top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • YENİDEN

    Yusuf AKSOY * Hayat bu durulmasa da hız keser ancak fırtınalara benzer kuytudadır her daim ne güzel sinsi bekleyiştir o kibele yağmurları gibi sessiz akşamüstlerinde hüzünse hep güleç başköşe misafiri ama yürek bırakmaz elini yapışmıştır yakasına bir kez us uslanamaz gönül yorulmaz aşktan ve mevsim sonlarında aşk ve kavgadan damıtılan hayatın toplamındaki gülüşler kalır geriye ne kalır dersen bizden gece de nedir! sabah öncesi değil mi? ışığın izindedir tüm beden bahar dalları yüklüdür kar altında çıplak ağaçlar öyleyse tükensin umutsuzluk! meydanlar dost yüzleriyle dolsun patika yolları şehre uzansın fabrika yolları ve okul yolları meydanın orta yeri olsun orta yerde tek kalmasın sevgilinin vazgeçilmeze bakışları bitsin! güneşe hasret bitsin! zulüm börtü böceğe yeşile, kadına, çocuğa ve nasırlı ellere gün görmemiş yüreklere esmer günler kaybolmadan yarım kalan aşklar için yeniden çıkalım sokaklara siren seslerini bastıran kanatlanmış güvercin inadında bitsin güneşe hasret terke zorlanan aşkın düşürülemeyen şarkılarıyla yeniden sokaklara

  • IRMAK YATAĞINI BULDU

    Zeki SARIHAN * 4 Mart tarihli “Akşener Bu Çıkışı Neden Yaptı?” başlıklı son yazımı, Altılı Masa’da yaşanan depremi anlattıktan sonra şöyle tamamlamıştım. “Bu gelişmenin Cumhur İttifakı taraftarlarını sevindirmesi doğaldır ancak onlar seçimleri bu vesile ile çantda keklik görmesinler. Ortada bir sorun varsa bunun çözümü bulunur. Irmak yatağını bulur.” Nitekim zorunlu nedenlerle fay hattına kurulmak zorunda kalınmış olan Millet İttifakı, 3 Mart günü gelen beklenmeyen siyasi bir depreme uğrayınca, kurtarma ekipleri anında harekete geçmiş, tarafların isteklerini dikkate alan çözüm yolları önermiş, Millet İttifakı kısa sürede toparlanarak İmamoğlu ve Yavaş gibi taşıyıcı kolonlarla takviye de edilmiştir. Böylece Kılıçdaroğlu mu, Yavaş mı, İmamoğlu mu gibi muhalefet cephesindeki tercihler birleştirilmiş, isteklerin tümü karşılanmış oldu. Zaten Türk’ün aklı ya kaçarken ya depremlerde gelir! Millet İttifakı, neden bu kadar çabuk toparlandı? Çünkü halkın çoğunluğu, anketlerin de gösterdiği gibi Tek Adam rejimine tepkilidir ve iktidarın değiştirilmesi istiyor. Mevcut aktörler bu değişim isteğini karşılamasaydı başkaları ortaya atılırlardı. Gün doğmadan neler doğar demişler. Siyasette 24 saatin bile ne kadar önemli olduğu bu olay nedeniyle bir kez daha anlaşıldı. ARMUDUN SAPI ÜZÜMÜN ÇÖPÜ Demokratik parlamenter rejime kimin cumhurbaşkanlığında dönülmesi sorusu birkaç yıldır kamuoyunun gündemindeydi. “En çok oyu alacak kişinin” çözümü hiç de yabana atılmayacak bir görüştü. Ben de “Muhalefetin Cumhurbaşkanı Kim Olmalı?” başlıklı yazımda (13 Temmuz 2021), bu çözümü önermiştim. İttifak politikalarında “Şuna değmiş buna değmemiş” anlayışı ile hareket edilemez. Herkese bir şeyler değmiştir. Her zaman armudun sapı, üzümün çöpü olacaktır. Gerçekçi şirketlere anket sipariş etmeli ve seçmenlerin eğilimleri dikkate alınmalıydı. Her partinin kendi örgütleri içinde yoklama yapmaları da iyi olurdu. İlk anketlerde Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş adları öne çıkıyor, Kılıçdaroğlu’nun adı üçüncü planda kalıyordu. Ancak bu durum Ana Muhalefet Partisinin başında olan ve İttifakta oyun kurucu durumunda olan Kılıçdaroğlu için can sıkıcı bir durumdu. Ancak o kendi başkanlığına giden yolu adım adım ördü. Son anketlerde öne çıkmayı başardı. Durum bu iken İmamoğlu ve Yavaş üzerinde diretmenin bir anlamı kalmamıştı. Akşener’in bu konuda ısrar etmesinin nedeni, “kazanacak aday”dan çok siyasi bir tercih anlamı taşıyordu. İYİ Partinin tabanında bir kesimin dillendirdikleri ve kuşkusuz AKP tabanında da yaygın olan “Alevi kökenli” aday alerjisinin siyasetin kurmayları tarafından aşılması da çok önemli bir gelişmedir. Bazı komşuların insanı mal sahibi yapması gibi Akşener’in kaygıları, kendisi için bile olumlu sonuçlara yol açmıştır. İKTİDARDAN ARTÇI DEPREMLER GELECEK Birkaç gündür Cumhur İttifakı taraftarlarının morallerinin ne kadar bozuk olduğunu, gedikli yazar ve televizyoncuların tutumlarından anlıyoruz. İktidar sözcüleri, Millet İttifakında yeni depremler yaratmak için sisimik dalgalar yaymaya devam edeceklerdir. Ancak bunların hepsi hafif sallantılar yaratabilecek artçı depremler olmaktan ileri gidemez. Muhalefet bunlara karşı, kararları ortaklaşa almak, danışma gibi önleyici önlemleri almış bulunuyor. İktidar bu kez, kendince olumsuz Kürt kartını oynamaya soyundu. Yoksa Kılıçdaroğlu HDP’ye de mi gidecek ve onlardan oy mu isteyecekti? Yıllardır, Cumhur İttifakına oy vermediği için HDP, şeytan haline getirilmemiş miydi? Herkesle görüşülebilirdi ama HDP ile asla! Onlar üvey evlat bile değildi ve masaya asla yaklaştırılmamalıydı. Kürtlerin devletten herhangi bir isteği olamazdı. Böyle bir hak varsa bile bu İslamcı Kürtlerin ve iktidar yanlısı Kürt ağa ve şeyhlerinin hakkıydı! Akıl için yol birdir. Yazılarımda Millet İttifakına alınmasından korkulmuş bile olsa, HDP’nin özveri göstererek Millet İttifakını dışardan desteklemesi gerektiğini önerdim. Sosyalist sol için de aynı şey gereklidir. TKP’nin İstanbul Belediye seçimlerinde sandığa gitmeme kararını “Kargaya Bokun İlaç Demişler…” diye eleştirmiştim. (19 Haziran 2019) Cumhuriyeti ve demokrasiyi kurtarmak artık bütün muhalefetin görevidir. Bundan yan çizecek olan çevreler tarihin vebali altında kalacaklardır. Muhalefetin Cumhurbaşkanlığı adayını desteklemek, onun yetersiz gördüğümüz programının tümünü veya ileride görülebilecek uygulamalarını gözü kapalı destekleyeceğimiz anlamına gelmez. Millet İttifakı, Türkiye tarihinin ve siyaset sosyolojisinin dayattığı bir durumdur. Solcuların yapacağı iş, gelişmelerden yararlanarak gelecekte kurmayı düşündükleri ve buna hazırlanmakta oldukları “Tam Bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye ve halk iktidarı” için kitleleri örgütlemek, programlarını halka yaymaktır. Önümüzdeki seçimlerde Millet İttifakının başarılı olacağına inanıyordum. Son gelişmelerden sonra daha çok inanıyorum. Kadınlarımız gelecek yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü meydanlarda hiç değilse cop yemeden kutlayabileceklerdir! (8 Mart 2023) zekisarihan.com

  • EGO

    Benimle mi birsin sen Yaratılışımız aynı mı? Nefsim ne faşosun sen Seninle hergün savaş Bakalım kim üst olacak Seni bir yensem, ak gün doğacak Dünya yeni bir dünya olacak Kurt kuzu bir, beraber yaşayacak Ah yenebilsem seni, kem seni Bu dünya mutlu insanların olacak Gücüm artacak, yüzüm gülecek! Mustafa YILDIRIM 08.12.1976 GÜZEL Ne güzelsin sevdiğim Niçin üzgünsün Seni bu hallere düşüren Dilerim ateşte yansın Dost mu bulamadın? Bu senin kaderin değil. Asırlar böyle geçmiş Çilen sanki bir nehir Kara gözündeki her damla Ciğerime kor gibi düşüyor Bunda bir hile var İşte o ağır basıyor! Mustafa YILDIRIM

  • AKŞENER BU ÇIKIŞI NEDEN YAPTI?

    Zeki SARIHAN * Şurada tek adam yönetiminden kurtuluşumuza birkaç ay kaldı diye gün sayarken İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çok sert bir çıkış yaptı ve "Altılı Masa " dan İYİ Parti’yi kopardı. Akşener, Türk demokrasi tarihinde iyi bir ad bırakabilecekken, baştan beri "Altılı Masa"yı dağıtmaya çalışan iktidar çevrelerinin kına yakmasına neden oldu. Akşener bunu neden yaptı? Şimdi herkes bunu konuşuyor. Daha uzun süre konuşacağımız da anlaşılıyor. KAZANACAK ADAY… Akşener’in iddiası, Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanamayacak bir aday olduğudur. Ona göre CHP içinden seçimi kazanacak. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi adaylar vardır. Bunlara adaylığı kabul etmeleri için de canhıraş bir çağrı yaptı. Demek oluyor ki Akşener, parti olarak CHP’ye karşı değildir. Kılıçdaroğlu’na karşıdır. Kılıçdaroğlu ile aday gösterdiği öteki CHP’li iki aday arasındaki fark, Kılıçdaroğlu’nun Alevi, ötekilerin Sünni kökenli olmalarıdır. Aralarında kökten sosyal demokrat olmak veya sağ kökenli olup CHP’ye sonradan katılmak gibi bir fark da vardır. Klıçdaroğlu’nun Alevi kökenli olduğu için seçim kazanamayacağı İYİ Partililer tarafından dile getirliyordu. Bunun fanatik Sünni çevrelerde sosyolojik bir karşılığı da vardı. Toplum yapımızın hâlâ böyle ortaçağ zihniyetinin izlerini taşıması üzücü olmakla birtlikte son yapılan kamuoyu yoklamalarında Tayyip Errdoğan karşısında Cumhurbaşkanlığına aday gösterildiği takdirde Kılıçdaroğlu’nun hem da açık farkla kazanacağını gösteren anket sonuçları var. Ayrıntılı hükümet programları ve anayasa taslağı hazırlanmışken, seçim stratejileri bile belirlenmişken Akşener’in bu beklenmeyen çıkışını neye yormalı? Çok çeşitli ihtimaller ileri sürülecektir. Ancak olguyu mantıklı bir biçimde yorumlamak zorundayız. İYİ Parti kurmayları Kılıçdaroğlu’nu Alevi olduğu için istemiyor. Bunu da güya kendilerinin değil seçmenlerin sorun yaptığını söylüyor. Yani İYİ Parti kurmayları kendi tabanlarının eğilimini ileri sürüyor. Onların zihniyetini değiştirecek bir rehberlik yapmak yerine, bu geri anlayışa teslim oluyor. BU NE BİÇİM SOSYOLOJİ? “Gazi de Fırtınalı Yıllar (1967-1970)” adlı yeni bitirdiğim kitap çalışmasını yaparken, bu okulda kurulan Devrimci Gençlik Derneği kurucu üyeleri ile Ülkü Ocağı üyelerinin listesine ulaştım. Fikir Kulupleri Federasyonuna bağlı Gazi Eğitim Enstitüsü Fikir Kulübünün (daha sonraki adıyla Gazi Eğitim Enstitüsü Devrimci Gençlik Derneğinin) 40 kurucu üyesinden 21’i kız. 60 Kişilik Ülkü Ocağı üyeleri içinde ise tek bir kız yok! Bunun nedeninin ne olabileceğini sorduğum birkaç arkadaş Ülkücülerin feodal bir kültürün taşıyıcıları olarak erkek egemen bir anlayış taşıdıklarını söylediler. Kanımca bu gerçeği kısmen teslim ediyor. 1968 başkaldırması denilen gençlik hareketi, her ne kadar halk iktidarını hedeflemişse de, bu hareketim mensupları da erkek egemen bir anlayıştan bütünüyle sıyrılabilmiş sayılamazlardı. Bugün de hâlâ böyleyiz. Daha esaslı bir neden vardı. Ülkücülerin “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı Kadar Müslüman” olmaları. Bu Müslümanlık, Sünni’lik anlamına geliyordu. Nitekim ülkücüler, 1970’li yıllarda Kahramanmaraş’ta ve Çorum’da görüldüğü gibi Aleviler üzerinde etnik temizliğe kalkışmışlardır. En geri bir Ortaçağ düşüncesi, Yirminci Yüzyılın milliyetçilik düşüncesisiyle aşılanarak “Türk-İslam sentesi” olarak varlığını korumaktadır. Bu akım siyasette MHP ile temsil edilirken, birçok yorumcuya göre kentleşmiş ve kısmen modernleşmiş olan kesimler tafrafından yumuşatılmış ve bundan da İYİ Parti doğmuştur. 1969’daki Ülkü Ocağı kurucularının asıl görevi, bir halk iktidarını amaçlayan devrimci gençliğin önüne dikilmekti. Nitekim bu görevlerini okulda silahlı saldırılarda bulunmaya varacak kadar ileri götürdüler. “Kahrolsun Amerika, Bağımsız Türkiye” diyenlerin önünde Devletle birlikte barikatlar oluşturanlar da ülkücülerdi. Sözüm ona komünizm tehlikesine karşı Türkiye’yi ABD’nin yanında tutmaya çalışan vurucu güçlerdi. Bu hareket mensuplarından yıllar sonra “kullanıldık!” itirafları duyduk. Sovyetelerin yıklması gibi Uluslararası gelişmeler karşısında her çevrenin yeni siyasetler üretmesi doğaldır. Meral Akşener ve ekibinin, MHP’nin klasik milliyetçiliğine karşı tutum alması bu gelişmelerdendir. Ancak görünmeyen fay hatlarının depremlerde ortaya çıkması gibi, Altuılı Masada, Cumhurbaşkanlığına aday gösterme işinde bir hat kırılmıştır. İYİ Parti’nin nüvesinde bulunan Kürt ve Alevi karşıtlığı bu vesile ile ortaya çıkmış bulunuyor. Kırk yıllık Yani, Kâni olamamış, huylu huyundan vazgeçememiştir. Bu gelişmenin Cumhur İttifakı tarafarlarını sevindirmesi doğaldır ancak onlar seçimleri bu vesile ile çantada keklik görmesinler. Ortada bir sorun varsa bunun çözümü de bulunur. Irmak, yatağını bulur. (4 Mart 2023) zekisarihan.com

  • NEREYE VARILIR

    Fuat ÖZGEN * Kadınları, Toplumdan soyutlayarak, görünmez kılarak, “Kadınlar Günü”nde bile hak aramaları engellenerek, canlarına, bedenlerine yapılan saldırıları önlemeyerek, kanunları uygulamayarak, Gençleri, Okulları kapatıp eğitimi askıya alarak, eğitimin niteliğini değiştirerek, yaratıcılıkları törpüleyerek, gelecekleri karartarak, Çalışanları, Güvenlik önlemlerini almayarak, emeklerinin karşılığını vermeyerek, örgütlenmelerinin önüne geçerek, grevlerini yasaklayıp seslerini keserek, İşsizleri, İş alanı açmayarak, kendilerine, eğitimlerine, mesleklerine küstürerek, üretime katılmalarına izin vermeyerek, çevrelerine, ailelerine mahcup edip bunalıma sokarak, Emeklileri, düşük aylıklarla yardıma muhtaç ederek, sorunlarla, hastalıklarla baş başa bırakarak, adam yerine koymayarak, rahat, huzur vermeyerek, Siyaseti, Karından konuşmalar yaparak, yuvarlak, tutulmayacak sözler söyleyerek, ulusun değil, kendi çıkarlarını önceleyerek, halkı kandırmayı beceri sayarak Nereye varılır?!

