top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • İNSANSIZLIK

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Bir kadeh ateş suyuna Ya da olmadı gecenin kör vakti sebepsiz bir uyanışa bakar Rıfat Tutar benzi sararan Güz yaprağı gibi savrulan ruhlara ağlarız Oğul verir Düşler, ertesine düşüşler salkım saçak Bir vakit geçer Geceyi ışıtmıyor, hilale Körpe ışığına Tutar gönlümüze bıraktığı doluya Buluta ağlarız Bu kimsesizliği nerede görsek tanırız Bir kadeh acıya Ya da peri tozu eksik uykuya bakar Tadı yavan İyot kokusuna Şımarmayı Karşıyaka'nın eteklerini ıslatmayı unuttu dalgalar Çığlık çığlığa mavi Martılar çığlık çığlığa Tutar yar kokusu sinmeyen sabahlara ağlarız Sararan Savrulan bir yaprağın ıslığını nerede duysak kanarız Bir kadeh geçmiş zamana Ya da vakitsiz solan güle bakar Tutar hayallerimizi astığımız çadırlara Çatamadığımız odunlara Tutar alevlerin buz tutuşuna ağlarız Nerede görsek sorarız Peki ya deniz yıldızları Rıfat Aşksızlıktan türedi İnsansızlık bu Gitarın telleri kırık Söylenmez oldu Tutar gecesi tutsak kumsallara Uzun uzadıya şarkılara susarız "Rıfat : Uğurlu olan, yükseklik, yücelik, itibar, yüksek mertebe."

  • CEMAL SÜREYA

    Nurten B AKSOY * Tanrı Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal’i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı. (Ülkü Tamer) Fırtınalı hayatıyla, aşklarıyla, dizeleriyle edebiyatımızın ve İkinci Yeni hareketinin unutulmaz şairi (Cemalettin Seber) Cemal Süreya, 1931’de, o yıllarda Erzincan’a bağlı olan Pülümür ilçesinde dünyaya gelir. Babası Hüseyin, annesi ise Gülbeyaz’dır. Çocukluğunun ilk yıllarını Erzincan şehrinde geçirir. 1938’de çıkan Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik’e sürgün edildiği için ilkokula orada başlar, İstanbul’da devam eder. Haydarpaşa Lisesinden mezun olup Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve iktisat Bölümü’nü bitirir. Çeşitli devlet kurumlarında çalışır. Erzincan’dan sürgün edildiklerinde bindirildikleri sürgün treni, nereye götürüldüklerini bilmeyen insanlarla doludur… Yedi yaşında çıktığı bu yolculuk Cemal Süreya’nın bütün hayatını etkiler, şiirini besleyecek bir dönemin başlangıcı ve ‘bir doğum anı’ olur. Trenden Bilecik’te indirilirler. Bilecik halkı horlamak bir yana, bağırlarına basar sürgünleri; tepsi tepsi baklava börek taşırlar onlara. Bilecik’e yerleşir yerleşmez annesi Gülbeyaz’ı henüz 23 yaşındayken kaybeder Cemal. Küçücükken yoksun kaldığı bu anne sevgisi, şairi belki de ebedi bir sürgün kılar. Ve bu sürgün zamanla sevdiği her kadında annesinin arayışına dönüşen bir sürgün halini alır: “ Annem çok küçükken öldü / beni öp sonra doğur beni” SÜRGÜN Bizi bir kamyona doldurdular Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar Tarih öncesi köpekler havlıyordu Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü 944 yılında, Süreya ilkokulun son sınıfındayken babası yeniden evlenir. Üvey anne, Cemal’e ve kız kardeşlerine hayatı zindan eder. Çocukluk yıllarında halk edebiyatı ve Alevi kültürü ile tanışmasına vesile olan annesinin, sürgünlüklerinin ilk yılında ölmesi ve ardından kendisinin ve kardeşlerinin yaşadığı üvey anne zulmünün, Süreya’nın hayatının en yıkıcı dönemi ve şair oluşunu en çok etkileyen faktörlerden biri olduğu söylenebilir. Cemal Süreya, Kürt olduğunu yıllarca saklamaya çalışmış; bu sürgün sonrasında dili, konu buraya uzanınca hep tutulup kalmış, ancak çok uzun bir zaman sonra çözülebilmiştir. O çözülmeden sonra bir patlama halinde her yerde “Kürt ve sürgün” olduğunu anlatmış, oğlunun nüfus kağıdında adı ‘Memo’ olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünmüş ve ‘Kadıköy’ün Kürdü’ demişti oğluna. BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi. taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor. sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı. ve kuşlara doğru fildişi rüzgarın tavrı. dağ güneş iskeleti. tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman. kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi – uykusuzluğun sütlü inciri – kovanlara sızmıyor. annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni. “Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü çocukken beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyük anneme sormuştum: Neyiz biz, diye. Bir şey anlamadı. Sürgün ne demek, diye yineledim. Sürgün 'menfi' demekmiş, menfaya gönderilenlere 'menfi' denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi: 'Bir Göçmen Çocuğun Anıları'. Göçmen miyiz yoksa biz, diye soruyu değiştirdim. Evet, işte buldun, göçmeniz biz, dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm… " diye anlatır şair sürgünlüğünü. İkinci Yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya geleneğe karşı olmasına rağmen, geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisidir. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimiyle; duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum Siz hiç hamama gittiniz mi? Ben gittim lambanın biri söndü Gözümün biri söndü kör oldum Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak Şöylelemesine maviydi kör oldum Taşlara gelince hamam taşlarına Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi Taşlarda yüzümün yarısını gördüm Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü Yüzümden ummazdım bunu kör oldum Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? Seniha Hanım, Cemal Süreya’nın ilk aşkıdır ve ortaokul yıllarında başlayan bu aşk evlilikle sonuçlanır. Hatta Süreya, Seniha Hanım’dan bahsederken, o yıllarda sınıfın tahtasına yazdığı kızıl mısralar adlı şiirinde "Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu, Masmavi defterime kızıl satırlar doldu" der. 1955 güzünde Eskişehir’den İstanbul’a yardımcı maliye müfettişi olarak atanır. İstanbul’a yerleşmesiyle edebiyat çevrelerinde ve etkinliklerinde daha sık görünmeye başlar; ancak bu durum ailesini ihmal etmesine yol açar. Aşkın onu bir menevşe kurusuna çevirdiği günler de mülkiye yıllarına rastlar. Bu tutkulu âşığın yani şairin, karısına attığı tokadın pişmanlığı yüzünden, jiletle bileklerini kesecek kadar ileriye gitmesi, bu evliliğinin ömrü hakkında daha o günlerde ipuçları verir aslında. 1958 yılında ayrılan çift, yedi yıl sonra resmî olarak boşanır. İlk evliliğinden sonra ikinci evliliğini Zuhal Tekkanat’la, üçüncü evliliğini Güngör Demiray’la yapar, ondan ayrıldıktan kısa bir süre sonra tekrar Zuhal Tekkanat’la birlikte olur. Tabii bu evliliklerin arasında sayısız gönül macerası, evlilikten dönen nişanlılıklar da vardır ve bunlardan sonra Cemal Süreya Birsen Sağnak’la evlenir. Tomris Uyar, Ülkü Tamer ile evliyken âşık olur Cemal Süreya’ya. İkisi de evlidir, ikisi de birbirleri için boşanırlar eşlerinden ve bugün bile, ‘Türk edebiyatının en verimli aşkı’ tanımını hak eden üç yılı birlikte geçirirler. Çünkü Cemal Süreya aşk dolu, cinsellik yüklü en güzel şiirlerini o yıllarda yazar. ÜVERCİNKA Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil .......... Üvercinka, Cemal Süreya’nın eşi Seniha Hanım hamile iken tanıştığı ve adını bilmediğimiz genç bir kızdır. Süreya’nın hayatında her daim bir sır olarak kalan bu kızın adını bilen olmamıştır. Türk şiirinin en güzel örneklerinden biri olan ‘Üvercinka’ bu genç kızın güzelliği sayesinde Süreya’ya şöhreti getirmiştir. “Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük; barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram. Kitabımın adını Üvercinka koyarak, kelimeyi zorlayan şiirimden ufak ama anlamlı bir kesit vermiş oluyorum galiba.” der şair… ​​Cemal Süreya Darphane’de müdürdür; paranın basıldığı yerde bir şair müdür. Bütün yolsuzlukları tespit edip rapor eder, Ankara’ya gönderir. Mükafat bekler, ama ses yok. Bir daha yazıp bir daha gönderir. Çok geçmeden zamanın bakanı Darphane’yi teftişe gelir. Gelir ama Cemal Süreya’nın elini bile sıkmaz. “Bu kapının arkasında ne var?” diyerek bütün odaları dolaşır. Cemal Süreya’yla hiç muhatap olmaz, yardımcılarına sorar; "Bu kapının arkasında ne var, burada ne var?" İki saat dolaşır ve gider. Bakan tam giderken Cemal Süreya der ki: “Bir kapı var ki, onu size hiç açmayacağız”. “Hangi kapı, ne kapısı” der bakan. “Gönlümüzün kapısı” diye cevaplar Cemal Süreya. Bakan gider, bir rapor hazırlar: Darphaneyi gezdim, çok pis buldum. Müdür Cemalettin Seber’i (Cemal Süreya) görevden alıyorum. Cemal Süreya bu yazıyı alınca bir basın toplantısı düzenler ve der ki: “Bakan haklı, gerçekten de o gün şanlı Darphane, tarihinde ilk defa kirliydi. O da Sayın Bakanın burada teftişte olduğu saatlerdi.” Süreya’nın üvey kızı Gonca Uslu’nun aktardığına göre iddiaya girmeyi çok seven şair, arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine iddiaya girer ve kaybederse soyadındaki “y” harfinden birini sildireceğini söyler. İddiayı kaybeder ve Süreyya olan soyadını Süreya olarak değiştirir. Bazı rivayetlere göre iddiaya girdiği kişi, kimliğini bir sır gibi sakladığı “Üvercinkasıdır”. ELMA Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun Elma da elma ha allahlık Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı Kuşlar uçuyor üstünde Gökyüzü var üstünde Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun Bir duvarın üstünde Bir yandan elma yiyorsun kırmızı Bir yandan sevgililerini sebil ediyorsun sıcak İstanbul’da bir duvar Ben de çıplağım ama elma yemiyorum Benim öyle elmalara karnım tok Ben böyle elmaları çok gördüm ohooo Kuşlar uçuyor üstümde, bunlar senin elmanın kuşları Gökyüzü var üstümde, bu senin elmandaki gökyüzü Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum Bir kilisenin üstünde Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak Duvarda bir kilise İstanbul’da bir duvar duvarda bir kilise Sen çırılçıplak elma yiyorsun Denizin ortasına kadar elma yiyorsun Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz Bir yanda Sirkeci’nin tren dolu kadınları Adettir sadece ağızlarını öptürürler Ayaküstü işlerini görmek yerine Adımın bir harfini atıyorum “Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder, ve şöyle anlatır bu olayı: “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.” GÜL Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin Ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz İstasyonda tren oluyor biraz Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum Her nasılsa sokağa düşmüş Kolumu kanadımı kırıyorum Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene... Tomris Uyar’ın Cemal Süreya ile olan ilişkisi hem enteresan, hem dillere destandır… Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlardı Cemal Süreya. Bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş, arkadaşlarınla falan buluş” der. Ertesi gün geç gelir Cemal Süreya, daha ertesi gün de, hep geç gelir. Bu akşamlardan birinde, örtü silkelemek için pencereyi açan Tomris, apartmanın girişinde oturan Cemal’i görür ve gerçek ortaya çıkar. Her akşam iş çıkışı eve geliyor ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya… Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: Şahsiyet Rötarı… Tomris Uyar Cemal Süreya ile ilgili: “Tanıdığı kaç kişi varsa, o kadar Cemal Süreya vardır. O yüzden ben bir tane Süreya biyografisi düşünmem. Üç tane yazılabilir. Üçü de apayrı.” demiştir. Ahmed Arif öylesine hayrandır ki Cemal Süreya’ya, onun yüzünü bile görmediği kız kardeşi Ayten ile evlenmek ister. Cemal Süreya’nın duyguları da ondan farklı değildir. “Evlen kız, Türkiye’nin en iyi şairi” der, kardeşine. Ayten önce şaşırır ama sonunda ağabeyinin sözünü dinler. Zafer çarşısında buluşmak üzere sözleşirler; gelin ve damat adayı tanışacak. Bekle bekle Ahmed Arif yok! Cemal Süreya ertesi gün öğrenir ki, temiz bir gömleği olmadığı için gelememiştir Ahmed Arif. ÜSTÜ KALSIN Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte… Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama ayrıca aldığın şu hayat Fena değildir… Üstü kalsın… “On yedi dergi, birkaç evlilik, bir meslek, bir banka batırdı.” Cemal Süreya’nın, şair Süreya ve denemeci Süreya’yı yan yana koyup değerlendirme yaparken şair tarafı için kendi kendine sarf ettiği sözlerdir bunlar. Ama arkasına eklemeyi de unutmaz: “Hayatımı başka bir hayatla değiştirmek istemediğime göre demek ki mutsuz değilim.” Türk Edebiyatında İkinci Yeni şiirinin köşe taşlarından olan Cemal Süreya'yı 34 yıl önce, 59 yaşındayken, 9 Ocak 1990'da kaybettik… Saygı ve özlemle anıyoruz… 2021 maviADA, ÇOK OKUNANLAR maviADA Sayfasında 270, 14 Beğeni, 2 yorum, İnternet analizlerinde 300

  • Katliam Yasası

    Yasa Yürürlükteyken Ekolojik Bir Eğitimden Söz etmek Mümkün mü? / Nejla KURUL Yüzümüzü, sokağa, sokak hayvanlarına çevirmeli ve olası tehlikelerden onları korumalıyız AKP ve MHP iktidar bloğuna göre sokak hayvanları sorunu yeni çıkan yasa ile çözüme kavuştu. Tartışmalı kavramlar, uygun olmayan fikirler, bakış açısındaki sığlıklar… Katliam yasası, sokakta yaşayan hayvanlar için olduğu kadar yaklaşım biçimiyle büyük toplumsal risklerin işaretini veriyor. İfade problemleri ile dolu bir yasadan söz ediyoruz! Ya o, ya da bu! Başka türlü olamaz! Başıboş hayvanları ya sahipleneceksiniz ya da öldüreceksiniz, yasanın deyişi ile ötanazi yapacaksınız! Başıboş oluştan nasıl da ürküyorlar! Başı bağlamayı çok seviyorlar. Düşünmeye gereksinme yok! Kes ve at, bitir işi! Nokta. Virgüller yok, çizgiler yok, düşünce ve duygu akışları için konuyu zaman içinde tartışmaya gerek yok!    Hayvanlarla insanların aynı kentte birlikte yaşamasına dair ne çok şey yapabiliriz! Bu durumda şöyle konuşurduk: “Bunu da yapabilirdik, hâlâ yapabiliriz. “Şöyle yapabiliriz” Hatta, “bu da olur, peki ya bunu denesek!”, “Peki şu nasıl olur?”, “Siz ne düşünürsünüz?”, “Buna ne diyorsunuz!” Demokratik süreçler böyle işler!  Ama hayır, siyasal iktidara göre ve, ve, ve’ler yok, ya o, ya da bu var! Her şeyi “bilen” ancak çok sık yanılan, devasa problemler doğuran bir iktidar var karşımızda!   Yalnız yaşayan kadınların sahiplendirilmesi! Yasada hayvanlar kabaca ikiye ayrılıyor. Sahipli ve sahipsiz hayvanlar. Sahiplik üzerinden yapılan bu sınıflandırma türü. Hayvanlar için başka bir kip yok! Güç, hız, yoğunluk… Bunlar yok! Cumhur İttifakı bileşenlerinden HÜDA-PAR’ın seçim vaadini anımsatıyor, hayvan katliamı yasası ile bu kadar mı benzer olur cümleler! HÜDA-PAR seçim vaadinde “Yalnız kadınların sahiplenilmesi” mekanizmalarına fon bulmayı vaat ediyordu: “Varisleri olmayan veya bulunamayan kişilerin bıraktığı miras, devlet hazinesine değil fakirlere bırakılmalı veya sadece fakir gençlerin evlendirilmesi, yalnız yaşayan kadınların sahiplenilmesi ve yetimlerin bakımı gibi konularda kullanılmak üzere oluşturulacak bir fona devredilmelidir.” Berrin Sönmez bu dar kafalılığa gereken cevabı vermişti. Ancak şimdi başka bir mağdur bulundu; sokakta yaşayan sahipsiz, yani başıboş hayvanlar, özellikle köpekler. Ancak bu denetim ve gözetim fikri hedef değiştirebilir, hayvanlardan, yeniden kadınlara, hatta göçmenlere, başıboş gözüken herkese gelebilir. Kuşkusuz daha tehlikeli bir başıboşluk var, ancak onlara iktidarın gücü yetmiyor: Milyonlarca işsiz var; ne eğitimde ne de istihdamda olan milyonlarca genç!   Sokakta yaşayan çocukları yok eden zihniyete ne demeli?   Sokakta ve evde yaşayan hayvanlara "çocuklar" diyoruz ya, birilerinin yasını asla tutmadığı çocukları akla getiriyor. Örneğin; bir zamanlar Brezilya zenginleri arasında, onları sokakta, arabalarında, evlerinde rahatsız eden sokak çocuklarının katledilmesini savunanlar bulunuyordu. Brezilya’da önce serbest dolaşan köpekler öldürüldü. Sonra katliamın hedefi çocuklardı, yası tutulmayan çocuklar, sokak çocukları. 1993 yılında Candelaria Katliamı denilen olayda polisler çoğu 5 ila 14 yaş arasında olan altmıştan fazla kimsesiz çocuğa uykudayken ateş açtı ve sekizini öldürdü. 2014 yılında Dünya Futbol Şampiyonası öncesinde yine kimsesiz çocuklar toplatıldı ve bazıları öldürüldü.  Çocuk yoksulluğu neden var sorusu sorulmadan üretilen hoyrat ve nobran uygulamalar bunlar!    Türkiye’de katliam yasasının geçmesinin ardından Türkiye’nin farklı kentlerinden hayvan katliamı görüntüleri gelmeye başladı. Niğde Belediyesi’nin öldürülen hayvanlar için yaptığı "kanuna ve vicdana uygun" açıklaması tepki çekerken, Ankara'nın Altındağ ilçesinden de benzer videolar paylaşıldı. Hayvan hakları savunucuları, nasıl toplandığı ve öldürüldüğü bilinmeyen köpeklerin gömüldüğü alanları buldu. Hayvan hakları savunucularına göre, hayvanlar vahşi şekilde katledilmişler, parçalanmış köpek cesetleri bulunmuş. Hayvanlar, ayakları ve elleri bağlanmış şekilde öldürülerek çuvallarla çukura atılmış. Eski ve yeni çok sayıda çukur var.     Hayvanlara böyle davrananlar, nasıl olağan bir yaşam sürdürür? Hayvanların çığlığını nasıl unutur? Gördüklerini ve işittiklerini unutabilirler uzun erimde belki, ancak parçalanan hayvanların kokusu unutulabilir mi? Herkese açık bir biçimde yapılamayan her uygulama kanunun meşru olmadığını, vicdanın rahatsız olduğunu ortaya koyar. O nedenle gecenin sessizliğinde, uykuya dalan hayvanları avlamaya giderler, ‘hep bir gece ansızın gelmekten’ söz ederler.     Irkçılık, cinsiyetçilik, dincilik ve türcülük el ele!   Irkçılık, cinsiyetçilik, dincilik ve türcülük el ele dolaşıyor. Bu kavramlar ve çağrıştırdığı pratikler arasında benzerlikler var. Kendisinden başkasının yaşam hakkının olmadığı iddiasıyla yeryüzüne buz gibi gözlerle bakmak! Bir kişi salt kendi ırkının çıkarları lehine sistematik biçimde davranıyorsa ırkçıdır, zihni ve yüreği başka olana kapalıdır. Salt kendi cinsiyeti lehine, özellikle egemen erkekler lehine tavır takınan bir kişi cinsiyetçidir. Salt kendi dini çıkarları lehine davranıyorsa kişi dincidir, Öteki olanı yok sayan, değer vermeyen, nefret eden ve yasını tutmayan kin, nefret ve hınç insanı vardır karşımızda. Türcü insanın bakış açısı, tüm doğal varlıkların insan için olduğuna inanır. İnsan olmayanların kendine yararı varsa yaşatır, bir yararı yoksa yok eder.   Ders kitaplarında hayvanlara nasıl yaklaşılıyor?   Peki ya insan olmayanlara, insana yarar sağlayıp sağlamadığına göre değer biçen türcü insan, köpek ve kedilerle karşılaştığında ne hisseder? Ders kitapları yetişkinler tarafından yazılıyor. Bu sorunun yanıtını ilkokul ders kitaplarına bakarak verebiliriz kanımca :   İlkokul 3. Sınıf Hayat Bilgisi kitabının “Doğada Hayat” başlığının altında yer alan etkinlikler arasında bir soruya yanıt aranıyor: Bitkiler ve hayvanlar olmasaydı hayatımız nasıl olurdu?     Umut, “Bitkiler olmasaydı, meyve ve sebze yiyemezdik. Bu nedenle çok çabuk hastalanırdık” dedi. Fikriye, “Ağaçlar olmasaydı, dünyamız çirkin görünürdü” dedi. Buna hepimiz güldük. İrem, “Hayvanlar da hayatımız için çok önemlidir. Sağlıklı beslenmemiz için onlara ihtiyacımız var” dedi. “Ben et yemeden yaşayamam! Sözüne çok güldük. Bazı hayvanlar olmazsa süt içemeyeceklerini söylediler. Bazı arkadaşlarımız da “Bal olmadan kahvaltının tadı olmaz” dediler. Peki, bu konuda siz ne dersiniz? Hayvanlar ve bitkiler olmasa yaşayabilir miydik?   Cümlelerin duygu ve düş yaratmaksızın ilerleyişinde rahatsız eden bir şeyler var, ifadede katılık ve kapitalist bireyin “tüketici davranışı” hissediliyor. İlkokul üçüncü sınıf ders kitabından aktarılan bu alıntı bitkiler ve hayvanlara, yani dışımızdaki dünyaya bakışın genel geçer ifadesini ortaya koyuyor: İnsan merkezli bakış.    Hayat Bilgisi dersinin 1. ve 2. sınıf kitaplarında çocukların yukarıda ifade edilen anlatılarını oluşturacak bir bilinç inşa edilmeye çalışılmış zaten. İlkokul 1. Sınıf ders kitabında, doğayı derinliğine anlamaya çalışan ifadeler yerine insanın ihtiyacı ön plana çıkarılmış durumda. “Sağlığın için süt, süt ürünleri, et, tavuk, balık, yumurta gibi besinleri tüketmelisin. Bol bol süt içmelisin. Spor yapmalı, vücut temizliğine dikkat etmelisin” (Sağlıklı Hayat). Hayat Bilgisi 1. Sınıf kitabında, doğaya özen konusunda geçen tek bir cümle var: “Yakın çevresinde bulunan hayvanları ve bitkileri korumaya özen gösterir.”   İlkokul Hayat Bilgisi 2. Sınıf kitabı, Okulumuzda Hayat, Evimizde Hayat, Sağlıklı Hayat, Güvenli Hayat, Ülkemizde Hayat, Doğada Hayat ünitelerinden oluşuyor. Kitabın içeriği kent yaşamına odaklanılarak hazırlanmış, caddeler, sokaklar, meydanlar steril, insan dışında yaşayan canlı yok. Çocuklara evin dışında yapılabilen etkinlikler anlatılıyor: gitar çalma, uçurtma uçurma, yüzme, ip atlama, körebe, voleybol vb. Bunlar arasında doğanın canlıları ile temas neredeyse yok. Evin içinde ve dışında çocukların oynayabileceği oyunlar arasında kediler ve köpekler de yok. İnsanın doğa ile ilişkisi, ben ve [tüketilebilen] Öteki olarak kurulmuş. Hayvanları Koruma Günü (4 Ekim) için yazılmış şiire, maymun, kelebek, kuşlar, kedi, köpek, tavşan imgeleri eklenmiş. Şiirde ortaya çıkan yavan fikir şu: Hayvanları koruyalım, çünkü onlar [biz insanlara] yararlıdır. Şiirin son dizleri şunlar: Sütlerini içeriz/ Kimisine bineriz/Öküzle çift süreriz/Yararlıdır hayvanlar. Kitapta diğer canlılara dair fotoğraflar ticaret, tarım, hayvancılık ve sanayi etkinliği olarak dahil olmuş. Hayvanlarında suya ve besine gereksinme duydukları belirten cümle dışında doğaya ilişkin çocuğun anlam dünyasını geliştirecek ifadeler yer almıyor. Ders kitaplarında doğa ile ilişkisi yeterince kurulmadan “geri dönüşüm kutuları” öğretiliyor.    İkinci sınıf Hayat Bilgisi kitabında, deprem, çığ, su baskını, heyelan, hortumlar, fırtına, yangınlar gibi doğa olaylarını anlatma biçimi “doğal afetleri önleyemeyiz” cümlesi ile tamamlanıyor. İklim krizi, küresel ısınma gibi yeryüzünü tehdit eden sorun alanlarına dair bir cümle yer almıyor metinlerde.   İlkokul Hayat Bilgisi 3. Sınıf kitabı Okulumuzda Hayat, Evimizde Hayat, Sağlıklı Hayat, Güvenli hayat, Ülkemizde Hayat, Doğa ve Çevre ünitelerinden oluşuyor. İlk kez bu kitapta bahçede köpek besleyen erkek çocuğu, köpeği ile yere uzanmış bir erkek çocuğu ile bir kız ve erkek çocuğunun sevdiği ve evde yaşayan Duman adlı kedinin olduğu üç resim görüyoruz. Bu az sayıda resim de doğa-insan bağını kurmaya yetmiyor, insanın ayrıcalıklı konumu yerinde duruyor.   İlkokul Hayat Bilgisi ders kitapları “Nasıl yaşamaktayız?” sorusu ile gündelik yaşamın yeniden üretildiği ev, okul ve ülke olarak düşünülen mekân birimlerine yoğunlaşıyor. “Nasıl yaşamaktayız? sorusu en genel iki yaklaşımın farklı düzeylerde de olsa etkisi altındadır. Bir yandan insan merkezli yaşamın dogmatik kabulleri, yaşadığımız dünyanın değersizleştirilmesine, bu dünyaya aitliğin ortadan kalkmasına yol açıyor. Diğer yandan ussallık ile dünyanın her köşesi “bilme ve metalaştırma” adına bir araştırma-geliştirme alanına/pazara dönüştürülerek sömürgeleştiriliyor. Her iki yaklaşımda da bu dünyaya özen gösterme ve saygı duyma duygulanımı yok oluyor.   İnsanın doğa/insan olmayanlarla iki farklı etkileşimi!   İnsan-doğa ilişkisi her ikisinin de varlıklarının ortaya çıkışından beri var. İnsan ilk çağlardan beri yeryüzünün içinde doğa ile ilişkilenerek yaşadı, insanı yaşamda tutan şey, doğa ile temas ettiğimiz yer; hava, su, toprak, yani doğanın teni. Bunu Covid-19 salgınında maskelerle rahatça nefes alamadan yaşarken açık biçimde gördük ve yaşadık! Ancak ilk çağda insanların doğaya yönelişlerinin nedeni doğaya egemen olma değil, doğayı anlama çabasıdır. Doğayı anlamaya çalışan düşünür ya da doğanın içinde onun bir parçası olarak yürüyen, dolaşan, duran insan, doğayla bütünleşmenin değerini anlamıştır.    Yaklaşık beş yüz yıllık tarihi olan kapitalizmin doğduğu yüzyıllar olan 16. ve 17. yüzyıllara gelindiğinde, doğa ile ilişkilenme biçimi değişmiştir. Artık insanın doğa ile ilişkisinde ‘insanı doğanın efendisi’ ilan eden görüş egemenlik kurmuştur. Bugün yaşadığımız sorunlardan anlıyoruz ki doğanın efendisi değil, onun bir parçasıyız. Bu nedenle yeryüzünü evimiz olarak görmemizin değerini ortaya koyacak bir eğitimi, doğa temelli bir eğitim anlayışı ile oluşturulmuş öğretmen yetiştirme süreçlerini ve eğitim programları yapılanmasını ve ders kitaplarını yeniden düşünmemiz ve dönüştürmemiz gerekiyor.    Ne yapmalı?   CHP, yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini belirtti. Anayasa Mahkemesi kararı, can dostların yaşatılması için son derece önemli. Bu nedenle başta Veteriner Hekimleri Odası olmak üzere havyan hakları derneklerinin ve demokratik kitle örgütlerinin Öğretmenlik Meslek Kanunu” ile ilgili konuda öğretmen sendikalarının yaptığı gibi “yargının dostları” olarak Anayasa Mahkemesi'ne kendilerini dinleme talepli ortak bir dilekçe vermeleri ve Anayasa Mahkemesi’nin kendisini dinlemelerini sağlamaları çok değerli olacaktır.    Avrupa’nın steril kentlerini örnek almak yerine farkımızı, insanların ve insan olmayanların birlikte yaşadığı, suyunun içildiği sokak çeşmeleri olan ve sokak hayvanlarının sevildiği, beslendiği, aşılandığı, kısırlaştırıldığı, hastalıklarından korunduğu, hayvanların üretiminin ve ticaretinin yapılmadığı kentlerin inşasıdır. Bu sürece mutlaka ekolojik bir eğitim eşlik etmelidir. Yüzümüzü, sokağa, sokak hayvanlarına çevirmeli ve olası tehlikelerden onları korumalıyız!   Nejla Kurul kimdir? Prof. Dr. Nejla Kurul, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü'nü 1985'te bitirdi. Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak otuz yıl çalıştı. "Küreselleşme ve Üniversiteler", Adnan Gümüş ile birlikte "Bologna Süreci Kime Hizmet Ediyor?", "Eğitim Finansmanı ve çok yazarlı KHK Öyküleri", "Başka Bir Eğitim Hikâyesi Bireyin Gelişimi Toplum ve Doğa Etkileşimi Üzerine Sorgulamalar" kitaplarının yazarı, "Kamusal Eğitim: Eleştirel Yazılar" adlı kitabın yazarı ve editörüdür. 7 Şubat 2017 tarihinde barış imzacısı olması nedeniyle 686 sayılı KHK ile yüzlerce meslektaşı ile birlikte üniversiteden ihraç edildi. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (2020) 11. Olağan Genel Kurulu'nda seçilerek Eğitim Sen Genel Başkanı olarak üç yıl görev yaptı. Halen akademik ve pratik çalışmalarını sivil akademisyen olarak sürdürüyor. * Bu yazıdan alıntıdır.

