top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • AKREP

    Nurten B. AKSOY * Gün; şehrin, çıplak kayaların, bozkırın üstüne, uçsuz bucaksız ve çıplak ovalara kızıl kıyamet doğuyor. Güneş dağın doruğundan başlıyor işe; sihirli bir fırça gibi yukarıdan aşağıya iniyor, karanlığı ve güzelliği sile sile gidiyor, eteklere doğru. Tepeye ışıl ışıl yanan bir gerdanlık gibi sarılı kent, aydınlandıkça yaşlanıyor, çirkinleşiyor. Bakımlı ve görkemli manastırları, dar sokakları, kat kat yerleşimi, Nuh nebiden kalma kalesi, eski taş evleri ortaya çıkıyor bir bir şehrin… Uzaktan bakınca günün aydınlığında, artık burası geceki ışıltısından uzak kuru, taş yığını bir tepe... Çıplak dağların doruklarında kadim bir devirden kalma; hâlâ Asurluların, Babillilerin Süryanilerin, Arapların, Kürtlerin, Türklerin harmanili, sarıklı giysileriyle dolaşan ruhlarının daracık sokaklarında fink attığı arkaik bir mezarlık gibi... Gibi diyorum, çünkü etiyle kanıyla insanların inadına yaşadığı ve bin yıllık hatıralarını yanında taşıdığı gizemli bir coğrafya … Öteden safranla harcı karılmış Deyr-ül Zafaran’ın önünde güneşe tapan bir rahiple, ateşe tapan bir Zerdüşt konuşurken, beriden boynunda kocaman haçıyla bir Süryani papaz sallanarak içeri giriyor. Daha ötede pala bıyıklı bir Selçuklu Şehidiye Camiinde Hacer-ül Esved’i öpüp, sabah ezanı için minareye tırmanıyor... Güneş yükseldikçe yaşlanan şehir sonunda kendi yaşına, binlerce yıla ulaşıyor ve orada taş kesiliyor, donup kalıyor. Artık bu şehir ebediyen değişmeyecek... Öyle kalacak... Onca güneşin içinde yoksulluk kokardı evimiz. Aşağıdaki bozkır cehennemi bir kışı yaşarken, karanlık ve soğuk kış günlerinin ardından gelen bahar; doğar doğmaz, daha ova zifir zindan karanlıkken evimize düşen güneş, bir başka ısıtır, bir başka sevindirirdi beni, ama niyeydi bilmem, yokluk hep arka fonda duvar gibi durur, aklımda... Kış sabahları uyandığında, annemin evden çıkmak üzere olduğunu görünce gözlerim bulutlanırdı; annem işe gidiyor yine, diye üzülürdüm. Her gün yaşadığım bu yalnızlık duygusuna bir türlü alışamamıştım. Hiç olmazsa bir sabah annemin sıcak kucağında uyansaydım ya. Ama olsun, hiç olmazsa ayakucumda yatan kedim Pamuk yanımda olurdu hep. Evin bütün yükünü sırtında taşıyan o güzeller güzeli annem evden çıkmadan her sabah yanıma gelip, “akşama sana ne getireyim?” diye sorardı yanağımdan öperken… “Hiçbir şey istemiyorum anneciğim, sen işini bitirip çabucak gel, o bana yeter.” derdim, biraz buruk ve çatallanan sesimle. Babam hastaydı; işe gidemiyordu. Bütün gün o, iki odadan ibaret evimizde yatar, ihtiyacı olduğunda da bastonuna tutunarak zorlukla ayağa kalkıp yürürdü. İşte ben, o kadim şehirde, hemen her sabah böyle hüzünle uyanırdım, annemin arkasından buğulanan gözlerle bakıp babamın yanına giderdim hemen. Annemin işe gitmeden yakıp üstüne çayı koyduğu maltızın başında abim ve ablamla oturup kahvaltımızı ederdik. Sonra herkes bir şeylere dalardı, abimle ablam okula gider, ben de babamla baş başa kalırdım evde. Annemin diktiği bez bebeklerimi çıkarır, onlarla oynardım saatlerce bir başıma. Bir başıma diyorum, ama minik kedim Pamuk ve hayalimde yarattığım arkadaşlarım vardı yanımda. Onlarla oyunlar kurar, annem ve kardeşlerim eve gelene kadar bir hayal dünyasında oyalanır giderdim. Karanlık ve soğuk kış günlerinin ardından gelen bahar bir başka sevindirirdi beni. Avluda sarı çiçekler, beyaz papatyalar baş kaldırırdı yeşil otların arasından. Çocuk ruhumu bir sevinç doldururdu. O paçalı güvercinler, kumrular dolaşmaya, kanat çırpmaya başlardı biriken yağmur sularının ortasında. Sonra güneş daha bir parlamaya, daha bir ısıtmaya başlardı etrafı, gelen yaz günleriyle birlikte. Okullar tatile girer; evimiz, avlumuz, sokağımız çocuk sesleriyle şenlenirdi. Nasıl sevinirdim yazın geldiğine... Bir kere annemi daha çok görürdüm eve erken geldiği için, sonra hayali arkadaşlarımla değil, benden büyük de olsalar kardeşlerimle, arkadaşlarımla oynardım. Beni pek aralarına almak istemeseler de küçücük boyumla takılırdım peşlerine; onlar nereye ben oraya. Pamuk da benim peşimde tabii… Bazen adına abbara denen üstü kapalı, dar tünellerde saklambaç oynar, koşturan köpeklerin havlamalarıyla korkar sinerdik bir köşeye. En çok da Pamuk korkar, hemen yanıma gelip kucağıma saklanırdı. Bu şehirde yazlar sıcak geçer, hem de sarı sıcak. Boğulursunuz topraktan göğe doğru yükselen o sıcak bulutunun içinde. O yüzden evler genellikle yüksek taş duvarlı avluların içindedir. O kavurucu sıcaklarda taştan yapılmış evler nispeten serin olduğundan gündüzleri, evin o loş serinliğine sığınırdık. Ama gün akşama döndü mü bir şenlik başlardı avluda. Taşlar hortumlarla sulanır, sofralar kurulurdu o nemli serinliğin içine. Havalar dayanılmaz derecede ısındığındaysa annem yataklarımızı avludaki köşkün üstüne yapardı. Aslında tahtadan yapılmış, yüksek olmayan, çok geniş bir çeşit karyolaya benzeyen köşk, gündüzleri benim vazgeçilmez oyun yerimdi. Bebeklerimi alır kurulurdum köşke, bir yanımda oyuncaklarım, bir yanımda önüne attığım bir yumakla saatlerce oynayan Pamuk. Köşk başka bir işe daha yarardı. Sıcaklar arttıkça dört yanı dolduran, şehir kadar eski akrepler her yanda kol gezerdi. Kalkık kuyruklarıyla ölümcül bir tehlike olarak etrafımızda dört dönerlerdi, ama köşke tırmanamazlardı. İşte böyle sıcak mı sıcak bir yaz akşamıydı, Pamuk’la saatlerce oyun oynamıştık. Avlunun loş ışıklarında yere vuran gölgeleri kovalamış, arada bir de benim kucağıma gelip sırnaşmıştı bana minik kedim. Nasıl güzel, nasıl sevimliydi, ne çok severdim onı… O da beni çok severdi ki her akşam ayakucuma gelip kıvrılır, beraberce uyuyorduk. Annem her zamanki gibi o gece de yataklarımızı serdi köşkün üstüne. Öyle büyüktü ki köşk üç kardeş birlikte yatıyorduk, tabii Pamuk da bizle beraber. Annemin “hadi artık uyusanıza” sesinden sonra yalancıktan yumduğum gözlerimi, ses seda kesilince açtım yeniden. Yıldızlar öylesine çok, öylesine parlak ve yakındı ki… Saymak istedim her birini ama daha saymayı bile bilmiyordum… Sanki yıldız yağmuru vardı gökyüzünde, içlerinden biri, en parlak olanı sıyrıldı diğerlerinin arasından ve bir damla gibi göz kapaklarıma doğru kaydı, kaydı, kaydı… Uyandığımda Pamuk yoktu ayakucumda, çoğu zaman olduğu gibi benden önce uyanıp avluda bir şeylerle oynuyor, diye düşündüm. Bugün pazardı, annem sofrayı avluya kurmuş, babam da bastonuna dayanarak gelip oturmuştu sofraya. Güle oynaya kahvaltımızı ediyorduk, ama benim gözlerim Pamuk’u arıyordu hep. Merak etmeye başlamıştım, çünkü o sofra ortadayken mutlaka yanımıza gelir, nasiplenirdi bizim yediklerimizden. Yemeğimiz bitmiş, herkes bir yerlere dağılmıştı. Annem odaları süpürüyordu, birazdan elinde süpürge ve faraşla geldi yanımıza. Faraşın içi ölü akreplerle doluydu. Havanın çok sıcak olduğu zamanlarda o kızıl kahve akrepler çıkardı sinsice ortaya. O gece yine akrep sarmıştı ortalığı, Allah'tan yer yatağımızda değil de köşkte uyumuştuk o gece. Annem odayı süpürürken gördüğü akrepleri öldürmüş, sonra da toplamıştı onları. akreplerle dolu faraşı görünce şaşırmıştık hepimiz. Oysa annem o güne değin hiç akrep öldürmemişti, bütün mahlukatın rızkı Allah’tan derdi, dokunmazdı… Pamuk hâlâ yoktu ortalarda, korkmaya başlamıştım. Yoksa evden kaçıp beni terk mi etmişti? Abimle bir yandan Pamuk diye bağırıyor bir yandan da avlunun her köşesini dip bucak arıyorduk. Sonra birden bahçedeki çiçeklerin yanında beyaz bir şey takıldı gözlerime. Yüreğim deli gibi çarparak koştum oraya. Pamuk sarıya yüz tutmuş otların üzerinde hareketsiz yatıyordu öylece… Bir yumruk gelip oturdu boğazıma, sesim çıkmadı, çıkamadı, öylece kalakaldım… Abimin sesiyle yanımıza gelen annem akrep sokmasıyla kaskatı kesilmiş Pamuk’u kucağına aldığında hepimizin gözlerinden yaşlar boşalıyordu. O gece yıldızların kaynadığı gökyüzünden kayan yıldız meğer benim Pamuğumun üstüne düşen, bana gözyaşı olan yıldızmış…

  • Dünya Tiyatrolar Günü

    Nurten B. AKSOY * Her gün bir trajedi izlediğimiz dünyamızda, oyunların yasaklandığı, sanatçıların ötekileştirildiği, sanata duyulan saygının yok edilmeye çalışıldığı ülkemizde biz yine de ‘Dünya Tiyatrolar Gününü’ Dünya ve Türk Tiyatrosunun tarihine şöyle kısaca bir göz atarak kutlayalım... Tiyatro sözcüğü Yunancada “seyirlik yeri” anlamına gelen “theatron”dan türetilmiş, dilimize İtalyancadaki “teatro” sözcüğünden geçmiştir. Tiyatro, duyguların ve olayların oyuncular tarafından hareket ve konuşmalarla bir sahnede, seyirciler önünde sergilenmesi amacıyla hazırlanmış gösterilerdir. Tiyatro da diğer sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuş, sonra dinden bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını, kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatar. Günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi, eski Yunan’da bağ bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlere dayanmaktadır. Tiyatro, Eski Yunanistan’da uzun süre “agora” (alan) adı verilen meydanlarda oynanmıştır. Oyuncular oyunlarını yerden yarım metre kadar yükseltilmiş bir set üzerinde gösterirler, seyirciler de onların çevresinde halka olarak toplanıp seyrederlerdi. Oyunlar ilgi görüp tiyatro yazan büyük şairler ortaya çıktıktan sonra “amphitheatron” denilen, basamaklı büyük sahneler yapılmıştır. Açık hava tiyatrosu olarak 20. yüzyılda yeniden ele alınan bu çeşit tiyatrolara, bugün Anadolu’nun birçok yerinde rastlanır. En görkemli olanlarından biri de Antalya’daki Aspendos Antik Tiyatrosu’dur. O çağdaki tiyatronun henüz edebiyatı yoktu. Oyuncular, ya ustalıklarına güvenerek bir tür doğaçlama oyun sergilerlerdi ya da kendilerinin düzenledikleri oyunları oynarlardı. Piyes yazarlarının ortaya çıkışı, tiyatronun az çok düzenli hale gelişinden sonradır. Eski Çağ’ın Yunanistan’daki birinci devresi kapandıktan sonra, ikinci devresi Eski Roma’da açıldı. Ancak, güzel sanatlardan çok kuvvete düşkün, katı heyecanlara bağlı olan Romalılarda tiyatro çok çabuk bozuldu. Tiyatroların yerini arenalar, hipodromlar aldı. Bir süre sonra önce Roma’ya buradan da Avrupa’ya yayılan Hıristiyanlık, hem eski Yunan Tiyatrosu’nu hem de yeni Roma Tiyatrosu’nu yasakladı. Böylece tiyatro sanatı, aşağı yukarı bin yıl süren Orta Çağ’da unutulup ortadan kalktı. Büyük oyun yazarlarının yetişmesi için derebeyliğin, şövalyeliğin, kilise devletinin yıkılıp gitmesi; matbaanın, Reform’un, Rönesans’ın üzerinden epeyce zaman geçmesi gerekti. Rönesans ile birlikte tiyatro yazarları, binaları ve seyircisi giderek çoğalmaya başladı ve tiyatro öteki Avrupa ülkelerine de yayıldı. Rönesans’tan bu yana, eski Yunan Tiyatrosu’nun tesiriyle, modern tiyatro büyük bir gelişme gösterdi. TÜRK TİYATROSU Türk toplumunda ise Tanzimat’a gelene kadar geleneksel tiyatro başlığı altında genellikle kukla, meddah, Karagöz, orta oyunu ve köy seyirlik oyunu gibi gösteri türleri yer alıyordu. Şarkı, dans ve söz oyunlarına dayanan geleneksel tiyatro, güldürü ögesi ön planda olan, genellikle sahnesiz ve doğmaca bir tiyatroydu. Bunlardan seyirlik köy oyunlarının kökeni ise tarih öncesi bolluk törenlerine ve ilkel inançlara uzanır. Tanzimat’la birlikte toplumsal yaşamın yanı sıra sanatta, özellikle tiyatroda da Batılı bir anlayış benimsenmişti. Türk Tiyatrosunun ilk eseri, 1860 yılında Şinasi tarafından yazılan ve tek perdelik bir komedi olan Şair Evlenmesi'ydi. İstanbul’da ilk yerli tiyatro topluluğunu kuran Güllü Agop, Tanzimat’ın getirdiği olumlu hava içinde yetişmiş ve ilk adı “Asya Kumpanyası” olan topluluğa “Osmanlı Tiyatrosu” adını koyarak, Müslüman nüfusun daha yoğun olduğu İstanbul yakasındaki Gedikpaşa Tiyatrosu’nda temsiller vermeye başlamıştır. Müslüman Türk kadınlarının tiyatroya gitmesinin hoş karşılanmadığı bir ortamda, Güllü Agop kadınlar için kafesli bölmeler yaptırtmış, ama gene de kadınların tiyatroya gitmesinin sık sık yasaklandığı görülmüştür. O dönem Osmanlı Tiyatrosu’nda; Namık Kemal, Ahmed Mithat Efendi, Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmut Ekrem gibi ünlü şair ve yazarların yapıtları; Ahmed Vefik Paşa‘nın usta işi "Hastalık Hastası, Kibarlık Budalası, Cimri" gibi Moliére uyarlamaları; özellikle ünlü Fransız melodram, güldürü ve vodvillerinin çevirileri; kantolar; müzikli oyunlar ve operetler sahnelendi. Cumhuriyet döneminde, tiyatroda Batı modelini benimseyen Türkiye, gerek tiyatronun kurumsallaşması gerekse oyun yazarlığının gelişmesi bakımından önemli atılımlara sahne oldu. Tiyatroyu Türkiye’de çağdaş bir sanat alanına dönüştürme yolunda ilk büyük katkı ünlü tiyatro ve sinema adamı Muhsin Ertuğrul‘dan geldi. 1927’de Dar-ül Bedayi’nin başına geçen Ertuğrul, yerli yazarları yüreklendirmesiyle; izleyiciye sunduğu çağdaş çeviri oyunlarla; sahneleme, oyunculuk ve dekor kullanımında güncel anlayışı yerleştirmesiyle; yetişmelerine katkıda bulunduğu kadın ve erkek oyuncularla bugünkü Türk Tiyatrosu’nun temellerini attı. 1940’lardan 1970’lere kadar gerek devlet eliyle gerekse özel tiyatrolarca büyük gelişme gösteren Türk Tiyatrosu, ne yazık ki 1970’lerin ortalarında televizyonun toplum hayatına girmesi ve yaşanan siyasal olaylar sonucunda sarsıntıya uğramıştır. Bu dönemde pek çok özel tiyatro kapanmış, yeni açılanların bir bölümü de başarılı olamamıştı. 1980’lerin ortalarından bu yana tiyatrolar yeniden bir canlanma dönemine girmiştir. Bu dönemin uzun olması dileğiyle, Dünya Tiyatrolar Gününü kutluyoruz.

