top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • aşk olsun sana çocuk

    - CAN YÜCEL- Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun Acıyorsam sana anam avradım olsun Elbette Türkiye'de de en uzun koşuysa devrim O, onun en güzel yüz metresini koştu İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen En hızlısıydı hepimizin, ilk o göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.. CAN YÜCEL

  • Anılar Aştığınız Denizlerin Resmidir.

    maviADA’ya BAŞLARKEN KimseSİZ'i kapatmanın üstünden bir buçuk yıl geçmişti. ADA internetten yayın yapıyor, ilgi de görüyordu ama basılı kağıt gibi olur mu? Ekim 2005'te çıkacaktı DERGİ. Attila İlhan öldü. Sözü vardı, omuz verecekti bize oysa... Darmadağın olduk. Yine de vazgeçmedik. Yılbaşı öncesi 12 Eylül öncesinden bir arkadaşının evinde buluşmuştuk. Cehennem gibi bir kış... İstanbul'dan güçlükle gelen Öner Yağcı, neşeliydi. Gülüyor, konuşuyor anlatıyordu. 12 Eylül öncesini, ortak arkadaşları, hapis, işkence günlerini andık. Dergiyi konuştuk, Omurgayı, ilkeleri… Ulusu sevmeyi anlıyorduk ama ırkçı, kavimci, mezhepçi bir yaklaşımı kökten reddediyorduk. İlerici de olsa bir partinin adamı gözükmek istemiyorduk, işimiz kültür, sanat, edebiyattı bizim. Birlikte yazacaktık bunları dergiye sözde. Her dergide iki giriş olacaktı. Elli yıl önceki bir dergideki gibi, iki ayrı imzayla iki ayrı yazı, bizi anlatan. Biri ulusala, biri dergi penceresine gönderme yapan. Çitayı ne kadar yüksek tuttuğumuzu, ne kadar büyük ülkülerimiz olduğunu … anlatacaktık. Bir şeyim yok, diyordu, Öner Yağcı, ameliyatlı kalbi için, ama baktıracağım… Hastaydı. O gece, sohbetin en derin yerinde telefonla kötü bir haber verip çağırdılar. Kalktım. Kardı dört yan, aşılmaz kar. Ankara’ya gittim. Fabrikada geçirdiği bir kazada ağır biçimde yanmış yakınımı görmeye gittim direk hastaneye. Doktorlar ölüm hükmünü vermiş, imza istediler benden, ölüme olur. Hükmünü bana verdirdiler. Bir aydır bağlı olduğu makineden ayırdılar, canvermesini bekledim. İnsan denilen nelere kadir, Ama öğreten çaresizlik korkunç… Öldü. Alıp Trabzon’a götürdüm. Ortalık yangın yeri. Döndüm. Öner'in kalp damarları tıkanmış. Gene gülüyor telefonda. Ne çok felaket, ne çok kötü haber… İçim sıkıntılı, içim hüzün. Dergi şimdi neci olacak? Dergide yer almak isteyen ama aklınca kurnazlıkla istemem hallerinin tiyatrosu bir yazar, ağzımı yokluyor, içim paramparça; bu dergi bizim ölüm haberimizi de verir umarım, demişim. O kadar uzun ömürlü olur. İyi de şimdi neci? Vazgeçmek geçiyor aklımdan. Onca emek, onca umut!... Bir yanım ardı ardına gelen olaylardan yılgın, yapma diyor. Öte yanım, hayır diyor, asıl şimdi yapmalı. Düşündüklerini yazmalısın. Anadil duyarlığımızdan söz et. Yenilikçi, dünyaya açık ulusal kültür sanat ve edebiyatın tam yanında olduğumuzu, güzel ve etik olan tüm yapıtlara kapılarımızı açacağımızı, evrenselliğin insanlığın ortak paydası olduğunu ve bizden de izler taşıması gerektiğini, derdimizin yerelden evrensele giden sanat olduğunu yaz. Yazamıyorum… Hüzün kapıları tırmalayan dev. Dergi bir yitip gidecek yenilere el veren, aydınlığa taşıyan bir imece. Bu dergide onca insan yazar… Bu dergi, halkım, okur yazarım tutmazsa elinden, dergi olmaz ki. Halka güvenme diyor herkes.. Halkım beni düş kırıklığına sürer mi? Bir yazar arkadaşa ben bu halle giriş miriş yazamam diyorum, sen yaz. Ama kimseyi affetmeden yaz, beni de affetme Yazdı, bizim de altında imzamız. Başladık. Dedik ya biz hüzün ve kavgadan güç alıyoruz. Yenilmekten… Olsun biz halkımıza, okuryazarımıza, aydınımıza güveniyoruz. Sanatı kültürü pek sevmez ayrı. Biz de sevdirmeye gelmedik mi? Ondan yakmadık mı bu Anadolu fenerini? Ya olmazlarsa? Yap gitsin. Yaşlanınca bakıp gülümseyeceğin bir andaç yarat... 12 Eylül öncesi yediğin dayaklar ve askerlik anıların dışında bir şeyin olsun. Anlattığın anılar aşıp geldiğin denizlerin resmi değil midir? Bak sadece KÜRESELLEŞME değil, Attila İlhan dosyası bile hazır. Ülkenin bütün seçkin yazarları katılmış ... Keyfin olur, yap... Taşrada da yanarmış o fener, dedirt. Bu kış kıyamette mum bile zor yanar ama aydınlık bir gelecek için birlikte dünyanın öte ucundan ışığı gözüken bir ateş yakalım mı… var mısınız? * Şenol YAZICI 1 OCAK 2006 * içindekiler / maviADA DOSYA *Ulusal Kimlik ve Bellek Olan Edebiyat Bunalımda mı? /​ 2 Can Dündar 3 Şenol Yazıcı 4 N.Kültür Kiraz 5 Yasin Uzun 7 Tunay Bayrak 7 Mahmut Celaloğlu 8 Arslan Bayır 8 Fadime Y. Karoğlu 9 Hülya Soyşekerci 10 Sabri Özdemir 11 Niyazi Uyar 12 Mehmet Harlı 13 Asım Öztürk 15 Demirtaş Ceyhun 16 Mehmet Güler 18 Adnan Özer 19 Cengiz Gündoğdu 20 Faruk Bal 21 Hasan Güleryüz 23 Hasan Hüseyin Yalvaç 24 Nadir Gezer 25 Nesrin K.Kiraz 26 Ali Sığa 27 Öner Yağcı 31 Yusuf Yağdıran 31 Ersan Erçelik DERGİYİ, yazıları GÖRMEK ve hepsini okumak için resme TIKLA 32 Özgen Seçkin 33 Muharrem Demirdiş 34 Zeynep Aliye 35 Berna Bezek 36 Murat Üstübal 38 Şaban Akbaba 39 Fadime Karoğlu 39 Nurten Altay 40 Aycan Aytöre 44 Hilal Kahraman 45 Recep İmir 46 Murat Seven 47 Ferhat Karataş

  • CAHİL

    Fuat ÖZGEN * Cahil cesaret ettiğinde Bilge, edebinden susar. Bunu fırsat bilen cahil Azdıkça azar. Hem kendinin hem toplumun Kuyusunu kazar. Cahil bilmez Bilmediğini de bilmez. Okumaz, öğrenmez, dinlemez İşkembe-i kübradan atar Kulağının üstüne yatar. İnat eder Burnunun dikine gider. Cahille tartışmak Aklı yorar. Nuh der, peygamber demez Dininden döner, fikr-i sabitinden dönmez. Cahilden uzak dur. Yoksa asabın fena bozulur.

