top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • FİKİR JİMNASTİĞİ

    Niyazi UYAR * İnsanın demokratik tavrını ortaya koyarken, hiçbir olgunun onu etkilememesi lazımdır, az çok demokratik olan ülkelerde. Bunun böyle olmasına o kadar çok inanıyorum ki, tarif edecek ne güçlü bir cümle ne de bir metin oluşturabilirim. Fakat gerçek olgu yaşadığımız coğrafyadan mı, ya da inanç dünyamızın dogmalarından mıdır, bilemiyorum… Şimdi konuyu daha somut örneklerle ortaya koymaya çalışayım. Sevgili okurum, konuya “mezhepsel bakış açısıyla yaklaşma,” diyebilirsin. Bu sorunun yanıtını net olarak verememem bile fikir üretmeye çalışan, eli kalem tutan az çok mürekkep yalayan insanların bile ne kadar özgür olduklarına varın siz karın verin! Yeteri kadar anlaşılır olmadı değil mi? Biraz sonra ne demek istediğim net olarak anlaşılacaktır. Fikir jimnastiğini kısıtlayan, yalnızca insan olmanın korkuları değil, bu aynı zamanda yaşadığımız sosyal çevreyle birlikte, aile bireylerinin çekincesini de buna eklemek lazım. Ondan öte, koyu, kopkoyu Sünni ortam, atın dizginlerini çekip duran korkak süvari gibi, "öyle mi yazsam, böyle mi yazsam," türünden çekince içine girmek, otokontrolden midir, ya da korkudan mıdır, inanın sorunun yanıtını bile net olarak veremiyorum. “Abartma, sen de amma abartın ha,” diyeceksiniz değil mi? Bir iki daha can alıcı örnekle düşüncemi sübuta erdireyim. Şimdi desem ki, Öğretmen Fatma Kaya Hanım, Erciş’te ben Aleviyim, deseydi, Fırıncı Zülküf ona ekmek verir miydi, Kasap Murtaza’dan et alabilir miydi, Marketçi İhsan yağ, peynir… satar mıydı ona? Mesela Demirci Lisesi’nin ortaokulunda okuyan Ali Rıza Çelik, okuduğu sınıfta “Ben Aleviyim,” deseydi, sınıf arkadaşları Mükerrem, Ahmet Mercimek, Dalaklı Osman, Dinçerlerin uzun saçlı kızı, Şaşmazların gözlüklü kızı, banka müdürünün kara kızı, Şehre küstü mahallesinin deli fişek çocuğu Mustafa… yüzüne bakar mıydı? Sınıf arkadaşlarını geçtim, öğretmenleri Kızılcıkların Reyhan’ı, Yes it’s derken, “e” sesini “ö” olarak seslendiren Erdoğan Öğretmeni, dikkat et gösteriyorum diyen Galiplerin Ali’si geçer puan verir miydi? Ya Din Bilgisi dersi seçmeli olduğu halde, her derste Alevilere durmadan hakaretler yağdıran, o din öğretmenin aşağılayıcı tavrına rağmen “seçmiyorum” diyebilir miydi? Bu saydığımız örnekleri, bir kıyıcığa bırakıp daha can alıcı, hem yüreğe hem akla seslenen başka bir konuya daha temas edelim mi, ne dersiniz? Bak sevgili okur, Anadolu coğrafyasında Türkçe konuşup Türkçe anlaşabiliyorsak bunun yegâne hem de en önemli etkeni elinde sazı, dilinde güzel Türkçesi olan halk ozanlarıdır. Yani Şah Hatayilerdir, Bektaş Velilerdir, Pir Sultan Abdallardır, Karacaoğlanlardır, Dadaloğullarıdır, Aşık Veysellerdir, Aşık Mahsunilerdir, Aşık Davut Sularilerdir… Sevgili okur, hiçbir zaman dar mezhepçi, ayrıştırıcı, insanları dinine, mezhebine, rengine göre tasnif eden, ilkel anlayışları her daim reddedip çağdaş normları ilke edindim kendime. Çünkü böyle davranmamanın en aşağılık, en sapkın bir anlayış olduğuna inandım hep! Ancak bugün dünya, yarın ahiret derler ya, biz doğru bildiğimizi, o ne der, bana sonra nasıl davranır, diye düşünürsek sevgili okurum ve Fırıncı Zülküflerin, Marketçi İhsanların, Kasap Murtazaların adalet ve din anlayışına göre tanzim etmeye çalışırsak sosyal yapıyı, biz sittin sene ülkenin demokratik olduğunu anlatamayız kimseye, demokratik bir toplum da olamayız ve biz sittin sene demokrasi ile tanışamayız! Yazılacak, yazacağım o kadar çok şey var ki, internet okuru uzun yazıyı okumayı sevmediği için, yazının kısası, vurucu olanı muteberdir. Yazılacak o kadar çok şey varken, mesela, daha dara çekilen Hallacı Mansur’a, derisi yüzülen Nesimi’ye, Sivas’ta dara çekilen Pir Sultan’a, Sivas’ta Madımak ’ta yakılan canlara, Maraş’ta, Çorum’da katledilen güzel canlara değinmedim bile… Ya işte böyle sevgili editörüm, bu yaranın binli yıllardan bile evveliyatı var, işte o yara durmadan kanıyor. Ne yazsam, neler desem, bu güzel insanların yaşadıklarını anlatmaya kelimelerim kifayetsiz kalır. Kuyucu Murat’tan, Baba İshak’tan bahsetmedim daha, Bedrettin’den, katliamdan korkup kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarında yaşamak zorunda kalan Alevi canlardan bahsetmedim… Ya işte böyle sevgili okurum, bu yürek binli yıllara gelmezden beri kanayıp duruyor ne yapayım, ona sebep aşığın sazına gelen aşk misali, bir iki kelam da ben ettim. Kırdıysam, lütfen kusura bakma. Gönül kırmak, kalp kırmak, benim kitabımın sayfalarında yer bulamaz kendine. Buna sebep kimse ile kora kor, dişe diş bir tartışmaya, polemiğe girmekten hep imtina ederim ben. Yine azıcık bir gönül kırgınlığı olmuşsa çok üzülürüm. Hoşça, dostça kalın. En samimi selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

  • Karabasan

    Nurdan ALADAĞ * Balkonun kapısı sertçe açılınca fırladı yerinden. Ürktü de. Sanki karanlık bir gölge girdi içeriye. Hızla değişip insana, kediye, kurda, çakala, ayıya... benzeyen bir gölge. İyi de bu parfüm kokusu da neydi? Çocukluğunda saklambaç oynadığı Jale'nin annesinin kokusunu hatırladı. İçeriye giren karanlık gölge duvarlarda dolaşmaya başladı. Elektrikler kesilince yaktıkları mum ışığında oynadığı gölge oyunlarında her şeyi kuzuya, o kuzunun anasına benzetirdi Tülin. Yalnızdı şimdi. Jale İstanbul'a gitmişti. O günlerden kalan anılar güzeldi. Hâlâ güzel. Balkon kapısını kapatmak için kalktı yerinden. Tokat gibi yüzüne çarptı rüzgâr. Rüzgârla birlikte giyeni görülmeyen bir elbise girdi içeriye. Bir hayalet, doğum gününde kendisine armağan olarak alınan o elbiseyi giymiş olmalı diye düşündü. Gözlerinin rengine uygun, acı yeşil bir elbiseydi. Birden simsiyah göründü gözüne. Korktu. Evde, içinde insan olmayan giysiler dolaşmaya başladı. Gürültü çoğaldıkça ürperdi. Dinlenmek, kendine gelmek için uzanmak istediği kanepede yüzü olmayan biri yatıyordu. Terlemişti iyice. Dudakları kurumuş, olan bitene bir anlam veremiyordu. Nefes alamaz gibi oldu. Genzi yandı. Duvardaki fotoğraf bir şeyler söyledi ama Tülin hiçbir şey anlamadı söylenenlerden. Siren sesleriyle uyandı. Kâbus gördüğünü düşündü bir an, evin içi silme dumandı. Korkarak açtı yumruklanan kapıyı. Bina yanıyor, dedi zeminde oturan Gülizar hanım. Çığlık ata ata yuvarlanarak indi merdivenleri. Gitti. Tülin evde kalıp yanarak öleyim diye düşündü bir an. Bıkmıştı beklemekten, bıkmıştı büyüyen yalnızlığından. Acı yeşil elbise ilişti gözüne. Onu alıp zifiri dumanın içine girdi.

  • Bahar ve Umut

    Nurten B. AKSOY * Adım toprak; uzun yıllardır üstü kısmen derme çatma brandalarla örtülü, kimsenin uğramadığı tepedeki bir bahçenin ortasındayım. Tek başıma, yapayalnız, kupkuru ve karanlık mı karanlık. Kaç mevsim yaşadım kim bilir burada, böyle bir başıma? Kaç mevsim, kaç kış, kaç bahar geçti üstümden bilmiyorum. Soğuk, ıssız ve bir başımayım kaç vakittir. Bazen yanımda yöremde bir kaç ot yeşermeye kalkıyor; ama öylesine kuruyum ki daha bir parmak boy veremeden kuruyup kalıyor o otlar da benim gibi. İşte bir kış mevsimi daha bitti; yine karlar, yağmurlar yağdı. Ne sert rüzgarlar esti, ne ayazlar oldu… Ama bir damla yağmur bile işlemedi içime, o sular erişemedi bir türlü yüreğime. Günler hep böyle kupkuru, yapayalnız geçti. Sonra, sonra bir gün, kış mevsiminin son günlerinden birinde biri geldi bahçeye. Görmüş geçirmiş, yüzünde zamanın derin izleri olan yorgun bir adam... Uzun uzun baktı bana... Ne kadar da verimli bir toprağa benziyor, diye söylendi kendi kendine. Belki biraz eşelersem baharda yeşile bürünür rengarenk çiçekler açar üstünde. Sonra ilk olarak üstümdeki brandaları söktü, usul usul işlemeye, adeta okşamaya başladı sevgiyle toprağı, yani beni... Yumuşacık ellerini duyumsuyordum sanki elindeki kazmayı üstüme her vurduğunda. Aslında içim acımıyor değildi, ama bir yandan da seviniyordum. Ne de olsa yıllar sonra kuş uçmaz, kervan geçmez bu tepede ilk defa biri ilgileniyordu benimle. İçimde bahar yağmurları gibi ılık ılık bir şeylerin aktığını duyuyordum. Belki de yıllardır ölüp yok olduğunu sandığım duygularım benimle birlikte yeniden kabarıyordu. Oysa ben yıllardır bir mezar toprağı kadar sessiz, içimde taşıdığım ölü ruhlarla baş başa değil miydim? Ne oluyordu bana böyle? İçin için sevinirken bir yandan da korkuyordum aslında. Yeniden hayata dönüp can verecek miydim duygularıma ya da bahar yeniden can verecek miydi bana? Baharın ilk günlerinden biriydi; ilk suyu, can suyumu verdi o sevgi dolu eller. Kabuk tutmuş yaralarımı kanırttı usulca; acıtmadan, kanatmadan. Sanki kan yürüyordu damarlarıma, içim ısınıyordu ılık ılık. Bu birden bire gelen bahar havası kandırıyor muydu yoksa beni. Şaşkın badem ağaçları gibi aldanıp çiçeklerle donanmalı mıydım baştan aşağı. Ama ya vazgeçerse, ya bırakırsa beni... Ya karlar yağarsa çiçeklerimin üstüne tekrar! Aslında biliyordum, bu benim görüp göreceğim son "ilkbaharımdı" Ben şimdiye kadar her ilkbaharda hep sonbaharı, hatta kışı yaşamıştım. Sonra baharı görmeden yazın kavurucu sıcaklarında kurumuş, solmuştum yapraklar gibi. Şimdi ne oluyordu bana böyle. Yoksa yeniden baharı mı yaşayacaktım. Yılların yalnızlığı yüreğimde; yorgunum, bitkinim, umutsuzum, ama bu bahar bir başka geldi. O sihirli el tohum saçtı her yanıma. İçim kıpır kıpır, son bir umutla o tohumları sarıp sarmalamak istiyorum. Yeniden rengarenk çiçekler açsın istiyorum üstümde, yüzümde, yanımda, yöremde… Yeşil otlar bürüsün istiyorum her yanımı. Bahar geldi işte yeniden, cemreler düştü; hava, su ısındı. Ben de ısınmaya başladım yavaştan... Güneş daha bir gösteriyor yüzünü artık, bulutlarla kavga etse de. Sıcacık ışıkları kıyıdan kenardan ısıtıyor yüreğimi. Umut çiçekleri baş veriyor kurumaya yüz tutmuş dallarımda. Beklemedeyim şimdilerde, o çiçekler bunca kardan kıştan sonra meyveye duracak mı diye... Umudumu yitirmeden beklemedeyim; çünkü artık biliyorum ki BAHAR UMUT DEMEKTİ...

