yönetme kül­türüne özel güç sağlamıyor. Çünkü anlamlar, kavramlar, değerler, nesneler hızla genleşiyor. Bazıları bu genleşmede sönümlenerek hayatımızdan çıkıyor; bir dönem hayatımızın vazgeçilmezi olan şeyler, geri gelmemek üzere tarihsel misyonunu tamamlamış olu­yor. Bazılarıysa, içeriklerine eklenen yeni boyutlarla işlevselliğini çoğaltıyor. Böyle olunca da imge saldırısı altında kalıyoruz. Bir imgenin içeriğini kavramadan başka bir imgenin biçimlediği tü­keticiler oluyoruz ya da tamamen bu yeni hayata kayıtsız kalarak, bize rağmen olanları biraz da üzülerek izliyoruz. Üzerinde sıklıkla konuştuğumuz X, Y, Z kuşağı hakkında iyi kötü bilgimiz var. Ancak bu kuşakların papucunu dama atacak yeni bir kuşak dalgası hızla üzerimize geliyor. Bilim adamlarının deyimiyle, “eşi benzeri görülmemiş bir insanlığı inşaa edecek olan” ALFA KUŞAĞI kapımıza dayandı. Bu gün, en yaşlısı beş yaşların­da olan, birçoğu anne karnında gün sayan, 2013 ile 2030 yılları arasında doğmuş/doğacak olanları kapsayacağı öngörülen Alfa Kuşağı’nı, dijital kuşak olarak da tanımlayabiliriz. Giyilebilir-ye­nilebilir enerji kaynaklarını kullanacak, farklı farklı boyutta ama her yerdeki ekranlardan seslenecek, daha doğmadan tabletlerin içinde gezinecek, üstleri başları çeşitli elektronik alıcı-vericilerle, sensörlerle donanmış ve iletişimi yüksek teknoloji üzerinden ya­pacak olan bir kuşağı tanımlamaya çalışıyorum. Derdimi daha iyi anlatabilmek için, Alfa Kuşağı’nın öngörülen bir kaç özelliğini buraya almamda yarar var: • Aynı anda birden çok işle meşgul olmayı sevecekleri tahmin ediliyor, • Animasyonları, görselleri, görüntüleri, holografik iletişimi ve eğlenceyi yazıya ve konuşmaya tercih edecekler, • Tek bir olaya odaklanamayacaklar, düzlemsel okuma yapa­mayacaklar, • Sanal robot ve hologram arkadaşlarıyla daha iyi anlaşacaklar, direk insani ilişki kurmaktan çok makineler aracılığıyla ileti­şim kuracaklar… Makineyi insanlara tercih edecekler, • İhtiyaçları olduğunda bunu ebeveynlerine değil Google’ye, dijital ya da robot asistanlarına sormayı tercih edecekler, • Ölümü bir tür hastalık gibi yaşayacaklar; genetik ve nano tek­nolojilerle tüm canlıların ve organların arızaları giderileceği için ölmeyeceğine inanan bir kuşak olacaklar… Durum böyle gelişirken, şimdiden bu kuşağın öyküsünü, ro­manını yazmak isteyen bir yazara elimizdeki dili ve onun sınırla­rını mı önereceğiz? Elbette önerebiliriz de, ancak bunun yaratıcı ve özgün bir karşılık bulması zor gözüküyor. Değişim dinamikle­rinin ve değişimi zorunlu kılan düşünsel/ fiziksel araç ve alanla­rın bu denli çoğalması, tek bir anlatı dilini, tek bir kurgu biçimini şimdiden eskitmiş gözüküyor. Modernizmin kurduğu hiyerarşi, düzen, merkezileşmiş kont­rol sistemine karşın, merkezi kontrolün kalkmasını isteyenler çoğalıyor. Bunun için hem ılımlı hem de marjinal sorgulamalar ve eylemler tüm dünyada giderek güçleniyor. Yine modernizmin başyapıtı sayılan ulus-milliyet gibi büyük politik yatırımlar, ku­rumsal güç çatışmaları ve kimlikçi politikaların öne çıkarılmasıyla aşınmaya başlamış gözüküyor. Kılavuz bilgi yönteminin “ihtiyaç halinde” bilgiyi kurgulaması, kapsayıcı, araştırmaya-incelemeye dayalı bilginin yerini alıyor. Resmi ciddiyete ve merkezileşmiş ik­tidara karşı koymanın bir