  • MOBİLETLİ GELİN

    Niyazi UYAR * Türk filmleri ne diye küçümsenir ne diye alaya alınır var mıdır nedenini bilen eden? “Türk filmi gibi!” Ne kadar aşalayıcı bir ifadedir bu, hele konuşmadaki vurgusu… Senarist, hikâyeyi, konuyu içinde yaşadığı toplumun gerçekliliğinden almayıp da nereden alacak? Bunun alaya alınacak, dalga geçilecek neyi olabilir ki? Şimdi anlatacağım hikâyeye tam Türk filmi gibi. Tam da hayatın içinden süzülüp gelen, sosyal yaşamın orta yerinden, onun her aşamasından haberdar olan Halaoğlu Hasan’ın şahitliğinden bir hikâye! Benim yaptığım onun anlatımına sözcüklerle, cümlelerle hayat vermek! Sisli bir Salihli günü öğretmenevinde Ocakçı Hüseyin’in demliğinin, açık kırmızı çaylarından arkası arkasına üç bardak içmişlerdi. Halaoğlu Hasan, “Bak dayıoğlu bu anlatacağım olay benim başından sonuna, harfi harfine bildiğim bir olay! Lütfen ben anlatırken, araya girip ikide bir şeyler sorma. Soracaklarını sona sakla, benim konsantrasyonumu bozma; anlaştık mı?” “Anlaştık abi, ne diyorsan öyle olsun!” “Öyle, yoksa hiç başlamayayım!” “Tamam abi, dediğin gibi olsun!” Şahap, Kara İbo’nun ayak işlerine bakan, kimi kimsesi olmayan bir gençtir. Onun ofisinde yatıp kalkmaktadır, gidecek yeri olmadığından. Otuz metrekarelik büronun bir köşesinde bir ranzalık yerdir yattığı yer. Şahap yalnızca yatacağı zaman “it barınağı” gibi bu bir ranzalık yere bit pazarından aldığı yaylı tek kişilik gacır gucur ses çıkaran tel karyolasına uzanır, epey zaman uyuyamaz, düşünceden düşünceye, konudan konuya gidip gelirken, gece yarılarını geçirir! Ne hayaller ne düşünceler, uçuk kaçık, imkânsız öte bir şey: O, öyle bir zengin olacak, öyle bir zengin olacak, Salihli’de herkes onun çevresinde pervane olacak, yardım dilenecek. O da yoksullara, anasız babasız, kimsesiz… en çok da kimsesizlere yardım elini uzatacaktır. Bir de kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın kızını alabilirse, ondan ağası, paşası olmayacaktır… İllaki Hüsmen Bayram’ın iki numaralı, tek gamzeli, çekik gözlü kızı. O yaz kış her daim üstüne mavi bir kot ile beyaz bir bluz giyen Şahap için gönlü ferman dinlemeyecek biridir! Kara İbo, para alıp satan ayaklı banka, ayaklı bankerdir. Bankadan kredi alamayanların imdadına koşar, dertlerine derman olurdu(!) Derman olmasına olurdu da borcunu vaktinde ödemeyenlerin damdaki eşeğinden tutun da kıçındaki dona kadar alırdı. Böyle durumlarda, kimse Kara İbo’ya bir şey demez, ödemeyene derlerdi: "Kara İbo zorla mı veriyor, alırken iyi de verirken mi kötü olsun; alma ödeyemeyeceksen!” Şahap, Kara İbo’nun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beyni olur kısa zamanda. İbo, ona çok güvenir. Onca yıl geçmiş, bir sefer bile yanlışına tesadüf etmemiştir. Sonuna kadar dürüst, sonuna kadar ahlaklı biridir. Trilyonları önüne koy, açlıktan ölse kuruşuna dokunmaz. Babası, anasını biri ile konuştu diye, sadece konuştu diye hem onu hem de o adamı gözünü kırpmadan çekip vurunca Şahap ortada kalmış. Bunun üzerine komşularından Cafer Dayı, Kara İbo’ya, “Bu çocuğa bakarsan sen bakarsın. Babası Memet Ali senin çere çepelli işlerine baktı, şimdi sıra sende Ağa, yoksa bu çocuk heder olup gider; bu da Allah’ın gücüne gider, yine de sen bilirsin Ağa!” Şahap, zeki bir gençtir, hemen her şeyi tez zamanda öğrenir, hiçbir şeyi unutmaz, istenilen her bir şeyi bir tekmil yaparken, Kara İbo’ya saygıda kusur etmez, ona sahip çıktığı için minnettardır. O kol kanat germemiş olsa kim bilir neler olurdu kimse bilemez, iyi şeylerin olmayacağı aşikardır. Şahap işi sahiplenmiş, Kara İbo, Gökköy’deki dağ evinde vur patlasın çal oynasın gününü gün ederken, Şahap işleri tıkır tıkır yürütür. O, kim olursa olsun insan gibi davranır, kimseye kötü söz demez, yalnız ödeme imkânı olmayanlara “boş ver, sen alma,” deyip kibarca uğurlar. Günler böyle akıp giderken, bir gün Şahap, Kara İbo’ya Kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın kızını sevdiğini, onunla evlenmek istediğini, evlenmezse hayatın zehir olacağını söyler. O da, “Tamam Şahap, senin düğününü ben yapacağım, çeyiz meyiz her şeyi ben düzeceğim. Düğünde ne çalgıcılar getireceğim ne çalgıcılar, birinci sınıf çengiler getireceğim. Sen benim oğlumdan daha yakınsın bana; eşek değiliz ya biz vazifemizi biliriz!” “Teşekkür ederim ağam, sizden sadece icazet istiyorum evlenmek için, peki demezseniz evlenmem, aşkımı yüreğime gömerim!” “Sen bilin Şahap Efendi, sen bilin!” Sen bilin “Şahap Efendi,” derken sözündeki kinaye, sitem yaralayıcıdır, yaralayıcı olmasına! Fakat o, Kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın tek gamzeli, çekik gözlü kızına söz vermiştir. Düğünde şaşa olmayacak, yalnızca onun birkaç arkadaşı, Şahap’ın birkaç arkadaşı olacaktır. Kara ibo, “Sen bilin Şahap Efendi dedik, sen bilin de sen bizi el aleme irezil etcen, bizim dostumuz va, düşmanımız va; emme öyle diyosan öle osun!” Şahap, kara kaşlı, kara gözlü, kirpi tüyü gibi simsiyah saçları, karaların içinde kapkara yanık meşe gibi duran etine dolgun biridir. Kara gözlerini bir yere dikti mi, baktığı yeri deliverecekmiş gibi ürkütürdü. Öfkelendiğinde kara gözler islenmiş çelik gibi daha bir kararırdı. O kara gözler bir şeye odaklanmışsa öyle bir vaziyet alır, o gözlerin içine bakmak hakikaten yürek ister. Şahap’ın gözlerini böyle anlatınca onun iki metrelik devasa adam zannedersiniz; ama öyle değildir. Cesaret, korkusuzluk endamda değil, yürektedir. Onun içinde bulunduğu ortama göre etiketlemek, yanlışın dik alasıdır. O, Kara İbo’nun yanında çalışan, başka yerde aş, ekmek olduğunu aklının ucundan bile geçirmeyen biridir. Nihayet ona iş veren, aş veren, yatacağı yeri sağlayan Kara İbo’dur, hiçbir vakit yemek yediği tabağı pisleyecek biri değildir. O yaptığı işte, bulunduğu ortamda özü sözü bir, kimseye yanlış yapmayan, hileye hurdaya baş vurmayan biridir. Siyah renkten başka renk giymeyen Şahap, beden rengi gibi kara giysilerin içinde ürkütücü bir vaziyete bürünür. Onun ürkütücülüğü Kara İbo’nun hoşuna gider, işi gereği kimse ile gönül bağı kuracak değildir. Şahap, Kara İbo’nun bayram hediyesi diye aldığı mavi takım elbiseyi bile giymeyen kişilikli biridir. Onun ciddiyeti, bir noktaya diktiği keskin bakışları, kıpırtısız duruşu gün olur Kara İbo’yu bile ürküttüğü olmuştur. Şahap portresi Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu’nda anlattığı Salman karakterinin tıpkısı gibi, “Mobiletli Gelin” hikayesinin içine yerleştirilmiş biridir! Onun, her yere mobileti ile gidip gelmesi mobiletli genç diye anılmasına sebep olmuştur. Şahap, düğünde Kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın iki numaralı kızını mobiletin terkisine oturtmuş, davulcu ve zurnacıları taşıması için mobiletli arkadaşlarından rica etmiş düğün konvoyu oluşturmak için. Mobiletli düğün alayı Mithatpaşa Caddesi’ni baştan başa organik içeceklerini içerek, “yaşa Şahap,” bağıra bağıra geçip giderler… Mobiletli Gelin alayı Salihli’nin ana caddelerinde, iki üç tur atar. Halaoğlu Hasan’a göre, ihtişamlı bir düğün yapmıştır Kara Şahap. O düğününe arkadaş grubundan başka kimseyi çağırmamış, kendi kendilerine eğlenirken, “harman yelle, düğün elle” deyiminin de boşa çıkarırlar. Şahap, Namık Kemal Mahallesi Namık Kemal Sokak, 44 Numaralı öğrenci evini gerdek odası olarak tercih etmiştir. Kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın kızı da mütevazi biridir. Ne anlı şanlı düğün ne apartman daireleri ne