top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Bir Kış Günü

    Bedriye SÖNMEZ * Birinci cemrenin düştüğü O gün Kar yağıyordu Temenyeri parkında Kardaki ayak izlerimle Ben ve çocukluğum Yapayalnızdık. Ağaçlar bembeyazdı Ufacık bir esintiyle Üzerime düşüyordu karlar Mutluluğumu, kimse görmedi. Çocuklar gibi şendim o gün Parkta kimseler yoktu Yalnız ben Ve çocukluğum vardı. Çocukluk düşlerimi Ve Ayak izlerimi Temenyeri parkında bırakarak Bugüne yürüdüm. * maviADAnın temellerini olduran 2002'de Şenol YAZICI ve arkadaşlarının Bursa'da çıkardığı KİMSE-SİZ DERGİSİNİN Bütün sayılarını ,YAZI ve YAZARLARINI Görmek İçin Buraya TIKLAYIN *

  • Günaydın Sabrım

    eski filmlerden alıntı biraz biraz kapalı gişe film afişi kırmızı beyaz sancılar iliklenirken kalbimize ayağımızın altında kaç dal kırılacaksa ne kadar düşeceksek o kadar bi gayret deli cesareti biraz yılları kanında boğan dipsiz bir kuyu tırmandığımız en uzun gece asfalt dökülmüş yaşamlar şafağı çalınmış sabahlar en yakınımız ruh durumu aksak renklerdeki kırılmanın derdi bizimle umut demeye görsün biri yazgıya ışık ya da her güne bir yudum güneş sırı dökülmüş nice ayna insanı andıran binlerce yüz gözlere inerken perde yansımalarda maske maske üstüne sefası solgun akşamlarda karargah akıl oyunları küçük adamlar veee ... gölgelerindeki uzama güneş batıyor diye yakın geçmişten bugüne kahin şiirse şiir zamansız beterin beteri hala yine de günaydın sabrım büyük aşkım bitmeyen kahrım tünaydın kiremitler kırıldı yıkıldı duvar günaydın yuvarlanan tencere incelen bilek kaygan zemin tünaydın #zeliş

  • A. KADİR

    Bir Sevda Türküsü * Sokul yanıma, çığlıklar dolarken kentin sokaklarına yirmi dört ayar yankılar düşer dağlardan. Üşürüm kar giyinmiş ağaçlar gibi sımsıkı tut ellerimi ki bir kır çiçeği korkusuzluğuna ulaşayım. Tuz ekmek ve şarap kadar kutsal, okunması düşlenen bir kitabın el değmemiş koyakları kadar gizemli, sevdaya ait ne varsa içimde sırtımda taşıyorum akşamları. Rüzgârın baştan çıkarıcı çağrısına kapılıp ipini koparan uçurtma gibi çılgın olmak istiyorum, bu yüzden, görmüyor musun kollarım sana uzanıyor savaş alanının tam ortasından Peşimde kanıma susamış canavarlar var, gecenin sabaha yakın olan kısmında çalı ol yapraklarının arasına al beni, dikenlerin batmasın ama. Çocuklar kadar berrak pınarlar olsun avuçlarında, bir yudum içtiğimde ay kanatlarını tak gözlerime gözlerinle yak beni yüreğindeki ateşle. Karınca gölgesi olsan bir öğle üstü, uyusam uykuların en derininde, mermer yontular görsem düşümde, kılıfından çıkarsam ölümü rasgele öpsem ağustos gibi yanan göğsünden, uyandığımda sen yoksan haykırsam, haykırsam, haykırsam… 1990'lı yıllardan 2010'e değin * A. KADİR / İbrahim Abdülkadir Meriçboyu (1917, İstanbul - 1 Mart 1985, İstanbul), 1940 kuşağı toplumcu şairleri arasında yer alan Türk şair. Çeviri çalışmalarıyla dünya şiirinin tanınmasına katkıda bulunmuştur. Yaşamı Orta öğrenimini Eyüp Ortaokulu (1933) ve Kuleli Askeri Lisesi'nde (1936) tamamladı. Kara Harp Okulu son sınıf öğrencisiyken (1938) Nâzım Hikmet'le beraber tutuklandı; on ay hapse mahkûm oldu. Hapisten çıkınca askerlik görevini er olarak tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi (1941). 1943'te yayımladığı Tebliğ adlı şiir kitabı yasaklanarak toplatıldı. İstanbul'da bulunması sakıncalı görülen kişilerle birlikte sıkı yönetimce sürgüne gönderildi. Sürgünlük dönemini Muğla, Balıkesir, Konya, Kırşehir ve Adana'da geçirdi. 1947'de İstanbul'a döndü ve bir bisküvi fabrikasında çalışmaya başladı. Buradan ayrılınca çeşitli yayınevlerinde düzeltmenlik, çevirmenlik gibi işler yaptı. 1965'ten sonra kitaplarını kendisi yayımlayarak yazarlık yaşamını sürdürdü. Ankara Cezaevi'nde Nâzım Hikmet'le birlikte yatan A. Kadir önceleri büyük ölçüde bu şairin etkisinde kaldı. Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirlerinde bu etki açıkça görülür. Yurt sevgisini dile getiren ilk kitabı Tebliğ'de savaşa açıkça karşı çıkarken, yoksul insanları gerçekçi bir bakışla yansıttı. Sürgünden dönüşünde şiirlerini zaman zaman dergilerde yayımladı. Abdülbaki Gölpınarlı ile Farsça aslından düzyazı olarak çevirdikleri Mevlâna'nın şiirlerini serbest nazma dökerek Bugünün Diliyle Mevlâna adıyla bir kitapta topladı (1955). Çok beğenilen bu kitap üst üste birkaç kez basıldı. 1958'de Azra Erhat ile birlikte yaptıkları İlyada çevirisi ise A. Kadir'in başarılı bir çevirmen olarak iyice tanınmasına neden oldu. İkinci kitabı Hoş Geldin Halil İbrahim (1959) dönemin şiirsel eğilimlerinin dışında kalan şairin çizgisini değiştirmediğini gösterdi. Bunu Dört Pencere (1962) ve bütün şiirlerini topladığı Mutlu Olmak Varken (1968) izledi. Çeviri ve eski şiirleri sadeleştirme çalışmalarını sürdüren A. Kadir Bugünün Diliyle Hayyam (1964), Bugünün Diliyle Tevfik Fikret (1967) adlı kitaplarını yayımladı. 1970'te yine Azra Erhat'la birlikte yaptıkları Odysseia çevirisi çıktı. Avrupa ve Üçüncü Dünya Ülkeleri şairlerinden tek başına ya da ortaklaşa yaptığı pek çok çeviriyi 3 ciltte Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri adı altında bir araya getirdi (1973 - 1980). Ayrıca Brecht'ten yaptığı şiir çevirileriyle Paul Eluard'dan Asım Bezirci ile birlikte çevirdiği Seçme Şiirler (1961) büyük ilgi gördü. A. Kadir, çevirileri için Habib Edip Törehan (1959), TDK Çeviri (1961), Hasan Âli Ediz Edebiyat Çeviri (1980) ve Yazko Çeviri (1983) ödüllerini aldı. A. Kadir'in 1938 Harb Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet (1966) adlı yapıtı da bir dönemin önemli bir olayını aydınlatması açısından büyük ilgi çekmiş bir kitaptır. Mart 1985'te vefat eden yazarın mezarı Zincirlikuyu'dadır. * Derleme, düzenleme: Aycan AYTORE