yolu olarak, oyun ve ironi giderek yay­gınlaşıyor. Yine modernizmin kurguladığı “yüksek ve aşağı kültür ayrımı”nın, yüksek-resmi kültür ile oluşturduğu otoriteye karşı, aşağı popüler kültürün imgelerinin güçlenmesine ve pop kültürü­nün yeniden güçlü şekilde değer kazanmasına tanıklık ediyoruz. Sanat disiplinlerinin tümünde yer alan, bütünlük ve kusursuz­luk hissinin yerini hızla melezleşme, alt kültür kimliklerin sanat yoluyla birbirine bağlanması ve yeniden deformasyon alıyor. Böy­lelikle estetik algısı-bilgisi içerikten çok biçime dönüşüyor. Sanatçı için de amacın “sanat” olmasından çok proses ya da performans olması öne çıkıyor. Düne kadar ortaya konulan sanat pratiği ya da sanat ürünü orjinal bir obje olarak değerlendirilirken, günümüzde saf sanat anlayışının yerini, ekonomik üretim olarak sanat alıyor. Dünyayı ve dünyanın bilgisini taşıyan, onu tanıtan yaygınlaştıran basılı kitap ve kütüphane sisteminin yerini de hızla, dijital kitap ve dijital kütüphaneler alıyor. Büyük değişim dalgasının en dikkat çekici özelliği, modernizm devasa makinelerle anılırken yeni dünya bilgi ve dijital devrimle övünüyor. Bu yeni devrim dalgasında makineler minimalist, iş­levleri ise devasa bir boyutta sürüyor. Minamalizim her türlü tasa­rımda belirgin olarak varlığını duyumsatıyor; mimaride, müzikte, edebiyatta, resimde minimalist imgeler daha ilgi çekiyor, üzerin­de geniş tartışmalar yaşanıyor. Neredeyse her adımda bir tasarım mucizesiyle karşılaşıyoruz ve tasarım müzeleri giderek alanlarını genişletiyor. Sanatın merkezi sayılan şehirlerde minimalist per­formanslar yaygınlaşıyor, sanat pratiği için özel mekânlar yerine, “sanat her yerde-sanat sokakta” vurgusu, yeryüzünü sanat platformlarına, sahnelere dönüştürüyor. Kapalı, elitist ve içdile dayalı modernizmin ideolojisi yerini daha çok sokağa, anarko ve yıkıcı düşüncelere/davranışlara bırakıyor. Düşünceyi devindiren bilgi sıradanlaşıyor, bunun yerine görsellik ve vitrin anlamlı bir şekilde hayatımıza giriyor. Birleştirici diye ilan edilen dijital kültür, hiç olmadığı kadar aynılaştırıcı ve kişiselleştirici bir dil kullanıyor. Görüldüğü gibi çok sesli, ironik, fantastik, medyatik, sanal, sosyal medya dinamikleri olan bir dünyayı yaşıyoruz. Bu dünyada diyaloglar ve diyolojik okumaklar azalırken monologlar çoğalıyor, tekrarlar ve öğretici-yönlendirici-biçimleyici otoriter dil, ironik ve kara mizahla sıradanlaştırılıp, vasata çekiliyor. Hayat devrimci bir aranış içinde olana yeni kapılar açarken, geleneksel olanda ısrar eden, “kendine rağmen” gelmekte olan dünyanın dışında kalıyor. Bireysel-yaratıcı eylem alanı olan sanatsal faaliyetler de daha karmaşık, kaotik, daha anlaşılmaz ve daha kırılgan bir zamanın içinden geçerken, bu büyük karnavalı tek bir anlatı diline sığdır­mak mümkün mü? Dil; isyan, itiraz, başkaldırı üzerinden anla­maya çalışıyor bu yeni dünyayı. İşte tam da bu nedenle yazar hiç olmadığı kadar deneysel olmak ve denemek zorundadır. * maviADA Dergisi için düşünülen ve Önümüzdeki Günlerde Basılacak; "YAZMAK KENDİNİ YENİDEN YARATMAKTIR" DOSYASINDAN

  • DEPREMİN DEPREŞTİRDİĞİ DUYGULAR