  • KILIÇDAROĞLU’NUN CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLIĞI

    *Niyazi UYAR Bugüne kadar açık siyasi tavır belirleyen bir yazı yazmadığım gibi, yazmak da istemedim. İçinde bulunduğumuz günler, içinden geçtiğimiz zalim günler, beni de bir iki cümle yazmaya mecbur etti. Öteden beri hiçbir zaman, slogan siyasetinden, kör bağnaz siyasetten yana olmadım, fakat… İnsanoğlunun yakıştırdığı bir yaftadan hareketle bir yanlışlığa parmak basmak istedim: Nankör kedi! Kanımca kedinin nankörlükte adı çıkmıştır, ona bu yaftayı yapıştıran insandır. Hani Tanrı insanı, irade ve akıl bakımından doğanın en üstünü olarak yaratmıştır ya... Peki kim uydurmuş bu adlandırmayı? Bu doğru mudur, ne kadar doğrudur? Var sayalım öyledir. Şimdi soralım, hangi canlı türü kendi nesline ihanet eder, hangi canlı türü yarınları, kendi çirkin amaçları doğrultusunda yok eder? Bakın damla yağmur yağmıyor gökten, insanoğlunun doğayı, ormanları, ağaçları katletmesine sebep yağmıyor yağmur, mevsimler ruhunu kaybetti! Nankörlük ile ilgili bağlantıyı okura bırakarak, asıl konuyu işlemeye başlayalım. Zaten yazının içinde nankörlüğün örneğini bulacağız. Bu kadar girizgâh yeter, şimdi başlığa dair yazmaya geçelim. 2018 yılından beri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, ülkemize hakiki anlamda demokrasinin gelmesi için verdiği mücadeleyi, akli melekelerini kaybetmeyenlerle birlikte kurtlar kuşlar bile bilmektedir. Adı “iyi” olan bir partinin doğar doğmaz boğulmasına izin vermeyerek on beş milletvekiliyle fiili destekte bulunmuş, mecliste grup kurmasını sağlamıştır. Böyle bir şey siyaset tarihinde var mıdır bilmem; fakat bu durum proğlanmış, çok iyi tasarlanmış bir oyunun bozulması açısından son derece kıymetlidir. İşte bu davranış bile onun gerçek demokrat lider olduğunun tescili değil de nedir? Kılıçtaroğlu kimdir, ne yapmıştır, rüşvet mi almış mıdır, ülkenin ali menfaatlerini yabancılara peşkeş mi çekmiştir, bugüne kadar bir arsızlığı, bir namussuzluğu görülmüş müdür; peki ne yapmıştır? Ona bir cevap vermeden, bu yazıyı okuyan, bana değer veren, benim gibi düşünen, düşünmeyen arkadaşlarım, şimdi lütfen çok iyi dinleyin beni! Sizlere iki üç soru soracağım, lütfen yalpalamadan, kıvırmadan yanıt verin! 1- Sizin anne- babanızı seçme hakkınız oldu mu? 2- Dininizi, mezhebinizi seçme hakkınız oldu mu? 3- Dünyaya geldiğiniz coğrafyayı kendiniz mi seçtiniz? … Gördünüz mü ne ben ne siz, hiçbirimiz ne ailemizi ne dinimizi ne de yaşadığımız coğrafyayı seçtik! Kılıçtaroğlu’nun Alevi olması, ülkenin bir kaos ortamına sürüklenmesinden, bölünmenin eşiğinde olmasından daha mı kötü? Bugün şahit olduğum bir durumu anlatayım. Olayın kahramanlarından biri emekli bir yurttaş! O emekli yurttaşın fikirlerine, birikimine, siyasal geçmişine saygı duyulur. O emekli yurttaş, Kılıçtaroğlu’nun aday olmasına dair kullandığı cümle şaşkına çevirdi beni: “Onun aday olması ikinci Ekmelettin vakasıdır,” Böyle dedi, gerçekten böyle dedi! Dine ve mezhebe dair burada bir şeyler deyip konuyu dağıtmak istemem. Bu ülkenin okumuşu, yazmışı, eğitimcisi hala Yavuz döneminde yaşıyorsa vay bizim halimize! Hani bir tarihte, adının önünde profesör olan, üstelik adı da Hazreti Muhammet’in Kerbela’da katledilen sevgili torunun adı olan profesör. Bu bay profesörün adı Hüseyin’dir. Ne demişti bu bay profesör, “ben cahillerin ferasetine güveniyorum,” bu söylem cehaleti baş tacı etmek değil midir? Ne acı değil mi, eğitimlisinin cahilinden bir farkı yok demek ki; çok acı, çok acı… O zaman ne duruyorsunuz kapatın gitsin okulları, kapatın gitsin yayınevlerini, gazeteleri, dergileri, sinemaları, tiyatroları; kapatın gitsin insanları evlerine. Onlar siz isterseniz her bir şeyi sizin için yaparlar o zaman! Bir mankenimiz demişti ki, “benim oyum ile dağdaki çobanın oyu hiç eşit olur mu,” bu manken kızımızı ellerine geçirseler lime lime edeceklerdi o zaman. Gerçek bir aydın olan Üstat Aziz Nesin şöyle bir tespitte bulunmuştu, “Ülkenin yüzde altmışı cahildir,” O günlerde Üstattı sağcısı solcusu darağacında sallandırmıştı adeta. Kılıçtaroğlu gibi ülkesini seven, birleştiren, namuslu, çalışkan birine, okumuşunun, az çok mürekkep yalayanın Alevi diye karşı çıkması, akıl alacak gibi değil… Sen aziz milletim bunları idrak edemiyorsan, sen aziz milletim, sen var ya, sen hiçbir zaman uygar uluslar düzeyinde olamayacaksın; sen hiçbir zaman Aziz Atatürk’ün hedeflediği muasır ülkeler düzeyine ulaşmayacaksın! İnşallah beni mahcup edersin aziz milletim. Bir tarihte bir arkadaşım, oğlu için ders çalışmıyor hocam, yeterli çalışmıyor demişti çalışkan çocuğuna. Ben de o zaman, “bak göreceksin, bu çocuk seni patlıcan moru gibi morartacak!” Aziz milletim inşallah sen de beni patlıcan moru gibi morartırsın! 5 Mart 2023 Salihli

  • Hazal Diye Bir Gül

    Hasan KIYAFET * Ay ışığında Koruköy seraları uzaylılar dünyası kadar suskun ve gizemliydi. Çevrede kesme gül, karanfil tomurcuklarının doğum sancılarından başka kıpırtı yoktu. Gecenin amansızında pırt diyerek insanın içinde korku yelleri estiren seslerden başka! Ziraat mühendisi Erkan, kim bilir ne zamandan beri Hazal'ın başındaydı. Hazal da kim diyeceksiniz? Kan kırmızı katmer bir gül, güllerin şahı; seranın önderi, serdengeçtisi. Erkan'a sorsanız, güllerin ermişiydi. Her sürünün bir başı, her turna katarının bir öncüsü oluyor da, bir seranın neden bir gözde gülü olmasınmış? Bütün Sera çalışanlarının Hazala bakışı Erkandan farklıydı. O, solarsa bütün sera solacakmış, O. ölürse bütün güller ölecekmiş gibi garip bir duygu vardı herkeste. İşin kötüsü Hazal, ciddi hastaydı. Denenmedik ilaç bırakılmamış, henüz olumlu bir yanıt alınamamıştı. Erkan'ın soluğuyla karbon dioksit vermesi, dikenlerine dek sevip okşaması, başka ne anlama gele bilirdi? Genç yaşına karşın Erkan çiçeklerin dilinden anlardı. İnleyen gülün sesini duyar, boynu bükülenin imdadına yeterdi. Onlarla insan gibi konuşur, hal hatır sorardı. Ayrıca o, günlük konuşmalarını da çiçeklendirmeye başlamıştı. Herkes "günaydın" der, O,"gülaydın"derdi. Biriyle tanışıp ya da hoş geldin ederken biz tokalaşıp el veririz, o, sadece bir gül verirdi. Çınarcık-Yalova hattında Erkan' dan gül almamış insan azdı. Gül verecek kimseyi bulamadığı gün kendi kendine bir karanfil verir ve yakasına takardı. Bir gün Hazal, ona açıktan açığa, "gülaydın sevgilim" diyesiymiş. Bunu kulağıyla duymuş, gözüyle görmüş. Olaya bütün seradaki güller tanıkmış. Başka bir gün yanından geçerken dokunmadığı için küsmüş. Tam üç gün üç gece yönünü sera naylonundan yana dönüp somurtmuş. Bütün bunlardan sonra insanın ermişi oluyor da çiçeğin ermişi neden olmuyormuş? Gece yürüyor, Erkan, Hazalın başında kıpırtısız oturuyordu. Derken müziğin susmuşluğunu algıladı. Oysa O, ekmeğini , suyunu ihmal eder, seranın müziğini ihmal etmezdi. Bir çiftçi ellerinden farksız ellerini tulumuna silip kitaplığa yürüdü. Radyoteyp orada asılıydı, seranın en güzel köşesinde! Üst raflarında şiirlerin, onun altında roman ve öykülerin, en altta da tarıma ilişkin kitapların dizili olduğu yerdi burası. Ayrıca çerçeveli çiçek tabloları, özdeyişler, şiir alıntıları vardı. Aşık Veysel'in "Bülbül Gül", Odabaşı'nın " Kendine Benim İçin Bir Gül Ver, " adlı şiirleri yan yanaydı. Aklı müziğin susmuşluğunda, gözleri yerdeki lastik izlerine takıldı. Çömeldi, izleri yeniden gözden geçirdi, elledi. Kitaplara zaten kimse dokunmazdı. Zehir özellikli ilaçlar da yerli yerindeydi. Sorulu, çevreyi dinledi. Gece doğumu yapan gül pırtlamaları ile yeni işkınların kıpırtıla-rından başka ses yoktu. Fakat güller tedirgindi. Sanki serada yadırgı bir soluk yakalamışlardı. Aklı boyuna yer değiştiriyordu. Kalorifer borularına, sera iskeletlerine tutuşturulmuş özdeyiş levha-larından birisi tırp diye düştü. Kimi sakar kuşların naylonlara çarptığı gibi yürek hoplattı. İyi, özdeyişin camı kırılmamıştı. "Çiçeğin işlediği yere kurşun işlemez." yazısını yerden aldı, götürüp, " Bir memlekette kitap ve çiçek satışları at başı yürür." levhasının yanına astı. Aklından geçenlerin peşine yetişemiyordu. Ağabeyinin yaptığı densizliği anımsadı. Tut sen kar yağdığı bir gece kalorifer vanalarını kapat. Bunun öteki adı cinayetti. Kırk yıllık çiftçi, tam da don gecesi kaloriferleri susturmanın ne anlama geldiğini bilmez miydi? " Şimdi para marul, kabak ve hıyardaymış. Aç insanın gülü, çiçeği mi olur... muş? Bu gidişle topu dikerlermiş...” Erkan o güne dek güllerle incitmediği ağabeyini az kalsın boğazlayacaktı. Adam, açıktan açığa gülleri söküp yerine kabak, hıyar ekelim, diyordu. Kendine bile yabancı bir sesle: "Ağabey büyüksen büyüklüğünü bil. İnsan sadece yemek ve içmenin ortalaması değildir. Hem bizler, biraz da üretip yarattığımıza benzermişiz. Yarattığımızın bize benzemesi gibi. Yani gül üreten gül, hıyar üreten de hıyar..." demişti. / 2002 Kasım, KimseSİZ Dergisi * * * maviADAnın temellerini olduran 2002'de Şenol YAZICI ve arkadaşlarının Bursa'da çıkardığı KİMSE-SİZ DERGİSİNİN Bütün sayılarını ,YAZI ve YAZARLARINI Görmek İçin Buraya TIKLAYIN * *