balayı istemiş… O da Şahap gibi şaşaadan hoşlanmayan biridir. Şahap, Kara İbo’nun düğününe dair yaptığı teklifi kabul etseydi, dillere destan bir düğün olurdu. Şahap’la Kaymakam koruması Hüsmen Bayram’ın kızının düğünü bir efsane olur, yıllarca anlatılırdı kesin, ne de olsa Kara İbo'nun düğün ağası, düğün kahyası olacak da sıradan bir düğün mü olur mu? Namık Kemal Mahallesindeki ev sahipleri Hüseyin Hoca da bu manzaradan çok etkilenmiş, onlardan kira bile almamış, Şahap ve eşi, Hüseyin Hoca’yı, eşi Hatice Hanım'ı kendi büyükleri saymış, bayramlarda önce onların hatırlarını hoş etmişler. Kara İbo, yaşlanmaktan ziyade bedeninde baş gösteren ağrılar dayanılmaz olunca, küçük şehir, büyük şehir gitmediği doktor kalmamış, derdine bir çare bulamayınca Gökköy’deki dağ evinden şehre gelmez olmuş. Bir gün Şahap’ı çağırıp: “Ya şahap, bu ağrıların nereden geldiği, neden olduğu bilinmiyor! Gitmediğim doktor, gitmediğim kaplıca kalmadı. Bu ağrılar beni öldürecek. Yaşamak istemiyorum, en kuvvetli ağrı kesiciler, uyuşturucular bir işe yaramıyor. Dayanamıyorum, bu ağrılarla yaşamak istemiyorum. Ben artık işlerden elimi ayağımı çekiyorum. İş senin işin olacak, Kara İbo adı, Kara Şahap olarak yaşasın, haydi Allah yardımcın olsun!” “Bundan sonra, sözün sözüm, yolun, yolum olacak. Senin yüreğin, benim yüreğim olacak. Sen bana babalık yaptın, elimden tutup aş ekmek verdin. Yaptıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, unutursam Allah beni kahretsin!” Mobiletli Gelin, efsane olmuş, kısa zamanda ilçe sınırlarını aşmış, çevre ilçelere, köylere kadar ulaşmıştır. İşi para alıp satmak olan Şahap, işine sahip çıkıp çeki düzen vermiş, yeni kurallar koymuş, disiplinli ve ahlaklı davranış çalışma prensibi olunca iş hacmi büyüdükçe büyümüş, kısa zamanda şehrin hayırseverinden biri olmuş. Önceleri kızını vermekten imtina eden Kaymakam Koruması Hüsmen Bayram, Kara Şahap’ın kiremit fabrikalarından birinin başına geçmiş. Aliye Rona tipli annesi Nisa Hanım, Kurşunlu Kaplıcalarının olduğu vadideki kır düğün salonlarının patroniçesi olmuş. Baştan kızlarının Şahap’la evlenmelerine çok karşı çıkmışlar, kızlarının “izin verseniz de vermeseniz de Şahap’la evleneceğim; siz bilirsiniz! En iyisi ne kötülük olsun ne araya soğukluk girsin,” diyerek ikna etmiştir! Kaymakam Koruması Hüsmen Bayram’ın tek gamzeli kızının, bir eli yağda, bir eli baldadır. Evlenir evlenmez gebe kalmış, ay hâllerine şahit bile olamamıştır Şahap! Dokuz ay on gün sonra, öyle derler ya, erkekler dokuz ay on gün, kızlar dokuz aylık olurmuş. Çocuklarının adını Muhammet Peygamberi sırtlayıp göğe, arşa, Tanrı’ya götüren atın adı Burak'tır, ona sebep, hem kitapta adı geçsin diye, böyle kutsiyeti olan bir ad verirler çocuklarına. Burak hızlı araba kullanma tutkusu olan bir delikanlıdır. Bir gün arkadaşlarıyla Kurşunlu Mesire Alanında yiyip içerler, keyifler çakır olunca, Ankara asfaltına çıkıp sürate başlar. Arabanın kadranındaki ibre iki yüzü görmüş, artmaya devam ederken, Hüsmen Bayram’ın fabrikasından tuğla yükleyen Dodge markalı burunlu kırmızı kamyonla kafa kafaya çarpışır. Kazada Burak’la birlikte üç arkadaşı da oracıkta can verir. Bu acı, Kara Şahap’ı, eşini, emekli Kaymakam koruma görevlisi Hüsmen Bayram’ı, Aliye Rona tipli annesini darmadağın eder. Zaman içinde de her şeyden ellerini eteklerini çeker, iyice içlerine kapanır, insanlıktan çıkarlar… Halaoğlu Hasan anlatmaktan yorulduğundan mıdır, nedir konuşmaya ara verir, bir zaman sessizlik olur. Halaoğlu Hasan kendi doğruları olan, düşüncesine aksi şey söylenmesinden hoşnut olmayan biridir, verdiği sözü her ne koşulda olursa olsun, yerine getirir. O, sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşnut olmaz, az konuşur, "laf dokuz boğumdur," oğlum diyen Kendirli Pehlivan’ın "lafını okkala, bir güzel okkala ondan sonra konuş," düsturu tam da ondan hayat bulmuş gibidir. “Sonra abi,” dedi çekine çekine gayrı ihtiyarı hikâyenin heyecanına kendini kaptıran dayıoğlu! Belli mi olur, Halaoğlu Hasan’ın bir şeye kafası bozuluverdi mi, tak diye yarıda bırakıverirdi anlatımını. Halaoğlu Hasan bir şey diyorsa, netice odur, o, boş muhabbetten hoşlanmayan biridir. Telefon konuşmaları bile kelimesine ücret ödenilen telgraf metinleri gibi kısadır. “Sonra… sonra dayıoğlu, Burak’ın vefatıyla dünyaları kararan Şahap’ın ailesi, vadideki kır düğün salonlarının birinde gece vakti bir araya gelir. Aldığı kararlar şehri uçtan uca sarsmıştır. Onlar taşınır, taşınmaz bütün servetlerini hayır kurumlarına bağışlamış, aylar önce!” “Sonra… sonra abi sonra?” “Sabret sabret, sen Gök Münevver’in karnında dokuz ay nasıl durdun?” “Bilmiyorum abi, boş ver sen dokuz ayı da hele anlat sonra ne olmuş?” “Sonra ne mi olmuş dayıoğlu, sonunu ne ben söyleyeyim ne sen duy; sonu çok acıklı, bu sonu her hatırladığımda, her aklıma geldiğinde çok kötü oluyorum. Allah kimseye böyle şeyleri ne yaşatsın ne de tanık etsin!” “Hadi abi, çatlatma ne oldu anlat?” “Sonrası dediğim gibi çok acı, aklıma geldikçe ne uyku uyuyabiliyorum ne yemek yemeye canım istiyor ne de konuşasım geliyor! Bundan sonrasını da anlatacağım anlatmasına da sonra kaç gece uyuyamam, Allah bilir!” Uşak’tan İzmir’e yolcu taşıyan motorlu tren hışımla, düdük öttüre öttüre öğretmenevi binasının yanından geçip giderken, öğretmenevinin emekli müşterileri aynı anda başlarını motorlu trene çevirmiş, içindeki yolcuları sayabilecekmiş gibi dikkat kesilir, Dayıoğlunun kıymetli öğretmeni İhsan Fidan, aynı zamanda Halaoğlu Hasan’ın öğretmen okulundan iki sınıf büyüğüdür. “Gel gel İhsan abi, buyur bir çayımı iç!” “Yok yok Hasan, deminden beri sizi izliyorum, bir konu hakkında ciddi ciddi konuşuyorsunuz. Çay değil mi bu, siz işinizi bitirin, ben içerideyim, bitince haber verirseniz, çay da içer, sohbet de ederiz!” “Tamamdır abi!” “Sonra abi, sonra, hadi anlat artık umacıya gardıracaksın insanı!” O anda Halaoğlu Hasan’ın gözünden yaşlar süzülürken, konuşmaya başlayamaz bir türlü, konuşacak gibi olur, sesi çatallaşır, sözcükler boğazında koca bir lokma olup mani olur konuşmasına, göğüs kafesi inip çıktıkça kalp atışları hızlandıkça hızlanır. Yine bir gece vadideki kır düğün salonlarından birinde bir araya gelirler... Vadideki kır düğün salonundan dört tabut çıkar. Kara Şahap, Kaymakam koruması Hüsmen Bayram, eşi ve kızı, bundan sonra bize yaşamak haramdır deyip şarap kadehlerinin içine aynı miktarda koydukları zehirle kendi hayatlarına kendi elleriyle son verirler. Gece mesaisine kalan çalışanlarını evlerine gönderen Aliye Rona tipli kadın, ortamı hazırlığını yapmış, masa üstündeki kırmızı renkli mumları yakmış, kır düğün salonunu yönetim odasının kalın kırmızı renkli perdelerini sımsıkı kapatmıştır. … Sabah mesaiye gelen çalışanlar, meşin koltukların üstünde başları bir yana düşmüş dört cesetle karşılaşınca hiçbir şeye dokunmadan polise haber verir. Polis müdürü olayı savcıya iletir, savcı bey, müdüre o mekâna birlikte gitmeyi teklif edip birlikte yola çıkarlar. Gerekli incelemeleri yapan emniyet yetkilileri, savcılık cenazelerin adli tıpa kaldırılmasını ister. Adli tıp raporuna göre, maktullerin ölüm nedenlerinin zehirlenme olduğu raporunu verir Tıp Kurumu’nun savcılığa intikal eden raporuna istinaden savcılık gerekli tahkikata başlamıştır. … Acı, çok acı, insanların kendi hayatlarına yine kendilerinin son vermesi, yirminci asrın büyük insanlığının açlığının ne olduğu herkese göre değişecek bir cevaptır.

  • POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM

    -1- Tamer UYSAL * (1) “Condito sine qua non” ya da “Sine qua non” "Olmazsa Olmaz” anlamına gelen Latince bir deyim. “Maurice Duverger” siyaset bilimine önemli katkılar yapmış bir hukukçu, anayasa hukuku uzmanı… Anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde okul yıllarında hukuk derslerindeki hocalarımızın sık sık referans aldığı siyasi tartışmalarda da sık sık adı geçen bir isim olduğu için Maurice Duverger ‘i bu yazı konusunun da olmazsa olmazı olarak başa aldım. Parti sistemleri ve seçim rejiminin birbirinden ayrılmadığını ifade eden Duverger, 1974 yılında yazdığı kitapta net bir başlık kullanmıştı: “Seçimle Gelen Krallar” ABD dahil egemen partili sistemleri ve kuvvetler ayrımının olduğu ülkeleri bile eleştiren Duverger anayasa değişikliği ile getirilmek istenen Türk Tipi Başkanlık için ne derdi acaba? Maurice Duverger, “Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.” diyordu. Başlıkla söz konuyu özetliyor… Bir iki ufak hatırlatmalarla girelim başkanlık meselesine… 12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde benimsenen önemli ilke yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayıran kuvvetler ayrılığı ilkesidir. 15 Aralık 1791’de yayınlanan “Haklar Bildirgesi”nin 1787’de ABD Anayasasından sonra getirilen birey haklarını güvence altına alan 10 ek maddesiyle de eyaletlerde daha önce olan uygulamalar sınırlandırılmış. 28 Ağustos 1789’da Fransız Devrimi’nin ardından ulusal mecliste kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” Fransız anayasasının da özü. İnsanların özgür ve eşit olduğunu, zulme karşı direnme ve mutlak egemenliğin millete dayalı olduğu ve din, sosyal inanç sebebiyle hiçbir kimsenin kınanamayacağını ifade eder. Toplam 17 madde. Bu bildirgedeki 16. Maddeye dikkat. Diyor ki bu madde de, “Hakların güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur.” Anayasal cumhuriyet, devlet yönetiminin anayasaya dayanmasını ifade eder. Devlet iktidarını sınırlandıran ve kişi haklarını güvence altına alan durum da budur. Fransız devriminin idealleri özgürlük eşitlik ve kardeşlikti. Tiers etat (3.sınıf) yani soylu ve kilise dışındaki tabaka da, 1789’da ilan edilen bildirgeyle hak ve özgürlük kazanmış oluyordu. İlk eseri konuşmalarda cumhuriyeti amaçlarken “Prens”te (Hükümdar) olağanüstü yönetim biçimi olarak devlet için dini ve yasaları araç olarak gören ve monarşiyi öven Niccolo Machiavelli bakın ne diyor: “Bilge bir insan olduğu izlenimi bırakan bir hükümdarın, ülkesinde öyle bilinmiş olmasının onun doğasından kaynaklanmadığını, çevresindeki danışmanlarına dayalı olduğunu söyleyenler kesinlikle yanılırlar. Çünkü kendisi bilge olmayan bir hükümdarın iyi danışmanlara sahip olamayacağı genel ve şaşmaz bir kuraldır. Eğer akıllı değilse öğütleri bir araya getirip bir bireşime varamayacaktır.” (S.91, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, 2011) Bir elin nesi var, iki elin sesi var “Machiavelli” bile böyle diyorsa ! Tiranlara yön gösterdiği için Machiavelli’yi eleştirenlerden biri de Fransız tarihçi Jean Bodin’dir. 1576’da yayınladığı “Devletin Altı Kitabı”nda mezhep kavgalarının son bulması için kralın yetkilerinin arttırılmasını ister… Jean Bodin iktidar ve egemenliği kanunca kısıtlanmayan manasına gelen “Souveraineté” sözcüğünü ortaya atmıştır. Kendisi bir burjuva olan Bodin, burjuvazinin görüşlerini benimser. Tiranların öldürülmesini savunup anarşiyi destekledikleri için monarkomakları eleştiriyordu. Oysa mezhep kavgalarından muzdarip olan monarkomaklar Fransa’daki din savaşlarına bir son vermek istiyor, Fransa'nın da milli birliğinin oluşmasını savunuyorlardı. Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra gelelim şu bizim başkanlık meselesine… 80’lerde öğrenci olduğumuz yıllarda ilk sınıfta okuduğumuz derslerden birisi idi ve o zaman ders kitabımız Prof. Dr. Esat Çam’ın yazdığı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden yayınlanan bir kitaptı: “Siyaset Bilimine Giriş”. Bendeki 1981 baskısı. İletişim Fakülteleri’nin birinci sınıfında hala aynı isimle okutulur mu bu ders, aynı kitap okutur mu bilmem. Hazine değerinde bir kitaptır. Bendekinin arada sayfalarını çevirip çevirip göz atarım. Kitapta çağdaş siyasal rejimler 3 başlık altında sıralanıyor: Parlamenter rejimler (Çift ve çok partili rejimler), ABD Başkanlık rejimi ile SSCB tipi Totaliter rejim şeklinde… Çift partili siyasal rejimlere İngiltere’yi, çok partili siyasal rejimlere Fransa’yı örnek veren Esat hoca Başkanlık rejimini ise şöyle değerlendiriyor: “Başkanlık rejiminin değerlendirilmesinde gözetilmesi gereken bir husus bu rejimin Amerika’ya özgü oluşudur. Başkanlık rejimi teorik olarak Latin Amerika ülkelerinde de görülebilmekle beraber gerçekte seçmenlerin fikirlerinden çok askerlerin hakimiyetinin kişilere bağlı olması nedeniyle yürümemektedir. Partiler kök salamamakta ve darbelere zemin bulunmaktadır. Başkan parlamentoya hakim olmakta ve yarı diktatör bir rejime dönüşmektedir.” (s. 463) SSCB’yi ise “Demokratik merkeziyetçilik” ilkesine dayanan bir ülke olarak ele alan Esat hoca, SSCB’nin tek parti ve devlet organları tarafından yönetildiğini ifade ederek, “Komünizm sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz olan baskıcı aygıtın (devletin) yok olmasını, onun yerine özgür işçiler toplumunun geçmesini öngörür.” (s.547) Ben de V.İ.Lenin ve K.Marx’tan bu konuyla ilgili birer örnek söz vereyim mi? Marx, “Devlet biçimleri ‘devletin özgürlüğünü’ kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” derken, Lenin, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.” demektedir... Sonra da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın durumlarına geçiyor Esat hoca… Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanyası’nda millet meclislerinin devlet şefi (Duce ile Fuhrer) karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip olmadığını ifade ediyor (s. 460). Mutlak monarşiden farklarının işlevleri karışık ıvır zıvır bir sürü ama sonuçta hepsi de liderin direktifleriyle hareket eden organdan ibaret olduklarını belirtiyor. Faşist devletlerde güçler ayrımı göreceli ve görünüştedir. Mutlak monarşide güçlerin mutlak birliği söz konusudur. Esat hocanın kitaptaki özeti bunlardan ibaret… Okul biteli neredeyse 40 sene geçmiş. Bunca sene sonra temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen “Başkanlık Sistemi” de ne ola ki. Yeni zuhur etmiş bir şey mi? Hayır. Çam’ın söz ettiklerinden pek farklı şey yok. ABD’deki Başkanlık Sistemi öyle de, ya buradaki… O ise ne? O kimine göre tam bir muamma bilene göre tam bir çakma… Hukuk sistemine, iktidar veya sosyal bilimlere ilişkin ne yazık ki hiçbir kuram, hiçbir özgün deneyi olmayan devletin, hükümetin uyduruk başkanlık tipinin adı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”… Bu model diye lanse edilen şeyin oylanması aklın alabileceği