    Zeki Sarıhan * İşin esası şudur ki, yerküre bizim istediğimize göre hareket etmiyor. Biz onun yasalarına uymak zorundayız. Yaşanan her doğal yıkmdan sonra bize bir kez daha hatırlatıyor. Yapılarımızı nereye konduracağımızı ve hangi malzemeyi kullanacağımızı söyleyip duruyor. Ne var ki, yaşadıklarımız doğanın lisanı hal ile sösylediklerinin bir kulağımızdan girdiğini, diğerinden çıktığını gösteriyor. Sonuçta enkaz haline gelen kentler, yıkıntılar altında feci bir şekilde can verenler, sakat kalanlar, mahvolan millî serveteler… Felaket, bütün takımlarını toplayıp geliyor. Yollar tıkanıyor, doğal gaz ve elektrikler kesiliyor. Sular akmaz oluyor, haberleşme kesintiye uğruyor, araçlara benzin bulunamıyor… Krizlere karşı iyi örgütlenemediğimiz, böyle zamanlarda daha iyi anlaşılıyor. Okullarda kâğıt üzerinde yangın ekipleri kurulur, herkesin görevi saptanır ve imza altına da aldırılırdı. Sonra hiç kimse görevini hatırlamazdı. Depremden 24 sat sonra bile kurtarma ekiplerinin ulaşamadığı yıkıntılar oluyor. MİLLÎ DAYANIŞMA Milletin nasıl bir topluluk olduğu böyle zamanlarda anlaşılır. Türk milleti, herhalde diğer milletler gibi felaketler karşısında dayanışma, yardımlaşma duygularıyla doludur. Mahallede bir ev tutuşmuşsa herkes hiç değilse yangına kovasını alarak koşar. Yurtsuz kalanlara evini açar. Azdan az, çoktan çok yiyeceğini paylaşır. Yanan evin sahibine dargın bulunan biri bile kenarda durup seyretmeye ar eder. Şimdi Türkiye’ye birçok ülkenin yardıma koşması gibi. Bu duygunun altında yatan, kendisinin de bu tip felaketlere uğrayabileceğini düşünmesidir. Örgütlenmiş toplumlarda bu tip lelaketler karşısında kargaşaya yer yoktur. Görevlilerin işbaşı yapması yeter. Diğerlerimizin kalabalık yapmaktan uzak durması daha iyidir. Şimdi, 6 Şubat 2023 günü, Kahramanmaraş Merkezli 7.7, bir gün geçmeden 7.6’lık iki yıkıcı yer hareketi, toplumsal felaketler karşısında sosyalizm ilkelerinin yeniden gündeme getirdi. Herşeyden önce sosyalizmin insan odaklı politikası yürürlüğe girmiştir. Herşeyin başı insan ve onun yaşamasıdır. Mal, mülk, rütbe, filan partinin seçmeni olmak gibi kavramlar geçersizdir. Kurtarıcıların en büyük çabası, insanı ölümün elinden çekip almaktır. Kadın olsun, erkek olsun, çocuk olsun veya patron olsun, kapıcı olsun. Orada insan yaşatılması gereken en değerlli varlıktır. Felaket, insanlar arasındaki eşitliğin yürürlüğe konulmasını zorunlu kılıyor. Herkesin su, yiyecek, battaniye, çadır ihtiyacı eşittir. Yıkılan apartmanların sahipleri ile kiracıları, fabrikaların patronları ile işçileri de eşit muamele görür. Depremin olduğu saatten beri, hırslı politikacıların rakipleri hakkında sarf ettikleri ötekileştirici, hakaret dolu söylemleri şıp diye kesildi! Sürekli olması gereken insana saygı birkaç günlüğüne de olsa yürürlüğe girdi. Türk, Kürt, Arap, şu partili, bu partili kalmadı, hepsi olması gerektiği gibi eşitlendi. Deprem sosyalizmi kavramı, benim kafama 1999 Adapazarı Depreminde dank etmiş ve “Deprem Sosyalizmi” yazısını yazmama neden olmuştu. Bunu 28 Ocak 2020’de Elazığ Depvremi nedeniyle bir kez daha hatırladım ve paylaştım. Her doğal ve toplumsal fekaket karşısında sosyalizmi hatırlamaktan daha doğal ne olabilir? Sömürü, tahakküm ve yalan üzerine bina edilmiş kapitalizmn burada esamisi bile okunmaz. SOSYAL FELAKETLER SÜRÜYOR İnsanoğlu’nun karşılaştıkları felaketler, yalnız doğal afetler değildir. İlkçağ’da insanların büyük çoğunluğunun