  • Kadın Bir Dünyadır Aslında…

    Semihat KARADAĞLI * 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ "Gögün yarısı olan kadınlar, kavganın da yarısıdır" Clara Zetkin Anma mı? Yoksa kutlama mı? Bir çok kişinin “Dünya Kadınlar Günü” şeklinde bildiği, “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nün hikayesini hep beraber hatırlayalım isterseniz. 19. yüzyılda işçilerin çalışma ortamları olabildiğine kötüdür. 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York şehrinde 40.000 kadın dokuma işçisi daha iyi şartlarda çalışma amacıyla greve başlar. Polis işçi kadınlara saldırır, onları fabrikaya kilitler ve çıkan yangında kilitli kalan 129 kadın hayatını kaybeder. Cenazeye 10.000 kişi katılır. 26 -27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde toplanan 2. (Sosyalist) Enternasyonal'e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve arkadaşları her yıl bir "Kadınlar Günü" düzenlenmesi önerisini getirir. Öneri oybirliğiyle kabul edilmiştir. Ancak ilk yıllarda anma için belirli bir tarih belirlenmemiştir. "DÜNYA KADINLAR GÜNÜ" OLARAK 8 MART GÜNÜNÜN BELİRLENMESİ Bu konuda çeşitli iddialar ve tartışmalar bulunmaktadır. İşte bu iddialardan bazıları. 8 Mart 1857'de yine ABD'nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında grevci işçilere polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin kurulan barikatlar nedeniyle kaçamamaları sonucunda 120 kadın işçi yanarak ölmüştür. 8 Mart 1908'de ABD'nin New York kentinde çoğu sosyalist kadın işçilerin öncülüğünde sendikal haklar ve kadınlara oy hakkı talepleriyle düzenlenen miting gösterilmiştir. 25 Mart 1911'de New York'ta Triangle Gömlek Fabrikası'nda meydana gelen ve çoğu Almanya, İtalya, İrlanda ve Doğu Avrupa'dan ABD'ye yeni göçmüş bir kısmı 12-13 yaşlarında haftada 6-7 dolar ücretle çok zor şartlarda çalışan 123 kadın ve 23 erkek işçi yanarak öldüğü olay. Tüm bu hususlar Dünya Kadınlar gününün 8 Mart olarak belirlenmesinde etken olmuştur. Dünya Kadınlar Günü ilk kez 19 Mart 1911’de Almanya ve İsviçre’de anılmıştır. Anmaların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak değiştirilmesine 1921'de Moskova'da düzenlenen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda karar verilmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında sosyalizmin yayılmasından çekinen bir çok ülkede Dünya Kadınlar Günü’nün anılması yasaklanmıştır. 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler resmi web sitesinde 8 Mart gününün seçilmesine kaynaklık eden olay olarak Rusya'da Çarlığa son veren 1917 Şubat Devrimi'nin Gregoryen takvime göre 8 Mart günü kadınların protesto eylemleri ve grevleri ile başlamış olmasını işaret etmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etmiştir. Bu karar her 8 Mart’ta ‘Emekçi Kadınlar Günü’ mü yoksa ‘Kadınlar Günü’ mü tartışmalarının yeniden doğmasına sebebiyet verecektir Türkiye’de ise, Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ adıyla kutlanmıştır. 1977 yılından sonra düzenli olarak kutlanmaya başlanmıştır. 1980 Askeri Darbesi’nden sonra 4 yıl boyunca kutlamalar ve anmalara izin verilmemiştir. 1984’ten sonra Dünya Kadınlar Günü anma ve kutlamalarına devam edilmiştir. DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜNÜN KURUCUSU SAYILAN CLARA ZETKİN Alman politikacı ve kadın hakları savunucusu Clara Zetkin kadınların oy hakkı ve fırsat eşitliği gibi konularda mücadele etmiş Sosyal demokrat kadın hareketini geliştirmeye çalışmıştır. 1891'den 1917'ye kadar SDP'nin kadın gazetesi Die Gleichheit'in editörlüğünü yaptı. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal'e bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anma önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. Kadın haklarının mücadelecisi Zetkin: “Kadın, erkeğin başarısız bir kopyası değildir; insan olarak mücadele ve inşa için özel özelliklere ve yeteneklere sahiptir. Bu kadar uzun süre zincirli kalmış enerjisinin serbestçe gelişiminin, mücadelede ve yaratıcı çalışmalardaki başarısında büyük katkısı olacaktır.” demiştir. Fransız yazar Louis Aragon, 1912’de Basel’de dünya kadınlarını barışı korumaya çağıran Clara Zetkin’i “Basel Çanları” romanında şöyle anlatır: “Konuşuyor. Tek başına bir kadın gibi değil, kendisi için büyük bir gerçeği bulmuş bir kadın gibi... Daha çok bir sınıfa ait tüm kadınların ne düşündüğünü ifade etmek için, tüm diğer kadınlar için var olan bir kadın gibi konuşuyor…” Topluluk karşısında konuşmaktan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmamış bir kadın, milyonlara seslenen yürekli bir kadına dönüşmüştür artık. Önceleri o da korkmuştur elbet. Çoğumuzun tanıdığı bir korku. Toplum önünde konuşmak, hem de yüksek sesle… Paris’te 1889’daki II. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde ismi okunduğunda bu korkuyu yener. “Kadının Kurtuluşu İçin” başlıklı konuşmasında şöyle der: “…İnsan suretindeki her şeyin kurtuluşunu slogan edinmiş olanlar, insan cinsiyetinin bir yarısını ekonomik bağımlılıkla siyasal ve sosyal köleliğe mahkûm edemezler. İşçiler kapitalistler tarafından nasıl boyunduruk altına alınmışlarsa, kadın da erkek tarafından öylesine boyunduruk altına alınmıştır ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmadığı sürece de öyle kalacaktır...” “Kadının özgürlüğü tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. BEŞ BİN YILDIR KADIN; KÖLENİN KÖLESİ Sheffield Üniversitesi ve Waterloo Üniversitesi'nde felsefe profesörü, Dil felsefesi ve feminizm felsefesinde çalışan filozof Jennifer Mather Saul kadının toplumdaki ikinci sınıf görülmesi ile ilgili şöyle seslenir.: Ücretli kölenin evdeki hizmetçisi. Köylünün namusu. Küçük Burjuva Aydınının içki sofrasında mezesi ve ilişki albümünde yeteneğinin övüncesi. Kapitalist pazarın cinsel metası. Dindarın kapatması. Tanrının şeytanı. Erkek Avcıların Gülü, Sözde Aşk Meleği. Oysa o, insanı "Rahminde" var edip, yaratanı! Emzireni, emeği ile büyüteni, yani insan toplumunun sahibi. İşte değişim bizden biz kadınlardan başlamalı. Kendimizi çocuklarımızı yetiştirmeli ve toplumda kızlarımıza kendi kanatları ile uçmayı, oğullarımıza kadına saygılı olmayı öğretmeliyiz. ÇOCUKTAN GELİN OLMAZ SADECE ÇOCUK OLUR Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, çocuğu 18 yaşından küçük insan olarak tanımlamaktadır. Türk Medeni Kanununda ergin olma yaşı onsekiz olarak kabul edilmiştir. Yani onsekiz yaşından küçük her birey çocuktur. 4721 sayılı Türk Medeni Kanun’un 124 maddesinde “Erkek veya kadın onyedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir.” demektedir. Küçüklerin evlenmesi durumunda anne ve babalarının izni gereklidir. Ülkemizin ve geri kalmış ülkelerin en büyük sorunlarından bir tanesi de çocuk gelinlerdir. Ataerkil toplumlarda özellikle kırsal kesimde, eğitim seviyesinin düştüğü bölgelerde kız çocukları çok küçük yaşlarda evlendirilmektedir. Henüz fiziksel ve psikolojik gelişmesini tamamlamadan evlendirilen kız çocukları büyük bir sorumluluk altına girmekte, ezilmektedirler. TMK nuna göre resmi nikah yapılabilmesi mümkün olmadığı için imam nikahı ile yapılan evliliklerle aynı zamanda medeni kanunun kendilerine tanıdığı haklardan da yararlanamamaktadırlar. Her dinlediğimde boğazımın düğüm düğüm olduğu sözleri Aysel Gürel’e ait Ünzile şarkısında anlatıldığı gibi daha küçücük çocuklar bazen başlık parası ile adeta bir hayvan gibi verilmektedir. Ünzile insan dölü On kardeş beşi ölü Büyüdükçe un ufak Ve gelir de görücü İnci gibi dişi Görücü bilir işi Söğüdüm ağlar gider Olur hatun kişi Varmadan sekizine Ergin oldu Ünzile Hem çocuk hem de kadın Onikisinde ana Bir gül gibi al ve narin Bir su gibi saydam ve sakin Susar kadın Ünzile Yağmuru kim döküyor Ünzile kaç koyun ediyor Dayaktan uslanalı Hiçbir şey sormuyor “ dizelerinde çocuk gelinlerin dramı çarpıcı bir anlatımla dile getirilmiştir. KADINA ŞİDDET Ülkemizde kız çocuklarına bebek, erkek çocuklarına silah oyuncak olarak verilip daha çocuk yaşında kız çocukları anne ve gelin olmaya, erkek çocukları da silahla şiddeti yadsır halde yetiştirilmektedir. Yine erkek çocukların doğumlarında, erkekliğe adım atarken davullu zurnalı sünet düğünlerinde erkek olmak yüceltilirken, kız çocuklarının ise ergenliğe adım atmaları ayıp ve utanılacak bir olay olarak kabul edilmiştir. Daha aile içinde başlayan cinsiyet ayrımcılığı, erkek çocuklarının küfür etmeye argo konuşmaya silaha özendirilmesi sonucunda şiddete meyilli bir toplum yaratılmakta ve en küçük bir olayda konuşup çözüm bulmak yerine şiddete meyil edilmektedir. Dünyanın bir çok ülkesinde kadın cinayetleri ve kadına şiddet uygulanmaya devam ediyor. Özellikle ataerkil toplumlarda kadının var olması adeta erkeğin onayı ile mümkün. Sosyal güvencesi, düzenli geliri, işi olmayan, eğitim hakkı elinden alınan çocuk yaşta evlendirilen kadın çoğu zaman eşinin ailesi ile birlikte yaşadığı yoksulluk içinde çocukluğunu gençliğini yaşamadan büyük bir sorumluluk altına giriyor. Bu durumda bunalan kadına aynı zamanda uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddet bir insanlık ayıbı olarak sürüyor. Eşi, kardeşleri, akrabaları komşuları tarafından hatta başka kadınlar tarafından baskı altına alınıyor. Kadını yargılayıp ahlak bekçisi gibi şiddet uygulamayı veya öldürmeyi kendilerine hak olarak görüyorlar. Kadın Cinayetlerini durduracağız platformu 2020 yılında “Erkekler Tarafından 300 Kadınının öldürüldüğünü, 171 Kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğu” şeklinde açıklama yapmıştır. Küçük yaşta evlendirilen, ekonomik özgürlüğü olmayan, yeterli bilince sahip olmayan ve toplum baskısından çekinen kadın kendisine uygulanan tüm baskı ve şiddete ses çıkarmadan evliliğini sürdürmeye çalışmaktadır. Öfkeli toplum kendi iç öfkesini tüm sorumluluğunu kadının üzerinde deneyerek çıkarmaktadır. Ülkemizin değerli şairlerinden “inceliklerin şairi” olarak bilinen Gülten Akın “İlk yaz “ isimli şiirinde: Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga.” Şeklinde anlatır dizelerinde şiddeti. Son yıllarda artan ekonomik sıkıntıların ceremesi de kadınların sırtına yüklenmekte akşam eve kafasında bin bir sorun ile gelen erkek bu sorunların sebebi kadınmış gibi hırsını ondan çıkarmaktadır. Analardır adam eden adamı Aydınlıklardır önümüzde gider. Sizi de bir ana doğurmadı mı? Analara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin. (Nazım Hikmet ) İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR Avrupa Konseyi’nin 2011’deki dönem başkanı Türkiye’ydi. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi’de bu sebeple İstanbul’da 7 Nisan 2011'de onaylandı ve 11 Nisan 2011'de ülkelerin imzasına açıldı. Sözleşmeyi imzalayan ve onaylayan ilk ülke ise Türkiye oldu. Sözleşmenin giriş kısmında şiddetin neden ve sonuçlarının yarattığı menfi durumlar değerlendirilmektedir. Buna göre kadına yönelik şiddet tarihsel bir olgu olarak tanımlanıp şiddetin cinsiyet eşitsizliği ekseninde doğan güç ilişkilerinden kaynaklandığına değinilmektedir. Bu dengesizlik kadınlara yönelik ayrımcı muameleye neden olmaktadır. Toplumsal cinsiyeti toplum tarafından kurgulanmış davranış ve eylem hâli olarak niteleyen metinde kadına yönelik şiddet insan hakkı ihlâli olarak değerlendirilmektedir ve şiddet, cinsel istismar, taciz, tecavüz, zorla ve erken yaşta evlendirilme ile namus cinayetleri gibi durumların kadınları toplumda "öteki" durumuna getirdiği ifade edilmektedir. Sözleşmedeki şiddet tanımı Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi'nin (CEDAW) 19. tavsiyesi ve Kadınlara Yönelik Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Bildirgesi’nin tanımıyla benzerlik göstermekle beraber psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet ibareleri de ayrıca eklenmiştir. Sözleşme'nin bu konudaki tavsiyesi kadın-erkek eşitliğini sağlamanın kadına yönelik şiddetin önüne geçeceği yönündedir.Bu tanım sonrasında sözleşme, taraf devletlere şiddeti önleme yükümlülüğü getirmektedir. Açıklayıcı metinde cinsiyet, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık ve engellilik durumu, medeni hâl, göçmen ve mültecilik gibi durumlarda ayrımcılık yapılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu kapsamda kadınların aile içinde erkeklere oranla çok daha fazla şiddete maruz kaldıkları göz önünde tutularak kadın mağdurlar için destek servislerinin kurulması, özel tedbirlerin alınması ve daha fazla kaynak aktarılması gerektiği belirtilmekte ve bu durumun erkekler için ayrımcılık olmadığına işaret edilmektedir. Uluslararası hukukta kadına karşı şiddeti ya da ayrımcılığı yasaklayan pek çok uluslararası düzenleme bulunmakla birlikte, İstanbul Sözleşmesi kapsamı ve oluşturduğu denetim mekanizmasıyla ayırt edici bir özelliğe sahiptir. Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık konularında o güne kadar yapılmış en kapsamlı tanımlara yer vermiştir. İstanbul sözleşmesi sadece kadını değil her türlü şiddete maruz kalan kişileri de korumaktadır. Ülkemizde bir çok sivil toplum çalışması ile kadınlar örgütlenmekte ve haklarına sahip çıkmaya çalışmaktadır. Kadın sığınma evleri ile şiddete maruz kalan kadınlar koruma altına alınmaya çalışılmaktadır. 6284 sayılı İstanbul sözleşmesi kapsamında alınacak tedbirler şiddet uygulayan bireye uzaklaştırma, hapis cezası vb müeyyideler getirmektedir. Her türlü şiddete karşı sessiz kalma… ÇALIŞAN KADINLARIN SORUNLARI Hayatın çeşitli sektörlerinde erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen çoğu zaman kadın yönetici yerine erkek yöneticiler tercih edilmektedir. Kadınlar yoğun çalışma ortamından sonra eve geldikleri zaman kendilerini ev sorumlulukları beklemektedir. Çalışan kadın çoğu zaman kendi kazancını dahi evde eşine vermekte alınan gayrimenkuller de çoğu zaman erkeğin adına yapılmaktadır. Boşanma durumunda mal rejiminin tasfiyesi davalarında ekonomik durumu müsait olmayan kadın ağır dava koşullarından dolayı çoğu zaman mal rejiminin tasfiyesi davasını açamamaktadır. Yine dava sonunda kendisine bir mülkiyet hakkı tanınmamakta sadece bir alacak değeri belirlenmektedir. Yaptıkları işe karşılık çoğu meslekte erkeklerle eşit ücret almamaktadırlar. Eğitimli başarılı iş kadınları dahi çoğu zaman toplumda erkek adı ile anılmaktadır. Avukat olarak mesleğe ilk başladığım yıllarda ofise gelen müvekkiller “Avukat beyle görüşebilir miyiz?” diye sorduklarında, buyrun ben avukatım nasıl yardımcı olurum dediğim zaman ilk anda tedirgin olan müşteriler konuştukça rahatlayıp davranışları değişmiştir. Bu durumda bile erkekler cinsiyetleri geri bir adım önce mesleği yapmaya başlamaktadırlar. Son yıllarda kadınların özellikle büyük şehirlerde çalışmaları sebebiyle bir çok alanda görev almaya başlamışlardır. BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTİRMEK Belki de ilk önce bakış açımızın değişmesi gerekmektedir. Dilimize yerleşen bazı sözcüklere baktığımız zaman bu sözcükleri erkek egemenliğinin ele geçirdiğini görüyoruz. Hatta o kadar yerleşmiş ki biz kadınlar bile bu sözcükleri kullanıyoruz. Belki de önce bakış açımızı değiştirmeli, kullandığımız kelimelerden cinsiyetçi ifadeleri çıkarmalıyız. İşte iş hayatından kullanılan bazı ayrımcı sözcükler. 'Adamakıllı' değil 'layığıyla.' 'İş kadını' değil 'iş insanı.' 'Erkek sözü' değil 'söz.' 'Bayan yönetici' değil 'yönetici.' 'Sözünün eri' değil 'sözüne sadık.' 'Bu işin adamı' değil 'doğru kişi.' 'Bayan tuvaleti' değil 'kadın tuvaleti.' 'Adam gibi' değil 'doğru düzgün.' Bunun gibi daha birçok kadını küçük düşüren ön yargılı sözcükler bulunuyor. Birisine kızıldığı zaman, kavga sırasında veya birisini aşağılamak için anasının … olduğundan bahsederek o kişi küçümseniyor. Kimse kalkıp babasına laf söylemiyor. Yine kadını küçük düşüren kendi başına varlığı kabul edilmeyen bir durum da “kocasının karısı” olmasıdır. Pandemi sürecinde başarılı çalışmaları ile dünyaca ünlü Alman biyoteknoloji şirketi BioNtech'in kurucu ortağı Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci ile ilgili birkaç gazete kendilerinden “bilim insanı” diye bahsederken bir çok yazılı ve görsel basında Dr Özlem Türeci’den Uğur Şahin’in eşi sıfatı ile bahsedilmesi görünen bariz cinsiyet ayrımcılığının gözümüze çarpan en çarpıcı örneklerindendir. “EKMEK DE İSTİYORUZ GÜL DE…” EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!" Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz! Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli "Ekmek!" çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!" James OPPENHEIM tarafından yazılan bu şiir Metin DEMİRTAŞ tarafından Türkçeye çevrilmiştir. James OPPENHEIM, Massachusetts Lawrence'ta dokuma işçilerinin grevi sırasında bazı genç kızların taşıdığı dövizde yazılı "We want Bread, and Roses too!" (ekmek de istiyoruz, gül de!) sloganından yola çıkarak, ünlü şiiri "Bread and Roses" (Ekmek ve Gül)'ü 1911 yılında yazmıştır. Ekmek, kadınların ekonomik taleplerini, gül ise daha iyi bir yaşamın ifadesini anlatmaktadır. Kadınların istedikleri ekmek de istiyoruz, gül de” sloganıyla özetlenmiştir. KADIN Kimi der ki kadın ; Uzun kış gecelerinde, Serip bir döşek gibi Yatmak içindir. Kimi der ki kadın ; Yeşil bir harman yerinde, Dokuz zilli bir köçek gibi Oynatmak içindir. Kimi der ki, hamur yoğurur. Kimi der ki, çocuk doğurur. Her ağızdan bir söz: Kimi der ki, ilk göz ağrım. Kimi der ki, onunla dolu bağrım. Kimi der ki, bunca yıldır yaşıyorum ayalimdir. Kimi der ki, boynumda taşıyorum vebalimdir. Ne bu, ne şu. Ne öyle, ne böyle. Ne döşek, ne köçek. Ne ayal, ne vebal… O benim; Kollarım, bacaklarım, dudaklarım, Ve başımdır.. Yavrum, anam, öz kardeşim, karım, Hayat arkadaşımdır. Nail Çakırhan Şiirinde Kadını bu şekilde anlatır. TÜRK KADINI Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sayesinde kadınlarımız bir çok avrupa ülkesinde yaşayan kadınlardan önce bir çok hakka sahip olmuşlardır. Mustafa Kemal Atatürk “ "Dünya'da hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez." demiştir. Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile ilgili görüşmeler sırasında da, aynı gerçek BMM kürsüsünden belirtilmiştir: “Türk kadınına bu hakkın bir lütuf olarak verildiği kanaatinde değiliz. Kimse bu kanaatte olamaz. Bir memlekette ki, yurdun her tarafı istilâya uğradığı zaman, kadınlar ateş altında erkeklerle beraber omuz omuza çalışırlar, memleketin geri kalan kısmını korumak ve beslemek için tarlanın kara toprağından yiyecek çıkarmaya çalışırlar, elbette bu varlıkların yurdun her köşesinde ve her tabakasında söz söylemeye hakları vardır”. Denilerek Türk Kadına bir çok Avrupa ve dünya ülkesinden önce bir çok hakları tanımıştır. VE KADINLAR Kurtuluş savaşının kahraman kadınlarını Nazım Hikmet Kuvayi milliye destanında şöyle anlatır: Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız *** Her ne kadar yok sayılmaya çalışılsa da “Kadın bir dünyadır aslında”. Tüm dünyayı yürekleri ile kucaklar. Ve unutmayın bir kadın tüm dünyayı değiştirebilir. Tüm kadınların emekçi kadınlar günü kutlu olsun. Semihat Karadağlı