  • Kaderin Birleştirdiği İki Tıbbıyeli ve YAŞAR KEMAL

    Toplumların kaderlerini belirleyen bazı toplantılar, kongreler vardır. Bu toplantılara katılanlardan bazıları yaptıkları çıkışlarla toplantının seyrini değiştirirler. Bunlardan biriside İstiklal Harbimizin başlangıç süresinde önemli bir dönüm noktası olan Sivas Kongresi ve bu kongreye katılan iki tıbbiyelidir. Bu tıbbiyeliler, Hikmet Bey ve Yusuf Ziya Bey’dir. Çarlık döneminde Rusya'dan kaçarak Trabzon'a gelen Kafkas göçmeni bir ailenin çocuğu olan Tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey, Posta Memuru olan Babası Hakkı Beyin görev yaptığı Balıkesir'in Savaştepe Nahiyesinde doğmuştur (1901). İlk, orta ve lise eğitimlerini tamamladıktan sonra İstanbul'daki “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” yani “Askeri Tıbbiye” ye kaydolmuştur. Hikmet Beyin okula kaydolmasından 3 yıl sonra yani 1919 yılı Mart’ında “Mektebi-i Tıbbiye-i Şahane” İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmiştir. İngiliz birlikleri tarafından işgal edilen “Mektebi-i Tıbbiye-i Şahane”yi, kurtarmak isteyen Tıbbiye öğrencileri, okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ta topluca kutlama yapmaya karar verirler. Tıbbiyeliler, 3. sınıf öğrencisi olan Hikmet Beyin önderliğinde büyük bir gösteri yaparlar. Bunu gören işgal kuvvetleri, olaya müdahale etseler de Tıbbiyelilerin okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı asmalarını engelleyemezler. Bu olay ile Tıbbiyeliler 14 Mart 1919'da işgale ve emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesini başlatmış oldular. “14 Mart” Türkiye'de “Tıp Bayramı” olmaktan başka aynı zamanda; Tıbbiyelilerin işgalci emperyalist güçlere karşı çıkışının da yıldönümü dür. Tıbbiye öğrencileri 4 Eylül'de Sivas'ta toplanacak kongreye katılmak üzere aralarından iki temsilci seçerler. Bunlardan biri de işgalci İngiliz askerlerine karşı gelerek okulun kuleleri arasına Türk bayrağı asan Tıbbiyeli Hikmet Bey'dir. Öğrenciler Sivas Kongresine katılacak arkadaşlarının masraflarını karşılamak için aralarında para toplamışlar, ancak toplanan para bir öğrencinin gidiş-geliş masrafını karşılayacak kadar olması nedeniyle, Tıbbiyeden seçilen iki öğrenci yerine sadece biri, yani 18 yaşındaki Tıbbiyeli Hikmet Beyi Sivas Kongresine gönderebilmişlerdir. Çok zor koşullarda Sivas Kongresine katılan 18 yaşındaki Tıbbiyeli Hikmet kongrenin en genç delegesiydi. Diğeri de Yusuf ziya (Balkan)’dı. Tbp. Alb. Yusuf Ziya Balkan 1899 yılında Köprülü’de doğdu, 1920 yılında Askeri Tıbbiye Mektebinden mezun olduktan sonra iki yıl İstiklal Savaşında görev yaptı. 1929-1931 yıllarında Fransa’da ve İtalya’da havacılık fizyolojisi üzerine incelemeler yaptı. İlk Türk uçuş doktoru ve havacılık mütehassısı olarak Eskişehir I. Tayyare Alayında, I. Hava Tümeni Hastanesinde, Kayseri, Niğde, Eceabat ve Bursa Askeri Hastanelerinde KBB uzmanı olarak görev yaptıktan sonra 1950 yılında albay rütbesiyle emekli oldu. İstiklal Madalyası sahibi olan Y. Balkan, 12.8.1970 tarihinde de vefat etti. 1995 yılında Fizyolojik Eğitim Merkezi’ndeki bir dershaneye ismi verildi. *** 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıkarma yaptılar, bir gün sonra 16 Mayıs'ta da Mustafa Kemal Samsun’a hareket etti. Samsun, Havza görüşmelerinden sonra 22 Haziran’da Amasya deklarasyonu yayımlanıyor. Ardından ilk kongre 23 Temmuz-7 Ağustos arası Erzurum’da yapıldı. Türkiye’yi kapsayan asıl büyük kongrenin 4-11 Eylül’de Sivas'ta yapılmasına karar verildi. Askeri Tıbbiye ve Darülfünun'daki öğrenci birlikleri de kongreye delege göndermeye karar verdiler. Bunun için de Tıbbiye’den Hikmet Boran ile Yusuf Balkan, Darülfünun’un hukuk bölümünden de Necip Ali Bey’i delege olarak gönderdiler. İşgal kuvvetleri ve İstanbul Hükümeti kongrenin Yapılmaması için elinden geleni yaptılar. İstanbul Hükümeti, Elazığ Valisi Ali Galip’den Mustafa Kemal'i tutuklamasını istediler. Kongre, 4 Eylül 1919 Perşembe günü saat 14.00'te Sivas Lisesi'nde toplandı. Kongre başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Dördüncü gün Mustafa Kemal Paşa’nın grubu, Hikmet Boran Bey'in de imzasıyla kongre başkanlığına bir dilekçe verdi ve kongreye katılan bütün cemiyetlerin bir isim altında toplanmasını, bu ismin de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olmasını istediler. Bu öneri fazla tartışılmadan kabul edilir. Sivas Kongresi sürerken, 8 Eylül günü İsmail Hakkı Danişmend ve arkadaşlarının imzasıyla verilen “MANDA' teklifi, dananın kuyruğunun kopmasına neden olur. Aslında manda demek esaret demektir. Kongrede, Amerikan mandası mı olsun, İngiliz mandası mı diye tartışılır. Amerikan mandacıları çoğunluktadır. İşte tam o sırada Hukuk Fakültesi öğrenci temsilcisi Necip Ali Bey kürsüye çıkıp, “Siz buraya manda satın almaya mı geldiniz?” diye, hakaretamiz bir soru sorar. Herkes şaşırır. Bu soru delegeleri de kendine getirir. Arkasından kürsüye Tıbbiye adına Hikmet Bey çıkar ve şöyle der: “Beyler; Delegesi bulunduğum Tıbbiye, beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdi. Mandayı kabul edemeyiz. Eğer manda fikrini kabul edecek olanlar varsa bunları şiddetle reddeder ve kınarız. Eğer manda fikrini kabul ederseniz sizleri de hain ilan ederiz. Ardından Mustafa Kemal ‘e dönerek aynı heyecanla; “Paşam siz de manda fikrini kabul ederseniz sizi de reddederiz. Mustafa Kemal Paşa'yı vatan kurtarıcısı olarak değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz.” demiştir Mustafa Kemal Paşa Tıbbiyeli gence, o meşhur cevabını verir; “Evlat içiniz rahat olsun. Biz azınlıkta kalsak da mandayı kabul etmeyeceğiz. Manda da yok, himaye de. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm”. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa delegelere dönerek, “Beyler gördünüz mü, muhtaç olunan kudret gençliğin asil kanında zaten mevcut” deyip, Tıbbiyeli Hikmet ‘i alnından öper Ardından müthiş bir alkış kopar. Sonrasında yapılan oylamada manda fikri tamamen reddedilir ama, mandacıları da daha fazla karşılarına almamak için Mustafa Kemal kongreden, Amerikan meclisine de bu konuda ne düşündüğünü sormak için bir de yazı yazılması kararını çıkarttırır. Manda problemi böyle çözümlenir. Kongrede söylenen bu sözler, daha sonra Atatürk'ün Nutkunun sonundaki Gençliğe Hitabe de “… Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” cümlesiyle tüm gençliğe yol gösterici olmuştur. Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulunca; Tıbbiyeli Hikmet Bey, arkadaşı Yusuf Bey'le birlikte, Tıbbiyedeki öğrenimini yarıda bırakarak Ankara'ya geldiler. İki arkadaş Cebeci'deki Asker Hastanesinde görev aldılar ve buradaki Tabip Albay İbrahim Tali Bey'in (Öngören) başkanlığında, gece-gündüz çalıştılar. Yaptığı çalışmalarından dolayı Tıbbiyeli Hikmet'e Teğmen rütbesi verilmiş ve ardından da “Sıhhiye Subayı” olarak Büyük Taarruza da görevlendirilmiştir. İki arkadaş, savaş sırasındaki tifüs salgınına karşı ilaç bulma konusunda gönüllü olarak, Ankara Cebeci Askeri Hastanesi’nde, Dr. Adnan Adıvar'la birlikte çalışıyorlar. Daha sonra da Mahmut Tali Öngören'in babası Dr. İbrahim Tali'nin yanında, savaşın sonuna kadar cepheden gelen yaralıların tedavisi için uğraşıyorlar. Ayrıca Hikmet Bey Büyük Taarruz'a sıhhiye subayı olarak katılan ve İzmir’e ilk giren subaylardan oluyor. Zaferden sonra Ankara'da bütün teklifleri reddederek Hikmet Boran'la birlikte İstanbul'a okullarına geri dönüyorlar. Yusuf Bey, Hikmet Bey'in kız kardeşiyle evleniyor. Mustafa Kemal bu iki fedakâr arkadaş için rütbe ve maaş bağlanması talimatı veriyor. Savaş sonrasında her ikisine de İstiklal Madalyası veriliyor. Savaş sonrası okullarını bitirerek doktor oluyorlar. Yusuf Balkan 1929–31 yılları arasında İtalya ve Fransa’ya giderek havacılık enstitülerinde fizyoloji eğitimi alıyor. İlk Türk uçuş doktoru ve havacılık mütehassısı oluyor. TIBBİYELİ YUSUF ve YAŞAR KEMAL İkinci Dünya Savaşı son hızıyla sürüp gidiyor. Almanlar neredeyse Yunanistan sınırına dayanmış. Türkiye savaşa ha girdi, ha girecek. Bu arada Kemal Sadık’ın (Yaşar Kemal) bir gözü sakat ama buna rağmen yine de askere alınıyor. Önce Dörtyol Payas’ta acemi eğitimine katılıyor, burada üç ay eğitim görüyor. Sonra Niğde Askerlik Şubesi’ne gidiyor, oradan da tansiyonu 5’e düştüğü için Kayseri’ye hastaneye sevk ediliyor. O günlerde Mehmet Ali Aybar da üniversitede doçentken ikinci kez askere alınıyor ve Kayseri’de üsteğmen olarak görev yapmaktadır. Kemal Sadık, Kayseri’de Aybar’ı buluyor. Aybar onu hastane Başhekimi Dr. Albay Yusuf Balkan’la tanıştırıyor. Hikmet Boran ise, Yaşar Kemal’in yakın dostu, sunucu ve şovmen arkadaşı Orhan Boran’ın babasıdır. Yusuf Balkan'ın iki çocuğu oluyor, bir kız bir oğlan. Kızı Ayperi, Yaşar Kemal’le arkadaş oluyorlar. Ayperi Balkan (Akalan) (1928-2007) heykeltıraş, gazeteci, eleştirmendi. YÖN dergisinde ve Cumhuriyet gazetesinde yazardı. Oğlu Aydemir Balkan (1926-2017) ise Mimar-mühendis. Aynı zamanda gazeteci. Paris’te basın ataşesi, 1964 yılında UNESCO'ya girdi. Askerden sonra da Albay Yusuf Balkan ile Yaşar Abi'nin ilişkileri sürüyor, ailecek görüşüyorlar ve Yusuf Bey'in ölümüne kadar da dost olarak kalıyorlar. Yaşar Abi, Ayperi'nin Cumhuriyet gazetesinde yazı yazmasına da aracılık ediyor. Yusuf Balkan, müthiş bir Nazım hayranı. Nazım’a ve onun Şiirlerine bayılıyor. Ayrıca pervasız ve korkusuz. Bursa Cezaevi'ne bile gitmiş; sırtında albay üniformasıyla. Albay Yusuf Bey iltifatlar etmiş Nâzım’a. Şiirden edebiyattan, uzun uzun sohbet edip çaylar içmişler. Ve o günü hiç unutmamış Yusuf Balkan Bey. Kemal Sadık Göğceli, Mehmet Ali Aybar aracılığıyla Yusuf Balkan’la tanışmış oluyor. Dr. Balkan, Nâzım'ın çoğu şiirini ezbere biliyor ve Nâzım'ın, Kemal Sadık'ta olmayan bütün şiirlerini ona veriyor. Yusuf Balkan, Yaşar Kemal’i hastaneye yatırıyor. Sağlığına kavuşmasını sağlıyor. Gece gündüz bir ay süreyle bir de Nazım okuyor. Giderek Yarbay Avni Bey, Tayyare Fabrikası Müdürü Seyfi Paşa, Numune Hastanesi Başhekimi Memduh Bey, Mehmet Ali Aybar ve Kemal Sadık arasında bir dostluk kuruluyor. Savaş içinde olunduğundan, edebiyat ve şiir dışında, konuşulan konular savaş ve siyaset üzerinedir. Talas'ta, Kayseri'nin varsıl ailelerinden Arif Molu'nun, edebiyata düşkün genç iki oğlu Faruk ve Sait Molu'yla ve Turhan Feyzioğlu'nun kardeşi Avukat Yavuz Feyzioğlu'yla tanışıyor Kemal Sadık. Moluların Talas'ta yazlık olarak kullandıkları, içinde ağzına kadar dolu kitaplığı da olan bağ evleri, Kemal Sadık gibi biri için cennettir. Hastalığı burada geçmeye başlıyor. Kitaplıkta, Türkçeye çevrilmiş bütün klasikleri buluyor, yani tam arayıp da bulamadığını. Evin anahtarı da ona verilince, iki yıl içinde, çevrilmiş bütün Çehovları, Dostoyevskileri, Tolstoyları, Türk klasiklerini, Binbir Gece Masalları'nı, Doğu klasiklerini; hepsini, her şeyi okuyor… ... Kemal Sadık okudukça okuyor. Kendi tabiriyle, “Edebiyat bilinci geliştikçe gelişiyor … Ve yazmaya başlıyor... KAYNAKÇA Akkılıç Yılmaz; Kurtuluş Savaşında Bursa, Bursa-2008 Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, İstanbul-1991 Bozkurt, Abdurrahman, İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi, Ankara-2014 Keskiner, Arif, Çiçek Gibi, İstanbul-2002, Doğan Kitap Keskiner, Arif, Binbir Renk Binbir Çiçek Yaşar Kemal ile Anılar, İstanbul-2013, Doğan Kitap Kutay, Cemal, Rauf Orbay, Hayat ve Hatıratım, İstanbul-1997 Küçük, Yalçın Türkiye Üzerine Tezler V., İstanbul- Küçük, Yalçın Sırlar, İstanbul, 2006 Parlak, Mesut, 14 Mart Tıp bayramı ve Tıbbiyeli Hikmet Boran Anısına, Sözcü-14 Mart 2020 Selçuk, İlhan, Yüzbaşı Selehattin’in Romanı, İstanbul-2010 Sorgun, Taylan, Mütareke Dönemi, İstanbul-2007 Ulubelen, Erol, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul-1967 Not: Bursa yerel basınında Albay Yusuf Ziya Balkan’a ait bir bilgi bulurum umuduyla 1950-60 yılları arasında yayınlanan ANY-Yeni ANT ve Milletindir Hakimiyet gazetelerini taradım. Ancak bir bilgi bulamadım. 1940-1949 yılları arasındaki gazetelerde Balkan’la ilgili mutlaka bilgi vardır. Araştırmacılara bu konuda büyük görev düşüyor.