  • Deneme Üzerine Bir Deneme

    DENEME ÜZERİNE / Hilmi YAVUZ * Deneme bir edebi tür olarak, kolayca tanımlanabi­lir mi? Ben bunun kolay olmadığını düşünüyorum -ve galiba, bazı türler arasına ayırt edici sınırlar çizmenin mümkün olmadığını da! Benim 'Budalalığın Keşfi' ile, mesela Nurullah Ataç'ın, Nermi Uygur'un ya da Sabahattin Eyüboğlu'nun denemeleri türsel olarak benziyorlar mı birbir­lerine? Belki de benzer yanları vardır, ama ben, ben­zerliklerin değil farklılıkların öne çıkması gerektiğini düşünüyorum. Benim 'Geçmiş Yaz Defterleri', örne­ğin, 'anı' olarak da, 'günce' olarak da okunabilir; 'deneme' olarak da! İlk deneme kitabımın adı, 'Denemeler, Karşı Denemeler'di. Biraz da, Malraux'nun Antimemoires'ının adından esinlenerek, kitaptaki bir bölük denemeye, 'karşı-deneme' demeyi daha doğru bulmuştum. 'Kar­şı-Deneme, benim, Sabahattin Eyüboğlu'nun deyişiy­le, 'gülen düşünce' diye tanımlamayı yeğlediğim bir deneme türü. Ayraç içinde belirteyim: 'Gülen düşün­ce' deyişinin, şimdi, sadece 'karşı deneme' için değil, genel olarak 'deneme' türü için kullanılabileceği kanı­sındayım. Bu deyiş, 'mizah' sözcüğüne karşılık olmaktan çok, 'deneme'ye uygun bir tanım gibi geliyor bana. Deneme, gülümsetmeli okuru; Rabelais'in agelaste'ları gibi gülmesini bilmeyen okurlar, okumasınlar denemelerimi, derim ben... Deneme türüne ilişkin özel tarihime gelince: İlk okuduğum denemeler, ortaokul Türkçe kitaplarındakilerdir. O yıllarda ortaokul Türkçe kitapları, bir edebiyat beğenisini temellendirmek amacıyla, özenle hazırlan­mışlardı. Elbette, öteki türlere olduğu gibi, denemeye değer veriliyordu o kitaplarda. Montaigne ve Ataç'ı, ortaokul sıralarında tanıdım. Ama itiraf etmeliyim ki, ortaokul yıllarımda deneme türü beni o kadar ilgilen­dirmedi; lisede Behçet Hoca (Necatigil) sınıfta, Rilke'nin 'Malte Laurids Brigge'nin Notları'ndan bölüm­ler okuyuncaya kadar da ilgilendirmemeye devam et­ti. Ama Rilke'nin, hele büyük bir şairin çevirisiyle okunduğunda, düzyazı yazmaya özendirmemesi ve el­bette düzyazı hazzı'nın ne demeye geldiğini kavratma­ması olanaksızdır. 'Budalalığın Keşfi', denemeyi hem şiirsel hem de düşünsel kılma savıyla olduğu kadar, okura haz duya­rak gülmek ve gülerek düşünmek olanağını verme sa­vıyla da yazıldı. 'Felsefe Yazıları'nın, ya da 'Osmanlılık, Kültür, Kimlik'teki yahut 'Modernleşme, Oryantalizm, İslam'daki yazılarımla şiirlerim ya da denemelerim arasında bir ortak paydadan bu anlamda söz edile­mez. Deneme yazmanın, benim açımdan, biraz da ga­zetede köşe yazarı olmakla ilgisi var. Sait Faik'in Ay Işığı' öyküsünü anımsıyor musunuz; 'Havada Bulut' kitabındadır. Orada, bir gazeteye başvuran öykü kişisi­nin, gazetenin başyazarınca, deyiş yerindeyse, sorgu­ya çekilişine ilişkin bir bölüm vardır. Ağız aramakta us­ta' başyazar, 'Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?' diye sorar. Uzun bir söylevi vardır öykü kişisinin ve bir ye­rinde şöyle der: 'İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetler kıvranan adamın, kork­madan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyle­yebildiği bir dünya...' Gazete yazarlığını, ben tasta­mam böyle anlıyorum. Ama sorun, sadece, 'iyi şeyler, doğru şeyler' söylemek değildir. Bence, gazete (köşe) yazarı edebiyatçı ise, etik olduğu kadar edebi kaygılar da taşımak konumundadır. 'Budalalığın Keşfi'ndeki yazıların (Çoğu, benim 'Zaman' gazetesinde yayımlan­mış olan köşe yazılanındır.), 'deneme' türünden yazı­lar olması ve 'deneme' türüne, meylimin daha da art­mış olması, bundan dolayıdır. "Edebiyatçıların gazetelerde 'köşe' tutmaları"na gelince, belirtmeliyim ki, sayıları geçmişe oran­la çok az. Siyasal yazılarındaki ideolojik tavra hiç katıl­mıyor olmakla birlikte, bence, Türkiye'deki edebi­yatçı 'köşe' yazarlarının en değerlisi, Oktay Akbal'dır. Attila İlhan, ne yazık ki, bir edebiyatçı gibi yazmadı ya­zılarını; bir 'fikir adamı' olmaya özendi ama maalesef, bunun için gerekli entelektüel donanımı yetersizdi! Özdemir İnce'ye gelince, ne edebiyatçı kimliğine ne de fi­kir adamı kimliğine ilişkin en küçük bir ima taşımıyor yazıları... Zülfü Livaneli'yi saymıyorum;- çünkü 'Bu­dalalığın Keşfi'nde de yazdığım gibi, onu (bana göre, elbet!) ne edebiyatçı ne de fikir adamı kabul etmek olanağı var. Oysa bundan elli yıl öncesini düşünün: Peyami Safa'nın 'köşe' yazılarını, 'Cumhuriyet'in ikinci sayfasındaki makaleleri: Tanpınar'ın, Hasan Ali Yücel'in, Bedri Rahmi'nin, daha sonra da Melih Cev­det'in makalelerini ve köşe yazılarını... Mehmet Ke­mal'i unutmamalı. Nereden nereye... Şunu da söylemeliyim:'Felsefe ve Ulusal Kültür'de­ki yazılarım, daha 1970'li yılların başında, benim entelektüel ilgilerimin nasıl bir edebî ve fikrî bir form için­de dile getirilmek istendiğine ilişkin ipuçlarını veriyor­du. Edebî ve fikrî anlamda uzun soluklu, hacimli ('tuğ­la gibi'?) düzyazı yapıtları üretmeye uzak durdum da­ima. Bunda şüphesiz söylemek istediklerimi döndürüp dolaştırmadan, ayrıntılarda yitip gitmeden toparlama kaygısı ağır basıyor. Sözü uzatmayayım, deneme, benim için gerçekten ideal bir form. Dokunduğu her şeye bir bakış, bir de­rinlik, fikrî ve edebî bir boyut katan' bir tür. Makale ile farkı da, bana göre elbet, öncelikle üslupta (makale, öznesizdir) ve referansların sunuluş biçiminde: Maka­lede, alıntıladıklarına, dipnotlarda, sayfa numarasına varıncaya kadar, vermek zorundasınızdır; -denemede ise, sadece kitabın ya da yazarın adını (metnin içinde) verir geçerim;- o kadar! Denemenin, yazarının entelektüel otoportresi ol­duğu söylenebilir elbet ama sadece bu kadar değil! Denemeyi, yaşanmış olan'dan bağımsız ele almamak gerek. Belki de edebî türler içinde, yazarının yaşamıy­la, yaşam deneyimleri ile zorunlu olarak, birebir ilişki içinde olan tek tür, denemedir. Öteki türlerde, yazarın yaşamıyla ilişki, zorunlu değil, olumsaldır; olsa da olur, olmasa da olur! Ama denemede durum öyle değil. ,Budalalığın Keşfi'nde hem fikri hem de bireysel yaşa­mıma ilişkin denemeler var, biliyorsunuz. Fikrî deneyim, elbette, okumalardan geliyor. Be­nim oldukça geniş bir entelektüel ilgi alanım var. Ede­biyat, Felsefe, Antropoloji ve Dinbilim, özellikle de İs­lam Kelamı ve elbette Tasavvuf. Bir ara çok ciddi Fre­ud çalıştım; özellikle de Popper, Sartre, Wittgenstein'in Freud okumalarından yola çıkarak. Boğaziçi Üniversi­tesi'nde verdiğim Yaz Okulu derslerinde bu konuyu ele aldığımı, sanırım, öğrencilerim anımsıyorlardır. Marksizme gelince, o, gençlik yıllarımdan beri, üzerin­de çalışmayı hiç savsaklamadığım 'büyük anlatı'dır. Eh, 75 yaşımdayım. Baudelaire'in o güzelim 'Spleen'lerinden birinde dediği gibi, 'sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var' ('J'ai plus de souvenir que si j'avais mille ans'). Bunlardır beni deneme yazmaya yönlendiren... Sait Faik'in öykü kişisi gibi, 'içinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetler kıvranan' biri olup çıkıyorsunuz bunca yaşantı, dene­yim ve okumalardan sonra... Deneme, felsefi düşüncenin önünü açabilir mi; evet, açabilir! Düzyazı geleneği, bir düşünce geleneği­ne dönüşünceye kadar, felsefi düşünceler, tıpkı Sokrates-öncesi doğa filozoflarınınki gibi, şiirsel söylemin içinden dile getiriliyordu. " Unutmamak gerek: Tanpınar, Akif Paşa'nın 'Âdem Kasidesi'ni bir felsefi metin sayıyordu. Öte yandan, Lyotard'ın duyurduğu gibi, 'büyük anlatı'ların sonu geldiyse, Aristoteles, Kant ya da Hegel türü 'büyük (felsefi') sistemler'in de sonunun geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda en büyük öncü Nietzsche, sonra da Wittgenstein olmuştur. Wittgenstein'den sonra, büyük sistemler, bana olanaksızmış gibi görünüyor. Şunu demek istiyorum: Batı'da da, bizde de, felse­fi düşünce, artık, Blanchot'nun deyişiyle,'parçalı yazı' (écriture fragmentaire') olarak üretilecek gibi görünü­yor. Deneme de, bence bu tür yazı için ideal bir örnek­çe... " Deneme, eğer gazete yazarlığıyla bağlantılıysa, el­bette, güncel sorunlardır öne çıkan: Burada 'güncel sorunlar' sözünün yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Be­nim için 'güncel' olan, sıradan herhangi bir 'köşe' ya­zarı için 'güncel' olan değil elbet; onun arkasında giz­lenmiş, doğrudan verilmemiş olandır! Bakın, mesela budalalığı ele alalım. Bence budalalık, benim anladı­ğım anlamda 'güncel' bir sorundur. Zarif nüktenin ye­rini, kaba mizahın alması,'güncel'dir. (Ayraç içinde be­lirteyim: Nasreddin Hoca'sından İncili Çavuş'una, Bektaşi fıkralarına kadar uzanan incelmiş bir mizah ge­leneğine sahip olan bu toplum, nasıl oluyor da, bugü­nün o budalalaştırıcı 'stand up'çularının, 'showman'lerinin kaba nüktelerine gülüyor? Gülmek, düşünmektir elbet; kuşkusuz, neye gülündüğü de, düşüncenin dü­zeyi konusunda şaşmaz bir ölçüttür.) Denemelerin, bir düşünce sistematiği geliştirdiği doğrudur. Daha önce de belirttim: Ben modernliğe, hele Türkiye'nin modernleşmesi söz konusuysa, ciddi kuşkular ve tedirginliklerle bakan bir okuryazarım. Di­le, düşünceye, belleğe, yere, mekâna, aidiyete dair olan düşüncelerimin, tümüyle, modernleşme ile ilişkili bir sistematiğe dayandığı söylenebilir. Türkiye'de sa­hih bir aydın olma konumu, Modernleşme/Gelenek sorunsalı göz ardı edilerek temellük edilemez. Bir Peyami Safa'ya, bir Hilmi Ziya Ülken'e, bir Tanpınar'a, bir Ülgener'e, Cemil Meriç'e ve Kemal Tahir'e bakınız, bu kavramları, hangi bağlamda ele almışlar, görürsü­nüz. Türkiye'de sahih bir aydın olmanın önkoşulu, di­le, belleğe, mekâna ve aidiyete dair sorunları, mo­dernliğin gelenekle olan kopma ve kopçalama (Lacan'cı anlamda: 'Le Point de Capiton') ilişkileri bağla­mında ele almaktır. Sahih bir Türk aydınının düşünce sistematiği bu olmalıdır. * 18.08.2020

  • Yalnızlık Sonatı

    YALNIZLIK SONATI * Şenol YAZICI Bir gece vakti, kimliksiz bir köy kıyısında, Dağ çocuklarının gözleri gibi karanlıkken ömrün… İçinden trenler geçer, düdük düdüğe, İstanbul geçer, Vivaldi geçer, “Ay Işığı” çalar kemanında; Hiç bilmediğin… Bir kılıç gibi yarar sonsuz geceni, Işık ışığa ülkeler geçer; Döşer raylarını yüreğinin tam ortasına, Yıkar toprak damlı evini başına, Geçer trenler; Hiç binmediğin… Üşürsün… Çok üşürsün Sırtımdan belime iğneler akar, Hiçbir şey bıraktığımız yerde değildir artık, Terkedilmiş, cami avlusu çocuklarıyız. Bir okyanus ortasında tek gibidir ömrün. Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları, Artık bir lokma, bir hırka, bir de sen değil hayat, Kimsesizlik giyneğimiz. Üşürüz… Hep üşürüz * Bu şiirin maviADA yapımı videosunu izlemek isterseniz TIKLAYIN * 2020 ÇOK OKUNANLAR 160 SAYFA ZİYARETÇİSİ, 20 BEĞENİ, 220 Dünya ZİYARETÇİSİ *