  • Deprem Sarsar

    DENETİMSİZLİK VE RANT ÖLDÜRÜR * Yusuf AKSOY * Yüz yılın enkazı olarak anılacak olan 6 Şubat 2023 Depreminin ardından bir ay geçti. Diğer depremlerde yaşadığımız büyük acıları, Kahramanmaraş merkezli ve 11 ili etkileyen çok büyük yıkım, ölüm ve kayıplara yol açan depremde de katlayarak yaşadık. Deprem; Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Malatya, Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Adıyaman, Osmaniye, Adana ve Elazığ ile birlikte komşumuz Suriye’nin kuzeyinde de çok sayıda yerleşim yerinde etkili olmuştur. Oralarda da çok sayıda enkaz ve 3 bini aşan ölümler yaşanmıştır. AFAD tarafından yapılan 28 Şubat tarihli açıklamaya göre: ”Kahramanmaraş’ta yaşanan depremler ve ardından gerçekleşen artçılarda hayatını kaybedenlerin sayısının 45 bin 89’a yükseldiği” bildirilmiştir. Bu sayının gerçeği yansıtmadığı ve maalesef kayıpların çok daha fazla olduğu farklı kişi ve çevrelerce kamuoyunda paylaşılmaktadır. Çok büyük kayıplar verdiğimiz 17 Ağustos 1999 depreminden 24 yıl sonra yaşanacak depremlere karşı hiçbir ciddi önlemin alınmadığı ortaya çıktı. Her şeyden önce ülkemizin çok ciddi yıkım ve ölümlerle sonuçlanabilecek bir ‘DEPREM ÜLKESİ’ olduğu bilinci ne devlet nazarında ne de kamuoyunca kabul görmediği bir kere daha ortaya çıkmış oldu. Bilime kapalı bilinç hali ve canlı yaşamı yerine rantı kutsama tercihi, onarılması mümkün olmayan kayıplara yol açmıştır. Deprem bilimcilerinin Türkiye’nin deprem gerçekliliği ve yapılması gerekenleri bağıran sesine kulağını kapayan devlet mekanizması ve değişen siyasi iktidarlar yaşananların sorumluları değil midir? Birkaç temel soru ile deprem nedeniyle yaşanılanları yeniden sorgulayalım: · Türkiye bir deprem ülkesi midir, değil midir? · 11 ili etkileyen 6 Şubat depreminde devletin arama-kurtarma faaliyetleri ne zaman başladı? · Afetlere karşı arama kurtarma ve yardım kuruluşlarının yetersizliğinin ve etkisizliğinin sebebi nedir, sorumluları kimlerdir? · On binlerce insanın, geliyorum diye bağıran depremin yarattığı yıkımın altında kalarak hayatını kaybetmesinin hesabını kim verecek? Yine on binlerce evsiz barksız, aşsız, susuz, kıyafetsiz insanın günlerce sokaklarda acı çekerek kalmasının sorumlusu kimlerdir? · Enkazlar altında günlerce kurtarılmayı bekleyerek ölenlerin hesabını verilecek mi? · Deprem mahallinde ya da tedavi sürecinde kayıp olan onlarca bebek, çocuk ve yetişkin depremzede nerededir? · Yıkıma, ölümlere ve büyük travmalara neden olan denetimsiz ve yanlış ve eksik malzeme ile yapılan yapılardan sadece müteahhitler mi sorumludur? Müteahhitler dışında yargılanacak sorumlular yok mudur? · Ölümler, kayıplar ve yıkım ile ilgili herhangi bir yüzleşme olacak mı? Yoksa hafızası zayıflatılan topluma mı mal edilecek tüm yaşanılanlar? · Fay hatları üzerindeki tarım ve su birikim alanlarını imara açmak, zemin uygunluk etütleri bile yapmayarak yapı izni vermek doğru mudur? · Yapı denetim kuruluşlarını, rantın dışında yapı bilimiyle ilgisi ve bilgisi olmayan müteahhit firmalarına vermek ile ne hedeflenmektedir? · İmar Barışı çıkarmanın amacı nedir? İmar yasağına ve hiçbir denetimden geçmemesine rağmen yapılmış olan yapıları affetmek yasadışılığı, denetimsizliği, rantı, talanı teşvik etmek; yıkımlara ve ölümlere davetiye çıkarmak değil midir? · Neden hala hiç bir kamu görevlisi istifa etmemiştir? · Sorumlular, ölen insanlar ve yıkılan binalar mıdır? Toplum olarak hafızamızı diri tutarak bu ve benzer soruları çoğaltarak sormalıyız ve yanıtlarını ve gereğinin yapılmasını cesaretle takip etmek zorundayız. Bu; karanlıkta, uykuda aydın, mutlu yarınların düşleriyle ölenlere karşı onur borcumuz olacaktır. “Dayanışma ezilenlerin inceliğidir.” Gerçeğinden yola çıkarak bu ölümcül deprem yıkıcılığında olduğu gibi enternasyonal dayanışmayı daha da büyütmek zorundayız. On binlerce canımızı kaybettiğimiz 6 Şubat depreminde enkaz altında kalanları kurtarmak için Dünya’nın dört bir yanından gelerek hayatları pahasına binlerce insanlarımızı enkaz altından çıkaran emekçilere minnettarız; onları asla unutmayacağız. Asla unutmayacağız canlar arasında kalbimizde ve ruhumuzda yeri çok önemli olan kurtarma köpekleri de vardır. Özverili çalışması ve kahramanlıları ardından ülkemiz topraklarında hayatını kaybeden Meksikalı can dostumuz Proteo’yu da hiç unutmayacağız. Halklar olarak örgütlü olmanın ve dayanışmanın önemini çok iyi anlamış olmamız lazım. Şair’in dediği gibi: “Nerede bir can ölse oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmasa insan olmaz yüreğim.” İnsan ötekiyle, tüm canlılarla, doğayla, bilimle, emekle el ele olduğu sürece kendisiyle yüzleşebilecektir. Ölenlerin, kayıpların yarım bıraktıkları hayatlarının bizim hayatlarımıza bir vicdani yük olarak eklendiğini sakın ama sakın unutmayalım.

  • maviADA 2023 Yıllığı Çıktı!

    DOSYA: Anlatının Dayanılmaz Sihri / KENDİNİ YARATMAK / İÇİNDEKİLER -Alfabetik Sırayla- Aycan AYTORE 7 Aydın ŞİMŞEK 11 Fadime Y. KAROĞLU 17 Fuat ÖZGEN 19 Hamza BEKTAŞ 21 Hasan GÜLERYÜZ 23 İsmail Hakkı ÖZSARI 25 Mehmet ÇOBAN 27 Mustafa TANER 29 Niyazi UYAR 31 Nurdan ALADAĞ 35 Nurten B. AKSOY 37 Semihat KARADAĞLI 41 Şenol YAZICI 45 Uğur ÖZIŞIK 49 Yusuf AKSOY 51 Zeliha AYDOĞMUŞ 53 Zeki SARIHAN 59 DOSYAYI Bilgisayarınıza indirmek, okumak için lütfen tıklayın. -maviADA Dergisi -

  • Kayıpların Ardından

    Fadime Y. KAROĞLU * Bu yangın hiç soğumaz Cehennemin ta kendisi Kor kor yanan! Binlerin adı yok, Kalan binlercesine Sadece rakam! Ahları üstümüzde Kör kör bakan... Baktım bağ, Bakmadım dağ taş insan! Bu nasıl figan? Gözde yaş, gönülde ateş Yanar yanar... Dünya yana yana soğudu Ya insan, Yana yana soğur mu? Soğuyup da yeşerir mi? Köklenir mi ağaç? Soğumuş bir başka Dünya Var mı ki? Soy sürüp, köklensin insan!