  • YATAK

    Yaşar KEMAL * -Bugün YAŞAR KEMAL'in ölüm yıldönümü. ÖYKÜYÜ okuduktan sonra yazarımızla ilgili yapılan DOSYA çalışmasını görmek için lütfen TıKLAYIN - * Şimdiki gibi aklımda. Ben, o yıl orta okulun üçüncü sınıfında, bizim Durmuş Ali de ikincideydi. İkimizin de parası yoktu. Köyde, onun bir dul anası, benim bir dul anam vardı. Onlar da kendilerini zar zor geçindirebiliyorlardı. Durmuş Alinin umudu, parasız yatılıdaydı. İmtihana girmiş, yüzde yüz kazanacağından emindi. Bana gelince ben, bir umutsuzluk içinde yuvarlanıyordum. Nereye gitsem, ne yapsam? İki yıldır geceleri çalıştığım fabrika, bu yıl beni almıyordu. Talebeleri fabrikada çalıştırmak yasakmış! Neden yasakmış, bir türlü anlayamıyordum. Bu yıla kadar ne güzel, çalışıp okumuştum. Beş parasız... Başımı sokacak bir ağaç kovuğu bile yok! Kocaman şehrin ortasında yalnız, yapayalnızım. Sarılacak bir dalım da yok!.. İçerimde dayanılmaz bir keder, bir hınç. Durmuş Ali ile bir zaman istasyonun önündeki sıtma ağaçlarının altında geceledik. Sonra olmadı. Bu böyle sürüp gidemezdi. Bekçiler de rahat vermiyorlardı. Sonra da okula gitmek mecburiyetindeydik. Biz okula gidince, meydanda kalan yataklarımızı çalmazlar mıydı? Çok iyi bir arkadaşım vardı, Yusuf. Beni çok severdi. Sıtma ağaçlarının altında gecelediğimizi nasılsa öğrenmiş. Bir gün utana utana: - Bizim damın üstünde yatsanız, dedi. Deli gibi sevindik. Durmuş Ali ile kucaklaşıp öpüştük. Durmuş Ali bir: - Alloooş... çekti... Yaşadık be abi... Bir günün beyliği de beylik. Biliyorduk ki, dam üstünde güzün yağmurları başlayıncaya kadar yatabilirdik. Sonra, sonrasına Allah kerim. Yatakları hemen, istasyondan alıp eve getirdik. Yusufların evi, pazar yerinin yanında bir tek odaydı. Yatakları dama serdik. Bekçi korkusu yok, bir şey yok. Damın üstünde bir ev sıcaklığı, bir baba ocağı sıcaklığı.. Bunca sıkıntıdan sonra yatacak bir yerimiz vardı işte. Şu hayat dedikleri de ne güzel şey! Akşam, ekmeğimizi yer yemez hemen damın üstüne damlıyor, yataklara girip yorganları boğazımıza kadar çekiyorduk. Geceler biraz soğuktu ama, gökte kocaman, ışıltılı yıldızlar vardı. Hep yıldızlara bakardık. Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimize payan yoktu. Ve bizler umudla doluyduk, Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha güzel olacağına inanıyorduk. Bu umudlar, bu hayaller benimdi. Ben söylerdim. Durmuş Ali, dinler ve tasdik ederdi. Durur, durur: - Öyle değil mi Durmuş? derdim. - Heyye abi, derdi. Sabahlar karanlıklardan sonradır. Bu lâfı da benden bellemişti. Serin dam üstü, ışıklı, iri yıldızların geceleri, sokağın sabahlara kadar süren gürültüsü, bizim umudlarımız, hayallerimiz tam bir ay, kasım başına kadar sürdü. Sonra.. Sonra o belâlı, o karanlık, bir kara çul gibi, kapkaranlık Çukurova yağmurları başladı. Hava biraz bulutlandı mıydı, okulda Durmuş Ali ile bir araya gelir, birbirimize sokulur; ikimiz birden: - Allah be! Allah be! Etme nolursun? derdik. Ya bir de yağmur çiselemeye görsün, o zaman bizim yüreklerimizde kıyamet kopardı. Durmuş Ali hemen, okuldan eve fırlar, yatakları damın saçağının altına indirir, koşa koşa geri gelirdi. Yağmurlu günlerde, eve, yani saçağın altına geceyarısından sonra, ortalıktan el ayak çekilince gelir, usullacık yataklarımıza girerdik. Saçak altında yattığımızı elâlemin görmesinden, bir utanır, bir utanırdım ki, biterdim. Durmuşu derseniz, o oralı bile olmazdı. Bazan erken uyanamazdım. Birden uyanırdım ki, arkadaşımın anası, öteki komşular uyanmışlar, avluda dolaşıyorlar. O zaman ben yorganı başıma iyicene çeker, yatağın içine büzülür, büzülür, yok olurdum. Yanımda, yönümde ayak sesleri duydukça küçülür, küçücük kalırdım. Ayak sesleri kesilince hemen yataktan fırlar, giyinir, kaçardım. O gün ben giyinirken birinin bana baktığını sanmışsam akşama kadar başım döner, kendime gelemezdim. İçinde yattığım yatağa dönüp de bir türlü bakamıyordum. Bakmayı içim götürmüyordu. Yatak, saçağın dışından fırlayan çamurlarla bezenmişti. Gene geç uyandığım bir sabah, giyinip kaçarken, arkadaşımın anasiyle gözgöze geldik. Aksaçlı bir başta kocaman açılmış acıyan gözler.. Yıllar geçti, o gözlerin ağırlığı daha üstümde.. Bin yıl yaşasam da, o gözler öyle, öylecene bakıp duracak. Sabahleyin okulda Durmuş Ali'ye: - Ben o eve bir daha gitmiyeceğim, dedim. Şaştı: - Neden be abi? dedi. Nerede kalacaksın? - Gidemem. - Yapma be abi! Nerede yatacaksın? Neden yani? Durmuş ne etti eyledi de, beni o gün eve götüremedi. O gün daha başka günler gidip istasyondaki kanapelerin üstünde geceledim. Bir ara yağmurlar durur gibi etti. Durmuş Ali bir gün: - Abi, dedi, yatakları dama çıkardım, gel artık! Gittim. Birkaç gün sonra, bir ikindi üstü bir yağmur boşandı, gök delinmiş gibi... Durmuş, fırladı ama, yetişememiş, yataklar çıpıldak su. Bir otel bilirdim, eskiden birkaç gün yatmıştım. Otel deyince... Gariblerin yatağı. Güzel Yurd oteli... Oteller o zamanlar çok ucuzdu. Bir yatak elli kuruş... Gel gör ki elli kuruş!... Kâtib, yatağımız olduğu için, koridorda, geceliği on kuruşa, yatmamıza razı oldu. Daracık koridora iki oda kapısı açılıyor. Yatakları kapının önüne serdik. Biz de yatakların dışına çömeldik. Hiç konuşmuyoruz. Belimizi duvara vermiş, duruyor, bir birimize de hiç bakmıyoruz. Geceyarısını buldu. Yataklar önümüzde serili duruyor. Uykumuz geliyor, gözlerimizden uyku akıyor ama, yataklara girilmez ki... Gözümüz yataklarda, içimizde hasret, rahat bir yatak, bir uyku hasreti... Yarı sersem, yarı uykulu... Aşağıdan bir ayak sesi geldi. Gece yarıyı bir hayli aşmış.. Gözümü açtım, merdivenden iki genç kadın göründü. Yataklara basmamağa çalışarak kapıyı açtılar. Kadınların ince, uzun boylusu içerden geri çıktı. Bizlere hayretle bakıp geri girdi. Sonra geri çıktı. Hep bakıyordu. Girdi, çıktı, girdi, çıktı. Telâşlı bir hali vardı. En sonunda gelip durdu; konuşmadı. Sonra birden bana: - Bir kibritiniz var mı? dedi. Çıkarıp verdim. Gözleri hayretle açılmıştı. Sigarasını yaktıktan sonra bir sigara da bana uzattı, almadım. Israr da etmedi. - Bu yataklar sizin mi? dedi. - Bizim. - Vakit çok geç, yatsanıza... Ampulün sönük ışığında, bereket, yatakların ıslaklığı belli olmuyordu. Ben: - Hiiiç... Uykumuz gelmiyor da.. Durmuş Aliye döndü. O uyuyordu. Dürttüm, Durmuş uyandı. Dürttüğümü kadın da gördü. - Yatsanız iyi edersiniz. Durmuş Ali: - Is... dedi. Sertçe ağzını kapattım. Kadın huylandı. - Bir şey mi söyliyecekti çocuk ? - Patavatsızın biridir de.. Kızgın söylemiş olacağım ki, kadın odasına gitti. Arkasından baktım. Gözlerimde, incecik bir bel hayali kaldı. Durmuş Aliye usuldan: - Kadın güzeldi, dedim. Amma da iyi ha. İçerden kadının kahkahası geldi. Ben buna içerledim. - Güzel amma, bunlar pis karılar, dedim. Pis olmasalar ne işleri var otelde.. Sonra hiç konuşmadık. Yüreğimizde derdimiz, yatağımız da ıslak olmasaydı, Durmuş Ali ile bu kadın üstüne kimbilir ne lâflar eder, ne hayaller kurardık. Uyumuşuz. Gecenin saat üçü mü, dördü mü ne, kapının gıcırtısıyla gözlerimi açıyorum. Bakıyorum ki, kadın gecelik gömleğiyle merdivenden iniyor. Az sonra da gelip, gene karşıma dikiliyor. Her yanı açık saçık, göğsü dışarıda. Çırılçıplak denecek kadar çıplak. Gözlerinde bir kızgınlık ve uykunun mahmurluğu var. Gene öyle açılmış gözlerle bakıyor. O baktıkça ben köşemde küçülüyorum. Bir ara hırsla gözlerimi kapadım ve bir zaman açmadım. Sonra açtım ki, kadın daha öylecene duruyor. İçimden: "Ne durmuş bakıyor öyle? Pis, bu pis domuzlar hep böyle bakarlar işte. Kendisine ne oluyor uyumuyorsak. Ne karışıyor. Salla bir yumruk çenesine." geçti. Kadın: - Kibritinizi verir misiniz? dedi. Çıkarıp verdim. Gidip içerden sigarasını alıp yaktı. Bir tane de bana uzattı. Bir de canım sigara istiyordu ki. - Ben sizin sigaranızı istemem, dedim. Kadının yüzünde hoş, fakat beni çıldırtan bir gülümseme dolaştı: - Neden küçük bey? - Ben küçük bey değilim. İçmem işte. Size ne yani? İçmem işte. - Haa, dedi, sahiden siz niçin yatmazsınız? Yataklarınız da serilmiş işte.. Kekeledim: - Biiiz mi? Size ne? - Bakın, çocuk uyumuş. Neden yatamıyorsunuz? - Uyumuyoruz. Uyumıyacağız işte. Canımız uyumak istemiyor. - Neden? Varır yatağa bakar, yaş olduğunu anlar diye de deli oluyordum. Deli gibi bağırdım; - Yatmıyoruz işte. Yatmıyacağız! Kadın: - A... a... a... dedi, ne bağırıyorsunuz öyle? Ben bu çocuğa acıdım, oracıkta uyumuş da... yazık.. üşür. Durmuş Ali'yi sertçe dürttüm. Oğlan irkildi. Gözlerini korkuyla açtı. - Kalk ulan! dedim. Kalk! Sersem gibi burada uyuyacağına... Çocuk neye uğradığını bilemedi, gözlerini tekrar yumdu. Başı önüne düştü. Gene dürttün. Başını kaldırıp da kadının yüzüne bakamıyordum ya, gözlerinin üstümde olduğuna, öldürürcesine üstümde, bana baktığına emindim. - Kalk ulan, kalk da yatağına gir, orada uyu! Oğlan uykulu uykulu burnunu kaşıyıp, beceriksizce soyunmaya başladı. - Sahiden de, dedi, ben neden burada uyumuşum? Elinden tutup yatağına soktum. Durmuş, duyulur duyulmaz bir sesle: - Abi be, ne de soğuk! - Yat ulan, dedim, şimdi ısınırsın. Kadın başımdan gitsin diye, ben de hızlı hızlı soyunup yatağa girip yorganı başıma çektim. Alaylı bir ses: - Allah rahatlık versin. Kapı kapandı. Arkadan da bir kahkaha geldi. Var gücümle dişlerimi sıktım. Yatak su gibiydi. Tenimden buz gibi bir ürperti geçti. İçim bir üşüdü ki... Yorganı başıma, bacaklarımı karnıma çekip bir topak oldum. Durmuş Ali yorganımı çekti. - Abi be, dedi, abi be! Donuyorum abi be! Vıcık vıcık! Ben büzülmüştüm. Hırsımdan dişim dişimi yiyor. - Abi be, sana diyorum abi be!.. Donuyorum be! Yorganı üstümden hışımla attım: - Ne var ulan? Abi be, abi be!.. Yat geber işte! Tekrar yorganı üstüme çektim. İçimde soğuk bir ürperti. Sanki bir yığın yılanı getirip çıplak tenime sarmışlar. - Abi be.. Vallahi üşüyorum. Üşümekten ölüyorum.. Vıcık vıcık... Su... Abi be! Sana diyorum be!.. Ben birden yataktan fırladım. Giyindim. Ali de öyle yaptı. Gene gittik köşeye oturduk. Sudan çıkmış gibi ıslanmıştık. Ama yüreğimde korku, ya kadın şimdi çıkıverir de, bizi gene böyle görürse!.. Durmuş Ali'nin dişleri birbirine çarpıyordu. Ben de titriyordum. Ya kadın şimdi çıkarsa! Ali'nin elinden yakaladığım gibi: - Yürü parka kadar koşalım, ısınırız. Parka kadar koştuk. Asfalt cadde ıpıssızdı. Oradan istasyona koştuk. Yüreğimiz küt küt atıyordu. Isınmıştık ama, sıtma ağacının altında biraz bekleyince yeniden üşümeye başladık. İstasyon meydanının ortasında birkaç salepçi duruyor, bir insan kalabalığı da salep içiyordu. Sıcak salep bardaklarının buğulandığını görür gibi oldum. Elim cebime gitti ama... nafile... Durmuş da salep bardaklarına gözlerini dikmişti. Kendimde olmadan içimi çekmişim. Durmuş da içini çekti. Daha gün doğmamıştı ya, usul usul şafağın yerleri ışıyordu. İki büklüm olmuş, tir tir titriyorduk. Durmuş Ali, bir ara bana döndü. Birden aklına gelmiş gibi: - Abi be, dedi, sahiden, o ıslak yataklara biz ne diye girdik? . * Yatak (Türk Hikaye Antolojisi, Varlık Yayınları, S. 293-300) * Bugün Yaşar KEMAL'in ölüm yıldönümü. Onla ilgili diğer çalışmalarımızı görmek için lütfen TIKLAYINIZ

  • PROTEO

    Yusuf AKSOY * Kumdan mekânlarda sırtı boşlukta karanlığın içinde sıkışmış tepelenip duruyorken vebaşını kaldıramıyorken necip ama zavallı millet kentler üzerine yıkılırken şaşkınlıktan durakaldı Sen sevgili Proteo yoldaşının başına kürekle vuranların barikatlarını yıkarak çok uzak kıtalardan kanatlanıp koştun ızdırabın yurduna uykuda yerin yedi kat altına gömülenlere ışık oldun durmadan yeniden doğumu müjdeleyen kudretli bakışlarınla can oldun nice adı sanı bilinmez fakir yurtlarda sayısız canların kahramanı olduğun gibi atıldın cansiperane enkazın altına üstüne nerde bir can kokusu, can sıcaklığı varsa bebek eli patilerini kanatarak kazdın betonu canını, dişini, kanını verdin karanlıkta inleyenlere utandırdın, korkunun kölesi olan yığınları düştün sonra, yüzlerce canı çekip aldığın toprağa ağlatın bizi ortadoğunun kader sanılan coğrafyasının ortasında anne sütü gibi apak bayrak oldun ölümsüzleştin artık zehir gibi acı mahcupluğuyla baş başa kaldı çoğunluk ağlamayı çokça hak eden ülke unutmayacak seni yolumuz düşerse Meksika’ya yabancılık çekmeyeceğiz kahramanlığını katlayarak düştüğün uzak topraklardan kanattığımız yerlerine merhem olacak çiçekler getireceğiz kucaklar dolusu

  • Şiirce

    Fadime Y.KAROĞLU * Günün ilk ışıklarıyla Yaldır yaldır yanan Ve içten içe kaynayan maviye, İç geçirerek bakan yeşil Akasya kokulu sevdalar saçıyor. Bak işte cemre, Suya iniyor Gürül gürül akarak Beyaza. Toprak ısınacak az kaldı Can verecek tohuma Günebakan çiçekleri başverip Gölgelenecek siyaha. Gerisi yaz... Kavruk kavruk sarı... Çocuk şenliğinde, Oynaşan meyveler Bakacak kırmızı kırmızı Bahçelerde bağ bozumu!