  • Bildiğiniz Kadar Yalnızsınız

    -Herhalde yaşamayan en son anlar; Bir yaşayın hele arkasızlığı, adamsızlığı, ufkunuz dünya kadarken tek bir anlatacağınız olmamasını yaşayın. Yaşayın da görün; çapınız kaç kırat?- Şenol YAZICI * Robinson'u sevmiyorum artık, Daniel Defoe bildiğim en büyük yalancı. Uygarlığın kültür birikimiyle donanmış bir insanın yabanıl bir ortamda ekmeğini, yemeğini bulması, hükmetmesi yamyamlara en zoruymuş gibi anlatıyor. On beş yıl o adada kalan adamın yalnızlığına değinilmiyor bile. O gün bu gün bir yığın okumuş insan, dünyanın en zor, en acı, en pahalı deneyimini; adaya gitmeyi, yani yalnızlığı özlüyor. Bir yaşayın hele; arkasızlığı, adamsızlığı, ufkunuz dünya kadarken tek bir anlatacağınız olmamasını bir yaşayın. Kötülük, erdemsizlik hep vardı. Onlara karsı koymaya çalışan iyilik de. Ya yalnızlık; o, ne zaman ortaya çıktı? Ademle Havva cennette kurala uymadılar. Habil Kabil'i öldürdü. Üşüyen insana acıyan Promete ateşi çaldı. Tanrılar oğullarını zincire vurdu, ciğerlerini yedirdi kartallara gün boyu. Ola ki dersini unutmuştur diyerek onardıkları bedenini gün doğumunda aç kuşlara sundular yeniden. Sokrates savaşa atla katılmak istedi, soylular sınıfından biri olmak, ömür boyu gelire kavuşmaktı arzusu. Soylular, hiçbir zaman yeterli bulmadıkları kazançlarını bu ağzı iyi laf yapan adamla bölüşmeyi mi düşüneceklerdi? Onlara göre Sokrates, kargaşa yaratıp antik devrin demokrasisini bozmaya çalışıyordu; kendi ölümünü içmesini istediler ondan Baş kaldıran köle Spartaküs, yedi bin arkadaşıyla birlik Roma'ya uzayan yolda korkuluklar gibi çarmıha gerildi. . Cengiz Han, çevresindeki bir yığın Moğol, Türk, Kırgız, Çinli yağmacıyla Harzem'leri kırdı geçirdi. Semerkant'ı, İskenderiye kitaplığına denk Buhara kitaplığını yaktı. Tek bilim adamını bile sağ bırakmamaya kararlıydı. Selçuklu veziri Saadettin Köpek, uyruğu ve egemen ulusu Türkmenleri kılıçtan geçirtmek için Moğollar'ı çağırdı Orta Asya'dan. Deli İbrahim, yaşadığı sürekli ölüm korkusunun etkisiyle olsa gerek hem aklını hem erkeklik gücünü yitirmişti. Sarayda Osmanlının Rasputin'i Cinci Hocanın muskalarıyla aklını geri alamadı ama diğerini fazlasıyla almış olmalı ki sayıları yüzleri aşan cariye yetmedi, kadın bırakmadı ülkede. Deli İbrahim, imparatorluğu benzerleriyle doldurmaya kararlıydı. Sivas Paşasının karısı hoşuna gidiyordu, resmen istedi. Paşa iyi bir kul değildi. Her bir şeyin sahibi padişah efendisine, bir karısını çok gördü. Verilmeyince ordu salındı üstüne. Ayaklandı paşa. Kan gövdeyi götürdü. Şarkıda der ya; ''Sen Fatih'in tohumusun, Ben Deli İbrahim'in.'' Kötülük hep vardı. Ona karşı koyan iyilik de...Ya yalnızlık, ne zaman ortaya çıktı? Sağlığı gitgide bozuluyordu. Sorun karaciğerdeydi ve içki hasta bir karaciğer için en tehlikeli olandı. M. Kemal Öke, neden çok içtiğini sorar Atatürk'e. Yanıt, yüreğinizin orta yerine saplanan bir bıçaktır. Adamsanız sadece saplanmaz, orada kanırtılır. "Sen ne kadar yalnız olduğumu bilir misin çocuk? Bu bilinen anlamda yalnızlık değil; arkasızlık, adamsızlık, dayısızlık, cenazeni kaldıracak dört kişiyi bulamayıp belediyeden yardım istemek değil. Ya da ölmek büyük bir kentin, pahalı bir semtinde, ömür harcanarak alınmış dairenizde, bir başına ve bir hafta sonra duyması komşularının değil. O hep vardı. Salt bireylere de özgü değildir. Kimi ailelere, kimi uluslara kısmet olmuştur. Kuşkusuz ulusların yalnızlığı en zorudur. Kalabalıklar içinde tek başına olmak, anlar bir adam olmayışı...olmak şairin dizelerindeki gibi; ''Yalnızlık paylaşılmaz, Paylaşılsa yalnızlık olmaz.'' Ya da Atatürk'ünki gibi... İşte öyle bir yalnızlık benim dediğim. Öyle zamanlar olur ki anlatmak değil, anlayacak olanı bulmak sorundur. Atatürk kendini anlayacak olanı buldu mu? Her devrimden sonra, tek tek kopan arkadaşlarını, karşı cephelerde yer alan, canına bile kasteden arkadaşlarını bir anımsayın. Ya ölümünden sonra olanları...şimdi ne kadar anlıyoruz? Nesimi'nin ardında adamı mı oldu ya da Hellac ı Mansur'un ya da 'Sokrat büyük filozoftur, asılmasın' diyerek Atina sokaklarını dolduranlar mı vardı? Galile'yi kim savundu sanki? Oysa Hasan Sabbah'ın yığınla adamı yıllarca kan kusturdu orta doğuya. İnancına mı hayranlık duyuyorlardı yoksa vadettiği haşhaş cennetine mi? Günümüzde de nerede kirli iş yapan varsa, onu ölümüne izleyen bir yığın adama, üst düzey ilişkilere, akıl durduracak paralara sahip olabiliyor. Beri yandan tüm yaptığı ülkesini çağdaş uygarlık düzeyine taşıma gayreti olanları, Bahriye Üçokları, Uğur Mumcuları öldürüyorlar, ondan sonra da iyi adamdı deyip ardından yas tutuluyor. İnsanlık için iyiyseniz yalnızsınız, her türlü felaketi bekleyin. Ama endişelenmeyin, pastadan pay alamayacak hale geldiğinizde 'itibarınız iade' edilecek, öldükten sonra işinize yarar mı bilmem, kalabalık da olacaksınız. Atatürk'ün durumu ayrı. Onun ilkeleriyle yaşıyor Cumhuriyet ve önü kesilenler bunu hazmedemiyorlar. Yoksa misyonunu tamamlamış bir lider olsa nereye koyacaklarını şaşıracaklar. Ne kadar okumuş, yazmış, erdemli, ilkeli, azıcık aklı olan insan varsa tanıdığım, ya özellikle yalnız bırakılmıştır ya da kendi seçmiştir yalnızlığı. Okumayı zor sökmüşlerin, hırsızlar kralının ya da kumarbazların, ahlaksızlıkta Lükres Borjiva'yı sollamışların çevresine bir bakın, yığınla insan. Adamlar neşe, muhabbet kaynağı belki ondan. Ama kesin bir şey var, ruhsal dağarcığın dolmaya başladıkça, aştığın çıtalar yükseldikçe, büyüdükçe, ufkun genişledikçe artan bir yön bu tür yalnızlık. İlkelleştikçe, azaldıkça görüp bildiklerin o da azalıyor. Belki o zaman diğer tip adamsızlık, dayısızlık, arkasızlık gibi yalnızlıklar gündeme geliyor. Bu tür yalnızlık sanki yeni bir tip hastalık, AIDS gibi çağla ilişkisi var. Günümüzde kişi, bilgi birikimini artırmak, enginleri görür olmak şansına daha çok sahip. Bu günün lise mezunu, ortaçağın çoğu bilgesinden fazlasını biliyor. Yüzyılların kültür birikimi aktarılmış ona. Öteki el yordamıyla, bir beynin gücüyle aralamış karanlığın pencerelerini. Bildikçe yalnızlaşmış ikisi de, bilgisi oranında erdemi, büyüklüğü oranında. Hadi Sokrat anlamasalar da anlamaya çalışıyorlar diye paylaşıyordu öğrencileriyle düşüncelerini, hadi İbni Sina'nın kadın ve şarap gibi ilgileri vardı, kütüphaneler değil ama meyhaneler hep doludur, çok yalnızlık çekmemiştir. Peki İbni Rüşd, bu Cordova'lı, sürekli akıllı olmayı öneren, Tanrının da akılla bulunması gerektiğini savunan, bu yüzden de sürülen düşünür, neyledi kimsesizliğini? Bildiğiniz, aydınlandığınız kadar yalnızsınız sanki. Aydınlandıkça sürüden kopuyor, gitgide teke iniyorsunuz. Öyle bir yerine varıyorsunuz ki piramidin, bilgilerinizden başka kimseniz yok. Onlarla konuşabilir, onlarla sevişebilir...misiniz? Bir ödülünüz, kendi ıslığınız kendi türkünüz. Bir de taşıyamadığınız huzursuzluğunuz ya da zorlanmak. Bu hızlı bireyleşme tek başına çağın sorunu değil anlaşılan. Bilinç düzeyindeki artış, kendi beğenilerinizin yükselişi ve savunulur oluşu dünün sorgusuz uyumunun yerini alınca yalnızlığınız da başlıyor. Belki de bundan batı, birey haklarını daha bir ön plana çıkardıkça, gerektiğinde o bireyi ailesine, devletine karşı savunur oldukça yaşanılır olmuş. Biz hala o noktadan çok uzağız... O nedenle en güçlü kalelerimize önce yalnızlık girer. Zorlamak dedim ya, belki de bir yerde arzulamadığınız, seçiminiz olmayan zorlanma yakalıyor sizi önce. Düşünmek zorunda bırakıyor. İstemeden düşünür oluyorsunuz. Farkına varmıyorsunuz ki herkesin gözünün kör olduğu yerde, tek gözünüzün açık olması resmen suçtur. Üç boyutlu bile göremeyen minik tek gözünüz nedeniyle, körlerin saldırısına uğradıkça, üçüncü kanadını açmak zorunda kalıyor yüreğiniz. Bir arkadaşım vardı. Daha okul yıllarında bizden hep bir adım öndeydi. O yoksul koşullarda bulur buluşturur bir prens kadar temiz ve özenli giyinirdi. Ben O'nun hiç yere tükürdüğünü, küfrettiğini görmedim. Şimdi düşünüyorum da tuvalete de gitmez miydi ne, öyle mükemmeldi. Duvar gazetesine yazdığı yazılar çok başarılıydı. Şiirleri yüreğimizi kaldırır, sevgililerimize O'nun şiirleriyle anlatırdık tutkumuzu. Ben ondan çalmışımdır 'bir güvercin kanadına tutunmak' deyişini. Belki bu yüzden, belki yüz adım ilerde olması yüzünden hep düşmandık ona. Kınar, eleştirir, kulplar bulur, saldırır, karalardık Onu, hiç birimize bulaşmadığı halde. İyi bir sporcu olmasa her fırsatta dövecektik ya, başa çıkamayacağımız belliydi. Yine de saldırılarımız asla durmazdı. Çoğu kez bize yanıt bile vermezdi. Ne var ki içten içe korkunç kırıldığını güzel gözlerinden duyumsardık. Nedenini anlayamadığı bu düşmanlıkları bir yerlere oturtamaz, bizden tiksinti duyar, küserdi. Hep yalnızdı. Ondan hiç vazgeçemeyen, bu da bizi deli ederdi ya, kızları saymazsan hep yalnızdı. Bize yaklaşsa başına gelecekleri biliyordu belki ondan. Küsmesi düşmanlık değildi. İşimiz düşse elinden gelen her türlü yardımı yapardı ama, bizimle hiçbir zaman dost olamayacağını kestirir, hiçbir şey beklemeden uzaklaşırdı. Şimdi anlıyorum onu. Adam baktı mı insan gibi bakardı; insan gibi bakmayı hala öğrenememişsek bile tanıdık artık. Kazandığımız birkaç özellikle değiştikçe, yol aldıkça artıyor yalnızlığımız ve anlıyorum. Arka mahalle çocuklarıydık. Kimsenin yürümeyi bilmediği yerde uçmak ne büyük cezadır bilemedi. Fazla geldi çevresine. Öğretmen oldu. Onunla aynı örgüte kayıtlı arkadaşlarınca ele verildi. O kimseyi ele vermedi. Hapse düştü, karısı delirdi. Dava arkadaşları, korudukları kaçtı ondan. Çıktığında ayyaştı. Ayıkken deli gibi bakan gözleri, bir içince o eski insan bakışlarını yakalıyordu. Öyle zamanlarda şiirlerini okuduğu oluyordu; elinden tutan olsa Onu çok yere götürecek şiirlerini. 'Neden herkes herkesi ele verip en namuslusu olurken yurttaşın, sen yapmadın?' demiştim. Gözleri dolmuş, yanıtsız boşluğa bakmıştı. Anlamazsın der gibi, gülme, ağlama arası gülmüştü. Kim kabullenmiş aptal olduğunu, gene de inat etmiştim. ''Büyümek zor iştir'' demişti. ''Salt bedence değil, akılca, ruhça.'' Öyle bir noktaya varırsın ki artık duramazsın. Kendinle yarışırsın. Ulaştığın dünyanın deneyimi yoktur, olmadığı için de her yasayı kendin yapmak zorunda kalırsın. Ve üstüne üstlük bu yasaların kusursuz olması gerekir, çünkü ilk sana uygulanacaktır. Yükünü kimse anlamaz, onlarca büyük erdemle donanmış önemli bir insansındır, öyle de yalnızsın. Onu dinledikçe yeni erdemler, yeni istekler için tek başlarına ileri giden, yaşamda kaybolmuş ve yolları üstünde kendilerine yabancı ve kendilerini anlamayan arkadaşlara rastlamış insanların sonsuz kederini düşünürdüm. Bu çeşit tek başına kalan adamların yaşamı acı olmalıydı. Zaman onları istediklerinden ayırır, fakat ektikleri çok az iyi bir toprağa denk gelirse iyi şeyler ekerlerdi. Yaşamla tek başına boğuşarak büyümüş, onun tarafından yenilip, çamuruna hapsedilmiş bir adam tarihin en büyük filozofundan daha filozoftur. Çünkü hiçbir zaman soyut bir düşünce acıların bir beyinden çıkardığı kadar güçlü ve renkli bir şekil alamaz. Bu güçlü ve renkli biçim insanların içten içe hoşuna gitse de, kendilerindeki birtakım eksiklikleri yansıttığından dolayı hiçbir şekilde sevilmez. En son bir kadınla birlikte bir kamyonun altına girip öldüklerini duydum. Kadın kendinden on beş yaş büyüktü. Kendisi otuz beş yaşlarındaydı. ''Ama anlıyor,'' diyordu. ''En azından anlıyor gibi durmayı çok iyi beceriyor ve ben onun yanında kendimi yalnız hissetmiyorum.'' Robinson'u sevmiyorum artık, Daniel Defoe bildiğim en büyük yalancı. Uygarlığın kültür birikimiyle donanmış bir insanın yabanıl bir ortamda ekmeğini, yemeğini bulması, hükmetmesi yamyamlara en zoruymuş gibi anlatıyor. On beş yıl o adada kalan adamın yalnızlığına hiç değinilmiyor. O gün bu gün bir yığın okumuş insan, dünyanın en zor, en acı, en pahalı deneyimini; adaya gitmeyi, yani yalnızlığı özlüyor. Bir yaşayın hele, arkasızlığı, adamsızlığı, ufkunuz dünya kadarken tek bir anlatacağınız olmamasını bir yaşayın. Atın kendinizi aklınızı zorlayacak bir yükseklikten aşağı. Açın üçüncü kanadınızı. Uçmayı deneyin, var olduğunuzu göreceksiniz o içinizde bir yerde saklı. Çapınız yoksa yere çakılırsınız. Ama varsa kanatlarınızın en güzel renklerle tüm göğü kapladığını göreceksiniz. Ne kadar dayanırsınız onu bilemem ama bu yalnızlık okyanusuna ne kadar dayanırsanız o kadar büyüksünüz bilin. Şimdi onları biraz daha anlıyorum, en insanları; en akıllıları, en önde olanları, en zenginleri, en güçlüleri...en yalnızları anlıyorum. ATATÜRK'ü anlıyorum. * 15.11.2022 ÇOK OKUNANLAR sayfasında 150 görüntüleme, 18 beğeni, 1 yorum; İNTERNET ANALİZLERİ 300 ZİYARETÇİ

  • Erdek, Argonotlar ve Kyzikos

    Jason ve Ötekiler * Aycan AYTORE - Hayatını kendin kontrol et, doyumsuz ol, sınırlarına kadar yaşa ve imkansızı iste... nin 2300 yıl önce yazılmış destansı öyküsüydü ARGONOTLAR. İsa'dan önce yazılmış özgün bir destan... Argonaut’lar macerasının tamamını, ünlü bir mythos yazarı olan İ.Ö 3. yüzyılda yaşamış Rodoslu Apollonios anlatır. Aşağıdaki film afişi 1963 yılı yapımı olan, ülkemizde de oynayan ARGONOTLAR'a ait; Daha doğrusu sinemada oynayan adıyla ALTIN POST'un... - Yaşamımda sinemada ilk izlediğim ve anlamadan yıllarca etkisi altında kaldığım filmdi aynı zamanda. Henüz okula başlamamıştım, o kadar küçüktüm. Babamla dayım bir nedenle beni gezmeye çıkarmışlar, sonra da sinemaya gitmeye karar vermişler ama beni eve götürmekten erinmişler, yanlarında götürmüşler. Nasılsa orada uyurum diye düşünmüşler herhalde. Ne var ki ilk kez karşılaştığım sinemadan ve başlayan filmden öylesine etkilendim ki gecenin geç saatlerine değin filmi pür dikkat izlemiştim. Kimi sahnelerini, örneğin BOSFOR'un (bügünkü İstanbul boğazları) kayaların birbirinden ayrılarak açılışını, topraktan çıkan iskelet savaşçıları net olarak anımsarım. Tabi o ve ondan sonraki çok gece uyuyamadım, filmi düşünürken... Film aklımdan hiç çıkmadı. Bende de o marazlı huy, tat aldığım ama doyamadığım bir anı yeniden yaşama isteği olunca o filmi bulmak için çok uğraştım, sonunda buldum da... Sevdim mi? Aynı tat değildi, fakat şimdi başka şeyler bularak hoşlandım. Örneğin bir mesajı olduğunu farkettim: Film altın bir postun peşine düşen güçlü kahramanların hikayesiydi. Bolca savaş, deniz, canlanan iskeletler, tanrılar, tanrıçalar gibi mitolojik, fantastik özellikler içeren aksiyon dolu bir filmdi. İzler, eğlenir geçerdiniz gibiydi ama bir tez üzerine kurulu olduğunu kısa sürede farkediyordunuz: Hayatını kendin kontrol et, doyumsuz ol, sınırlarına kadar yaşa ve imkansızı iste... nin 2300 yıl önce yazılmış destansı öyküsüydü. Tezi de olan gerçek bir destan. * Altın Post, Yunan mitolojisinde zenginliği, gücü ve iktidarı sembolize eden postun adıdır. Başlarında Jason'un bulunduğu bir ekip Argo adı verilen gemilerine binerek bu postu ele geçirmek için Kolkhis (Günümüzde Gürcistan) ülkesine Karadeniz'i boydan boya kat edip giderler ve türlü maceralar yaşarlar, uzun bir mücadele sonucunda postu almayı başarırlar. Yunanistan'dan yola çıkıp Çanakkale'den Marmara'ya giren Argonotlar, o zamanlar gelişkin bir şehir devleti olan günümüzdeki Kapıdağı yarımadasında yer alan Kyzikos'a da uğrarlar. Kapıdağı, o devir karayla bağlantısı olmayan bir adadır. Bugünkü Tatlısu ile Düzler arasındaki dar kıstak sonradan toprakla dolacaktır. Kentlilerce iyi karşılanıp yolcu edilen gemi, fırtınaya yakalanıp yeniden şehrin önlerine düşünce halk, bu kez düşman zannedip saldırır. Çıkan savaşta Argonatların lideri Jason kentin kralını öldürür. Böylece kentin adı ölen kralın adı Kyzikos olur. “Adı "hızlı" anlamına gelen argo gemisi Karadeniz'in Kolkhis ülkesinde "altın post'u aramaya giden kahramanlar için yapılmış elli beş kürekli bir gemidir. Yapan ustanın adı da Argos’dur.” Gemide yer alan argonotlar sadece gözüpek savaşçılar değil, aynı zamanda özel yetenekli kişilerdir. Jason, Argos (gemi ustası), Tiphys (dümenci), Orpheus (ozan), İdmon (bilici), Amphiaraos (bilici), Mopsos (bilici), Herakles... Öyküye göre Jason henüz küçük bir çocukken kral babası, amcası tarafından öldürülür. Jason büyüyüp genç bir adam olduğunda krallığı amcasından geri almak ister. Bunun için ise uzak bir diyarda bulunan altın postu ele geçirmesi gerekmektedir. Zeus’a kurban edilen koçun altından olan postu bugünkü adıyla Gürcistan'da Ares’e adanmış bir korulukta saklanmaktadır. Yunan mitolojisinde, Güneş tanrısı Helious’un oğlu olan Kolkhis kralı Aiet’nin (Aietes) “Altın Post”a sahip olduğu anlatılır. Yunanistan’da Jason (İason)’un başkanlığında kahramanlar bir araya gelirler ve “Altın Post”u ele geçirmek için Kolkhis'e gitmeye karar verirler. Argonotlar, “Argo” adlı bir gemi yaparlar ve yola çıkarlar. Uzun ve zor bir yolculuktan sonra Aiet’in güçlü ve zengin krallığına varırlar. Kral, Yunanlı kahramanları saygıyla karşılar ve gelmelerinin nedenini öğrenir. Aiet, Jason’un şartlarını yerine getirmesi halinde “Altın Post”u Yunanlılara vermeye karar verir. İason önce ateş püskürten öküzlere boyun eğdirecek, başlarına boyunduruk geçirecek ve büyük bir tarlayı sürecektir. Sonra İason’un ejderhayı öldürmesi ve onun dişlerini toprağa ekmesi gerekir. Bu dişlerden savaşçılar çıkmaktadır. İason’un bu savaşçılarla savaşması ve onları yenmesi gerekir. Yunanlılar ancak bundan sonra “Altın Post”u alabileceklerdir. Kralın kızı Medea, ilk görüşte Jason’a âşık olmuş ve ona yardım etmeye karar vermiştir. Medea bir büyücüdür. Onun yardımıyla Jason kralın şartlarını kolayca yerine getirir ve Aiet’den “Altın Post”u ister. Kral, Yunanlılara kimin yardım ettiğini hemen anlar ve “Altın Post”u vermeyeceğini açıklar. Bunun üzerine Jason, postu ele geçirmeye karar verir. Ne var ki Medea’nın yardımı olmadan bunu gerçekleştirmesi olanaksızdır. Kralın kızı, postu bekleyen korkunç ejderhayı uyutur ve Yunanlılar “Altın Post”u ele geçirir. Hızla gemilerine binerler ve ülkeleri Yunanistan’a doğru yola çıkarlar. Medea da İason’la birlikte gider. Aiet, postun götürüldüğünü ve kızının kaçtığını öğrenir öğrenmez, hemen ordusunu toplar ve Yunanlıların peşine salar, ama askerler “Altın Post”u geri almayı başaramazlar. Mitolojide “altın post” Phriksos ile Helle’yi sırtında Yunanistan’dan Karadeniz’e taşımış olan kanatlı koçun postudur. Babaları kral olan çocukları üvey anneleri kurban etmeye karar verir. Tam bu sırada gökten inen altın postlu koç çocukları Kafkaslara kaçırır. Argonath ayrıca “Yüzüklerin Efendisi” isimli eserde de Anduin nehri üzerindeki devasa İsildur ve Anarion heykelleridir. Gondor'un kuzey sınırını oluşturur. Argonath, "iki asil taş" demektir. Argonot adı nadir görülen garip canlılara da verilir. “Altın post” onur ve saygınlık ifade eden bir simgedir. Kendini arayış, kahramanın yolculuğu farklı mitolojik hikayelerde işlenir. Hikayenin şekli, yüzeysel anlatımı bir masala benzese de, her dinleyici de farklı çıkarımlar oluşturur. "Hiç bitmeyen bir yolculuk" ana temadır. Onurlu, erdemli, adil, cesur, dürüst, sadece kendini düşünmeyen örnek kahramanlar sınırları zorlayan yolculuklarını yapar ve maceralarını yaratıp kendi ejderlerini kendileri kontrol ederler. Önce kendi kendilerine egemen olmayı öğrenip, kitleleri peşlerine takarlar. * Film mitolojik bir destandı, gerçekte olması mümkün olmayan olay ve insanları tarihi gerçeklerle harmanlayıp insanı motive eden bir tezle taçlandırıp inandırıcı yapıyordu. Bu masalın bir gerçek yanı vardı. Hem de çok yakındaydı. Jason'un öldürdüğü kralın adını taşıyan şehir; Kyzikos Erdek'teydi ve yolumun üstüydü. Kimbilir belki izlerini de bulurdum. * Bir zamanların görkemli yerleşim yeri KYZİKOS, bugünkü Erdek'in güneydoğu kesiminde Düzler mevkiinde, girişte yer alıyor. KYZİKOS'ta Argonotlara dair bir işaret yoktu, çünkü ortada Kyzikos yoktu. Parçalanmış mermerlerle bir taş tarlasına dönen arazide bir kazı yapıldığı belliydi ama ortada sağlam tek bir eser görünmüyordu. Kazı nazik bir iştir, ama görünen burada kazıyı dozerlerle kepçelerle Türk işi yapmışlardı. Erdekliler tarihi de kültürü de seviyorlar. O kadar ki tarihi kentin mermer kalıntılarını bahçe ve ev duvarlarında, herhalde daha yakın olsun, samimiyetimiz hissedilsin diye kullanıyorlar. Hem de bunu yüzyıllardır yapıyorlar ki Evliya Çelebi bile anlatır . Antik kent günümüze, insan ve doğa tahribatına uğramış olarak gelebilmiş, bir de bu kazı katliamını yaşamış. Yine de görkemli yapılarının ve uygarlıklarının geri kalanları toprak derinliğinde hala varlığını koruyordur diye umut ediyorsun. Görünen hep orda kalsalar daha da iyi olacak gibi. Çünkü toprağın üstüne de ancak böyle çıkabiliyorlar, niyeyse... İşte ciltler dolusu kitap, binlerce yıllık anı, onca söylence ... ve işte KYZİKOS. İnsanın içi bozuluyor. Manzara korkunçtu. Binlerce yıl önce, o kıt koşullarda ARTEKA'nın karşısındaki Marmara adasının Saraylar köyünde çıkarılmış, bin bir emekle tanrısal bir göz ve yetenekle kanaviçe işler gibi kusursuz işlenmiş, deniz yoluyla buraya taşınmış görkemli mermerlerin o nakış nakış desenlerine bakıp şimdi düşürüldükleri hale bakıp söyleyecek bir şey bulamıyorum. Herhalde dinamitle kazı yapmış olmalılar. Sözün bittiği yer galiba bu, taşlar, taş ocağından çıkarılmış değil, antik şehrin ehliyetli ellerce yapılan kazısındaki eğitim zayiatları... Gerçi "kazanımları" çevrede göremiyorsunuz ama herhalde Balıkesir'e ya da bir müzeye kaldırmışlardır diye umut ediyorsunuz. Yok, gerçeği korkuttu, filmleri, kitapları yeğlerim. Kitaplara göre; Kyzikos’un Thessalia’dan göç ederek buraya gelen Dolionlar tarafından kurulmuş Kent, ismini Argonautlar efsanesinden esinlenmeyle belki kurucu Kral Kyzikos’tan almaktadır. Bilinen tarihi ise İ.Ö.8. yüzyılda İonia’nın önemli kentlerinden biri olan Milet’in burada bir koloni kurmasıyla başlar ve izleyen dönemlerde kent gittikçe önem kazanır, güçlenip büyür. M.Ö.6. yüzyıl da bölgenin Priapos, Arteka ve Prokonnesos gibi kentleriyle birlikte Lidyalılar tarafından vergiye bağlanan kent, Pers Kralı Kyros’un Lidya’yı yenmesi üzerine Daskyleiondaki satraplığa bağlanır. Yüzyılın sonlarına kadar bu konumu devam ettiren kentin, İ.Ö.5.yüzyıl başlarında başlayan İon isyanıyla birlikte dokuz kez el değiştiren uzun bir dönemi başlar. Ancak akılcı politikasıyla her defasında yakılıp yıkılmaktan kurtulan Kyzikos, İ.Ö 364’de II. Attika-Delos Deniz Birliği’ne katılır, kısa bir süre sonra da Atina’ya karşı bağımsızlığını ilan ederek en parlak çağlarından birini yaşar (İ.Ö.362). Siyasal ve ticari alanda da etkinliğini arttıran Kyzikos, bu dönemde bölge deniz ticaretini eline geçirir, parası, diğer para birimleri için bir değer ölçüsü durumuna gelir. İ.Ö.334’de Büyük İskender’in Anadolu’ya girişinde kendisine dostça davranan Kyzikos’lular, bunun karşılığında yönetimsel serbesti ve yapılanma etkinliklerine katılmayla ödüllendirilirler, kenti karaya bağlayan iki de köprü yaptırır onlara İskender. Hellenistik dönem’de her açıdan parlak bir dönem yaşayan Kyzikos, bir kültür, sanat ve ticaret merkezi olur. Kyzikos’un bu dönemi, İ.Ö. 85’de Roma egemenliğini tanımak zorunda kalmasıyla birlikte sarsılmış görünmektedir. Roma yönetimince zaman zaman ödüllendirilip cezalandırılan Kyzikos, İ.Ö.73’de Pontus Kralı VI .Mithridates kuşatmasına karşı kahramanca direnmesi üzerine Romalıların övgülerini kazanır, çevresindeki yakın kentler kendilerine bağlanır ve ‘’Hürken’’ unvanı verilerek bağımsızlık hakkı elde eder. Arada bir Roma ile ilişkileri çıkmaza girmekle beraber, Romalılar zamanında kentin asıl önemini Hadrian döneminde kazandığı gözlemlenir. İ.S.123’de yaşayan depremden bir yıl sonra kenti ziyaret eden İmparator Hadrian, yeniden yapılanma için büyük yardımlarda bulunur, kendi adına yapılan ünlü Hadrian Tapınağına parasal olanaklar sağlar. Dönemin birçok büyük kentinin almak için yarıştığı imparator kült merkezi anlamına gelen Neokoria unvanı ve ayrıcalıkları ile ödüllendirilir. Sadık bir bağlaşık olma özelliğini sürdüren Kyzikos’a İ.S 2. yüzyılda meydana gelen karışıklıklar sırasında yine Roma tarafını tutması üzerine bu kez imparator Septimius Severus tarafından ikinci kez Neokoria unvanı verilir. İ.S.297’de Kyzikos otuz üç kenti içine alan Hellespontos eyalet merkezi olur, İ.S.324’e dek devam eden bu dönemi, Byzantion’un başkent oluşuyla birlikte sona erer. İmparator Justinianus döneminde İ.S.543’deki depremde kent büyük zarar görür ve bu olay sonucunda Kyzikos halkının kısmen ARTEKA'ya bugünkü Erdek’e göç ettiği bilinmektedir. İ.S.741 ve 1064 yıllarındaki büyük depremlerle ciddi hasarlar görür ve Kyzikos kendi kaderine terk edilir. Kyzikos’ta 1988-1997 yılları arasında kazılar yapıldı. Sonra ara verildi. 2006 yılında yeniden başlandı. Bu dev şehrin ancak küçük bir bölümü kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkarılabilmiştir. Düzler Mahallesinin sağ tarafındaki zeytin bahçelerinin olduğu geniş sit alanında Kyzikos antik kenti ve Hadrianus tapınağı kalıntıları açıkta görülebilir. Orada bulamadıklarınızı da Erdek' ve Bandırma müzelerinde belki... Daha da ararsanız yöredeki kimi binalarda duvar olarak kullanılmış halde bulabilirsiniz. Argonatlar da kimmiş? * ÇOK OKUNANLAR; gezi yazısı, özgün , yaratıcı yazın. İLK YERALIŞ 2017 maviADA SAYFASINDA ZİYARETÇİ SAYISI 165 , 10 Beğeni, yorum yok. İNTERNET Raporlarında Türkiye ve Dünya genelinden gelen ziyaretçi sayısı 163

  • EKRAN GEZGİNİ

    ARKADAŞIM HOŞGELDİN * Zeliha AYDOĞMUŞ YouTube kanalına otuz dokuz bölümü yüklenmiş gösterinin birinci bölümüyle sizlerleyiz. Başrol oyuncusu Tolga Çevik olan, yaklaşık on yıl önce özel bir televizyon kanalında yayınlanan, sayılı durum komedisi örneklerinden birisi...ARKADAŞIM HOŞGELDİN Diğer bölümleri Full Bölümler başlığı ile bulabileceğiniz link de aşağıdaki gibidir: https://www.youtube.com/@ArkadasmHosgeldinn/playlists İZLEMEK İÇİN TIKLA Tolga Çevik (d. 12 Mayıs 1974, İstanbul),[1] Türk oyuncu ve komedyen. 1996 yılında Central Missouri State Üniversitesinin Tiyatro Ana Sanat Dalı Oyunculuk Bölümünden mezun olmuş ve eğitimi sırasında Amerikalı aktör Robin Williams'tan eğitim almıştır. Vizontele film serisinde aldığı rolle tanınan oyuncu, Organize İşler ile kariyerinde yükselme kaydetti. Avrupa Yakası adlı dizide Sacit Kıral karakterini canlandırmış ve daha sonra diziden ayrılarak kendi hazırladığı Komedi Dükkanı adlı programa ağırlık vermiştir. 2014-2015 yılları arasında ise Arkadaşım Hoşgeldin ile devam etmiştir. Ayrıca Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) üyesi de olan Çevik, pek çok yapımda Yılmaz Erdoğan ile beraber çalışmıştır. 2016 yılında Müdür Ne'aptın? adındaki programa devam etmiştir. 2017-2018 yılları arasında TOLGSHOW programında yer almış ve TOLGSHOW turneleri yapmıştır. 2021 yılında Exxen platformunda Tolgshow Filtresiz adlı programını sundu.