  • Vazgeçme

    Fadime Y. KAROĞLU * Üstümüz başımız Berbat Yüzümüz gözümüz Kır pas Balçıkta debeleniyoruz... Süre dar, Yol belli. Güç mevcut Umut baki. Yeter ki vazgeçme! Olmasa da hemen, Güneşe ermek Işığını görmek, Yetecek ilkten. Işığa uzat ellerini! Bıçak sırtı karar günü Işığı yakalamak mümkün Hadi vazgeçme İnancından!

  • DİNA VE GİNA İÇİN ADALET

    Yusuf Aksoy * Türkiye’de yabancı öğrenci statüsüyle bulunan Gabon’lu Karabük Üniversitesi öğrencisi Jeannah Danys Dinabongho Ibouanga’nın 26 Mart’ta ve ailesi Suriye’den mülteci olarak gelen, Kilis’te yaşayan 8 yaşındaki Gina’nın şüpheli ölüm haberleri toplumun duyarlı kesimlerini üzüntü ve isyana boğmuştur. Her iki çocuğun da öldürülmeden önce istismar edildiği iddiaları sosyal medyada çokça dile getirilmektedir. Dina’nın ölü bedeninin bulunması sonrası aynı üniversitede bulunan arkadaşlarının protesto gösterileri yapılmasaydı ve Gina’nin da benzer durumu sosyal medya aracılığıyla kamuoyu ile paylaşılmasaydı bu yaşanılanlar belki de öğrenilemeyecekti. Bianet’ten Evrim Kepenek’in haberine göre: “2022 yılında Bianet çetelesiye yansıyan 198 şüpheli ölüm var. En az on üçü Türkiye vatandaşı olmayan kadınlardan oluşmaktadır.” Ülkemizde maalesef özellikle kadınlar, çocuklar, sokak hayvanları, ağaçlar ve evsizler korunamıyor; her türlü istismar, şiddet ve ölüme karşı burun buruna yaşama savaşı veriyorlar. Hayatları zindan edilen bu kesimler adalet kavramının sözdeliğinden ve ayrımsız yaşamdan yana olan toplumsal kesimlerin yeterince örgütsüz olmalarından dolayı yaşamla ölüm arasında gün saymaktadır. Güven ortamı içinde yaşayamayan kesimlere karşı uygulanan istismar, şiddet ve cinayetler politiktir. Patriyarkal yani erkek egemen kültür günümüzde de çok yönlü argümanlardan beslenerek kadınlar üzerinde her türlü terörü meşrulaştırmaktadır. İstanbul sözleşmesinin siyasi iktidarca feshi bırakalım şiddetin ve istismarın meşruiyetini neredeyse kötülüğe açık bir alan yaratmıştır. İçinde bulunduğumuz seçim sürecinde yabancılara karşı düşmanlığı politik bir propagandaya dönüştürenler mültecilerine yönelik istismar, tehdit, sömürü ve cinayetlerin müsebbipleridir. Kadın ve çocukları birer cinsel obje olarak gören sapkın kesimlerin gözle görülür kitleselleşmeleri ve görünmezden gelinmeleri belli zihniyetlerin politik varlıkları için konsolide olma araçları haline gelmiştir. Yanı başımızdaki ülkesindeki kirli savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan ailenin Gina adlı çocuğunun ve binlerce kilometre uzaktaki yurdundan, ailesinden, evinden, barkından gelerek kendine mutlu bir gelecek inşa etmek isteyen üniversite öğrencisi Dina’nın hesabını hep birlikte vermek zorundayız. İstismara uğrayıp öldürülen Gina ve Dina bizim komşularımız, kardeşlerimiz, eşit hakları olması gereken yurttaşlarımız, dokunulmaması gereken özgür bireyler. Onlar hayallerinin peşinde iken hain tuzaklarda, vahşice istismara uğrayarak katledildiler. Bu yaşadıklarımızın sebeplerine ilişkin Picasso’nun İspanya iç savasını anlattığı o eşsiz tablosu olan Guernika’nın öyküsünü hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum. Guernika, Nazi faşizminin bombaladığı şehrin adıdır. Acı çeken insanlar, hayvanlar ile kaos içindeki yıkılmış binalar resmedilmiştir. Bir sergide, "Bu tabloyu siz mi yaptınız?" diye soran Alman subayına, Picasso, "Hayır siz yaptınız!" diye yanıt verir. Hayatımız lime lime edilirken ‘Mutluluğun resmi’ yok. Olmaz da. çünkü örgütlü kötülüğü yenecek güçte değiliz. Kadınlar, çocuklar ve tüm bileşenleriyle doğa için kenetlendiğimizde ancak beyaz tuval içinde göreceğiz kelebeklerin özgür ülkesini ve özgür dünyayı. Gina, Dina ve adını duymadığımız en ağır işkence olan istismar ve cinayetlere kurban edilen tüm çocuklar ve kadınların imdat çığlıkları için kulaklarımızı açalım. İstismar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, şiddet ve adaletsizlik bizi ciddi olarak rahatsız etmelidir artık…