  • NEDEN YAZIYORUM

    Niyazi UYAR * Herkes için öyle midir bilmem, hayata başka başka pencereler açan, yaptığı aktiviteler bir getiri sağlamasa da içindeki kurt kıpırdar durur. O kurt(lar) dökülmeden yazan birinin huzur bulması nerdeyse imkansızdır. O kurt(lar) dökülse bile başka kurtlar kaynamaya başlar. Kulakları çınlasın edebiyat öğretmeni Selma arkadaşım, “kurtlu” sıfatını yakıştırmıştı bana. Gerçi o “kurtlu” sıfatını yazıp çizmeme istinaden söylememişti ama hakikati varmış. Belki onun “kurtlu” sıfatı içimdeki öteki kurtların gün yüzüne çıkmasına ivedilik kazandırmıştır kim bilir. Hayata başka pencere açmak dedim ya fakat o pencereyi açamadan o pencerenin kurtlarına takılıp kaldım işte! Gök Münevver de yerimde duramadığım için “gurtlu gavır!” derdi. İnsan evinde yorulur mu, ben yoruluyorum. Şöyle ayaklarımı uzata uzata yatamıyorum -anca gece uyuyunca mümkün oluyor- beş on dakika uzanınca içimdeki bir başka “ben” dürtüklemeye başlıyor. “Kalk diyor, uyuz uyuz yatıp durma!” Ne televizyon izlemek ne tam motive kitap okumak, dur durak bilmeden evin her santimini ayak tabanlarıma nakşediyorum. Sonra başlıyorum kendimle kavgaya. Gök Münevver derdi ki,” insanın kendi kendine ettiğini, dokuz köyün gavırı bir araya gelse edemez!” Gök Münevver de kim mi dediniz? “O benim kahramanlarımdan, o, Aziz Atatürk’ün ideal Anadolu kadını profili! Ah Gök Münevver ah, sen şehirde okumuş, yazmış bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydin, vali padişah bile olurdun. Vali padişah sıfatını çok kullanırdı o, böylelikle bir kez daha anmış olayım onu. Derdi ki “istese vali padişah osun, ümorumda omaz,” aynen böyle derdi. (Ümorumda: Umurumda) Nice kadın, Gök Münevver gibi heder olup gidiyor Anadolu’da. Ah ah, Talas Savaşı’ndan sonra Araplardan yana tavır alan yönetenler, söylenecek o kadar çok şey var ki, neyse… Fazla ileri gitmeden burada kalayım değil mi? Yazmaya başlayınca benim kalem alıp başını gidiyor. Onun genellikle dizginlerini asılıp duruyorum. Onu özgür bırakmaya gelmez, ne de olsa, bu Türkiye eski Türkiye değil. Öğretmenlik yaptığım doksanlı yılların, sonra iki binli yılların ilk üç beş yılı, hele öğrencilik yaptığım yetmişli yıllar hiç değil! Hayata yeni bir pencere açayım diye başladım, o pencereyi açamadım bir türlü. Hayata yeni bir pencere açacaktım, açtığım pencere ile düne, yarına bir projektör tutacaktım, kalemimin başını alıp gitmesine izin vermeden başlayayım diyeceklerime. Abidin Dino’nun, Nilgün Vural’ın çizme aşkı gibi, Mozart’ın, Arif Sağ’ın, Sabahat Akkiraz’ın, Suna Kan’ın… müzik aşkı gibi edebi şahsiyetlerin yazma aşkı böyle bir şeydir işte! Bu şahsiyetleri durağan, dingin, sıradan bir hayattan koparıp bu “kurtlu,” hayatın içine atıveren nedir? Otuz yedi yıl bu ülkenin yarınlarına düşünen, sorgulayan bireyler yetiştirmek için, sanatın -bence- en yücelerinden olan öğretmenlik sanatını icra ettim. Dünyaya, doğaya, yaşamaya, sevgiye olan aşkımdan dolayı, bugün sanatın yazma aktivitesi içinde üretmeye, güzelliğin çıtasını daha da yücelere çıkarmaya çalışıyorum. Kalemim tutukluk yapmazsa, başını alıp gitmez, beni belalara salmazsa, yazmaya devam edeceğim. Başlıkta “neden yazıyorum,” dedim ya şöyle net, vurucu cümlelerle sebebini söylemedim değil mi? Bir kere ben, içimdeki “ben,” beni rahat bırakmadığı için yazıyorum? Mesela şu an, arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu kahvelerde okey mokey oynarken, bazıları da televizyon karşısında göbek büyütürken, ben sandalye tepesinde “o sözcük mü, bu sözcük mü, yok yok hiçbiri değil diye ince eleyip sık dokumaya, bir sözcük için, bir cümle için, kılı kırk yarıyorum. Bazen o kadar çok titizleniyorum, imgelerin sihrine kendimi kaptırdım mı, işte o zaman yürek çarpıntılarım çoğaldıkça çoğalıyor. “Neden yazıyorum” için bu söylediklerim de çok açık olmadıysa, öğrencilik yıllarımın bıçak gibi keskin söylemlerinden söz edeyim o zaman. O yıllarda gençlerin söylemleri çok keskindi, hem de iki yüzü keskin bir bıçak, değdiği yeri alıp geçiyordu. Diyordum ki “ne ezilen ne ezen insanca, hakça bir düzen!” Ecevit’in bu sözü dağları taşları süslemişken, benim de gönlümün baş köşesinde yerini almıştı! Sözün harikalığına bakar mısınız, kim sevmez: “Ne ezen ne ezilen insanca, hakça bir düzen!” Sonra, “Dünyanın bütün işçileri birleşin! Toprak işleyenin, su kullananın! Hak adalet, özgürlük! Kahrolsun emperyalizm, kahrolsun faşizm…" Bak işte gördünüz, bu sloganların bazıları ne kadar keskin, "vurmak, kırmak… " oysa bu kavramlar benim kişiliğimle ters orantılıdır. Kendimi tanıdığım bildiğim kadarıyla ne kavgadan ne tartışmadan ne polemikten hoşlanırım. Ben kavga adamı değilim. O günlerde kavganın ön saflarında bir akıntı sonucu olmuş olsam bile, ben tam bir barış adamıyım. Barış adamıyım derken hak, halk düşmanları ile sarmaş dolaş da olamam hani. Barıştan yana olan ben kendimi bildim bileli, her ırktan, her dinden, her dilden insanın bir arada yaşamaları için elimden geldiği kadarıyla her şeyi yaptım diye düşünüyorum. Bu uğurda dostluğa bir nebze katkım olduysa bundan fevkalade mutluluk duyarım. Kaç eğitimciye nasip olmuştur bilemem; ama benim Süryani, Ermeni, Musevi, Romen, Kürt, Alevi … yüzlerce öğrencim oldu. Hatta aşırı milliyetçisi de oldu, ateisti de… Mesela aşırı milliyetçi bir öğrencim, o yıllarda dersteki haytalığından ötürü özür diliyor bugün... Ben, İzak’ı da, Büşra’yı da, Haydar’ı da, Soydan’ı da çok sevdim. İşte ben, sevginin bayrağı hep dalgalansın diye kafatasçılar, din bezirganları, Naimleri, Büşraları, İzakları, Ezidileri, daha çok zehirlemesin diye yazmaya devam edeceğim. Bu beni hayata bağlayan bir sihir, bu benim hayat düsturum! O sihir olmazsa, yaşayamam diye düşünüyorum. Şimdi çalışma odamda bunları yazarken, sevgili eşim öbür odada bir başına oturmuş televizyon izliyor... Yazmak hakikaten özveri ister, yazmak hakikaten meşakkatli bir şey. Yazıp paylaştıklarınız topluma mal olur. Okumaktan, yazmaktan bir haber abidik gubidik adamlar bile yazdıklarınıza dair fikir beyan eder. Hem de ne fikir(!) Siz defalarca, defalarca kontrol ettiğiniz ürününüzde illa ki bir eksiklik olabilir; işte o zaman onlar, mal bulmuş mağribi gibi onun üstünde tepinir de tepinir! Siz yazarsınız, mesela yazdıklarınız belki bir gün eski sevgilinin eline geçecektir, onun şöyle içten bir ah çekişine vesile olacaktır diye düşlerken, belki o, çoktan bir kadın hastalığı ile sizlere ömürdür. İşte o an, içinizden bir parçanın koptuğunu hissedip derin bir ah çekersiniz. İşte o an, kimi kimsenin olmadığı bir yerlere gidip içinizi çeke çeke ağlamak istersiniz. Sonra size aşık bir memure, sizin öne çıkmış durumunuza şahit olmuşsa, kendine, size, hayata küstüğünü öğrenince siz bir kez daha yıkılırsınız. Yazmanın bir değil, yüzlerce sebebi var. Bay Yazıcı, mesela ben, yazarken özgür olduğum için yazıyorum, yazarken ben olduğum için yazıyorum. Bayan Aksoy, Bay Aksoy yazarken ben olduğum için yazıyorum. Bayan Karadağ, Bay Aytöre, Bay Özgen, Fadime Hanım yazarken hakikaten ben olduğum için yazıyorum. Saygıyla kalın!

  • PENCEREMDEN

    Fadime Y. KAROĞLU * Yazın dünyasına adım atan yazarların, öncelikli durağının dergiler olduğunu hep okurdum… Onlarca kitap yazmış ve edebiyatımızda önemli yerlere gelmiş yazarların illa ki bir dergi macerası vardır. Ya dergi çıkarmış ya da dönemin en popüler dergilerinden birinde sürekli yazıları yer almıştır. Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Kelebeğin Rüyası filmi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşamış ve o yıllarda “Varlık “ Dergisinde şiirleri yayınlanmış iki genç şairin yaşamından esinlenilmiştir. Bu iki şiir sevdalısı gencin adları ve şiirleri günümüze kadar taşınmış ve filmlere esin kaynağı olmuşsa, bunun tek nedeninin edebiyat dergileri olduğu tartışılmaz. Bu nedenle ben dergileri bir okul olarak görüyorum. Yazarın hem yazdıklarını sınaması, hem de okur bulmanın en güzel ve geçerli yolu dergilerdir diye düşünüyorum. Benim yazma öyküme gelince... Eğitim hayatında öğretmenler önemli yer tutar kuşkusuz. Ancak yaşamınıza yön veren, örnek aldığınız, kişiliğinizi şekillendirecek ilkokul öğretmenleri apayrı bir yer tutar. Hele hele öğretmeniniz aynı zamanda babanız ise… Düşünüyorum da, şanslı bir öğrenciydim çünkü, Hem Köy Enstitülü bir öğretmenin çocuğu, hem de okulda öğrencisi olmak inanılmaz zenginlik katmış hayatıma. Çok okuyan, evinde dünyanın kitabı bulunan, edebiyata ilgili, gazete ve dergileri takip eden, günlükler tutan bir baba… Bütün bunlar sizin alışkanlıklarınıza şekil veren, sizi yazmaya yüreklendiren, edebiyat dergileri kanalıyla yazarlarla tanıştıran güzel şeyler. Ancak, hem ebeveyn, hem öğretmen olma durumunun benim için tek şanssız yanı; yetenekleriniz ve başarılarınız en önde bile olsa, kayırıldığınızı düşünecekler endişesi ile öne çıkarılamamanız. Sonraki yıllarda başarılarınız ne kadar takdir edilse de bu öğretilmiş mahcubiyet, yaşamınız boyunca sizi takip eder. Bir türlü öne çıkamaz, çekingen ve tutuk geride durursunuz. Yazmak sessiz bir eylemdir aslında… Yazılanları gün ışığına çıkarıp ses haline dönüştüren tek adresin dergiler olduğu - ilk öykülerimin KimseSiz, Aykırı Sanat, Damar, başka dergiler ve maviADA dergisinde yayımlanması, aynı zamanda maviADA Dergisinin kuruluşunda ve yönetiminde yer almam - gerçeğini benim gözümde daha bir sağlamlaştırmıştır. Oysa, onca zaman sessiz bir tarafta yazıp durduğunuz şiirleriniz, öyküleriniz, denemeleriniz nerede ve nasıl ses bulacaktı, anlatacaklarınız olduğunu kimler dinleyecek, hatta yeni çıkan kitaplarınız ve aldığınız ödüllerinizi nerede duyuracaktınız? Fener gibi yolunuzu aydınlatan edebiyat dergileri, tam da böyle bir zamanda yardımınıza yetişir. O nedenle, MaviADA Dergisi’ nin benim için anlamı tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Benim gibi bir çok yeni kalemin de, ilk öyküleri, şiirleri ve hatta kitapları maviADA’dan çıkmıştır. İlk defa ismini dergimizde duyduğum bazı yazarlar, sonradan Türkiye’nin önemli Ödüllerine sahip olmuşlardır. Ancak şunu vurgulamadan geçemeyeceğim bir gerçek daha var ki, biz yazarların dergilere muhtaçlıkları gün gibi ortada iken, önemli bir vefasızlık da izlemekteyim. Dergilere yalnız yazı göndermekle yetinmeyip, uzun ömürlü olmaları için omuz vermenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Hele ki, ticari amaç güdülmeden, imece yoluyla kendisini döndürmeye çalışan Anadolu dergiciliği sahipsiz bırakılmayı hak etmiyor. Yazmak kendi pencerenizden gözlemlediğiniz, döneminizin sos yo ekonomik ve toplumsal sorunlarına, ahlaki değerlerine, bir ayna tutmaksa, bireylerdeki karşılığı ve yansıması çeşitlilik gösterir doğal olarak. Kimisi bu gerçekliği tümden reddedebildiği gibi, kimisi de içselleştirip kendi karakterlerini ve öykülerini kendi oluşturur. Artık yazdığınız öyküler sizin değildir. Kendi yatağından sıyrılıp, değişik kollardan akan ırmaklara dönüşmüştür. Eğer insan gerçeğinde evrenselliği yakalamışsa, dönemini aşıp yüzyıllara yayılır kalıcılığı. İnsan dünyaya geliş nedenini sorgulayıp, kafa yormaya başlamışsa bir kez, geleceğe kendinden bir kalıt, bir kanıt bırakmak düşüncesi ağır basar. Salt yeme içme, üreme dışında bu Dünyaya ne katabilirim, ne bırakabilirim? İyi baba, anne, evlat, eş… Olmak size yetmez. Burada duygular devreye girer. Duyguları yönetme, dostluk, arkadaşlık, sevmek sevilmek, aşık olmak, üretmek ve ürettiklerinin bir anlam bulması. Özbenlik kontrolü… Bir de kendi kontrolü dışında gelişen doğal afetler, savaşlar, salgınlar… Bunlar üzerine şiirler, öyküler, romanlar denemeler yazmak… Edebiyat tarihi bunun yüzlerce örneği ile karşımızdayken, yine de insanın söyleyecek sözü hep olacaktır. Başka türlü insan nasıl yaralarını sağaltır ki? Yeter ki, size özgü ve özgün olsun. Yani belli bir zümrenin ya da siyasi otoritenin sözcülüğünü yapmadan, toplum gerçeğine duyarlı ve insanı önceleyen yazın, yarın mutlaka tarihte yerini bulacaktır.