efendilerin kölesi haline gelmesinin yarattığı yıkıntı, bütün insanlığı ilgilendiren bir felaket değil midir? Hem de bin yıllarca süren! Bu sosyal felaket, biçim değiştirerek günümüzde de devam ediyor. Kimisi saraylarda keyif çetıyor, kimi tek gözlü, iki odalı sağlıklsız koşullkarda ömür tüketiyor. Kiminin yediği önünde, yemediği arkasında, kimi pazar artıklarını toplayarak nefsini köreltmeye çalışıyor. Okullarımız bile ayrı. Kesesine güvenen özel okulları tercih ediyor, bazısı devlet okullarında talim zorunda kalıyor. Ölenleri geri getirme dışında son deprem yıkımının açtığı yaralar şu veya bu biçimde sarılacaktır. Fakat sosyal eşitsizliklerin yalnız insan psikolojisinde değil, sosyal yaşamda açmaya devam ettiği yaralar nasıl ve ne ile sarılacak? Bunu dert eden insanımızın sayısı ne kadar? Her ne kadarsa birleşmelerinin, bir güç olarak ortaya çıkmalarının ve milleti temsil hakkını kazanmalarının önündeki engeller nelerdir? (7 Şubat 2023) zekisarihan.com

  • NEDEN YAZIYORUM?

    Semihat KARADAĞLI * Bugün sokaklarında parfüm kokularının birbirine karıştığı, Arnavut kaldırımlı sokaklarında dünyanın lüks markalarının yarıştığı adeta podyuma dönen, eskinin o güzelim taş evlerinde ailelerin sıcak tarhana kokusu ile uyandığı küçük bir kasabada doğdum, büyüdüm. Şimdi diyeceksiniz ki niye bu şekilde yazıya başladın? Eski taş binalarında mücadele, emek ve sevginin ısıttığı o binalardan birisinde doğdum. İnsan hangi renkte, dilde, dinde, nerede, kimin çocuğu olduğunu seçemiyor ya, ya da o kadar sperm içinden tercihini yaşamaktan yana koyan bir embriyoydum belki de. Doğduğum yer eskinin küçük bir köyü Ege kasabası. Geçimini tarımla çiftçilikle sağlayan mücadeleci insanlar diyarı. Hani ekmeğini taştan çıkaranlar. Ha işte tam öyle. Yazın sıcağında, kışın soğuğunda alınlarında damlayan ter ile mücadele eden bir anne ve babanın çocuğuyum. Babam daha ilk okul yıllarından itibaren bizleri okumamız ve kendi ayaklarımız üzerinde duracağımız bir meslek sahibi yapmak üzere yetiştirdi. Kızlarını okutup damatlarını mı zengin edeceksin? diyenlere " erkek çocuklarını okutun bir meslek sahibi olsunlar ama kız çocuklarını mutlaka okutun kendi ayaklarının üzerinde hiç kimseye muhtaç olmadan yaşasınlar. Evliliği muhtaç olduğu için değil sevdiği için yürütsün." derdi. Ne kadar geniş bir bakış açısı diye düşünürdüm. Ancak bunun ne kadar önemli olduğunu insan biraz daha büyüyüp sorumluluk aldıkça anlıyor. İlkokul yıllarında okulun kütüphanesinde kitaplarla tanıştım. Okudukça daha çok okumak isteği sardı. Ancak ne kitap alabileceğimiz kitapçı ne de okuyacağımız kitapların çok olduğu bir kütüphane vardı. Sınıfta olan, camlı bir dolapta birkaç öykü kitabı… Kitabı aldığım gün okumaya başlıyor, okurken kendi düş dünyamda yolculuk yapıyordum. Sonra üniversite ve lise eğitimi için İzmir’de yaşayan abi ve ablalarımın okuduğu kitaplarla şair ve yazarlarla tanıştım. Okudukça tasvirlerine hayran kaldım. Kendimce bir şeyler yazmaya başladım. Ancak küçücük bir kasabada büyük şehirde yaşayan çocuklarla sınavda şansımı zorlamak için mücadeleye devam etmeliydim. Ortaokul son sınıfta matematik öğretmenimin yaptığı sınavda sınıfta en yüksek notu almıştım. Öğretmenin söylediği söz hayat boyunca felsefem oldu. "Çocuklar bu aldığınız