  • İZMİR KİTAP FUARI

    Yusuf Aksoy * 11-19 Mart 2023 tarihleri arasında 25. İzmir Kitap Fuarı TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından, Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile gerçekleşti. Kitap Fuarına karşı başta İzmir olmak üzere civar ilerden de ilgi ve katılımın çok olması dikkat çekiciydi. Çevremizin binlerce kitap ile kuşatıldığı, insanların cep telefonlarına ve tabletlerine değil, kitaplara bakarken, onları incelerken birbirine çarpıştığı bir ortam içimizi ısıttı yeniden. Özellikle hafta içi çalışma mesaisinde olan anne babaların hafta sonları okul çağına yeni başlamış çocuklarıyla birlikte kitap fuarındaki görünürlükleri çok önemliydi. Son yıllarda ülkemizde kültür, sanat etkinliklerine yasaklamalar getirilirken ve muhalif kimliğinden dolayı bazı sanatçılara davalar açılırken özünde aydınlanmacı bir kültürlenme amacı da güden Kitap Fuarlarının önemi daha da artmaktadır. Gönül ister ki, metropol kentlerimizde yılda iki defa, diğer tüm illerimizde de yılda en az bir defa bu tür fuarlar açılsın. Bölgenin kültür ve sanat yaşamına önemli katkılar sağlayan Kitap Fuarında yayınevlerinin kitap tanıtım ve satış stantları, paneller, söyleşiler, imza günleri, atölye çalışmaları ve çocuk etkinliklerinden oluşan zengin bir programı vardı. Kitap Fuarı gibi etkinliklerin yediden yetmişe herkese hitap edebilecek program ile donatılması aynı zamanda toplumsal bir hizmet anlayışının da göstergesidir. Bu tür etkinlikler, kültür ve sanat hayatımızı daha derinden etkileyebilecek ileri bir aşamaya da getirilebilir kuşkusuz. Kültür, sanat ve edebiyatın daha özgür ve mutlu toplumların inşa edilmesinin çok önemeli araçlarından olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Kitap fuarlarını, kendince yazıp karalayan bir kitapsever olarak daha çok meta bağımlı ilişkilerden bağımsız bir kültür-sanat etkinliği olarak görmek istiyorum. Ancak mevcut kapitalist koşullarda bunun mümkün olmayacağını da biliyorum. Kültür-sanat üretimini kamusal bir faydaya düştürebilmemiz için toplumsal yapının da siyaseten dönüşmesi gerekmektedir. Gerek bireysel gerekse kolektif üretim, insanın ve dolayısı ile toplumun kendine yakışır onurlu bir yaşam hedefine ulaşmasının uğraşısıdır son çözümlemede. Yazanın kendini okurda bulması anlamlılığı bir şekilde ortak üretim ve tüketim sürecini ortaya koyar. Bu anlamda mevcut ‘kötü’yü değiştirip dönüştürmede yazar ve okurun farklı oranlarda rolü olmalıdır, diye düşünüyorum. Yazın üretiminin tarihsel değere bürünebilmesi, esasta değiştirip dönüştürebilme iddiasıyla ilişkisine bağlıdır. İzmir Kitap Fuarında derinden hissettiğim ve mutlaka olması gerekirdi, diye düşündüğüm bir konuyu burada paylaşmadan geçemeyeceğim. Yirmi yıldır sevgili Şenol Yazıcı’nın çok büyük emeğiyle ve son on yıldan fazladır da benim de içinde olduğum bir grup yazma heveslisi arkadaşın katkılarıyla var olan ve varlığını kültürel katkı anlamında inatla ayakta tutmaya çalışan maviADA dergimizin stanttı ve etkinlikleriyle İzmir Fuarı’nda ve geçen diğeruarlarda olamaması büyük bir eksikliktir. Kültür, sanat ve edebiyat hayatımıza neredeyse çeyrek yüzyıldır varlığı ile önemli katkılarda bulunma kaygısı içinde olan maviADA dergimizin hak ettiği görünürlükten uzak kalmasının sorumluluğu hepimize ait olduğu gibi, hak ettiği görünürlüğü ve değeri vermek de hepimize ait olacaktır. Birbirinden daha doyurucu olacak başka Kitap Fuarlarında buluşmak dileğiyle …

  • MARTENİÇKA

    Fadime Y. KAROĞLU * Nerdeyse düştü düşecek Son cemre toprağa. Marteniçkalar ördük, Balkanlardan göç Bileklerimizde Kırmızı beyaz Nişan! Mavi boncukları Dil ucunda dua. Buz kesmiş baharlarımıza Müjde sanırsın. Çicek taçlı meyve ağaçlarına Salınsın diye, Gözleriz... Kırlangıç ya da Leylek uçumlarını!

  • HANİ BELKİ...

    Hani diyorum., Şöyle elimizde bir fırça Ruhu kararanların yüreklerini Gökkuşağına boyasak mı ? Rengarenk Hani diyorum Hüzünleri almak için Yağmurları mı yağdırsak yeryüzüne Çisil çisil yağan yağmurla Süzülsün hüzünler yüreklerden Hani diyorum Yüreği güzel çocukların dudaklarına Güzel bir türkü yakışır Bir şarkı mı bestelesek neşeli Hani diyorum Şimdi soğuktan üşüyenler var ya Şu doğmayan güneşleri mi doğdursak Isıtsın ışıkları ile dünyayı. Hani diyorum Elimizdeki buğdayı mı eksek toprağa Çoğalıp ekmek olsun Tüm dünyadaki açlara yetecek kadar Hani diyorum., Yüreğimizdeki sevgiden mi dağıtsak insanlara Belki sevmeyi öğrenirler Öyle bir gün değil Tüm yaşamları boyunca Hani diyorum denesek mi ? Ne çıkar denemekten Belki bir insan mutlu olur. Hani belki (Semihat Karadağlı /Aralık/2013) Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Eksilmeden Çoğaldı

    Cemal KARSAVRAN * bir resmin izdüşümüydü yola düşüren gözler çılgın düşler de aşk pabuç bırakmamak için hayata bütün gözler üzerinde ilk kez kendi için bir şey yaptı deli dolu aptalca sürüklenip yüreğinin peşinden gözlerini gözlerine doladı parmakları saç ucunda kestaneydi dolunay gözler gizli sevmeler-deyken dili nazik parmaklarıyla sundu hatırı kırk yıllık kahve kendinden bir şeyler anlattı dilin kemikli-sinden sözlerle kendini ararken şair bir yerlerde sıcak bakışlarda kayboldu gizem dolu bir zincirin halkası eksilmeden çoğaldı

  • DALGACI MAHMUT MİLLETVEKİLİ ADAYI

    Zeki SARIHAN * Dalgacı Mahmut gençliğinden beri milletvekilliğine heves eder, milletvekillerine gıpta ile bakardı. Bir insanın milletvekili olunca birçok üstünlüklere de sahip olduğunu biliyordu. Onlara gittikleri yerlerde “Sayın vekilim” diye hitap ediyorlar, onları başköşeye oturuyorlardı. Onun çantasını taşımak isteten bir sürü insan çıkardı. Tabii bundan herkesin bir beklentisi vardı. Çocuğunu işe yerleştirilmesi, Ankara’ya bir hasta götürdüğünde hastanelerden birine yatırılması gibi faydaları olabilirdi milletvekilinin. Bu nedenle herkes milletvekillerine itibar ediyor veya öyle görünüyordu. Dalgacı Mahmut’un milletvekillerinde en çok imrendiği şey, dolgun maaşlarıydı. Bu kadar parayı nasıl harcayabiliyorlar diye düşünürdü. Ona göre bu para ye ye bitmezdi. Üstelik bunun emekliliği de vardı. Bir kere milletvekili seçildi mi gel keyfim gel!.. İşte yeni seçimler gelip çatmıştı. Dalgacı Mahmut milletvekilliğine adaylığını koysa nasıl olurdu? Kendisi mevcut milletvekillerinden daha mı bilgisiz, daha mı beceriksizdi? Az çok konuşmasını biliyordu. Tahsili de yeterliydi. Adaylık için gereken parayı ise zar zor da olsa bulabilirdi. Ailesi kendisine yardım edebilirdi. Seçimlerde harcanacak para, göze alınması gereken bir kumardı. Fakat çözümlenmesi gereken bazı sorunlar vardı. Dalgacı Mahmut hangi partiden aday olmalıydı? Onun geçmişinde solculuk vardı. Çevresinde böyle tanınmıştı. 1960’lı yıllarda üniversite boykotlarına, hatta işgallerine az katılmamış, az yürüyüş yapmamış, sosyalizm için az mücadele etmemişti. Ama Dalgacı Mahmut artık sosyalizm zamanı olmadığını çoktan öğrenmişti. Gerçi hâlâ sosyalist olduğunu söyleyen partiler vardı ama bunların sandıkta çok az oy alabileceklerini geçmişteki seçim sonuçlarından biliyordu. Milletvekili seçilemedikten sonra seçime girmenin ne âlemi vardı. Kendisini harcayamazdı Dalgacı Mahmur. En iyisi Meclise girebilecek bir partiden aday olmaktı. Bu konuda umut veren birkaç parti vardı ama Dalgacı’nın sağ bir partiden aday olması yakışmazdı. Gerçi daha düne kadar sol veya sosyal demokrat bir partide isim yapmış iken son anda bu partiden dışlanınca sağ bir partiye geçip aday olanlar vardı ama bu tutum çok göze batıyordu. “En iyisi sosyal demokrat bir partiden aday olmak” diye düşündü Dalgacı Mahmut. Böylece hem görüşlerinden tam dönmüş sayılmayacak hem de tutumuna geçerli bir gerekçe bulunabilecekti. “Ne yapalım, hizmet için başka çare yok” diyebilirdi. O, birikimini artık parlamentoda değerlendirecekti. Çevresine böyle açıklıyordu adaylığını. Orada halkın sesi olacaktı. Kendisi bir vatan ve millet hizmeti görecekti. Bunu söylerken gerçekte alacağı maaşı ve çevresinde göreceği itibarı düşünüyordu. Meclis’te Kürsüye çıkıp yemin edeceği aklına geliyor, bundan da heyecanlanıyordu. TRT’nin bir kanalı bu töreni canlı olarak verecek, hemşerileri bundan gurur duyacaklardı. Sonra milletvekili olarak danışmanı ve sekreteri olacaktı. Yapacağı telefonları düşünüyordu. “Alo! Ben Milletvekili Mahmut!” Telefonun öteki ucundaki kişi, bu sesi duyar duymaz önünü ilikleyecek ve: “Buyurun sayın vekilim!” diye cevap verecekti. Milletvekili olmak güzel bir şey olmalıydı. Dalgacı Mahmut’un kafasını kurcalayan başka bir sorun daha vardı. Meclis’e girdiğinde Amerika, Avrupa Birliği, NATO gibi konularda nasıl bir tutum takınmalıydı? “NATO’dan çıkalım. AB aday üyeliğinden ayrılalım” diyebilecek miydi? Derse parti başkanı ile geçinebilir miydi? Bunun çaresini de buldu. Bu konularda lastikli konuşacaktı. NATO’nun, ABD’nin aleyhinde bulunacak, Avrupa Birliğini eleştirecek ama hiçbir zaman esastan karşı çıkmayacaktı. Böylece hem ulusalcıları tatmin edecek hem de parti yönetiminin şimşeklerini üzerine çekmeyecekti. Zaten yöneticiler de aynı şeyi yapmamışlar mıydı? Kafasında bu planları yaptıktan sonra bir mağazaya giderek kendisine lacivert yeni bir takım aldı. Adaylık başvuru belgeleriyle parti genel merkezinin yolunu tuttu. (Öğretmen Dünyası, Yıl 28, Sayı 331, Temmuz 2007) 23 Mart 2023. zekisarihan.com

  • HUNİYE AZ KALDI

    Fuat ÖZGEN * Son zamanlarda sokağa çıktığımda insanların davranışları dikkatimi çekiyor. Kendi kendilerine ve yüksek sesle konuşuyorlar. Tanımadıklarına sorunlarını aktarıp onları ortak etmeye çalışıyorlar. Burunlarından soluyorlar. Birbirlerine ters davranıyorlar. Kavgaya hazırlar. El, kol hareketleri yapıyorlar. Mimikleri korkutucu. Yaşamları her geçen gün zorlaşıyor. Alım güçleri her geçen gün azalıyor. Temel gereksinimlerini bile karşılayamıyorlar. Bir aldıklarını bir dahakine aynı fiyattan alamıyorlar. Zamlara şaşırılmıyor sadece kızılıyor. Birer çalışan olan kasiyerlere bağırılıyor, isyan ediliyor. Kiralar almış başını gitmiş. Asgari ücretin tümü bir aylık kiraya yetmiyor. Kiracı-ev sahibi anlaşmazlıkları artıyor, mahkemelik oluyorlar. Hele işsizlik. Ekmek aslanın karnında. Ev eşyaları yenilenemediği için sık sık bozuluyorlar. Onarımlarına para yetmiyor. Gelir dağılımındaki uçurum da aklı oynatmakta etkili. Birilerinin bir eli yağda, bir eli balda. Ağızlarına soruyorlar, “Ne yiyeyim?”, diye. Diğerleri karnını doyuramıyor. Banka kredi borçları ödenemiyor. Kredi kartları dolmuş. Eskiden küçük bürolarda çalışan icra daireleri koca binalara taşınmış. Koridorları dosyalarla dolu. Basın yayını izlemek moralleri daha da bozuyor. Vatandaşın siyasetçilere, siyaset kurumuna güveni yok. “Hangisi gelirse gelsin, bizi düşünen yok. Hepsi kendini düşünüyor.” görüşü hâkim. İnsanlar hasta. Tedavi olamıyorlar. Onları tedavi edecek, rahatlatacak doktorların durumu da farklı değil. Antidepresanlar leblebi gibi. Soruna ekonomistler mi, yöneticiler mi, toplum bilimciler mi, yoksa ortaklaşa mı çözüm bulacaklar bilmiyorum. Ama durum acil. Hunileri takmadan çözüm bulunmalı.