  • maviADA'nın Basılı Dergisi ve "Anlatının Dayanılmaz Büyüsü"

    Yazmak Kendini Yaratmaktır / Aycan AYTORE * maviADA 2020'de pandemi başında basılı dergiye ara vermişti. 2023'te dönmeyi düşünmüştük. Ağırlık basılı dergi isterken, bir kaçımız da muhalifti. En son bir deneme sayısı yapalım diye karar vermiştik. Bu amaçla başladığımız ANLATININ DAYANILMAZ SİHRİ dosyası sonunda hazır. Yeni katılımlarla giderek zenginleşen, tek başına güzel bir kitap formatına ulaşan maviADA'nın 2023'ün ilk sayısı, kitap olursa "2023 Yıllığı" ya da "maviADA 2023 Kollektif Kitabı" önümde. Ne ve nasıl olacağına, emek verenin o olduğunu düşünürsek artık Şenol Yazıcı tek başına karar verecek. DOSYAnın son okuması bana kaldı. İlgiyle okuduğum birbirinden güzel yazılara gözattığımda Andre Gide ait bir söze takılmıştım. “Ölümün önünden bir şey kurtarmaktır…” diyordu anı yazmak için... Genel olarak baksak sanki hayatın her alanı için yerine oturan bir söz değil midir bu? Sizi andıracak, anımsatacak, unutulmaz kılacak her şey gibi yazmak da ölümün ağzından bir şeyler kurtarmaktır. Bir çeşme yaptırmak, bir kitap yazmak gibi... Benim de bir katkım olsun. Sadece ölüm mü, yaşarken anlamlı, saygın, onurlu ve keyifli bir uğraş olmaz mıydı yazmak? Emekli mezarlıklarına dönen günleri ve kahveleri düşününce hele...Onca akıl ve deneyimle hayli zenginleşen mezarlıklar... İlgimi çeken sözlerden biri de Yazıcı'nınki. “Yazmak kendini yaratmaktır…” diye yanıtlar Şenol Yazıcı yazısında... Yani yazdıkça yaşam dahil her türlü hatalarını daha iyi görür, kendini onarabilirsin... Ya da bir tık daha iyisine taşımak mümkün. Akla yakın... Okuduğumuz her şeyden hanemize düşen ne varsa bizim kendimizi onarmamız için, alçıdır, tuğladır diyerek... bir yapıtaşı olmaz mı? Bu romantik idealist bir bakıştır. Edebiyat denilen felsefesi oldurulamazsa buza yazı yazmaktan bir farkı olmayan o alanda, paydaşları da hayli çoktur. Örneğin ADONİS adıyla da bilinen Ali Ahmed Said Eşber: “Tanrının söylediği ve yazmadığı şeye yankı olsun diye yazıyorum," diyerek daha iddialı bir noktaya çeker konuyu, misyon sahibi yapar yazarı. Sanırım sokakta denk geldiğimiz kurum kurum kurulan, bir rivayete göre şapkasından tavşan da çıkaran edebiyatçı taifesi de bunlardandır, değilse bile kesin kan bağı vardır. Edebiyatçılığın her alan gibi, çok istemekle, yoğun emekle değil de doğuştan edebiyatçı olunduğunu sananlardır onlar. “Yazmak benim için tutkulu bir alışkanlıktır. Nasıl okumadan yapamasam yazmadan da yapamam…” diyen Zeki Sarıhan, uyacağı kuralların anayasasını bile yapmış. Okumanızı öneririm. Eskiler ağzından bal damlayan adamlardı, baksana söze: “Yazmasam deli olacaktım," diye ne güzel anlatır o hali Sait Faik. Haritada Bir Nokta adlı öyküsünde gerekçesini, bir vazgeçilmeze oturtur. Hep eskileri övme, bit pazarına nur yağmaz, dedi geçenlerde ayaküstü konuştuğum biri. Yenileri de övdüğümü görmemiş demek. On beş yıl önce sadece bir dava adamı olarak dergiye gelen Yusuf Aksoy, şimdi hem dava adamı hem de insandan, halden anlayan muhabbet adamlığının işaretlerini veriyor; “... özgürlüğe çevriliyse kalem, artık yazma sorumluluğundan kaçamaz,” diye hoş imge ve benzetmelerle insansan, anlatmaya mecburluğumuzu tanımlıyor. “Yazıyorum ve bilmiyorum. Tek bildiğim, bunun iyi geldiği,” Murathan Mungan oldukça samimidir yanıtında. Bazen söylerim, yazmanın sağaltıcı, terapik etkisi vardır. Siz gene de doktora görünün ama anlatmayı da bir deneyin, derler. Sarımsak gibi iyi gelecektir. Bazen de bir karizma nedeni, farklı ve özel görünme yoludur, daha çok beğenilmek, sevilmek beklenir. Gabriel García Márquez, dostları onu daha çok sevsin diye yazdığını söyler. Yüz Yıllık Yalnızlık’ın yazarının bu denli alçak gönüllü olamayacağını düşünürsek, gene de her ironi de bir gerçek payı olduğunu unutmamalı. Çok daha rasyonel yanıtlar alındığı da olur. Zeliha Aydoğmuş’a göre ''İnsanın sessiz çığlığıdır yazmak. O çığlığın mutlu ya da mutsuz olması önemli değildir...” Hamza Bektaş, felsefeyi bırakın, elde edilen sonuçlara bakın der gibidir, hobi olarak başladığı yazmada üç yılda dört kitap ürettiğini anlatırken. Yaşamı boyunca muhtaçlıktan kurtulamamış, oradan oraya savrulmuş H. de Balzac'ın yanıtında hırsı da vardır. : ‘Zengin ve ünlü olmak için.’ Michel Tournier: “Okunmak için, kendini satışa sunmak için,” demektedir. Nobel ödüllü Amerikan Edebiyatının devi William Faulkner de benzer düşünür: “Hayatımı kazanmak için.” “Çocuklarım büyümüştü, artık kime öykü anlatacağımı bilemiyordum,” diyenler de vardır Umberto ECO gibi… Bir akademisyen olan Eco’nun, anlatacak en azından öğrencileri vardır. Ayrıca 80’li yıllarda edebiyatın prensliği için Marguez’le yarışan ECO’nun da şaka yaptığı açıktır. Gerçeğin payını ayırın. Nurten Bengi Aksoy da “Yalnızlık günlerimin en iyi ilacı olmaya başlamıştı yazmak, “ derken şaka yapmaz. “Emekliliğimin ve yalnızlık günlerimin yarattığı boşluğu yazarak dolduruyordum,” diye de anlatır en sahicisinden. Anlatmak, Afrika’ya arslan avlamaya gitmek ya da saksıda kauçuk yetiştirmek gibi soylu bir ilgi, hobi, yaşama sebebi ya da ekmek teknesi... Hem hepsi, hem hiçbirisi... Sahi türkü neden söyler insan, var mı bir yanıtı?.. Ben annemi bilirim, bir şey yapacaksa, hele "bişi" yapıyorsa, öldürsen türküsüz yapamazdı. Neden yazar insan, diye hala soralım mı? Bunu anlamak için neden anlatır insan diye sormalı ilk adım.. “Elimden başka iş gelmediği için…” diyen Samuel Beckett gibi mi düşünüyorsunuz? Bu da anlatıcının bilge imajını zedeler sanki… Ya da “delirmemek için,” diyen Sait Faik gibi tutkunu olduğunuz bir alışkanlık gibi olabilir mi o anlatma… Yani bir rutin ya da bir mecburiyet… “anlatma, yazar için, bir rahatlama, huzur bulma, mutlu olma, zamanını değerlendirme nedeni…” diyen Fuat Özgen’e hak vermek gerek. “Kaybetmemek için…” diyor Marcel Proust, yani bilinçli bir seçim, bu daha akla yakın… Öyle ya hayat güç ister, siz de güçlü olmak için yazarsınız, anlatırsınız. Ne var ki sembolist şair Rimbaud’un dediklerine bakın. Çok daha iddialı, “Dünyayı değiştirmek için…” diyor. Semihat Karadağlı da benzerini söyler yazısında: “Yazarak dünyayı değiştirmeye, kendimce güzelleştirmeye başladım.” Sonuçta hepsinden o anlam çıkıyor, anlatmak bir mecburiyettir gibi… Hiç mi yazmaya bahçe sulamak, çiçek yetiştirmek gibi bakan yok. Alfred Jarry biraz öyle yaklaşıyor” “Alaya almak için" diyor. Bu benim anlayışıma yakın, yani yarar beklemeyen hobi gibi görünen bir anlayış. Oysa yararı vardır bilmem mi, anlatabilmek için önce yaşamak gerekli, bu da yeni bilgiler demek. Onları beyninizde yoğurmanız da gerekli. Analiz, sentez olayı… Bu da beyni daha işlek hale getirmez mi? Bir yayıncı ve yazar olarak Aydın Şimşek,” Geleceğin Alfa çocuklarına bir şey anlatmak için hangi dili seçeceğimden daha çok, kendi anılarımı ve dilimi korumak için anlatıyorum,” derken belki de anlatının bu yanına, düşündüren yanına gönderme yapmaktadır. Ben de sözü bir savunma aracı olarak görme eğilimindeyim. Yani kasınız, yumruğunuz yetmiyorsa, söz ne güne duruyor? Ruh denen bedenden daha zayıftır, hem, yaralanması daha bir kolay. Ne var ki Robinson’un yazarı Jonathan Swift, bir savunma silahı olmaktan çıkarır, daha ötesi bir saldırı silahı yapar sözü : “İnsanların bönlüğünü yüzlerine vurmak için… “ derken dişlerinin gıcırtısını duyarsınız. Thomas Bern Hard çok daha kızgındır insana: “Can yakmak için,” der. Mehmet Çoban; "Kuşağımın sancılarını birinci elden olarak geleceğe aktarmak…” tan söz ederken yazmanın tarih yapan kültür taşıyıcısı başka yanına değinir. Kurgu biliminin bildiğimiz en ünlülerinden Isaac Asimov "Hangi nedenle nefes alıyorsam, o sebeple yazıyorum,” derken bu da sorulur mu diye bakar sanki. Sözünü tamamlarken de şakası olmadığını anlarsınız: “Zira, yazma uğraşım olmazsa sanırım ölürüm" Yazmadan yaşanamayacağının kanıtı sözler bunlar, yaşamın tadına ancak yazarak varabilenler için, daha doğrusu garip bir paradoks ama, az yaşayıp çok yazanlar için, bir çeşit yaşamayı bilmeyenler için geçerli olan sözlerdir de… Akgün Akova'nın "yazmasaydım beynim buz tutacaktı" demesi gibi, İsmet Özel’in, "Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir? " dediği gibi… Belki hayatı yaşamayı beceremediklerinden ya da ironiyle sanatçının, hayata ve olaylara duyarsız kalamadıklarından söz ederler. Buradaki sanatçı sözü anlatmayı meslek haline getirenler için ama aslında bütün insanlar için geçerli bu söz, bilirsiniz. Edebiyatın ve diğer tüm sanatların başlangıç noktası olan, başkasına aktarma ve biriktirme ihtiyaçlarına gönderme yapan bir ifade. Ne kadar soylu ama bir o kadar da sıradan insan yanlarımız… Peki: “Sabah kalkmak, iyi olmak, bir şeyleri aşmak, mutlu olmak…” diyen Stephen King farklı şeylerden mi söz ediyor? Dört kitabı olan Niyazi Uyar, yazısının sonunda “oturaklı bir yanıt bulamadım; ama yazarken özgür hissediyorum...” derken belki de asıl yanıtı veriyordu. Nurdan Aladağ'ın “Çünkü yazmak hayatı paylaşmaktır,” deyişi ya da Fadime Y. Karoğlu’nun anlatmak için “Başka türlü insan nasıl yaralarını sağaltır ki?” söyleyişleri belki bu anlatılanların romanını yazdıracak ipuçlarıydı. Uğur Özışık samimi ama işin başındaki her insan gibi anlatmaya duyduğu saygıyla kendini o seçkinler grubuna yakıştıramadan ama sahada yer alacağı dakikayı sabırsız beklerken "yazmanın kutsallığından " söz eder ve yazanların peygamberliğinden... Aklının o altın çağda kaldığını düşünseniz de bu kadar olumlu izlenim veren yazının görkemli adamlarına Nazım Hikmetlere, Kemallere, Sabahattin Alilere... imrenmekten kurtulamazsınız. Hasan Güleryüz daha profesyonel bir iş gibi bakar yazmaya: “Evrensel anlamda yazma bir sorumluluk almadır,” derken oldukça ciddidir. Aslında bütün savunmalar ve eleştiriler haklıdır. Belki bakılan pencere farkı önemlidir azıcık, o kadar. Ama değişmeyen yanı anlatmak tümüyle insani bir eylemdir, hiçbir kutsallığı da yoktur. Daha doğrusu ben göremiyorum. Sadece okumak ve yazmak öteki insan alışkanlıklarını düşünürsek daha bir yakışan daha bir soylu ve onurlu işlerdir... Ve bazen göl maya tutarsa bu dünyanı da güzel yapmana yetecek bir iştir yazmak. Mustafa Taner yazmanın yol arkadaşlığından söz eder, "Yazmak benimle gurbet yolculuğunda arkadaş olurken yüreğim doldu, ayak izlerim daha derin oldu. Ufkum daha da genişledi." Gene de unutmamalı; Tolstoy kitap yazmıştır, Hitler de… Mesele yazıda değil demek ki, diyor Semihat Karadağlı, kimin ne amaçla, ne yazdığında... Güzel söz. Nasıl oldu da ben bunu düşünemedim dediğim türden... İ. Hakkı Özsarı “Her insan en çok kendisi için yazar,” derken ANLATININ, bakmak, görmek, nefes almak, yemek yemek, tuvalete gitmek... gibi çok sıradan, önce kendisi için gerekli olan, ama emek verilmezse ilkel ve güdük kalacak en soylu insan yanlarından biri olduğunu hissettirmez mi bize? O sıradan yanlar, an gelir ölümün önünden kurtarılan farklı ve yeni bir hayata ya da kendini yaratmaya ya da uçuk bir gülümsemeye, anlamlı bir meşguliyete ya da büyülü bir gerçekçiliğe döner. Herhalde kutlu ya da ölümsüz olan yanları da olsa olsa budur. …