bir şey değil zaten… Cumhuriyet nedir, tekrar tanımlayalım mı? Cumhuriyet, “İktidarın belli bir süreliğine, belirlenmiş yetkilerle, halk tarafından seçildiği devlet yönetimidir.” Belli süreliğine… diyor, belli süreliğine… Türk Tipi hangisine uyuyor? Cumhuriyet’deki “Cumhur” toplum anlamına geliyor. Demek ki cumhuriyet de topluluk, bir araya gelerek oluşmuş topluluk gibi anlamlara geliyor… Son yıllarda bizim siyasi literatüre sembolik cumhurbaşkanlığı yanında bir de “Etkin Cumhurbaşkanı” (Yarı Başkanlık) da girmiş. Aslında hikâyesi uzun. Yarı başkanın yetkileri geniş. Bize yabancı olmayan “Partili Cumhurbaşkanı” ise 1930’lar ve 1940’lar M.Kemal ve İsmet İnönü döneminde, Tek partili Türkiye’de uygulanmış. Ama bak, “Tek Partili Türkiye”sinde… Kuvvetler birliğine dayanan bu sistem, parti başkanının yasama yetkisinin de olduğu devlet başkanlığı biçimini ifade ediyor… Hatırlatalım, “Korkak insan özgürlüğün fırtınalı denizi yerine despotluğu tercih eder.” demiş Thomas Jefferson… Thomas Jefferson ve John Adams’ın Amerikan Anayasası yapım sürecinde katkılarının büyük olduğu bilinir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da ilan edilmiştir. Büyük bölümünün yine Jefferson tarafından kaleme aldığı bilinmekte. 13 Amerikan kolonisinin Büyük Britanya’dan bağımsızlık elde ettiğini ilan eden bu belgeye göre, doğal haklar, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve mutlu bir yaşam arayışı insanların en temel hakları olarak sayılmışlardır. Jefferson şöyle diyor: “Yürütme kuvveti hükümetimizde benim özen gösterdiğim tek ve en temel konu değildir. Şimdiki durumda yasa koyucuların tiranlığı en korkunç tehlikedir.” Biraz daha açalım bu konuyu. Başkanlık sisteminin bilinen tanımını yapalım… Başkanlık rejimi, başkanın ve parlamentonun seçimle işbaşına gelip başkanın olağanüstü yetkili olduğu ancak yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız olduğu bir yönetim şeklidir... Devletin iskeletini üç ayak oluşturuyor. Üç ana kuvvete (organa) dayanan sistem, Yasama (Kongre), Yürütme (ABD Başkanı) ve Yargı (Yüksek Mahkeme)’den oluşuyor… Amerikalılar Yüksek mahkeme’ye “Supreme Court” diyorlar. Supreme Court, son başvuru makamıdır. ABD Anayasası Birleşik Devletler’in en üstün hukuk kaynağı. Ve ABD Anayasası siyaset kültürünün merkezindeki en eski anayasa… ABD Başkanlık Sistemi’nin yönetim yapısı da 3 ayaklı… Bunlar Federal hükümet; Başkan, Başkan Yardımcısı ve Kabine. Ordu teşkilatı başkana bağlı. Federal devletin yasaları eyaletinkilerden (federe devletlerden) üstün. ABD Silahlı Kuvvetler’i federe devlete müdahale edebiliyor. Eyaletlerin polis teşkilatı bulunuyor. Başkan 4 yıllığına üst üste iki kez seçilebiliyor. Fakat seçim kaybettikten sonra üst üste bir daha seçim kazananı yok. Yeniden seçilen de yok. Bir istisna hariç. O da paternalist biri, “Grover Cleveland”dır. Şöyle diyormuş Cleveland: "Paternalizme halkın inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri öğretilmelidir." Bizde 15 yıldır aynı iktidar… Federe devletin (eyaletlerin) temsilcileri valiler. Valileri seçen ise yöre halkıdır. Bizde atayan 15 yıllık iktidar… Başkanlık sistemi başkanın kişiliğine bağlı olarak diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor deniyor ya bazı Güney Amerika ülkelerinde işte böyle olmuş. ABD Anayasası dinin ölçüt olarak kullanılmasını yasaklıyor. Anayasa’nın 6.maddesine göre, “Birleşik Devletler’de herhangi bir görev veya kamu hizmeti için liyakat unsuru olarak bir din sınavı gerekmeyecektir.” deniyor… Başkanı parlamentonun görevden alma yetkisi yok ABD’de… Ancak kınıyor, buna da “İmpeach” diyormuş Amerikalılar. “İmpeachment”, dedikleri Temsilciler Meclisi’nin bir soruşturması. Yüksek Mahkeme Başkanı senatoya başkanlık ediyor. Senato mahkumiyet kararını 2/3 çoğunlukla verebiliyor sadece. Yani nitelikli çoğunlukla. İmpeachment ise ABD tarihinde sadece 3 kez vuku bulmuş. 1868’de Andrew Johnson, 1998’de Bill Clinton’la ilgili soruşturmalar beraatla sonuçlanmışlar. 1974’te Richard Nixon soruşturması biraz daha karanlık. O istifa ile sonuçlanmış… “Allan Lichtman”, ABD başkanlık seçimlerini doğru tahmin eden ünlü bir siyasal tarih profesörü. Lichtman Donald Trump’un mutlaka impeachment yöntemiyle görevinden uzaklaştırılacağını savunuyor… ABD başkanlık seçimleri “İki Dereceli Seçim”dir. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçerler. Yani halk milletvekili ve başkanı seçen temsilcileri seçer. Burada bir parantez açalım… Fransa’da da senato üyelerini halk seçmez, seçenleri halk seçer. Almanya Cumhurbaşkanı da 2 dereceli oylamayla seçilir. Federal Seçiciler Kurulu (parlamento üyeleri ve partilerin aday gösterdiği seçiciler) sadece cumhurbaşkanı belirlemek için toplanır. ABD başkanlık seçimi 4 yılda bir yapılır. Başkan ve başkan yardımcısı seçmek için. Devlet başkanı hükümetin de başıdır. ABD başkanlık sisteminde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri her eyalette halk tarafından salt çoğunlukla (oy çokluğuyla) seçilirler (Louisiana ve Washington’da iki aşamalı seçim sistemiyle). Temsilciler meclisi seçimlerinde “Dar Bölge Sistemi” uygulanır. Her bölgeden 1 adayın seçilmesi esasına dayanan sistemde nüfusa göre üye toplamı eyaletlere paylaştırılır. İki dereceli seçim sisteminin ılımlı ve yetenekli adayları seçtiği düşünülmekteydi. John Stuart Mill’e göre seçiciler halkın tercihinden farklı olarak kendi çıkarına uygun adayı belirlemektedir. Türkiye’de ise 1946 yılından bu yana seçmenin temsilcisini doğrudan seçtiği “Tek Dereceli Seçim sistemi” uygulanmaktadır. Ne güzel değil mi arada kimse yok. Bunu da anımsatalım… Başkan (hükümet) ile Temsilciler Meclisi ayrı seçimlerle yapılır. ABD başkan ve temsilciler seçimi “Salt Çoğunluk” (yarısının bir fazlası) sistemine dayanır. Meclis Başkanı ve komisyonların başkanları çoğunluk partisinden seçilir. Azınlıkta olan partinin meclis kararlarında etkisi olmaz. Çoğunluk parti ile hükümet iki ayrı partide de olabilir. ABD’de ön seçimlerde “Caucus” denilen siyasal parti üyelerinin bir araya geldiği müzakere toplantıları yapılır. İlk ön seçimin yapıldığı eyalet “New Hampshire”dir. Çünkü küçük bir eyalet olduğundan, başkanla direk ilişki kurmak da mümkün olduğundan kazanacak adayın seçiminde de ipucu vermektedir. Genelde nüfus yoğun, kentleşmiş ve deniz kıyısındaki eyaletler demokratların çoğunluk olduğu eyaletler, Güney ve iç batı kısımda eyaletler cumhuriyetçilerin çoğunluk sahibi olduğu eyaletlerdir. Amerikalıların “Salıncak Eyalet” dedikleri diğer bölgelerde oylar iki parti arasında gidip gelmektedir. “Cumhuriyetçi Parti” ekonomik liberal merkez sağ siyaseti savunuyor. Genelde protestanlar ve evangelistler (tutucu ve hristiyanlığı yayma yanlısı protestanlar) tarafından desteklenir. Yani muhafazakâr kesimler tarafından destekleniyor. “Demokrat Parti”nin pozisyonu merkez soldadır. Merkez sol ve sosyal liberal ideolojiyi izler. Yüksek eğitimli ve göçmen kesimler (tabi zenciler de) Demokrat Parti’nin savunanları… ABD Yüksek Mahkemesi bir idari yargı mekanizmasıdır ve en üst temyiz mahkemesidir. Kongre ve eyaletlerin çıkardığı yasaların ABD Anayasasına uygunluğunu denetler. Yasama ve yürütme kararlarını da denetler. Senato’nun önerdiği Başkan’ın atadığı 9 üyeli bir organdır. ABD Yüksek Mahkemesi toplumdaki birleştirici bir güç niteliğindedir. “Avrupa uluslarında, mahkemeler sadece bireyleri yargılayabilir; ama Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi, egemenleri kendi önüne çıkarabilir.” diyor Tocqueville.” (Amerika’da Demokrasi, İletişim Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 163) Çift meclisli olan ABD Parlamentosu (Kongresi) toplam 595 üyeden oluşur. Senato üst, Temsilciler Meclisi alt meclistir. “Gerekli ve Uygun Şart” (Necessary and Proper Clause) Kongre'nin güçleri Anayasa'da sayılanlarla sınırlıdır; tüm diğer güçler eyaletler ve halka aittir ancak bu madde Kongre'ye "belirtilen güçlerin uygulanması için gerekli ve uygun olan her kanunu yapma" yetkisi verir. “ABD Senatosu” nun her eyaletten seçilen 2’şer olmak üzere toplam 100 üyesi bulunur. Üyelerinin 2/3’ü 2 yılda bir seçimle yenilenir. Temsilciler Meclisi ise toplam 435 üyelidir. Üyeleri her 2 yılda bir yenilenir. Her eyaletten seçilen üye sayısı eyaletin nüfusuna bağlı olarak değişir ve federal halkı temsil eder. “Üyeleri her iki yılda bir yenilenir.” cümlesinin üzerinde duralım. Tocqueville, “Seçimlerin azlığı devleti büyük krizlerle yüzyüze bırakır. Fazlalığı ise hummalı bir galeyana sürükler. Amerikalılar bu iki kötülükten ikincisini tercih ettiler.” diyordu (s. 212) Amerikalılar yasama organının üyelerinin doğrudan halk tarafından ve kısa süre için atanmasını istemişlerdi… Hani “Zırt pırt seçime ne gerek var” diyorlar ya… ABD’de yasa tasarılarını iki mecliste de ayrı ayrı oyluyorlar. Sonucun farklı olması halinde karma komisyonda karara bağlanarak Başkan’a sunuluyor. Başkanın veto (reddetme) yetkisi var. “Mutlak Veto”da yasa kanunlaşmaz. “Geciktirici Veto”da ise yasa meclisteki 2/3’ü çoğunlukla kabul ediliyor. Başkan bir kanunu en çok 2 defa veto eder (Bütçe ve Kesin Hesap Kanunu’nu ise veto edemez.) Gelelim bazı organlarına… “Bütçe ve Yönetim Ofisi”, 1939 yılında kurulan başkana bağlı çalışan bütçeyi hazırlayıp kongreye sunan kuruluş. Fakat Kongre bütçe üstünde oynama yapabiliyor. Ödenek ve vergilerin miktarlarını yeniden düzenleyebiliyor. “Speaker” yani Temsilciler Meclisi Başkanı ABD siyasi protokolünde 3 numaralı kişidir. Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak toplantılarına başkanlık eder. Amerikalılar meclis adına konuşan kişiye de speaker derler… “Select-men”, ABD kentinde idari kuvvetleri elinde bulunduran kişi... “Charles-Louis Montesquieu”, 1748 yılında yayınlanan “Yasaların Ruhu Üzerine”de batılı demokratik sistemin temellerini attı. Kamu hukukuna ve siyaset bilimine “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini getirdi. Gücün gücü sınırladığı ve en iyi hükümet biçimi olarak “Temsili Cumhuriyet” (Halkın seçtiği hükümet) fikrini ortaya koydu. “Alexis de Tocqueville” ise küçük bölgelere de idari özerklik tanınarak “Katılımcı Demokrasi”nin yani siyasal özgürlüğün ve demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur. Tocqueville “Milli irade, tüm zamanların düzenbazlarının ve tüm çağların despotlarının en yaygın şekilde suistimal ettikleri kelimelerden birisidir. Amerika’da halkın egemenliği ilkesi yasalarla ilan edilmiş ve özgürce yazılmış.” derken (a.g.e., s. 78) “Avrupalılar aceleyle biçimlendirilen bir savaş silahı gibi görür. Amerikalılar sayılarını görmek ve böylelikle çoğunluğun ahlaki etkisini zayıflatmak için örgütlenirler. Çoğunluk üzerinde baskı yapmak için uygun argümanları icat eder ve bir araya getirirler. Bu yolla iktidarı ele geçirme umudu taşırlar.” demekte. (a.g.e., s. 205) Hukuk, toplumsal düzene ilişkin güvenlik, özgürlük ve eşitlik sağlayan yazılı kurallar olarak tanımlanır. Doğal haklar ise bireyin doğuştan sahip olduğu devlet tarafından yasaklanmayacak temel haklarıdır. “Friedrich Carl von Savigny” ve “Hugo Grotius”un üzerinde önemle durduğu “Tabii Hukuk” (Lex Naturalis) çağın gereklerine uyan ve dünyanın her yerinde olması gereken hukuktur. Doğal Hukuk, yazılı olmayan ve olması gereken rasyonel hukuktur. Doğal hukuku sistematize eden “Aquinalı Thomas”, biçimlendirenler ise Platon, Aristo, Cicero, John Locke, Hugo Grotius, Thomas Hobbes ve Samuel von Patendorf olmuşlardır… “Virginia Haklar Beyannamesi”, 12 Haziran 1776’da Virginia Kongre üyelerinin oylarıyla kabul edilmişti. George Mason’un kaleme aldığı deklarasyon Amerikan ve Fransız yurttaş hakları bildirgelerini de etkilemiştir. Bu bildiri doğuştan gelen doğal haklar ve yetersiz hükümete isyan hakkını da içeren bir belgeydi. “Habeas Corpus” yani ihzar müzekkeresi ise bireyin mahkeme huzurunda hazır bulunmasını isteyen yargısal bir yazılı emirdir. 1679’da İngiltere’de çıkan Habeas Corpus yasasıyla yargıç kararı olmadan hiçbir bireyin gözaltında tutulmayacağına ilişkin bir karar alınmıştı. Bu yasa da sonraki ABD ve Fransız bildirgelerinin de temeli olmuştu… Getirilen Türk Tipi Başkanlık Sistemi de ne ola ki diye kitapçı raflarına bakındık. RTE Hukuk Başdanışmanı’nın da vardı bir tane. Başkanlıkla ilgili bir kitap yazmış o da altı üstü anca alfabe kitabı kadar kalın bir şey. Tabi onu geçtik. İşimize yarar diye en kalınca olanında karar kıldık. Almaya karar verdiğimiz kitabın adı “Başkanlık Sistemi” başlıklı olandı. Liberte Yayınları tarafından 2015 yılında ilk baskısı yapılmış. Editörleri, “Murat Aktaş” ve “Bayram Coşkun”. Bu kitabın ilk başta oylumu cazip gelmişti. Ancak okudukça hacmi kadar tatmin eden bir içeriğe sahip olduğunu da gördüm. Çünkü kesintili, ek bilgisiz ve çok kısa kaynaklar hiçbir zaman tam güvenilir olmaz. Kitapta ilk dikkatimi çeken isim benim de “Doğu Ergil” oldu. Neden, çünkü diğer yazarlara göre fazla medyatikti. Ergil hocanın ilk dikkatimi celbeden cümlesi de şu olmuştu: “Türkiye’de güçlü merkezi yapının üzerine bir de başkanlık sistemi gelirse güçler birliği iyice kurumlaşır ve yürütmenin denetlenmesi çok zorlaşabilir.” (s. 33) Türkiye’deki sistem de zaten yönetici elitler egemenliği üzerinden işlemekte değil miydi? Kesin kuvvetler ayrımı başkanlık sisteminin iyi işlemesinin en önemli güvencelerinden bütün notlar bunu işaret ediyor… Ergil hocaya göre, ABD’deki başkanlık, tüm idari ve siyasi yetkiler ülke çapında paylaşıldığından gereken koordinasyon ihtiyacını karşılamak için var. Ama ülkemizde teklif edilen Türk tipi sistem yargıçları atamada da başkanı yetkili kılıyor. Kendini denetleyecek kurumun mensuplarını atamak başkanı sınırsız yetki ve sorumsuzluk ile donatmak demekti. (s.34-33) “Türkiye’de liderlik tartışmaları geçmişten bugüne kaht-ı ricalle lider egemenliği arasında sıkışmıştır.” (s. 430) diyen kitapta, “Merkezi yönetim, kuvvetler birliği ve