  • Üniversiteden Eşsiz Bir Fırsat; Tavuk İsteyene Kızarmış Tavuk Resmi

    Şenol YAZICI * Çoktandır gözlerim sorunlu. Kitap okuma aşkımı bilen bilir, onca yıl, onca kitap... Ardından bilgisayarla hasbihal; yetmiyormuş gibi onunla çalışmayı hayatın tek anlamı haline getirdiğim bir süreç; onca kitap, onca dergi, onca sayfa... Yakınmam yersiz, bunca hor kullanmaya karşın gene de iyi dayandı gözlerim. Zaman zaman su koyverir gibi olsalar da azıcık ara verdiğimde yeniden o gümbür gümbür bayram güzeli hallerine kavuştular, ele güne muhtaç etmediler. Ne var ki bir yere kadarmış... Bir yıldır olumsuz sinyal veriyorlardı, doktora gözükmeliydim, ama göz doktoru nerde? Ardı ardına yapılan onca şehir hastanesine, hükümetin farklı algı oldurmaya çalışmasına karşın durum hiç de öyle gözükmüyordu. Kimbilir kaç kez devlet hastanelerinden randevu almaya çalışmış ya alamamış ya da aldmayı başardığım her randevuya birkaç gün kala “çalışma saatlerinde oluşan değişiklik nedeniyle “ randevum otomatikman iptal olmuştu. Önce bir benim başıma gelendir diyerek çok üzerinde durmasam da zamanla anlatılanlardan göz hastalıklarında devlet hastanesinde tedavi ol/ama/manın genel KADER olduğunu gördüm. Sorarsan çağ atlamıştık, sağlık sektöründe yaptıklarıyla övünen hükümetin hiç de gururlanacağı bir tablo değildi bu hal. Ben de çözümü özele gitmekte bulmuştum. Birkaç kez paraya kıyıp özele gitmiş, ne var ki iş bir türlü asıl sorunuma gelemeden ya göz tansiyonu ya katarak ya da sarınokta arayışı içinde kendimi bulmuş, ek işlerle tonla para ödediğim halde gidiş gerekçemi de unutarak çıkmış sorunlarımı da sürekli ötelemiştim. Bu özel diş polikliniklerinde de başıma gelendir. Diş çektirmeye giderim mini etekli kızların dayattığı giriş taksimini aşmam hayli zordur, önce panoramik çene filmi, ardından bilmem ne … diyerek gidiş gerekçenizi unutturacak ne varsa yaparlar. Bu nedenle birkaç dişimi hatalı tedaviyle çektiklerini bile bilirim. Son zamanlarda uzun süre bilgisayar karşısında çalışınca batma, kızarıklık, sulanma hallerine bir yenisi eklendi. Gözün birinde göz bebeğimi tehdit eden görünür bir deformasyon hızla büyüyordu. Baktığım en güzel görüntü, o an güzelse başka bir an da ise sanki bir görünmez elle uçlarından çekiştirilerek en çirkininden bir hale dönüşüveriyordu. Bu da beni iyice endişelendiriyor, aramayı genişletip yakın ilçelere de bakıyordum. Ne var ki randevuya açık tek hastane çıkmıyordu. Özele gitmekten başka yolum kalmadığını anlayınca çevremde birkaç yıl içinde pıtrak pıtrak açılan göz hastanelerinden birine uğradım. Normal doktor muayenesi 500 liraydı. Proflar 1000 lira, anlaşması olmayan proflar ise 2000 TL... Gene paraya kıyma zamanıydı ama olası bir cerrahi müdahale durumunda başıma gelebilecekleri ve karşıma çıkacak maliyeti hesaplayınca duraladım. Devlet hastaneleri bana daha güvenilir geldi, niteliksiz ve çok az zaman ayırıyorlardı ama sonrasından bir çıkar sağlama şansları olmadığından başka tedaviler gündeme gelmiyordu en azından. Sorunu ve çözüm yollarını netleştirinceye kadar akıllıca olmaz mıydı bu? Yeniden aramalara başladım, dağ kasabalarından en gelişkin şehirlere değin arama motoruna talimat bırakıp arıyordum. Bir saat mesafelere razıydım, yoktu. Başıma geleceği bildiğimden danışmadığım çokbilmiş bir arkadaşım fikir verdi sonunda. Önce yan masada kulak vermişti konuşmamıza, sonra da arkama sokulup kulağıma bağırmaya başlamıştı. Uludağ üniversitesinde küçük bir poliklinik değil, koca bir bina ayrılmıştı göz için. Aklım yok muydu, orayı niçin düşünmüyordum? Param çoksa bile doktorların iştahını artırmanın alemi neydi? Orda yer bulamayacaktım da nerde bulacaktım? Ertesi gün mal bulmuş mağribi gibi sabahın köründe yola çıktım. Doğruydu, koca, ayrı bir bina göz polikliniği yapılmıştı. Umut ve sevinçle hayli geride olan binaya koşarak gittim. Girişte danışma da bekleyen sıraya girmiş insanları görünce moralim biraz bozulsa da camlarda asılı olan “Randevularınızı şu telefondan ya şu internet adresinden alabilirsiniz,” yazılarını okuyunca rahatladım. Her yer randevuyken siz bu kolay yolları kullanmıyor burada sıraya girmeyi yeğliyorsanız devlet ne yapsın? Çift kanallı girdiğim sırada çok insan vardı ama gişedeki iki danışmanın maşallahı vardı, arı gibiydiler. Gelene bir takım irili ufaklı kağıtlar verip gönderiyorlardı. Bekledim, neden sonra bana da geldi sıra. Nedense bana sandalyesinde emaneten oturan hissi veren bir kadın “Nedir derdiniz?” dedi. Aklımdan "Kızarmış tavuk var mıydı? " demek geçti, ama demedim, “Randevu almak istiyorum,” dedim. Kadın önüne, öteye beriye bakındı. Sonra kalktı öteki memurenin önünden küçük bir kağıt destesi aldı, birini ayırdı bana verdi. Galiba randevuyu kapmıştım. Tavuğu kapmış tilki gibi gururlandım. İşte aklımın, devletine güvenmenin ödülü, hem param cebimde kalmıştı, hem de gözümü güvenceye almıştım. Bütün yaptığım azıcık düşünmek 30 kilometrelik bir yolu gelmekti. Bu aklı bana veren arkadaşını beni azarlamasını hala af edememiştim ama onu dinlemekle iyi yaptığımı görüyordum. Aklımı seveyim. Şeytan dürttü herhalde, o minik kâğıda bakayım, doktoru ve tarihini anlayayım diye kâğıdı ters çevirdim, işte o an gözlerime inanamadım. Verdiği kâğıtta bir doktor adı, gün ve saati değil, camlarda büyük büyük yazılı randevu alınacak telefon yazıyordu. Öfke ve hayal kırıklığıyla söylendim kadına. “Ne bu?” Kuzu gibi bekleyen insanların sessizliğinde sesim biraz yüksek gibi geldi bana, top mermisi gibi. Ürken kadının gözlerine baktım. O anda neden emanet sandalye hissim oluştuğunu da ayırt ettim. Bu kadın burada aslen görevli filan değildi, sanırım hastanede hizmet verenlerden biriydi, mevsimlik işçi filan ya da aşevinde çalışan… Oraya öylece oturtulmuş olmalıydı. Çünkü işini yapan her işçi kısa sürede ibrikçibaşı örneğinde olduğu gibi ego geliştirir, işine hâkim olmaya çalışır, akıl derecesine göre de onu çevreye de dayatır, bunda hiç de öyle bir tavır yoktu. “Bu camlarda yazan telefon numarası dedim, bense randevu almak için gelmiştim.” “Oraya telefon edin," dedi kadın. "Verirler…” İyi de bu hastayı kandırmak değil mi, gel sabahın köründe fakültede sıraya gir, ama eline bir telefon numarası versinler. Kalkıp gelmişim işte, belki ben telefon özürlüyüm… olmaz mı? Kızmam gerektiğini, çok kızmam gerektiğini hissediyor, ama neye kızacağımı ayırt edemiyor, boğulacak gibi oluyordum. Bir yandan da “emanetçi” birini, yap denildiği için yaptığından dolayı azarlamak, dahası “hastanede şiddetin faili” gibi de gözükmek istemiyordum. Yanlış bir şey söyleyeceğim diye de kaygılıydım. Kestirmeden gitmesem korktuğum başıma gelecekti. Aklıma gelen ilk örneği söyledim. “Bu hastayı kandırmak, tavuk isteyen hastaya tavuk resmi vermek gibi… Hem de bunu yapan bir fakülte…” “Ne alaka, “ diyecek diye ödüm koptu. Ama bir zamanlar herhalde müthiş güzel olan, şimdi kat kat kırış kırış derilerin arasında enkaz gibi gözüken balkan mavisi gözlerinde sadece “çattık şimdi” der bir hava vardı. Ona bu denli kızmama da kızıyordum, o "de böyle" dediklerini yapıyordu hoş. İyisi mi uzaklaşmalıydım buradan. Yerimden ayrıldım, bir süre ne yapacağıma karar veremeden dolaştım. İçerilere girdim çıktım, birkaç yere paralı tedavi olup olamayacağımı sordum. Onda da bayrama kadar randevu yokmuş. Ondan sonra da yok, ama randevuyu deneme şansı doğuyormuş işte. Temiz havaya çıkmalıydım. Dışarı çıktım, derin derin birkaç nefes alıp minik kâğıda yazılı numaraya telefon ettim. Uzun bir bekleyişten sonra çıkan ses bana “ Üniversitenin internet adresine başvuracaksınız, ancak oradan randevu alabilirsiniz.” “Peki, sizi ben niye arıyorum?” “Ne bileyim,” dedi kafasında çakan ampulü burdan bile gördüğüm ses. Pası bulmuşken keyifle topu yerleştiren bir edayla ….”Arayan sizsiniz…” İnadına sustum. Aklımda kızarmış tavuk resmi, cep telefonumdan interneti açtım. Fakültenin göz polikliniğinin sayfasını buldum. Bir hevesle kapalı gözüken takvimdeki randevu saatlerine baktım, gelecek aylara da … Yaza doğru bayramda bitiyordu ama tek açık randevu ya da bir umut gözükmüyordu. Koca bina, onca gözcü doktor buhar olmuş gibiydi. Yüğrürken çiçek kesmiş ağaçları görmek gergin ruhuma iyi geldi. Yandaki koca alanı kaplayan, hiç de öyle eşsiz bir Türk mimarisi örneği gibi durmayan, aksine Kordoba'daki Kurtuba camii ya da Kudüs'deki Mescid i Aksa karışımı bir yapı grubuna denk geldim. Öğrencilere ibadetleri için yapılan yeni bir cami olmalıydı, ama ne kadar da büyük ve gösterişliydi öyle. Kendimi, kızarmış tavuğu ya da resmini, hatta gözümü … her bir şeyi unutmuş gülümseyerek onu seyrediyordum ki yanımdan geçen birisi “İlahiyat Fakültesi İnşaatı“ dedi, "İtibardan tasarruf olmaz," diyordu sanki. Kral çıplakken bile mi?... Bu gözüme tez zamanda çözüm bulmalıyım, baksana aklım ne biçim karışıyor.