  • GARGANTUA

    François RABELAİS * Genel Bilgi: François Rabelais, rönesansın en ünlü sanatçılarından biridir. Klasik dünya edebiyatının büyük yazarları arasında sayılıp modern Avrupa edebiyatının kurucularından olduğu kabul edilir. Hümanizmin öncülerindendir, Desiderus Erasmus'la çağdaştır. Jean Paul Sartre, Rabelais'nin üslubuna hayranlığını saklamaz ve onun Avrupa düşüncesinin ve Hümanizmin gelişmesi açısından önemini Erasmus ile Montaigne arasında köprü olmak derecesinde görür. Aşağıda okuyacağınız muhteşem metin, Sartre'nin hayranı olduğu üslubu hakkında bir fikir verir. 1532'de yayınlanan ilk kitabına yazdığı önsözden ÇEVİRİDİR. Gargantua ve Pantagruel, François Rabelais'in bir baba ile oğlunun hikâyelerinden oluşan ve gayet açık saçık bir fantastik güldürü olan felsefi eseri ve baş yapıtıdır. Gargantua ve Pantagruel, beş kitaptan oluşan bir seridir: Pantagruel (1532) La vie très horrifique du grand Gargantua (1534) Le Tiers Livre ("Üçüncü kitap", 1546) Le Quart Livre ("Dördüncü kitap", 1552) Le Cinquiesme Livre (Beşinci kitap. Bu kitabin Rabelais tarafından yazılıp yazılmadığı tartışmalıdır.) Kitap: Gargantua “Grandes Croniques” adlı masal, büyücü Merilin’in, İngiliz Kralı Arthur’a savaşta yardımcı olmaları için yarattığı dev bir ailenin kahramanlıklarını anlatır. Rabelais’ın GARGUNTUA için çıkış noktası işte bu halk masalıdır. İlk kitapta içkiciler kralı Pantagruel’i ve onun arkadaşı anarşist Panurge’yi, ikinci kitapta baba Gargantua’yı tanıtır okuyucusuna. Gargantua, yazılış tekniği olarak bugünkü roman anlayışına oldukça yakındır. Ortaçağla modern zamanlar arasında bir köprü olan Rabelais, bu yapıtı ile romanesklerden romana geçişin de habercisidir. Baştan sona bir şenlik havası hâkimdir metinde. Mesela, sevimli devimiz annesinin kulağından gelir dünyaya. Sonra bebeğin geçmişini takdim eder, soyunu sopunu, asaletini sergiler Rabelais. Ardından çocukluk yılları ve eğitim dönemine geçer. Ortaçağ bilgileri ve skolastik felsefesi ile donanmış üstat Holoferne’den aldığı derslerle tam bir sersem olur küçük dev. Gargantua’nın cehaletinin tam anlamıyla açığa çıktığı yarışma, aslında Ortaçağ düşüncesinin karanlığı ile eski yunan felsefesinin aydınlığı arasındadır. Babası farkı görür ve oğlunu Ponokrates adlı bir pedagoga teslim eder." Kitap, Fransızca aslından Sebahattin Eyüpoğlu, Arza Erhat, Vedat Günyol tarafından dilimize kazandırılmıştır. -GARGUNTUA'nın 1537'de yapılan bir baskısının kapağı- **** * Gargantua adlı kitabımda bir başka tat, daha gizli kapaklı bir öğreti bulacaksınız Pek Ünlü Ayyaşlar ve Siz, Pek Değerli Frengililer, –çünkü başkalarına değil, sizlere adanmıştır yazılarım– Alkibiades, daha açığı Şölen adlı diyalogunda Platon’un hocası Sokrates’i, ki filozofların şahı olduğu su götürmez, başka sözler arasında Silen’lere benzetir. Eskiden Silen’ler küçük kutulardı, bugün ilaç satan dükkânlarda gördüklerimiz gibi, üstlerinde gülünç, saçma sapan yaratık resimleri vardı: Harpya’lar, satyr’ler, yularlı kazlar, boynuzlu tavşanlar, eyerli ördekler, uçan tekeler, koşumlu geyikler ve insanları güldürmeye yarayan daha birçok uydurmalar. O canım Bacchus’un lalası Silenos da bunlardan biriydi aslında. Ama bu kutuların içinde nadide ilaçlar saklanırdı: Balsam, ak amber, kakule, misk, zebbat, mücevherler ve daha başka değerli şeyler. Sokrates’i de onlara benzetiyordu Platon, çünkü ona dışardan bakıldığı, dış görünüşüne göre değerlendirildiği zaman bir soğan kabuğu kadar para etmezdi, öylesine çirkindi bedeniyle, gülünç halleriyle, sivri burnu, boğa bakışı, deli suratıyla, kaba davranışları, köylü kılığıyla, züğürtlüğü, kadından yana bahtsızlığı, devlet işlerine elverişsizliği, durmadan sırıtması, her önüne gelenle içki içmesi, boyuna maskaralık etmesiyle o Tanrısal bilgisini her zaman gizleyerek. Ama kutuyu açtınız mı, içinde göklerden inme, paha biçilmez bir ilaç bulurdunuz: İnsanüstü bir anlayış, görülmedik erdemler, yenilmez yiğitlik, eşsiz bir azakanarlık, kesin bir yetinirlik, kendine şaşmazca güvenirlik ve insanların, uğrunda sabahladıkları, koşuştukları, çabaladıkları, denizlere açıldıkları, savaştıkları her şeye karşı inanılmaz bir küçümseme. Sizce ne diyedir bu peşrev, bu kalem hünerbazlığı? Şundan ötürü ki, sizler, benim sadık çömezlerim ve sizler dışında kimi aylak zıpırlar, Gargantua, Pantagruel, Fessepinte, Uçkurlarım, Domuz Yağlı Nohut Üstüne vb. gibi bizim uydurduğumuz alaylı kitap başlıklarını görünce, hemen sanırsınız ki içlerinde yalnız alaylar, tuhaflıklar, gülünç uydurmalar vardır; çünkü herkes dış görünüşün –yani başlığın– şakacılığına, maskaralığına bakıp daha ötesine gitmez. Ama insanların eserlerini böylesine hafife almak doğru değildir. Çünkü siz de söylemez misiniz: Papazı papaz eden cüppe değildir, kimi keşiş kılığına girer, ama içinde hiç keşiş olmaz, kimi İspanyol şalına bürünür, ama hiç de İspanyol yüreği olmaz. Onun için kitabı açmak ve içindekini özenle tartıp değerlendirmek gerekir. O zaman görürsünüz ki kutunun içindeki ilaç kutunun umdurduğundan çok daha değerlidir, demek istiyorum ki bu kitapta işlenen konular başlığın düşündürdüğü kadar abuk sabuk değildir. Hayli gülünç ve başlığa uygun konular bulsanız bile, bağlanıp kalmayın onlara, Siren’lerin türküsüne bağlanır gibi, şakadan söylendiğini sandığınız şeyi daha yüksek bir anlamla yorumlamaya bakın. Şişe açtığınız oldu mu hiç? Hehey! Düşünün o zamanki halinizi. İlikli bir kemik bulan köpek gördüğünüz oldu mu hiç? Platon’un Devlet’inin ikinci kitabında söylediği gibi köpek dünyanın en filozof hayvanıdır, görmüşseniz, bilirsiniz ne hayranlıkla bakar ona, ne özlemle koklar onu, ne coşkunlukla yakalar, nasıl bir dikkatle dişler, ne sevgiyle kırar, ne heyecanla yalar onu. Ne diye yapar bütün bunları? Nedir umduğu bütün bu çabalardan? Nedir bulacağı nimet? Bir lokma ilik sadece. Ama doğrusu, bu azıcık şey başka her şeylerin çokluğundan daha lezzetlidir. Çünkü Calinus’un Doğal Yetiler kitabının üçüncü ve Uzuvların Görevleri adlı kitabının on birinci babında dediği gibi, ilik doğanın özene bezene yarattığı bir besindir. İşte onun gibi sizin de bu yüce özlü kitapları koklamak, tatmak ve değerlendirmek için akıllı davranmanız gerekir, izlemede çevik, yakalamada atak olacaksınız; sonra merakla inceleyip üstünde dura dura kıracaksınız kemiği ve çekip yutacaksınız içindeki özlü iliği –yani bu Pisagorca benzetmelerle demek istediğim şeyi– böylelikle okuduğunuz kitabın size bilgelik, mertlik sağlayacağını umabilirsiniz; çünkü bu kitapta bir başka tat, daha gizli kapaklı bir öğreti bulacaksınız, bu öğreti sizi pek yüce kutsallıklara ve şaşırtıcı gizemlere erdirecek hem dinimiz bakımından, hem de kamusal ve özel yaşantımız bakımından. Siz gerçekten inanır mısınız ki, Homeros, İlyada’yı ve Odysseia’yı yazarken Plutarkhos’un, Pontos’lu Herakleides’in, Eustatius’un, Phornutus’un ondan çıkaracakları, Politianus’un da onlardan aşıracak olduğu gizli anlamları düşünmüş olsun? Buna inanırsanız, benim düşüncemin köşesine bile yaklaşamazsınız, çünkü benim düşünceme göre, Homeros bu anlamları aklından geçirmemiştir. Ovidus’un Dönüşümler’de İncil’in törelerini aklından geçirmemiş olduğu kadar; oysa otlakçıların şahı bir Rahip Lubin çıkar, bunu ispatlamaya kalkar, ola ki onun kadar budala okuyucular bulsun, atasözünün dediği gibi tencere yuvarlansın kapağını bulsun. Bunun böyle olduğuna inanmazsanız, benim bu eğlenceli ve yeni hikâyelerime de bir sürü anlamlar verebilirsiniz, oysa ben bunları yazarken hiç de öyle şeyler düşünmedim, siz de belki benden fazla düşünmeyip içiyorsunuzdur benim gibi. Çünkü bu haşmetli kitabı bedenimi beslemeye ayırdığım zaman içinde yazdım, yani yiyerek ve içerek. Bu üstün konuları ve derin bilgileri yazmanın tam zamanı da budur, nitekim Homeros, bütün bilginlerin şahı, öyle yapmış, Horatius’un dediğine bakılırsa, Latin şairlerinin babası Ennius da öyle; gel gör ki densizin biri Ennius’un şiirlerinde zeytinyağından çok şarap kokusu olduğunu kınayarak ileri sürer. Zıpçıktının biri de benim kitaplarım için böyle der. Halt etmiş o! Şarap kokusu zeytinyağından ne kadar daha göksel ve leziz! Benim için, zeytinyağından çok şaraba para harcamış derlerse övünürüm bununla, Demosthenes kendisi için nasıl şaraptan çok zeytinyağına para harcıyor denmesiyle övünmüş ise. Keyif adamı, cümbüş ehli denmek şandır şereftir benim için ve ben bu sıfatla bütün Pantagreuel’ci meclislere hoş gelir, sefa getiririm. Asık suratlının biri Demosthenes’e söylevlerin kirli paslı bir zeytinyağı satıcısının önlüğü gibi kokuyor diye çatmış. Siz yine de benim söyleyip yaptıklarımı baş tacı edin ve size bu güzel uydurmaları sunan peynir kafalıyı yabana atmayın, onu hep hoş tutun elinizden geldiği kadar. Uzun sözün kısası keyfinize bakın canlar ve güle güle okuyun ötesini bedeninize sağlık, böbreklerinize rahatlık getirerek. Ama bakın bana, eşek suratlılar, canı çıkasıcalar, sakın o zaman bana kadeh kaldırmayı unutmayın ki, ben de size kaldırayım kadehlerimi. Francois Rabelais / Yazarın önsözü GARGANTUA * Fransızca'dan ÇEVİRENLER: *Sabahattin EYÜBOĞLU *Azra ERHAT *Vedat GÜNYOL Francois RABELAİS (d. 1483 ile 1494) Chinon, Fransa - ö. 9 Nisan 1553, Paris), Fransız yazar, doktor, Rönesans düşünürü, keşiş ve Antik Grekçe bilgini. İsminin harflerinin yerini değiştirerek oluşturduğu Alcofribas Nasier mahlası veya Séraphin Calobarsy olarak da tanınır. Tarihsel olarak elimizdeki bilgiler ve eserlerden onun bir fantezi, hiciv, grotesk, müstehcen güldürü ve şarkı yazarı olduğunu biliyoruz. Bir baba ile oğlunun hikâyelerinden oluşan Gargantua ve Pantagruel baş yapıtlarıdır. Rabelais klasik dünya edebiyatının büyük yazarları arasında sayılmakta ve modern Avrupa edebiyatının kurucularından olduğu kabul edilmektedir. Hümanizmin öncülerindendir, Desiderus Erasmus'la çağdaştır. Jean Paul Sartre, Rabelais'nin üslubuna hayranlığını saklamaz ve onun Avrupa düşüncesinin ve Hümanizmin tekamülü açısından önemini Erasmus ile Montaigne arasında köprü olmak derecesinde görür. Hayatı Bir avukatın oğludur. Fontelay-le-Comte'daki Fransiskan okulunda eğitim gördü ve orada bir rahip oldu. Rabelais burada Yunanca ve Latince öğrendi ve eski eserleri (hümaniteleri) okudu. Ayrıca bilim, filoloji ve hukuk alanında da çalışmalar yaptı ve bu çalışmaları onun, aralarında Guillaume Budé'nin de bulunduğu çağının Hümanistleri tarafından, tanınmasına neden oldu. Çalışmalarının Fransisken Kilisesi tarafından yönlendirilmesi onu bezdirdi ve Papa VII. Clement 'ye bir dilekçe yazarak Fransisken Kilisesinden ayrıldı. Montpellier Üniversitesi'nde tıp öğrenimi gördü. Lyons’a doktor olarak gönderildi. Doktorasını verdiği sıralarda, ünlü eserleri ‘Gargantua’ ile ‘Pantagruel’ yayımlanmıştı. Bu eserleri yüzünden Kilise ve Sorbonne'luların lanetine uğradı, eseri sansürlendi ve toplandı, Rabelais Metz’e kaçtı. Hayatının geri kalan yıllarını Quimper yakınlarında geçirdi. Rabelais, Yunan ve Latin Edebiyatı’nı en ince ayrıntısına kadar bilen, Fransız rönesansının en büyüklerinden sayılır. Coşkun bir yaşama sevgisiyle, öğrenme aşkıyla doludur. Eserlerinde canlı, mizah yüklü bir üslûpla yeni insanı yaratmaya çalışmıştır. * DERLEME, DÜZENLEME: Şenol YAZICI