notları bilginin bir binanın kurulmasında atılan temel gibi düşünün. O nedenle bir binanın temeli ne kadar sağlam olursa o kadar yüksek bina çıkarsınız. Binanız o kadar sağlam olur." demişti. Çalışıyor ama hayatı tek çalışmak olarak düşünmüyordum. Okuyor araştırıyor ve öğreniyordum. Öğrendikçe bilgi denizinde öğrendiklerimin sadece bir damla olduğunun farkına varıyordum. Liseye başladığım zaman insanların arasındaki sınıfsal farklar ve eşitsizliklerin daha çok farkına varıyordu insan. Sonra üniversite. Serbest avukat olarak çalışmaya başladıkça haksızlıkları önlemeye çalıştıkça hayatın zorlukları içinde düşüncelerimi kaleme almaya başladım. Yazarak dünyayı değiştirmeye kendimce güzelleştirmeye başladım. Tolstoy da kitap yazdı, Adolf Hitler de. Sorun yazıda değil, kimin ne amaçla yazdığında… Çocukların gelecekleri için yarınlar için koca okyanusta bir damla su hesabı kalemin mürekkebi akmaya başladı. Peki sizce yazar kimdir? Neden yazar? Ismarlama yazı olur mu? Yazar ve şair hayatın gerçeklerini kalemlerinde damıttıkları sözcüklerle kâğıda akıtıp hayatın gerçeklerine kalemleri ile isyan eden, haksızlıklara başkaldıran, kış gününde dallara bahar çiçekleri konduran kişilerdir. Gerçek yazarlar biat etmez, tüccar gibi ısmarlama yazılar yazmaz, kalemlerinin mürekkebini üç kuruşa satmazlar. Yazmak bazen dünyanın tüm çirkinliklerini yürek fırçası ile boyayıp dünyayı güzelleştirmektir. Özdemir Asaf edebiyatın ve sanatın gerekliliğini " Edebiyat karın doyurmaz diyorlar. Doğru söylüyorlar, evet doyurmaz ; Çünkü ot, saman gibi bir nesne değildir Edebiyat açlığın anlamını verir ve bir de tokluğun değerini.” Şeklinde anlatır. Yaşar Kemal, Abdi İpekçi ile yaptığı röportajda sanat ve yazmak ile ilgili görüşlerinde “ Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. Yani bir kol emekçisiydim. 1951’de İstanbul’a geldiğimde, elimde bir kitaplık hikaye vardı. Örneğin, benim dünyaya çıkmış ilk eserim İnce Memed değildir, “Bebek” hikayesidir. Önce Fransızcaya çevrildi, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye, birçok dillere. Son yirmi yılın dünyada çıkmış birçok hikaye antolojisinde “Bebek” hikayesini de buluruz. 17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani paralel. Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir. Ben etle kemik nasıl biri birinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum." diye anlatır. Orhan Kemal "Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kalkarım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbal'e uğrar kahvemi içerim. Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu arada halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler." Derken halktan kopuk şair ve yazar olunmayacağını anlatır. Zülfü Livaneli çok severek okuduğum Serenad isimli kitabında “Ama sonra "Edebiyatın gücü de buradan geliyor" diye düşündüm. "Tolstoy da kitap yazdı, Adolf Hitler de. Sorun yazıda değil, kimin ne amaçla yazdığında. Tanrı bile kendini yazı ile anlatıyor. İyi ama yazının icadından önce Tanrı yok muydu?" sözleri ile yazmanın anlamını anlatır. Edebiyat Mutluluktur isimli kitabında “ “Ama yine de, bilincin getirdiği vicdan yükünün ve duyarlılığın neden olduğu rahatsızlığın çok kötü şeyler olduğunu düşünmezsiniz. Çünkü duyarlılık bir