  • Aşık Veysel

    / Çağımızda Bir Halk Şairi / 1894- 21 Mart 1973 Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın »Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür« diyordu Sabahattin Eyuboğlu. Ona göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevdi Veysel'i. Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu... 1894 yılının Mayıs ayı. Sivas'ın Sivrialan köyünde bir ilkbahar günü... Her taraf yeşil otlara bezenmiş. Havada bir top bulut koşuşturup duruyor ancak yağmur yağacağa benzemiyordu. Köylü sağancılar sütlerini sağıp helkeyi bir kenara bırakmışlardı. Arta kalan süt için de kuzular sürünün içine bırakılmıştı. Bir yandan da anasından ayrıldıkları için kuzular sütleri dökmesin diye çare aramaktaydılar. İşlerini bitiren sağancıların bir bölümü köyün karşısındaki tepecikte toplanmış yerde yüzükoyun yatan kadına bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. "Kurtuldu anam" diyordu birisi. Gülizar Kadın böyle bir günde koyun sağmaktan dönerken doğurmuştu Veysel'i. Sivas'ın Şarkışla İlçesine bağlı Sivrialan Köyü'nde... Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya paçayı kaptırdığı, kurtulması güç bir hastalığa yakalandığı dönemlerdi. Bir yüzü kayalık, bir yüzü ormanlarla kaplı bir dağ vadisinde dünyalı olmuştu Veysel. Bu dağ köyünün adı Söbalan'dı. Alanın orta yerinde bulunan küçük bir tepecikten dolayı sonra Sivrialan denmişti. Sivrialan'ın tarihi çok eskilere dayanmıyordu. Veysel'in dedeleri de bu köye ilk yerleşen ailelerdendi. İlkin üç beş haneli iken iki yüz haneye ulaşıvermişti Söbalan. İlk göçenler sonra gelenlere de yer yurt vermişti Söbalan'da... Peki neydi bu göç? Bu insanların dağ vadisinde işleri neydi? Ve hangi üretimle ne kazanacaklardı bu insanlar? Kuyucu Murat Paşa'nın kıyımından canlarını kurtaran Kızılbaş Türkmenler, çorak mı, sulak mı demeden kuş uçmaz kervan geçmez yerlere göç etmişlerdi. İşte Söbalan da bunlardan birisiydi. Bu alevi kıyımının ne ilki ne de sonuncusu idi. Osmanlı yönetiminin çeşitli dinlere göstermiş olduğu hoşgörü nedense Alevi toplumuna çok görülmüştü. Veysel'in ailesi de böyle bir Osmanlı kıyımından kurtulup Söbalan'a yerleşenlerdendi. Anadolu'nun aleviler açısından kaderi de hep bu olmuştu. Şah Turna, Mevlüt İhsani, Ali Işık ve Ruhani gibi Veysel'in dünyası da çocuk yaşta kararmıştı. Yedi yaşında iken bir çiçek hastalığı salgınında sol gözü kör oldu, sağ gözüne perde indi. Geçmişiyle yetişen, geçmişin öykülerini yaşantılarını dinleyerek büyüyen Veysel, Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı yıllarda da delikanlılığının baharındaydı. Onun dünyaya geldiği Sivrialan kıraç, verimsiz topraklara sahipti. Dünya ile bağları kesik insanlarına burada üretilen şeyler kıt kanaat yetiyordu. Yeten de neydi ki? Hamur, bulgur, ve bunlardan yapılan yemekler... Çay ve şeker lükstü. Sivrialan Köyü'nde yaşayan insanlar yine de birbirlerine en güzel dayanışma örneğini veriyor ama Anadolu'nun birçok yeri gibi ilkel yaşam burada da yaşanıyordu. Karasabanla çift sürülüyor, kağnı, döven koşuluyor, yaba ile tığı savruluyordu. Her evde bir çift koşumluk öküz beslenirdi. Söbalanlılar aydınlanmak için gaz lambası yakıyorlardı. 1950'li yıllarda köyde bir tek radyo vardı. Herkes bu radyonun başına toplanır, haber dinlerdi. Derenin karşısında, tahta barakadan yapılmış bir okulları vardı. Yağmurlu havalarda sular kabarınca kimselerin giremediği bir okuldu bu. Köye gelen aşıkların, dedelerin ayrı bir yeri vardı köy yerinde. Onlar gazetelerin haberlerini okur, köylülere hükümetin çalışmalarını, partilerin durumlarını anlatırlardı. Köyde büyük bir odada toplanır, saz çalınır, semah dönülür ve cem yapılırdı. Veysel de bu toplantılara katılır, dinlerdi. Veysel'in çiftçi olan babası Ahmet oğlunun bu tutkusundan etkilenip hem de avunsun diye O'na bir saz satın almıştı. Tanıdıklarından Çamşıklı Ali adlı halk ozanı Veysel'e saz çalmayı öğretti. Veysel kısa sürede sazı öğrendi, özellikle köye gelen aşıkları dinleyerek bilgisini arttırdı. Sivrialan Köyünde altı ay üretim yapılırken, altı ayda da tüketilirdi. Eli kazma tutanlar yaya olarak üç ay gibi bir sürede Çukurova'ya, Adana'ya ve Mersin'e çalışmaya gider, para kazanırlardı. Devletin köylüyle olan ilişkisi asker ve vergi almaktan öteye gitmiyordu. Köydeki kültür alışverişi askerden gelenler, Çukurova'dan dönenler, aşıklar ve dedelerdi. Onların bıraktığı kültürden arta kalanlarsa salt günlük konuşmalardı. Bu koşullar Sivrialan'dan bir Aşık Veysel çıkartmaya yeterlimiydi ya da Aşık Veysel nasıl oldu da Aşık Veysel olmuştu? 1919'da ailesi onu Esma adlı bir kadınla evlendirmişti. Güzel bir kadındı Esma. Sekiz yıl evli kaldılar. Esma'ya göre gönülsüz bir evlilikti bu. Veysel ise kıskanç ve huysuzdu ama sevmişti Esma'yı...Veysel'in kıskanması rahatsız edince Esma komşularından Hüseyin isimli bir delikanlıyla kaçtı. Karısı kaçınca günlerce yemeden, içmeden kesilmişti Veysel. Ne yapacağını bilemiyordu. Kapı komşularından arkadaşı Kürt Kasım, bir gün Veysel'e "gel seninle Zara'ya gidelim, orası benim memleketim, akrabalarım var, rahat ederiz" deyince Veysel bu teklifi kaçırmadı. İlk kez Sivrialan'ın dışına çıkacaktı. Kültürel ilişkileri sınırlı, o kapalı daracık dağ köyünden çıkış Veysel için yeni bir adımdı. Gözlerinin görmemesi, istediği şeylerden yoksun kalışı, beynini ve hayal dünyasını geliştirmişti. Duyduğu her şeyi kafasına yerleştirmeye çalışırdı. Kendisiyle alay eden köy çocuklarıyla tartışmak, onlardan aşağı kalmamak için bütün zamanını öğrenmeye ve kendisini topluma kabul ettirmeye ayırıyordu. Köye gelen ozanları iyi dinleyerek, onlardan bir şeyler öğrenmeyi ilke edindi. Veysel'in yaşadığı çevre de Emlek diye anılıyordu. Şarkışla'ya bağlı bir dağ köyü ve Kızılbaş Türkmenlerinin yaşadığı bir yöreydi Emlek. Bir ozan yatağıydı. Veysel'den önce birçok ozan burada yaşamış ve Veysel'in yaşıtı olan büyük ozanlar hep bu köylerden çıkmıştı. Agahi, Kemter, Aşık Veli, Aşık Hüseyin, Ali İzzet, Devrani, Aziz Üstün Talibi, Veysel'le zamanla dostluk kuran büyük ozanlardı. Sivrialan Köyünden Molla Hüseyin, Ali Özsoy Dede, Hıdır Dede hepsi ozan ve öğretici aydınlardı. Hıdır Dede babadan kalma dedeliğini geliştirmiş, pek okuma yazması olmamasına karşın iyi saz çalıp türkü söylerdi. Veysel'in en çok ve zevkle dinlediği de Hıdır Dede'ydi. Molla Hüseyin ise zaten saz ustası olup Veysel'e ilk sazı öğreten yörenin aydınlarından birisiydi. Ali Özsoy Dede de hem Arap harflerini hem de Latin harflerinden okuyup yazan aydın bir dedeydi. Aşık Veysel'le yakın arkadaş olup bilgi alışverişinde birbirlerine çok şeyler öğretmişlerdi. Agahi, Aşık Veli, Kemter ise Veysel'den önce yaşamışlardı. Aşık Veysel'in yakın arkadaşı Aşık Hüseyin, yörenin en güçlü ozanlarındandı. Otuz bir yaşında ölmesine karşın ardında güzel şiirler bırakmıştı. Yörenin bazı ozanları onun şiirlerini topluma kendileri söylemiş gibi sunmaya çalışmışlardı. Ali izzet ve Devrani, aşık Veysel ile aynı köyden olup yakın arkadaştılar. Aşık Veli ise Veysel'i en çok etkileyen ozanlardandı. Yörede adını duyurmamış nice ozan vardı ki hepsi de Aşık Veysel'le dost ve arkadaştılar. Bu ozanlar Türkiye'nin çeşitli bölgelerini gezip görmüş, türkü söylemişlerdi. Aşık Veysel ise Sivrialan'dan dışarı çıkmamış, usta malı söyleyen, sesi güzel, güzel saz çalan kendi halinde bir ozandı. Veysel'in Kürt Kasım'la Zara'ya gitmesi birdenbire ufkunu değiştirmişti. Köyünden farklı şeyler hissetmesi ve ilk şiirlerini yazıp saz çalmasında Kürt Kasım'ın rolü büyük oldu. 1921'de anasıyla babası da ölünce Veysel yalnız kaldı. Kendini şiire ve saza veren Veysel önce karısı Esma'ya şiirler yaktı. Sonra dünyada daha güzel kadınların da varolduğunu anlayıp Esma'yı hem çok sevdiğini hem de ondan daha güzellerin olduğunu belirterek bunu dile getirdi: Güzelliğin on par-etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulamam Gönlümdeki köşk olmasa Zara gezisi Veysel'in ilk gezisi olmasına karşın ufkunun da çok açık olacağını belirleyen bir gezi olur. Hem türkülerini rahatça çalarak söylediği hem de kendisine ikinci bir evlilik getiren yer olur Zara. Zara'da Yalıncak Baba diye bilinen bir türbenin işlerine bakan Gülizar Ana'yla evlendirilir Veysel. Artık Esma'nın sadece aşkının kalıntıları vardır Veysel'de. Giden gitti, bir daha dönüşü yoktur. Bu bilinçle kendisine bir yol çizer Veysel. Bu yol Veysel'i Sivrialan Köyü'nden evrensel bir boyuta ulaştırır. Bu evrenselliğe ulaşmanın başlangıç tarihi de 5 Ocak 1931'dir. Sivas'ta Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Tecer'in öncülüğüyle bir Aşıklar Bayramı düzenlenmiştir. Bu bayrama Veysel'de çağrılır. 3 gün 15 aşık saz çalıp türkü söyler. Veysel derece alır. Ahmet Kutsi Tecer'in dikkatini çeker. Ahmet Kutsi Tecer Veysel'e "Halk Şairi" belgesi verir. Bu belgeyi alan Veysel çocukluk arkadaşı İbrahim'le birlikte yaya olarak Adana, Mersin, başta olmak üzere birçok vilayeti dolaşır. Seferberliğin bitimiyle ülkede yeni bir yapılanma hareketi başlatılmış, Mustafa Kemal'in geliştirdiği fikirler adım adım uygulanmaya konmuştu. Veysel de bu yeni ülkeyi gezip yaşayarak tanımakta, O'nun inkılaplarına manevi bir destek verip türkülerinde dile getirmektedir. Cumhuriyet'in 10.yılı dolayısıyla yazdığı şiir "Atatürk" adını taşır. Nahiye Müdürü yazdırdığı bu şiiri beğenerek onu Ankara'ya ulaştırmasını söyler. Arkadaşı İbrahim'le yola çıkar. Yaya olarak Sivas, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir'den geçerek üç ayda Ankara'ya varırlar. Bir rastlantı sonu şiiri Hakimiyet-i Milliye gazetesine verirler. Şiir 3 gün üst üste yayımlanır. Veysel'in adı artık duyulmuştur. Okuduğu şiirler çevrede ilgi uyandırır, yankı yaratır. Veysel, Aşık Veysel olma şansını yakalamıştır. Aynı günlerde Ankara Halkevi'nde bir konser verir, çok beğenilir. Ayağında çarıkla, bacağında şalvarla geldiği Ankara'dan takım elbise ve ayakkabıyla ayrılır: Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldayım Gidiyorum gündüz gece... Veysel'in ikinci büyük olayı da gerçekleştirdiği İstanbul düşüdür. M. Kemal'e duyuramadığı türküsünü mutlaka ulaştırmayı kafasına koyar. Ankara'da kendisine İstanbul'da bulunan Radyoevine gitmesi söylendiğinde yine arkadaşı İbrahim'le yollara düşer. İstanbul Radyoevi Müdürü Mesut Cemil kılık kıyafetlerini görünce baştan savmak ister. Ama Veysel'i dinledikten sonra akşama programa çıkartır. İstanbul'da bulunan M. Kemal radyodan Veysel'i dinleyince hemen ozanı bulup getirmeleri için talimat verir. Radyodan çıkan Veysel Sivaslı bir kapıcının evinde konuk olarak kaldığından bulunamaz. İkinci gün kendisini aradıklarını duyunca hemen Dolmabahçe'ye gider. Fakat yaveri M. Kemal'le onu görüştürmez "o bir anda geldi geçti, bir daha ararsa sizi bulurum" der. Bu olay Veysel'i çok etkilemiştir. Veysel'in sazı artık Anadolu'da köy köy, bucak bucak konuşacaktır. Her yere gider gelir. 1940'ta İbrahim'den ayrılıp Küçük Veysel adıyla tanınan arkadaşı Veysel Erkılıç'la dolaşmaya başlar. 1941 yılında Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel'in girişimleriyle Köy Enstitülerinde müzik öğretmenliğine başlar. Arifiye, Hasanoğlan, Yıldızeli, Çifteler, Akpınar, Ladik, Gülköy öğretmen okulunda Tonguç'un eğitim ordusuna katılarak, bir nefer gibi çalışır. Aşık Veysel'in yaşamında ve kişiliğiyle sanatının oluşumunda en büyük etken, hiç kuşkusuz bu köy enstitülerinde saz öğretmenliği yaptığı dönemdir. 1960'ta Küçük Veysel ölünce oğlu Ahmet'le Anadolu'yu dolaşır. 1965'te TBMM'nin çıkardığı bir yasayla kendisine aylık bağlarlar. 21 Mart 1973'te de Sivrialan'da, köyünde ölür. Aşık Veysel, köy enstitülerinde saz öğretmenliğine başladığı 1941 yılından ölümüne dek Türkiye'yi karış karış dolaşarak cumhuriyet ilkelerini, cumhuriyeti, laikliği sarsılmaz bir azimle savunur. Türkülerinde işlediği konuların ağırlığını Türkiye'nin kalkınmışlığı, çağdaşlığı, laikliği oluştururken, doğa sevgisi, birlik beraberlik gibi diğer konular da yer alır. "Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür" diyordu Sabahattin Eyuboğlu. O'na göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevmişti Veysel'i. Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu. "Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir" diyordu Enver Gökçe. O da bir çok halk şairi gibi DP döneminin baskılarına uğradı. Ancak iktidara karşı muhalif kimliği sevgi, hoşgörü, inanç ve çalışmak gibi birtakım idealist ilkelere dayanıyordu. Yaşadığı hayat, yetiştiği koşullar, daha sonra tanışarak içli dışlı olduğu çevrelerin de etkisiyle bir toplum eğitimcisi gibi davranan Veysel bir yanıyla da eski halk geleneğiyle yoğrulmuş ve bunu sürdürmek isteyen, kendinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiştir. İşbirlikçi Demokrat Parti hükümetinin işbaşına gelmesiyle ozan geleneğini yaşatan, geliştiren köy enstitüleri, halkevleri birbiri ardına kapatılmıştı. Veysel'in köyünden ve kendinden halkına ve yurduna doğru uzanan sanatsal gelişim ve çizgisini belirleyen de kısmen bu kıyımdan önceki koşullardı. Bu koşullarla tanışan Veysel türkü geleneğinin özüne bağlı ama deyişleriyle gelenekten az çok sıyrılmasını, özünden evrensel olana ulaşmasını da bilmiştir. Buna karşılık egemenler Bedri Rahmi'nin senaryosunu yazdığı 1952 yılında Veysel'in hayatını anlatan filme bile sansür uyguladılar. Veysel'in yetiştiği Anadolu'nun yoksunluğundan, yoksulluğundan, ekinlerinin bodur oluşundan utanıp bu gerçekleri gizlemek istediler. Bir de ABD buğdaylarını gösteren kareleri koydurdular filme. Veysel'e kör bakanlar bu koşulların doğurduğu O'nu kör eden çiçek hastalığının varlığından utandılar... Aşık Veysel'in Sivrialan'dan çıkması ne bir rastlantıydı ne de bir tanrı vergisi. O sadece Sivrialan'dan yani Söbalan'da yetişmiş ozanların bir tanesiydi. Ama kendisini iyi yetiştirmiş ve toplumla çabuk kaynaşmıştı. Seçtiği konularla tüm Türkiye'ye mal olmasını da bildi. / Temel Kaynak: Bütün Yönleriyle Aşık Veysel Yaşamı Sanatı Şiirleri, Gülağ Öz, Ayyıldız Yayınları 1994.