  • Dünya Romanlar Günü

    Nurten B. AKSOY * Kimi zaman bir meydanda klarnet ve darbukalarıyla içli bir ezgiye eşlik eden, kimi zaman renkli giysileriyle elindeki çiçeği size uzatan, kimi zaman şen kahkahalarıyla etrafı neşelendiren Çingeneler toplumumuzun ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçası… Türkiye’de yoğun olarak başta Adana (Cono aşireti) olmak üzere, Çanakkale, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Düzce, İstanbul ve İzmir’de yaşayan ve Dünyanın da en renkli göçebe topluluklarından olan Çingenelerin sorunlarını tartışmak üzere Nisan 1971’de Londra yakınlarında ilk Uluslararası Roman Kongresi toplanmış. Bu kongreye atfen de 1990’dan itibaren 8 Nisan Dünya Romanlar Günü olarak kutlanmakta. Biz de hem Çingenelerin bu gününü kutlamak hem de onları daha yakından tanımak istedik. TARİH ve DİL Arnavutlar, Çerkesler, Gürcüler, Bulgarlar, Boşnaklar, Sırplar, Araplar gibi Romanlar da bir kavimdir Roman kavmini kavim yapan iki temel unsur vardır. Bunlardan birincisi Roman tarihi diğeri ise Roman dilidir. Bugün farklı bölgelerde yaşayan Romanların ataları aynı geçmişi paylaşmışlardır. İşte bu tarihin sonucunda ortaya Roman dili ve Roman kültürü çıkmıştır. Doğrudan doğruya Roman tarihine kaynaklık edebilecek çok az sayıda yazılı belge bulunmaktadır. Buna karşılık Roman tarihinin en büyük şahidi Roman dili Romanes’tir. 1700’lü yılların sonlarından itibaren Romanes dilini inceleyen dilbilimciler bu dilin kimi özelliklerinden Romanların tarihine ilişkin çeşitli sonuçlar çıkarmışlardır. Romanes dilinin Avrupa’da konuşulan diller içerisinde yakın dönem Hint dilleri ile doğrudan ilişkili tek dil olması Romanların tarihinin Hindistan’da başladığını ortaya koymaktadır. 1000 yıl önce Hindistan’ı kasıp kavuran büyük istila hareketleri ve savaşlar Romanların atalarının bu bölgeden ayrılmasına neden olur. Bu insanlar bin bir zorlukla o zamanlar üzerinde Bizans İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü Anadolu ve Balkan topraklarına gelirler. Burada geçimlerini çeşitli zanaat ve hizmetlerin sunumuyla sağlayan yerli Çingene kavimleri ile kaynaşarak zamanla tek bir kavim haline gelirler. Batıya doğru hareket eden bu kavimlerin kimi üyeleri gittikleri ülkelerin Çingene gruplarıyla kaynaşarak o ülkelere yerleşirler. Kimileri ise Batı’ya doğru yolculuklarına devam ederler. Roman tarihinin ikinci aşaması Romanların Bizans İmparatorluğu’na ulaşmaları ile tamamlanır. Bizans İmparatorluğu’nun bugünkü Türkiye ve Balkanlar sınırlarında kalan topraklarında yaşayan Çingene kavimleri Hindistan’dan gelen Çingenelerle kaynaşırlar. Bu sürecin sonucunda Romanes dili ve Roman kimliği ortaya çıkar. Kendilerine Roman adını veren ve Romanes dilini konuşan Çingeneler ilk olarak Bizans İmparatorluğu’nun özellikle Balkan topraklarında yayılırlar. Zamanla Balkanların her köşesinde kalabalıklaşan ve Balkanların ayrılmaz bir parçası haline gelen Romanlar bir yandan da daha küçük gruplar halinde Avrupa’nın diğer bölgelerine göç ederler. 1800 ve 1900’lü yıllarda Amerika ve Asya toprakları da Romanların yaşadığı bölgeler arasına girer HİNT-AVRUPA DİL AİLESİ Hintçeye çok yakın, Hint-Avrupa dillerinin bütün özelliklerini taşıyan Romanes dili çok açık bir şekilde Hint dilleri ile bağlantılıdır. Bununla birlikte Fars, Kafkas dilleri ile Yunancadan da etkilenmiştir. Çok sayıda farklı lehçesi olmakla birlikte özellikle Balkanlar ve Batı Anadolu’da konuşulan Romanes dilinin farklı lehçelerini konuşanlar, birbirleriyle kolaylıkla iletişim kurabilirler. Romanes dilinin gizemini Jan Yoors adlı bir kişi (ailesinin izniyle altı yıl Çingenelerle beraber yolculuk ettikten sonra) şöyle anlatmış: “Artık kendimi, havadan sudan konuşmalar için elverişsiz olan yabani, eski ‘Romanca’ ile ifade edemeyecektim, Romanların etkili, şiirsel, esnek ifadelerini, yaratıcı kıssalarını kullanamayacak, bu dilin sınırsız yoğunluk ve üretkenliğinin keyfini çıkaramayacaktım. Yaşlı Bidişka bir kez bize, Roman dilinin büyüsü, ağırlığı ve katışıksız yoğunluğuyla dolunayın gökten yere indiriliş efsanesini anlatmıştı. İnsanın inanası geliyordu…” Çingene toplulukları arasında yaşamış bir gazeteci olan Isabel Fonseca “Beni Ayakta Gömün-Çingeneler ve Yolculukları” adlı kitabında şöyle anlatıyor Çingeneleri: Sanılanın aksine yekpare bir grup olmayan Çingene toplumunun yazılı ya da sözlü bir tarihi yok. Yaşadıkları acılarla başa çıkmak için unutmayı kolektif bir sanat haline getiren bu insanlar için geçmiş ya da gelecek değil sadece içinde yaşanan an önemli. Hindistan’dan çıktıkları günden beri ne Hindistan’da ne de dünyanın başka bir yerinde bir ‘anavatan’ kurma özlemine kapılmamış olmaları da bunun bir göstergesi. Aileyi devletten daha anlamlı bulan Çingenelerin vazgeçilmez önceliği ise; tarih boyunca hiç değişmeden kalmış, diledikleri gibi bir yaşam seçme özgürlüğünü korumak…” HEP AZINLIKTA KALMAK Dünya üzerindeki toplam Roman nüfusu hakkında halen kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır. Romanların içinde yaşadığı ülkelerin verdiği bilgiler esas alınırsa dünya genelinde Roman nüfusu beş milyonun üzerindedir ve bu Roman nüfusunun yarıdan fazlası Balkan ülkeleri ve Batı Anadolu’da yaşamaktadır. Ancak Romanların, Balkanlar ve Batı Anadolu dahil olmak üzere yaşadıkları bölgelerin hiçbirinde çoğunluğu oluşturdukları hiçbir toprak parçası yoktur. Sayıları elli bini geçmeyen Roman mahalleleri dışında Romanlar tüm yerleşim birimlerinde sayıca azınlık konumundadırlar. Bu durumun nedeni Roman tarihinde gizlidir. Hindistan’dan ayrılmak zorunda kalan Romanlar sahip oldukları tüm doğal kaynakları uzun zaman önce yitirmişlerdir. Savaş ve istilanın getirdiği yıkım Romanların atalarının topraksız kalmasına, hayvan sürülerini ve sahip oldukları ormanlık arazileri kaybetmelerine neden olmuştur. HALA YAŞAYAN ROMAN MESLEKLERİ Bu şartlar altında geçinebilmek için tek yol Çingene usulü geçim yollarını benimsemek olmuştur. Romanların ataları tarımcı ve hayvancı kavimlere çeşitli zanaat ve hizmetleri sunmuşlar, karşılığında ise onlardan çeşitli hayvansal ve tarımsal gıdaları almışlardır. En bilinen Roman zanaatları sepetçilik, kalaycılık, müzisyenlik, halk hekimliği, bakırcılık, at yetiştiriciliği ve demircilik olmuştur. Çingenelerin ataları diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır. Aslında Çingenelerle Çingene olmayanları birbirinden ayıran en önemli fark budur. Bu meslekleri yaparak geçinen Roman aşiretleri daha geniş bir müşteri topluluğuna ulaşabilmek için küçük gruplara ayrılarak ve giderek daha geniş bir alana yayılmışlardır. Bunun sonucunda toplam nüfusu bugün dahi on milyonu geçmeyen Roman kavmi Avrupa’nın dört bir yanına dağılmıştır. Bu durumun sonucu olarak Romanlar çok yaygın, ama aynı zamanda hiçbir bölgede nüfusça ağırlık oluşturmayan bir kavim durumuna gelmişlerdir. Bunun tek istisnası Romanların dayanışma içerisinde bir arada yaşadıkları Roman mahalleleridir. Sayıca küçük gruplar halinde de olsa sadece Roman mahallelerinde Romanlar, kültürlerini yaşatma ve kendilerini geliştirme imkanı bulabilmişlerdir. Mahallelerin dışında kalan Roman aileler genellikle birkaç kuşak içerisinde dillerini, kültürlerini ve Romanlıklarını tamamen yitirmişlerdir. EN ZOR İŞLERDE ÇALIŞMAK Romanlar sanayinin yaygınlaşması ile birlikte geleneksel mesleklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Modern teknoloji pek çok geleneksel zanaatı işlevsiz bırakmıştır. Bu şartlar altında büyük bir yoksulluk tehlikesi ile karşılaşan Roman toplumunun ezici çoğunluğu ayakta kalabilmek için diğer kesimler tarafından tercih edilmeyen dar gelirli, insan sağlığına zararlı ve en zor işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. “İşte bu Göçebe Zanaatçılar biz Çingenelerin atalarıdır. Dünyanın her yerinde farklı dilleri konuşan ve farklı ırklardan gelen göçebe zanaatçılar vardır. Zamanla atalarımız yer değiştirmişler ve büyük göçler yaşamışlardır. Gittikleri her yerde kendileri gibi göçebe zanaatçılıkla geçinen başka insanlar bulmuşlar ve onlarla kaynaşmışlardır. Çoban kabileler, göçebe zanaatçılarla evlilik yapmaktan kaçınırken; farklı ırklardan gelen göçebe zanaatçılar bu kaygıyı hiç duymamış zamanla birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmişlerdir. Günümüzde hiçbir toplum saf ırk özelliği göstermemektedir. Ama bizlerin ataları yaşadıkları büyük göçler dolayısıyla o kadar geniş bir alana yayılmışlardır ki Çingeneler tam anlamıyla ırklar üstü bir kültür haline gelmiştir. Çingene olmak demek, bir Hindu ile bir Kafkasyalı ile bir Afrikalı ile bir Turani ile bir Farsi ile akraba olmak, kardeş olmak demektir. İnsanlığın kendi arasında büyük acılar çekmelerine sebep olan ırk ayrımları Çingenelerin arasında ortadan kalkmıştır." “1971 yılında Londra’da toplanan 1. Dünya Romanlar Kongresi, Roman tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Bu kongrede dünya Romanlarını temsil eden bir simge belirlenmiş ve tarihte ilk kez Roman toplumunun uluslararası arenada temsil edilmesi yönünde bir girişim başlatılmıştır. Kongrenin Çingene adının tümden reddi gibi eleştirilmesi gereken kararları olmakla birlikte Çingene Evrensel Milletinin bir parçası olarak Romanların kavim kimliklerini geliştirmeleri noktasında son derece önemli bir yeri olduğunun altı çizilmelidir. Kongrede kabul edilen simge son derece büyük bir hızla Avrupa’nın her yerinde yaşayan Romanlar arasında yaygınlaşmakta ve Romanların birlikte yaşadıkları toplumlar tarafından da kabul görmektedir.” (Ali Mezarcıoğlu)