  • Cemre İle Başlayan Bahar Yolculuğu…

    Çok uzun süren karanlık ve soğuk kış günlerini geride bırakmaya başladık. Onca yağmur, kar ve fırtınanın ardından özlediğimiz güneş yavaştan sıcacık yüzünü göstermeye başladı. Elimizi, sırtımızı çok ısıtamasa da en azından yüreğimizi ısıtıyor. Çünkü baharın müjdecisi ilk cemre düştü… Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” demişse de atalarımız biliyoruz ki cemreler düştükçe havaya, suya, toprağa her yer ısınacak ve bahar gelecek. Peki çok sevdiğimiz için çocuklarımıza ad olarak verdiğimiz, özlemle beklediğimiz, baharın müjdecisi “cemre” neymiş bakalım… … Bekle! Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır... Hep sürmez bu zemheri, Düşer cemre… (Şenol Yazıcı) Cemre; Türk kültüründe yer etmiş, doğanın canlanmasını ve baharın gelişini müjdeleyen, havaların ısınacağını haber veren, halk arasında çok yaygın olan bir kavramdır. Damlardaki kar, saçaklardaki buz, Kanı kaynayan suya dar geliyor. Haberin var mı, oluklardan Akan su sesinde bahar geliyor… (Cahit Sıtkı) Kış mevsiminin son günlerinde başlayıp, ilkbahar başlangıcına kadar devam eden bir süreçte, yedişer gün arayla önce havada, sonra su ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık artışına halk arasında Cemre adı verilir. ​Ilık bir yol hikayesi başlar güneşe doğru Önce cemre, sonra nevruz, sonra bahar… (Nurten Bengi Aksoy) Kış mevsiminin en soğuk günlerinin geride kaldığının müjdecisi olan cemre, dilimize sonradan girmiş, Arapça kökenli bir sözcük olup, “kor halinde ateş” anlamına gelmektedir. Bir dışarı çıkmayagör bayram yeri bahçeler Asmalar suyundan veriyor balkon demirlerine Fesleğen göz kırpıyor çapkınca nazlanarak Sarmaşıklar konuk gitmiş hanımellerine… (Ahmet Günbaş) Halk takvimine ve inanışına göre cemrelerin ilki 20 Şubat'ta havaya düşer ve havadaki bütün kışı, soğuğu yere indirir. Böylece havalar yavaş yavaş ısınmaya başlar. Yüzümü bulutlara kaldırıp Dua eder gibi mırıldanıyorum Kuşlarla, otlarla yıkanıyorum Rüzgârla, ilkbaharla… (Ataol Behramoğlu) 27 Şubat’ta suya düşen ikinci cemre suları ısıtmaya başlar, böylece ısınmaya başlayan sular da buzların çözülmesini sağlar. Bu sabah mutluluğa aç pencereni Bir güzel arın dünkü kederinden Bahar geldi, bahar geldi güneşin doğduğu yerden… (Ataol Behramoğlu) Martın altısında ise üçüncü cemre toprağa düşerek toprağı ısıtır ve ısınan toprağın altında kıpırdanmaya başlayan ilk kır çiçekleri gün yüzüne çıkıp rengarenk açar. İki sevgilinin gülüşüne benzer Bir nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır… (Cahit Sıtkı) Birçok coğrafyadaki mitlerin beslendiği en eski kaynaklardan olan Türk kültürü ve mitolojisindeki “İmre” isimli cinle ilgisi olan cemre tabiri, yüzyıllar öncesinden beri Anadolu topraklarında kullanılmaktadır. Anne, bahar geliyor uyansana Çık altın eşikte bekle beni, En güzel tılsımları buldum sana Koklayabilmek için nefesini… (Ceyhun Atıf Kansu) İlkbaharın gelmesiyle birlikte dünyada göründüğü farz edilen bu mitolojik karakterin,iklim değişikliklerine ve doğanın ısınmasına neden olduğu ve parıltılı bir ışık olarak görüldüğüne inanılırmış. Tüyden hafif olurum böyle sabahlar Karşı damda bir güneş parçası İçimde kuş cıvıltıları şarkılar; Bağıra çağıra düşerim yollara… (Orhan Veli) Türk mitolojisinin en eski söylencelerinden biri olan İmre’nin dünya üzerinde bir anda bir ışık ya da “ateş topu” olarak görülmesinden dolayı Arapça kor ateş manasına gelen cemre sözcüğü kullanılmış. O günü görmek için sade bekleyeceğiz Göreceğiz bir sabah yeşil tomurcukları. Hazırlanıyor gibi gökyüzü ufuk deniz Bir sabah dökülecek baharların baharı… (Z. Osman Saba) İlkbaharın gelmesiyle yaşanan hava değişimini anlatmak için cemre tabiri genellikle “düşmek” fiiliyle birlikte kullanılır, ama gerçekte toprağa, havaya ya da suya düşen herhangi bir şey yoktur. Bu sadece bir inanıştan doğan mecazi bir kavramdır ve dünyanın kuruluşundan beri süregelen mevsimsel bir doğa olayının halk kültüründeki anlatımıdır. Ben her bahar aşık olmam ama Her bahar gitmek isterim. Gittiğim olmadı hiç, Ama olsun… İstemek de güzel… (Can Yücel) Halk arasında cemrenin düşme sırasına göre önce havanın, sonra su ve toprağın ısındığına inanılır, ancak bu durum coğrafi bilgilerle çelişir. Çünkü güneş ışınları ilk önce toprağı daha sonra havayı ısıtır. Sular ise en geç ısınan ve soğuyandır. Yapma bunu bana bahar, Böyle üstüme gelme… Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı… Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime… Kalbimin buzları erimiş… (Can Dündar) Kısacası cemre düşmesinin meteroloji ile pek bir ilgisi bulunmamaktadır. Zaten küresel ısınmadan kaynaklı atmosfer olayları mevsimlerin değişmesine neden olmuştur. Ve böyle bir değişimin olması geleneksel cemre olayını etkilese de cemre düşmesi yüzyıllardır halk tarafından benimsenmiş ve tecrübelere dayandırılmış bir olaydır.

  • Hadi Geri Gel Yüreğim

    Hadi geri gel yüreğim. İçimdeki çocuk, uyan! Aziz bir su parçası ol, Ada ada, dal dal, Yayılsın en enginine gönlün. Göz kırparsa kötülük, çelik bir duvar kesil, Öyle mavi kal. Ayakların al kanatlı midilli, Yaşın kırk bilmem kaç olacak değil ya, Bir insan parmaklarıyla El ayak sayılır ömrün, Varsay ki, o çağdasın. Cahiller cesur olurmuş bilmezsin. Marangozun hatası ya da babanın Gözyaşları üstünden kazandığı paradır cesaretin Demezsin. Hadi geri gel yüreğim, İçimdeki çocuk, uyan! Uzun kirpiklerini akıtarak, -Yüzün nasıl olur bilir misin o an?- Kaşların altından öyle ıslak ıslak, Bin yıl öper yüreğinde yüzünü insan, Öyle bak. Hadi geri gel yüreğim. Dört yan kör, kral çıplak. Bir sen görürsün, bir bilen sen. Yeter mi yüreğin? Yettir, uyan içimdeki çocuk, Uyan, öyle bak! *

  • DENEMELER

    MONTAIGNE * Aycan AYTORE * "ZIR DELİ İNSANLAR İÇİN" DENEMELER/ MONTAİGNE Yazım 1571-1580, Basım 1580 Tanışan herkesin, William Shakespeare'den José Saramago'ya kadar ciddi olarak etkilendiği MONTAİGNE'nin 10 yılda yazdığı 107 denemeden oluşmuş bu efsane kitabın özgün Fransızca adı Les Essais dir ve Türkçe'deki anlamıyla örtüşür. "Denemeler", daha çok eğitim ve felsefe konularına değinen ve Ortaçağ doğmatizmini yıkan bir aydınlanma kitabıdır. Hümanist kültürün en önemli kaynaklarından biri olan bu yapıt, yazılmasının üzerinden 450 yıl geçmesine rağmen aydınların başucu kitabı olmayı sürdürmüştür. Sokrates'ten sonra insan üzerine eğilen en önemli düşünür kabul edilen Montaigne, bu kitabıyla Avrupa insanına özgür düşünmeyi öğretmiştir. 1603'te ilk kez İngilizceye tercüme edilen eser Türkçe'ye de ilk kez 1940'lı yıllarda Sabahattin Eyüboğlu tarafından kazandırılmıştı. Önce 1940 yılında Tercüme dergisinde tefrika edilen eser, 1947 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları tarafından kitap haline getirildi. 1950'li ve 1960'lı yıllarda aynı yayınevi eserin yeni baskılarını yaptı. İlerleyen yıllarda başta Cem Yayınevi olmak üzere birçok yayınevi tarafından defalarca basıldı. Cem Yayınevi de ilk baskılarında Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisini kullandı. Eseri ilk kez Türkçe'ye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu da her baskıda farklı bir seçki yapmıştı. Böylece 1982'deki baskıda, 1947'deki ilk baskıya oranla iki misli fazla deneme yer almış, ama bu baskı da eksiksiz değil bir seçki olmuştu. Bu seçkide özgün sıra izlenmez. Eyüboğlu, oluşturduğu her bir konu başlığının altında, "Denemeler" in özgün versiyonundaki her üç kitaptan da kronolojik sıra gözetmeksizin o konu ile ilgisi olan pasajları alarak serpiştirmiş. Cem Yayınevi 2006'da yaptığı 'eksiksiz' niteliğindeki baskıda ise cilt sayısını 4'e çıkartmıştı (1564 sayfa), bu kez Hüsen Portakal'ın çevirisini kullanmıştır. * Kitaptan Alıntılar: Montaigne'in "Denemeleri"nden alınmış bazı aforizmalar şunlardır: "Acı masuma da yalan söyletir". "Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgarın faydası yoktur". "Zafer zafer değildir, yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe". "Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir". "Halkı bir tek insan, insanı halk gibi gör". "Yaşıyor ama bilmiyor yaşadığını". "Saadet bile haddini aşarsa azap olur". "Cimriliği yaratan yoksulluk değil zenginliktir daha çok". "Kusur korkusuyla suç işliyoruz". "Her şey kırılmaz zinciriyle bağlı kaderin". "Niçin başka güneş başka toprak ararsın, yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?" "En az bildiğim şeyler tanrılaşmaya en elverişli olanlarıdır". "Bütün umudum kendimde". "İnsan ! Eskiler dostluğun sudan ve ateşten daha zorunlu ve daha tatlı olduğunu söylerler,ne doğru!" * DENEMELER'de MONTAİGNE kendini anlatmaktadır. Ne var ki anlattığı kendinde insanlığın tüm hallerini bulursunuz. Klasik kuşkuculuğu yeniden gündeme getirmiş, bilgiyi keşfetmenin yeni yollarını bulmayı denemiştir. Montaigne, Denemeler'inde başta insan sevgisi olmak üzere iyimserlik, dayanışma, özgürlük ve okuma alışkanlığı üzerine özgün yazılar yazdı. Eleştirel inceleme fikrini yeniden insanlara tanıttı. Bu yazıları herkesin anlayabileceği sade bir anlatımla okura ulaştırdı. İnsanı ve doğayı özgürce tanımak çabası diye tanımlanan yeni düşüncenin ilk aşaması sayılan Montaigne, kendini anlatır gibi göründüğü yazılarında insan düşüncesini yeni bir yola sokmuş, köhne inanışları, doğaya ve akla aykırı alışkanlıkları, safsataları baltalamış, dünya sevgisine, olumlu düşünüşe, gerçekçi edebiyata yol açmış sayılır. Montaigne'nin ötekilerden temel farkı okuruna düşünmeyi öğretir. Gerçekten de Denemeler’in asıl gördüğü iş, bize bir tek insanı, bir düşünüşü, bir bilgi yolunu tanıtmaktan çok, hepimizin günlük yaşamına kadar inerek, bizi yaşarken düşünmeye, düşünürken yaşamaya, kendi kendimizin düşüncesini aşmaya yönlendirmesidir. Montaigne; düşünce üretimiyle doğru diye bellenmiş katı kuralların değişebilirlik oranlarını buldu, aklın kuşkusu yoluyla gerçeklere yaklaşma yönetimini edindi, öncelikle kendini gözleyip tanıma ilkesiyle insancıl durumlarda bazı genellemelere gidilebileceğini öğrendi, gözlem gerçeklerini çözümleme yöntemiyle nice psikoloji durumunun aydınlatılabileceğini gördü, her bağnazlığa karşı “örnek insan” hoş görüşüyle düşünce ve felsefe yazısının en çağdaş örneği olan deneme türünü var etti. *** KISACA MONTAİGNE Tam adı: Lord Michel Eyquem de Montaigne Doğumu 28 Şubat 1533 Dordogne, Fransa Ölümü 13 Eylül 1592 (59 yaşında)Dordogne, Fransa Çağı Rönesans felsefesi Bölgesi Batı felsefesi Okulu Rönesans hümanizmi Önemli fikirleri: Denemeler Etkilendikleri: Heraklitos, Sextus Emprikus, Seneca, Plutarkhos, Cato, Cicero, Lucretius Etkiledikleri: William Shakespeare, René Descartes, Friedrich Nietzsche, Jean-François Lyotard, Ralph Waldo Emerson, Blaise Pascal, Gore Vidal, Jean-Jacques Rousseau, Eric Hoffer, Michel Onfray, José Saramago, Aycan Aytöre,Şenol Yazıcı HAKKINDA SÖYLENENLERDEN: - Montaigne ölüyor. Kitabını tabutunun üstüne koyuyorlar; cenazesinde yakını olarak din bilgini Charron ve manevi kızı Mademoissele de Gournay var. Bayle ve Naude onlara katılıyor. Sonra Montaigne'ne az çok bağlananlar, bir an için ondan zevk almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı, şüphe ettirmek sayesinde düşündürdüğü kimseler akraba ve komşu olarak Madem de Savigne,La Fontaine; onun yaptığını yapmaya özenip,onu taklit etmeyi şeref bilenler:La Bruyere, Montasqiue, J.J. Rousseau; ortada tek başına Voltaire; daha az önemli kimseler, karmakarışık... Saint Evramount, daha arkada çağdaşlarımız ve hepimiz. Ne büyük bir cenaze alayı. Bir insan Ben'i için bundan daha fazlası umulabilir mi? Peki ama, ne yapıyorlar bu cenaze alayında? Merasim icabı hüngür hüngür ağlayan Mademoiselle de Gourney'den başka herkes konuşuyor. Merhumdan onun sevimli taraflarından hayata bu kadar karışan felsefesinden bahsediyorlar. Herkes kendi kendinden bahsediyor. Onunla herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir yankısı gibi....Korkarım bu alayda dua eden tek adam Pascal'dır. ( SAİNTE-BEUVE ) -Yazarların çoğunda,yazan adamı görüyorum, Montaigne'de ise düşünen adamı ( MONTESQUİEU ) -Montaigne, o tanrı gibi bir adam, 16.yy'lın karanlıkları içinde tek başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış ve dehası ancak zamanımızda gerçek ve felsefi düşünce hurafelerin, gericiliğin yerini alınca anlaşıldı.( GRİMM )