  • maviADA Atölye - 2

    Yayınlanmış Yazının Paylaşımı * Yazarlar İçin * Bunları Kontrol Edin Yazının Görünürlüğü: WEB sayfamızda yayınlanmış yazınız paylaşımı için önce yayınlananlar listesinde görünüp görünmediğini kontrol edin. Görünmüyorsa geri dönüp yazıyı eklediğiniz WİX sayfasından yazıyı açıp kenarda yer alan AYARLAR butonuna tıklayın. Açılan menüden "Tanıtılan Yazı Yap" kutucuğunu maviye çevirin. ŞİMDİ YAZINIZ LİSTEDE GÖRÜNÜR OLDU. SEO AYARLARI SEO bir yazının internet kimliği demektir. Yazı eklediğiniz yerin hemen solunda açılan MENÜDE gözükecektir. Düzgün bir başlık eklediğinize emin olun. URL yazının adresini belirtirken, "meta tanım" , yazarın kimliğini ve yazının ne hakkında olduğunu anlatmalıdır. URL'yi Türkçe karakter kullanmadan, oluşturun. META TANIMda ise önce adınızı yazın, sonra dilerseniz yazıyı tanıtan bir kaç cümle ekleyin. 500 karaktere kadar izin verilir, unutmayın, KATEGORİLER Menüden kategorilere tıklayın. Yazınız hangi konuyla ilgiliyse ya da yakınsa hazır bir kategori seçin. Söz gelimi, şiirse Edebiyat , günlük bir olayı anlatıyorsa HAYAT, resim müzik vb. gibiyse Sanat, duyuru ise Duvar ... kategorisine dahil edilmesi gerekir. Karar veremediyseniz boş bırakın, yeni kategori eklemeyin var olanları kullanın. ETİKETLER En yaygın eksikliğimiz ETİKETLER . Etiketlere adımızı yazdığımızda yazımız daha öncekilerle birlikte adınıza listelenir. Yazınızın türünü eklediğinizde diğer benzer türlerin listesinde yer alacaktır. Aynı menüden ETİKETLERİ tıkladığımızda " ör. seyahat ipuçları " diye yazan boş bir kutucuk açılacaktır. Oraya önce kendi adınızı , örneğin maviADA, diye yazmalıyız. Sonra tür adını ŞİİR, ÖYKÜ, DENEME, ANI gibi... yazınız. Yetkili yazar olduğunuza göre adınız başta yer alsın diye önüne (- ) konularak yazılmıştır, tıkladığınızda açılacak isimlerden kendi adınızı bulun, ekleyin. Farklı bir biçimde yazmayın. Etiketlerde sayı sınırlı olduğundan varolan etiketleri kullanın. ...ve her şeyin yolunda olduğuna eminseniz yazınızı ya programlayın ya da yeniden gözden geçirmek için taslaklara kaydedin ya da YAYINLAYIN. YAYINLANAN YAZIYI SOSYAL MEDYADA PAYLAŞMAK Yazınız WEB sayfamızda yayınlandıktan sonra onu başkalarının rahat görebileceği sosyal medyada paylaşmak gerekir, yoksa ancak bilinçli aramalarda görülebilir, maviADA Dergisi bunu facebook sayfalarından yapıyor. Yetkilendirildiğiniz ADA GÜNLÜKLERİ ve maviADA Dergisi sayfalarını siz de kullanabilirsiniz. Oralarda paylaştığınız yazınızı grubumuz olan maviYOLCULUK'ta ya da dilediğiniz başka yerlerde de paylaşabilirsiniz.

  • maviADA Atölye Çalışmaları -1

    Sayfa Yapımı; Program Geliştirme Teknikleri, Yazım Yayın * YETKİLİ YAZARLAR İÇİN YAZI ODASI * Günümüzde medya ve internet bir ilgiden daha çok mecburiyete döndü. Telefondan bilgisayara, basit alışverişlerden akıllı ev teknolojilerine kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Hele yazan çizen bir insansanız gelin bu konudan uzak kalın. Pandemi üstüne kapak oldu. İnternet ilginç bir deneyim. Öğrenilmesi gereken çok yönü var. Bildiğimiz hiçbir eğitim metodu işe yaramıyor. Somutlaştıramıyor, akılda kalıcı bir deneyime döndüremiyorsunuz. Bir zaman üstünde çalışıp artık bunu öğrendim dediğiniz en basit deneyimler, kısa süre uzak kaldığınızda yabancılaştığınız bir olguya dönüyor. Farklı bir zeka istiyor sanki. Dahası zekam buna yetmiyor, diyecek hala geliyorsunuz. Aslında bunun basit bir açıklaması var. Bisikleti nasıl öğrendik diye düşünün. Her yanımız yara bere içinde kalmasına aldırmadan günlerce emek verdik. Önce ara sokaklarda, ıssız yerlerde denedik, sonra da ana caddelere çıktık. Ama hiç bırakmadık. Böylece bilgi pekişip unutulmazlar arasına girdi. Tonla para ödeyip aldığımız her yeni telefon bir bilgisayar aslında . Birkaç gün yabancı kaldığınız telefonunuza şimdi cambazlık yaptırıyorsunuz. Oysa bir çok yönünü hala çözemediğiniz de olur. Kullanmaya mecbur olduğunuzu emek verip hızla öğrenirsiniz. maviADA WEB sayfaları da öyle bir şey. Yıllardır maviADAlı olup da kusursuz bir yazı sayfası eklemeyi bilmeyenlerimiz var. Çünkü yaşamsal vazgeçılmeziniz görmüyoruz sayfayı. Öğrensem ne olur öğrenmesem ne olur, yarın dergi başka bir sayfa alır, öğrendiğim ne işe yarayacak diyorsunuz. Bu yönlü haklı olabilirsiniz, her yeni web sayfası kendine özgü bir dizilimle ve teknikleriyle bir çözülmezdir. Ne var ki insanın bir özelliği vardır; yaptığını, mümkünse kusursuz, ebediyen kalacak gibi yapmak ister. Yoksa onca emek verip en çok yarım saatte tüketeceğimiz yemekleri neden hazırlayalım. İşte bu yönünüze güveniyorum, yoksa boşa emek. Ki yazılar, resimler, sanat ve düşün yapıtları tüketilecek bir şey de değildir. Yazılarınız yardım almadan, yaratıcılığınızla bu dünyada sadece sizin ürettiğiniz yapıtlardır. İnternette yer alan hiçbir şeyin yok olmayacağını bilirseniz, onları sonsuza değin saklayan , bir sergi olacağını bilirsiniz. Pandemi izin vermedi, yoksa yetkili yazarlarımızla salt bu konu üzerine çalışmalar yapmak isterdik. Atölyeler oluşturmak, üniversitelerde ders olarak okutulan Program Geliştirme Tekniklerini , hatta yazmayı ders haline getirmek isterdik. Kısmet... Şimdilik bu yolu seçtik. BU BÖLÜMDE; WEB SAYFALARIMIZA YAZI ve RESİM EKLEME, PROGRAMLAMA, TASLAĞA KAYDETME, YAYINLAMA... YAZI AYARLARI, ETİKETLER... GİBİ BÖLÜMLERİ ANLATIYORUZ. Lütfen inatla denemekten çekinmeyin, kısa sürede ne kadar geliştiğinizi göreceksiniz. Yazı Ekleme: Derginin WEB SAYFASINA size davet gönderilen mail adresiyle girdiğinizde, yani dergi sizi tanıdığında, 'SİZE GÖRE' sağ üst köşede sizi karşılayan YENİ YAZI OLUŞTUR butonuna tıklayın. Açılan sayfada yazınızı yazın ya da kopyala yapıştırla yapıştırın. Uygun bir resim/resimler ekleyin. Son olarak dikkatlice edebi, poetik ve yasal yönden gözden geçirin. "Yayınla" butonunun yanında yer alan "Önizle" butonuyla yazınızın yayınlandığında nasıl görüneceğini görün. İstediğiniz gibiyse "Kaydet" butonuna basarak kaydediniz. Yazınız BLOGta "TASLAKLAR" bölümünde dilediğinizde görmeniz için sizi bekliyor olacak. Artık yazınız hazır. Dergi yönetimi dışında başka kimsenin göremeyeceği yazınız dilediğiniz kadar bekleyebilir. En az bir gün bekletin. Yazının İnce Ayarları: Yazının ayarları yazının internette görünecek ayarları, yazarı, tanıtılan yazı olup olmayacağı, SEOsu; başlığı, açıklaması, yani internet adresi, yazının kategorisi, etiketlerini içerir, bir kaç dakika ayırıp TASLAK halindeki yazınızı mükemmel hale getirin. Bunların hepsini sol yandaki bölümde görüyorsunuz. Sırasıyla bölümlere tıklayalım ve neler yapabileceğimizi görelim. Ayarlar AYARLAR menüsü tıklandığında karşınıza böyle bir görüntü çıkacak. Önce bakacağınız YAZAR bölümünde sizin adınız yazmalı. Sonra üstteki Kapak resmini görüntüle kutucuğunu açın. Aşağıya inin Tanıtılan yazı olarak belirle kutucuğunu da açın. Her iki kutu da mavi olacaktır. Bu kutuları açmazsanız ne yazının kapak resmi ne de yazınız listelerde görünmez. Siz de aradığınızda bulamazsınız. SEO: Buraya tıkladığınızda aşağıdaki menü açılacaktır. Silinmedikçe internet ölümsüzlüğünü elde edecek yazınızın kimliği sayılabilecek bu bölümde gerekli her şeyi bulacaksınız. Daha önceden taslaklara kaydettiğiniz yazınızın kimlik bilgileri menüde otomatik görünür. GEOGLE ÖNİZLEMESİNDE yazının internet URL adresi, internette görünecek yazı başlığı ve tanıtıcı özet bir bölüm yer alır. Dikkat etmeniz gereken URL adresinde Türkçe karakter kullanılmaması, kullanılmışsa yeniden yazmanız. Bir örnekle bunu anlatalım. Söz gelimi URL adresiniz ki o da yazı başlığınızdır, " Üzüm Bağlarının Çiçeklerle Şenlenmesi" olsun. Türkçe karekterler "ü", "ğ", küçük harf olarak "ı", "ç", "ş". Bu karakterleri kullanmadan nasıl yazabiliriz. Tabi ki u, g, i, c, s kullanarak. "uzum-baglarinin-ciceklerle-senlenmesi" Aralarına da tire koymayı ve bitişik düzen yazmayı unutmayın. Yazınızın başlığını gözden geçirin META TANIM: En altta yer alan kutucuk yazınızdan alınma bir özet bulunur. Aynı kalsın diyebileceğiniz gibi, yazıdan dilediğiniz 500 karakterlik başka bir bölüm seçim yapabilirsiniz. Ya da paylaşımlarda yazının başlığı altında adım da gözüksün derseniz, meta yanım kutucuğunun içinde yer alan özeti silin, AD ve SOYADınızı yazın. Kategoriler: Şu anda dokuz kategoride yazımız listeleniyor. Yazınızın konu, tema ve türüne göre var olan katogorilerden en yakın olanı/olanları seçin. " edebiyat" kategorisinde seçtiğiniz bir yazıyı "sanat", "hayat" kategorisinde işaretlemeyin. Ya da yardım isteyin, ya da benzer örneklere bakın. Sınırlı kategoriye ve etikete hakkımız var. Yeni kategori aramayın, yetkiniz varsa bile yeni bir kategori oluşturmayın. Yazınız WEB sayfasında işaretlediğiniz o kategoride listelenecek, görünecektir. Etiketler: Etiketler de sınırlı sayıdadır. Eğer gelişi güzel etiketleme yapar kotayı aşarsak diğer etiketler gözükmemeye başlar. Bu nedenle etiketlerde var olanlar arasından gerekli olanı kullanalım. Önce adımızı yazalım, bunun için derginin yazış şeklini bulalım onu yazalım. Yetkili yazarsanız sizi öne alabilmek için adınızın başına "-" tire konulmuştur. "-Aycan Aytore" gibi... Yazmaya başladığınızda ortaya çıkacak etiketi işaretleyin, kesinlikle yeniden yazmayın. Bu kez yazdığınız yazıyı aradığınız da adınızın olduğu sayfada bulamazsınız. Genellikle yazı türü de etiketlenir. TÜRANLATI gibi, ÖYKÜ gibi...TÜRANLATI ; makale, eleştiri, inceleme... gibi kolay kategorize olmayan yazılar için bulunan genel bir addır. Kategorileri yeniden etiketlerde yazmak yanlış olacaktır. Yazı Planlamak ya da Yayınlamak: Yazınızı dilediğiniz bir güne ve saate programlayabilir , sonradan o planlamayı değiştirebilir, başka bir güne ya da saate alabilirsiniz. Bunun için taslaklarda yer alan yazınızı açın , gözden geçirin ve sağ üstteki YAYINLA butonunun hemen yanında yer alan minik oka tıklayın. Açılan menüde size iki seçenek sunulacaktır. 1. Taslak olarak kaydet 2. Yazıyı planla Taslak olarak kaydet seçerseniz yazınız tekrar taslaklara geri döner. Yazıyı planla'yı seçin. Açılan menüden günü ve saati seçin, onaylayın. Şimdi yazınız BLOG'da PLANLANANLAR ya da PROGRAMLANANLAR başlığı altında yer alacaktır. Dilediğinizde saati günü değiştirebilir, yazınıza yeniden bakabilirsiniz. Günü saati geldiğinde de kendiliğinden yayınlanacaktır. Yazı Yayınlamak: En kolayı herhalde yazı yayınlamak. Sağ üst köşede mavi fonlu YAYINLA butona tıkladığınızda yazınız yayınlanır. Kolay gibi durmasına karşın aslında en zorudur da... Çünkü siz o butona bastığınızda yazınız beşyüze yakın dergi üyesine ve binlerce okur adayına ve de belki de en önemlisi yazınızı dört göz bekleyen trollere anında gönderilecektir. Yani yapacağınız bir pardonsuz hata size ve bize de epey pahalıya mal olabilir. O nedenle gerek estetik, gerek yasal, gerek toplumsal, gerekse poetik açıdan yazınıza dikkatle bakın. Yine de böyle bir durum oluşursa telaşa kapılmayın, yayınlanmış yazınızı açın, düzeltin ya da istediğiniz değişiklikleri yapın, tekrar yayınlayın, Bilmem anlatabildik mi? İyisi siz sık antrenman yapın. Yayınlamak dışında ne isterseniz deneyimleyebilirsiniz. Yayınlamak geri alınamaz bir eylemdir. Yine de sonuç amacınız da odur; kusursuz hale geldiğinde çekinmeden, hatta gururla YAYINLAyın.