  • BİR ÇOCUK PARKI

    Fuat ÖZGEN * Yalova Fevziçakmak Mahallesi’nde Cumhuriyet Caddesi’nin arkasında üç dört katlı konutlar arasında bir çocuk parkı, bir soluklanma yeri. Adını bir Disk Genel Başkanlığı, milletvekilliği yapmış Güneyköylü Abdullah Baştürk’ten almış. Parkın aşağıdan girişinin yan tarafında insan boyunda bir kaya parçasının üzerine Abdullah Baştürk’ün küçük bir büstü, altına da tanıtıcı bir pano yerleştirilmiş. Şu anda oldukça bakımsız. Abdullah Baştürk devrimci olduğundan arada belediye meclisine parkın adının değiştirilesi teklifleri geliyormuş. Gösterilen tepkiler üzerine şu ana kadar kabul görmemiş. Parkın çevresi alçak bir duvarla çevrili. Dört tarafında da birer girişi var. Etrafında yaya kaldırımı ve araba yolu bulunuyor. Park güzeldir, canlıdır, neşe kaynağıdır ama ona yakışmayanlar da var. Parkın bir köşesinde elektrik trafosu var. Yüksek gerilimin ve patlama olasılığının olduğu bir yapı. Duvarları gençler tarafından mesaj ekranı olarak kullanılıyor. Sık sık boyanmasına karşın bir gün bile temiz kaldığını görmedim. Parkın başka tarafında, duvarın dibinde etrafı tel örgüyle çevrili, parkın elektrik gereksinimini karşılayacak zır zır sesler çıkaran küçük bir trafo var. Parkın iki köşesinin hemen dışında, yaya kaldırımının üzerinde ikişer tane yere gömülü çöp kutu-torbaları var. Bunların boşaltılması anında ortaya çok kötü kokular yayılmakta. Yine parkın üç kenarının dışında roman kadınlar topladıkları kartonları, kâğıtları, kutuları, metalleri, eski eşyaları yığıp seçmekte ve araçlarına yüklemekteler. Bütün bunların çocukların sağlığına etkileri düşünülmeli. İçinde spor aletleri, çocuk oyun grupları, salıncaklar, piknik masaları, banklar ve ağaçlar var. Daha önceki donatılar onarılmak yerine toptan sökülüp kaldırıldı ve yerlerine yenileri monte edildi. Ağaçlardan birkaç tanesi kırmızı süs eriği. Çok erken çiçek açıyorlar ve çiçekli hallerine doyum olmuyor. Meyveleri fındık büyüklüğüne geldiğinde ortaokul çağındaki çocuklar tarafından ağaca zarar vererek toplanıp yeniyorlar. Tatillerde, sıcak havalarda park kalabalıklaşır. Büyükanneler, dedeler torunlarını, anneler çocuklarını getirip salıncaklarda, oyun gruplarında oynatırlar ya da, gözleri üzerlerinde oyunlarına izin verirler. Kimisi ağlar, salıncak kapma kavgası yapar, kimi bağırır. Küçükler yaptıkları her hareketi büyüklerine gösterip aferin alma peşindeler. Çocuklar oynar eğlenirken büyükleri de banklarda sohbeti koyulaştırırlar. Daha önce parkın ortasında, etrafı tel örgüyle çevrili halı saha vardı. Kaldırıldığı için büyük çocuklar çimlerde futbol oynamak zorunda kaldılar. Çimleri toprak sahaya çevirdiler. Arada sırada top çocuklara çarpmakta, huzursuzluklara neden olmakta. Parkın girişinde duvarın kenarındaki zakkumlar kedilere barınak olmuş durumda. Günün belli saatlerinde hayvanseverler ellerinde poşetlerle gelip onları beslerler. Parka gezdirilmeye getirilen köpekler bazen birbiriyle oynar, bazen de hırlaşır, dalaşır. Atıklarını bırakıp giderler. Arada bir mahallenin güzel sesli yaşlısı bastonuyla parka giriş yapar. Türk sanat müziğinden şarkılar söyler. Beğenileri alıp mutlu mesut uzaklaşır. Pazara gidip gelenler kestirme diye parkı çaprazlama geçerler. Yorulduklarında özellikle pazar dönüşü banklarda oturup soluklanırlar, sohbetlere katılırlar. Sevgililer banklarda oturup fısıldaşırlar. Akşam saatlerinde çoğunlukla yakın evlerden kadınlar banklarda, piknik masalarında bir şeyler yiyip içerler ve çekirdek çıtlatırlar. Ortalık çöplerle ve çekirdek kabuklarıyla dolar. Gece saatlerinde büyükçe köpekler parkı turlayıp çıkarlar. İçkisini alanlar banklarda, piknik masalarında ya da yerlerde oturup içkilerini içer; boş şişeleri, kutuları, ambalajları etrafa fırlatırlar. Sabahleyin gelen park görevlisi kızarak, söylenerek, hatta, küfrede küfrede etrafı temizlemeye başlar.