bütündür. Vicdanlarını köreltmek için gerçekleri görmeyecek bir kişilik yapısına bürünenler, vicdanlarını sağırlaştıranlar, evet, rahatsız olmaktan kurtulabilirler; ama güzelliklere karşı da körleşirler, sağırlaşırlar. Duyarlı olmak, sadece acıları ve çirkinlikleri değil, sevinçleri ve güzellikleri de algılamamızı sağla,.” diye anlatır yazmanın ve okumanın önemini. Dünyaca ünlü şairlerimizden Nazım Hikmet yazdıkları yüzünden memleketine hasret ölmüş ancak yine de yazma isteğinden vazgeçmedi. Rıfat İlgaz’ın Sınıf adlı eserinden uyarlanan “Hababam Sınıfı”nı izleyemeyen hemen hemen yoktur. Kitabıyla ilgili bir röportaj verirken “Nasıl bu kadar güldürebildiniz?” sorusuna “Eskiden idamlar sabaha karşı yapılırmış. Belli bir süre sonra idam yaklaştığında tüm dükkanlar açılmaya, esnaf satış yapmak için bağırıp çağırmaya başlamış. Bunun üzerine aileler de o saatte sokağa çıkmaya başlamış ve idam vakitleri panayır havasında bürünmüş. Sonuçta da ölen bir adama bakarak gülen bir halk görüntüsü oluşurmuş. Ben de çöken eğitim sistemini anlattım. Hepimiz ölen bu sisteme bakarak güldük.” cevabını vermiştir. Dünyaca ünlü yazarlarımızdan Muzaffer İzgü “ Yok yok, düşünmemeliyim. Düşünürsem suç olur. Kaçıncı madde hele? Hiç mi hiç düşünmemem gerek. Böyle beynin düşünme merkezi için dıştan kumandalı bir aygıt olacak, basıvereceksin düğmesine, tamam, beyin hiç düşünmeyecek. Aaa, yoksa bunu düşünmem de mi suç? “ derken aslında düşünme ve yazmanın ne kadar önemli olduğunu ne güzel anlatır. Taliban’a boyun eğmeyen genç aktivist Malala Yousafzai : "Neden kızların okula gitmesini istemiyorlar?diye sordum babama. "Kalemden korkuyorlar", diye cevap verdi." “Kitaplarımızı ve kalemlerimizi almamıza izin verin. Onlar bizim en güçlü silahlarımız. Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap, bir kalem dünyayı değiştirebilir. Eğitim tek çözüm. Önce eğitim,” şeklinde anlatır kalemin gücünü ve dünyadaki önemini. Gerek ülkemizde gerek dünyanın çeşitli ülkelerinde insanlar özgürlük ve eşitlik mücadelelerini kalemle yazmışlardır. Aşıkların ve yoksulların şairi Pablo Neruda “Biz şairler nefretten nefret ederiz/ Ve savaşa karşı savaşırız.” Dizeleri ile yazmanın bir toplumsal sorumluluk olduğunu belirtir. Bir başka dizesinde ise “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.” Derken umudu dizelere en güzel şekilde taşır. Aşıkların ve yoksulların şairi Pablo Neruda “Biz şairler nefretten nefret ederiz/ Ve savaşa karşı savaşırız.” Dizeleri ile yazmanın bir toplumsal sorumluluk olduğunu belirtir. Bir başka dizesinde ise “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.” derken umudu dizelere en güzel şekilde taşır. Yazımı eski bir şiirimle bitirelim. Biliyorum Bahar Gelecek Haberler son yılların en soğuk kışının geleceğini söylüyor. Ne demişti “Aşık Daimi” “Ne de olsa kışın sonu Bahar’dır” Elbette güzel günlere inanıyoruz. Elbette baharın geleceğine de Bahar Kapıda lacivert geceden yıldızlar topladım sarı sıcağı yüreğimde mavi ıslık dudağımda ıssız sokaklardan geçtim üstüm başım hayal yağmur damlaları ıslatırken düşlerimden yüreğimden karanfili suya saldı karanlığı delen gün ışığı öptü karanlığı tan vakti tomurcuğa durdu erik ağacı baştan başa selamladı baharı uzandı hayallere kırık dökük aynalarda düşlerini