  • ADA GÜNLÜKLERİ'nde PAYLAŞIM

    Son günlerde birçok YETKİLİ YAZARımız ADA GÜNLÜKLERİnde paylaşım yapmakta sıkıntı çekiyor. Doğrusu son güne bırakmayıp yazınızı birkaç gün önceden planlayarak bırakmak hala en doğrusu. Böylece sizin de bizim de yazıya yeniden yeniden bakma, güzelleştirme, beladan kaçınmak... gibi sayısız yarar olsa da ani oluşabilecek yayınlama arzunuzu da anlamıyor değiliz. Son zamanlarda görülen yayınlama güçlüğünde FACEBOOK'un geliştirdiği uygulamaların etken olduğu düşünülerek yeniden tanımı gerektiği sanısındayız. Aşağıdaki adımları uygulayarak deneyin. 1,Facebook sayfanızı açtığınızda sağ üstte KÜÇÜK resminizin olduğu yerde ADA GÜNLÜKLERİ logosuyla gözükmüyorsa kendi küçük resminize tıklayacaksınız. 2,Tıklanan küçük resmin altında hem küçük resminiz hem de ADA GÜNLÜKLERİ logosu çıkar. Onun altında da TÜM PROFİLLER yazısı mavi olarak yer alır. ADA GÜNLÜKLERİne tıkladığınızda yönetici olarak sayfanız açılacaktır. Eğer birden fazla sayfada yöneticiyseniz, bu adımda ADA GÜNLÜKLERİ gözükmeyebilir ve TÜM PROFİLLERE tıklamanız gerekebilir; 3.TÜM PROFİLLERE tıkladığınızda sağ üst köşede bütün profilleriniz yer alacaktır. Aralarından ADA GÜNLÜKLERİni seçerek tıklayın. Facebook sayfanızı öylece açık bırakıp şimdi dergi sayfasını açarak yayınlanmış yazımızı arayalım. Yayınlanmış herhangi bir yazıya tıkladığınızda açılacak sayfanın sol yanında o gün yayınlanan beş yazımız yer almaktadır. Daha çok yazı görmek isterseniz aynı yayınlanmış yazının üstünden menüyü, istediğiniz alanı seçerek bulabilirsiniz. Aynı yol telefon kullanılırken de izlenebilir. 4.Sol köşede son yayınlanan beş yazımız ya da menüden bulduğunuz yazılar arasından ya da arama motorundan kendi yazınızı seçin adına tıklayın. Yukarıda örnekte olduğu gibi yazı açılacaktır. Facebookta paylaş'ı seçin... 5.Yazının altına inin. Facebook, Tviter, Linkedin paylaşım butonlarından F HARFİYLE gösterilen Facebook butonuna tıklayın. Aşağıdaki gibi bir paylaşım sayfası açılacaktır. Üstünde ADA GÜNLÜKLERİ logosu ve adı olan küçük bir sayfa açılmışsa doğru yerdesiniz demektir. Yazınızı paylaşabilirsiniz demektir. Yazı siz paylaştığınızda direk ADA GÜNLÜKLERİnde yer alacaktır. Açık olan facebook sayfanızı güncelleyerek görebilirsiniz.

  • SUSKUNLUK

    Yusuf AKSOY * Nicedir koparılırken her yerlerimiz cayır cayır yakılırken ciğerlerimiz canımızdan canlar kül olurken sessizce söylendik sesten ürkerek kentler de üstümüze yıkıldı şimdi yedi kat yerin dibinde kaldı on binler halk olarak henüz bir şey diyemedik sustuk yine suçluluğumuzdan bastırdıkça kanayan yüreklerimizi ağız dolusu gülmeleri fırlattık attık bilinmez zamanlara dün geçti gitti bugün de akşam oluyor yarın da susarsa bu yürek bu yürek koskocaman olmazsa yarın alır gider başını hayat ta ötelere tarumar olur şiirlere yazdığımız günler

  • Adsız

    Fadime Y. KAROĞLU * Ah!.. Ne kadar da telaşsız, Tasasız ağırdan… Oysa ben Öyle mi ya? Saniyelerin her biri Altın pahası. Sıkışıyor ve ağırlaşıyor, Yaşamın darası. Sönmek üzereyken Kendi çıngısında Lodosuna tutuldum. Alaz aldı, bu can. Sersemledi bütün dünya Sarhoşluğum ondan. Çekme nefesini üzerimden Kendi dumanımla boğulmam Sade ondan!..

  • Büyük Ödül Barış Pirhasan'ın...

    PEN Yazarlar Derneği 2023 Şiir Ödülü Barış Pirhasan'a verildi * Peki kimdir Barış Pirhasan? Dilerseniz şiirlerini ve kendisini biraz tanıyalım. Martılar Kar yağınca Benek benek rüzgârlar Haydarpaşa kuşluğunda Güvertelerden Bayıltırlar suya bakanı Karanlık suya Deniz gökyüzüdür Kara bulutlar Dalgalandıkça Kuşlar alçalıp durur Çatlayan bir bulutsun Konuverirler sırtına * Barış Pirhasan ilk ve ortaöğrenimini Aydın İlkokulu, İngiliz Erkek Lisesi ve Ankara Fen Lisesinde tamamladı. Tıp Fakültesinde iki yıl okuduktan sonra yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde 1976'da tamamladı. Daha sonra Londra'da The National Film and TV School’da yüksek lisans yaptı. 1973 yılından itibaren Yeni Dergi, yönetiminde bulunduğu Militan ve Sanat Emeği, Yazko-Edebiyat, Sanat Olayı, Hürriyet Gösteri, Kitap-lık dergilerinde şiirleri yayımlandı. Ekim 1985'te Tarih Kötüdür ve Ağustos 1995'te Babam Benden Hiçbir Şey Anlamıyor adlı şiir kitapları yayımlandı. Hoşça Kal adlı şiiri Kazım Koyuncu tarafından bestelenen şiirin sözleri şöyledir. İşte gidiyorum; Birşey demeden Arkamı dönmeden Şikayet etmeden Hiçbirşey almadan Birşey vermeden Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum! Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde Yürüyorum sanki senin yanında Sesin uzaklaşır herbir adımda Ayak izim kalmadan gidiyorum! Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı Bana kimse sen gibi sarılmadı Işığımız sönmeden gidiyorum! * Barış Pirhasan’ın Ölümden Sonra Aşk ve önceki dönem şiirlerinden oluşan “Barış Pirhasan -Bütün Şiirleri” 2018 yılında Karakarga Yayınlarından yayımlanmıştır. * Bütün şiirleri kitabın tanıtım bülteninde: Barış Pirhasan'ın 1985-2012 yılları arasında yazdığı tüm şiirleri bu kitapta toplandı. Durmadan koşan, durduğunda bile giden ve en huzurlu anında bile kıpırtılı şiirler bunlar. Hâlin, hareketin, oluşun zarif tariflerini vermiyor; gelişigüzel, alışılmış, sığ ve süslü ne varsa, onun röntgenini çekiyor. Şair bir yandan kendini de dikizliyor. Aşk ve kedi, Amerika ve hastanedeki melekler, kırmızı tarihten sallanan beyaz mendiller, coşkulu bir ritimle birbirine karışıyor… Aşkla Kedi Arasındaki Yedi Benzerlik (2012) Babam Benden Hiçbir Şey Anlamıyor (1995) Tarih Kötüdür / İmzasız El Yazıları (1985) Yazısı yer almaktadır. * “Ölümden sonra Aşk” Kitabının arka kapak yazısında ise : Umut, babadan kalan ağır miras; eğip bükmeden, kırıp dökmeden taşınacak. Gazi, Yenibosna, Berlin, Cohen, Sırrı Süreyya, Berkin… Tarihin kaldırımından yola fırlamış ne kadar romantik, delikanlı çocuk varsa, onların aşkına umut taşınacak. Ölümden Sonra Aşk, acısıyla ve güzelliğiyle yayılmacı. Barış Pirhasan terk ediyor, özlüyor, unuttukça hatırlıyor, korkuyor, bıkıyor, kavuşuyor ve insanı şiir yazmaya özendiren bir mana trafiğine çıkarıyor. * Sinemaya senarist olarak bilimkurgu türünde olan 1983 yapımı Badi filmiyle başladı. 1985 ve 1990 yılları arasında, Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Adı Vasfiye, Aaahh Belinda, Değirmen, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok ve Bekle Dedim Gölgeye adlı altı filmin senaryosunu yazdı. 1989 yılında ilk yönetmenlik deneyimi olan Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal filminin senaristliğini ve yapımcılığını da üstlendi. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Film Yönetmenleri Derneği üyesidir. * Babası Vedat Türkali’nin vefatından sonra İleri haber gazetesinden Bengü Üçüncü Barış Pirhasan ile bir röportaj yapar. Röportajı gazetede yayınlandığı şekli ile paylaşıyorum. BABAMLA EDEBİYAT DİDİŞMELERİMİZ BÖYLE BAŞLADI... Edebiyatla, ama sadece roman şiir yazılan değil tabi bi de muhalif/solcu edebiyatla yoğrulan bir evde büyümenin sende bıraktığı en keskin anı ne? Çocukken nasıl hissederdin, sonrası nasıl gitti.. Babam hapisten çıktığında yedi yaşımdaydım ve edebiyatla hiç bir ilgim yoktu. Deniz (Türkali) meraklıydı edebiyata, şiire, tiyatroya, oyunculuğa filan. Babamla konuştukları, tartıştıkları olurdu. Bunları anlamaya çalışarak dinlerdim ama iş Deniz’in söz gelimi Yunan tragedyalarının birinden ezberlediği bir monologu babama oynamasına gelince fena halde utanır ve huylanırdım. Hele monologun bana hiç anlamlı gelmeyen bir yerinde ağlamaya başlayınca iyice sinir olurdum. Bu yüzden olacak, babamın “marifet ağlamak değil, ağlatmak…” gibilerden bir sözü, ta o günlerden aklıma kazılmış. Yetmiyormuş gibi kendi yazdığı şiirleri de okurdu Deniz. İşte o zaman ben de gidip bir şiir yazdığımı ve bütün cesaretimi toplayıp okuduğumu hatırlıyorum. “Benim bir düşmanım var…” diye başlayıp, “ve Atatürk demiştir ki, düşmanlar kurt kaynasın…” diye bitiyordu bu ilk şiirim. Şiirdeki “düşman” Deniz’di tabii. Son dizeyi okuduğumda herkes katıla katıla gülmeye başladı. Bu vecizeyi nerden nasıl bulduğumu sorgulamaya başladılar. Şiirlerimi yüksek sesle okumayı hala pek sevmem. Evde tabii ki şiirden, romandan, tiyatro ve sinemadan bol bol konuşulurdu. Hele babam senaryo yazmaya başlayıp, evimize yönetmenler, oyuncular filan doluşunca… Bu konuşmaları dinlemeye bayılırdım. Yaş aldıkça okumaya da başladım tabii. Daha babam eve dönmeden önce Tommiks, Teksas, Red Kid, Tenten müptelası olmuştum. Babam bu resimli romanların yoz Amerikan kültürü olduğu inancıyla bir anlaşma önerdi bana: Bunları okumaktan vaz geçersem, 15 günde bir başbaşa gezmeye çıkacaktık. Yanlış hatırlamıyorsam ikimiz de sözümüzü tutamadık. Okuduğum ilk “ciddi” kitap Oskar Wilde’ın SALOME’siydi. Sanırım renkli ve resimli kapağı ilgimi çekmişti. Ne anladım hatırlamıyorum. Çok sonraları “Salome’nin Aydınlık Gecesi” diye bir şiir yazdım. Orta okul yıllarımda artık iyice sinema dünyasıyla iç içeydik. Konuşulanları daha iyi anladıkça uzaklaştım o dünyadan. İngiliz Edebiyatıyla o dönem tanıştım. Özellikle şiir. Ama yazmayı düşünmüyordum. O kafayla, belki de evden uzaklaşmak için, Ankara Fen Lisesi’ne gittim. İlk olarak o zaman ciddi ciddi şiir yazmaya, hatta kendime şair demeye başladım. Babamla edebiyat didişmelerimiz de böylece başlamış oldu. Sende sonradan başlayan bu aşk, meslektaşlığa dönünce baba-oğul çetin mücadeleleri de başlatmış olmalı.. Babanın yaptığı işlerle ilgili konuşup, fikirleştiğiniz olur muydu? Yahut o senin yaptığın işleri eleştirir miydi? Mesela en iyi yaptığın işin şu.. ötekisi berbat.. filan dediğiniz anlar.. Eleştiriler acı doludur gibime geliyor ama…? Her zaman, hep. Onun, senaryolar ve polemikler dahil, okumadığım tek bir satırı yoktur sanırım. İkimiz de birbirimizi eleştirirdik. O, eleştiride çok acımasızdı. Zaten bunu bütün edebiyat dünyası bilir. Benim de bu konuda hiç bir ayrıcalığım yoktu. Tam tersine! Onunla ilişkimize bir eleştiri yağmuru denebilir. Bu bir yandan çok geliştirici bir süreç. Ama çok inatçı ve zaman zaman sinsi olmasaydım çok ezilirdim herhalde. Cesaretim kırılır, ne bileyim, kendim olamazdım. Çünkü onun aklında, benim hiç bir zaman olamayacağım, olmayı da seçmediğim bir oğul ideali vardı. Okudum dediğim, büyük çoğunluğunu yayınlanmadan önce okudum Vedat Türkali eserlerini. Tabii ki eleştirdim, zaten eleştireyim diye okuturdu. Ama eşit bir ilişki de değildi bu. Dikkatle dinler, ama aklına yatmadığı anda “bi bok anlamamışsın…” deyiverirdi. Kitap yayınlandıktan sonra okuduğumda da, eleştirilerim doğrultusunda ufak tefek değişiklikler yaptığını görürdüm. En sevdiği filmim “Usta Beni Öldürsene”ydi. Benim favorilerim “Bir Gün Tek Başına” ve “Kayıp Romanlar”. Hepimizin babaları/anneleri yaşımız ve yaptıklarımız itibariyle bir dönem bizlerden uzaktı ama sanki konu edebiyatçı bir baba olunca insanlar sürekli filmik bir ambiyansta, dertleşmeler, kucaklaşmalar, ağlaşmalar, el ele şiir yazmalar hayal ediyor... "Babam benden hiçbir şey anlamıyor" kitabın tüm bu durumun kıran kıranalığına bir isyan mı acaba? İsyan olduğunu sanmıyorum. İsyancı bir tip değilim. En azından “isyan” denen şeyden anladığım biraz farklı. Kişiliğim devrimci, komünist, evet isyancı bir aile ve gelenek içinde biçimlendi. Ama bir yandan da ailemizin alabildiğine sofu halalarım kanadıyla ve çok munis ve iyi insan olmak hedefli teyzelerim kanadıyla da çok yakın ilişki içindeydim. Babam hapisten çıktığında ürkek, çekingen, asosyal bir canlıydım. Hiç arkadaşım yoktu ve düşünmek için çok çok fazla zamanım vardı. Babamla da, hayatla da, sonradan siyasal örgütlerle de birlikteliğimin büyük problemi bu oldu sanırım. Büyük, evrensel mücadelelere adanmışlık yanında, kavganın ne olduğu, neden ve nasıl çıktığı, sürdürüldüğü konusunda hiç fikrim yoktu. Hiç bir inanca kuşkusuz sahip olamadım. Benim için isyan, bildiğim kadarını inatla savunmak, bir de kendini o kadar önemsememektir. O kitabı okuyanlar, en çok kendime isyan ettiğimi görürler zaten. 'BABAMIN O FİLMİ GÖRMESİ NE GÜZEL OLURDU...' Bir Gün Tek Başına uzun zamandır bildiğim, Bitti Bitti Bitmedi kitabı da bir zamandır filme çekilecek diye dolanır durur hep, hatta Bir Gün Tek Başına’nın senaryosunu sen yazmıştın… “Bitti Bitti Bitmedi”den çok sıkı bir film çıkar. Ama bu yalnızca bir fikir. Bu konuda bir adım atmadık. BGTB’yı yapmak için yıllarca uğraştık. Ben o romanın ilk tretmanını sanırım 20 yıl kadar önce yazmıştım. Olmadı. Sonra bir kaç kere yine ciddi kolları sıvadık. Hatta bir kaç yıl önce işin kıyısına gelmiştik. Başta babam, Yusuf (Pirhasan); Müge Beceren ve ben yazdık senaryoyu. Storyboard’lara, sanat tasarımına, mekanlara kadar her şey hazırdı. Son anda yatırımcılardan biri vazgeçti projeden. Yine olmadı. Sonra ben çok farklı ve daha ucuza çekilebilecek, ama (bence) etkisi daha büyük olacak bir taslak yazdım. Olmadı olmadı… Babamın o filmi görmesi ne güzel olurdu. Vaz geçmedik. Fırsat kolluyoruz. İlla ki yapılacak. Barış Pirhasan'ın çok etkilendiği, ah ulan keşke ben yazsaydım/çekseydim dediği işler var mı? Etkilendiğim, ohoo, çok şiir roman oyun film müzik resim falan da filan var. Keşke ben yazsaydım veya çekseydim meselesine gelince… Bunu yapıyorum zaten. Kimi zaman açık seçik, kimi zaman çaktırmadan. Şiirse, çeviriyorum. Filmse ya adını vererek, ya da uzak bir çağrışımsa yalnızca esinlenerek şiirini yazıyorum. Zaten o bayıldığım işi ben yapmış olsaydım o kadar güzel olmazdı ki… Son olarak babana bir selam edelim istiyorum; yapmayı çok istediği, yapamadığı ve de bu sektörde uzun yıllar yazmış/yaratmış birisi olarak sana “bunu asla yapma” dediği şeyler illa ki vardır..? Valla öyle bir şey sordun ki, ruhu seni ziyarete gelirse şaşırma (gülüşmeler- ben: ‘elbet gelsin’) Yapmak istediklerinin yanında yapabildikleri minicik kalır. Bir kere film çekmek istiyordu. Gönlünce film çekemedi. Çektiğim bütün filmlerin setlerine geldi. Hadi ilk filmimi İstanbul’da çektim, gelecekti tabii. İkinci “Usta Beni Öldürsene”yi Macaristan’da çektim. Geldi. “O da Beni Seviyor”u Malatyada çektim, ordaydı. Hepsinde de bir biçimde işime karıştı. Onu tanımayanlar “yahu baban seni kıskanıyor mu nedir?” diyesi oldular. “Kıskanıyor tabii ama zannettiğiniz gibi değil…” dedim. Yazmak istediği daha bir sürü roman vardı. Dopdolu gitti. Zaman zaman bir sürü lüzumsuz işle, engelle boğuştu, sinemamızın en seçkin sanatçılarının yanında, saçma sapan, kimi cahil, kimi korkak adamlarla da çalışmak zorunda kaldı. Kendi sözüdür: “Beni övecekseniz, bu ortamda, bu adamlarla nasıl yapabildi bu işleri diye övün…” derdi. “Bu senaryo olmamış, getir birlikte çalışalım” dediği olurdu. Bunu asla yapma dediği bir şey hatırlamıyorum. Asla yapma diyeceği bir işi zaten yapmayacağıma güveniyordu sanırım.. Barış, babasını yolcu ettikten sonra Berlin’deki evine döndü ve “kocaman” bir şiir yazdı. Kocaman diyorum çünkü bu kadar kalpten yazılan bir şeyi tarif edebilecek kelimeler benim kelime hazinemde yok. Ben de belki görmemiş/okuyamamışsınızdır henüz diye onunla bitirmek istedim.. Barış Pirhasan 2016 yılında babasının vefatından "ÖLÜMDEN SONRA AŞK" isimli şiiri yazmıştır. İşte şiirin sözleri Şiirlerimizi sevmezdik birbirimizin Bence onunkiler takır tukur, onca benimkiler sulu sepken Sonra günlerden bir gün bir şiirini okurken Dank etti kafama: Babam değil ki bunu yazan, gencecik bir komünist İmrendiğim deli fişek militanlardan biri O zaman bir muhabbet kapladı içimi Öyle kurtuldum oğul olmaktan Ama sabırla bekledim ölmesini. Güle güle git genç adam, her canlı gibi, balık, kirpi, kaplan, yaban kazı gibi git Özlediğin kanatlar, yüzgeçler, hepsi senin şimdi Ohhh diye esiyor rüzgarın git buralardan, görev tamam Şimdi bilmenin vakti bilmediklerimizi Nehirler, bulutlar, trenler, gemiler gibi git dünyayı dolaş Müjdeler olsun, insan olma faslı bitti Artık gönlümce, korkmadan, kırılmadan, utanmadan sevebilirim seni. * 2023 Şiir Ödülü'nün Barış Pirhasan'a verildiğini duyuran PEN Yazarlar Derneği tarafından: “Kalabalığa hiç karışmadan kalabalıktan biri gibi yazdı. Şiirin hayatı varsa hayatın da bir şiiri vardı. Oyunun da bir gerçeklik biçimi olduğunu kanıtladı. Sık yazmasa da şiir düşüncesini hep ve her yere taşıdı. Tarih kötüdür. Şiire bunu bilerek başladı. 70’li yılların öncü şairlerinden oldu. Öncü, özgün ve özel bir şair olarak anıldı. İyi bir şair şiirinde başka iyi şairleri de ağırlar. Onun şiirinde Orhan Veli de, Ece Ayhan da, Metin Eloğlu, Ergin Günçe de var. Zaten biz başkalarıyla kendimiz olmuyor muyuz? Şiirin yüzünü güldürecek, okuru sevinçten ağlatacak şiirler yazdı.” Şeklinde açıklamada bulunuldu. Ödül TÜYAP İzmir Kitap Fuarı'nda 18 Mart tarihinde verileceği duyuruldu. Şiirsiz bir dünya olmaması umudumuzla… Semihat Karadağlı /18.03.2023 * Yararlanılan Kaynaklar: 1)- Wikipedia 2)- Duvar gazetesi 07.09.2016 3)- Cumhuriyet Gazetesi 03 Mart 2023 4)- İleri haber/ Bengü Üçüncü / 11.09.2016 tarihli röportajı 5)- Barış Pirhasan – Bütün şiirleri/ Kara Karga yayınları/2018 6)- Barış Pirhasan- Ölümden sonra Aşk/ Kara Karga yayınları /2018