  • Küçük Kara Balık

    Denizin derinliklerinde yaşlı balık on iki bin çocuğu ve torununu başına toplamış onlara masal anlatıyordu: Bir zamanlar annesiyle ırmakta yaşayan küçük bir karabalık vardı. Bu ırmak dağdaki bir kayadan doğuyor ve vadinin tabanında akıyordu. Küçük balık ile annesinin evi siyah bir taşın arkasıydı; yosunlar da evin çatısını oluşturuyordu. Geceleri yosunların altında uyuyorlardı. Bir defacık olsun evlerinden ay ışığını görmek küçük balığın özlemiydi. Anne ile yavrusu sabahtan akşama dek birbirinin peşine düşer, bazen öbür balıklara karışır, hızlı hızlı küçücük bir mekanda dolaşır dururlardı. Annesinin bıraktığı on bin yumurtadan kala kala bir bu yavru balık kalmıştı. Küçük balık birkaç gündür düşünceliydi ve çok az konuşuyordu. Tembel tembel, isteksizce o yana bu yana gidiyor, çoğu zaman annesinin peşine takılıyordu. Annesi, yavrusunda bir keyifsizlik olduğunu, yakında iyileşeceğini sanıyordu ama Kara Balığın derdi öyle böyle dert değildi. Küçük Balık bir sabah erkenden, daha güneş doğmadan annesini uyandırdı: - Anneciğim, seninle biraz konuşmak istiyorum. Annesi uykulu uykulu: - Yavrucuğum, bula bula bu vakti mi buldun? Daha sonra konuşsak olmaz mı? İstersen gezintiye çıkalım ha, ne dersin? - Hayır anneciğim, artık dolaşamıyorum. Buradan gitmeliyim. - Mutlaka gitmen mi gerekiyor? - Evet anneciğim, gitmeliyim. - Ama, sabahın köründe nereye gideceksin? - Irmağın nereye kadar gittiğini görmek istiyorum. Biliyor musun anneciğim, aylardır bu ırmağın sonu neresi diye düşünüp duruyorum. Ama hâlâ işin içinden çıkamadım. Dün geceden beri gözüme uyku girmedi. Nihayet, gidip ırmağın sonunu bulmaya karar verdim. Başka yerlerde neler olup bittiğini bilmek istiyorum. Annesi gülerek: - Ben de çocukken çok düşünürdüm böyle şeyleri. Yavrucuğum, ırmağın başı, sonu olmaz ki. İşte hepsi bu kadar. Irmak hep akar durur ve hiçbir yere de varmaz. - Ama anneciğim, her şeyin bir sonu olmaz mı? Gece sona erer, gündüz sona erer, ay öyle, yıl öyle... Annesi sözünü kesti: - Böyle büyük lafları bırak bir yana; kalk, dolaşmaya çıkalım. Şimdi laf değil, gezinti zamanı! - Hayır anneciğim. Ben böyle gezmelerden bıktım artık. Yola düşüp gitmek, başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum. Bu lafları bana birinin öğrettiğini düşünüyorsun ama bilmeni isterim ki çoktandır düşünüyordum ben bunları. Elbette ondan bundan da çok şey öğrendim. Örneğin şunu anladım: Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü? Küçük Balığın sözleri bitince annesi: - Yavrucuğum, çıldırdın mı sen? Dünya... Dünya da ne demek oluyor? Dünya burası işte; yaşam ise işte yaşıyoruz, varız... Bu sırada evlerine büyük bir balık yaklaştı: - Komşu, ne diye çocuğunla tartışıyorsun? Bugün dolaşmaya çıkmayacak mısınız yoksa? Anne balık komşunun sesiyle evden çıktı: - Ne günlere geldik bak! Artık çocuklar annelerine akıl öğretiyorlar! Komşu: - Ne oldu ki? Anne balık: - Bak şu bücüre, nerelere gitmek istiyor! Dünyada neler olup bitiyor, gidip göreceğim diye tutturdu da tutturdu. Boyundan büyük laflar işte! Komşu: - Küçüğüm, sen ne zaman bilgin, filozof oldun da bizim haberimiz olmadı? Küçük Balık: - Hanımefendi, kime bilgin, filozof diyorsunuz bilmem ama, bu dolaşmalardan sıkıldım artık. Bu yorucu gezmeleri sürdürmek istemiyorum. Göz açıp kapayana kadar sizler gibi yaşlanmış olacağım ve eskisi gibi gözü, kulağı kapalı kalacağım. İstemiyorum, anlıyor musunuz? Komşu: - Vay vay vay!... Ne biçim laf bunlar! Annesi: - Biricik çocuğumun böyle olacağını hiç düşünmezdim. Hangi soysuz, güzel yavrumun aklına girdi, bilmem! Küçük Balık: - Hiç kimse aklıma filan girmedi. Benim aklım, fikrim var; anlıyorum; gözüm var, görüyorum. Komşu Küçük Balığın annesine: - Kardeş, hani dedikoducu salyangoz vardı.... Annesi: - İyi dedin valla; çocuğumla pek uğraşıyordu. Allah'ın belası! Küçük Balık: - Yeter anne! Benim arkadaşımdı o. Annesi: - Balıkla salyangozun arkadaşlığı; pöh, hiç duymamıştım! Küçük Balık: - Balık ile salyangozun düşman olduklarını duymamıştım; ama günahına girdiniz onun. Komşu: - Martaval bunlar. Küçük Balık: - Siz martaval okuyorsunuz. Annesi: - Ölümü hak etmişti o. Şurada burada otururken ne laflar ettiğini unuttun galiba. Küçük Balık: - Öyleyse beni de öldürün. Ben de aynı lafları ediyorum çünkü. Başınızı ağrıtmayım. Tartışma sesine diğer balıklar da geldi. Küçük balığın sözleri herkesi sinirlendirmişti. Yaşlı balıklardan biri: - Sana acıyacağımızı mı sandın? Öbürü: - Ufaklık kaşınıyor iyice. Kara Balığın annesi: - Çekilin kenara! İlişmeyin çocuğuma! Bir başkası: - Hanım, hanım, madem çocuğunu gerektiği gibi terbiye etmiyorsun, cezasını da çekeceksin. Komşu: - Sizinle komşu olmaktan utanıyorum. Bir başkası: - İşi daha ileri götürmeden, gönderelim şunu yaşlı salyangozun yanına. Balıklar Küçük Kara Balığı yakalamaya geldiklerinde dostları etrafını çevirip tehlikeden kurtardılar. Kara Balığın annesi hem dövünüp hem ağlıyor "Vah vah vah! Yavrum elden gidiyor! Ne yapayım? Ne edeyim? Başımı hangi taşlara çalayım?" diyordu. Küçük Balık: - Anneciğim, benim için ağlama. Şu aciz, ihtiyar balıkların haline ağla. Balıklardan biri uzaktan bağırdı: - Bızdık, ağzını bozma! İkincisi: - Gittikten sonra pişman olursan, bir daha aramıza almayız seni. Üçüncüsü: - Bunlar gençlik hevesidir; gitme. Dördüncüsü: - Buranın suyu mu çıktı? Beşincisi: - Başka dünya münya yok. Dünya burası işte; geri dön. Altıncısı: - Aklını başına toplar da dönersen, o zaman senin akıllı bir balık olduğuna inanırız. Yedincisi: - Ama sana alışmıştık biz... Annesi: - Acı bana; gitme! Gitme! Artık Küçük Balığın onlara diyecek sözü kalmamıştı. Kendisiyle yaşıt olan arkadaşlarından birkaçı onu çağlayana kadar uğurlayıp geri döndü. Küçük Balık onlardan ayrılırken: - Dostlarım, görüşmek üzere! Unutmayın beni. Arkadaşları: - Nasıl unuturuz seni? Bizi sen uyandırdın; önceden hiç düşünmediğimiz şeyleri öğrettin bize. Görüşmek üzere bilgili ve yürekli dostumuz. Küçük Balık çağlayandan atlayıp bir su birikintisine düştü. İlkin telaşlanır gibi oldu ama sonra yüzüp su birikintisinde dolaşmaya başladı. O zamana kadar böylesi büyük bir su birikintisi görmemişti. Yumurtadan çıkmış binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıyordu. Küçük balığı görünce başladılar alay etmeye: - Aaaa, şunun kılığına bakın! Sen ne biçim yaratıksın böyle? Balık tepeden aşağı süzdü onları: - Lütfen terbiyenizi bozmayın. Benim adım "Küçük Kara Balık". Siz de adınızı söyleyin; tanışalım. Bir kurbağa yavrusu: - Biz birbirimize Yavru Kurbağa deriz. Öbürü: - Soylu sopluyuz. Diğeri: - Dünyada bizden güzeli yoktur. Bir başkası: - Senin gibi kılıksız ve rüküş değiliz. Balık: - Sizin bu denli kendini beğenmiş olduğunuzu tahmin etmezdim. Yine de affediyorum sizi. Çünkü cahilliğinizden böyle konuşuyorsunuz. Yavru kurbağalar bir ağızdan: - Biz cahil miyiz yani? Balık: - Cahil olmasaydınız, dünyada birçoklarının kendilerine göre bir güzellikleri olduğunu bilirdiniz. Adınız bile size ait değil! Yavru kurbağalar çok kızdılar ama Küçük Balığın doğru söylediğini görünce manevra yaptılar: - Boşuna uğraşıyorsun sen. Biz her gün sabahtan akşama kadar dünyayı dolaşırız; ama kendimizden, annemizden, babamızdan başka kimse görmeyiz. kurtçukları hesaba katmıyoruz tabii. Balık: - Şu su birikintisinden dışarı çıkamayan sizler nasıl dem vurursunuz dünyayı dolaşmaktan? Yavru kurbağalar: - Bunun dışında başka bir dünya daha mı var? Balık: - Var ya. Düşünün bakalım, bu su nerelerden geliyor buraya ve neler var suyun dışında? Yavru kurbağalar: - Suyun dışı da ne demek? Biz suyun dışını hiç görmedik. Ha ha ha! Sen aklını oynatmışsın! Küçük Kara Balık da gülmeye başladı. Yavru kurbağaları kendi hallerine bırakıp yoluna devam etmenin daha iyi olacağını düşündü. Sonra anneleriyle iki laf etmek geldi aklına: - Anneniz nerede şimdi? Ansızın bir kurbağanın tiz sesiyle irkildi: Su kenarında bir taşta oturan kurbağa suya atlayıp balığın yanına geldi: - İşte geldim, buyur. Balık: - Selam büyük hanım. Kurbağa: - Soysuz yaratık! Ne poz atıp duruyorsun? Bulmuşsun çocukları; sallıyor da sallıyorsun! Ben, dünyanın bu su birikintisi olduğunu anlayacak kadar çok yaşadım. Haydi, git işine; çocuklarımın da aklını karıştırma! Küçük Balık: - Yaşadığının yüz mislini yaşasan da yine aynı cahil ve aciz kurbağa olarak kalacaksın. Kurbağa sinirlenip Küçük Kara Balığın üstüne atıldı. Balık savrularak dibe vurdu ve dipteki çamurları, kurtçukları birbirine karıştırdı. Kıvrım kıvrım bir dereydi. Irmağın suyu da birkaç kat artmıştı ama dağlardan dereye bakılsa ırmak, beyaz bir iplik gibi görünürdü. Dağdan büyük bir kaya ayrılıp dereye yuvarlanmış, suyu ikiye ayırmıştı. El kadar iri bir kertenkele karnını taşa dayamış, sığ sularda yakaladığı kurbağayı kumların üstünde yiyen iri bir yengece bakıyordu. Küçük Balık ansızın yengeci görünce korktu; uzaktan selam verdi. Yengeç ters ters bakarak: - Ne terbiyeli balıksın sen! Yaklaş küçüğüm, yaklaş! Küçük Balık: - Dünyayı dolaşmaya gidiyorum ve sizin avınız olmayı hiç mi hiç düşünmüyorum. Yengeç: - Neden bu kadar kötümser ve korkaksın Küçük Balık? Balık: - Ben ne kötümserim, ne korkak. Gözümün gördüğünü, aklımın söylediğini dile getiririm. Yengeç: - Pekala, de bakalım, gözün ne gördü, aklın ne söyledi de seni avlamak istediğimi düşündün? Balık: - Lafı dolaştırıp durma. Yengeç: - Kurbağayı mı söylemek istiyorsun? Sen de çok safmışsın canım! Kurbağalarla aram iyi değil; bu yüzden avlıyorum onları. Akılları sıra dünyadaki tek varlığın kendileri olduğunu ve mutlu olduklarını sanıyorlar. Ben de onlara gerçekten dünyanın kimin elinde olduğunu anlatmak istiyorum. Artık korkmana gerek yok canım, yaklaş, yaklaş! Yengeç sözlerini bitirdikten sonra Küçük Balığa doğru yampiri yampiri yürümeye başladı. Yürümesi o denli gülünçtü ki balığın gülmesi tuttu elinde olmadan. - Zavallı! Daha sen yürümeyi öğrenmemişsin, dünyanın kimin elinde olduğunu nereden bileceksin? Balık yengeçten ayrıldı. Derken suya bir gölge düştü ve kuvvetli bir darbe yengeci kumlara gömdü. Kertenkele yengecin haline gülerken durduğu yerden kaydı ve az daha suya düşecekti. Yengeç bir daha çıkamadı. Küçük Balık bir çocuk çobanın su kenarında durmuş ona ve yengece baktığını gördü. Suya koyun ve keçi sürüsü yaklaşıyordu. Ağızlarını suya daldırıp meleşiyorlardı. Sesleri vadide yankılanıyordu. Küçük Kara Balık keçilerle koyunlar sularını içip gidene kadar bekledi. Sonra kertenkeleye seslendi: - Kertenkeleciğim, Ben Küçük Kara Balığım. Nehrin sonunu bulmaya gidiyorum. Senin akıllı ve bilgili bir varlık olduğunu düşünüyorum. Bir şey sorabilir miyim? Kertenkele: - İstediğini sor. Balık: -Pelikanlar, testere balıkları ve balıkçıllar yolda çok korkuttular beni. Onlar hakkında bir şeyler biliyorsan, anlat bana. Kertenkele: - Testere balığı ile balıkçıl buralarda bulunmaz. Testere balığı aslında denizde yaşar. Pelikana gelince buralarda olabilir. Sakın aldanıp da torbasına girerim deme! Balık: -Ne torbası? Kertenkele: - Pelikanın boynunun altında çok su alan bir torbası var. Suda yüzerken bazen balıklar bilmeden torbasına girer ve dosdoğru midesine giderler. Tabii pelikan aç değilse, balıkları bu torbada sonra yemek için depolar. Balık: - Balık bir kere torbaya girerse, bir daha çıkamaz mı? Kertenkele: - Torbayı parçalamaktan başka çare yok. Ben sana bir hançer vereyim. Pelikana yakalanırsan, dediğimi yaparsın. Kertenkele bir taşın aralığına girdi ve çok küçük bir hançerle geri döndü. Balık hançeri alarak: - Kertenkeleciğim, çok şefkatlisin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Kertenkele: - Bir şey değil canım. Bende bu hançerlerden çok var. Boş kaldığım zamanlar oturup bitki dikenlerinden hançer yapar, senin gibi akıllı balıklara veririm. Balık: - Benden önce de buradan geçen balık oldu mu? Kertenkele: - Çok geçtiler. Onlar şimdi bir grup oluşturdular ve balıkçı adamı basbayağı bunalttılar. Kara Balık: - Afedersin; laf lafı açıyor işte. Lütfen gevezeliğime verme. Balıkçıyı nasıl bunalttıklarını anlatır mısın? Kertenkele: - Her zaman bir arada değiller. Balıkçı ağ attığı zaman, ağın içine girip denizin dibine kadar çekerler ağı. Kertenkele kulağını taşın aralığına koydu ve kulak kabartarak: - Ben gideyim artık. Çocuklarım uyanmış. Kertenkele taşın aralığına girdi. Balık tekrar düştü yola. Soruların biri geliyor, biri geçiyordu aklından. “Irmak denize dökülüyor mu acaba? Pelikan benimle uğraşmasa bari! Testere balığı hemcinslerini de öldürüp yer mi acaba? Balıkçılın bizimle ne düşmanlığı olabilir ki?” Küçük Balık hem yüzüyor hem düşünüyordu. Her karış yolda yeni bir şey görüyor, yeni bir şey öğreniyordu. Taklalar atarak çağlayanlardan düşmek ve yüzmeye devam etmekten hoşlanıyordu artık. Güneşin sıcaklığını sırtında hissettikçe kuvvet alıyordu. Bir yerde ceylanın biri acele acele su içiyordu. Küçük Balık selam verdi: - Güzel ceylan, neden acele ediyorsun? Ceylan: - Avcı peşime düştü; üstelik vurdu beni, bak işte. Küçük balık kurşunun isabet ettiği yeri göremedi ama ceylanın aksayarak koşmasından doğru söylediğini anladı. Bir başka yerde kaplumbağalar güneşin sıcağı altında kestiriyorlar, öbür tarafta keklik kahkahaları vadide yankılanıyordu. Dağ bitkilerinin kokusu havada dalga dalga yayılıp suya karışıyordu. Öğleden sonra vadinin genişleyip suyun ormanın ortasından geçtiği bir yere geldi. Su o kadar çoğalmıştı ki Kara Balık iyiden iyiye keyiflendi. Sonra birçok balığa rastladı. Annesinden ayrıldığından beri balık görmemişti. Birkaç küçük balık başına toplandı. "Yabancısın galiba?"”dediler. Kara Balık: - Evet, yabancıyım. Uzaklardan geliyorum. Küçük balıklar: - Nereye gidiyorsun? Kara Balık: - Irmağın sonunu bulmaya gidiyorum. Küçük balıklar: - Hangi ırmağın? Kara Balık: - İçinde yüzdüğümüz ırmağın. Küçük balıklar: - Biz buna nehir deriz. Kara Balık bir şey demedi. Küçük balıklardan biri: - Pelikanın yolumuzu tuttuğunu biliyor musun? Kara Balık: - Evet, biliyorum. Bir başkası: - Pelikanın ne kadar büyük torbası olduğunu da biliyor musun peki? Kara Balık: - Bunu da biliyorum. Küçük balık: - Yine de gitmek istiyorsun, öyle mi? Kara Balık: - Evet, ne olursa olsun, gideceğim. Kısa zamanda balıklar arasında yayıldı haber. “Küçük bir kara balık uzaklardan gelmiş. Irmağın sonunu bulmaya gidiyormuş. Üstelik pelikandan hiç mi hiç korkmuyormuş!” Birkaç küçük balık Kara Balık’la birlikte gitmeyi düşündülerse de büyük balıklardan korktukları için çıtları çıkmadı. Birkaçı da “Pelikan olmasa, seninle gelirdik. Ama pelikanın torbasından korkuyoruz” dediler. Irmak kenarında bir köy vardı. Köylü kadınlarla kızlar ırmakta çamaşır ve bulaşık yıkıyorlardı. Küçük Balık bir süre onların konuşmalarını dinledi, biraz da çocukların yüzmelerini seyredip yola koyuldu. Akşam oluncaya kadar gitmeye devam etti. Sonra bir taşın altına girip uyudu. Gece yarısı uyandı. Baktı, ay ışığı suya vurmuş ve her tarafı aydınlatmıştı. Küçük Kara Balık ayı çok severdi. Ay ışığının vurduğu geceler Balık yosunların arasından süzülüp ayla birkaç kelime konuşmak isterdi ama her defasında annesi uyanıp onu tekrar yosunlara çeker ve uyuturdu. Küçük Balık ay ışığına çıkıp: - Selam güzel ay! Ay: - Selam Küçük Kara Balık. Sen neredeydin, şimdi burası neresi? Balık: - Dünya seyahatine çıktım. Ay: - Dünya çok büyük. Her tarafı dolaşamazsın. Balık: - Olsun; gidebildiğim kadar gideceğim. Ay: - Sabaha kadar yanında kalmak isterdim ama büyük bir kara bulut bu yana geliyor; ışığımı kapatacak. Balık: - Güzel ay; ben senin ışığını çok seviyorum. Işığının hep beni aydınlatmasını isterdim. Ay: - Balıkçığım, doğrusunu istersen, ışığım yok benim. Güneş bana ışık verir, ben de onu yeryüzüne gönderirim. Hiç duymadın mı insanlar birkaç yıla kadar uçup üstüme konacaklar? Balık: - Bu imkansız bir şey. Ay: - Güç bir iş, ama insanlar neyi yapmak isterse... Ay sözünü bitiremedi. Kara bir bulut gelip ayı kapadı ve gece tekrar kapkaranlık oldu. Küçük Balık yapayalnız kalmıştı. Şaşkınlık içinde birkaç dakika karanlığa baktı. Sonra taşın altına girip uyudu. Sabah erkenden uyandı. Başucunda fısıldaşan birkaç küçük balık gördü. Kara Balığın uyandığını görünce bir ağızdan: - Günaydın! Kara Balık hemen tanıdı onları: - Günaydın! Sonunda peşime düştünüz demek ki. Küçük balıklardan biri: - Evet; ama hâlâ korkumuz geçmedi. Bir başkası: - Pelikanı düşünmekten rahatımız, huzurumuz kaçtı. Kara balık: - Siz çok düşünüyorsunuz. Hep düşünmek, hep düşünmek gerekmez. Yola çıkınca korkunuz mutlaka geçer. Ama tam hareket edecekleri sırada çevrelerindeki su kabardı, üstlerine bir kapak geldi ve her taraf karardı. Kaçış yolu kalmamıştı. Kara Balık pelikanın gagasına düştüklerini anladı hemen. Küçük Kara Balık: -Arkadaşlar, pelikanın gagasına düştük ama kaçış yolu da tümüyle kapalı sayılmaz. Küçük balıklar ağlamaya başladılar. İçlerinden biri: - Artık kaçacak yolumuz kalmadı. Senin yüzünden bunlar! Yanımıza gelip ayarttın bizi! Bir başkası: - Şimdi hepimizi yutacak. İşimiz bitik! Birden suda korkunç bir kahkaha duyuldu. Pelikanın gülüşüydü bunlar: - Ne kadar çok küçük balık yakaladım! Ha ha ha ha...Gerçekten acıyorum size! Yutmaya kıyamıyorum! Ha ha ha... Küçük balıklar yalvarıp yakarmaya başladılar: - Pelikan beyefendi hazretleri! Ne zamandır sizin hakkınızda övgü dolu sözler duyardık. Lutfedip mübarek gaganızı biraz açın da dışarı çıkalım, bundan böyle hep duacınız olalım. Pelikan: - Hemen şimdi sizi yutmak istemiyorum. Depolanmış balığım var. Bakın aşağılara... Torbanın dibinde irili ufaklı birkaç balık vardı. Küçük balıklar: - Pelikan beyefendi hazretleri! Biz bir şey yapmadık; suçsuzuz. Şu Küçük Kara Balık ayarttı bizi... Küçük Balık: - Korkaklar! Bu hilekar kuşu bağış madeni mi sandınız ki böyle yalvarıyorsunuz? Küçük balıklar: - Senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Göreceksin şimdi; Pelikan beyefendi hazretleri bizi affedip seni yutacak! Pelikan: - Evet, affederim sizi ama bir şartla. Küçük balıklar: - Şu geveze balığı boğarsanız, özgürlüğünüzü kazanırsınız. Küçük Kara Balık kenara çekildi. Küçük balıklara: - Kabul etmeyin! Bu hilekar kuş bizi birbirimize düşürmek istiyor. Bir planım var... Küçük balıklar sadece kendi kurtuluşlarını düşündükleri için Küçük Kara Balığın üstüne çullandılar. Küçük Balık torbanın gerisine doğru çekildi ve yavaşça: - Korkaklar! Öyle de olsa, böyle de olsa, yakalandınız bir kere. Kaçacak yeriniz de yok. Üstelik gücünüz bana yetmez. Küçük Balıklar: - Seni boğacağız. Biz özgürlüğümüzü istiyoruz. Kara Balık: - Aklınızı kaybetmişsiniz siz. Beni boğsanız bile kaçış yolu bulamayacaksınız. Kanmayın ona! Küçük balıklar: - Canını kurtarmak için söylüyorsun bunları. Yoksa bizi düşündüğünden değil. Kara Balık: - Öyleyse dinleyin beni; size bir yol göstereyim. Cansız balıklar arasında ölmüş gibi yapacağım. Haydi görelim bakalım, pelikan sizi serbest bırakacak mı bırakmayacak mı? Dediğimi kabul etmezseniz şu hançerle hepinizi öldürürüm ya da torbayı parçalayıp kaçarım ve siz... Balıklardan biri sözünü kesti: - Yeter artık! Bu sözlere dayanamıyorum... Hüngür... hüngür.. hüngür. Kara Balık onun ağladığını görünce: - Şu hanım çocuğunu niye aldınız yanınıza? Sonra hançeri çıkarıp küçük balıkların gözüne tuttu. Balıklar ister istemez onun önerisini kabul etti. Yalancıktan kavga ettiler. Kara Balık da ölmüş gibi yaptı. Küçük balıklar yukarı çıkarak: - Pelikan beyefendi hazretleri! Geveze Kara Balığı boğduk... Pelikan güldü: - İyi ettiniz. Ödül olarak sizi diri diri yutacağım. Böylece midemde gezinmiş olursunuz. Küçük balıklar kıpırdayacak fırsat bulamadılar ve yıldırım hızıyla pelikanın boğazından geçtiler. İşleri bitmiş oldu. Kara Balık o sırada hançerini çekti. Bir darbede pelikanın torbasını yarıp kaçtı. Pelikan acıdan çığlık atmaya, başını suya vurmaya başladı ama Küçük Balığı takip edemedi. Kara Balık öğle olana kadar gitti. Artık dağ ve vadi bitmişti ve ırmak dümdüz bir kırdan geçiyordu. Sağdan soldan birkaç küçük çay da ırmağa katılmış ve su bir o kadar çoğalmıştı. Kara Balık suyun çokluğundan zevk alıyordu. Birden kendine geldi ve suyun dibinin olmadığını gördü. O yana gitti, bu yana gitti, hiçbir kenara ulaşamadı. Küçük Balık suda kaybolmuştu! Yüzdü de yüzdü, yine bir yere varamadı. Ansızın uzun ve büyük bir hayvanın yıldırım hızıyla kendisine saldırmakta olduğunu farketti. Karşısında ağzının önünde iki kenarlı bir testere vardı. Küçük Balık testere balığının onu paramparça edeceğini düşünerek toparlandı, oradan sıvışıp su yüzüne çıktı. Bir süre sonra deniz dibini görmek için dalışa geçti. Yolda bir balık sürüsüne rastladı. Binlerce binlerce balık! Sordu birine: - Arkadaş, ben yabancıyım. Uzaklardan geliyorum. Burası neresi? Balık arkadaşlarına seslendi: - Bakın, bir tane daha... Sonra Kara Balığa: - Arkadaş, hoş geldin denize. Balıklardan bir başkası: - Bütün ırmaklar ve nehirler buraya dökülür. Tabii bazıları da bataklığa gider. Öbürü: - İstediğin zaman bizim grubumuza girebilirsin. Denize ulaştığı için Küçük Kara Balık sevinçliydi. - İyisi mi şöyle bir dolaşayım. Sonra gelir sizin grubunuza katılırım. Balıkçının ağını kaçırırken ben de sizinle olmak isterim. Balıklardan biri: - Yakında dileğine kavuşursun. Şimdi gidip dolaş ama su yüzüne çıkarsan balıkçıla dikkat et. Bu günlerde kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Günde dört beş balık avlamadan yakamızı bırakmıyor. Kara Balık deniz balıklarının sürüsünden ayrılıp tek başına yüzmeye başladı. Bir süre sonra su yüzüne çıktı. Güneş ışığı sıcacıktı. Küçük Kara Balık güneşin yakıcı sıcağını sırtında hissediyor, bundan zevk alıyordu. Usul usul ve keyifle deniz yüzeyinde yüzerken “ Her an ölümle yüz yüze kalabilirim. Ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmem gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği....” diye düşünüyordu. Küçük Kara Balık daha fazla düşünce ve hayal dünyasında kalamadı. Balıkçıl geldi, onu yakalayıp götürdü. Küçük Balık balıkçılın uzun gagasında çırpınıyor ama kurtaramıyordu kendini. Balıkçıl onu belinden öyle sıkı kavramıştı ki çok canı yanıyordu. Küçük bir balık suyun dışında ne kadar yaşayabilirdi ki! Balık düşünüyordu kendi kendine. Keşke balıkçıl onu hemen yutsaydı! En azından onun midesindeki su ve rutubet birkaç dakika daha ölmesini engelleyebilirdi. Bunları düşünerek balıkçıla: - Niçin beni diri diri yutmuyorsun? Ben öldükten sonra vücudu zehirle dolan balıklardanım. Balıkçıl bir şey demedi. şöyle düşündü içinden: - Uyanık seni! Neler çeviriyorsun aklın sıra? Beni konuşturup ağzımdan kurtulmayı mı düşünüyorsun acaba? Uzaktan kara görünmüş, gittikçe yaklaşıyordu. Kara Balık “Karaya varırsak, işim bitti demektir” diye düşündü kendi kendine. - Biliyorum, beni çocuklarına götürüyorsun. Ama karaya varana kadar ben ölmüş olurum ve bedenim zehirli bir torbaya dönüşür. Çocuklarına acımıyor musun hiç? Bu kez balıkçıl düşünmeye başladı: “İhtiyatlı olmakta yarar var. Seni ben yeyip çocuklarıma başka balık avlayım... Ama işin içinde bir numara olmasın sakın! Hayır, hayır, hiçbir şey yapamazsın sen.” Balıkçıl bunları düşünürken Kara Balığın bedeninin gevşeyip hareketsiz kaldığını gördü. Yine düşünceye daldı: “ Öldü mü yani? Şimdi ben de yiyemem artık onu. Böylesi yumuşak ve ince bir balığı yasaklıyorum kendime.” “Hey ufaklık! Henüz yarı canlısın. Şimdi seni yiyebilir miyim acaba?” diyecek oldu ama lafını bitiremedi. Gagasını açar açmaz Kara Balık fırlayıp aşağıya düştü. Balıkçıl fena oyuna geldiğini anladı ve Küçük Kara Balığın peşine düştü. Balık yıldırım hızıyla suya doğru ilerliyordu. Suya kavuşma arzusuyla kendinden geçmiş, kuruyan ağzını denizin nemli rüzgarına çevirmişti. Ama suya dalıp da soluklanana kadar balıkçıl yıldırım hızıyla yetişti ve bu kez balığı öyle süratle avlayıp yuttu ki zavallı balık başına nasıl bir bela geldiğini bir süre anlayamadı. Tek hissettiği her tarafın nemli ve karanlık oluşuydu. Hiçbir yol yoktu ve ağlama sesleri geliyordu. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş ağlayan ve sürekli annesini isteyen küçücük bir balık gördü. Kara Balık yaklaştı: -Küçüğüm, kalk da bir çare düşünmeye bak. Ağlayıp anneni istemen neye yarar? Minik balık: -Sen de... kimsin? ... Görmüyor musun?.... Ölü... yorum. Hüngür... hüngür. Anneciğim artık seninle gelip balıkçının ağını dibe çekemeyeceğim... hüngür... hüngür! Küçük Kara Balık: -Yeter artık, kes! Rezil ettin bütün balıkları! Minik balık ağlamayı kesince Küçük Kara Balık: - Balıkçılı öldürüp balıkları kurtarmak, huzura kavuşturmak istiyorum. Ama önce seni dışarı göndermeliyim; yoksa bir çuval inciri berbat edersin. Minik balık: - Sen kendin ölüyorsun, nasıl öldüreceksin balıkçılı? Küçük Kara Balık hançerini gösterdi: - İçerden karnını parçalayacağım. Şimdi beni dinle. Balıkçılın gıdıklanması için ben oraya buraya koşuşturmaya, dönüp dolanmaya başlayacağım. Ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca sen fırla dışarı. Minik balık: - Peki sen ne yapacaksın? Küçük Kara Balık: - Beni düşünme sen. Bu soysuzu öldürmeden dışarı çıkmayacağım. Küçük Kara Balık bunu söyledikten sonra dönüp dolanmaya, o yana bu yana koşuşturmaya ve balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Minik balık balıkçılın midesinin ağzında hazır bekliyordu. Balıkçıl ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca minik balık dışarı fırladı ve az sonra da denize düştü. Ne kadar beklediyse de Kara Balık’tan haber yoktu. O sırada balıkçıl kıvranmaya, çığlık atmaya başladı. Sonra çırpınıp süzüldü süzüldü ve şlapp diye suya düştü. Suda da çırpınışını sürdürdü. Yine haber yoktu Küçük Kara Balık’tan... *** Yaşlı balık masalını bitirdi ve on iki bin yavrusuna ve torununa: -Artık yatma vakti çocuklar. Gidip yatın bakalım. Çocuklar ve torunlar: -Büyükanne, minik balığa ne olduğunu söylemedin. Yaşlı balık: -O da yarın akşama kaldı. şimdi yatma vakti. İyi geceler. On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık “İyi geceler” dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep... *** Samed Behrengi Eğitimci, yazar. 24 Haziran 1939; Tebriz , İran Şahlığı ; ö. 31 Ağustos 1967, Aras Nehri 1939 yılında Azerbaycan Tebriz’de doğmuştur. Aslen İranlı olan yazar çocuk hikayeleri ve masal derleyicisidir. Özellikle ülkemizde dünyanın en iyi çocuk edebiyatı yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. Öğretmen okulunda okuduktan sonra birçok köy okulunda öğretmenlik yapmıştır. Öğretmenlik yaptığı yıllarda İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü gece derslerini aldı. Azerbaycanlı köylü çocuklara rehberlik hizmetleri sundu ve onlar için masallar yazdı. Azerbaycan halk edebiyatını inceledi. Dilden dile dolaşan öyküleri derleyerek Azeri Türkçesi ve Farsça olarak yeniden kaleme aldı. Azerbaycan’ın halk folkloru üzerinde ilgi ile durdu. İran’ın eğitim sistemini tespit etti ve çözüm yolları üretti. İran, Fars ve Azerbaycan kültürü üzerinde incelemeler yaptı. Masalları derledi bunun yanında çocuk öyküleri yazdı. Çocuk öyküleri olarak görülen bu eserler bazı kesimlerce öğüt dolu, adaleti ve eşitliği sorgulayan eserlerdi. Zamanın Şah yönetimine karşıydı. Bunun için hikâye ve masallar yazarak başkaldırdı. İdealist bir öğretmen olan Samed Bahrengi eleştirilerin odağında kaldı. Eserleri onlarca dile çevrilmiştir. Dönemin ünlü dergi ve gazetelerinde çıkan yazılarında birçok takma isim kullandı. Adine isimli haftalık bir gazete çıkardı ve dönemin baskıcı işleyişi yüzünden varlığını sürdüremedi. Samed Bahrengi 1968 yılında daha 29 yaşında iken Aras nehrinde yüzerken bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Rejimi çok eleştirdiği için bir suikaste uğradığı iddia edildi.