taradı rüzgâr kar tanelerini serpti üşüttü düşleri minicik boyuyla kışa inat direndi bahara gebe topraktan filiz verip doruklara su yürüdü dallarına badem ağacı baştan başa bembeyaz çiçekleri bezendi sevgiyi kuşanan bir aşık gibi yüreğindeki buzları silkele tomurcuğa durmuş çiçekler. bahar kapıdan göründü. Hayatın gerçeklerine; Beynini kapatırsan, başkası senin yerine düşünür. O düşünceler senin düşüncelerin değildir...Gözlerini kapatırsan, başkalarının sana anlattıklarını hayal edersin. O düşler artık senin düşlerin değildir...Kalemini başkası tutarsa, senin değil onun düşüncelerini yazarsın... Menfaatin için yazarsan, kalemin rüzgâra kapılıp yok olup gider. Cahil cesareti değil sevgi dolu bilgili insan cesareti hayatı yaşanır kılar. Yürek gücü kalemin mürekkebidir. Kaleminin mürekkebini yüreğinin gücünden alanların düşleri tükenmez, karanlıkta bile yolunu bulur. Kış gününde dallarına bahar getiren düşlerinden uyanıp kaleminin ışığı ile karanlıklara güneş olan, kaleminin gücünü yüreğinden alan tüm güzel insanlara selam olsun... * maviADA Dergisi için düşünülen ve Önümüzdeki Günlerde Çıkacak; "YAZMAK KENDİNİ YENİDEN YARATMAKTIR" DOSYASINDAN

  • Bayram Armağanı

    "KARANTİNA GÜNLÜKLERİ" Bayram Armağanı ÇIKTI! *HEM KİTAP *HEM DERGİ FORMATINDA * Hayatla baş edemiyorsan eğer, öyle bir şey yap ki o da korksun, demiş bilenler; Biz de onu yaptık. Kendi aynamızdan Korona Günlerini, "Karantina Günlükleri"ne çevirdik. Hem kitap hem dergi... Korktu mu, güldürmeyin, ama şaşırdı kesin. Niyetimiz basılı kitaptı, ama bazen niyet yetmiyor. Katılımcımız çok değil, kişi başı düşecek maddi yük de orantısız ve hayli fazla. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmeyecek… Amaç da bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek… Bazı arkadaşlarımızın basılı kitap halini çok istediğini biliyoruz, yapmayı da bu nedenle istedik. Ne var ki eminiz ki arkadaşlarımızın kimileri ödemede zorlanacak, mahalle baskısıyla hayır da diyemeyecek… Birileri mutsuz olacak. Yok, bu zor koşullarda lüks görülebilecek bu eyleme biz sahiplik etmeyelim, siz de hoşgörün. Onun yerine daha özelini yaptık, size bayram armağanı; hem dergi formatında hem de basıma hazır kitap biçiminde iki dijital yayın hazırladık. Dileyen indirip bastırabilir, dileyen de bedelsiz indirip okur. Nasıl bastırtabileceğinizi öğrenmek isterseniz mesajla dergiye sorabilirsiniz. Dergi ve kitap hali aşağıda, korkusuzca bilgisayarınıza indirin. Niyet olsun yeter ki, kitap başka bahara… İyi okumalar, İyi bayramlar. * Mayıs 2021 Şenol YAZICI * DERGİ İÇİN KİTAP İÇİN KİTAP İÇİN KAPAK ÖNERİSİ *

  • KARANTİNA GÜNLÜKLERİ

    “KORONA GÜNLERİ” İÇİNDEKİLER Şenol Yazıcı Aycan Aytore Nurten Bengi Aksoy Ruhi Yılmaz Zeki Sarıhan Yusuf Aksoy Zeliha AydoğmuşErbaş Nebahat Posluk Moris Karmona Fuat Özgen Birgül Kızılkaya Semihat Karadağlı Aysu Afyonlu ANDIKLARIMIZ Fikret Kemal Tekin Rahim Gür ( 18 Nisan 2020'de aramızdan ayrıldı) Emine Erbaş ( 15 Aralık 2020'de aramızdan ayrıldı) Gülseren A. Demirtaş Müzeyyen Melik Attila İlhan Saramoga Albert Camus Edgar Alain Poe * Başlangıçta şaka gibiydi. Geçen yıl bu zamanlar "karantinacılık oynar " gibiydik. Koca bilim adamları , kocaman koltuklardaki büyüklerimiz gibi çok da anlamadan, minnacık bir yarasadan ortaya