  • Yazmak Kendini Yaratmaktır

    Şenol YAZICI * Şimdi tam zamanı. Karanlığın en koyusu şafağa yakın olandır derler ya delirir bu günlerde ama bakmayın; zemherinin, o büyük zulmün, bir kardelene yenilme vakti yakın... çıkışı yok, ardı Cemre. Tam yeniden başlama zamanıdır. En korktuğumuzu yapsak mı? Beklesin kurtarılacak ülkeler, uğruna ölüme atılacağımız beyaz eldivenler öylece dursun. Yüreğimizi geri alsak ilk, önce kendimizi kurtarsak... Bir ayna büyütsek içimizde, bizi bize çıplak gösteren bir ayna. Dayanabilir miyiz, gördüğümüze? Deneyin... Hadi anlatın. Yazmak, durmadan yazmak, anlatmak için yaşadığına bakmak, güçlü bir anlatım için kuşkusuz temel koşul. Ne var ki yazmak, başkalarına öğretmekten öte, asıl yazanına yönelik iyi bir öğretmendir. Özenli yazma gayretleri sonunda dil güzelleşir. Beyninizin ince kıvrımlarında yerleşmiş, ama kullanılmadığından farkına bile varmadığınız pek çok düşünceyi Amerika’yı keşfetmekten daha heyecanlı bir macerayla bulur, kendinizi tanırsınız. Sonuçta bir atom profesörüyle boy ölçüşmeyeceksiniz, konunuz yaşamsa, gerçekte başka insanların ona dair bildiklerinin sizden pek de fazla olmadığını, sadece var olan yetilerinizin, gizemlerinizin bilincine varamadığınızı anlarsınız. Bu da özgüveni artırır. Kendinizi istenmeyen bir sokak kedisi gibi duyumsarken, birden yüreğinizin bir yanının bir W. Wolf ya da Picasso ya da Bach olduğunu anlamak yeterince vurucu değil midir? Kimse ilah değildir artık ya da siz de o üstün insanlardan birisiniz. Sadece, doğru yerde, doğru zamanda olamamışsınız, bu güne değin. Hep aynı enlemlerde dolaşmaktan göğünüzün katlarını fark edememiş olabilirsiniz. Ama her şeyin bir ilki yok mu? Bu günden başlayın. Hadi yazın. Kendinizi keşfetmek, başkalarının dayattıklarını mı, yoksa kendi seçiminizi mi yaşadığınızı anlamak için bu gün tam zamanı, yazmaya başlayın. Yalnız mısınız yazın, yazmak bir benzerini yaratma gayretidir de... Sizi anlayacağı, aynı boylamda düşeni, daha çok bilen benzerini, bir sağlama yapacak bilge yazarını arayan okuru yaratmaktır da... Günce tutmak bilinen en iyi yollardan biri, en kolayı da. Ne yazacağım sıkıntısı en aza iner. Nefes alıp vermek bile yaşamaktan sayılmaz mı? Anlatacak bir öykü değil midir? Gösterişli hikayeler aramayın, insanın sırrı ayrıntıdadır, ona bakın. Yaşamınıza tutacağınız bu ayna ve ulaşacağınız çizgi, şaşırtacaktır sizi. İnanabilirsiniz. Birçok şey kısa süre sonra akıl almaz derece de basit, uyduruk dayanılmaz gelecektir. Birileri yaşıyor, moda diye nelerin peşinde koştuğunuzu kendi yazdıklarınızda gözleyip, size uyan yaşam tarzının ne olduğunu daha çok sorgulayacak, çevrenizde ne çok uydurma tanrı olduğunu ayırt edip şaşıracaksınız, eminim. Ya da hiç yakınmadan, neden saman çiğner gibi yaşam, neden tüm yaptıklarımdan erinçsiz oluyorum, diye sormadan, hiçbir zaman özgüven kazanmadan tüketin ömrünüzü. Seçim kuşkusuz sizin. Yanlış ya da doğru yaşadığınız her şeyin sizin seçiminiz olması daha bir önemli. Başkalarının istediğini yaşamak en zoru olsa gerek. Biri dayatıyor diye sevmek, biri ister diye gülmek, uymayana katlanmak; dahası gün olup bunları kendi ilkenizmiş gibi savunmaya durmak... dayanılır mı? Birilerinin istediğini yaşamak; zaman zaman kaçınılmaz, insan yapısına uygun bir tür kolaycılık, yatkınlık olsa da, kimi alanlarda kendi cephelerinizi açamaz mısınız? İlk adımı attığınızda, ilk cephenizi yarattığınızda, siz bir sanatçısınız. Çünkü sanat yaratmaktır. Andre Malraux; sanatçı, dünyayı yansıtan kişi değil, dünyaya rakip kişidir, der. Siz de yaşamın sıra gidişine karşı koyup özel bir an, özel bir akış yarattığınızda farkına varılmayan olağanüstü bir kahramanlığa adım attınız demektir. Sizi kul yapanların ya da yaşamın da korktuğu budur. Belki de, sizin de korktuğunuz. Haklısınız. Farklı olup sıra bir yaşamı yaşamak daha bir korkunçtur. Varsayın ki, siz mahallenin bakkalısınız ve Mozart’ın dehasına sahipsiniz; keman sizin elinizde bülbül olup şakıyor: Sadece komik olursunuz ve işte o zaman çatlarsınız. Ya değiştirir ya çatlarsınız. Bir domuz olmaktansa huzurlu bir insan olmayı yeğlerim, demiş S.Mill, biraz huzursuzluk insan olmanızın gereğidir. Ya da öteki türlü olun; sürüden bir parça... Katı doktrinlerin, inançların sanatı sevmeyişinin altında bu yatıyor olmalı. Keskin kuralları olan bir öğreti, insanı inancın sürüsü yapma derdindedir. Kilitlendiği amaca ulaşmak için takınması gereken tavır da bu olsa gerek. Çoğu kez bunda toplum yararı da görülebilir. Öyle ya, kendini denetleyebilen, bir başına bırakılmaya gelen insan da çok fazla değil. İyi de, toplumun yararı uğruna herkesi ortak standartlarda saymak, esnemeyecek kalıplara yerleştirmek; bireye saygı duymamak değil de nedir? Öteki türlü, ışıksız kavşaklar gibi olurdu hayat... İyi de senin yatak odandan kaç otoban geçer ki, başkalarının ellerine bıraktın hayatını? Bir yönlü istemleri uyuyorsa da, öteki yönler ne olacak? Hayat bir katlanmaysa hep değer mi yaşamaya? İstemediğin sevgiliye katlan, istemediğin yaşama, istemediğin partiye... Toplumculuk oynamanın gereği, ideolojilerin ya da inançların zoruyla birey haklarını yitirenlerden söz etmeme gerek var mı? Yüzde ellibir mi istedi, haklıdır. Ya geride kalan yüzde 49?... Sokrat’ı çoğunluk adına ölüme mahkûm edenler mi haklıydı sizce? Anlıyorum, mazlumların hikayeleri anlatılır hep, diyorsunuz, yarın benim günüm olabilir. İyi de siz, Sokrat değilsiniz, sadece yaşama alanlarını korumaya çalışan sıradan bir insansınız. Kimse beş yıl sonra adınızı bile anmayabilir. O zaman, sizi hesaba katmayan yapılanmaya başlangıçta, hayır, diyebilmek için kendinizi tanıyın. Kalabalıkların ve çoklukların her zaman haklı olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? Devir, herkesin gözünün kör olduğu yerde sen de gözünü kör et, olmasa gerektir. İnsana yakışan, doğru olanı görmek, apaydınlık görmek ve gördüğünü anlatabilmek olmalı. Sağlıklı toplumun temel ilkesi de, binlerce kişinin arasında salt bir kişi görüyorsa, oturup gözüne mil çekmek yerine, onun gördüğünü paylaşmak... Şeyh Bedrettin’i alkışlarken iyi de, siz acaba kaç Bedrettin’in yok oluşuna alkış tutuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? Belki de Galile’nin, Dekart’ın insanlığı bin yıl ötelere sıçratan düşüncelerinin, İskender’e , ”Gölge etme başka ihsan istemem,” diyen yürekli filozofun onurunun bir bölümü de sizdedir de, farkında değilsiniz. Filmlerde ağlayıp alkışlamak, mezar taşlarından kahramanlar yaratmak yerine, beynimizi karıştırıp içinizdeki devi uyandırmanın zamanı değil mi? Neden, artık paslanmaya yüz tutan üçüncü kanadınızı açıp, yukarılardan bir yerden tüm insanlığı içinizde duyumsayarak, bir benden öte bin ben, olarak bakmıyorsunuz dünyaya? O zaman ne denli güzel olacağınızı biliyor musunuz? Ne kadar özel?.. Hadi anlatın. Bütün yapılacak; kendinizi keşfetmek. Beyninizin kıvrımları arasında ellerinizi dolaştırıp insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin birikimini yakalamak, açığa çıkarmak ve yansıtmak yaşama. Okumak, en büyük kitap olan kendinizi. Böylece aydınlık yüzünüz kendi kimliğiniz, özgüveninizle olağanüstü bir insan olarak dikildiğinizde ayaklarınız üstünde, sizi kimse kullanamaz artık. Hiç kimse. Bu da zor değil. Bugünden başlayın. İşe gitmek için bindiğiniz araçtan, yolunuza çıkan çiçek çiçek kiraz dalına değin anlatmaya başlayın. Hadi yazın. Biten aşkları, ölecek gibi olmaları yazın. Göreceksiniz kusursuz kişiler, sevdalar yok insan yaşamında, olmamış. Olsa ihanet su gibi vazgeçilmez olur muydu? Bir bakın yazdıklarınıza, geçmişinize. Siz kaç kez denediniz ihaneti? Hep kusursuz ilişkilerden, öpüşen yüreklerden dem vurup kimsenin üstüne düşeni yapmadığını göreceksiniz. En sevdiğinizi, en önemlisini en çok kırdığınızı fark edeceksiniz. Bir araba almak için düşündüğünüz, uğraştığınız kadar evliliğinizi kurarken düşündünüz mü? Yazsaydınız bir kenara, görürdünüz şimdi. Boşluklarda dolaşırken bir ömür harcadığınız uyduruk insanları hatırlayın, deneyin anlatmayı. Aynı yanılgıları yinelememek için deneyin, sizin olmazsa birinin işine yarar, bugün başlayın. Dün kutsal sayılan bugün beş para etmeyen görkemli söylemler adına yitip gitmiş arkadaşları, inandıklarını bir kalemde yadsıyan, kendi yanlışlarını örtmek için size kara çalanları anlatın. Boynunuza sarılıp öperken ezberlediği sevda türkülerini söyleyen, sırtınızı döndüğünüzde bir başkasına aynını yineleyenlere harcadığınız güzelim duygularınızı anlatın. Öpücüklerinizle prens, prenses yaptığınız, sonra da taptığınız insanların öykülerin bitiminde bir kurbağa bile olmayı beceremeyişlerini anlatın. Sınanmış insanların kahramanlığını, sınanmamış kahramanların acınacak zavallılığını anlatın. Ayırtına varmadığınız, denk geldiğinizde sizi gülümseten, insanmış bu, Tanrı razı olsun, dedirtenleri de, insan olmaktan mutsuz kılanları da anlatın. Çürümelerden söz edip çürüyecek hiçbir şeyi kalmayanları yazın. Bakın, neler bildiğinize kendiniz de şaşacaksınız. Yeter ki, kendinizle konuşmaya başlayın. Merak etmeyin size deli demezler, deseler de delilikle velilik arasında ince bir çizgi olduğunu düşünün... Sadece onlar görmüyordur. Hadi anlatın. Neyin yanlış neyin doğru olduğunu hiç kimse, hele hele ”kendi bahçesinde dal olamayıp sizin bahçenizde ağaçlık taslayanlar” anlatmasınlar size, siz bulun. Önemli değil, on yıl sonra bulun, otuz yıl sonra bulun. Hiç bulmadan ölenlerin sayısına şaşarsınız. Bulun ve duyurun yere göğe: Bu yaşam benim, ben yarattım, dişimle tırnağımla, peki, siz kimsiniz, hiç emek vermeden boynuma tasma vurmaya uğraşanlar, diye bir sorun. Bırakın kurtaracağınız ülkeler biraz daha beklesin. Bırakın uğruna ölüme gideceğiniz beyaz eldivenler öylece dursun. Değmediklerini fark etmeniz biraz daha geçe kalsın. Önce yüreğinizi geri alın. Önce onu kurtarın. Bırakın buzdolabınız, yatınız katınız, bilmem ne marka arabanız olmasın. Yaşlandıkça makyaja gereksinmemiz artması gibi, eksildikçe insani değerlerimiz bunlara da ilgimiz artmıyor mu? Hadi eksilen yanlarınızı anlatın. Bırakın dursun, dursun zaman. Gözlerinde siz varmışsınız gibi öyle bakın, insanlara. Bakın, içlerindeki çocuğu görün. En güçlü duranların, en büyük sahtekarlar olduğunu fark edeceksiniz. Kimse yenilmez, kimse korkusuz değil. Onlar sizden biri... Tutun o çocuğun elinden. Dokunun ona. Göğsünüze çekin bastırın. Yüksekten düşüyormuşsunuz gibi, sanki karşı konulmaz bir deniz tutmasının başındaymışsınız gibi içiniz kalksın. Hissediyor musunuz? Tıpkı sizin gibi değil mi? Belki bin yıldır sığınacak yeri olmadı onun da. Hadi görün yazdığınızdan. Karşılaştırın dünkü ve bugünkü sizi. Hiçbir acınız ilk değildir aslında. Hiçbir aşk sonsuza değin yaşamayı beceremez. Hiçbir sevda ölümsüz değildir. Bunu bin kez yaşadınız, hep öleceğinizi sandınız, yenisine dek. O zaman, kendi seçimini doğru yaşamak değil midir as’lolan? Keşke, bir de hep doğru olanları seçme şansımız olsa. Olsun, yaşamda her şey ölümlüyse hatalarda unutulur. O zaman önce kendin ol. İçindekini keşfetmek için hadi yaz. Kendine karşı olanı oldur, yüreğini geri al ve kendini yarat yeniden. En zoru bu mu dersin?

  • YAZMANIN DAYANILMAZLIĞI

    Yusuf AKSOY * Karmaşık bir evrenin en karmaşık sorunlarıyla iç içe olan insan, ilkel çağlardan beri hep bir arayış içinde olmuştur. Hayatını çekilebilir bir düzene sokma arayışıdır bu. Yazının icadı bu arayışlar içinde en yaratıcı ve yararlı buluşlardan biri olmuştur. Yazıyı günümüzden 5500 yıl önce Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler bulmuştur. Kısa süre sonra da diğer coğrafyalarda birbirinden bağımsız olarak yazı türleri bulundu ve farklı alfabeler oluşturuldu. Yazı ile zamansal ve uzamsal anlamda insanın tüm zihinsel edimlerini ve becerilerini ötekine aktarmanın çok önemli bir aracı bulunmuştu artık. Yazı, bulunduğu çağlarda ilk aşamada alış-veriş kayıtlarını tutmada ve ülkeler arasındaki ilişkilerde kullanılmaya başlandı. Zamanla insanın tüm ihtiyaçlarını ve kendini ifade edeceği bir araç halini aldı. Tüm literatur alanlarının ürünleri, gelişimi, aktarımı, değişimi insana ve topluma fayda sunmakla beraber yol gösterici değer de taşır. Buradan edebi yazın dünyasına rotayı kırmak istiyorum. Yazı ile hayatını idame ettiren gazete, dergi vb. işlerde çalışan yazın emekçileri daha çok ya da şöyle ifade edelim yazma zorunluluğu içinde oldukları için yazıyorlardır. Hemen her gün yazma gibi çok zor bir iş üstlenen bu arkadaşlara saygıda kusur edemeyiz. Bazen bir iki paragraf yazmak bile çok zor olabiliyorken günlük yazma mesaisindekileri özveriyi bir düşünelim. İnsan neden yazar? Sorusuna ‘kendinde sorumluluk’ diye yanıt vereyim. Başlangıçta sorumluluk duygusuyla başlamaz insan yazılarına. Bir hevestir, dikkat çekmedir, burada başarılıyım iddiasıdır, söyleyemediklerini yazmak düşüncesindedir, kalıcı olma isteğidir, kaçıştır, yalnız kalma isteğidir, sıradan bir ilgidir ya da hepsidir yazmaya başlama nedeni. Yazma serüveni ilerledikçe yazar, hem mutlu olur hem de kaygılıdır. Mutludur, çünkü yazabilme sürekliliği mutlu kılar onu. Kaygılıdır aynı zamanda, yazma eylemi sona erer mi soruları da gezinir bazen kafasının orta yerinde. İşte tam da bu aşamada yol ayrımı kendini dayatır. Geçici bir heves ise yazma eylemi her an noktalanır. Birkaç yazısıyla ihtiyaç duyduğu tatmin duygusu ihtiyacını giderir. Kişinin kendine ulaşma ve sonrasında kendini aşma kaygısıysa, Sarte’nin “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” söylemindeki gibi özgürlüğe çevriliyse kalem, artık sorumluluktan kaçamaz. Bu aşamadan itibaren yazmak ciddi bir meseledir artık. Kaleminizi salt kendi elinizle tutup yazmayacaksınız artık. Özgürlük tutkusu, özgürlüğe mahkûm olma hali kendine ulaşma ve kendini aşma uğraşısının yol alıcılığında kolektife içkindir artık yazılanlar. Kendimiz dışındaki öznelerin de yaşanmışlıkların keşfi yazmasam olmaz değerindedir bu saatten sonra. Yazdığın her dize, her paragraf ötekinin de sızısı, isyanı, mutluluğu, ötekinin de yarına olan inancı ve sonsuzluğa ödediği bedeldir. Duraklarına rağmen sonu olmayan yolculuğumuzda dokunabildiklerimiz hayatımızın tadı tuzu oluyor. Yazı da, durmadan akan sessiz bir nehrin geçtiği yerleri yeşertmesi gibi, bizimle olana dokundukça iç ferahlığı yaratmaktadır. “Ben söylediklerimden sorumluyum, anladıklarınızdan değil.” diyen Stefan Zweig’a atıfla ben de hem yazdıklarımdan ve yazacaklarımdan sorumluyum diyorum. Böyle düşünebilmem beni yazmaya daha da cesaretlendiriyor. Cesaret demişken, yazmak cesaretle de çok yakın dosttur. Cesaretin teslim edildiği dönemler de yazı çok önemli bir faildir. Bu fail iyinin de kötünün de faili olabiliyor pek ala. Bu iki taraflılığı da yazılanlar, çizilenler tarihe deşifre ediyor. Brecht, Hitler’e ses çıkarmayan “makûs talihlerine” razı sanatçılara şöyle seslenmiş: “Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz.” İşte, yazının gücü, söylemin sönmesine engel oluyor; onu geleceğe taşıyarak suçu ve suça ortaklığın çirkinliğini ortaya döküyor. Yazan yazdıklarıyla kendinde sorumluluğun üstüne çıkabilme bilinci ve yeteneği sayesinde hafızaların silinmesine karşı panzehir olabiliyor. “İnsan kendini ne yaparsa o olacaktır” diyen Jean Paul Sarte’nin sözünden güç alarak ben de ‘bugün ne yazıyorsak yarın da onu yazacağız’, diyorum. Yazarların, şairlerin, sanatçıların ve aydınların nefesi daraldığı dönemlerde en çok ihtiyacı olan cesarettir. Yaşam ve yaşananlar karşısında objektif olabilmeyi sürdürülebilir bir cesaret anlayışıyla sağlayabiliriz ancak. Diğer tüm özgürlük kazanımları gibi yazabilme hakkına erişebilmek de kazanılması gereken bir özgürlük alanıdır. En çok da susmamız istendiği zamanlarda yazmalıyız. Çünkü suskunluğun olduğu her de suç vardır; sıradanlaştırma ve hafızayı başka türlü yönetme ve yönlendirme vardır. Hem de en koyusundan yazmalıyız üstümüze gelindiğinde. Yazmazsak yitip gideriz. Alnımıza kara süreriz, tarih affetmez elinden kalemini düşürene. Kendimizle yüzleşebilmek için ustan ve kalpten gelen ne varsa kâğıda dökmeliyiz tek tek. İnsan baktığı yerden söyler, baktığı yerden yazar ve yaşar. Çağın karanlığına minicik de olsun ışık olmalı yazdıklarımız. Yazarken, ne aşkı ıskalamalıyız ne de kavgayı. Ne insanı atlamalıyız ne de doğayı. Ne de hayatına müdahale edilmesin isteyen tüm dezavantajlı kesimleri. Şimdi hızına yetişilemeyen ve tarihe silinemeyen bir olarak geçen yazı var. Bir damlanın Derya olması gibi bir kıvılcım, bir saniyede yangın olabiliyor. Yazmak çağa tanıklık etmektir. Tanıklık, taraflılıktır hiç kuşkusuz. Yarına küçük bir izdir karaladıklarımız ya da sabaha kocaman bir müjdedir onca yıldır beklenen. Bizi tarihimizle yargılayacak olan gelecektekilere serüveni acısıyla tatlısıyla anlatmazsak, tarihin zavallıları oluruz. Üzeriz yarınlarımızı. İşte o nedenle cesareti şiirle, öyküyle, romanla, denemeyle, makaleyle, yetmedi, yetmez de tiyatroyla, sinemayla, resimle, fotoğrafla her yaşa bulaştırmalıyız. Yeniden âşık oluyormuş gibi heyecandan taşarcasına güle oynaya, doya doya yazmalıyız. Yazmalıyız, yazıdan korkanlara inat. Daha büyük puntolarla sabahlara kadar yazmalıyız uykumuzu kaçıranlara inat. Hem kendi dilimizle hem de yasaklanan tüm dillerle dertlerimizi, tasalarımızı ama en çok da umutlarımızı yazmalıyız bıkıp usanmadan. Yazarak daha çok olacağımıza ve daha çok yaşayacağımıza inanıyorum.