  • Yakıcı Bu Haziran

    Emel AKÇAY * Yakıcı bu haziran, Güneş ufukta yükseliyor, Açıyorum gözlerimi, Kalbimde bir ağrı, Cam kesikleri dolu her yanım, Yakıcı bu haziran, Sanki sessiz bir kabulleniş yaşamayı, Her şey gerektiği gibi, Yatmak, kalkmak, nefes almak, Rutin trenine binmiş bir ben, Yakıcı bu haziran, Gözlerimde yaşlar, Bir başka gökyüzüne uyanacaksın, Havası suyu başka çiçekleri başka, Bir başka bakacaksın hayata, Gözlerine tutkuyla, Yakıcı bu haziran, Ne bakabildim gözlerine doyasıya, Ne tutabildim ellerini, İçim kasıgalar diyarı, Elimde bir tutam sevda, Hatırandan yoksun, Yakıcı bu haziran, Gülüşünü avucuma alıp öpemedim... * 14 Temmuz 2022

  • Bela Tek Başına Gelmez

    Fuat ÖZGEN * Bela Yelden gelir Elden gelir Yerden gelir Aşağıdan, yukarıdan gelir Kar olarak, don olarak Deprem, heyelan, sel olarak gelir Bazen hepsi birden. Bilimden uzaklaşmayla Yanlış kentleşmeyle Yanlış yönetimle Eksik denetimle Felakete çanak tutulunca Yıkar, dondurur Boğar, öldürür Yaşayana da, izleyene de Sadece acı kalır, isyan kalır.