  • Sevgili Mehmet,

    Fuat ÖZGEN Yalova, 28.12.2022 Sevgili Mehmet, Uzun zamandır bir araya gelemedik. Ama güzel şiirlerini, meslekî ve çocukluk anılarını; ülke sorunlarını ve güncel olaylarla, olgularla ilgili yazılarını ilgiyle okuyorum. Yazılarında yazıp yazmama konusundaki endişelerini paylaşıyor, yazma nedenlerine katılıyorum. Yazmanın, anlatmanın nedenleri konusundaki düşüncelerimi seninle paylaşmak istiyorum. “Anlatma”yı biraz irdeleyelim. İnsan neden anlatır? Bu istek mi, bir zorunluluk mudur? Ressamın resim, heykeltıraşın heykel, müzik insanının müzik yapması ne kadar doğalsa, anlatma yeteneğine ve yeterliliğine sahip birinin anlatması da o kadar doğaldır. Anlatmak için dayanılmaz bir istek duymak veya kendini buna zorunlu saymak kişilikle ilgilidir. Ne salt yetenek ne de yeterlilik etkili anlatım için yetmez. Yetenek iyi bir eğitimle, bilgiyle tamamlanmalı, gözlem yapmalı; iyi yazarların, ozanların yapıtları bolca okunmalı ki etkili anlatımın önü açılsın. Anımsarsın değerli öğretmenimiz Rasim Şimşek “Kaz pişmedi!” derdi. Kaz pişecek, bardak dolacak, taşacak duruma gelecek. Biliyorsun halk edebiyatımızda âşıklar uzunca bir süre ustaların eserlerini okurlar. Ne zaman ki pir elinden dolu (bade) içip olgunluğa erişirler o andan başlayarak kendi eserlerini yaratırlar, okurlar. Yazı bulunduktan sonra insanlar, çeşitli yazı araçlarını kullanarak metinler oluşturmuşlar, duygu ve düşüncelerini kayıt altına almışlar, paylaşmışlar, geleceğe aktarmışlardır. Sözlü anlatım geleneği de yazılı anlatıma paralel olarak sürdürülmüştür. Yazarlar, ozanlar yazınsal ürünler oluşturunca okuyucular onların sanatlarından, yeteneklerinden yararlanırlar. Yani yazarlar, ozanlar okuyucuya karşı sorumludur. Toplumu aydınlatmak, kültürünü geliştirmek, sanat zevkini karşılamak yazarların, ozanların görevidir. Meyve ağacı, meyve vermiyorum diyebilir mi? Kimi yazar arkadaşlarım, tanıdıklarım “Her akşam bilgisayarda 5-6 sayfa yazı yazmadan uyuyamıyorum, huzursuz oluyorum, günümü boşa geçirdiğimi düşünüyorum.” diyorlar. Demek ki anlatma, yazar için, bir rahatlama, huzur bulma, mutlu olma, zamanını değerlendirme nedeni. İyi bir yazar, yazmadan duramaz. Fuzuli diyor ya Söylesem tesiri yok Sussam gönül razı değil. Atatürk, “Sanatkâr, toplumda uzun mücadele ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.” diyerek yazarın da duyarlı ve öncü olduğunu belirtmiştir. Her insan gibi edebiyatçılar da tanınmak, bilinmek, beğenilmek isterler. Tanıtım araçları da yapıtlarıdır. Kitap fuarlarına katılmanın bir nedeni de bu olsa gerek. Yazılanlardan bir kazanç elde etmek, geçimini sağlamak, yazarlığı meslek edinmek bir sonuç olabilir. Sırf para kazanmak için yazı yazıldığını düşünmüyorum. Orhan Veli Kanık bu durumu “Galata Köprüsü” şiirinde şöyle anlatmış: Bir ben miyim keyif ehli içinizde Bakmayın, gün olur, ben de Bir şiir söylerim sizlere dair Elime üç beş kuruş geçer Karnım doyar benim de. Kimi yazarlar, yetenekli ve yeterli oldukları halde at gözlüğü takıp körü körüne belli bir ideolojinin, düşüncenin savunucusu, kiralık kalem olabiliyorlar. Bu yeteneği kötüye kullanmadır. Okuru yanlışa yönlendirmedir. Doğru bir davranış, yöneliş değildir. Ülkemizde ve dünyada pek çok yazarın, yazdıkları nedeniyle, başı belaya girdi. Kitapları toplatıldı, ceza aldılar, hapse atıldılar, sürgüne gönderildiler, süründürüldüler, hatta yaşamlarını yitirenler oldu. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi pek çok yazarımız, ozanımız hapislerde çürütüldü. Sinop ve Bursa Cezaevleri yazarlarımız nedeniyle ünlendi. Namık Kemal’den Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya kadar pek çok edebiyatçımız sürgünlere gönderildi. Madımak’ta birçok ozanımız, yazarımız yakıldı. Birkaçı canını zor kurtardı. Dünya edebiyatının ünlü ismi Fyador Mihailoviç Dostoyevski hapis yatırıldı. Fabl yazarı Aisopos (Ezop)’un bir fablı nedeniyle kızdırdığı papazlar tarafından uçuruma ittirilerek öldürüldüğü söylenir. Bu kötü durumların, acıların yazarları durdurmadığını, durduramayacağını, geriletemeyeceğini gördük, yaşadık. Sevgili arkadaşım, Doğduğun, yaşadığın, yetiştiğin, görev yaptığın ortamların, karşılaştığın zorlukların, baskıların yazdıklarına etkili olduğunu görüyorum. Üretkenliğin ve anlatma becerin beni mutlu ediyor. Okurların da seni mutlu etsin. Sağlıklı ve bol sanatlı günler diliyorum. Güzel günlerde görüşmek üzere hoşça kal. .

  • BİRİNCİ AĞIZDAN İKİNCİ EL KELİMELER

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Bir yandan da o, yaratılmışların en özeli, en ayrıcalıklısı olarak bilinen ''İNSAN'' denen canlının sessiz çığlığıdır yazmak... Kimi zaman sevinçten, kimi zaman hüzün, öfke ya da kahırdan atılan, duyguların dili olup kelimelerden medet uman çığlıklar. Sözcüklerle dost olmayı seçen insanlar, yazmaya ilk başladıklarında benim de yazıma başlarken yaptığım gibi, ne giriş, ne gelişme, ne de sonuç gözetir attığı çığlıklar. İmla kuralları deseniz hak getire. Ama saydığım bunca eksiğe karşın tek bir şey, o en önemli şey vardır bu insanların yazdıklarında; ''RUH''. Nefes alıp veren, içeriğiyle yaşatan ya da öldüren, bazen yaralayan, uçarken birden yere çakılmamıza neden olan; RUH. Öyle ki zaman zaman bizi kış ayazından çekip çıkaran, nevbaharlara sarmaşık yapan; Birinci Ağızdan İkinci El Kelimeler'dir bunlar. ''Ruh, yazının icadından beri öIümsüz.'' CemiI Meriç Yazmak duygu ve düşüncelerin karanlığı reddetme, ışığa çıkma isteğinden doğan bir eylemdir bana kalırsa... ruhun masalındaki cadıları ya da perileri, olumlu ya da olumsuz tüm duygu, düşünce ve yaşanmışlıkları olanca şiddetiyle görünür kılma isteği. Kahırsa yaşanan, acısını azaltma, mutluluksa sevincini çoğaltma eylemi...ama en çok ruha dair ne var ne yoksa paylaşma, daha yoğun olarak da o duyguları kelime kelime toplama ve yitip gitmesine kıyamama hali. ''Anı yazmak, öIümün eIinden bir şey kurtarmaktır.'' Andre Gide Bu duygu ve düşünceleri paylaşma hali ilk olarak çocuklukta başlar genelde. Kendini yeni yeni keşfe çıkan çocuk, ilk paylaşımlarını yine kendi kendiyle yapar, günlük tutar. Yazma alanında atılan ilk adımlar genelde, bir çocuğun yaşama karşı duyduğu çekimserliğe paralel olarak alabildiğine utangaçtır. Yazdıklarını kimseler bulup okumasın diye, ya kilitlisinden alınır o günlükler ya da köşe bucak saklanır. '' Yazı yazmayı öğrenmek, her şeyden önce düşünmeyi öğrenmektir.'' Amiel Suche Zaman geçip çocuk büyüdükçe, hayatın sorduğu bilmeceler kah çözülüp kah kanıksandıkça ve ayakları yere daha sağlam bastıkça, yavaş yavaş görünür olma isteği doğar çocuğun duygu ve düşüncelerinde...Hele hele yakın çevresinde bulunan anne, baba yada öğretmenleri tarafından yüreklendirilip doğru yönlendiriliyorsa... ''Okumak, bir insanı doIdurur; konuşmak onu hazırIar, yazmak ise oIgunIaştırır.'' Francis Bacon Başlıkta ''İkinci El Kelimeler'' dediğime bakmayın, şu an dilimizde bulunan kelimeler kimbilir kaç yüz yıldır, kaç milyar insan tarafından kullanıldı, kullanılıyor...ama yine de sayıları bellidir, ortaktır bu kelimeler. Ya edebiyatın konu edindiği duygu ve konular! Neresinden tutsanız, hangi açıdan durup baksanız sayılı, benzer ve belli başlıdırlar. Peki bu durumda ne oluyor, biz okuduğumuz her öyküden, şiir, deneme ya da makaleden aynı lezzeti mi alıyoruz? Elbette hayır. ''BiIgi, iyi yazmanın kaynağıdır.'' Horatius Durum bu kadar basit olsaydı, hepimiz hayatımız boyunca üç beş kitap okur, sonrasında da bu alışkanlığımızı bir kenara bırakıp yolumuza devam ederdik. Oysa benzer duygu ve yaşanmışlıkları içerse, yazılan her harf, her kelime aynı yollardan geçse de okuduğumuz kitaplardan kimi zaman farklı renk ve çeşitte güller derer işleriz yüreğimize, ruhumuzun derinliklerine, kimi zaman türlü dikenler batar etimize, ciğerimize. ''Bir yazı, bizde ancak kendi maIımız oIan fikirIer, doğurmak şartıyIa faydaIıdır.'' Peyami Safa İşte böylece biz insanlar, duygu ve düşüncelerimizi tanımayı, yönetmeyi ve sonuçlarını daha yaşamadan öğrenebiliriz. Örnek olarak nefret gibi, sevgi, aşk ya da kıskançlık gibi duyguların yaşamımızda ne tür izler bırakabileceğini sayabiliriz. Öyle ya insan denen varlık, tüm bildiklerini yaşayarak öğrenmeye kalksa bir ömür yeter miydi sizce! ''Dünya adIı gezegende, kapIadığım mekanın hakkını, yazmakIa veriyorum.'' John Updike Olmaz mı kelime ve cümlelerin de bileği burkulabilir, kolu bacağı kırılabilir. Bunun önüne geçmenin yolu bilgiden geçer. Burada sözünü ettiğim yalnızca ansiklopedik bilgiler, dilbilgisi yada imla kurallarını içeren bilgi kümesi değil. Elbet bunlar da değerli ve gerekli ama benim anlatmak istediğim yaşanmışlık kokan hayat bilgisi, duyguların, düş ve düşüncelerin... özetle dünden bugüne, bugünden yarına ''İnsanlık Bilgisi''. ''Kendisi ve çağı hakkında yazan insan, tüm insanIar ve çağIar hakkında yazmış oIur.'' Bernard Shaw