  • NİÇİN VE NASIL YAZIYORUM?

    Zeki SARIHAN * Yazmak benim için bir tutkudur. Aynı zamanda bir alışkanlıktır. Nasıl okumadan yapamasam yazmadan da yapamam. Bu, bir dışavurum eylemi mi, yoksa öğretmenlikten gelen bir alışkanlık mı? Ben okuyarak birşeyler öğreniyorum. Öğrendiklerimi ve inandıklarımı niçin kendime saklayayım? Bunları başka insanlara iletmek, duyurmak, onların da bunları bilmesini sağlamak iyi olmaz mı? Kendimi bildim bileli yazıyorum. Daha ilkokul üçüncü sınıfta duyduğum atasözlerini bir deftere yazıyordum. Beşinci sınıfta günlük tutmaya başladım. Bazı yıllar zorunlu kesintiye uğradıysa da ömrüm boyunca buna devam ettim. Şimdi 52. defterdeyim. Bunu tamamen kendim için, yaşadıklarımı ileride hatırlamak için yapıyor da olsam, geçmiş olaylarla ilgili yazılarımda bana belleklik görevi yapıyor. Defterleri açıp bakıyorum. Şu olay ne zaman olmuş? O zaman neler yazmışım Başkalarına duyurmak için yazma eylemim de Öğretmen Okulu (ortaokul) döneminde başlıyor. Okul duvar gazetesinde az mı yazım yayımlandı. Okulun basılı bülteninde yayımlanan ilk yazımı ise nasıl unutabilirim? İşte ilk kez benim bir yazım da matbaa harfleriyle basılmış (1960) ve başkaları da bunu okuyor! Ya, Öğretmen Okulunun Lise sınıflarında birkaç arkadaşla birlikte dergi çıkarma girişimi…(Sorun.) Okul yönetimi o sayıyı toplatmasaydı, dergimiz ilk sayıda kalacak değildi. Köyde çıkardığımız duvar gazetesini, çeşmeye gelenlerin görebileceği bir ahırın duvarına asıyorduk. İlk öğretmenlik yıllarında yerel gazetelere yazılar göndermenin yanında mesleğin üçüncü yılında köylülerin sorunlarını dile getirmek ve onların kalkınmasına yardımcı olmak için köyde hazırlanıp kasabada bastırılan ve öğretmenlere, muhtarlara gönderilen, o dönemin tek köy gazetesi İleri Köy (1966-1967). Önce TÖB-DER Fatsa Şubesinde teksirle çoğaltılan Haftalık Haber Bülteni, (1974-1975) sonra İnebolu TÖB-DER adına gene teksirle çoğaltılan aylık Heyamola (1977), ardından Polatlı Postası’nda haftalık yazılar. (1977) Bir yandan da günlük gazeteler, ardından aylık ve haftalık dergilere yöneliş (Aydınlık, Cumhuriyet, Siyah Beyaz) Sıra, arkadaşlarla birlikte aylık bir meslek dergisi çıkarmaya gelmiştir. Öğretmenlerin mesleğe ilgisini çekmek, onlar arasındaki parçalanmışlığa son vermek amacıyla. Gazeteler gibi dergiler de birer değirmen gibidir, öğütmek için sürekli yazı isterler. Haber yazmak, araştırma yapmak, başyazılar yazmak, öğretmenliğin yanında ikinci bir mesleğinizdir artık. Sarı basın kartınız bile olmuştur. Derginin tam 40 yıllık ömrünün 32 yılının (1980-2011) her sayısında iziniz vardır. Sosyal medya dönemi açıldığında boş oturacak değilsiniz. Öğretmenlik nasıl emekli olunca sona ermezse, bir yazar da hiçbir zaman pijama-terlik-televizyon düzenine geçemez. Düşüncelerini mümkün olduğu kadar çok insanla paylaşmaya çaba gösterir. Bunun mecraları facebook, e-posta grupları, adınıza açılmış blog ve haber-yorum siteleridir. Her yazınız böylece, yüzlerce, binlerce kişiye ulaşma olanağına kavuşur. Ortalama haftada iki yazı paylaşmak normaldir. Gelelim kitaplara (42 kitap): Eli kalem tutan herkes gibi, araştırmalarınızın, makale ve fıkralarınızın kitap olarak basılıp raflarda yerini almasını istersiniz. Her kitabınız basıldığında yeni bir çocuğunuz olmuş gibidir. Kitaplarınızın kimisi ilk baskıda kalır, kimisi birkaç baskı yapar, “Ben sizin kitabınızı okudum” diyen birine rastlarsanız memnun olursunuz. Bunlar, başka araştırma ve yorumlara kaynaklık yapıyorsa memnunluğunuz artar. Her görüşün olduğu gibi her yazarın da bir mevsimi vardır. Bazı zaman olur ki, kitaplarınız nerdeyse kapışılır, bazı zaman imza masalarında yanınıza uğrayan olmaz. Herhangi bir derinliği olmayan fakat bol reklamı yapılmış bir kitabın yazarı önünde uzun kuyruklar görünce mevsimlik yazar olmanın özelliğini daha iyi anlarsınız. Çok geçmeden bu görüşler piyasadan çekilir, yerini yeni piyasa yazarları alır. Dişe dokunur kitapların ise az da olsa arayanı her zaman bulunur. Bir yazara yol gösteren ilkeler neler olmalıdır? “Büyük insanlığın” yararını gözetmek, halka yalan söylememek, dili maharetle kullanmak bunların başlıcalarıdır. İlkokullarda çocuklara bir zamanlar her sabah içtirilen ant gibi benim de 6.10.2013’te ilan edilmiş bir “Andım” var. Onu belirterek bu bahse son verelim. ZEKİ SARIHAN’IN ANDI YAZI VE KONUŞMALARIMDA · Yalnız halkın, haksızlığa uğrayanların, ezilenlerin haklarını gözeteceğime, · Bütün halkları ve milletleri eşit ve kardeş sayacağıma, · Her gerçeği söyleyemesem de söylediklerimin her zaman gerçek olacağına, · Kim olursa olsun haklının hakkını daima teslim edeceğime, · Düşüncelerimi açıklarken cesur davranacağıma, · Kendi üslubumu yaratmaya çalışacağıma, · Halk avcılığı (demagoji) yapmayacağıma, · İyi bilmediğim konularda kesin hükümler vermeyeceğime, · Herkesten öğrenmeye çaba göstereceğime, · Hatalarımı düzeltmekten geri kalmayacağıma, · Kimseye iftira etmeyeceğime, · Herkesin kişilik haklarına saygılı olacağıma, · Açık ve anlaşılır, özenli bir dil kullanacağıma, · Yararlandığım kaynakları belirteceğime, · Düşüncelerime yönelen eleştirileri anlayışla karşılayacağıma, SÖZ VERİRİM * (Anlatımın Dayanılmaz Sihri-KENDİNİ YARATMAK, Mavi Ada Dergisi 2023 Yıllığı, s.55-57) (25 Şubat 2023)

  • YAZMANIN BÜYÜSÜ

    Nurdan ALADAĞ * Yazmak, insanı insana anlatmanı en iyi yoludur. Başka bir dünyanın kapıları kolayca aralanır, yazarken inandığı şeye dönüşerek kendi derinliğine de ulaşır insan. Kendisiyle yüzleşecek cesareti bulmak hiç kolay değildir aslında. Yazarak anlatmaya çalışmak sustuklarımızı boşa kürek çekmektir çoğu zaman… Yaşamı alabora olmuş birinin duygusal devinimleri için sığınacak bir liman olur bazen. Sessiz çığlıklar sağır ederken, görmek istemeyen gözleri aydınlatmak ve bunu yapacak gücü kendinde bulmak… Yazarken güle oynaya yazdım diyene de rastlamadım doğrusu. Yazılan ister şiir olsun ister öykü, roman hatta günlük amaç hep aynıdır. Acıyı ayaklandıran hatta çoğaltan bir eylemi başlatmak cesaretine yazarak ulaşılır. Her yazarın yazma nedeni ve biçiminde farklılıklar bulunur. Çünkü her yazarın karakteri, dünya görüşü ve bilgisi birbirinden farklıdır. Tezer Özlü ’nün “İnsanın başkalarına söyledikleri, kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir.” sözü “Niçin yazarız?” sorusuna iyi bir yanıttır. Bu soruya karşılık turunç meyvesinden reçel yapmaya benzetiyorum yazma eylemini. Kendine özgü acılığı olan bir meyvenin iştahla yenmesini bekleyemezsiniz kimseden. Acısını bıraksın diye her gün ince dilimlenmiş meyvelerin bulunduğu su değiştirilir. Her dokunuşta meyve bir bakıma aklanır adeta yeniden tatlanır. Şekeri tam yerinde konursa unutulmayacak bir kıvama ulaşır. Reçel olduktan sonra yenen her kaşıkta bu süreci anımsatan buruk tat ise yeniden anımsanır. Yazılanın görücüye çıkması için yaşanan süreçte duyulan heyecan sözcüklerle kolayca anlatılmaz. Okundukça can yakan cümlelerin yazarın zihninden çıkmasındaki sancı gibidir. İşte bu duygularla yazdım durdum ben de. “Ekmek” adlı ilk deneme yazım MaviAda Dergisi’nde yayımlandı. Kalemimden çıkan küçük bir kıvılcımla yüreğim ısındı. Ateşimi söndürmemek için besledim durdum yazma isteğimi. Okudum okudukça doldurdum mürekkebimi. Kimi zaman durdum seyrettim hayatın içinde olan biteni. Düşe kalka ayakta durmaya çalışan insanın yaşadıklarını gözledim. Ayna tuttum içime. Kendimle yüzleşirken kanamaya başladım. İlk öykü kitabımda yazdığım her öykü yüreğime saplanmış okları çıkarmak gibiydi. Doğmamış çocuğa don biçer görünüp baştan aşağı giydirmekti kitap yazmak… Yayımladıktan sonra yazdıklarının arkasında durmak ve okuruna ulaşmasını sağlamak… Başarılı olmayı kendine ispatlamanın hazzı başkaydı.Umberto Eco: “Hayatta kalmak için hikâyeler anlatmak gerek.” Demiş. Bu düşünceyle öykülerime öncülük eden “Yol Günlüklerimi” yazmaya başladım sırasıyla. Yazdıkça yolculuklara çıkma isteğim çoğaldı. Yaşadığımı yazmak, yazdıklarımı da yaşamak istedim bir yandan. Taşı yontarken” taşın içinden heykeli ortaya çıkardım” diyen sanatçının gücünü taşıdım kalemimin ucuna. Şimdilerde farklı bir pencereden bakıyorum dünyaya. Ayrıntıları büyüteçle görüyor cımbızla ayıklıyorum. Canlı cansız ne varsa onların tarafına geçerek izliyorum olan biteni. Yaşanılanların, yaşadıklarımın tanığı oluyorum bir bakıma. Herkesi ilgilendiren sonuçlara ulaşırken olayların tam ortasında buluyorum kendimi. Gördüklerimi yeni bir üslupla aktarmanın yollarını arıyorum. Sorular sorup, yanıtların peşine düşüyorum. Düşlerime yeni yol haritası çiziyorum yazdıklarımdan güç alarak… Beni geçmişe ve geleceğe sürükleyen duygularla şimdiye getirmesine izin veriyorum her bir sözcüğün… Her nerede duruyorsak yaşamın da tam orada olduğunu düşünüyorum. İnsan diyorum her defasında… Ne kadar karmaşık… Ne kadar basit… Okundukça yazıldıkça parçalarına ayrılan… Aradığını buldukça, yakalamak istediğine kavuştukça uzaklaşan, bilinmezlere gebe kalan… Yazma sevdasıyla yanarak okundukça anlaşılmayı umarak hayatına anlam katmaya çalışan… Kalemin mürekkebini kendi eliyle dolduran “İNSAN” var oldukça yazana da okuyana da şifadır. Yazmak, hayatı sahiplenmek insanın dertleriyle dertlenmek, sevinçleriyle sevinmektir. Yazmak, yeni bir yaşam oluşturarak mutluluğa ulaşmaktadır. Çünkü yazmak hayatı paylaşmaktır.