güdük sivil (daha doğrusu sivil egemen) toplum ilişkisi kuvvetli, otoriter lider ve merkeziyetçi yönetim tarzını ön plana çıkarmıştır.” demekte Doğu Ergil. (s. 30) Bu arada kaht-ı rical, istenilen düzeyde yöneticilerin bulunmayışı, mevcutların da bulunduğu koltuğu dolduramayışı, yetersiz görevliler için kullanılan bir sözcüktür… Kitaba AKP’nin “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nun TBMM’ye sunduğu “Başkanlık Sistemi Önerisi Tam Metni” de ek olarak konulmuş… Kitapta yürütmenin başı olan Başkanın görevleri sayılıyor: İç ve dış siyaseti yürütmek, bakanları atamak ve görevlerine son vermek, TSK’ya başkomutanlık etmek, kamu yöneticilerini atamak, sıkıyönetim ilan etmek, YÖK üyelerinin yarısını seçmek, üniversite rektörlerini seçmek… Anayasa mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını, Hakemler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek... Geriye başka ne kaldı ki… Başkan hakkında, kişisel ya da göreviyle ilgili bir suç işlediği iddiasıyla TBMM üye tamsayısının en az 2/3’sinin vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir. Başkan yardımcısı başkan seçilenin oy pusulasında yazılı kişi başkan seçildiği anda başkan adayı seçilmiş de oluyor. Başkanlık seçim süresinin 1 yıl ertelenmesine meclis karar verebilecek. Erteleme sebebi kalmamışsa aynı usule göre bu işlem tekrarlanabilir. Seçilen kişi ömrü vaki oldukça başkan da kalabilir yani... Kitaptan alıntılara devam edelim… Madde 5/2: “Seçimden önce ve sonra suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, meclisin kararı olmadıkça tutulanamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” (s.536, Başkanlık Sistemi Liberte Yayınları, 2015 1.Baskı, Murat Aktaş, Bayram Coşkun). Madde 6/3: “Milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar verilir.” İki madde arasında ne büyük çelişki değil mi? AKP’nin önerisine göre başkan, 40 yaşını dolduran üniversite mezunları arasından 5 artı 5 yıllığına halk tarafından seçilir diyor. Oyların çoğunluğunu alan aday başkan seçilir. Adaylar ise en az yüzde 5 oranında oy almış siyasi partilerden seçilebilir deniyor. Yani en az 100 bin vatandaşın oyu gerekli… Ama ne adalet değil mi? 1911’de yazdığı “Siyasi partiler” kitabında “Oligarşinin Tunç Yasası” diye bir kavram ortaya atmıştı İtalyan sosyal bilimci “Roberto Michels”. Michels’e göre, iktidar sahipleri çıkarlar gereği iktidarlarını sürdürme eğilimindedirler. “Max Weber”den de etkilenen Michels, demokrasinin pratikte olanak dışı hale getirildiğini belirterek seçimlerin halkın oligarşik yapıyı onaylamasından öte geçmediğini demokrasi ile bürokrasinin hiçbir şekilde uyuşmadığını ortaya koymaktadır. Toplumda fert sayısı arttıkça bürokrasi güçlenmekte kişi ya da küçük bir grup çıkarına uygun bir yapı ortaya çıkarmaktadır… Barajlar da bu isteğin belirtisidir bana göre… “Doğan Avcıoğlu”, 1961 Anayasası’nın ortaya çıkmasında rol oynayan tam bağımsızlıktan yana devrimci bir siyaset adamıydı. Çok ilginç tespitleri ve kanıtları vardı… Kalın kalın da kitapları vardır. Bunlardan birisinde, “Türkiye’nin Düzeni”nde (Tekin Yayınevi, 2001) Avcıoğlu, “Jacques Lambert”in “Latin Amerika” adlı incelemesinden alıntı yaparak şöyle demiştir: “Genel oya dayanan politik demokrasi tek başına ilkel toplulukları hızla değiştirmekte aciz kalmaktadır. Çünkü ağalık (casiquisme) ve büyük arazi mülkiyeti (latifundias) düzeni seçmenleri bağımlı tutmaktadır. Ancak bildiğimiz nokta seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının seçmenlerin kendi tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye’de seçim kazanmayı milli iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için halk henüz gerekli siyasi bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.” Türkiye’de de merkezileşmiş bir nüfus (ya da sanayi toplumu) var mı? Sanmam… Çoğunlukla tercihler de, kır kentli ya da göçmen seçmen kitlesinin oluşturduğu sandıktan çıkan oylarla belirleniyor. Kapalı bölgeler; Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu gibi. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Tam tersine bahsettiğim eğitimli kır nüfusu, kentlere yığılmamış ama üreten ama sorgulayabilen de nitelikli nüfusa olan ihtiyacımızdır… Ne diyordu İsmail Hakkı Tonguç: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı... Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha... " Ne demişti ABD’li Sosyolog ve Eğitim Bilimci John Dewey, “Yönetilenler ve oy verenler eğitimli olmadığı sürece seçimle işbaşına gelen hükümet başarılı olamaz.” Değil mi? Bu konuyu açalım biraz… Fransız tarihçi Lucien Febvre “İnsan yoktur, onu grup yönetir.” der. Alman siyaset felsefecisi “Axel Honneth” ise toplumda “Kabul Görme”nin (recognition) 3 biçimi olduğunu söylüyor. Sevgi, haklar ve dayanışma… Honneth’e göre, aile sevgi’nin, sivil toplum hak ve hukukun, devlet ise dayanışmanın temelidir. 3 sütuna oturur: Özgüven, özsaygı ve onur... Irk, etnisite, cinsiyet, sınıf gibi çatışmalar aslında güdülenmiş kabul görme mücadelesidir... “Glokalleşme” (Yetki Paylaşımı) , özerk yerel yönetimlerin merkezle birlikte yönetmesini ifade eder. Oysa günümüzde yerelleşmeden anlaşılan ne midir? Küreyelleşme yani yerel yönleri güçlendirip dışa saçılma siyaseti. Küre-Yerelleşme şubelere yetki aktarımıdır… “Tefrik-i Vezaif”, görevler ayrımını ifade ederken, “Tevsii Mezuniyet” (Yetki Genişliği) kavramı yerel (taşra) birimlerinin merkeze bağlı olarak, merkezin denetimi altında görev yürütebilmelerini ifade etmektedir.1982 Anayasası'nın 126’ncı maddesine göre Türkiye'de illerin idaresi bu esasa dayanıyordu… Bilhassa 90 sonrası “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) yerine iktidar mücadelesini grup çıkarına indirgeyici bir kavram olarak “Sivil Toplum Kuruluşu” (STK) kullanılmaya başlanmıştı. Sosyal devlet anlayışının terk edilmesinden sonra boşluk üçüncü sektör denen STK’larla doldurulmaya, kamusal alan da bu doğrultuda işlev kazanmaya başladı. Bunun sonuçlarından birisi de “Deregülasyon” yani kamusal alanın daraltılmasıydı. Böylece “İnterpellation” yani belli bir ideolojiye mensup sınıfları aynı siyasal projeye yönlendirme (Paralojizm) özellikle STK’lar aracılığıyla yapılmaktaydı… “Yerinden yönetim” iki türlü gerçekleşmekte. “İdari Yerinden Yönetim” hizmet yönünden yerinden yönetimdir. Belediyeler, köyler ve il özel idareleri gibi. “Siyasi Yerinden Yönetim” (Federalizm) ise bölgesel kimlik (federe devletin anayasasına göre bağlılık), federal devletin anayasasına göre bağlılık ulusal kimlik olarak tanımlanır. Dış ilişkiler, maliye, güvenlik ve adalet dışında merkezden alınarak yerel yönetimlere aktarılır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan tam 55 yıl sonra yerel yönetim kavramıyla tanışmış. Bülent Ecevit başbakan olduğu 42. Hükümet döneminde 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979 tarihleri arasındaki kabinede “Yerel Yönetim Bakanlığı” adıyla bir bakanlık yer bulmuş. Türkiye’nin ilk ve tek yerel yönetim bakanlığı hükümetin değişmesiyle de kaldırılmış. Bakanlık 22 aylık bu kısa sürede de özellikle belediye gelirlerinin artması konusunda çalışmalar yapmış. “Civilisation” Türkçe’de uygarlık sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan Fransızca bir sözcük. İster istemez uygarlık deyince Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin o ünlü deyişi akla geliyor. “Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.” diyordu Nietzsche… 18. yüzyılda Voltaire tarafından yazına sokulmuştur. 