  • KUMA

    * Niyazi UYAR 1980’li yılların siyah beyaz, tek kanallı günlerin popüler dizilerindendi Flamingo Yolu. Dizinin baş oyuncusu, Dallas dizisinin baş oyuncusu Petrol Kralı Ceyar gibi başına beyaz kovboy şapkası giyen Taytıs’tı! Öykümüze kahraman olan Taytıs, Flamingo Yolu dizisinin yolunu bizim buralara düşürüvermişti işte! Bizim Taytıs, ön bahçede elinde kalın değnekle ağzını doldura doldura “eşekli, hayvanlı… sıfatlarla verip veriştirirken bir yandan da yetişebildiğine yapıştırır değneğini. Onun değneğinin, Kaymak Hafız’ın değneğinden geri kalır yanı yoktur! Hele bir de yoldan geçenlerin kendine baktığını görürse daha bir sertleşir, sesini daha bir yükseltir, “Zil çaldı olum, hocala derse girdi, siz eşeoğlu eşekle, top peşinde koştuyonuz, çabık derse, heyven olum!” “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter,” diyen safsatanın, genel kabul gördüğünden disiplinin dayakla sağlanacağına inanır asil ve necip milletimiz! Gerçekten ders zili çalmış, haylazların kimi basket potalarına ayakla basket atmaya çalışırken, kimileri de diğer potanın dar iyi ayağının arasına gözü kapalı gol atmaya çalışır. “Zil çaldım olum, eşek olum, heyvan olu heyvan, zil çaldı, zil!” Hayvan oğlu hayvan, diyemez, "heyvan olu heyvan,” derdi Taytıs! İyi bir entelektüel Mehmet Şener yakıştırmıştı bu adı. Öyle bir yakıştırmıştı, “cuk,” diye de oturuvermişti. Sadece eli değnekliye değil, bir başka ağzı kalabalık, bıçkın, ayakkabının ökçelerine basan Hasan’a da Efendi Toranaga demişti. Lakap takmada yetenekli Mehmet Şener. Taktığı lakaplar, önce okul sınırlarını, sonra da ilçe sınırlarını aşıp ta Acem ellerine kadar ulaşırdı. Namazında niyazında ağzı dualı Taytıs’a göre, Efendi Toranaga ramazan aylarında nüfuz cüzdanında yazan ibarenin hatırına "ben orucum," derdi. Sair günlerde tıksırıncaya kadar yer içerdi. Yaşadığı şehrin ramazan günlerini batı şehirleriyle karşılaştırıp veciz sözlere imza atmıştır. Taytıs ise ramazanda karşılaştıklarına, “Hayırlı ramazanlar, Allah kabul etsin,” der tanısın tanımasın! O zımnen falan değil, aleni, ben dini bütün hakiki bir Müslümanım, demektedir. Yarım yamalak bir eğitim enstitüsü okuduğundan, yarım yamalak bir öğretmen olmuştur. Okulun şansından mıdır nedir, ondan başka yarım yamalak da vardı. Yarım yamalak derken hakikaten eli öpülesi eğitimcilere bin selam olsun! Selam olsun Erdoğan Tüzen, Mehmet Akca, Bay Araz, Bay Çetinkaya, Bay Yılbaşı, Bay Şahin, Bay Nebioğlu … Şirinlik yapmayı severdi Taytıs, yalnız beceremezdi. Garip bir konuşma tarzı olduğundan, sesler gırtlağından çıkarken, gırtlağı parçalanacak gibi olurken bazı sözcükleri yamur yumur eder. Hele bir de keyfi yerindeyse, öğrencilerle top koşturup boş kalelere goller atar, savunmasız basket potasına dura düşüne attığı atışlarını yarısını çembere bile ulaştırmazdı. Bu kadar sportmen birini, İhsan Fidanlar, Bilal Yaralılar, Memet Büyükakgüller kıskanmasın(!) Onlar az daha okuyup olsalarmış onun gibi sporcu(!) Taytıs’ın bir masa tenisi oynayışı vardır ki hakikaten görülmeye değer, aynen tenis topuna dayak atar gibi. Tepeden tırnağa hırsa, tepeden tırnağa öfkeye kestiğinden gömleği pantolonu terden sırılsıklam olur. Onun aparkatlı ters düz vuruşlarını yaparken ağzından çıkan köpükler şap betonun üstünü yağmur yağmış gibi ıslatır. Daha eğitim enstitüsünde okurken hala kızı Vildan’la evlendirmişler. Hala kızı Vildan evden dışarı çıkmamış, yol, iz bilmez, “daha gözü açılmamış, uçmayı bilmeyen yavru kuş misali,” derler, öyle bir kızdır hala kızı Vildan! Vildan’ın muayyen gününü görmeden onun hamile kalması, sayısalcı Taytıs’ı şaşırtmış, şaşırtmaktan öte öfkelendirmiştir. Hele Vildan’ın mide bulantıları, aşermeleri, aksilik bu ya tam da yemek sırasında içindekileri çıkarmak üzere tuvalete doğru koşması… … Taytıs baba olmuş olmasına da kız babası olmuş. Bu ellerde kız çocukları sayıda yoktur, onların yeri hakikaten Nazım’ın dediği gibi öteki kadınlar gibi öküzlerden sonra gelmektedir sofradaki yerleri. Büyük baba Muho ve Hazan Kadın erkek çocuk beklerken kız çocuğu olması canlarını sıkmıştır. Ne demiştir bir seferinde Muho, “Şu veledi ağlatıp durmayın, kafam dayanmıyo. Get ule at şunu Zilan’a! Uyuşuk uyuşuk durup durma gaşımda, ekek adamın erkek çoce olu, de get gözüme görünme!” Bir gün Taytıs’la Maşo Balık Bendi’nde balıkların atlayışlarını seyrederken Taytıs, “Bak Maşo, sen benim en iyi akadaşımsın, gardaşımsın, beni yanlış anlamandan korkaram. Bir şey anlatsam bana kıza mın, benden nefret ede min, dinine, Allah’ına söz desen, anlataram, yosa yo?” "Ne kızacağım, sen benim ahret gardaşımsın, neden kızcak mışım gardaş, kıza mıyım heç?” “Dinin hakkın için bir kez daha söz istiyorum senden ne kızacak ne küseceksin söz mü?” “Söz gardaş ne diye küscek mişem?” “Ne olusa osun mu?” “Ne olusa osun!” “Bak tekra diyom, ne olusa osun mu?” “Ne olusa osun!” “Söz bir Allah bir mi?” “Söz bir Allah bir!” “Allah kelamı Kuran’a el basa mın?” “Allah kelamı Kuran’a el basaram!” “Bak deyon o zaman, küsme, kızma yok!” “De artık, beni diri diri mezere mi gocan, de artık!” “Bak deyon!” “De artık de sabımı taşıdın!” “Senin gardaşın Figen va ya?” “He, ne omuş Figen’e? “Ben onu sevmişem, onla sözleşmişez, evlenmek isterem onla; iznin olusa!” “…” Biz Allah’ın her gün gonuşuyoz, evlenmeye gara vedik. O dedi ki bana!” “Ne dedi?” Bana abem Maşo yadım ede, bizi anlayışla gaşıla!” “Allah belanı vesin, it bile yal yediği tabağı pislemez!” “Ne olu bizi anla, bak göcen çok mutlu olcaz!” Bir zaman sessizlik olur, belki üç, belki beş, belki on dakika kimse konuşmaz. Balık bendinde inci kefalları atlayıp zıplamaya devam eder. Gölün sodalı suyundan çıkıp Deli Çay’a doğru yüzüp yumurtalarını bırakmak için çaya yukarı atlayıp zıplayıp yüzerler, bu görsel şölen, aç balıkçılların dağları delen sesleri Van Gölünün tekmil balıkçıllarını çağırır ziyafete. “Bak gardaş, Figen senin gardaşın, sen benim gardaşımsın. Biz Figen’le garar verdik, evlencez, o dedi ki, abem bize yadım ede. Ne olur he de, sen he deyince, her şey yoluna gircek, biz çok mutlu olcaz, göcen!” “Figen okuyacak daha, ben okumak isteyon demiş başka talipleri olunca anaya!” “Bize sebep demiştir gardaş, biz bi senedir anlaşıyoz, ona sebep söylemiştir! Evlenecez, o bana bi erkek çocuk vercek!” “Verir mi dersin, erkek olacağının senedi mi var?” “Bilmem gardaş onu Allah bilir, fakat biz anlaştık evlencez!” “Allah yardımcınız olsun gardaş, peki yenge hanım ne deyecek, üstüne kuma gesin iste mi?” “O heç bi şe deyemez, o bi erkek doğuramadı, o Figen’e abla olcak, o bi köşeye çekilcek gızına, bakcak, onu böyütcek!” … Figen okulu yarıda bırakmış, Mehmet Şener’in Taytıs adını yapıştırıp cuk diye oturan sıfatı eli değnekli, ince bıyıklı, seyrek kestane renkli saçlı, bakımsızlıktan sapsarı sararmış aralıklı dişleri, her daim öfkeden kudurmuş gözleri her daim öfke yüklüdür. Esmer güzeli Figen, on altısına yeni basmıştır. Kara, kalın kaşları, iri gözlerinin üstünde keman yayı gibi durmakta, pürüzsüz yüzün elmacık kemikleri, bir başkaldırışın nişanesi gibi çıkıktır. Lacivert okul forması ile kapatılan basenler, gösterişlidir, el gün görmeyen göğüsler, elmacık kemiklerinin havasında buradayım demektedir. Coğrafyanın çizdiği kader çizgisi daha on beşinde, on altısında bir ere varmak sırat köprüsünü geçmekle eş değer sayıldığından, Mehmet Şener’in Taytıs adını yapıştırdığı sayısalcıyı kafese koymayı koymuştur kafasına. Yarın ne edip edecek Taytıs’ı ayağının türabı yapacaktır… Evliliklerinin ilk aylarında her şey yolunda gider, Taytıs, Figen’e çok iyi davranır, çok sevecen davranır. Günler böyle akıp giderken, Figen’in hamile olduğu Taytıs’ın hanesinde sevinçleri arşa çıkarır. Onun oğlan doğuracağına inanır, hamileliğine dair, neler üretirler neler: "Bak karnı dik işte, oğlu olacak, bak aş ererken erik merik istemedi canı, bak poposuna, Figen’in güzelliği günden güne artmakta, eğer güzelliği gitseydi kızı olurdu, kızlar annenin güzelliğini alırmış ya…" … Figen’in de Vildan gibi bir kız doğurması Taytıs ailesini çok üzmüştür, sanki evleri ocakları kül olmuştur. Bu durum Vildan’ı derecesiz mutlu etmiştir, ya demek, cinsiyet belirlemek kimsenin harcı değilmiş ya! Taytıs’a bir erkek çocuk doğuramayan Figen’in lohusa günleri yalnız geçer, Taytıs bir sefer bile uğrayıp ne geçmiş olsun demiş, "ne güzel bak sağ salim kurtuldun," dememiştir. Hazan Kadın arada uğrayıp yardımcı olmaya çalışırken ortağı Vildan gün aşırı gelir, hâl hatır sorarken için için de sevinir... Sabah uyanır uyanmaz sessizce giyinen, ses etmeden evden çıkar Taytıs, Sancak Camii’nde sabah namazını kılar, güne öyle başlardı. Yine o gün erkenden kalkar, Sancak Camii’ne gider, sabah namazını kılar, namazdan sonra, lokantasını sabah ezanında açan Şahap Nazlı’nın lokantasına gidip çorbasını içerdi. Şahap Usta ile oradan buradan, bir sürü şey konuşurlar. Şahap Usta’nın demlediği çaydan, üstündeki buharı kıvrıla kıvrıla çıkan ince belli bardaklarla üçer beşer bardak içerler. Ortaokul ve lise tek müdürlükle yönetildiğinden öğrenci sayısı normal öğretime uygun değil, ikilidir. 07.20 de ilk ders başlar. Taytıs, yediye doğru okula gider odasının halk eğitim merkezine bakan penceresini açar iyice bir havalandırır, sonra elinde değnekle iki katlı binayı derslik derslik dolaşır, çok sözü geçmese de hizmetlilere eksik gedik gördüklerini söylerdi. Hazan Kadının yanında olması az da olsa yüreğini ferahlatırken Figen’in, ortağı Vildan, kıskançlıktan mı, nefretten mi bilinmez içindeki öfke ile gün aşırı şöyle bir uğrar bir ihtiyacı olursa yardımcı olacağını söylerdi. O da, “Yok abla, çok sağ ol Allah razı olsun senden, demek beni affettin, ver elini öpeyim!” “Ben değil, Allah affetsin, affetmek bir Allah’a mahsus! Artık geçti bundan sonrasına bakalım biz!” Bir yıldır, Hazan Kadın ve Vildan’dan başka kimse ile görüştürülmeyen Figen, yalnızlığın, nevroz, psiko nevroz atraksiyonları ile intikam hesapları yapmaya başlar. Hazan Kadın’ın olmadığı bir zamanda abla dediği Vildan’a: “Abla, ne olur benim kuma gelmemi, acemiliğime, çocukluğuma, eşekliğime ver! Sen benim ablamsın, ben senin kadar iyi olamam, sen benim üstüme kuma gelseydin, kim bilir ben neler yapardım. Sen çok iyi bir insansın abla, ben bir bok yedim, bir kadının, bir kadına yapmaması gereken bir eşekliği yaptım. Bak ne diyeceğim abla, bizim herife kadınca bir ders verelim!” “Sana güvenebilir miyim ben, yarın üstüme kuma geldiğin gibi, yine bir acemilik daha yapmayacağına nasıl inanabilirim?” “Allah kelamı, kitap üzerine el basarak yemin ederim, kimse duymayacak!” "Söz mü?" "Söz abla!" “Anlaştık o zaman, ben bu gece düşünüp taşınayım, bundan sonra daha az geleceğim sana; şüphelenmesinler!” Kaderlerini coğrafya belirlemiş aile nüfusunda sayıya bile girmeyen Taytıs’ın eşleri, baba evinde görmedikleri sevgiyi koca evinde de görmemiştir. Kadının kaderi, bu dünyanın imtihan yeri olmasından dolayıdır belki de ne derler, “insan bu dünyada çile çekiyorsa cenneti ala için çile çekmektedir!” Bakalım “kadının fendi erkeği yendi” kafiyeli veciz sözünün akıbeti Vildan ve Figen için hakikat olacak mıdır? İki eşinin de kız doğurması Taytıs’ı, komşuları, akrabaları arasında bir suçlu gibi başını öne eğdirmiştir. Taytıs, evde, yolda, okulda, arkadaş sohbetlerinde hep bunu düşünür, hep kafasında erkek doğuramayan iki eşi vardır. Bir üçüncüsünü de alsa nasıl olur? Ya da ne gelir elden, Allah’ın takdiri deyip kabullense, eşleri de daha çok gençtir, bunda olmasa bile öteki doğumlarda belki erkek doğurabilirler, varlığından sual olmaz güzel Allah’ım öyle mehel görmüş desem…diye çok düşünür. Vildan’la Figen erkek çocuk doğuramamanın sebebine dair birbirlerine, “O, erkek koydu da biz mi kız doğurduk,” diye isyan ateşinin harlısını yakmayı koyarlar kafalarına. Vildan’ın çocukluk arkadaşı Nuray’ın kocası Mustafa, Prostat kanserinden vefat etmiştir. Nuray, çocukluk arkadaşı Vildan’a derdini anlatırken her bir şeyi anlatmıştır. Mustafa'nın kullandığı kanser ilaçlarının erkekliğini alıp gittiğini anlatmıştır. Nuray'ın, Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı dediği yaşa gelmeden geceleri zehirlenmiştir. O geceler boyu yanım yanım yandığını, Mustafa’yla kardeş kardeş göz yaşları içinde anlatırken, Vildan da Nuray'ın acısını yüreğinin baş köşesinde hissetmiştir. Vildanın Nuray’la konuştukları bir bir gözünün önüne gelir. Nuray’ın kocası Gözlüklü Mustafa, prostat ilaçlarına sebep erkekliğini kaybetmiştir ya. Nuray’a gidip Mustafa’nın kullandığı ilaçları alıp Taytıs’a içirip intikam almanın hesabını yapar. Meseleyi eni konu Figen’e anlatır, birlikte plan yaparlar. Gözlüklü'den kalan ilaçları Nuray’dan alan Vildan, Figen'le birlikte yaptıkları plan dahilinde, Taytıs’ın aşına, suyuna, ekmeğine gram gram koyup içirirler. İlaçlar etkilidir, Taytıs birkaç gün sonra iktidardan düşer. Süphan’a doğru uçuşa geçen kuşu, uçmak şöyle dursun, kanatlarını bile açamaz olmuştur. Vildan’ın yazdığı senaryo hakikat olmuş, Taytıs iktidarı kaybetmiştir. Böyle yaşamak ölümden beterdir onun için, böyle yaşaması imkansızdır. Eşleri onu tamamen tüketmek, ezilmişliğini gözüne soka soka, bir gece biri, bir gece biri çağırır. Bir gün önce kendine gelen ortak, yarın bana değil ona diyerek adil olduklarını gösterirler. Taytıs, eşlerine mahcuptur, iktidarı birden yok olmuş, kimseye bir şey diyemez, bu durum ölümün öteki adıdır bu coğrafyada. Birine benim başıma gelen hal bu dese, koca şehir duyar, bir yerleri ile gülerlerdi! Bir haftadır, bir gün Vildan’a, bir gün Figen’e gider, sadece gider. İki ortak Taytıs’ın karşılarında yok oluşunu, ezilip büzülüşünü dakika dakika kıvançla izlerken; daha dur bitmedi der gibi bakarlar! Saat gece yarısını çoktan geçmiş, zaman ala şafağa yaklaşırken, ahali uykularını en tatlı, en koyusundadır tam bu zaman! Yeni gün saat olarak başlamış, hayatın canlılığına epeyce vakit varken, tandır evinden bir el silah sesi gelir. Silah namlusundan fışkıran ateş, tanın kızıllığına eklemlenerek, yeni gün işte bu ölümün trajedisiyle başlar! … Vildan’la Figen kucaklarında kızları Tatytıs’ın arkasından göğüslerini parçalarcasına ağlarken gözyaşları birbirine karışır.

  • İşaret

    Nurdan ALADAĞ * Sol elimi sıkıca kavradı. “Bakayım falcağızına" dedi. Avucumun içine define arar gibi baktı. Ürktüm. Yüreğimin sönük ateşi yeniden harladı nedense. Uzun sürdü suskunluğu. Merakla bekledim. Durdu, düşündü. Hiçbir şey demeden cebinden çıkardığı kalbe benzeyen taşı avucuma bırakıp sıkıca kapattı. "Tez vakitte" dedi, hızla uzaklaştı benden. Birden kayboldu gözden. Büyülenmiştim sanki. Kıpırdayamadım. Ayaklarım dolandı. Tutunacak bir yer yoktu, düştüm. Avucumdaki kalbe benzeyen taş savruldu, karıştı diğerlerinin arasına.