  • Yaza Yaza Vardım Bir Güzel Yaşa

    Nurten B. AKSOY * Küçük bir kız çocuğu; uzun yıllar önce kurak, sarı sıcak topraklarda gözlerini açar dünyaya. Çok da iyi hatırlayamadığı bu toprakların özlemini çeker hep yıllar boyu. Çocukluk yıllarından elinde kalan birkaç fotoğraf ve birkaç yanık hatıra; bir baston, minik bir yavru kedi, kırmızı bir oyuncak araba, bitmez tükenmez tünellerde yol alan bir kara tren ve düşler içinden gülümseyen simalar... Sonra sisler arasından güneşle birlikte doğan bir şehir, bir dünya güzeli; İSTANBUL… İstanbul'la başlayan tutku, zamanla bir sevdaya, hatta bir kara sevdaya dönüşür... Okumayı söktüğü ilk günden beri okur, okur, hep okur, ne olursa olsun okur... Minik hikayelerle başlar ilk okumalar, sonra romanlar sonra şiirler, şiirler, şiirler... Ders kitaplarındaki tüm şiirleri farkında olmadan ezberler, bu yüzden daha ilkokuldayken bayramlarda ona okuturlar hep şiirleri, o minicik boyuyla haykırır: "Bu vatan, toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır…” Ömer Seyfettin’le başlayan ilk öykü okumaları Binbir Gece Masalları'yla devam eder. Bir de arkadaşlarla değiş tokuş yaparak okudukları eğlencelik Tommiksler, Teksaslar, Tentenler yoldaşı olur boş zamanlarında ona. Zaman geçer, genç kızlığa doğru ilk adımlarını atar; aşk romanları, cep fotoromanları ve duygusal şiirleri daha çok sevmeye başlar; "Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ” Sonra lise yılları, heyecan ve korkuyla beklediği edebiyat dersleri. Okuduğu her bir şiir mıh gibi yüreğine saplanırken, kompozisyon dersleri kâbusu olur. Okumayı bunca seven bu genç kız niyeyse yazmaktan korkar hep; sınavlarda arkadaşlarından medet umar, bir iki cümle de ona söylesinler diye. Yazarken tutulur kalır, belki not korkusuyla dökemez içini satırlara; ama şiirleri hiç unutmaz, her fırsatta tekrarlar durur; divan edebiyatıymış, halk edebiyatıymış hiç fark etmez. Bir gün; "Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı" diye dolanırken; ertesi gün "Yeşil başlı gövel ördek Uçar gider göle karşı…” diye gezinir durur. Rüyalarını doldurur şiirler: "Bu akşam bilmediğim bir âlem içindeyim Ya rüyada bir seyyah, ya semavi Çin'deyim…" Edebiyat dersleri yetmez şiirlere, milli güvenlik derslerinde, ders hocası yakışıklı teğmen de şiirler okur onlara: "Şeytan dağında bir mağarada Yaşayan büyücü bir kadın varmış Aşka inanmayan taş kalplileri Büyüler büyüler de kara sevdalı yaparmış...” Kavak yelleri eser başında, şiir defterleri tutar; ilk sayfaya da "Annabel Lee'yi yazar özlemle ve hicranla... “Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee…” ya da Ahmet Arif dizeleri ile doldurur defterlerinin sayfalarını gizli gözyaşları akıtırken: “Seni anlatabilsem seni Yokluğun, cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini...” Zaman bir "rüzgâr gibi geçer" adeta, üniversite yılları başlar... Kader onu hiç de farkında olmadan Edebiyat Fakültesinin sıralarına savurur. "Alp Er Tunga öldi mü/Issız ajun kaldı mu” diye başlayan şiirler; "Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" diye Mevlânâ'nın Mesnevi'si ile devam eder. Fuzûliler, Nedimler, Nâbiler… Daha sonra Namık Kemaller, Tevfik Fikretler, Yahya Kemaller ve nicelerinin dizeleri. Hepsi bir oya gibi işlenir zihninin ve yüreğinin bir köşesine, günü geldiğinde kullanmak üzere kitler onları yüreğinin sandığına. Arkadaşlarıyla oyun gibi dizeler yazarlar birbirlerine yarışırcasına, atışırcasına. Kimi zaman romantik satırlar bir kitabın ilk sayfasında bir hediye gibi gelirken, kimi zaman da bir mektubun içine saklanır bir sırmışçasına... Sonra öğretmenlik yılları başlar. Kendi yazamasa da öğrencilerine yazma ve güzel şiirler öğretme çabaları, şiir günleri, şiir dinletileri... Ve bir rüzgarın savurmasıyla başlayan ilk gurbet günleri, İstanbul'a hasret günler. Şiirler, şarkılarla dindirir hasretini gurbette: "Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul"u okur Bolaman tepelerinde, "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" derken hırçın Karadeniz'in kıyılarında, o masmavi Marmara'yı düşler hep. Derken evlilik ve Karadeniz'den Akdeniz'e yolculuk... Bir Antalya sevdalısını çıkarır kader karşısına, yasemin kokulu, portakal çiçeği kokulu şiirler yazan bir eş. Kendisine; "Hayatında kara günün olmasın Ümitlerin açılmadan solmasın Yüzün gülsün, gözün yaşla dolmasın Bahtın açık ufkun aydınlık olsun" diye şiirler yazan bir eş... Nisan tutkunu bir şair; yazar da yazar... Sonra da yazmalara doyamadan göçer gider bir başka sevdalısı olduğu şehirde, İstanbul'da. Ardından hep şu dizeler dökülür sevdiklerinin dudaklarından: “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.” *** Kitaplarla dostluğu hiç bitmez; hem kendi çocuklarına hem öğrencilerine rehberlik eder, okuyun hep okuyun diyerek. Çok okumanın yazmanın harcı olduğunu söyler onlara her fırsatta. Ama kendi bir türlü kalemi eline alamaz; ne korkusunu yener ne de zaman bulur yazmaya. Yıllar bir rüzgar gibi geçer, önce öğretmenliğe, ardından Antalya’ya veda eder, sevdalısı İstanbul’a yeniden kavuşur. Emekliliğin getirdiği boş zamanlar sanal alemle tanışmasına vesile olur. Eski dostlar, eski arkadaşlar çıkıverir karşısına sosyal medya sayfalarında. Bir bakar ki bilen bilmeyen, yazan yazmayan herkes şair-yazar olmuş kendince. O çok korktuğu YAZARLIK ayağa düşüp, pazara çıkmış meğerse… *** Yıllar içindeki okuma sevdasını anlattığım o küçük kız artık büyümüş, öğretmen olmuş, anne olmuş, yıllarca hayatın bütün yükünü taşımış ve sonunda kendiyle baş başa kalmıştı. Şimdilerde yaşı kemale eren bir zamanların o küçük kızının yazma aşkını kendi ağzından dinleyelim bakalım. Bir salkım söğüdün altında oturdum, kaldım Gün kavuşurken akşama Daldım gittim mavi sulara... Gençliğimi aradım yanı başımda, Yasemin kokan sokaklarda koştum nefes nefese Kanat çırpan martıları sordum hırçın denize... Yüreğinden vurmuşlardı Zümrüdüanka’yı Kafdağı'na varamadım, Güneş boyarken dünyayı kızıla, Bir başka alemde uyandım sandım... n.b.a *** Otuz üç yıl öğretmenlik yapıp emekli olduktan ve kendi çocuklarımı da yuvalarına uğurladıktan sonra nihayet kendimle baş başa kalmıştım. Artık bol bol okuyacak, gezecek, kendimi ve sevdalım İstanbul’u anılarımı da yanıma alıp yeni baştan keşfedecektim. Yollara düştüm yeniden, günlerce çocukluğumun sokaklarını gezdim tek tek; kimi zaman gülümseyerek, kimi zaman yaşlı gözlerle. Sokakları, doğayı, insanları seyrettim bu gezmelerde. Eve döndüğümdeyse bilgisayar başına oturup gözlemlerimi, izlenimlerimi yazmaya başladım. Sanki dilimdeki kilit kırılmış, kapılar açılmıştı. Sözcükler cümle, cümleler paragrafları oluşturuyordu. Yazmaya başlamıştım, yazıyor yazıyordum… Sonra bu yazdıklarımı biraz ürkek biraz çekingen sosyal medyada yayınlamaya başladım. O bir zamanlar kompozisyon öğretmenlerimin dudak kıvırıp, düşük not verdiği yazılarım okunuyor, beğeniliyordu. Her ne kadar bu beğenilerin bir kısmı belki hatır gönül işiydi, ama edebiyatçı arkadaşlarımın beğenilerini, takdirlerini almak bende “sen bu işi beceriyorsun” duygusu yarattı. Artık kalemimin ucu açılmıştı; minik öyküler, anekdotlar, dizeler yazmaya başladım. Yalnızlık günlerimin en iyi ilacı olmaya başlamıştı yazmak. Emekliliğimin ilk günlerindeki can sıkıntısının yarattığı boşluğu yazarak dolduruyordum ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum artık. Bazen mutluluğumu bazen deneyimlerimi bazen de öfkemi ve umutsuzluğumu döküyordum sayfalara. Kendi ufkumu genişletirken belki bir nebze de birilerine ışık tutup yol gösteriyordum. Bundan daha büyük bir mutluluk olur muydu? 2014 yılıydı, küçük oğlum edebiyat, kültür, sanat yazıları yayınlayan ve binlerce takipçisi olan bir sitede çalışıyordu. Birgün patronundan gelen bir teklifi bana iletti. Bu medya organında haftada iki gün edebiyat ve gezi yazıları yazmam isteniyordu. Bu teklif beni hem heyecanlandırmış hem ürkütmüştü. Gerçekten becerebilir miydim bu işi? Ve ilk yazım yayınlandı Listelist’te, hız kesmeden devam etti, ta 2018 yılının sonlarına kadar. Bana maddi ve manevi anlamda çok büyük katkıları olan, adımın önüne YAZAR sıfatının eklendiği bu macera bu yoldaki en önemli adımdı. İkinci şansım ise 2014 yılının sonlarında maviADA Dergisi ile yolumun kesişmesiydi. Sosyal medyadaki yazılarımı ortak arkadaşlar vasıtasıyla takip eden Şenol Yazıcı dergiye katılmamı teklif ettiğinde sevinerek kabul ettim ve o günlerden bu günlere geldim. Gerek Listelist gerekse maviADA yazma maceramda bana ışık tutan, yolumu açan ve aydınlatan birer okul oldular. Bu arada maviADA da dahil pek çok basılı dergide ve internet dergisinde yazılarım yayınlandı. Hepsine müteşekkirim… Yaş altmış beş, bilmem yolun neresi Yorgun geçen bir ömrün belki son merhalesi Çiçek açan ağaçlar, solan sarı yapraklar Kocayıp giden ömrün en güzel hazinesi... Nurten B. AKSOY

  • Yusuf Hayaloğlu

    Nurten B. AKSOY * “Dert etme, iyiyim ben. Ara sıra mahşer, aɾa sıra yaşama hırsı.” diyen; yaşamı zorluklarla, mücadeleyle, acılarla geçmiş ve genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etmiş; yüreği insan sevgisiyle dolu bir sanatçıyı; bir şair ve ressamı, Ahmet KAYA'nın kayınçosu, can dostunu yani Yusuf Hayaloğlu‘nu analım istedik. Kendi anlattığı yaşam öyküsü ve şiirleriyle… 1953 yılında Ovacık’ta doğar Yusuf Hayaloğlu. “Babam, annem Tunceli-Ovacık kökenli ve çok ünlü Demanan aşiretinin mensuplarıymış. Babamın askerliği sonrası ailem, hayati nedenlerle, kucaklarında altı aylık bir bebekle üç gün boyunca yürüyerek Erzincan’ın Kemaliye (Eğin) ilçesine kaçmak zorunda kalmışlar” Babanı Unutma Yavrum Bu Şarkı senin al dinle Usulca dokun sesime O minicik ellerinle Babanı unutma yavrum Yağmurlar rüzgarla barışır Yağmurlar çimenle öpüşür Belki de uçurum kavuşur Babanı unutma yavrum Bir gün tutuşup kavgaya Kalbin hırpalandığında Söküp verebilirim sana Babanı unutma yavrum Hasta iken yataklar içinde O hayın sokaklar içinde Sorgular yasaklar içinde Babanı unutma yavrum Sen benim için üzülme Bakınca suskun resmime O körpecik yüreğinle Babanı unutma yavrum Bir gün duyarsan dağlarda Ölüm haberleri radyoda Bende olabilirim orda Babanı unutma yavrum “Başlangıçta çok zorluklarla karşılaşmışlar. Annem, kullanılmayan eski bir ahırdan bozma, tek gözlü bir evde beni tek başına doğurmuş ve göbeğimi de kendi kesmiş. Geçinebilmek için babam bağlarda, bahçelerde bahçıvanlık yaparken annem, evlere temizliğe giderek çocuklarını, yani bizleri okutmaya çalışmışlar.” Kemaliye’ye yerleşen aile, dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile burada kabul görünce kendilerine bakımını yaparak oturacakları çok odalı bir konakla; dut, ceviz, erik, elma gibi bahçelerde yetişen ürünlerin bakımını yaptıktan sonra yarısı kendilerine kalacak şekilde bir iş bulurlar. İşte Kemaliye’deki bu günleri; “Bu yüzden benim çocukluğum, üç katlı eski bir konağın boş odalarında gizemli öyküler düşleyerek; ağaç dallarına kurduğum tüneklerde kitaplar okuyarak; bin bir çeşit otu, çiçeği, börtü-böceği inceleyerek geçmiştir. Doğayı tapınırcasına sevişimin, ressam ve şair oluşumun kaynağı da o yıllardan beslenmiştir belki…” diye anlatır şairimiz. “Kemaliyeliler tümüyle Türk ve Sünni olmalarına rağmen, bizim Zaza ve Alevi kökenli oluşumuzu hiç yadırgamayıp sevgiyle, hoşgörüyle bağırlarına basmış; birlikte barış içinde yaşamanın güzelliklerini öğretmişlerdir bize. Yaşamım boyunca bütün şoven anlayışlara uzak durup ayrım gözetmeksizin herkesi kucaklayan engin bir hümanizmaya ve tasavvufi bir düşünceye sahip oluşumun kaynağı da buradadır.” diye tanımlar yüreğindeki insan sevgisini Yusuf Hayaloğlu. "Buna rağmen mahalledeki ve okuldaki akranlarımın bana, başka dünyadan gelmiş biri gibi davranıp “Kürdoğlu” diye alay etmeleri karşısında sinmeden, boyun eğmeden onlarla kavga edişimin izleri de yara-bere olarak kafamda, burukluk olarak kalbimde hep kalmıştır. Haksızlığa karşı mücadele eden, kendi doğrularını savunarak savaşan yanım da o yıllarda şekillenmiş olmalı.” diye dile getirir yüreğindeki burukluğu. Hayat Nedir Anne Benim hiç sapanım olmadı anne, Ne kuşları vurdum ne de kimsenin camını kırdım… Çok uslu bir çocuk değildim ama, Seni hiç kırmadım, hep boynumu kırdım. Ben hayatım boyunca bir tek kendimi vurdum! Suskun görünsem de fırtınalı ve mağrurdum anne. Bir mızrak gibi, aynada hep dik durdum anne! Ben sana hiçbir gün laf getirmedim, leke sürmedim… Ama göğsümü çok hırpaladım, kalbimi çok yordum… Ben hayatım boyunca, en çok kendimi sordum! Benim hiç sevgilim olmadı anne, Ne bir yuva kurdum ne bir gün şansım güldü… Öpemeden bir bebeğin gidişini, tükendi gitti çağım… Kimi yürekten sevdiysem, yüreğini başkasına böldü… Bir muhabbet kuşum vardı, o da yalnızlıktan öldü. Sen beni göğsünde hep acılarla mı soğurdun anne? Yoksa evlat diye, koca bir taş mı doğurdun anne? Eziyet değilim, zahmet değilim, musibet hiç değilim Bir senin mi balına sinek kondu, söylesene! Doğurdun da beni, ne ile yoğurdun anne? Benim hiç hayalim olmadı anne… Ne seni rahat ettirdim ne kendim ettim rahat… Bir mutluluk fotoğrafı bile çektirmedi bu hayat. Kaybolmuş bir anahtar kadar sahipsizim anne… Ne omuzumda bir dost eli ne saçımda bir şefkat. Say ki yollardan akan, şu faydasız çamurdum anne… Say ki ıslanmaktım, üşümektim, say ki yağmurdum anne! Bunca yıldır gözyaşlarını, hangi denizlere sakladın? Oy ben öleyim, sen beni ne diye doğurdun anne? Yusuf Hayaloğlu, altı yaşındayken dört katlı bir binadan düşüp bacağı kırılınca aylarca yatağa mahkum olur ama ağabeyinin kitaplarından okuyup yazmayı öğrenir ve doğrudan ikinci sınıftan başlar okula. Okul birinciliğinin yanı sıra, kasabada parasız yatılı sınavını -üstelik Türkiye ikincisi- olarak kazanan ilk kişi olur. Henüz on bir yaşında; gazetenin, sinemanın, radyonun, televizyonun yer almadığı çocuk beyniyle Haydarpaşa Garı kapısında ilk defa karşılaştığı kocaman bir denizin, vapurların, martıların, muhteşem Sultanahmet ve Ayasofya silüetlerinin karşısında adeta şok geçirir. Yalnızlıkla, yatılı-parasız okumak için geldiği iki bin beş yüz kişilik Haydarpaşa Lisesi’nde tanışır ilk ve zaman içinde onu en yakın arkadaşı olarak benimser. Binlerce kitaplık okul kütüphanesini bir sığınak bilip kitaplara gömülerek hayal ufkunu alabildiğine genişletmesi de işte bu dönemde başlar. Sana Geldim Yağmurlar içinden ıslandım geldim Bir kuru deyneğe yaslandım geldim Sıcacık çorbana muhtacım inan Ölümlerden geçtim uslandım geldim Üşüdü ellerim üşüdü kalbim Yaban ellerinde taşlandım geldim Sanki cehennemdi sensizlik bana Irmaklar içinden sislendim geldim Tren yollarında islendim geldim Kalmadı hevesim kalmadı inan Yıkandım arındım süslendim geldim Sana geldim sana, kucaklar mısın? Bilmem ki yeniden bağışlar mısın? “Savaşarak direnmenin tek başına bir anlam taşımayacağını anlamam ve yaşamda var olmak için başkalarından daha başarılı olmak gerektiği bilincine ulaşmam da aynı koşulların ürünüdür şüphesiz. Bu yüzden derslerde, oyunlarda, sporda, sosyal ve sanatsal faaliyetlerde hep liderlik savaşı vermiş, geride olmayı asla kabul etmemişimdir.” diye anlatır mücadelesini. “Okul orkestrasında, tiyatrosunda, duvar gazetesinde; resim, şiir ve münazara yarışmalarında hep en önde olmakla beraber derslere olan ilgimin azalmasıyla sınıfta kalışım ve parasız yatılı hakkımı kaybedişim yaşamımdaki ilk yenilgim olarak hala içimi acıtır.” der. Bu olay üzerine ailesinin yanına dönen Hayaloğlu, Elazığ Lisesi’nde de çevre ve dönemin sosyal koşulları yüzünden başarılı olamaz; okulu terk eder. Tekrar İstanbul’a dönerek dışarıdan liseyi bitirip Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimine başlar. Bir yandan da Cağaloğlu matbaalarına grafik işleri ve bijuteri atölyelerine takı-aksesuar modelleri yapar. Ne kadar karşı olsa da, o dönemde gençlik arasında hızla yaygınlaşan sağ-sol çatışmasından uzak durması mümkün olmaz. Polisle ve copla ilk defa tanışmanın ruhunda yarattığı fırtınalar sonucu; bütün yaşamı boyunca ezenlerden nefret edip, hep ezilenlerden yana saf tutmaya yemin edişi de aynı günlere rastlar. İşte o günlerde, kendisi gibi hem okuyup hem çalışan, on yedi yaşında bir kızla evlenir henüz on dokuz yaşındayken. Bir müddet sonra ikisi de okullarını bırakıp iki odalı küçük bir evde, taksitle aldıkları eşyaların borcuyla yaşam mücadelesine başlarlar. İlk çocukları doğduktan sonra askere gider Hayaloğlu. Bornova, Burdur ve Konya 2. Ordu Karargâhı’nda ressam olarak orduya hizmetlerde bulunur. Çok önemli tatbikat planları, haritalar ve stratejik yer maketleri ellerinde şekillenir. Sonrasında yaşayacağı soruşturmalarda faydasını göreceği birçok ödül kazanır ve bunlardan dolayı hep onur duyar. Dönemin baskıcı siyasi ve sosyal yapısından bir kaçış olarak elindeki tek silaha, “sanata” sarılır. Yeniden İstanbul’a döner; yeni bir yaşam mücadelesine başlar. Hani Benim Gençliğim Hani benim gençliğim nerde Bilyelerim topacım Kiraz ağacı altında yırtılan gömleğim Çaldılar çocukluğumu habersiz. Penceresiz kaldım anne Uçurtmam tellere takıldı Hani benim gençliğim nerde. Ne varsa bu gençliği yakan Ekmek gibi aşk gibi Ne varsa güzellikten yana Bölüştüm büyümüştüm. Bu ne yaman çelişki anne Kurtlar sofrasına düştüm Hani benim gençliğim nerde. Hani benim sevincim nerde Akvaryumum kanaryam... Memleketin sokaklarında oluk oluk kanın aktığı, kardeşin kardeşi vurduğu, birilerinin kına yaktığı ve ateşin düştüğü yeri yaktığı o günlerde Toptaşı Cezaevi’nde Yılmaz Güney‘le tanışır ve ondan; “Arkadaş” olmayı, “Umut” etmeyi, “Düşman”la baş etmeyi, “Sürü” olmamayı, doğru bildiği “Yol”da tek başına yürüyüp “Bir gün Mutlaka” başarmayı öğrenir. Üç yıl boyunca Güney Filmcilik’te çalışır. Güney dergisine, senaryolarına, öykü ve romanlarına, afiş, poster ve bütün kartpostallarına; matbaalarda sabahlayarak ilk o dokunur. Ve 12 Eylül… Herkesin bir bedel ödemek zorunda olduğu günler. O da öder bedelini. Yaralansa bile eksilen yanlarını onararak, yılmayıp yıkılmayarak… Bir gün kız kardeşinin arkadaşı Ahmet Kaya ile tanışır. Bu onun yaşamında yeni bir dönüm noktası olur. Şairin kız kardeşi ile evlenen Ahmet Kaya, onun şiirlerini keşfeder. Onun yoğun ısrarları sonucunda, Kaya’nın şarkılarını yazmaya başlar Yusuf Hayaloğlu. Kasetleri birbirini takip eder, şarkıları ortalığı kasıp kavurur. On üç yıl boyunca Yorgun Demokrat’tan Adı Bahtiyar’a, Ayrılık Hediyesi’nden Kafama Sıkar Giderim’e kadar onlarca şarkıya imza atarlar birlikte. Bu arada babasını kaybeder Yusuf Hayaloğlu, eşinden, çocuklarından ayrılır ve bir başına yaşamaya başlar. Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğu da küsüp barışmalarla devam eder. Ahmet Kaya‘nın zorunlu sürgünü ve ardından ölümü, sonrasında annesinin ölümü şairin hayatla olan tüm bağlarını koparır. Yaşadığı rahatsızlıklar ve acılar büyük tahribat yaratır ruhunda ve bedeninde. Ancak dostlarının desteğiyle yeniden ayağa kalkar. Şiir kitaplarını ve kasetlerini yayınlar. “Gözleri İntihar Mavi” kitabı kırk sekizinci baskıya ulaşarak bütün zamanların rekorunu kırar. “Kitabımla, şiirlerimi halka ulaştırmanın ve yaşamımı onlarla paylaşmanın heyecanı; bütün yaralarımı onarmasa da yeni bir üretme gücü kazandırdı bana.” diye anlatır bu dönemi şair. “Baharı görmek istiyorum. Vedalaşmak için henüz çok erken.” diyen şair ne yazık ki bütün bu başarılardan sonra, akciğer kanserine yakalanır ve 3 Mart 2009’da tedavi gördüğü hastanede çoklu organ yetmezliğinden hayata gözlerini yumar. Cenazesi Yeniköy Mezarlığında toprağa verilir. O, şiir ve şarkılarıyla hâlâ gönüllerde yaşamaya devam ediyor. * 03.03.2019, maviADA