  • “Küçük Prens”ten…

    / Antoine de Saint-Exupéry* * (…) İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.“Günaydın” dedi tilki.“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi. -Buradayım! Elma ağacının altında. -Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun. -Ben bir tilkiyim. -Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki, dedi küçük prens. -Seninle oynayamam, dedi tilki, “ben evcil bir hayvan değilim.” -Buna çok üzüldüm, dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: “Evcil ne demek?” diye sordu. -Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun, dedi tilki, “kimi arıyorsun?” -İnsanları arıyorum, dedi küçük prens, “peki ama ‘evcil’ ne demek?” -İnsanlar, dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?” -Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?” -Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir. -Bağ kurmak mı? -Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.” -Anlamaya başlıyorum, dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.” -Olabilir. Dünyada her şey mümkündür, dedi tilki. -Ama bu çiçek dünyada değil. Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?” -Evet... -Peki orada avcılar da var mı? -Hayır, yok. -Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar? -Hayır. Tavuklar da yok. "Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı: “Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni. Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.” Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi. “Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi. "Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.” “Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!” “Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens. “Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.” Ertesi gün küçük prens yine geldi. “Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.” -Gelenek nedir? “Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.” Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.” -Doğru, haklısın, dedi tilki. -Ama ağlayacağını söyledin! -Evet, öyle. -O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı. -Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim. Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.” Güller bu duyduklarına çok bozuldular. “Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm (ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.” Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü. -Elveda, dedi. -Elveda, dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.” “Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu. -Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir, dedi küçük prens. -İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun. -Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti… Antoine de Saint-Exupéry

  • Küçük Prens

    İster filmini izle , ister kitabını oku F İLMİ İZLE ( Küçük Prens - The Little Prince 2015 animasyon izle (fullhdfilmizlesene.com) ) KİTABINI OKU K üçük Prens , Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943'te yayımlanan masal. Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biridir. Eserde bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır. Sahra Çölü 'ne düşen pilotun Küçük Prens'le karşılaşması ile başlayan kitap yirmi yedi bölümden oluşur. Özellikle Küçük Prens'in yurdundan ayrılıp altı ayrı gezegene yaptığı gezileri anlatan bölümlerde bazı tipik yetişkin yaşam biçimlerinin eleştirisi yapılır. Kralın gezegeni otorite tutkusunu, sanatçının gezegeni, kendini beğenmişliği ve sanatçının toplumla yitirmiş olduğu iletişimsizliği, sarhoşun gezegeni, umutsuzluk ve buna dayanan unutma isteğini, işadamının yaşadığı gezegen, amaçsız sahip olma tutkusunu, fenercinin gezegeni anlamsız ve sorgulamaksızın yerine getirilen görev duygusunu, coğrafyacının yaşadığı gezegen ise bilimi kimin için yaptığını unutan bilim adamını ve bilim anlayışını sembolize eder. Yazar, New York 'ta bir otel odasında kaleme aldığı hikâyenin çizimlerini de yapmıştır. Exupéry hem çizimleri hem de hikâyeleri bir çocuk kitabı gibi kurgulamış olsa da, bu kitap onun moderniteye ve II. Dünya Savaşı 'nın etkilerinin sürmekte olduğu topluma eleştirisini ifade ettiği bir kitap olarak da değerlendirilir. Yazarın ilhamını kendi başından geçen olaylardan aldığı düşünülür. Bir pilot olan Exupéry, 1935 yılında bir hız rekorunu denerken, Sahra Çölü’nün ortasına düşmüştü. Karısı Consuelo’nun Küçük Prens gibi bitmek bilmeyen arzuları ve korunma arzusu olduğu SÖYLENİR . Yazar, Küçük Prens’in gezegeni gibi volkanlarla dolu El Salvador’da yaşamıştı. Hikâye ilk defa 6 Nisan 1943’te hem Fransızca hem İngilizce olarak yayımlandı. Günümüzde 210 ayrı dil ve lehçeye çevrildi. Türkçede 15 farklı dilde çevirisi bulunur. Yazar eseri, dostu Leon Werth’in çocukluğuna adamıştır. Küçük Prens opera, tiyatro ve şarkılara ilham vermiş, 12 kez sinemaya uyarlanmıştır. Küçük Prens ve Exupéry'nin resmi Fransa 'da, 50 franklık banknotların üzerine basılmıştır. Banknotların üzerine gözle görülemeyecek küçüklükte yazılmış alıntılar işlenmişti. TÜRKÇE'DE 2015 Ocak ayı itibarı ile telifinin serbest kalması ile birlikte 204 yayınevi tarafından basılmıştır. 2003 yılında Ayın "45 Eugenia" gök taşına "Küçük Prens" ismi verilmiştir. * EKLEYEN; Şenol YAZICI * FİLMİ İZLE KİTABINI OKU Küçük Prens - The Little Prince 2015 animasyon izle (fullhdfilmizlesene.com) *

  • Babasından Deniz Gezmiş'e Mektup

    Nurten B. AKSOY * Mektuplar; kimi zaman iki sevdalının birbirine yazdığı, kimi zaman bir anne ya da babanın evladına, kimi zaman da bir evladın anne-babasına yazdığı mektuplar… Belki tarihin tozlu sayfalarında kaybolan, belki bir kutuda sararıp solan ama tarihe ışık saçan mektuplar… İşte o mektupların belki de en hüzünlüsü… Yüreğindeki sevgiyi acıyla harmanlayan eğitimci bir babanın, çok genç yaşta vatanı ve idealleri uğruna darağacında can veren bir fidanın babasının, yani Cemil Gezmiş’in tam 48 yıl önce oğlu Deniz Gezmiş’e yazdığı mektup… İbretle ve dikkatle okunması gereken bir mektup… 1970 yılının Eylül’ünde Bursa Cezaevinden tahliye olan Deniz Gezmiş üniversiteyle ilişiği kesildiğinden askere çağrılır. Ama o, kafasındaki gerilla planlarını gerçekleştirmek için askere gitmez ve asker kaçağı diye aranmaya başlar. Bir müddet ODTÜ kampüsünde saklanan Deniz mücadeleye devam etmek için arkadaşları Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte bir bankayı soymaya, daha doğrusu kendi deyişleriyle “bankanın parasına el koymaya” karar verir. Bunun için de “yabancı sermaye ile işbirliği yapan” bir bankayı seçerler. Deniz ve arkadaşları 11 Ocak 1971'de Ankara-Emek’te bir banka şubesini basıp kasadaki 124 bin liraya “el koyarlar”. Onlar bu parayı halk için kullanacaklardır, ancak olay gazetelere adi soygun olayı gibi yansır. Kısa bir süre sonra da soygunu yapanların kimliği ortaya çıkar. Zaten onlar da baskın sırasında yüzlerini saklamamışlardır. Bunun üzerine polise, “Vur emri” verilir. Denizlerin gerçek niyeti bilinmediğinden ve banka soygunu “sıradan bir soygun” sayıldığından, herkes şaşkına döner. En çok da Gezmiş ailesi… Nasıl olur da Deniz gibi bir politik eylemci, banka soyar? Banka soygunu bahanesiyle oğlunun vurulacağından korkan Baba Cemil Gezmiş, zamanın başbakanı Süleyman Demirel’e bir telgraf çekerek vur emrinin önüne geçilmesini, yargısız infaz yapılmamasını, Deniz’in “kim vurduya gitmemesini” ister. Ama bütün bu çabaları karşılıksız kalınca o acıyla oğlu Deniz’e bu mektubu yazar… “Oğlum Deniz, 12 Ocak’tan beri Türkiye radyolarında ve basında banka soygunu ile ilgili haberleri büyük bir üzüntü içinde takip ediyorum. Kendi kendime bu suçun faili olup olamayacağını düşünüyorum ve bunun için çok önceleri yeniden yaşamış gibi canlandırıyorum hayalimde. Karlı bir şubat sabahı Ayaş’ta dünyaya gözlerini açtığın zaman ilk işin ağlamak olmuştu. Şimdi anlıyorum, karşında canlı yaratık olarak ilk defa bizi görmüştün; insanları… Ve içinden, ‘Ben bütün ömrümü bu nankör yaratıklar arasında mı geçireceğim’ diye düşündün, onun için ağladın… İnsanlar; yani bütün istikbalini onların daha mutlu olmaları uğrunda feda ettiğin insanlar… Canavarların en korkuncu olan bizler… Tanrı’nın bahşettiği zekâ ve yetenekleri zehirli birer hançer gibi hemcinslerinin azap çekmesinde kullanan uygar canavarlar... Neden böyle yaptın oğlum? Günlük kazancı ile geçinen bir aile topluluğu içinde, tuzuna haram karışmamış bir çorba bulurdun. Giyecek bir elbisen, yatacak bir yatağın vardı. Hem zaten sen hiç kendini düşünmeyen bir çocuktun. Kardeşlerine alınan bir giysi için kıskanmaz sevinirdin. Diğergâm bir yaradılışın vardı; paraya hiç kıymet vermezdin. Hatta bir gün yapmayı tasarladığım bir iş konusunu sofrada konuşurken beni kınamış ve şöyle demiştin: ‘Baba, hayatta paraya değer vermeyen insan olarak seni bilirdim.’ Benimle anlaşamıyordun. Benim görüşlerimi beğenmiyor, yarınki Türkiye’nin size ait olacağını söylüyordun. Beni tutuculukla itham ediyordun. İçten içe sana hak vermekle beraber, artık iki ayrı dünyanın insanları olduğumuzu kabul ediyor ve susuyordum. Bundan sonraki olaylar belli… Sen kaderin çizdiği yolda hızlı adımlarla ilerliyordun. Benim hayat tecrübem, senin bu hızını kesmeye yetmedi. 18 yaşını bitirmiş, kanun nazarında reşit olmuştun, ama benim gözümde henüz ilk gençlik çağının en hassas ve tehlikeli bir döneminde idin. Benim şefkatim, çevrenin hoyrat davranışı ile meydana gelen tahribatı onarmaya yetmiyordu. Halbuki sen eğitime muhtaçtın. Artık olaylar seni kötü niyetlilerin pençesine atmıştı. Çıkmana imkan yoktu. Çıkarlarına sekte vurduğun çevreler senin bütün çıkış yollarını tıkamışlardı. Sana Ermeni demişler. Sen de ‘it ürür kervan yürür’ demiş geçmiştin. Bana sorsaydın. Anne tarafından deden Balkan Savaşı’na askeri lise öğrencisi olarak katılmış, Kurtuluş Savaşında yaralanmış ve İstiklal madalyası almış şerefli bir subaydır. Baba tarafından deden şimdi seni Ermenilikle itham eden zibidilerin var olması için Sarıkamış Muharebesinde Moskof ordularına karşı savaşırken esir düşmüş ve üç yıl Sibirya ormanlarında işkence çekmiştir. Sen bilir misin, Gezmiş oğulları Birinci Dünya Savaşında on altı şehit vermiş bir ailedir. Babanın üç dayısı Erzurum’un geri alınmasında Ermeniler tarafından şehit edilmişti. İşte sen bu biçim Ermeni’sin. Senin için bütün bu olayları kolay diploma almak için yapıyor diyorlar. Evde bulunan öğrenci karnene baktım şimdiye kadar girdiğin bütün derslerden iyi, pekiyi almışsın. Zaten saçı uzun gençlerin devam ettiği yerlere uğramaz, gece yarılarına kadar odana kapanır, çalışırdın. Sana dışardan çok miktarda para alıyor dediler, bazı gazete sahipleri zarflar içinde binlikleri sana gönderdi dediler. Bu ne tezat oğlum, bu kadar bol parası olan banka soyar mı? Bütün bunları yazarken içimin kan ağladığını tahmin edersin. Bu duyguyu sen değil, yalnız baba olanlar bilir. Sağlıklı, yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı idin. Sen gelecekten, biz de senden neler beklerdik. Nasıl oldu da seni bu hale getirdik? Suça itmek için elimizden gelen her şeyi yaptık. Başta üniversitenin büyük hocaları, ana, baba, bizler, toplumun her kesimi, politikacılar ve tüm yönetim sorumluları… Anlamadık seni; anlamak işimize gelmedi, çıkarlarımıza aykırı düştü! Her çıkış yapışında kendi hesabımıza bir yararlanma yolu aradık senden… Hâlâ öyle değil miyiz? Bak bizim felaketimizin üstünde kâşâneler kuranların ağızları kulaklarında… Her öğrenci kurşunlanmasında, ‘Darısı diğerlerinin başına’ diye demeç veren, çok muhterem usule uygun banka soyguncusu bile şimdi ne parlak demeçler hazırlar bilinmez. Senin için ‘Cezaevine girdi çıktı’ dediler. Bildiğim kadarıyla polis koydu, yargıç çıkardı, ama sen de durmadın. Polis seni döverken elini kaldırır, başını korursan elbette emniyet mensubuna mukavemet eder ve girersin içeri. Hatta bir defasında emniyet mensuplarından birinin başına kiremit parçası atmış, yaralamıştın. ‘Yarasında hayati tehlike vardır’ kaydıyla bir ay rapor almış, iki gün sonra da emniyet müdürlüğüne tayin edilmiş, göreve başlamıştı. Sen gençlik teşkilatında otururken, Yıldız’da asansör boşluğunda bulunan av tüfeği sana mal edilmiş ve bunun için 9 ay içeride kalmıştın. Belki de öyledir, sen onlardan iyi mi bileceksin? Hem ne diye sen ifade verirken arkadaşların dışarıdan, ‘Surlardaki toplar da Deniz’indir’ demişlerdi? Ben ondan şüpheliyim! İşte böyle oğlum… Üç yıldan beri yaşantımızı zehreden, toplumu tedirgin eden bu olaylar zinciri başladığı yerde çözülür ve bugünkü elem verici sonuca varmazdı. Bunun için biraz anlayış, sağduyu ve ihtiraslardan arınmış, gençlik psikolojisinin genel kurallarına uygun bir politika yeterli idi. Böyle olmadı. Şimdi sen ve senin kader çizginde giden on binlerce genç bu metotla birer toplum ve düzen kırgını olup çıktınız. Ben bir evlat kaybettim, fakat toplum kendi geleceği üzerinde bir kumar partisini kaybetmektedir. Korkunç bir ihmaldir bu… Bir gün ‘Suçlu ayağa kalk’ derlerse, senden başka hepimiz ayaktayız! Suç ve ceza teorilerinde kürsü sahipleri, suç ve ceza konusunda uygulama yapanlar, tüm eğitimciler, yöneticiler, politikacılar… Suça itmek, suçlu yakalamak, suç tasni etmek ve ceza vermek kolaydır. Güç olan suçu işletmemek, suça yönelten nedenleri ortadan kaldırmak ve suça yönelmişleri anlamaktır. Gayretlerinizi, güçlerinizi ilim ve irfanınızı bu noktada birleştirin. Cezanın, hele maddi cezanın islâh niteliğini çağdaş eğitimci kabul etmemiştir. Mektubumun sonundaki teklifimi iyi dinle: İçişleri Bakanlığı, Türkiye radyoları ile seni suçlu ilan etti. Ben evdeki yığın hukuk kitaplarına baktım, orada ‘kendisine suç isnat edilen kişi yargıç kararı ile suçu sabit oluncaya kadar sanık sıfatını haizdir’ diyor, ama ben hukukçu olmadığım için belki de bildiri doğrudur, bilemem. Eğer sen bu suçun faili isen bulunduğun yerde adaletin hükmünü beklemeden kendini cezalandır. Eğer suçsuz isen çık, adalete teslim ol. Korkma, memlekette yargıçlar da var.” Baban Cemil Gezmiş 18 Ocak 1971 Baskınların arttığı, gözaltıların çoğaldığı ve çemberin daraldığı o günlerde Deniz Gezmiş, kamuoyuna eylemlerinin nedenini anlatmak için babasının açık mektubuna cevaben, onun yaptığı gibi açık bir mektup yazar ve arkadaşları Hüseyin İnan’la yayınlanması isteğiyle Cumhuriyet gazetesine yollar. Cumhuriyet Gazetesi de bu mektubu 29 Ocak 1971 tarihinde yayınlar… “Baba, Sana her zaman müteşekkirim, çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Baba biz Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşında olduğu gibi, ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları. Düşün baba, bugünkü hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar ve tarih önünde hüküm giymiş durumdalar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız. Ya vatan ya ölüm!” Deniz Gezmiş Kaynak: “Abim Deniz” kitabı

  • Salman Rüşdî ve Şeytan Ayetleri

    Nurten B. AKSOY * Yazıldığı yıllarda özellikle İslam Dünyasında menfi olmak üzere tüm dünyada büyük ilgi gören Şeytan Ayetleri (İngilizce: The Satanic Verses) Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rüşdi'nin romanıdır. İlk baskısı 26 Eylül 1988'de Birleşik Krallık'ta yapılan roman birçok İslam ülkesinde yasaklanmış, kitabın yazarı hakkında İran'da Humeyni tarafından ölüm fetvası verilirken Fransa devleti tarafından onur ödülü ve İngiliz Kraliçesi tarafından şövalyelik nişanı verilmiş. Salman Rüşdi, yazımı beş yıl süren Şeytan Ayetleri kitabını yayımladıktan sonra, dünya Müslümanları tarafından bütün Doğu ve Batı ülkelerinde mürtet ya da kafir (Müslümanlığı bırakıp başka bir dine geçmiş olan) ilan edilip, “İslam’a karşıt bakış açısı olan” bir yazar olarak ünlü oldu. Kitabını okumayan toplumlar bile (Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye, Mısır, İtalya…) ona karşı önyargılı protestolara kalkışıp, çoğu ülkede mala ve cana kasteden çeşitli olaylara yol açtılar. Bunun ardından 1989 yılında İran Devleti tarafından gıyaben ölüme mahküm edilen Rüşdi’nin kafasına 1 milyon dolar ödül konuldu. Selman Rüşdi bu olaydan sonra 6 ay içinde tam olarak 56 kez yer değiştirerek 2002’ye kadar gizli yaşam sürdürdü. SALMAN RÜŞDİ Uɾduca ve İngilizce konuşan Müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947’de (bağımsızlıktan iki ay önce) Hindistan’ın Bombay şehrinde doğdu. 1961’de lise eğitimi için İngiltere’ye gönderilen Rüşdi’nin’nin ailesi, 1964’te diğer Müslümanlar ile zorunlu olarak Pakistan’a göç etti ve Karaçi’ye yerleşti. Cambridge’de tarih eğitimi gören Rüşdi fantastik bilim kurgu denemesi olan ilk romanı “Grimus” (1975) ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, “Gece Yarısı Çocukları” ile dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan’da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan’da aynı akıbete uğrayan “Utanç” izledi. Nikaragua anılarını aktardığı “The Jaguar Smile”ın ardından yazdığı The Satanic Verses yani Şeytan Ayetleri ile 1988 Whitbread ödülünü kazandı. Humeyni, 15 Şubat 1989 tarihinde Salman Rushdie’yi “Şeytan Ayetleri” romanından ötürü kafirlikle suçlayan bir fetva verip, kitabın yazarının ve yayımlanmasına yardımcı olan herkesin öldürülmesi gerektiğini söyler. Ölüm fetvasının üzerine, kitabı Japoncaya çeviren Hitoşi İgaraşi ofisinde bıçaklanarak öldürülür. İtalyancaya çeviren Ettore Capriolo Milan’daki evinde bıçaklanır, ancak hayatta kalmayı başarır. Kitabın Norveç’teki yayıncısı ise Oslo’daki evinin önünde sırtından vurularak öldürülür. Kitabı Türkçeye çeviren ve bir kısmının Aydınlık gazetesinde tefrika halinde yayımlanmasını sağlayan Aziz Nesin ise ölüm tehditleri almış, kitap Türkçede hiç yayımlanmamasına rağmen Aziz Nesin’in yakılmaktan son anda kurtulduğu 1993’teki Madımak katliamının nedenlerinden birinin de “Şeytan Ayetleri” olduğu söylenir. Şeytan Ayetleri “Hz. Peygamber Mekke’de Necm suresini okurken, Lat’ı, Uzza’yı ve Menat’ı gördünüz mü?” diyen yere gelince şeytan, Peygamberi etkisi altına alarak; “işte bunlar, yüce turnalardır, şefaatleri de elbette ki umulur” sözünü söyletir. Bunun üzerine Paganlar: “Muhammed daha önce değil, bugün Tanrıçalarımızı iyi sözlerle andı!” derler. Yine bunun üzerine peygamber secde eder ve onlar da secde ederler. İşte bu nedenle de Allah şu ayeti indirir: “(Ey Muhammed!) senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, Şeytan onun okudukları arasına, bir şeyler katıp bırakmasın. Allah, Şeytan’ın bıraktığını bozar, kendi ayetlerini güçlendirir. Allah bilendir, hikmetlidir.” (Hacc suresi, ayet:52- Kaynak: Süyuti, İbn Hacer) Yani; Kuran’daki Hacc Suresi’nin 52. ayetinde, her peygamberin okuduğu şeye, şeytanın bir şeyler kattığı ama Allah’ın, Şeytanın kattığını hükümsüz bıraktığı ve kendi ayetlerini geçerli kıldığı, anlatılır. Görüldüğü gibi anlatım, Şeytan Ayetleri diye bilinen ayetlerin, Kuran’a sokulup sonra çıkarıldığı, sokanın Şeytan, çıkaranın da Cebrail aracılığı ile Allah olduğu yolundaki ifadelere uygundur. İşte Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabının çıkış noktası, İslam dünyasının anımsamak istemediği bu olaylar zincirinden oluşmuştur. ROMANIN KONUSU Şeytan Ayetleri romanı, kahramanlarının başlarından geçen gizemli küçük olaylarla, gördüklerini anlattıkları küçük öykülerden oluşur. Ana öykülerden bir tanesi günümüzdeki Birleşik Krallık'taki Hint göçmenleri ele alır. Kitabın iki kahraman olan Gibreel Farishta ve Saladin Chamcha Müslüman olan Hintli iki aktördür. Farishta Bollywood film sektöründe Hindu tanrılarını canlandırmakta ünlüdür. Chamch ise Hint kimliğini geride bırakmaya çalışarak Britanya'da seslendirme yapmaktadır. Romanın başında iki aktör de Hindistan'dan Britanya'ya giden ve hava korsanları tarafından kaçırılan bir yolcu uçağındadır. Uçağın havada infilak etmesine rağmen iki aktör mucizevi bir şekilde kurtulur. Büyülü bir değişim geçiren iki kahramandan Farishta, Cebrâîl isimli meleğe, Chamcha ise Şeytan dönüşür. Chamcha’nın, Britanya’da yasa dışı bir göçmen olduğunu düşünen polis onu tutuklar ve Chamch uygunsuz muameleye maruz kalır. Romanın iki kahramanı da eski hayatlarının parçalarını bir araya getirmeye uğraşır. Farishta kayıp sevgilisi İngiliz dağcı Allie Cone ile bir araya gelmeye çalışır ama geçirdiği değişim buna engel olur. İnsan formunu koruyan Chamcha ise kendisine yardım etmeyen Farishta'dan intikam almak ister. Bu yüzden arkadaşının Allie ile olan ilişkisini baltalar. Farishta bunu anlamasına rağmen Chamcha'yı affeder ve hatta onun hayatını kurtarır. Romanın sonunda iki kahraman da Hindistan'a döner, Farishta bir kıskançlık krizi sırasında önce Allie'yi sonra da kendisini öldürür. Farishta tarafından affedilen Chamcha uzun süredir konuşmadığı babasıyla barışır ve Hint kimliğiyle barışarak Hindistan'da kalmaya karar verir. ROMANA EDEBİ BAKIŞ Rüşdi’nin eserini yazarken James Joyce, Italo Calvino, Franz Kafka ve Gabriel Garcia Marquez gibi çok sayıda yazardan etkilendiği düşünülmektedir. Eser genelde edebiyat eleştirmenlerinden olumlu eleştiriler almıştır. Ünlü eleştirmen Harold Boom eseri Rüşdi'nin en büyük estetik başarısı olarak niteler. Timothy Brennan ise romanı Britanya'daki göçmenlerin maruz kaldıkları yabancılaşmanın ve ruh hallerinin çok iyi anlatıldığı bir eser olarak değerlendirir. Romanın tepki görmesinden sonra değerlendirmelerde bulunan akademisyenlerden M. D. Fletcher olayların aslında çok ironik olduğunu, Rüşdi'nin romanla sorunlarına tercüman olmaya çalıştığı kesimler tarafından kıyasıya eleştirildiğini yazar. Kaynak-1: https://dunyalilar.org/salman-rushdie-ve-lanetli-kitabi-seytan-ayetleri.html/ Kaynak-2: tr.wikipedia.org

  • Küçük Dev Adam

    maviSİNEMA * Kalbi Büyük Adamlara Derlerdi; "Küçük Dev Adam" 100 yaşına gelmiş Jack Crabb bir tarih araştırmacısına kendi hikayesini anlatmaya başlar. Crabb 10 yaşında kızılderililerin arasına düşmüştür. Burada Amerikan yerlileri gibi yetişmiştir. Yerli bir kadınla evlenir, ama karısı Amerikalı General George Armstrong Custer tarafından öldürülür. Generalin birlikleri Crabb'in köyüne saldırınca köyü savunmak ona düşer. Crabb beyaz ırka karşı savaşmaktayken, aslında nereye ait olduğunu sorgulamaya başlar. Bu konuda Old Lodge Skins'in sözlerini dinleyecektir. imdb:7,6 Film yaş sınırı: 13 Vizyon tarihi : Kasim 1972 (Turkey) Ayrıca film böyle tanınır: Little Big Man, Pequeño gran hombre, Pequeno Grande Homem, O Pequeno Grande Homem, Малък голям човек, En god dag at dø, Pieni suuri mies, Les extravagantes aventures dun visage pâle, To megalo anthropaki, Το μεγάλο ανθρωπάκι, Kis nagy ember, Piccolo grande uomo, Chîsana kyojin, 小さな巨人, Mały wielki człowiek, Micuţul mare om, Mali veliki čovek, Mali veliki moz, Маленький большой человек, Petit gran home, 小巨人, Küçük dev adam, Маленька велика людина Yapım : USA Süre : 2 saat 19 dakika Filmin ödülleri : 1 Oscar. 4 Ödül & 8 Adaylik. Film müzikleri: Bringing In the Sheaves, Shall We Gather at the River?, Amazing Grace, Garryowen Filmin toplam bütçesi : $15,000,000 Filmin toplam hasılatı : $31,559,552 Filmin çekim yapıldığı ülke : Alberta, Canada Senaryo: Thomas Berger Küçük Dev Adam 1970 ABD yapımı western komedi filmdir. Özgün adı Little Big Man olan film Kasım 1972'de Türkiye'de de sinemalarda gösterildi. Sinemalarda biraz kısaltılarak gösterilen film yıllar sonra TRT televizyonunda tam uzunluğuyla gösterilmiştir. Senaryosunu Calder Willingham 'in Thomas Berger 'in 1964'te yazdığı aynı adlı satirik romanından uyarlayıp yazdığı filmi Arthur Penn yönetmiş, başlıca rollerinde Dustin Hoffman , Faye Dunaway , (Şef) Chief Dan George , Martin Balsam , Richard Mulligan ve Jeff Corey oynamışlardır. Filmin geniş perde Technicolor görüntülerini Harry Stradling Jr. çekmiştir. Vahşi Batı efsanesine farklı ve komik bir gözle bakan bu filmde, 121 yaşındaki Jack Crabb (Dustin Hoffman)'in, bir tarihçinin kendisinden anılarını anlatmasını istemesi üzerine, beyaz bir çocuk olarak kızılderililer tarafından kaçırılmasından ve büyütülmesinden başlayarak, bir silahşor oluşunu ve ünlü silahşor Wild Bill Hickok 'la karşılaşmasını, defalarca kızılderililer tarafından yakalanışını, kızılderili bir kadınla evliliğini, sonra karısının General Custer tarafından öldürülmesini ve nihayet Custer için Little Bighorn savaşında izcilik yapmasının uzun, abartılı ve komik öyküsünü geriye dönüşlerle anlatır. Filmin tanıtım sloganı şuydu: "Küçük Dev Adam ya tarihin en gözden kaçmış kahramanıydı, ya da muazzam bir yalancıydı!" "Küçük Dev Adam" da Vahşi Batı, özellikle de büyük kızılderili kıyımları ve bir kereliğine de olsa kızılderililerin galip geldiği Little Bighorn savaşı bilinenden farklı bir bakış açısıyla yansıtılır, keza tarihi kişilikler de farklı tanıtılır. Kızılderililer sevecen ve sempatik, Amerikan askerleri ise olumsuz gösterilmişlerdir. Bu açıdan düzen karşıtı bir revizyonist western sayılan bu filmin çekildiği tarihlerde Vietnam Savaşı tüm vahşetiyle sürüyordu ve My Lai katliamı 'nın Amerikan toplumu üzerindeki travması henüz tazeliğini korumaktaydı. Film çeşitli yarışma ve festivallerde beş ödül almış, yedi ayrı ödüle de aday gösterilmişti. Bu ödüllerin büyük çoğunluğu gerçek bir kızılderili olan (Şef) Chief Dan George'a verilmiştir. Chief Dan George bunlardan Altın Defne , "New York Film Eleştirmenleri Ödülü", "Amerikan Ulusal Film Eleştirmenleri Ödülü" nü kazanmış, "en iyi yardımcı erkek oyuncu" dalında Oscar 'a ve Altın Küre ödüllerine de aday gösterilmişti. Arthur Penn'e de Moskova Film Festivali 'nde FIPRESCI ödülü verilmiştir.