  • Ebruli Nisan

    Fadime Y. KAROĞLU * Vurur dağlara ilk uzun güneşlerin sırrı, Kelebekler oyuna durur Ruhum boyanır mor menekşeye… İşte öyle eser rüzgar, Öyle baş döndüren, Bir nisan büyür içimde. Bir tutam taze yaprak Telaşlı bir kelebek uçucu. Deniz sakin… Balıkçılar rasgele! Çığlığı dindiren, Martı gagasında taze susam kokusu Ah Ebruli Nisan, Davetkar mavi! Düşünüp bir türlü yapamadığımı Tam da yanından geçerken, Yapıyor altmışlık delikanlı. O da planlamamış; Çapkın, ama kırık duruşundan belli…

  • Bahar

    Semihat KARADAĞLI * Suya sevgiye aç doğanın Yoksul çocuklar gibi Çatlamış dudaklarını Sevgisini de katıp Toprak ana emzirmiş su yürümüş dallarına çiçekler ulu orta sevinçte kuşların doğanın müziği çılgınca şakımakta Her yerde bayram sevinci... * Semihat Karadağlı/ 30.03.2023 / Datça

  • OĞUL

    Anne ben geldim, üstüm başım Uzak yolların tozlarıyla perişan Çoktan paralandı ördüğün kazak Üzerinde yeşil nakışlar olan Anne ben geldim, yoruldum artık Her yolağzında kendime rastlamaktan Hep acılı, sarhoş ve sarsak Şiirler çırpıştıran bir adam Kurumuş kuyunun suyu, incirin Sütü çoktan çekilmiş Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi Ayrık otları, dikenler bürümüş Kapıdaki çıngırak kararmış nemden Atnalı ve sarımsak duruyor ama Oğlum, mektup yaz diyen Sesin hala kulaklarımda Anne ben geldim, ağdaki balık Bardaktaki su kadar umarsızım Dizlerin duruyor mu başımı koyacak? Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın...

  • KENDİNİZE GÜVENİYOR MUSUNUZ?

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Kendinize güveniyor musunuz? Eğer güveniyorum diyorsanız, ben sizin bu güveninize inanmıyor ve bu anlamda size güvenmiyorum. Her an her şeyin değişebilirliği defalarca kanıtlanmışken, bu cevap bana oldukça cesur ve üzerine kafa yorulmadan verilmiş bir yanıt gibi geliyor. Bana gelecek olursak, kendim dahil hiç kimseye her anlamda güvenemem...Öyle ki kişisine, konusuna, güvenilecek bireyin hangi konuyla ilgili güveneceksem, gelişim düzeyine, yani hazır bulunuş durumuna göre güven duygumun gelişimi ve seviyesi değişir. Birey, buna ben de dahil, güven duygusunun karşılamasını, ancak gücü ve konuyla ilgili edindiği beceri ölçüsünde yapabilir. Basit bir örnek verecek olursam; üç yaşında bir çocuğun, markete gidip ekmek alıp geleceğine güvenemem ama yere düşürdüğüm, kaldırabileceği ağırlıkta bir objeyi istediğimde, yerden alıp bana verebileceğine güvenim tamdır...Özetle güveneceğim kişiyi de konuyu da, her insan gibi yanılma payım olmakla birlikte, düşünüp seçen kişi benimdir. Tabii burada, güvensiz, kuşkucu bir insan olunması gerektiği savını da ortaya koyuyor değilim. Bilindiği üzere, aşırı güvensizlik insanı paranoyaklığa götüren sonuçlar doğurabilir, daha önemlisi yalnızlaştırarak, mutsuz bir yaşam sürmesine sebep olabilir. Tüm duygu ve davranışlar için geçerli olan denge olgusu, bu duygu için de geçerlidir. Güvensizlik kaynaklı aşırı, zaman zaman dayanaksız davranış ve tutumlarımızla, iletişimde olduğunuz kişiyi, bedenen değilse bile ruhsal yol arkadaşlığı anlamında kaybedebiliriz. Nasıl ki bir insanı değerlendirirken, tam anlamıyla iyi ya da kötü diye değerlendirmek yanlışsa, güven duygusunda da durum böyledir...Güven duygusunun gelişimi ve gereklerinin yerine getirilebilirliği; konuya, bireye, zamana ve zemine göre değişiklik gösterir. Ayrıca bizim de, iletişim içinde olduğumuz bireyin, bize karşı güvenilir olmasını sağlayacak tutum ve davranış içinde bulunup bulunmadığımız da, güvenilirliğin gelişiminde, karşılıklı sürdürülebilirliğinde önemli bir etkendir. Buradan çıkarılabilecek sarsılmaz bilgi ise, yaşamın içinde olan hiçbir şey, buna duygu ve düşünceler de dahil, tek yanlı gelişim sağlayamayacağı gibi, tek yanlı sürmesinin de mümkün olmadığıdır. Bu nedenle, yönetip yönlendirebileceğimiz konularda başımıza her ne gelmişse, önce dönüp kendimize bakmakta fayda var diye düşünmüşümdür hep...Sorulacak soru bilinenin aksine ''Nerede yanlış yaptım?'' sorusu gibi tek değil, üç tanedir; 1.Neyi eksik yaptım? 2.Neyi abarttım? 3.Yoksa hiçbir şey yapmamış mıydım? Düşünmek iyidir, kim söylüyordu hatırlamıyorum ama; DÜŞÜNEKALIN! DİPNOT : Örneğin, son cümlemden de anlaşılacağı üzere, ezber konusunda, hele isimlerden söz açıyorsanız bana kesinlikle güvenmeyin! Zeliha AYDOĞMUŞ

  • ÜVERCİNKA

    Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma Yatakta yatmayı bildiğin kadar Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor Bütün kara parçaları için Afrika dahil Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar Bütün kara parçalarında Afrika dahil Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek Pasajında akşamüstleri Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor Bütün kara parçalarında Afrika hariç değil Cemal SÜREYA

  • BEN BU SAÇLARI DEĞİRMENDE AĞARTTIM

    Su arka verildi. Ark çarkı, çark taşları döndürdü. Taşlar bana değdi En ince ayarda ezdi, durdu. Su arka verildi. Ark çarkı, çark taşları döndürdü. Yağımı, suyumu ayırdı. Özümü teknede topladı. Su arka verildi. Ark çarkı, çark taşları döndürdü. Tenimi ezdi, katladı. Ömür törpüm oldu. Su arka verildi. Ark çarkı, çark taşları döndürdü. Ruhumu söndürdü. Bedenimi acılarla doldurdu. Su arka verildi. Ark çarkı, çark taşları döndürdü. Teknede toplanan en beyazından un gibi Saçımın rengini aldı.

  • Uyku

    Ülkü TAMER * Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Dallarında gezinsin Kül rengi güvercinler Konsunlar yastığıma Uyutmak için beni Sırtlarında kuş tüyü Gagalarında ninni Kaldırıp yatağımı Uçursunlar göklere Kendimi yıldızlarda Bulayım birdenbire Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Alnıma dokunanlar İyileşmiş desinler * Ülkü TAMER * 20 Şubat 1937, Gaziantep, Türkiye 1 Nisan 2018 (81 yaşında), Bodrum, Türkiye 1950'li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden biridir. Yetmişin üstünde kitap çevirmiş, şiir antolojileri hazırlamıştır.

  • SEÇİM

    Fuat ÖZGEN * Seçime gidiliyor Mayısın on dördünde Seçimlikler meydanda Hinlikler, cinlikler, şirinlikler gırla Sözleri baldan damla Kimi çamur atmada Kimi kuzu postunda Seçim günü: Gençsen okuduğun bildiğin Yetişkinsen deneyimlerin Kabinde yalnız ve hür Bir elinde pusula, bir elinde mühür Beğendiğini seç Diğerlerinin defterini dür Bir anlık doğru karar İlerde sana yarar Yanlış hesap Bağdat’tan döner Döner de yıllar alır Seçime gidiliyor Mayısın on dördünde Doğru seç ki sonuç olsun dört dörtlük Fuat ÖZGEN