  • BAHAR GELDİ Mİ?

    Fuat ÖZGEN * -Her depremde yaralarım kanar, acılarım tazelenir.- Takvimde mart Dallarda tomurcuklar Eriklerde çiçekler Bahar geldi mi? Depremin vurduğu Geçmişini, geleceğini yitiren illere Adıyaman’a, Maraş’a, Hatay’a… Bahar geldi mi? Yıkıntılar, hastaneler, mezarlıklar arasında Mekik dokuyanlara Organlarını, canlarını verenlere Bahar geldi mi? Ailesi yok olan Okulunu, arkadaşlarını, Evini barkını bulamayacak çocuklara Bahar geldi mi? Aç kalan, açıkta kalan Sahipsiz, sevgisiz kalan Can dostumuz hayvanlara Bahar geldi mi? Dalı kırılmış, kökü sökülmüş, Toza bulanmış, ezilmiş Portakallara, limonlara, mandalinalara… Bahar geldi mi? Yaraları sarmaya koşup Canını dişine takanların Acılara tanık olanların gönüllerine Bahar geldi mi?

  • Mağara Ressamı Olma ya da Yazmanın Büyüsüyle Kanatlanma

    Hasan GÜLERYÜZ * İnsanın okuması, görmesi, kendisiyle konuşması, olaylar arasında dün, bugün yarın bağlamında üç boyutlu bağ kurmasıyla başlar. Olan bitene bakarak, olacak olanları anlama, çözümleyici ve bireşimci bir düzeye ulaşarak anlatması yazma olarak ifade ediliyor. Yazı, hayvanların şekli, giderek seslerin şekilleri olan art arda dizerek düşünceleri resimlemedir. Söylenen bir cümleyi şekillerle kaydetmek, kalıcılaştırmak insanlığın otuz bin yılda öğrendiği avlanma, toplayıcılık, ekicilik sanatının fark etmeden resimlerle kaydıdır. İlkokulda öğrendiğim okuma yazmanın, mağaradan günümüze gelen mağara resimleme sanatının devamı olduğunu çok geç anladım. Gizliden gizliye bir mağara ressamı olduğuma sevindim. Mağara ressamı, duvara beş metre boyutunda bir boğa çizerken, biz onu kolayca alef, elif, alfa A diyerek yazıyoruz. Mağaradaki boğa resminden A göstergesine otuz bin yılda geldik! Yazma, bilişsel, devinişel ve duyuşsal tabanlı olmak üzere iç içe üç boyutlu resimleme etkinliğidir. Yazının amacı, yazılan metnin niteliğini ve içeriğini belirler. Yazma, insanın doğadan, çevreden, gözleyerek, dinleyerek, okuyarak, eylemler dizisiyle bir donanım oluşturur. Bu donanımla, olan bitenleri anlar, çözümler, kestirimlerde bulunu, önlemler alır, yol alır, yol ve yön değiştirir. Bu insanın değişime, gelişime süreçlerini oluşturur. Yazma, bir olayı çözümleyerek bileşenlere ayırma, sonra bu bileşenlere yeni bileşenler ekleyerek yeni anlam evreni inşa etme sürecidir. Bisiklet sürerek sürücü, yüzerek yüzücü, yazarak yazar olunur. Yazmada özgün yapı oluşturma, söylenmemiş bir şarkı, yapılmamış bir tablo, kurulmamış ilişkileri kurarak yeni şiir, yeni bir öykü ortaya koyabilme yaratıcı düzeye ulaşmakla gerçekleşir. Yazmada yaratma, yazdığın dille kanatlanmak ve uçabilmektir. O nedenle yazma yaratıcı ve büyüleyici bir eylem olarak açıklanır. Yarama eyleminde bulunan kişi bir anlamda kendini ve yazdığı dili, dilin köklerini, bağlantılarını, dildeki matematiksel yapıyı ve şiirselliği de keşfeder. Bu keşiflerle yeni yaratımlarla kendini gerçekleştirerek bir mutluluk enerjisi üretme düzeyine ulaşır. Bu enerjiyi sürekli yazarak tekrar ederek mutluluğun resmini yapar, mutluluk kozasında yaşar. Bu, yazmanın büyüsü, yazmayla büyülenmek olarak da ifade edilir. Yazma eylemiyle kişi bir düşünce açıklar, düşüncenin dayanıklılığı, etkililiği onun yazma ustalığının göstergesi sayılır. Evrensel anlamda yazma bir sorumluluk almadır. Yazmanın yakıtı gözleme, izleme, tartma, tartışma, yeni okuma yolculuklarına çıkma, evrensel nitelikli insanlarla buluşmalarla sağlanır. “Ne yazacaksınız, kimin için yazacaksınız?” soruları sizin yazma rotanızı oluşturacaktır. Ne ve kimin için yazacağınız sorusuna bir sınıflama, ayrımlamayı ve bir sınırlamayı barındırıyor. Goethe, kimler için yazacağını “Ben kitaplarımı yığınlar için değil, benzer bir şey isteyen ve arayan, benzer yönlerde olan tek tek insanlar için yazmışımdır.” diyor. Ne yazacağı konusunda da, “Havadan uydurmak, asla benim işim olmamıştır. Her zaman dünyayı kendi dehamdan daha dahiyane sayarım,” açıklamasında buluyor. Elbette, evrensel nitelikli yazılar yazma, evrensel okurlara ulaşma bir yazarın örtük hedefleri arasında yer alır. 25.01.2023

  • HAK ETMEDİN

    Niyazi UYAR * Adam gibi yaşamak, insan gibi yaşamak, ertelenemez, talebiydi. Hep onun için gecesine gündüzüne kattı. Hep onun için çalıştı. Hep onun için, yok haliyle, zalime, zulme, karşı koydu. Yok halinde bir Allah’ın kulundan korkmadı. Kavganın hep ön safında oldu. Hiç kaçmadı, hiç kıvırmadı. Kavgası adına insani istemlerini hep erteledi. O devirde bir sevgilinin yol arkadaşlığı ne güzeldir; ama bu arkadaşlık bir gönül ilişkisine dönerse… İşte onu açıklamak çok zordur. İşte ol sebepten yoluna yoldaş olmak isteyenleri hep duymazdan geldi. Ne Nazife’yi ne Nigar’ı ne Habibe’yi… Hiçbirine yüz vermedi… Ama Aynur, o başka, o bambaşkaydı… Bir genç kızın bu insani istemlerini duymazlıktan gelmek... çok fena… Aman Allah’ım şimdi aklına geldi mi, kendinden nefret etmektedir… Yazıklar olsun! İnsanların adam gibi yaşayacağı bir dünya kurmak için çabaladı durdu. Yarınları güzel kurmak adına, sarıldı yaşama, yarınlar yaşanabilir olsun diye sarıldı kavgaya! Bu kavgada ne ölmek ne öldürmek vardı. Bu kavga yaşamaktı. Bu kavga başı dik yaşamanın kavgasıydı. Bu kavga bir it gibi kuyruğu kıçına yaşamaktansa, bu kavga seksen yıl bir sürüngen gibi sürünmektense; bir şahin gibi uçurumlara kanat açmaktı. O kazayla okudu, kazayla ayakta kaldı, kazayla ölmedi, kazayla yüksek okul okudu, kazayla üniversite bitirdi; kazayla da eğitimci oldu. Aydınlık yarın bekleyenlere umut olmaya geldiğine inandırdı kendini. O inançla dişini tırnağına takarak katıldı kavgaya. Güneşli günler bekleyenleri al atlara bindirip o güzel diyarlara göndermekti. Onlara birey olmanın erdemlerini anlatmaktı bütün muradı. Bir eğitimci olarak tam otuz yıldır bunu anlatıyordu. (Olacağına inansa bir otuz yıl daha anlatırdı.) Ama olmamıştı yazıklar olsun! Demek ki o, hiçbir şey anlatmamış, hiçbir şey anlatamamış, bin kere yazıklar olsun! O, bir Anzavur’a yenilmişti. Bir Aznavur, bir Kuyucu, bir Delibaş... umutlarını karartmıştı. O, bunları hak etmemişti, o böyle bir dünyayı hiç hak etmemişti. Zalimin zulmü yanına kar kalmıştı, lanet olsun. “Lanetim kırk bir olsun,” diyordu! Yüzlerce insana aydınlık olduğunu düşlerken karanlığa mahkûm olup gitmişti işte. Onca emeği heba olup gitmişti. Bu ülkenin insanı onurlu bir başkaldırışla, işgalciyi denize dökmeyi bilmişti. Belki ki, “o güzel insanlar, o güzel atlara binip gitmişlerdi!” O aydan arı, günden duru güzel insanlar, yarınları da beraberlerinde alıp götürmüşler anlaşılan! Yoksa bu güzel insanların nesilleri bir teslimiyete rıza göstermezdi. Onlar hak ettiği şeyin kıymetini bilerek, Atasına kıymet vermişti. “Hak edilmeyen şeyin kıymeti bilinmez,” derler. O böyle bir dünyayı hak etmemişti, çocukları karanlığı hiç hak etmemişti, dostları da hak hiç etmemişti: Serap, Ömer, ismet, Celal, Emel, Aynur, İbrahim, Nazife, Nigâr, Ayşe, Leyla… Hiçbiri böyle bir dünyayı hak etmemişti... Sadece, bu yığınlar mı, sen de hele sen hiç hak etmedin. Ondan öte sen böyle bir sevdaya hiç layık değilmişsin! Sen böyle bir umudu, kimseye nasip olmaz böyle bir sevgiyi hiç hak etmedin, gözüne dizine dursun! Umutların kararsın, yarınların karanlık, kapkaranlık olsun! Eline aldığın her şey kuruyup gazele dönsün. Kestane kızılı gözlerine karadan başka bir şey görünmesin! Nereye bakarsan, orası karaya kessin! Sen böyle bir sevdayı hiç hak etmemişsin, sen hiçbir şeyi hak etmemişsin! Senin adın Dolanay, soyadın Yalanay! Sen, karanlıktan doğma, geceden inmesin! Sen tekmil karanlıklardan ötesiymişsin ki, o fark edememiş! Sen de bu yığınlar da böyle bir umudu, böyle bir sevdayı hiç hak etmemişsiniz, der ki, lanetim kırk bir kez çoğalsın! Senin de bu yığınlara bütün güzellikler haram olsun, ışığınız sönsün de elinizden tutan olmayıp *meyallahta kalın ! *Meyallah: Ortada kalıvermek!

bottom of page