  • AYVALIK DEĞİRMENLERİ

    Şenol YAZICI * Şenol YAZICI * Karadeniz'de belki hala vardır; bir ırmak başında kurulan, suyu dizginleyip ona hakim olan, onun gücüyle çalışan değirmenler? Su var ya, en güzelleri de onlar gelir bana, ama olanaklara göre "yel" den tut, "el" e değin değişen türü vardır. M.Ö 600'lü yıllarda Araplar tarafından rüzgar gücüyle çalışan ilk değirmenler yapılmış. İsa'nın doğumuna yakında Adriyatik kıyılarında su gücüyle çalışanlar görülmüş. İnsanların temel ihtiyaçlarını yiyecek haline getiren önemli araçlardır değirmenler. Kullanımı coğrafyasına, nüfusuna, ihtiyaçlarına, olanaklarına ve üretimle orantılı belirlenir. Köylerin bir sosyalleşme aracıdır da değirmenler. Görmediklerinizi görür, olan bitenden haberdar da olursunuz, ununuz öğütülürken. Para da kullanılmaz bu hizmette; öğüttüğünüz zahireden birkaç bardak alınır. Coğrafyanın özelliklerine göre de teknik olarak biçimlenirler. Su, rüzgâr, hayvan gücü ve şimdi elektrikle işleyenleri vardır. Değirmenler, buğday, çeltik, mısır... gibi ürünleri un haline getirirken zeytin ve susam gibi ürünleri de yağ haline getirmekte kullanılır. Büyüleyici bir yanı vardır o atmosferin, suyun, taşların çıkardığı o ahenkli sesin... Baştan bozuk ama ritmik ses bir süre sonra huzurlu bir melodiye döner, mısırın buğdayın una dönerken çıkan kokusu içime dolar, uykum gelirdi. Değirmenler, çocukluğumun en hoş mekanlarından biri, hatta ruhumun zor zamanlarda kaçış yeriydi. Sonra bir değirmen daha düşlerimi süsledi. Anımsar mısınız bilmem, Alphonse Daudet 'in 100 Temel Eser arasında da yer alan Değirmenimden Mektuplar kitabını? Şehrin kalabalığından ve insanların ikiyüzlü, tutarsız dav­ranışlarından kaçıp kırlara ve bir değirmene sığınan yazarın, yaşadığı çevredeki gözlemlerini anlatır. Ama nasıl güzel anlatır: "Buraya gelişime en çok şaşıran tavşanlar oldu. Geldiğim gün, en aşağı yirmi tane tavşan vardı. Beni, görünce gittiler. Umarım yine gelirler. İkinci kattaki baykuş hoşuma gittiği için onunla yeni kira sözleşmesi yaptım. Değirmenimden çok memnunum. Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, faytonlardan, sisten çok uzakta, güzel kokulu, sıcak bir köşe! Etrafımda ne kadar güzel şeyler var. Buraya yerleşeli sekiz gün olmadı ama içim coşkuyla dolup taşıyor… " -Değirmenimden Mektuplar- " ÖYLE DERLER, insan dediğin zor zamanlarında en mutlu devrini, yani anakarnını özlermiş. Bir kaçış yeri yani... Sizlerin de var mıdır bilmem ama benim hasretim başka, değirmenleri özlerim zor da kaldığımda...Bir de karatrenleri... İlk kitabımı yazmış, yayınlatmış, gazetenin birinde de hafta da bir köşeyazıları yazıyorum. Hiç belli etmiyorum ama kitaba dair bir ses bekliyorum. Hiçbir tepki yok. Oysa o tepkisizlik iyi bir şeymiş... Neden sonra çalıştığım lisenin bir partiden milletvekili adayı olacağını duyduğumuz okul müdürü beni çağırdı, tebrik etti kitabım için. Bu adamın siyasi kimliği beni görse kirpi gibi diken kesilir, huylandım, ama elimde değil, nasıl sevindim, anlarsınız... Ardından da gazeteye yazdığım yazılardan söz açtı. " Çok güzel yazılar, ama o gazete bu yazılara layık değil, size böyle bir gazete lazım, " diyerek adayı olacak olduğu partisinin yeni çıkarmaya başladığı gazeteyi gösterdi. "Ben konuşurum yeter ki sen evet de..." Şimdi anladım, bu adamla ne zaman yanyana gelsem, " seni sokmam ..." diyen bir engerek yılanı gelir aklıma. Bir şey demedim... değil, diyemedim, çıktım. Yeterince beklediğine kanaat getirmiş olmalı ki bir hafta sonra okula gittiğimde elime bir sarı zarf tutuşturuldu, nöbete 1 dakika 13 saniye geç gelmişsiniz ... Ertesi hafta bir sarı zarf daha... Öğrencilere " Kim takar Yalova Kaymakamını...niçin? " demişim. Sürdü gitti öyle... Giderek psikolojimi bozan bir hal aldı, gergin, sinirli, kavgacı bir durum... Aylarca sürdü bu mobbing ve taciz uygulaması... Müdürün her hafta bana mektup yazdığını gören aklıevvel arkadaşlarım da, gözden düştüğümü sezmiş, tam zamanı diyerek sanki kitap çıkalı altı ay olmamış ya da yeni okumuşlar gibi ver yansın etmeye başladılar. Kitabıma, yazılarıma bana da... İnsan ahmaklığının sınırı mı var? Öyle ki, ancak büyük deprem bitirebildi. İşte o zamanlar Değirmenimden Mektuplar ve içinde yazılanlar aklıma gelirdi. Kendime bir ütopya yazmıştım. Bir gün o param olursa bir değirmen satın alacaktım dağın başından, bir ırmağın kıyısından. Bu düzenine, dümenine akıl sır erdiremediğim insanlardan kaçacak, oraya sığınacaktım. Bu hayalle garip bir biçimde huzur bulurdum. Teknoloji değirmenleri de elektrikli yaptı, unu evimize hazır getiriyor. Şimdi sığınacak değirmen de kalmadı. Ayvalık'ta çoğu geçen yüzyıllardan kalma çok değirmen var. Yalnız düzlüklerde, bir ırmak kıyısında değil, dağların tepesinde, keçi tırmanamaz en zor yamaçlarda yer alıyorlar. Çünkü Ayvalık'ta suyu kontrol edilecek ırmak çok az, ama tanrının hikmeti bolca rüzgarı var işte. İnsan da onu kullanıyor, yel değirmenleri geçen yüzyıllarda Ayvalık'ın çok işine yaramış. İstanbul'un silueti camiler ve köprüdür. Ayvalık siluetinin vazgeçilmezlerinden olan değirmenlerden bir zamanlar 8'i ' İlkkurşun Tepesi 'nde ve yanındaki, eskiden İlias kilisesinin, şimdi Askeri Rehabilitasyon Merkezinin bulunduğu tepede olmak üzere böyle 33 adet değirmen varmış. Birkaçı hariç çoğunun kalıntıları bile yok. 2021'in Haziran'ında, pandeminin aralanır gibi olduğu ilk fırsatta gelip onca yıllık hayalim "Ayvalık'taki evin" tapusunu almıştım. Halimi tahmin etmeniz zor değil, bir başarı hali var üstümde ama ne? Bu kesin de sadece ayırt edemiyorum; Roma'yı yıkan Fatih mi, aynı Roma'yı yakan Neron mu... hangisi? Bursa ve Yalova'dan iyi kira getiren iki daireyi satıp Ayvalık'tan bir daire almıştım, az mı? Cunda Uygulama Oteli'nde o geceyi gözümü kırpmadan geçirmiştim. Uykusuzluk, araç kullanırken hiç kaygım olmazdı , ama o gün herhalde Ayvalık'ta ev sahibi olan seçkinler, böyle aptallıklar yapmaz, bir gece daha kalırım, öyle yola çıkarım diye düşünüp Ayvalık'ı gezmeye çıkmıştım. Zaman ayırıp da gezemediğim Cunda tepelerindeki değirmenleri görmek istiyordum. Rahmi Koç'un onartıp çocuk kütüphanesi yaptırdığı küçük kilise ve eki değirmeni görünce bayıldım. Bahçesinde yer alan kafenin Cunda'yı ve Ayvalık'ı da gören görkemli bir manzarası vardı. Çayımı içerken Alphonse Dode'nin "Değirmenimden Mektupları" ve devletin memuru olduğum o günlerde başıma gelenlerden sonra yeşerttiğim "büyük hasretim" aklıma geldi. Sanki bir küçük daire değil de, mülkün asıl sahibi geldi... hali oldu bende; burayı almışım, restore de etmişim, artık dünyanın en güzel kitaplarını yazabilirim, ateşli kalemimle bütün zalimlere de sağ sol ayırmadan haddini bildirebilirim... sanrısı sardı beni. Bilirsiniz bu duyguyu, anlatılacak bir şey değildir, ne kadar gençseniz o kadar güçlü ve sık olur. Durdukça büyür; büyüdükçe alevlenir; alevlendikçe sizi saran sevincin abartılı olduğunu düşünür, çok sevindim, başıma bir şey mi gelecek diye kaygılanırsınız. Nefesiniz sıklaşır, göğsünüz şişer, kaslarınız gömleğinizi zorlar, rüzgar geçer içinizden... Romatizmanız bile olsa dimdik olursunuz. Meleklere bile gülümsersiniz, hiç neden yoktur ama gözleriniz de yaşarabilir. Aslında resmen acı çeker gibisiniz ama iç gözünüz kendinden çok memnun, en mutlu halinizin tarihi resmini çeker ilgiyle. Çünkü andır o. Bu resmi çekip Face'de paylaşmıştım, altında bir iki cümleyle . " Kim demiş ki "Mehlika Sultan" sadece bir hayaldir diye... Değirmen bulundu, Yol artık Sanço'ya çıkar..." Artık başarmış ve son noktayı koymuşsunuz halidir bu... Oysa kul düşünür kader gülermiş, oyun yeni başlıyormuş, nerden bileyim. Bu bölüm çok uzun ve şahsi bir hikayedir. Başıma gelen belki de her insanın hayatını bir döneminde yaşadığı ya da yaşayacağı bu nedenle çok iyi bilinen insanlık hallerinin rezil bir tefrikası gibidir. Sizi meraklandırmak, böylece ısrarlarınıza dayanamayıp anlatmak için aklımı atsam da Nobel alacak bir roman olacak bu süreci burada bir kaç cümlede heder etmek, o günlerde karşılaştığım çirkin insanları ilan etmek, davalık olmak istemeyeceğim için girmeyeceğim, değirmenlerimize devam edelim. İlginç olan ne biliyor musunuz, Ayvalık zeytin ve zeytinyağı cenneti ama Ayvalık'ta un yapılacak buğday, mısır gibi ürünler kayda değer ölçüde yetişmiyor, çünkü toprak yapısı uygun değil. Turunçgillerden de fazla rastlamadım. Hani o Aydın'da sokaklar bile mandalina, limon, portakaldır, baharları kokularıyla sarhoş gezersiniz, hatta Necati Cumalı'nın o hınzır kitabı gelir aklınıza; Ay Büyürken Uyuyamam... Hiç öyle değil, yok öyle bir şey... Olanlar da bir İzmir satsuması değil, cılız kavruk bir kaç ağaç. Hatta bir dağ memleketi olan, karı eksik olmayan Bursa bahçelerinde gördüğüm kadar bile göremedim. Peki, 33 değirmen ne işe yarıyormuş? Dışardan alınan buğdayı işliyor, una çevirip tüketiyorlar ya da ihraç ediyorlarmış. Ki aynı dönemde ürettiği, marka haline dönüştürdüğü derileri Rusya'dan Fransa'ya kadar ihraç eden atölyeleri varmış. Ki bu derilerin büyük bölümü dışarıdan satın aldıkları, işledikleri ham derilermiş. İlginç değil mi? / * Bu 2 Ağustos 2022 de facebookta yayınlanan Ayvalık Değirmenleri adlı yazıdan alıntıdır.

  • Ayvalık Günlükleri

    Ayvalık'ta Tatilci Olmanın Ağırlığı * Zeki SARIHAN * Bu yazlığa gelmeye başlayalı 25 yıl oldu. Her yıl Ağustos ayını burada geçiriyoruz. Ben kitap okuyorum, Ankara’da olduğu gibi yazılar yazıyorum. Fazladan, deniz çok dalgalı olmazsa ortalama iki günde bir denize dalıp çıkıyor ve Rumlardan kalma ve çoktandır harabe halinde olan zeytinyağı fabrikasının iskelesinde 15-20 dakika güneşlenip işimin başına dönüyorum. 84 konutlu Bizim Köy Tatil Sitesi, Ayvalık kıyılarında ve koylarında bulunan yüzlerce tatil sitesinde biri. Ayvalık’ın kuzeyine doğru en eski tatil sitesi olan Şirinkent’ten girilip kıyı boyunca birbirine eklemlenmiş siteler geçildikten sonra kıyıda Ayvalık’a bağlı son yerleşim yeri. Öte tarafı Gömeç ilçesine bağlı. Gömeç, kıyıda olmayan küçük bir ilçe fakat onun kıyı kesimleri de bu mevsimde tatilcilerle dopdolu. Perşembe günleri Ayvalık’ın pazarı. Caddelerinde ve Pazar yerinde iğne atsanız yere düşmüyor. On, on beş yıl önce “Ayvalık’ın kışın nüfusu 30.000 ama yazın 300.000 kişiyi buluyor” diyorlardı. Şimdi yazlık nüfusun bir milyon olduğunu söyleyen oldu. -Bizim Köy Tatil Sitesi’nde gün batımI- Bu yörede tatil yapanların içinde Ankara’dan gelenler başı çekiyor. Onu İstanbullular, İzmirliler ve Balıkesirliler izliyor. Türkiye’nin hemen her yanından insanlar var. Ayvalık ve çevresi Türkiye’nin Bodrum, Marmaris, Çeşme gibi ilçelerinden sonra ikinci sınıf tatil yerlerinden sayılıyor. İkinci sınıf sayılmasının nedeni, kumsalların azlığı ve hiç eksik olmayan rüzgârı. Bununla birlikte burada da tatilciler arasında sınıfsal konumları açısından farklılaşma var. Mühendisler, avukatlar, serbest meslek sahipleri yanında en çok rastlanılan meslek öğretmenlik. Bunların çoğu emekli. Nisan’da gelip Kasım ayına kadar oturanlar varsa da çoğu okulların açılmasıyla kentine göç ediyor. İlk geldiğimizde yeni komşular olmanın merak ve heyecanıyla daha hareketli bir yaşam vardı. Burada diğer sitelerde görünmeyen bir sosyal faaliyet de başlatmıştık. Bir okuma odası açmış, duvar gazetesi çıkarmış, çevre gezileri düzenlemiş, yakın yerlerden konuşmacılar getirterek konferanslar bile düzenlemiştik. Bu ancak birkaç yıl sürebildi, çok geçmeden her yerde görüldüğü gibi gruplaşma başladı. Çekişmeli kongreler yapıldı. Yıllık ödentinin miktarı ve siteye yaptırılacak tesislerim maliyeti gibi konularda görüş ayrılıkları sebep sayılarak yılda bir yapılan genel kurul toplantılarını topluca terk etmeler bile yaşandı. En sonunda herkes biraz yoruldu. Siteyi yönetmekte herkes hevesini aldı. Şimdilerde bir durgunluk yaşanıyor. Komşuluk ilişkilerinde eski hareketlik de yok. İlk yerleşimcilerden bir kısmı evini sattı. Her yıl birkaç evin sahibi değişiyor. BENİM TERCİHİM DEĞİLDİ Böyle bir yazlıkta yılın bir ayında zaman geçirmek benim tercihim değildi. Eşim, bazı avukat arkadaşlarının teşvikiyle burada bir ev alarak bize sürpriz yaptı. Benim tatil tercihim, deniz kıyısı değil, Karadeniz’deki köyümdür. Fakat ne çare ki, artık ailelerde yalnız erkeğin dediği olmuyor! Neyse başa gelen çekilir! Gerçi okuyucunun bildiği gibi, köyüme yılda bir iki kez gitmekten ve orada sekiz on gün vakit geçirmekten geri kalmıyorum. Önceki gün Fatsa’dan bir arkadaş telefon etti. Ayvalık’ta tatil yaptığımı öğrenince “İyi eğlenceler hocam” dedi. “Yok canım, ben burada eğleniyor değilim. Ankara’da ne yapıyorsam burada da onu yapıyorum, okuyup yazmakla vakit geçiriyorum” dedimse de, onu ikna ettiğimi sanmıyorum. Deniz kıyılarında tatil yapmayanlarda, ki halkın yüzde sekseninin bu durumda olduğunu sanırım, ister deniz kıyısında yazlığı olsun, ister otel veya motelde tatil yapsın, yüzde 15-20’lik bir diliminden ibaret tatilcileri yadırgadığını tahmin ederim. Bu hem gelir hem de kültür farklılığından kaynaklanıyor. Bir kuşak önce köyden gelip kentlere doluşmuş milyonlarca insan için tatil, çoluk çocuğunu alarak köyüne gitmek, akrabalarının yanında beş on gün kalarak yağını, peynirini, turşu ve salçasını alarak kaldığı kente dönmektir. Ama artık Türkiye’de hayat tarzının çeşitlendiği de bir gerçektir. Bu sitede ve hemen diğer bütün tatil sitelerinde yazlayanların ailelerinde 30-40 yıl öncesine kadar böyle bir imkân da kültür de yoktu. Şimdilerde bazı köy gençleri bile ceplerine biraz para koyup mayolarını alarak beş on günlüğüne bir deniz kıyısında tatil yapmayı ihmal etmiyor. BİR HAYALİM VAR Bana gelince: Bir hayalim var. Bu yazlıklarda bütün halkın dönüşümlü olarak tatil yapması. On beşer gün yeter. Bunun için ya yazlıklarda özel mülkiyetin kaldırılması ya da devletin bu gibi tesislerini çoğaltıp bazı devlet kurumlarının çalışanları için yarattıkları bu fırsatı bütün halkın yararına sunması. Köylüler, işlerini güçlerini, tavuk ve ineklerini bırakıp gelirler mi bilmem. Yıllar önce rahmetli ağabeyime dedim ki: “Ağabeyi, siz de bizim yazlığa gelip beş on gün kalsanız ne güzel olur.” “Tabi ya ne demezsin, bütün işi gücü bırakıp gelebiliriz!” deyip benimle dalga geçmişti! Bazılarının sandığı gibi buradaki yaşam pek “eğlenceli” değilse de, büyük bir çoğunluğun erişemeyeceği bir imkân. Bu nedenle savunduğum sınıfın gözlerini üzerimde hissediyor gibiyim. Ben de bu çevrede halkını umur etmiş aydınlarla tanışmaya, onlarla tartışmaya ve emekçi halkı savunan yazılar yazmaya çalışıyorum. Başka ne yapabilirim ki?( Ayvalık, 17 Ağustos 2018) -Ayvalık Bizim Köy Tatil Sitesi’nin yanında Rumlardan kalma, terk edilmiş Gümüşlü zeytinyağı fabrikası harabesi.- HER YER İNSANIYLA GÜZELDİR? Bir beldenin değeri, toprağının verimliliği, denizi, güneşi kadar, hatta ondan da çok, orada yaşayan insanlarla ölçülür. Ayvalık ve çevresine yerleşmiş veya burada tatil yapan insanlar, benim açımdan yörenin değerine büyük değerler katarlar. 25 yıl önce Ayvalık’ta yazlığa gelmeye başladığımızın ilk yıllarında bu çevrede yaşayan önemli insanları arayıp bulma, tanışmıyorsak tanışma, tanışıyorsak dostluğu yenileme ve söyleşme çabasına girmişimdir. Sanat ve edebiyata meraklı kişiler için Ayvalık, biraz da Ahmet Yorulmaz demekti. Birçok Ayvalıklı gibi Girit göçmenlerindendi. Bu göçün hikâyesin anlatan ve Ayvalık’ı tanıtan kitapları vardı. Şehir içinde bir kitapçı dükkânı işletiyordu. Birkaç kez evinde ziyaret ettik. Onu sitemize getirip bir akşam Ayvalık hakkında konferans verdirdik. Bir akşam bizi Cunda Adasında deniz kıyısındaki yeme içme yerlerinden birinde ağırladı. Masamızda değerli bir konuk daha vardı: Şair Arif Damar. Böylece onunla da tanışmış ve söyleşmiş olduk. Sonra Ahmet yorulmaz hastalanmış. Kitapevini kayınbiraderine bırakmış evine çekilmişti. Birkaç yıl sonra öldüğünü duyduk. Ayvalık’a gittiğimde, CHP, ÖDP, İP gibi partilerin, ADD, Eğitim-İş, Eğitim-Sen, Çağdaş Yaşam gibi meslek örgütlerinin şubelerini ziyaret etmekten, yöneticileriyle tanışıp görüşlerini almaktan geri kalmazdım. O yaz sıcağında herkes kendini denize atmış veya balkonunda dinlenirken Nadide Hanım, pek kimsenin uğramadığı ADD’de bütün gün oturur, şubenin işleriyle uğraşırdı. Ayvalık’a öğretmen sendikası tarafından iki kez, eğitim konusunda konferans vermek için çağrıldım. Öğretmen Dünyası dergisine temsilci buldum. Bu görev sıra ile birkaç arkadaş yaptılar. Bir keresinde Ulusal Eğitim Derneğinin şube açması için 15-20 kişi ile bir toplantı yaptık. Çağdaş Yaşam şube başkanının güçlerimiz bölünür gerekçesiyle karşı çıkması üzerine bu şube veya temsilcilik kurulamadı. Şirinkent’te bir temsilciliğimiz kurulabildi ise çok yaşamadı. Burada öğretmenim Nursel Gürler, Çağdaş Yaşamın kurucusu Nimet Hanım ve Dilek Hanım’la sohbetleriniz oldu. Türkiye’nin geleceği konusunda umutsuz olanlara umut vermeye çalışırdım. Gazi Eğitim’den öğretmenimiz Emin Özdemir, Angora sitesinde yazlıkçıydı. Bir seferinde onu arayıp buldum. Sohbet ettik. Önceki yıl onu sitesinde çok arayıp sorduysam da bulamadım. İşin kötü yanı, sitenin kahvehanesinde bir dolu insandan onu tanıyan da yoktu! Hasta imiş ve artık burada oturmuyormuş. Özdemir de bu yıl aramızdan ayrıldı. Birkaç yıldır, Akpınar’dan Fen Bilgisi öğretmenim İbrahim Belek, Ayvalık’ın 25 km. güneyinde Altınova beldesinde oturuyor. Önceki yıl ziyaretine gittik. Geçen yıl eşi ile birlikte kendisi geldi. Bu yıl yeniden gittik. Açtığı kitaplığı gördük. Daha 1970’lerde Milli Eğiğim Bakanlığında Bakanlık Hukuk müşavirliğinde tanıdığım, daha sonra Turizm Bakanlığında müsteşarlık ve SODEP kurucusu olan Güler Tanyolaç ve değerli eşi Profesör Attila Tanyolaç da Cunda yolunda oturuyorlar. İnebolu’dan öğrencimiz Mehmet Doğan, yazları burada emlakçılıkla uğraşıyor. Geçen yıl arabamızla gelmediğimiz için bizi sitemizden aldı, gitmek istediğimiz yerlere götürdü. Edremit Kitap Fuarı’nda bıraktıydı. Ekim ayında burada avukatlık bürosu açan Eğitim-İş kurucularından Necati Yentürk de bu yıl siteye geldi. Bir süre sohbet ettikten sonra beni Edremit’e fuara bıraktı. Ne de olsa eski dostluk başka oluyor. Komşu sitede Ali Yıldırım adında hoş bir arkadaş, eşi Atiye ile birlikte oturuyor. Her yıl geldiğimizi haber veririz. Bir akşam biz gideriz, bir akşam onlar gelirler, görüşlerimizi birbirimize aktarırız. Diğer yan sitede Kastamonulu, yıllarca İstanbul Barosu genel sekreterliğini yapmış, şimdi de Barolar Birliği yönetim kurulunda görevli Hüseyin Özbek kısa süreliğine de olsa geliyor. Ya birbirimize gider gelir, ya da bizim sitenin büfesi yanında akşamları oturur, dünyayı alt üst ederiz. Görüşlerimiz bazen çatallaşsa da ne gam? Emekli öğretmen Vahide Hanım, dostlarını türlü çeşit yiyeceklerle görkemli bir biçimde ağırlar. Bu balkon ziyaretleri, sundukları yiyeceklerden anlaşılıyor ki, önemli bir zahmet sebebidir. Kadınlara nerde olurlarsa olsunlar zaten rahat huzur yoktur. Bu ziyaretlerin yılda ancak bir kez yapılabilmesinin nedeni de bu olmalıdır. Bir kısmı buralarda torun torbaya bakmakla da yükümlüdür. Görüldüğü gibi Ayvalık’ta benim böyle değerli dostlarım var. Sitemizdeki Sölpüker, Buldanlı Ödel ve Ankaralı Akça ailelerini de bunlara eklemesem haksızlık olur. Ayten Hanım, kayınbiraderim emekli Albay Ünal Sölpüker’in eşidir. Bizimköy’e geldiğimiz gün ve ayrılacağımız gün bize sofra kurdurmaz. Ayrıca evde pişirdiklerinden bizi de mahrum etmez. Hüseyin, Kadriye ve Songül Akça’nın anneleri Emine Teyze’nin somaklı dolmasını ise başka hiç bir yerde yiyemezsiniz. Balkonlarda sundukları güzel yemeklerin yanında her yıl bundan bir tencere bizim eve mutlaka gelir. Dedim ya, bir yeri değerli kılan oradaki insanların değeridir. İnsanların gönlünden daha engin bir deniz, daha temiz bir kumsal mı vardır. (Ayvalık, 20 Ağustos 2018) KÖRFEZ’DE TARİH VE EDEBİYAT Ayvalık, Edremit Körfezi’nin güney ucunda bulunuyor. Bu körfez, Çanakkale’ye bağlı kıyıda Küçükkuyu’dan başlıyor, Güre, Altınoluk, Zeytinli, Akçay, Edremit’e kadar düz bir hat izlerken buradan güneye kıvrılıyor. Burhaniye, Gömeç’ten geçtikten sonra Ayvalık’a iniyor. Geçimini esas olarak zeytincilik, bağ ve bahçe işlerinden kazanan Körfez, epey bir süredir, deniz turizminin en hareketli bölgesi haline gelmiş. Bütün ilçe ve beldeler, yapılarla adamakıllı şişmiş. Edremit ve Gömeç zaten kıyıda değil. Kıyıda kurulan ilçe ve beldelerdeki apartmanların deniz kıyısında olduğuna bin şahit ister. Biz 30 yıl önce de bu kıyılarda beş on gün tatil yaptık. Önce Öğretmen Dünyası dergisinin kurucularından Ali Gür ve eşi İnci Aral Gür, Akçay’da denize 20-25 adım mesafedeki kulübelerinin anahtarını verdiler. Burada ışığa gelen kanatlı bir böcekle mücadele halinde tatil yaptık. Akçay’ın soğuk sularında denize girdik. Sonra bu kulübenin yerine bir apartman yapıldı ve şehir içinde yerini bulmak bile zorlaştı. Şimdi Akçay’da denize paralel onarca cadde ve sokak uzanıyor. Daha sonra Burhaniye’nin deniz tarafındaki sitelerinden DENETKO sitesinde Yaşar Cankoçak ve Gülten Akın Cankoçak, kendileri orada olmadıkları iki yaz bize anahtar verdiler. Kendi evimiz gibi kullandık. O zamanlar, bazı insanlar dostlarını kendi yazlıklarından böyle yararlandırırlardı. Şimdi de böyle insanlar vardır herhalde… Ben Ayvalık’a ilk kez 1967’de, tek başıma çıktığım bir Ege, Akdeniz gezisinde uğradım. Kasabanın girişinde bir direğe üzerinde Atatürk’e atfedilen “Türk âleminin en büyük düşmanı Komünizmdir, her görüldüğü yerde ezilmeli” yazılı bir levha asılmıştı. Ayvalık, Yunanlılar tarafından İzmir’den sonra işgal edilen ilk beldedir. Bu işgalin nedeni, memurlardan başka halkının bütününün Rum olmasıydı. Örgütlü ilk askeri direniş de sonradan adı Cunda adasına verilen Ali Bey’dir (Çetinkaya). (Sonradan İstiklal Mahkemesi üyesi ve Bayındırlık Bakanı). Fakat burada herkes Cunda diyor. Savaştan sonra buradaki Rum nüfus adalardan getirilen Türk nüfusla değiştirilmiş ve Rum ağalarının zeytinlikleri, Türk zenginlere dağıtılmış. Şimdi çoğu Ayvalık’ta oturmayan bu zenginlerin çocukları yüz binlerce zeytinden oluşan çitlikleri, kâhyaları yoluyla işletiyorlar. KÖRFEZ’DEKİ DOSTLAR Burhaniye, benim için bir bakıma Sunar Sitesi demektir. Çünkü burada tanıdığım bazı değerler oturuyordu. Her yaz Talip Apaydın’lara uğrar, bir yandan Halise Hanım’ın ikramlarıyla ağırlanırken diğer yandan Talip Hocayla edebiyattan, okunacak kitaplardan söz ederdik. O her gün klasik müzik de dinlerdi. Aynı sitede Avukat Halit Çelenk’i son yıllarında oksijen tüpüyle yatarken ziyaret edebildik. Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfa düzenleyicisi Sami Karaören de bu sitede oturuyor. Bu bayram gidemediysem de telefonla hatırını sordum. Fakir Baykurt ve Ruhi Su da bir zamanlar aynı sitede oturmuşlar. Şimdi arkadaşım Öner Yağcı yıl boyu, Celal İlhan ise yazları Burhaniye’de oturuyor. Burhaniyeli aydınların, öğretmen sendikalarının böyle değerli aydınların yılın bir bölümünde kendi kentlerinde oturduklarından habersiz olduklarını hissetmiş ve üzülmüşümdür. Yalnız bir yaz Eğitim İş şubesinin daveti üzerine Talip Apaydın’la Ören’deki parkların birinde eğitim üzerine söyleşide bulunduk. Talip Apaydın’ı ve Gülten Akın’ı da bizim siteye getirerek konuk ettik. Aziz Nesin’in Borçlu Olduklarımız ve Bu Yurdu Bize Verenler adlı iki çocuk kitabının konuları Burhaniye ve Gömeç’te geçer. Nesin, burada yazlığa geldiği zamanlar boş durmamış ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili olayları derleyip çocukların da anlayacağı bir dille anlatmıştır. Bugünkü öğretmen kuşağının da bu kitapları öğrencilerine okuttuğunu sanırım… Edremit’le birlikte adı en çok anılan yazarımız, çocukluğu burada geçmiş olan Sabahattin Ali’dir. Benim Edremit’te, Altınoluk’ta verdiğim konferansların birinin konusu da Sabahattin Ali üzerineydi. Sonra bu konuşmamı yayımladım. Tuncer Cücenoğlu, konuşmamı beğenmiş, bana aynı adı taşıyan oyununu gönderdi, sonra da bütün kitaplarını. Bu sayede Cücenoğlu’nun bütün kitaplarını okumuş oldum. Ben Sabahattin Ali gibi Türk toplumunun yapısını gerçekçi bir gözle ele alan başka bir yazar tanımadım. Kürk Mantolu Madonna kısmen, Kuyucaklı Yusuf ise tamamen Edremit’te geçer. İki gün önce okuduğum Yeni Dünya öykü kitabındaki Hasan Boğuldu öyküsünde Kaz Dağları’nı destansı bir dille anlatıyor. İki yıldır Kitap Fuarı nedeniyle gittiğim Edremit’e bağlı Zeytinli’de Gazi’den arkadaşım Bekir Yalçıntaş ve Öğretmen Dünyası eski temsilcisi emekli öğretmen Cemil Yavuz’dan başka tanıdıklarla da karşılaştım ve yeni dostlar edindim. Yunan adalarına bakan bu kıyılar sosyal demokrat yatağı. İçerilere doğru gidildikçe bildiğimiz Anadolu halkı ve yoksullukla karşılaşıyoruz. Köylüler kendi bağ ve bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve meyveleri pazarda satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Doğu’dan gelenler gibi yazlıklarda yapı işleriyle ve bekçilik gibi işlerle geçiniyorlar. (Ayvalık, 22 Ağustos 2018) Diğer yazılar için: www.zekisarihan.com