  • BİR CUMARTESİ KLASİĞİ

    *Niyazi UYAR * Günlerden cumartesiydi, cumartesi kutsiyeti olan bir gündü onun için. Cumartesi’nin kutsiyeti Musevi okulunda görev yapmasından değildi. O cumartesi günü akşamı kimseye söz vermez, başka bir program yapmaz, o güne dair ne kadar vazgeçilmez bir öneri de olsa kabul etmezdi. O, o akşam, kendine döner, kendini dinler, dünün muhakemesini yapar, bu süre içinde bazen yüzü asılır, bazen gülümserdi. Sonra birden, o gülümseme kahkahaya döner, katıla katıla gülerdi. En çok neye gülerdi, duysanız, “hadi canım buna da gülünür mü" dersiniz. O, onun için hem komikti hem romantikti aslında. Necatibey Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünde okuyordu. 2/ A sınıfının duvar tarafının önden dördüncü sırasında Nesteren’in hemen arkasındaydı. Dersin adı Batı Edebiyatı, öğretmeni de Sabit Bayıldıran! Sabit Öğretmen “Batı” kavramının içini doldurmaya çalışırken, Aristo’dan, Leonardo da Vinci’ye, Picasso’ya, Martin Luther’e kadar çok geniş bir perspektif çizerek, kavramın içini doldurmaya çalışıyordu. Özer, Sabit Hoca’nın “Batı”sından kopmuş, Nesteren’in kumral saçlarının, her bir teline yüreğini asmış, her bir teline salıncak kurmuş sallanırken, dayanamamış, kulak memesinin hizasında kesilmiş ne sık, ne seyrek saçlarının içinde kaybolup gitmiş, eliyle "gayrı ihtiyari," derler ya işte öyle Nesteren’in saçlarını okşarken, bir yandan da parmakları dişsiz bir tarak olmuş taramaktayken, Nesteren de saçına dokunan parmakların sıcaklığına kendini bırakmış, yüreğinin deli deli atışı ile enstitünün sınırlarını aşıp uzaklara ta Uludağ’ın yücesine doğru uçup gitmiştir... İşte her aklına geldiğinde onu gülümseten bu vaka okura saçma gelse bile, Özer için kıymetlidir... Günlerden cumartesiydi, fakat bu cumartesiye bir doğum günü tesadüf edince doğum gününün aşkına, cumartesinin şanına uygun olsun deyip MMM Migros’a doğru yürüdü. Yavaş yürümeyi bir türlü beceremezdi öteden beri. Yavaş yürüyüp çevrede ne var yok, dikkat etmek, gözlem yapmak onun hayat biçimi iken alfabesi iken, söz geçiremediği "ben," her şeyi alıp gitmektedir. Bornova çayı üzerine kurulmuş demir köprüden geçti, yerel yönetimin geniş bir alana yaptığı Çamkıran Parkının yeşilliğine daldı bir an. Parkın içine gençler, çocuklar paten, kaykay yapsın diye yapılan parkur mahalle gençliğinin, uzak semtlerin, merkez ilçelerin, hatta Manisa’nın Turgutlu’nun gençlerinin uğrak yeri haline gelmiştir. Parkın cins cins meyvesiz ağaçları, mühendislik kokan bir nizam içinde dikilirken, parkın hemen karşısındaki lacivertli, kahverengili, sarılı binalar İzmir depreminde ağır hasar görmüş, evlerin kapıları, pencereleri hurda avcıları tarafından sökülmüş, kurbanı bekleyen kurbanlıklar gibi yıkılmayı beklemekte. Deprem öncesinin gösterişli (!) yıkılan yapıları, iyi kötü anıyı beraberinde, kötü beton esvabını, birim alanda olması gereken yetersiz demir adedi ile toplayıp maliklerine mezar olmuştur... Günlerden cumartesiydi, MMM Migros’un kasap reyonuna uğradı, baktı. "O mu, şu mu, bu mu," derken akşamdan kafasına koyduğu somondan başka şeyin üstünde durmadı. Garip bir adamdı neye şartlamışsa kendini, ondan başka bir şeyi görmezdi gözü, sabit fikirliydi. Kendini, kendisi veya biri ikna etse, mutsuz olur, içi içini yerdi. Somon alacaktı, eşi somon pişirme ustaydı. Somon parçalarını zeytinyağı, limon, karabiber, az da tuz ilave edip marine eder, pişirmeden evvel bir saat dolapta bekletir, sonra pişirirdi. Patates kızartması olmasa olmazıydı, çok severdi, çocukluk aşkıydı, çiğli, kabuklu patates kızartması. Somondan önce patatesleri yuvarlak dilimler öyle kızartırdı eşi. Hava sıcaktı, ağustos sıcağı, ağustos böceklerinin sesini kesmiş, yeni açılan bulvardan geçen motorlu böceklerin sesi ile birlikte, hoyrat motosiklet sürücülerinin motorlarının sesi, vahşi bir canavarın höykürmesi sinirlere dokunur. Sıcakta sesi soluğu çıkmayan ağustos böcekleri, hava serinleyinceye kadar kıpırtısız ölü gibi kovuklara, yaprakların altına gizlenmiş, serinlikte birlikte kurarlar orkestrayı. Özer, somonu almış, deli sıcağın insanın beynini eritecek çılgınlığına, alışkanlığın dayanma gücüyle, bana mısın demez, Çamkıran Parkı’nın yeşilliğinde gözünü gönlünü bir güzel yıkarken, eğitim enstitüsünün kumral saçlısına tarak olmuş parmaklarına baka baka evine doğru yürür. Kahvedeki okeyci, batakçı arkadaşları yolunu beklemektedir muhakkak! “Hadi hadi batağa, dördüncüyü bekliyoruz!" Batak oynamayı severdi Özer. Günün, hayatın monotonluğunu bununla atıyorum deyip teselli bulurdu. “Hadi, hadi elindekileri bırak gel, seni bekliyoruz, Selami senin yerine bakıyor, hadi çabuk çabuk!” Batak deyince dayanamaz, elinde ne iş olursa olsun, bırakırdı. “Geliyorum, Selami iyi oyna, ihaleye girme, batarsan çay paralarını sen ödersin, ona göre!” “Ayıp ettin Özer, senden ileri mi, senin için parayı köpek ederim ben!” “Yaşa gardaş, yağmasan da gürle!” “Ne gürlemesi, daha çok ayıp ettin şimdi!” “Boş boş konuşup durmayın hadi, çabuk ol sende; bekliyoruz!” Apartmanın girişine sakinler toplanmış, çocuklar bahçede top oynasın mı, oynamasın mı, yaman bir tartışmanın içindedirler. Her kafadan bir ses çıkmakta, kimse kimsenin dediğini anlamaz, haklı olduğunu kabul ettirmek için sesini yükseltmektedir. Merhaba demeden, içinden söylene söylene geçti gitti yanlarından. Apartmanın giriş kapısını açmış, kendi iç muhasebesinin açmazı, çıkmazı ile asansöre binmişti bile. Eşi kapıdadır. “Al, ben kahveye gidiyorum, batak oynayacağım. Batak oynayınca içim açılıyor, rahatlıyorum. Sen ne yapacağını biliyorsun; bu işin ustasısın, haydi hoşça kal!” “Güle güle, çabuk gel; bekletme, karnım aç benim!” "Al eline bir parça ekmek, açlığını yatıştır, her aklımı sana mı vereyim!" Asansöre binmemiş, kapının kolundan tutmuş, tam açacakken, bina sallanmaya başlamıştır. Önceki depremlerde yorulan bina, bakalım bu sarsıntıyı atlatabilecek midir? Yapıldığı yılların inşaat yönetmeliği nasıl bir statik, nasıl bir inşaat mantığı ile yapılmış, kimse bilmez, muammadır. Sarsıntı devam etmektedir hala. Merdiven boşluğundaki sıvalar düşmeye başlamıştır, bina sallandıkça gacır gucur sesler çıktıkça ölüm korkusu, insanların aklını başından alırken, koca koca beton tablaların altında, can vermek çok kötüdür, hele bağıra bağıra yardım gelmesini beklemek, bağıra çağıra, bir iş makinesinin kepçesinin karnını, beynini darmadağın etmesi, kurtarılmayı beklerken günlerce açlıktan, susuzluktan inleye inleye ölmesi… Sarsıntı devam ederken bunları düşünen insanda, akıl fikir kalır mı, bundan sonra, ondan sağlıklı bir davranış beklenir mi? Sigorta emeklisi Emel Hanım: “Bir türlü baktıramadım sözüme, gel etme satalım, yeni binalardan alalım, dedim, burnunun doğrultusuna gitti!” Özer Bey, her şeye duygusal bakan, evdeki eşyalarla bile duygusal bağ kuran, sulu gözlü biridir. Bir tarihte, balkonuna gelen muhabbet kuşunu yakalamış, ona bir kafes alıp üç yıl bakmış, dost olmuştur, o ölünce bile içini çeke çeke ağlamıştır. Özer Türk filmlerindeki duygusal sahnelere, rol gereği olduğunu bildiği halde dayanamazdı. Sekiz katlı, bina gacır gucur sallanırken, depreme dayanıyor, sakinlerinin kaçıp kurtulması için, yavaştan almaktadır. Aşağı indiklerinde sarsıntı durmuş, sekiz katlı bina sıva dökülmeleri, bir iki duvarın yıkılmasından başka, kolon çatlağı, kiriş patlağı olmamış, ayakta kalmıştır. Çevre binalarda hafif hasarlı, orta hasarlı olanlar vardır. Kim bilir, Kızılay Kan Merkezine doğru kaç bina yıkılmıştır. Sarsıntı geçmiş, acaba, soruları yanıtsız kalmış, kaç güzel insan ölmüştür, ah ah katil müteahhitler, çalıp çırptıklarınız insan hayatından daha mı kıymetli? Emel Hanım’la, Özer Bey, dut ağacının yanında sımsıkı sarılırlar birbirlerine, bir büyük depremden daha sağ salim çıkmanın buruk sevinci ile gözlerinden boşanan yaşları, ellerinin tersi ile silerken, birbirlerine hayata sarılır gibi sarılır gibi sarılırlar birbirlerine...

  • MUHARREM İNCE’YE AÇIK MEKTUP

    Zeki SARIHAN * Muharrem Bey, 14 Mayıs 2023 günü yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldunuz. Genel Başkanı olduğunuz Memleket Partisini de milletvekili seçimlerine sokacaksınız. Size dostlarınız tarafından yapılan çeşitli uyarılara ve ricalara rağmen bu kararınızdan dönmeyeceğinizi ilan ediyorsunuz. Eğer seçimlere girmekten vazgeçerseniz bunda da pazarlık yoluyla önemli bir kazanım elde etmek istediğiniz anlaşılıyor. Konuşmalarınızda çok yüksekten atmanıza rağmen dışarıdan nasıl görüldüğünüzü size bildirmek istedim. Hırsınıza mağlup oluyorsunuz. Bu seçimlerde önemli bir varlık gösteremeyeceksiniz. Altı siyasi parti başkanının, iki Büyükşehir Belediye başkanının aday olduğu, HDP’nin destek verdiği bu seçimde sizin ve partinizin dişe dokunur bir varlık göstermesi imkânsızdır. Eskiden üyesi olduğunuz, ekmeğini yediğiniz CHP’den ayrılıp ayrı bir parti kuranların hepsi sizin gibi yüksekten atmalarına rağmen siyasi partiler mezarlığında yerlerini aldı. Halen çabalamakta olan bazılarının gideceği yer de orasıdır. Bu size ders olmalıydı. Siyasette kararlı olmanın, etkili söz söylemenin bazı getirileri vardır. Ancak bunlar bir kadroya ve programa dayandığı sürece bir işe yarayabilir. Yoksa sırf kişisel ihtiraslarını tatmin için yapılacak ataklar, saman alevi gibi yanıp sönmeye mahkûmdur. Türk siyaset yelpazesinde sosyalistler, sosyal demokratlar, çeşit çeşit milliyetçiler, merkez sağcılar, liberaller, şeriatçılar örgütlüdürler. Bunların bir kısmının ortak paydası da Atatürkçülüktür. Siyaset meydanında bir boşluk yoktur ki bunu doldurmak için ortaya atılmış olasınız. CHP Genel Başkanlığına aday olduğunuz zaman adınızı anmadan “Onu Hiç Gözüm Tutmamıştı” diye yazmıştım. Geçmişteki tanışıklığımızdan doğan bir nedenle. (Ulusal Eğitim Derneği’ne üye olduğunuz halde ödenti vermemek için bu dernekten istifa etmiştiniz.) Kemal Kılıçdaroğlu, ısrarlarınıza dayanamayarak sizi Cumhurbaşkanı adayı ilan ettiğinde Tek Adam Rejimine karşı olan herkes gibi size oy verdim. Kazanamamak sizin kusurunuz değildi. Türkiye’nin sosyolojisi henüz buna hazır değildi. Ama Kılıçdaroğlu birkaç yıldır taş üstüne taş koyarak Millet İttifakını kurdu. Tek başına girse kazanılamayacak bir seçimde CHP’yi muhtemel bir iktidarın en güçlü unsuru haline getirdi. Milyonlarca insan 14 Mayıs’ta daha adil, daha demokrat, daha dürüst bir Türkiye’ye gözlerimizi açmaya hazırlanırken, sırf tavan yapan egonuzu tatmin etmek için bu İttifaka çomak sokmak aklın alacağı iş değil. İktidar trollerimin size yağdırdığı övgüler sizin için bir ders olmalı değil mi? Koskoca CHP’nin, ortaklarıyla ve dışarıdan desteklerle alacağı oyları siz hangi zeminden, hangi kadro ve programla alacaksınız? Tamamen hayal dünyasında geziniyorsunuz. “Makron gibi üçüncü yol olacağım” diyorsunuz. Evet dünyada bunların örnekleri var fakat bu sakat bir siyasettir. Kurumların çürümüşlüğünden, kitlelerin umutsuzluğundan ortaya çıkar. Türk toplumu ise bir süreden beri çaresiz olmadığını anladı ve iktidarı devralmak için çözümler üretti. Sayın Ince, Biz hissediyoruz ve biliyoruz ki, asıl amacınız, seçimleri kaybettirerek CHP’den ve Kılıçdaroğlu’ndan intikam almaktır. Amacınıza ulaştığınız takdirde bütün devrimci, demokrat, özgürlükçü kamuoyu sizi sonsuza kadar lanetle anacaktır. Şu sıralarda yanınızda bulunan devşirme bir grubun size olan bağlılığına güvenmeyin. Herhangi bir siyasi geçmişi olmayan, bir ideolojisi bile bulunmayan bu grup kaybettiğinizi anladığı anda sizi yalnız bırakacaktır. Bunların genç olduğunu söyleyerek sanki bu durum başlı başına bir meziyetmiş gibi konuşuyorsunuz. Onlar hangi gençlik akımından geliyorlar ve neyi temsil ediyorlar? Siyasi tarihimizde bir Genç Parti de oldu. Bir seçimde yüzde 7.5 gibi bir oy bile aldı. Şimdi bu partinin taraftarları nerede? “Zararın neresinden dönülse kârdır” atasözünü hatırlayarak Cumhurbaşkanlığı ve Kılıçdaroğlu’nun önünü kesme sevdasından vazgeçseniz iyi olur. Bu tutumunuz, seçim sonuçları açıklandığında düşeceğiniz durumdan sizin için daha az hasarlı olacaktır. (26 Mart 2023) zekisarihan.com --

bottom of page