  • Bir İnsanlık Ayıbı-Struma Faciası

    “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarihi tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” demiş Mehmet Akif Ersoy “Kıssadan Hisse” adlı dörtlüğünde. Şairin dediği gibi, günümüzde yaşananlardan da görüyoruz ki tarih hiç durmaksızın tekrarlanıyor, aynı acı olaylar hep yaşanıyor; değişen sadece zaman, mekan ve oyuncular. 24 Şubat 1942'de yine tıpkı bugünkü gibi soğuk bir şubat gününde Hitler'in soykırım zulmünden kaçmak üzere Romanya’dan Filistin’e gitmek için yola çıkan Yahudileri taşıyan Struma gemisi İstanbul’da bir Rus denizaltısından atılan torpido ile batırılır ve 750’den fazla Yahudi Karadeniz’in soğuk sularına gömülür. Yıllar sonra “değişen bir şey var mı?” diye sorguladığımızda görüyoruz ki aslında değişen hiçbir şey yok. Çünkü insanlık ders almayı bilmiyor ya da istemiyor. İnsanlar yine dinlerinden, milliyetlerinden, fikirlerinden ya da renklerinden dolayı lanetleniyor. Ya ateş altındaki yıkılmış şehirlerinde, ya mülteci kamplarında tel örgüler arkasında yaşam mücadelesine devam ediyor ya da bir yerlere kaçıp kurtulmak isterken soğuk sularda can veriyor. Daha yaşanası bir dünyada, geçmiş acılardan ders alarak insanca yaşayabileceğimiz günlere diyerek Struma Faciasını anlatalım… 1933 yılında Yahudilerin haklarının azaltılması ile adım adım başlayan felaket, sonunda Nazi hükûmetinin, eline geçirebildiği bütün Avrupa Yahudilerini hedef alıp yok etmeye kalkması ile büyük acılara neden olur. İkinci Dünya Savaşında Doğu Avrupa’nın tamamına hakim olan ve 1940 yılında Balkan sınırına dayanan Nazi Orduları kendi ülkelerinde Yahudilere karşı uyguladığı sert politikaları burada da uygulamaya başlar. Naziler Polonya’da yürürlüğe koydukları Yahudi karşıtı yasaların benzerlerini, müttefikleri Romanya’da da yürürlüğe koyar. 1941 yılına gelindiğinde Romanya’nın Yaş şehrinde 4 bin Yahudi’nin Nazilerce katledilmesiyle korku ve umutsuzluk içinde olan Romanya Yahudileri için Filistin’e gitmekten başka çare kalmaz. İkinci Dünya Savaşı ile Nazi işgalinin olduğu her yerden Filistin’e büyük bir Yahudi göçü başlar. Türkiye karasularını kullanarak Filistin’e kaçmayı planlayan Romanyalı zenginlerden ve entelektüellerden oluşan büyük bir Yahudi grubu da birleştirdikleri para ile Struma isimli 1830 model bir motora sahip, 46 metrelik bir kömür gemisini kiralarlar. 12 Aralık 1941’de 769 zengin ve entelektüel Yahudi işte bu köhne Struma adlı gemiye binerek Filistin’e gitmek üzere yola çıkarlar. Daha önce hayvan taşımacılığında kullanılan 150 yolcu kapasiteli Panama bandıralı Struma gemisinde sadece bir tuvalet ve dört banyo vardır. Gemiyi işletenler gemideki ahırları kamaraya dönüştürür ve 769 yolcuyu gemiye doldurur. Yolcu başına 1000 dolar alan gemi sahipleri, yolcuların geminin küçüklüğü hakkındaki itirazları üzerine açıklarda büyük bir geminin beklediğini, yolcuların o gemiye aktarılacağını söyleyerek onları kandırır. Baskı altındaki Avrupa’dan kaçmaktan başka bir şey düşünmeyen korku içindeki yolcular çaresiz bu gemiye binerler. Oysa günlerce önce Romanya’daki gazetelerde ‘Struma: Yahudileri Filistin’e kaçıracak gemi’ başlıklı ilanlar verilmiş, bu ilanlarda lüks gemilerin fotoğrafları kullanılmıştı. 12 Aralık 1941’de Romanya’nın Köstence limanından yaklaşık 790 yolcu ve 10 mürettebatla kalkıp, İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçerek Ege’ye, oradan da Akdeniz’i geçerek Filistin’e ulaşmak isteyen Struma’nın motoru daha İstanbul’a ulaşamadan açık denizde arızalanır. Yolcuların aralarında topladıkları para ve mücevherler karşılığında, yakından geçen bir geminin mürettebatı gemiyi onarır. Ancak gemi ikinci bir motor arızası sebebiyle 15 Aralık’ta İstanbul Boğazı’nda, Sarayburnu açıklarında demir atmak zorunda kalır. Bu arada Almanya’nın İstanbul büyükelçisi gemide salgın hastalık olduğu ihbarında bulunur ve Almanya tarafından yolcuların karaya çıkarılmaması konusunda Türk hükümetine baskı yapılır. Bölgedeki petrol çıkarlarının bütünüyle tehlikeye düşeceğini görerek Filistin’e Yahudi göçünü kısıtlayan İngiltere’nin de baskısıyla ne geminin yola devam etmesine ne de yolcuların karaya çıkmasına izin verilir. Almanya ile müttefik olan Romanya da gemiyi geri kabul etmez. Türkiye ise mültecileri Türkiye’ye kabul etmeye yanaşmaz çünkü hem Almanya hem de İngiltere’nin bu konuda yoğun baskıları vardır. Ayrıca Türkiye savaşta taraf olmamak için yoğun çaba sarf etmektedir. Tarihi geçmiş Filistin vizesi bulunan birkaç yolcu İngiliz hükümetinin onayıyla, Martin Segal ve ailesi de ABD’nin ricası üzerine Vehbi Koç’un aracı olması ve Türk hükümeti nezdindeki girişimleriyle gemiden indirilir. Segal, bir Amerikan petrol şirketinin Romanya müdürü, Vehbi Koç ise aynı şirketin Türkiye temsilcisidirler. Koç, Segal ailesi için zamanın İçişleri Bakanı Faik Öztrak ve İstanbul Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil ile bir dizi görüşme yapar. Dokuz hafta boyunca kıyıda demirli vaziyette bekleyen gemiye Kızılay ve İstanbul’daki Yahudi toplumu tarafından yardım malzemeleri ulaştırılır. Yardımları İstanbul’daki Yahudi toplumunun önderlerinden Simon Brod ve Rifat Karako organize eder. Struma’nın arızalı olan motoru da tamir edilmek üzere sökülür. O yıllarda henüz 15 yaşında olan Yahudi asıllı Türk iş adamı İshak Alaton da yardım faaliyetlerinde görev alır. Gemide kalan yolcuların akıbeti ile ilgili haftalar süren müzakereler sonuç vermeyince, Türk hükümeti 23 Şubat 1942’de motoru halen çalışmayan gemiyi Karadeniz’de Şile açıklarına çektirir. Gemi Sarayburnu’ndan uzaklaşırken yolcular yatak çarşaflarına “Yaşasın Türkiye, Kurtarın bizi!” yazarak Türkiye lehine sloganlar atsa da bu çabaları fayda etmez. Gece boyunca sürüklenen gemi, 24 Şubat sabahı büyük bir patlamanın ardından batar. 103’ü çocuk olmak üzere 768 kişi sularda kaybolur. Sadece David Stoliar adlı 20 yaşında bir yolcu ve Ivanof Diko isimli ikinci kaptan sağ kurtulur. Stoliar ve Diko sabaha kadar bir tahta kirişe tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Soğuk sularda donmak üzere olan bu iki kişiden, tüm umutları tükenen Diko kendini akıntıya bırakarak yaşamına son verir. Stoliar ise çaresizlikten bileklerini kesmek ister ancak donmak üzere olan elleri çakıyı açamaz. Ölmek üzereyken 12 kürekli Türk Kurtarma Kayığı tarafından bulunur ve karaya çıkartılır. Uzun yıllar neden battığı bilinemeyen gemiden sağ kurtulan tek yolcu olan David Stoliar, İsrail Silahlı Kuvvetler Radyosuna verdiği bir demeçte; geminin bir Türk torpido botunun açtığı ateş ile batırıldığını iddia eder. Oysa 1960’larda Sovyet arşivlerinden çıkan belgeler ışığında Struma’nın Sovyet denizaltısı Shch-213 tarafından torpido ile vurularak batırıldığı anlaşılır. Nazi Almanya'sına stratejik malzeme akışını önlemek amacıyla Karadeniz’e giren tüm tarafsız ya da düşman gemilerini batırması yönündeki gizli talimatı yerine getiren Sovyet denizaltısı 23 Şubat akşamı Türk kargo gemisi Çankaya’yı da batırmıştı. Struma’nın batırılması hadisesi Sovyet askerî arşivlerine şu şekilde işlenmiştir: “Sc-213 denizaltısı 24.2.1942 sabahı korumasız vaziyetteki düşman gemisi Struma’ya rastladı. Gemi 1118 metreden başarıyla torpidolandı ve batırıldı. Genç subaylar, gemi komutanı ve astsubaylar ve torpidoyu ateşleyen Kızıl Filo denizcileri cesaret örneği sergilemişlerdir.” Ancak Olayın ardından 1942’nin Ekim ayında, Sc-213 denizaltısı da Karadeniz’e döşenmiş bir mayına çarparak batar. Mayının Romanya tarafından döşendiği iddiası güçlü olmakla birlikte, bir Alman denizaltı avcısı tarafından batırıldığı da rivayet edilmiştir. Struma gemisinin yolcularına Filistin’e giriş vizesi vermeyen Büyük Britanya’nın Sömürgeler Bakanı Lord Moyne 1944 yılında Struma faciasındaki sorumluluğu nedeniyle bir suikast sonucu öldürülür. Yahudileri Filistin’e taşımak amacıyla bu yolculuğu düzenleyenler ise ölüme sebebiyet vermekten Romanya’da yargılanırlar fakat geminin batma sebebinin bir denizaltı olması nedeniyle beraat ederler. Yolcu ve mürettebatıyla Karadeniz’in karanlık sularında kaybolan Struma bir insanlık ayıbı olarak tarihe geçer. Olay tüm dünyada tartışılır. Savaş sonrası, araştırmalara konu olur. Filistin’de protesto gösterilerine ve ayaklanmalara neden olur. Her ne kadar olayların sorumluluğu dönemin Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne yüklenmek istense de daha sonra açıklanan İngiliz Dışişleri arşivlerindeki Türkiye-İngiltere yazışmaları, bu facianın asıl sorumlusu olarak, Orta-Doğu çıkarlarını yitirmek istemeyen İngiltere’nin katı tutumunu gösterir.

  • EN-KAZ

    Fuat ÖZGEN * Enkaz altında, enkaz üstündeyiz Enkaz altından enkaz çıkarıyoruz Enkaz biriktiriyoruz Yeni enkazlar planlıyoruz İçimiz, dışımız, Ruhumuz, beynimiz, gönlümüz enkaz Gelecekten umudumuz en az Umuttan, güvenden iz yok Acı üstüne acı Yüzler taş kesilmiş Sevgiler solmuş Çiçekler açmıyor Kuşlar ötmüyor Aç kalmış, susuz kalmış, açıkta kalmış, üşümüşüz Hastalıklar tetikte Havalar soğuk Sesler boğuk Yolunmuş en-kaz olmuşuz...

  • AYASOFYA DİLE GELSE…

    Ey “Kutsal Bilgelik” yapısı Aya Sofya! Şu günlerde senin hakkında hararetli bir tartışma var. Bazıları, seni yeniden cami yapmak istiyorlar. Namaz kılmak isteyenler camilere sığmıyormuş! Sultanahmet dolup taşmış, Çamlıca Camii bile cemaati almaz olmuş! Bu nedenle senin de 76 yıldır müze olmaktan çıkarılıp camiye çevrilmen gerekiyormuş! Sen Fetih hakkıymışsın. Minarelerinden yükselecek ezan sesi, ülkeyi yönetenlerin ululuğunu bütün dünyaya kanıtlayacak! Dile gelsen de anlatsan: Senden önce isyancılar tarafından yakılıp yıkılan iki Aya Sofya üzerine Bizans İmparatoru Justinianus tarafından, İmparatorluğunu pekiştirmek ve Bizans halkları üzerindeki gücünü takviye etmek için yaptırıldığını, bunun için dönemin ünlü matematikçi ve fizikçilerini işe koştuğunu, Akdeniz Havzasındaki ülkelerden hazır işlenmiş yapı malzemelerini, ağır sütunları bugün bile anlaşılmayan yöntemlerle İstanbul’a getirtip beş yıl gibi kısa bir sürede o zamana kadar dünyanın en büyük tapınağını yaptırdığını söylesen. Seni inşa etmek için on bin işçinin geceli gündüzlü ter döküğünü anlatsan. Mozaiklerini hangi sanatçıların özene bezene işlediğini, depremlerde çatlayan duvarlarını kaç mimarın onardığını hikâye etsen. Bütün bu çabaların sende taç giyen imparatorlara bile yaramadığını, birçoğunun halk ayaklanmaları ve şiddetli mezhep kavgaları nedeniyle taçlarını kaybettiğini fısıldasan. Belki seni cami yaparak iktidarını pekiştirmek isteyenlere bir ders olur. Kaç işgal, kaç fetih gördün? İstanbul’a çöken felaketler karşısında şu geçen bin beş yüz yıl içinde imparatorların tebaları sana doluşup haç çıkararak, ilahi okuyarak ve avuçlarını göğe açarak yalvardılar. Bunlardan hiç birinin ne salgın hastalıkları, ne deprem ve yangınları. Ne de surları döven top güllerini engelleyemediğini iyice izah etsen. Senin hazirende kaç imparator, kaç prens, kaç sultan gömülü? Onlar da seninle birlikte dile gelse, senin üzerinde siyaset yapanlara, din ve milliyet üzerinden aç gözlü ve doymayan hırslara sahip olanların iflah olmadığını açıklasa. İyi ve doğru olanın milletler arasında ebedi bir barış anlayışı olduğunu dile getirse. Ey, Doğunun, Batının, Kuzeyin, Güneyin gözbebeği, insanların sütunlar arasında hayranlıkla dolaştığı Kutsal Bilgelik yapısı! İmparatorlar, Sultanlar, Avrupa’da, Asya’da, Kuzey Afrika’da başka halkların zenginliklerini yağmalamak için sefere çıkarken, düşman ordularını tarümar edip, onların altın ve gümüşlerini yağmalamak, kadın, kız ve çocuklarına el koyarak İstanbul’a getirmek için sende yaptıkları ayinlerden medet umdular. Kanlı seferlerinden döndüklerinde esir pazarlarını senin önündeki meydanda mı kurdular? Sultanlar, kendilerine ayrılmış özel mahfelde yerlerini alarak kendilerine zaferler ihsan eden Allah’a sende mi dua mı ettiler? Dile gelsen de desen ki: “Boşuna hayal kurmayın. Başarının da yenilginin de nedeni ne kiliseler, ne camiler ne de havralardır. Dualarınızı ulaştırmak istediğiniz Varlık, bu yapıların kubbesinde kulağını dikmiş sizi dinliyor değildir. Ben 1500 yıllık tarihinde güngörmüş, çok şey öğrenmiş bir yapıyım. Geçmiş devirlerin "fetih ruhu" yüzünden başıma gelmeyen kalmadı. Benim başımdan geçenlerden ders almak istiyorsanız, din ve milliyet fanatiği olmayı bir yana bırakın. Beni insanlığın dersler çıkaracağı bir yapı olarak koruyun. Artık hiçbir dinin mabedi değil, insanlığın ortak mirasıyım. Halkınıza hizmet etmek istiyorsanız ülkenizi imar edin. Kendi mühendisleriniz güzel yapılar yapsın. Herkesin başını sokacağı sıcak bir yuvası, işi, aşı olsun. Bunu anlayacak bir "Bilgelik"ten yoksun iseniz ve hâlâ fetih rüyaları görüyorsanız iflah olmayacağınıza kalıbımı basarım.” (14 Haziran 2020)