  • HAYAT SANMAKTIR

    Şenol YAZICI * Sivas'ta yıldızlara yakın bir köyde öğretmenken portakalı anlatan öğrencilerimin birinin bile bildiğimiz portakalı anlatmadığını, ç0k iyi bildikleri kavun karpuz dahil bir çok şeyi anlattıklarını görmüştüm. Sonra hayatın içinde de, eğitimli, donanımlı, yetkin insanlarda bile birçok farklı örneğini göreceğim bu eylemin bir "iddia etme" olduğunu, görecelik taşıdığını, hayatın bütünüyle bir "sanmak" olabileceğini çok düşünmüşümdür. "Sanmak"sa algınız, yani bildiğiniz kadardır diye özetlenebilir. Somutlaştırırsak; VARSAYALIM Kİ, aşırı hızdan ceza yiyen bir aracınız var. Ceza geliyor. Kimisi için ömrün felaketi, kimi için "olmasa daha iyi olur"u, birileri içinse sinek vızıltısı... Öyle olmasa nasıl bu kadar çok biçim ve türde iyi hayattan, düzgün yönetimlerden, güzel insanlardan söz edilebilir ki? Bilimden ne kadar uzaklaşırsak "sanma" olasılıklarımız o kadar artar, bir onda aynı kapıya çıkabilir bütün yollar. Oysa, hayat bu üzerinde konuştuğumuz; herkese göre, her durumdan nem kaparak şekillendiğini düşünürsek, ona reçete yazmak kimsenin harcı da değil. Yine de yaptığım öyle bir şey işte; en güzel tatil şudur diyeceğim. Oysa o, "sandığım" olacaktır. Siz ne yaparsınız bilmem ama ben adrenalin yükleneceğim bir tatil istersem Afrika'ya arslan avına gitmiyorum epeydir: Çadır kuracağım bir yer bulmaya çalışıyorum. Şükür, kuruttuğumuz doğada soyunu tükettiğimizden aslan yok, ama yılanından kenesine, çakalından kurduna kadar vahşi mahlukatla, en önemlisi bir Afrika yerlisinden ancak bir tık yukarıda ufkuyla ama her şeye hakim edasıyla size yaklaşacak ahaliyle, daha bir yığın sorunla boğuşmak, aşmak ve yaşamayı bir keyfe döndürmeyi başarmak az şey mi? Hazırlığının bile ne macera olacağını düşünün bir. Bir evin tüm ihtiyaçlarını, asgari de olsa tahmin edip hazırlayıp bir arabaya sığdıracaksınız. Ne dersiniz kolay mı dışarıdan bakıp küçümsediğimiz çadır kurmak? Pahalılıkları bir yana elinizi verseniz kolunuzu kurtaramadığınız otellerden, lokantalardan, saygısız, hoyrat, hizmet bilmez hizmetlilerden, hayatınızda hiç de seçiminiz olmayacak cins, cibilliyet, tabiiyet, kabiliyet... insanla burun buruna yaşamaktan gına gelmesi bir yana, insan macera arıyor işte. Nasıl ama? Sizi de epeyce gaza getirdim herhalde, az sonra uygar dünyanın bütün kazanımlarına küfredersem bana koro olarak eşlik edersiniz dimi? Siyasi partiler de bunu yapar, önce sandırırlar, sonra tapunuz olur. İşin gerçeğini isterseniz çadır işi çok kendine özgü bir zevk, bir orijinal keyif... Bir akşam neyse, ama birkaç gün ne olur bilmem... O kadar da zahmetli bir uğraş, hele kadınlara, küçük bebeklere çok zor. Bir alternatif tatil gibi düşünün. Siz bana uymayın, ekonominiz yetmiyorsa az gidin, ama bildiğiniz biçim ve yollarla gidin. Kim istemez, dağ başlarında gecelemek yerine her gün düzenli temizliği yapılan, denize bakan bir otelde kalmak, plajında yüzmek, yemeği lokantasında yemek, kafesinde bir şeyler yudumlamak? En önemlisi bütün bunları yaparken gömleğinin ütüsü bile bozulmayacak. Varsa öyle bir olanak tabi ki kaçırmayın... Ama yoksa... siz gene kulak verin. Ki bu ülke gerçeğinde görünen uzun süre çok az insanın o imkanı olacak. Ayrıca Sarımsaklı plajı fotoğraftaki gibi: Hani ekonomik sıkıntı vardı? Görüntüye baksanıza , mahremiyet diye bir şey yok, lütfen özelime bu kadar sokulmayın diye çığlık çığlığa bağırmak gelmez mi içinizden? Bir köşesinde yer bulup da denize parmağınızın ucunu sokabilirseniz şükredin. İster misiniz? Ben çadırı yeğlerim. Hele Patricia'da olursa... Ayvalık'ta, Adalar zincirinin en büyüğü Cunda'yı da içine alan Patricia'yi ilk 89'da görmüştüm, sonra 92'de... Doğallığı, kalabalık olmayışını sevmiştim. Çadırlık yer arayan yakınlarıma önermiştim, onlar da beğenince Patricia'yla akraba olduk. Onlar hemen her yıl gelmeye başlamışlardı, ben de arada bir... Bir tarlayı kiralamışlardı sahibinden. 20-30 çadır cümbür cemaat kamp kuruyorlardı... Patricia ile bir muhabbet, bir muhabbet sormayın. Hele 99 depremi sonrası... Depremde zorunlu çadıra alıştık, kullanmayı öğrendik kültürünü aldık ya en lüks otel odalarında bile kalsak aradığımız oluyordu çadır. O zamanlar gece konaklamak yasak değildi ya da en azından bu denli sıkı sıkıya denetlenmezdi. O gün bugündür Ayvalık, tıpkı Yalova gibi, Bursa gibi, Trabzon gibi, İstanbul gibi bir şeyimiz oldu. Yazları onlar ya da ardılları birkaç çadır vardır Patricia'da... Öyle sanıyorum ki bağırsam sesimi bile duyarlar. Biliyorum ki bir yeri sıla yapmak istersen iyi ya da kötü orda anılar yarat, iz bıraksın...ve o anılara bir zaman tanı, dinlensin... Otomatik dünün gurbeti, önceki sılanı siler, sılan olur. Yukarda değindik; hayat sanmaktır diye... Birkaç yıldır konaklamak denetlenir olmuştu, bu yüzden ilgimiz de azaldı. Başka yerlerde bakındık, ama olanlar doğal ortamlarda değil; boş arazisi olan uyanık girişimci duymuş bir yerlerden bu işte sıcak para var deyip, çevirip anız tarlasını, kamp yapmış, ama yerleşimin göbeğinde doğasız, gürültülü, hiç bir hizmet yok, kiralama fiyatları yüksek, deniz ise uzayda... Gene de ne yapsın insanlar; en uygun otelin yatak parasının aylık maaşın dörtte biri olduğu, bir kap lokanta yemeğinin maaşın yirmide biri olduğu bir ülkede, şükredip dolduruyorlar kampları. Boş zamanlarda atıl arsa, bir hafta sonları ya da bayram için oluşan çadır kamplar gördüm apartmanların arasında, altyapısız, mutfağı, tuvaleti bile yok... düşünün işte... Ayni nedenlerle değildi benimkisi daha kişiseldi ama birkaç yıldır uzak kalmıştım çadırıma. Bu yıl şeytanın bacağını kırmak nasip oldu. Patricia'da bir zeytinliğe çadır kurdum. 20 yıl önce bu saatlerde gelseniz çocukların sesinden duramazdınız, çünkü her yer kalabalık ailelerin çadırlarıyla dolu olurdu. Şimdi ise sadece çadırlar azalmadı, tatilci profili de değişti. Gelen tatilcilerin çoğu aile değil, gençten, ya tek kişi ya da çiftler geliyor, çok da kalmıyorlar. Çadırı kurup önünde soluklanıyordum ki yan kıyıda motorlarıyla gelen iki genç, birkaç dakikada çadırlarını kurdular. El salladık birbirimize. Gelişlerine memnun olmuştum. Herhalde, eğer görevliler çadırımı görüp kaldırmaya gelirlerse artık yalnız değilim, diye düşünüyordum. Ne faydası olacaksa, insan bir tuhaf... Dedik ya "sanma" hali... Yeşilin her tonu, bir mucize gibi hala el değmemiş bir doğası var, göz alabildiğine zeytin ağaçları ve arasında uzanan, emsallerine göre birkaç derece daha sıcak, sığ bir deniz, ama hala toz toprak içinde bir yoldan ulaşabiliyorsunuz o güzelliklere. Hala bir WC, yeterince çöp kutusu, Rumlardan kalma birkaç su kuyusu dışında çeşme, bir tek yer dışında bakımlı plaj ve dişe gelir bir sosyal tesis yok Patricia'da. Patricia yaşlanmış, yavaşlamış, önünü görememiş, hiç bir olumluya evrilmeyi becerememiş, donmuş kalmış, bu yavaşlığa ayak uydurayım, güzel dursun derken bön bir ihtiyar olmuş. Yine de hayat izin vermez ki yatağında ölmeye. Evde çoluk çocuk rızk bekler, dünya turizmden köşe olmuş, sen o yeşil ormanlarınla, dantele gibi koylarınla bak dur. Bir şeyler yapmaya çalışmışlar, çalışmışlar işte. Zamanında Ayvalık Rumlarının kurduğu denize sıfır iki köy var bu yakada, Sonradan Mübadillere verilen bu köylerde kimse oturmuyor, zamanla herkes bir yerlere göçmüş, yine de tümden değil, bazen şenlendiriyorlar, gelip gidenler var. Zeytinliklere girmeden olan 1. köyde birkaç olumlu adım atılmış, ama o kadar. Yan tarafında işlenmeye müsait toprakları da olan, oralardan en azından biber, fasulye, domates gibi gündelik ihtiyaçlarını karşılayan hatta o arazide yeni yapım evleri de bulunan köylüler biraz daha rahat. Kıyıdaki turistik tesis de onların... 2. köyse ölü bir köy. Belki onların konumları günü birlik konuk ağırlamaya çok daha uygun. Ne var ki gezgini ağırlayacak tesis nerde? Parayla oluyor bu işler, nerden bulsunlar? Devlet de gelgeç tatilciye yasak deyip huzur vermeyince koca Patricia bir Ayışığı manastırına hizmet ediyor desem yeri. Onlar da deniz yolunu kullanıyorlar bildiğim. O zaman olsa olsa ortama sahicilik katan, biraz da ortalığı kağıda ve poşete boğan, çöpü artıran unsurlar olsa gerek, gündüz konukları... Cumalıkızık gibi, OSMANLIDAN alışkanlığımızdır, fethedeceğimiz yerlere Türk köyleri kurma alışkanlığımız. Sahi o köylüler asker değillerdi, ordunun geçişinde belki ikmal için işe yarayabilirler ama fetihlerde işe yarıyorlar mıydı gerçekten? Her yıl, daha güneyin alışkanlıkları plajlar, çay bahçeleri, gazinolar, kır lokantaları, beachlar, karavan kamplar, çadır kampları ... gelmiştir umuduyla yokladığım Patricia tam bir hayal kırıklığı. Cunda'dan sağa, eski gavur mezarlığından Çataltepe'ye saptığınız asfalt yol, kısa süre sonra bu yüzyılda ancak Somali'de görebileceğiniz berbatlıkta bir toprak yola dönüyor. Arabanın kılcal damarları bile tozla kaplanıyor. Ayvalık sokaklarını yürünmez yapan Kozak parkelerinin enkazı olan taşlarla yer yer kaplı yolda bu kez iliklerine değin titreyecek araçların yüze vurmayan tüm sorunları, hastalıkları birazdan ortaya çıkacak ve siz bir daha ancak bir ay sonra yeniden aracınıza ancak binebilirsiniz kaygısıyla bir 8-10 kilometre yolu gidiyorsunuz, kesif bir toz bulutu eşliğinde. Herhalde buralara el atmak ya turizm bakanlığının ya da Ayvalık Belediyesinin işi olsa gerek. İşte buna hiç umudum yok, ben Ayvalık belediyesi kadar zenginliğini göstermeme terbiyesi ve alışkanlığı olan bir belediye görmedim. Nasıl olmuşsa Kırlangıç'ı restore etmiş, ama orayı da ortalama halk için değil üst gelir grubu için tasarladığı belli, kışın işi döndürecek müşteri çıkar mı bilmem. Yok, Sarımsaklı'daki gibi büyük şehir belediyesinin katkısını bekleniyorsa varsın olmasın, Sarımsaklı'da bir önceki Balıkesir belediyesinin yaptıkları akla ziyandı. Yine de haksızlık etmeyelim bak bu yelkenlileri, tekneleri ilk görüyorum bu koyda...Yerel girişimin sonuçları herhalde. Güneyin süslü püslü, tek gözlü korsan tekneleri de çıkıp gelsin hele bak sen... Neler olacak neler... Güldürme, buralar Allahtan güzel, yoksa ahalinin bir şey kattığı yok, yıllardır da hoyratça sömürüyor, gene bitmedi. O dediklerin gelse bile onları içselleştiremez, olsa olsa şımarır, kendilerini ayrıcalıklı zengin sayıp ÇATALTEPE'nin orda barikat kurup görmeye gelenden haraç almaya başlarlar... 35 yılda ne olduysa... PATRİCİA KOYU * 92'den beri hemen her yaz gelirim. Arkadaşlar bir grup olup bu küçük sığ körfezin değişik yerlerinde kamp kurarlardı. Bazen onlara katılırdım. Geceleri yaktığımız ateşlerin çevresinde sohbetler eder, geç saatlerde çadırlarımıza dönüp dal kırılsa duyulur bir sessizlikte, üstümüze yıldız yağarken huzurla mışıl mışıl uyurduk. Gün doğmadan da ayakta olurduk... Esinti almayan bir deniz olan Patricia Ayvalık'ın namlı rüzgarlarına bana mısın demez her dem durgun olurdu. Herhalde 2000'li yılların başıydı. Bir sabah kadınlar kahvaltının bulaşığını yıkarken erkekler son çaylarını içiyorlardı ki, o her dem durgun deniz birden karıştı. Önce açıklarda oluşan karmaşa, sonra kıyıya yanaştı yanaştı... ardından üstünden sular sızan bir siyah, uzun gölge bulaşıkları birbirine katarak kumsala vurunca kadınlar çığlık çığlığa "yılan... yılan" deyip kaçıştı. Elimizde sopalarla koştuğumuzda devasa bir levreğin kumsalda çılgınca çırpındığını görmüştük. Belki on beş kişilik kocaman gruba yeten de artan da bir yemek oldu talihsiz levrek. O günlerde gecelemek, çadır kurmak da mümkündü. Şimdi ancak akşam geri dönmek zorunda olduğunuz, günü birlik gidebileceğiniz bir sit alanı. O balıklara da çok zamandır sık rastlamadıklarını söylüyor balıkçılar. Yine de deniz ve doğa hala çok güzel. Güvercin Adası Körfezin batısında Ayvalık'tan gelen toprak yola paralel bir ada uzanır. Çok sayıda yabani güvercin yuva yaptığı için GÜVERCİN ADASI denilen adanın üzerinde bir ören son kalıntılarıyla zamana direnmeye çalışmaktadır. Bir manastırdır bu. Denizden gelebileceğiniz gibi, kara yoluyla da Patricia'daki eski Rum köylerinin birinden bulacağınız bir tekneyle de, ulaşabilirsiniz. İnternet sitelerinde çok farklı ad ve tanımlarla karşılaştım. O nedenle kafanızı iyice karıştırmak istemem, işin uzmanına sözü bırakmak en doğrusu. Ahmet Yorulmaz'ın bu karmaşaya son vereceğini de düşünüyorum. AYVALIK'I GEZERKEN adlı kitabının 5. baskısında 134. sayfada Güvercin Adası'nı şöyle anlatır: " İşte bu körfezde bir ada var; Güvercin Adası Adada bir manastır Agios Yorgis Geçmişte acımasız korsanların yaşlandıklarında, denizleri harmanlayamadıkları zaman geldiğinde günah ve cinayetlerinden arınmak için sığındıkları bir manastırdı burası ." Gene aynı bölümde bir ortaçağ yapısı olduğunu söyler ve tanık da gösterir: Eski bir Cundalı olan felsefe doktoru Sıça Karaiskaki... PATRİCİA, Aynı Zamanda AYIŞIĞI MANASTIRI'na evsahipliği yapıyor. Denizden de gitmek mümkün olan manastıra PATRİCİA'nın eski yerleşimlerinden olan 1. Rum köyünden ayrılan bir yolla da ulaşılıyor. Manastırın eski hali de aşağıda. Sabancı ailesi tarafından alınıp restore edildi. Ayvalık'ta yıkık, atıl durumda binaların olduğu arsaları satın alarak buraları yaşam alanlarına çevirmek mümkün. İmar izninin bulunmadığı 1. derecede sit alanı olan bu bölgelere yerleşmek için tek yol bu. Eski binalar satın alınıyor. Binanın temelinin olması yeterli ve aslına uygun restore edilerek yaşam alanlarına çevriliyor. Adada bu şekilde yerleşen Sabancı Ailesi, Koç ailesi, Boyner Ailesi, Komili ailesi ve bizim bilmediğimiz daha niceleri mevcut. Rahmi Koç’un bir rüzgar değirmenini alıp restore ettiği ve Cunda Adasına kazandırdığı Necdet H. Kent Kütüphanesi bunlardan biri. Adaya gerçekte sembol bir mekan oldu burası. Ancak binadaki yel değirmenine şu ana kadar giriş yasak bulunuyor. Adada o kadar çok atıl yapı bulunmaktaki kaderine terk edilmiş, keşke her biri yenilense... - Patricia'nın öteki yüzü; hareketli ve doğal olarak da gürültülü bir yer Cunda Adası - Şimdi burada yeniden dehşetle algıladım, 35 yıl olmuş Ayvalık'ı ilk göreli. O zaman arabamla gelmiştim hem de, yani dünyayı keşfeden bıyığı yeni terlemiş bir ergen değil. Filler gibi bir şey olmuşum da hiç farkında değilim. Oysa bütün hasarlara karşın kendimi genç sanıyordum. Aklıma gene geliyor; hayat sanmaktır, diyorum. Koca hayatlar, yüzyıllık ömürler diye bir şey yok mu? Bir şey yaşadığımız yok bizim, hep sanıyoruz. Az düşünsek hayatın bütünüyle sanmak olduğunu göreceğiz sanki, belki o uyanma işimize gelmiyor

bottom of page