çıkan olası küresel bir dev kasırgaya şemsiye örüyorduk. Haksız da sayılmazdık, En son böylesine bir belayı 100 yıl önce İspanyol Gribiyle yaşamıştı kurt dedelerimiz. Bırakın tez elden ilacı, aşıyı bulmayı, ancak Cumhurbaşkanı el atınca tek kullanımlık maskeyi bile 7 milyon 65 yaş üstüne 5 tane olarak, iki buçuk ayda göndermeyi başardık. Beş gün sonrası Allaha emanetti. Uzun zaman da emanet kaldı. Maske krizi oluştu. Tedavi için Covidli kanı, yarasa kanadı, kelle paça... derken ilkyazda tek çözüm gibi gözükmeye başlayan aşıya biz ancak Ocak ayında ulaşabildik ve başladık. Galiba bu hal salt bizde değil dünyada da aynıydı. İngiltere, hadi canım dedi, İtalya, erkekse gelsin de görelim dedi. Amerika benim gibi süpere ha...dedi, İran bizde ulema var... dedi. Az gelişmiş ülkelerse her zamanki gibi baktı, başka ne yapacaklardı ki? Sonunda Çin dışında bütün ülkelerin başı belada. Milyonlara varan ölümlerde Çin'de ölüm sayısı 5000 de kaldı. Şimdi ise bir bölümü eşimiz dostumuz, canımız, bir kısmı yurttaşımız ya da öteki dünyalardan insanımız... binler, milyonlar hasta, ölü verdik. Ekonomik, ruhsal yanını hiç sorma... Türkiye'de, 3 Ocak 2020- 16:43 CEST, 9 Mayıs 2021tarihleri arasında , 42.746 ölümle 5.016.141 doğrulanmış COVID-19 vakası olmuştur . 3 Mayıs 2021 itibariyle toplam 23.729.113 aşı dozu uygulanmıştır. Küresel olarak, Tsİ 16:00 itibariyle, 8 Mayıs 2021, DSÖ'ye bildirilen 3.264.143 ölümde dahil olmak üzere COVID-19 olmuştur. 5 Mayıs 2021itibariyle toplam 1.171.658.745 aşı dozu uygulanmıştır.156.496.592 doğrulanmış vaka vardır. Hayatla baş edemiyorsan eğer, öyle bir şey yap ki o da korksun, demiş bilenler; Biz de onu yaptık. Kendi aynamızdan Korona Günlerini, "Karantina Günlükleri"ne çevirdik. Korktu mu, güldürmeyin, ama şaşırdı kesin. Niyetimiz hala kitap, ama bazen niyet yetmiyor. Ne gam, var ya öyküde; olursa abdest suyu, olmazsa çay suyu... Her durumda bir işe yarar... Aşağıda yer alan dergi hali, kitaba dönerse hem sayfa sayısı iki üç kat artacak hem de dizgi tamamen değişip kitap haline evrilecek. Onu da yapıp koyacağız. BAKALIM NASIL OLACAK? YAKINDA GÖRÜRÜZ. * Kitap biçimini görmek isterseniz buraya tıklayın

  • KAR

    Lapa lapa kar yağıyor oh ne hoş bir manzara! ışık hızıyla cebe düşen ajanslar kapanan köy yollarını sıralıyor saatler ilerledikçe sobadan zehirlenme haberleri ölümüne susan canlardan ise haber yok kimsenin bilmediği ve bilmek istemediği sayısı dilimizin varamadığı büyüklükte aynı bizim gibi kalbi acıyan canların açlıktan ve soğuktan kırıma uğramaları haberlerde yok dili, gözü, kulağı olmayan kim sessiz, sedasız ölen kim gerçekte karın azgınlığı arttıkça coşuyor bir avuç insan evlerin içinde insanlar dışında evsizler ölüyor soğuktan ve açlıktan değil esasta tükenmişlikten, kimselerin yokluğundan çok azımızın gözünde yaşlar donup kalıyor biliriz de anlatamayız hala kimselere karanlığın, donduran ayazın, açlığın ve ölümün güneşe sırt dönmemizden olduğunu toprak coşsun ona sözüm yok ya sana ne oluyor kapıyı çekince pencereyi kapatınca her şeyi kendinde yolunda sanan kendi gölgesinden habersiz aynadaki yabancıyı tanıyamayan vicdanı kar altında donmuş salt haz düşkünü zavallı insan senden dolayı ne yağmur ne kar ne sabah ne de akşam eşitlikçi oluyor

bottom of page