  • Polis Şefi Pirhasan

    Niyazi UYAR * "6 Haziran Ecevit Başbakan!" sloganının atıldığı yıllarda lise sonda okuyordu Pirhasan! O yıllardan beri, belki çok daha eski yıllarda renklere siyasi yaftalar yapıştırılmış olabilir. Mesela yeşil dindarların, kırmızı solcularındı, mavi Ecevit mavisi olmuş onu da sosyal demokratlar sahiplenmişti yetmişli seksenli yıllarda! Pirhasan’ın babası Almanya’da Mercedes araba fabrikasında çalışmaktadır. Pirhasan dünyaya gelince babası, Hasanların piri olsun diye Pirhasan koymuş adını. Pirhasan adı, bir mezhebin aidiyetini bayrak edinen bir ad olmasına rağmen, Cemalettin Efendinin o mezheple uzaktan yakından bir alakası olmadığı gibi belki de nefret etmektedir o mezhepten! Lise sonun edebiyat şubesinde okuyan Pirhasan, Ecevit’i, Ecevit’in mavisin yüreğinin baş köşesine oturtmuş buna sebep de sık sık okulu kırıp onun mitinglerine gitmiştir. Pirhasan’ın babasının adaşı Almanya’da dinci tarikatın şeyhidir, bu ada sebep olacak o tarikata bağlanmış, zaman içinde en has müritlerden biri olmuştur. Cemalettin Efendinin oğlu Pirhasan, dünyaya sol pencereden bakarken, Cemalettin Efendi, sağdan hem de en sağdan bakmaktadır. Yıldan yıla görürler birbirlerini, o da kısa bir zaman aralığında. Yan yana geldiler mi, hasım gibi tartışmaya başlarlardı ki, ne tartışma… Pirhasan babası ile bir araya gelmek istemediği gibi babası Cemalettin Efendi de oğlu ile yan yana gelmek istemez. Yılda bir Cemalettin Efendinin izinli geldiğinde birbirlerini topu topu üç beş saat ya görürler ya görmezler. Bir de Cemalettin Efendinin çocukluk arkadaşı Seyfullah'ın, onun şerefine verdiği davette... … Liseyi bitirdikten sonra yalnızlıktan, sahipsizlikten üniversite okuyamayan Pirhasan, askerlik çağı gelince yoklamasını yaptırıp askere gider. Asker ocağında bölük komutanının isteği ile çavuşluk sınavına girerek sınavı kazanır ve çavuş olur... … Yaşı yirmi üç olmuştur, daha bir baltaya sap olamamış, işsiz güçsüz dolaşıp dururken bazı arkadaşları üniversite okumuş, bazıları evlenip yuva kurmuş, bazıları sevgilileriyle gezip tozarken, bazıları da nişanlıdır. İşi gücü olmadığı için o, evlenmeyi düşünemez bile, evlenmeye kalksa nasıl geçinecektir? Lise okurken siyasal hareketlerin tam da göbeğinde yer alan Pirhasan, içinin ısındığı, gönlünün aktığı dost yüzlüsüne “seni seviyorum,” demeyi içinden geçirip dururken, dost yüzlüsü, ona sıcaklık gösterip dururken, dernek yönetimindeki fikri kıymetli İbrahim Demir: “Aşk meşk küçük burjuva işidir, bizim böyle şeylere ayıracak zamanımız olamaz, lütfen arkadaşlar,” diye sık sık toplantılarda uyarılarda bulunur ya Pirhasan da örgüt disiplinine bağlı, tam bir görev adamıdır ya İbrahim Demir, öyle diyecek de o, dost yüzlüsünün ilgisine, onun meyline, karşılık verecek… … Pirhasan, askerden geleli üç yıl olmuş, fakat doğru dürüst bir iş bulamamış, günübirlik işlerde çalışarak, karnını anca doyurur. "Güzel bir iş, karnımı doyuracak bir iş, bir iş… yuva kurmamı sağlayacak bir iş… İnşallah bir iş," diye diye sabah akşam tekrar ederek totem yapar. Günler böyle geçip giderken, iş dönüşlerinde Kahveci Bekir’in kahvesine uğrar bir iki bardak çay içerdi. Yine bir gün iş dönüşü Kahveci Bekir’in kahvesine uğramış çay içmek istemiş canı. Kahvenin yeşil renkli ahşap kapısını iteleyerek içeri girer ve bir masaya oturur. Kahveci Bekir’e, “Bekir abi demli bir çay,” der. Çay gelinceye kadar, cebinden çıkardığı birinci sigarasından bir dal çıkarıp yakar. Bir sigara demezdi o, bir sigara yerine “bir dal,” derdi. Çayı yudumlarken sigarasından bir iki nefes alıp dumanlara büyük, küçük kan dolaşımı yaptırırken, diğer yandan o yılların sosyal demokrat gazetesi Milliyet Gazetesinin birinci sayfasının sağ alt köşesindeki habere takılır gözü. Haberde polis alınacağı yazmaktadır. Şartları uymaktadır, lise mezunu olması yeterlidir. Güvenlik soruşturmasından bir aksilik çıkmazsa, polis olacağı düşüncesi bütün hücrelerine kadar sirayet etmiştir tam o anda. İllaki güvenlik soruşturmaları, illaki güvenlik soruşturmaları ondan çekinmektedir. İnsanoğlu anlaşılmaz karakterli bir varlıktır, belli mi olur, onun onmasını, gülmesini istemeyen bir muhbir vatandaş, yalan beyanla geleceğini karartabilirdi, olur mu olurdu; yine de tedbiri elden bırakmaması lazım Türkiye'dir burası... … Beş yıllık polistir Pirhasan, çalışkan, dikkatli, görevine sadık ve atak. Polis olmasına olmuştur, fakat Pirhasan’ın mavi tutkusu azalacağına artmıştır. İç çamaşırlarına kadar mavidir. Mesai dışında tepeden tırnağa maviye kesmektedir her yanı: Pantolonu, kabanı, gömleği, kazağı, çorabı… Sigarası bile maviye yeni ad olan parlementtir. Baharın ilkinde ve sonundaki günlerde, montu kot, pantolonu kottur. Dikili sahilini adımlarken, dudaklarının arasına sıkıştırdığı parlement sigarasını hiç çıkarmaz, tükeninceye kadar dudaklarının arasında tutar, dumanın mavi gözlerinin önüne bir sis perdesi olmasına aldırmazdı. Seyrek dişleri, sigara içmekten ten rengine dönüp sapsarı sararmıştır. Dişleri gibi kıvır kıvır sarı saçları da seyrektir. . “Çay, sigara, çay sigara,” derler ya, o da çay, sigara içmekten yemek yemeyi unutur, öğün artlardı. Doğru dürüst beslenemediğinden kürdan gibi, upuzun uzayıp gitmiştir. Esaslı bir rüzgâr esse alıp götürürdü belki. Okyanus kıyısındaki devletlerden birinde yaşasaymış, muson rüzgarları kim bilir nerelere savurmuştur onu? İzmir Yeşilyurt Emniyetinde çalışırken başarılı çalışmaları ona narkotik büroda şef unvanını getirmiştir. Getirmiştir getirmesine de onun adalet anlayışı bugün olduğu gibi, her zaman başının belası olacaktır. Nitekim bir dosyayı takip ederken, önüne uzatılan tebellüğ belgesini imzalar. Yazıda Dikili İlçe Emniyet Müdürlüğüne atamasının yapıldığı yazmaktadır. Hiçbir yorum yapmaz bilir ki, yapacağı her yorum, huzurunu kaçıracak, mutsuz edecektir. Kimseye hiçbir şey demeden, ilişiğini kesip Dikili İlçe Emniyet Müdürlüğünde görevine başlar. İlçe Emniyet Müdürünün babacan yaklaşımı içini ısıtır. İlçe müdürü, “sana iki gün izin veriyorum, önce şehri gez dolaş, neresini seversen orada bir ev kiralamaya çalış, kolay gelsin,” deyip uğurlar. Polis Şefi Pirhasan, Dikili İsmet Paşa Mahallesinde, deniz gören eski, ahşap bir evi beğenip kiralar. Ev sahibi pazarcılık yapan Ahmet Amcadır. Ahmet Amca: “Senin yaşında bir oğlum var, adı İbrahim, Türkçe Öğretmeni. Şu an Sivas’ın Şarkışla ilçesinde çalışıyor. Seni sevdim evlat, ucuza vereceğim, güle güle otur!” Günler huzur içinde geçip giderken Pirhasan’ın, Dikili öğretmenevinde bir arkadaş meclisinde tanıştığı Aynur Öğretmene akıvermiştir gönlü. Ondan sonraki günlerde fırsat yaratıp öğretmenevinde bir araya gelir, çay kahve içip tanımaya başlarlar birbirlerini. Çay kahve içerlerken mavi tutkularının da ortak olduğunun farkına varırlar, ikisi de maviye aşıktır. Pirhasan’ın mavi aşkı, Ecevit mavisidir. Aynur Hanım’ın mavi aşkı da aynı olmalı. O yılların mavi aşkı Ecevit’ten gelmiştir. Dağa, taşa “Karaoğlan,” adını yazdıran Ecevit, gönüllerin sevgilisi olmuştur... Aynur Öğretmen’in sol yanağındaki gamzesi gülümseyince, daha bir belirginleşir, yarım çekik gözleri, kısa küt kesilmiş kestane kızılı saçları, hafif bir esintiyle dalgalanır, kısa küt saçlar dalgalandıkça, Pirhasan bir hoş olur, kestane kızılı saçların dalgalarının içinde kaybolup gitmektedir... Renklerin siyasi görüşü yoktur, yok olmasına da ırkları bile renklerle tasnif eden insanlar renklere siyasi misyon yüklemekten geri durur mu? Yazarların başı kel mi, onlarda renklerle seslenmiş okuruna. Mesela biri Mavi ve Siyah demiş, biri Kara demiş, biri, Benim Adım Kırmızı demiş, biri Sarı Sıcak, biri Pembe dizi demiş, biri Yeşil Gece demiş, biri Yeşil demiş… Ecevit’in modası geçince mavisi de unutuluvermiş öyle. Ecevit mavisi dememiş kimse, yalnız renklerin en asili mavi, verir mi birinciliği, yeni, enternasyonal bir sıfat takınıp oluvermiş Parlementin mavisi! … Mavi motivasyonu ile sık sık bir araya gelen Aynur Öğretmen’le Polis Şefi Pirhasan’ın evlilikteki cicim ayları çabuk geçmiş, bir zaman sonra aynen halk deyimi ile "kedi köpek" gibi olmuşlar. O kadar uzaklaşıp nefretlerini çoğaltan bu iki medeni insan yatakta aralarına bir kılıç koymasalar da bir uçurum oluşmuşlar ki ne uçurum! Aynur Öğretmen her gün bir başına Ege’ye bakan penceresinden Ege'nin mavisine batıp çıkarken, Pirhasan dışarıda arkadaşları Recai ve Mahmut’la buluşur bir iki kadeh attıktan sonra eve gelir. Evliliğin ilk günlerinde akşamı iple çeken Pirhasan'ın yaman bir soğukluk esir almıştır yüreğini, eve gelmek istemez canı. Severek, anlaşarak hayatlarını birleştiren bu iki medeni insan, medeniyet kelimesinin içini boşaltmışlar kısa zamanda, artık "keçileri bile bir ormanda yayılmaz," olmuştur. Pirhasan mavi tutkusundan kopalı aylar olmuş, yas tutanlar gibi karalara bürünmüştür. Evde ne kadar mavisi varsa hepsini siyah çöp torbalarına doldurup belediye çöp konteynıra atmıştır. Mavi aşkı karaya dönen Pirhasan’ın aksine Aynur Öğretmen’in mavi aşkı devam etmektedir. Pirhasan’ın mavi tutkusu öteden beri huzurunu kaçırmaktadır zaten iş yerinde. O da dönen, fır dönen fırdöndüler gibi dönmüş hidayete erenler safında almıştır yerini. Onun, "baba gibi" derler ya işte tam öyle baba gibi sevdiği emniyet müdürünün tayini Şırnak’a çıkınca huzuru iyiden iyiye kaçmış, huzuru kaçmakla kalmamış, uğruna ölesi geldiği fikri dünyasından kopmuştur. Bir de yeni gelen müdür Pirhasan’a iyiden iyiye zıt gitmiş, tarifsiz bir mobbing uygulamaya başlamıştır. Bu siyasal düşünce ile onun bu teşkilat içinde huzur bulması imkansızdır. Üç beş yıldır teşkilatın siyasal angajmanları çalışmasını çok güçleştirmiştir. Ya bu deveyi güdecek ya da başka bir diyara gidecek; sanki başka diyarda her şey güllük gülistanlıktır! Ege, Dikili sahiline şlap şlap çarpıp dururken, sahilden aldığı kumları istiridye kabuklarını denizin içine ta orta göbeğine doğru alıp götürürken, Polis Şefi Pirhasan’ın mobbinge sebep bir zorunluluk gönlünden sildiği Ecevit'in mavisidir, O, Ege’nin mavi denizini de silip atacak hali yoktur gönlünden, Denizin mavisi yüreğinin bir odacığında durup oturmaktadır. Ege, mavinin en berrağını pare pare iletirken dört bir yana, onun yüreği parça parça olmuştur. İnancı, düşüncesi uğruna babası Cemalettin Efendiye bile eyvallah etmeyen Polis Şefi Pirhasan, Aynur Öğretmen’in gösterdiği direnci gösterememiş, fır dönen fırdöndüler gibi fırdöndü olmuştur. Bu fırdöndülük onun ruh sağlığını da etkilemeye başlamış ve zaman içinde kendinden nefret etmesine sebep olmuştur. Polis Şefi Pirhasan böyle savrulup giderken, Aynur Öğretmen’in yalnızlıkta edebiyat sevdası çoğaldıkça çoğalmış, çoğaldıkça çoğalan sanat aşkı, deniz gören pencereden, mavi denize baktıkça yazma aşkını iyice depreştirmiştir. Yıllardan beri okuduğu kitapların altı çizilen cümleleri bir akıl defteri sihirli bir hazine gibi her daim elinin altında, "kurtlandırmaya" başlamıştır onu, demektedir ki “hadi durma aşkını yazıya dök, hadi durma!" Anlaşarak, sevişerek bir araya gelen mavi tutkunu bu iki medeni insan, medeni sözcüğünün ruhuna aykırı, aynı evde, iki yaban olmuştur bir zamandır. Üç aydır, yatakları ayrıdır, ayrı olmakla birlikte yaman bir sinir savaşı da başlamıştır aralarında. Sinirleri sağlam olan savaşı daha az hasarla atlatacaktır. Öteden beri tutulan kayıtlarda da görüldüğü üzre sinir savaşlarından çokça kadınlar galip çıkmıştır. Çünkü erkekler ele bakımlıdır, bir başına yaşamayı beceremezler şekil "a" da çok görüldüğü gibi. Onlar iki yumurtayı birbirine çarpıp bir omlet yapmayı bile beceremezler, bir de … Türkçe Öğretmeni Aynur Hanım, bir taraftan duygusal şarkılar dinlerken, diğer yandan duygusal tümceleri bir araya getirip eğitim enstitüsü yıllarının yüreğinin ta derinliklerine c35 betonla gömdüğü sevgisi, işte o sevgi, betonun içinde kalan bir deniz kabuğunun hava boşluğundan fışkırıp çıkmıştır adeta gün yüzüne. Eğitim enstitüsünün bastırılmış, üstüne c 35 beton dökülmüş sevgisi, Uludağ’ın yamacında Pirağa, İbram ve Kerem birlikte kırmızı şarap içtikleri mekanların karlarını delip çıkan kardelenler gibi çıkıvermiştir ortaya. Yıllar yıllar var, esamisi okunmayan, üstüne c 35 beton dökülen aşk, sosyal medya erbabı ile birbirlerini bulmuşlardır birbirlerini. Dünü, dünün daha dününü birbirlerine bir çırpıda özet geçen iki eski aşık, hemen her gün görüntülü arama ile kavuşup sarmaş dolaş olurlar, hemen her görüşmede sarmaş dolaş olurken dünün pişmanlıklarına, konjektürel atmosferine veryansın ederler. Polis Şefi Pirhasan, mesai çıkışı arkadaşları Recai ve Mahmut’la Bakkal Muharrem’den aldıkları biraları şehre hakim bir tepede, kavrulmuş yer fıstığı ile içerken, ahları art arda çekerler. Aynur Öğretmen’le Polis Şefi Pirhasan’ın bir araya gelmeleri bundan sonra imkansızdır. İçine yaman bir kurt düşen Pirhasan, Aynur Öğretmen’in her bir hareketini dakika dakika takip etmeye başlamıştır bile. Telefon teşkilatında çalışan Baki Peynirci’ye bir vesileyle yardımcı olmuş onu bir beladan kurtarmıştır bir tarihte. Baki Peynirci, Aynur Öğretmen’in sevgilisi ile olan telefon görüşmelerinin dökümünü dakikası dakikasına iletir Pirhasan’a. Artık cin şişeden çıkmıştır, artık Anadolu erkeğinin gördükleriyle yaşamasının imkânı yoktur. Analar erkek çocuklarını büyütürken, “a benim güzel oğlum, bakır taşaklı oğlum, pipini seveyim senin, sen soyumuzsun, istikbalimizsin… gibi benzer söylemlerle büyütülen Anadolu erkeği, yüklendiği bu ağır misyonla erkeliğin icabını yerine getirilmelidir... Polis Şefi Pirhasan, Aynur Öğretmene bedel ödetmesi lazımdır, yetiştiği sosyal çevre bunu emretmektedir. Kan akmalı, kan akmalı hem ne kan... Günlerden salıdır. Polis Şefi Pirhasan, Recai, Mahmut, Bakkal Muharrem’den aldıkları kavrulmuş yer fıstığı ile birlikte şişe şişe bira içerler. Polis Şefi Pirhasan’ın öfkesi yüzünde, gözünde her bir uzvuna sirayet etmiştir. Üç arkadaş çektikleri ahlarla şehre hakim tepeden her yeri inletirken, Ege sakince seğirir. Bu seğirti iyiye delalet değildir. Uzaklardan kara bir bulut yavaş yavaş şehrin üstüne doğru sökün edip gelirken, Ege de hafiften kıpırdayarak, kıyılara şılap şılap vurmaya başlamıştır. Biralarını içen üç arkadaş Dikili, Öğretmenevine gider, Ocakçı Veli’nin bol köpüklü kahvesini höpürdete höpürdete içerler, Onlar kahveyi içerken Pirhasan kahveyi mi, kahve Pirhjasan'ı mı içmiştir farkında olmamıştır. Öfkesi konuştukça azalacağına dağlar kadar olmuştur. Pirhasan, bu boynuzlanmanın ana fikrinin yazacak, Aynur Öğretmen'e diyetini ödetecektir. “Daldın gitti, Piro dedi Recai!” “Aynen daldın be Piro, bu kadar takma kafana, hem de bir yanlışlık yapayım deme sakın!” “Doğru derseniz be birader, bu öğretmen hanım, beni çapraza getirdi be gardaş, bedel ödemesi lazım, ama nasıl bi bedel olcak onu bilmiyom!” “Sakın ha dedi Recai!” “Sakın ha dedi Mahmut!” “Bi gün gazetelen üçüncü sayfasında görünce Piro’ya kelepçe vurulmuş görürseniz sakın şaşırmayın!” “Sakın ha,” dedi Recai! “Sakın ha,” dedi Mahmut! … Maviden Ecevit mavisine başlayan sevdanın yanık türküsü, sosyal medyanın arama motorları ile tazelenen eski aşklar kana, bir cana sebep olmuştur…

  • Sevgi

    Nurdan ALADAĞ * Bugün uyandığıma sevindim. İlyas'la buluşacağız ıssız bir parkta. Çok kararlıyım. İçimdeki fırtınayı anlatacağım ona. Papatyaları çok sever İlyas. Kucak dolusu papatya götüreceğim ona. Denk getirip bugüne kadar hiç kimseden çiçek almadığımı da söyleyeceğim. Buluşacağımız saatten çok önce parka gittim. Geçmedi dakikalar. O daracık sokaktan İlyas’ın geldiğini görünce elim ayağım dolaştı. Kucağında kocaman bir papatya demeti vardı. Yanıma geldiğinde ikimiz de papatya olduk. Güldü İlyas. Saatler geçti. İkimiz de hiç konuşmadık. Ayrılırken papatyaları okşadık ikimiz de. Seni seviyorum diyemedim ama o, "Papatyalarda buluştuk." dedi bana. Buluştuk!

bottom of page