  • AH BU SÖZCÜKLER

    "İnsan ne bulursa dilinden bulur," derler ya doğru değildir! İlk bakışta öyle görünse bile gerçek bambaşkadır. Dilin etkisi, ağızdan çıkan sözcüklerdedir. Sözcüklerin bilinen bilinemeyen anlamları dilin gücünü gösterir. Dilin tadı tuzu kullanılan sözcüklerdedir. “Güzel bir söz” derler, “güzel bir söz söyle, canımı ye,” derler! “İnsan ne bulursa dilinden bulur,” deseler de kullandığı sözcüklerden bulur. Sözcüklerden ötürü az mı insanın başı ağrımış, az mı insan cezaevlerinde yatmış, ocağına incir ağacı dikilmiş! Dile anlam veren, onu anlamlı kılan sözcüklerdir. Onların etki gücü, çağrışımı siyasal iktidarların uykusunu kaçırmıştır. Siyasal iktidarlar konuşma derken "böyle söyleme" demiş, "benim erkimi sıkıntıya sokacak şeylerden uzak dur," demiş. Siyasal iktidarların her konuşan insanla bir sıkıntısı olmaz ki onların sıkıntısı sözü anlamlı olanlar, sözü erdemli olanlardır. Onların derdi “özgürlük” diyenlerdir, “barış” diyenlerdir. Gelin geçmişten günümüze bir “yürüyüş” eyleyelim. Eyvah "yürüyüş" dedik, farkında olmadan. Olsun anayasada "yürüyüş" konusuna değinilmiş ya! Anayasa maddesinin yapısındaki akustiğe, güzelliğine bakın: “Herkesin önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir…” Bakın bakın sözün manasındaki ehemmiyete bakın! “Yürüyüş” dedik ya, toplanma ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten diye başlayan adına hukuk dedikleri eğilen, bükülen, ona göresi, buna göresi olan ifadelerle bir mahkeme kuruluverir hemen. Sen, benim özgürlüğüm, hakkım, hukukum dediğin an bir başka “suça” doğru yelken açarsın. “Özgürlük, hak hukuk,” diyen insanlar 12 Eylül’de az mı çekti bu sözcüklerin elinden? Bir “yanıt” sözcüğü yüzünden kaç eğitimcinin, kaç öğrencinin anasından emdiğini burnundan getirdiler. Ne gariptir ki buna milliyetçilik açısından karşı çıkanların eski Türk metinlerinde “Kutadgu bilig’te kullanıldığından bile bir haberdir. Ah Uğur Mumcu, ne de güzel söylemişsin: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar!" Karşı çıkılan “yanıt” sözcüğü değildi aslında, karşı çıkılan değişimdi, gelişimdi onun sonucunda yaşanacak devrimdi. “Devrim” deyince bir düzenden bir başka düzene geçiş değil, aman uykularınız kaçmasın! “Devrim,” batılı anlamda gelişim demek. “Devrim, ah devrim” senin aşkına tutulan, senin esiri aşkın olanları heyecanlandırırken, uğruna nice gençlerin hayatları karardı. “Devrim, devrim” diyen Denizler, Yusuflar, Hüseyinler…” darağacında üç fidan” olup darağacını boyladı. Ah bu sözcükler ah! Bu sözcükler yok mu, siyasal iktidarların uykularını kaçırdı. Sözcüklerden korkan iktidarlar yasak ettiler “örnek demeyi, yasak ettiler yasa demeyi, yaşam demeyi, ulus demeyi, yurttaş demeyi, yanıt demeyi… Devletin kelli felli yöneticileri bu sözcükler kullanılmasın diye yönetmelikler, tüzükler hazırladılar. Bu sözcükler yasak dediler, bu sözcükleri kullananlar hakkında yürürlükteki yasalara göre işlem yapılacaktır deyip afili cümleler kurdular. Devletin televizyonunda yasak sözcüklerle ilgili “aranan seri katilleri” çağrıştıran bildiriler okundu, okul müdürleri aracılığı ile eğitim camiası bilgilendirildi. Anlı şanlı devletimiz halkı zararlı sözcüklerden korumak için “kutsal bir vazifeyi” yerine getiriyordu işte. İşte öyle, insan ne bulursa dilinden falan değil, yani insan ne bulursa kullandığı sözcüklerden bulur. Öyle değil mi boş boş konuşan, insanlara kim ne demiş bugüne kadar? “Devleti Aliye” için tehlike kahvede konuşulanlar değildir, onun canını sıkan “hak diyen, hukuk diyen, özgürlük diyen, kadın hakları diyen insanlardır. İnsan dilinden bulmaz, insan kullandığı sözcüklerden bulur belasını(!) Dili anlamlı kılan sözcüklerdir. Ah bu sözcükler ah! II. Abdülhamit döneminde kimse “murat” sözcüğünü kullanamamış. Örneğin deyimlere bile sansür gelmiş. “Allah muradını versin,” demek isteyen biri “Allah miradını versin,” demiş. “Yıldız” sözcüğü sakıncalı olduğu için katiyen kullanılmamış. II. Abdülhamit’in burnundan ötürü kimse içinde “burun” sözcüğü geçen cümle kuramamış. Hele hele “vatan, hürriyet, cumhuriyet… Sözcükleri adamakıllı tehlikeliymiş. “Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa… cezanın en büyüğünü kabullenmek manasına geliyormuş. Yani fakir fukara olmuş yazı dili, kısırlaştıkça kısırlaşmış. Az miktardaki sözcükle yazma zorunluluğu ortaya çıkmış. Kazayla ağzından bir “yıldız” sözcüğü çıksın gör o zaman sen hücrenin katmerlisini. Sakıncalı sözcüklerden dolayı devrin yazarları, şairleri o dönem için "dilin sözcük fukarası" olduğunu söyler. Ah bu sözcükler ah! Eğiliyorsun, bükülüyorsun, hep bir algının esiri, hep bir kandırmacanın aracı oluyorsun. Toplumsal değişimin önünde bir engelsin, sen yok mu sen, ah ah! Senin çok anlamlı olman, ironik olman, mecaz anlamlı olman… anlamaya ket vuruyor(!) Ah bu sözcükler ah! Bugünlerde de sözcüklere yeni anlamlar yüklediler: “Zam,” sözcüğü sevimsiz olduğu için fiyat ayarlaması diyorlar, “yüksek enflasyon” eskiden canavar resmi ile resmedilirken, şimdi sepetin içindekileri değiştirerek, normalleşti, kadınının özgür ruhlu olması, biat etmemesi çileden çıkarıyor birilerini. Yeni yepyeni şeyler öğrendik bugünlerde: Hasta garantili hastaneler, yolcu garantili hava limanları, araç geçiş garantili otoyollar… Ah bu sözcükler ah, Ne çektik senin elinden? Beyaza kara deyip saatlerce tartışıyorlar gözümüzün içine baka baka! Beyaz beyazdır, kara da kara. İşte böyle çok manalı şeylerde “aydınları” tartıştırmak dilin becerisi falan değil bence, bu sözcüklerin ihtiva ettikleri derin manalardır! Sözcüklerimizin kıymetini bilelim...

  • HAYKIR ACINI EY HALK

    NİHAT BEHRAM * Haykır acını ey halk, baş eğme haykır Bir yol kavşağındasın ve ancak Yaraların, haykırışlarla onarılır Bir yol kavşağındasın ve senin Değişmek için çırpınıyor kaderin Kuşan alnında biriken o kara teri Sırtında şakırdayan kırbacı kopar Soluk al, ışıldat o mazlum yüreğini Bak; korlaştı acıların, kozalandı Ey halk, parçala şu nankör suskunluğunu Baş kaldır artık Sevginin ve öfkenin uğultusunu Bağrına vura vura taşırken sana Karşılık gözetmiyor o gencecik insanlar Ne barbarın tehdidi, ne dişleri kıran elektrik Dalga dalga yayılan o rüzgarı durdurabilir Bu direniş senin için ey halk Bu çığlık senin kollarınla Yıkılsın şu köhne dünya Ve coşkuyla yeniden kurulsun diye çınlatıyor hayatı Bir yol kavşağındasın fakat Mutlaka değişecek kaderin Bunu bekliyor şu ıslak çukurlarda yürüyen şu yoksul çocuk Bunu bekliyor gözevleri kurutulmuş analar Bunu bekliyorzincirin oyduğu bilek Bunu bekliyor açlık, kuraklık, ılık ılık akan kan Bunun için en gençlerimizi ölümle tanıştırdık Kuşan kendini artık, Biraz da gövdeni yüreğinle kırbaçla Ey halk, haykır acını; bu karadumanı dağıt * Ekleyen: Yusuf AKSOY

  • BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

    Zeliha AYDOĞMUŞ * İlginç olduğu kadar okunası, klasikler arasında yer almış, felsefe biliminin de gözdelerinden olan bir kitap ; BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT * FIRIEDRICH NIETZSCHE * Her sevgi biraz deliliktir. Fakat deliliğin de her zaman biraz olsun takip ettiği bir yol vardır." Kitaptaki kahramanımız, kendi kendini insanlardan soyutlamış, dağda inzivaya çekilmiş, bu yaşantısında da insanlar yerine bir kartal ve yılanı dost edinmiş biri. Adı Zerdüşt. Kitabın kahramanı böyle bir yaşam biçimi seçmiştir çünkü insanoğlunun dostluğuna güvenmiyordur. Kitabın ana temasını irdelediğimizde, yazarın tüm inançları yok saymış, ilahi bir bakışla tanrıyı, dinleri, varlığı, son olarak evreni sorguya çekmiş ve yargılamış olduğunu rahatlıkla görebiliriz. NİETZSCHE, insan soyunun türettiği, sonrasında da savunuculuğuna soyunduğu, kendininse küçük gördüğü pek çok düşünceyi mercek altına almış ve reddetmiştir bu kitabında. Hatta daha da ileriye giderek herkesle, tüm düşüncelerle ve bilgilerle kavga etmiştir. Bunun sebebine değinecek olursak, yazara göre hayatın tek bir amacı yani felsefesi vardır; "Üstinsan" olmak. Bu kademeye ulaşmak için her tür küçük ve zayıf gördüğü davranışı yıkmak, yok etmek gerektiğini düşünür. **"Güçlü sevgiler merhametin üstündedir. Sevileni yaratmak ister." Üstinsanı nasıl tanımlamıştır yazarımız diye soracak olursak, Nietzsche'ye göre bu evre, insan evriminden sonra gelen aşamadır. İnsanın bulunduğu evrimi, aşılması gereken bir süreç olarak düşünür. Yine yazara göre, insanın gözünde maymun neyse, üstinsanın gözünde de insan odur. Bu bakış açısıyla, insanın maymundan türediğini savunan evrim teorisini kabul etmiş ve desteklemiştir. Buradan hareketle de nasıl insan maymundan evrildiyse, üstinsanın da insandan sonraki evrimin ta kendisi olacağını savunmuştur. Yani “Bengi Dönüş(sonsuz dönüş, ebedi dönüş ya da ebedi tekerrür)” teorisi üzerine kurulmuştur. Bengi Dönüş Teorisinin açılımı ise, zamanın döngüsel bir formdan ibaret olduğunu ve olayların bu döngüsellikte sonsuza dek tekrar ettiği bir görüştür. Her insanın hayatının başından sonuna kadar belirlenmiş bir bütün olduğunu ama insan bu bütünü tam anlamıyla kabullenirse, zincirlerinden kurtulup özgür olabileceğini ileri sürer. Tam bu noktaya ulaşabilmiş insan Üst insan olarak nitelendirilir. Son olarak romanın ön sözünde yer alan aşağıdaki cümlenin, aslında Nietzsche'nin kitabın tamamında ifade etmek istediği düşüncenin özü olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum: ***''İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa karanlığına, yok olacaktır”

  • Rüşvet Almıyor Azrail

    Zeliha AYDOĞMUŞ * belki açık çaya bandırılmış kuru ekmek tadında olacaktı sabahlar belki okulun ilk günü zemheri geldi sokağın başını tuttu diye moraracak, çatlayacaktı dudaklar ama çok değil birkaç cemre sonra ama çok değil papatyalar baharın kapısını araladığında çileğe, çağlaya dayanacak şekerlemeye bulanacaktı kahkahalar sonrası yok rüşvet almıyor Azrail şiir bu kadar #aydogmuszeliha

  • ACIYI BAL EYLEDİK

    Bak şu bebelerin güzelliğine Kaşı destan Gözü destan Elleri kan içinde Kör olasın demiyorum Kör olma da Gör beni Damda birlikte yatmışız Öküzü hoşça tutmuşuz Koyun değil şu dağlarda San kendimizi gütmüşüz Hor baktık mı karıncaya Kırdık mı kanadını serçenin Vurduk mu karacanın yavrusunu Ya nasıl kıyarız insana Sen olmazsan öldürmek ne Çürümek ne zindanlarda Özlem ne ayrılık ne Yokluk ne yoksulluk ne İşşiz güçsüz dolanmak ne gün gün ile barışmalı kardeş kardeş duruşmalı koklaşmalı söyleşmeli korka korka yaşamak ne kahrolasın demiyorum kahrolma da gör beni kanadık toprak olduk çekildik bayrak olduk döküldük yaprak olduk geldik bugüne ekmeği bol eyledik acıyı bal eyledik sıratı yol eyledik geldik bugüne ekilir ekin geliriz ezilir un geliriz bir gider bin geliriz beni vurmak kurtuluş mu kör olasın demiyorum kör olma da gör beni

bottom of page