19. yüzyılda ise aynı kelime, bilgi, beceri anlamında kullanılmış. Sivilizasyon, günümüzde “Otonom” (Özerk) devletten ayrılmış güç ve yapılanmayı ifade ediyor. “Siyasal Katılım”, seçimler ya da etkin katılım (DKÖ, yerel ve ulusal faaliyetler) siyasal istem ve yöneticilerin belirlenmesi yoluyla kararları etkilemektir. Yorumlarını Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak yapanlar “Peripatetik” olarak tanımlanırlar. “Politika” adında da bir kitabı yayınlanmıştır. Aristo, “Politika, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir.” diyordu… İktidar ya da “Sosyal İktidar” başkalarını kontrol etme yeteneği, “Siyasal İktidar” toplumun bütününü etkileyen iktidar, “Egemen İktidar” ise yasama yargı ve yürütmeyi içermektedir. Montesquieu, “Yasaların Ruhu” (De l'esprit des lois) adlı kitabında kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. “Güç, gücü durdurur” demekteydi... Sivil toplum, toplumsal farklılaşmanın olduğu toplum içerisindeki çeşitli grup ve kurumların karşılıklı etkileşimde bulunduğu toplumsal kurumdur. Ancak sivil toplum (civitis), iktidar mücadelesini salt grup çıkarına indirgemekte. Örnek vereyim, “Ulusal Demokrasi Fonu” (NED) adı altında ABD askeri güç yanında sivil faaliyetlerini sağ (IRI) ve sol (NDI) eğilimli STK’lara destek vererek, iş çevrelerinde yürüttüğü faaliyetleri ise “Uluslar arası Özel Girişimciler Merkezi”nin (CİPE) desteklediği STK’larla sürdürmektedir. Amacı, Ortadoğu’da etkinlik kurmak ve çıkarlarını korumak, süper gücünün devamını sağlamaktır. Bu kuruluşlar “Povermental” yani ABD’ye bağlıdırlar... Günümüzde kamu yönetim alanında yaygın olarak kullanılan kavramlardan bir diğeri de “Governance” (Yönetişim)… Bir sosyal ve siyasal sistemde bütün aktörlerin toplam çabasıyla oluşan düzen olarak tanımlanan yönetişim terimi, birbirine bağlı durumlarda birbirine karşıt aktörlerin oluşturduğu ağsal yapıyı koordine eden süreç olarak ifade ediliyor… Hukuk (emretme gücü), maliye (para, vergi, kamusal harcamalar) ve zor kullanım (polis ve asker) olarak egemenlik sisteminin 3 temel aygıtı. Louis Althusser, “ideoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda “Devlet aygıtı dediğimiz şu öteki somut gerçeklikte belirli soyutlama ilişkisi içinde bulunan hukuk, hem baskıcı hem de ideolojiktir.” der ve ideolojiyi tanımlarken maddi hayat şartlarıyla hayali ilişkilerin temsili diyerek iki alanı vurgular: İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. Althusser’e göre iktidar ve rejim ideolojik aygıtların katkısı olmadan sürdürülemezdi. (M. Naci Bostancı, Siyaset ve Medya Alaca Karanlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, 2011, 1. Basım, s.161) Alexis de Tocqueville 1835’te yazdığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitapta yönetim ile halk arasında sivil toplum kuruluşlarının denge işlevi gördüğünü ifade ediyordu. Ancak kavramı 1767’de yazdığı "Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme" adlı makalede ilk kullanan “Adam Ferguson”dur… Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de idari kuvvetin yapısında merkezi ve hıyerarşik hiçbir şey yoktur; bu nedenle onu göremezsiniz.” (a.g.e., s.92) Amerikan demokrasisinin özelliklerini Tocqueville, yerel hükümetler, kapitalizmle birlikte yaygınlaşan sivil toplum yapısı, anayasa, gelişkin ve özerk yerel yönetim kurumları, din ile siyaset ayrımı gibi olgularla ele alarak Avrupa Devletleri’yle Birleşik Devletler farkını ortaya koymuştur. Avrupa’nın merkeziyetçi yapılanmasına karşılık da başat etken olarak Birleşik Devletler’deki ademi merkeziyetçilik uygulamadaki fark olarak görülmektedir. Eşitlik, adalet, özgürlük kısaca demokrasiye ilişkin bir takım kavramların temeli olarak sivil toplum demese de dernek veya halkın kurduğu örgütlerden, bu kuruluşların çokluğunca yaratılan ABD sivil toplum yapısından sözetmektedir: “Amerikalılar toplumsal otoriteye güvensiz ve tedirgin gözlerle bakarlar ve sadece onsuz yapamayacakları zaman bu otoritenin iktidarına başvururlar.” (a.g.e., s. 200) Hümanist sosyolog “Charles Cooley”in ortaya attığı “Ayna Benlik” kavramına göre başkalarının algısı bizim kendi algımızı da etkilemektedir… İnsanlar çıkarları sözkonusu olup haksız oldukları zaman gerçeklerle yüzleşmek istemezler ve saldırganlaşırlar. Doğruyu savunmak işlerine gelmez çünkü. İşte “Lobicilik”, özel grup çıkarları sağlamak amaçlı siyasal kararları etkileme faaliyetidir… Örgüt ise bir amaç için bir araya gelen bir organizasyonun tümünü kapsar. Örgüt tipleri formal ve informal yani resmi veya resmi olmayan örgüt biçimindedir. “Formal Örgüt” içinde statüye dayalı ilişkiler, “İnformal Örgüt” içinde de kişiye dayalı ilişkiler geçerlidir. Biçimsel örgüt, amaç görev ve sorumluluk ve kuralların önceden belirlendiği sıra düzenine ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapılanmadır. Tanımlanmış liderlik tipleri ise şöyle… Kurallara uyum ödül içeren ödül ve cezaya dayalı liderlik “Nomothetic”, Bireysel çaba ve gereklere bağlı liderlik “İdiographic”, Ve bürokrasi ile bireylerin gereksinimlerine dönük liderlik “Transactional”. Örgütsel lider (nomothetic) bürokratik yönelimli, bireysel lider (idiographic) kişilik yönelimli, durumsal lider (transactional) durum yönelimli olmaktadır. En uygun model durumsal liderlik olarak tanımlanıyor… Max Weber, “Bürokrasi ve Otorite” adlı kitabında 3 otorite tipi saymıştı: “Geleneksel Otorite” (hanedanlıklar, krallıklar), “Karizmatik Otorite” (akıl ve kudret sahibi kişi) ve “Yasal ve Ussal Otorite” (yasal ve halkın rızasına dayanan modern dönemin şekli). Weber, “Toplumların kültürel boşluğa düştüğü zamanlarda toplumsal kuramları değişen kültürel değerlere uydurmayı başaran kişi karizmatik liderdir.” diyordu. Karizma, Emre Kongar’a göre “Türkiye’de sorgulanmaz, erişilmez, büyüleyici, sürükleyici etki” anlamında kullanılmaktadır (Cumhuriyet, 24 Mayıs 2010). Sosyolojide çeşitli grup sınıflandırmaları yapılmıştır fakat en yaygın ve temel olanı Charles Cooley tarafından literatüre sokulan “Birincil Grup” ve “İkincil Grup” ayrımıdır. Birincil gruplar yakın ve yüzyüze ilişkilerin varolduğu gruptur. Orada bizlik ve dayanışma duygusu sözkonusudur. İkincil grup ise resmi ve kurumsal (birincil grupların içinde geliştiği) gruptur. İkincil gruplar resmi (formal) gruplar olarak da tanımlanmakta… Ortak amaçları olmayan, rastlantı sonucu oluşmuş, birbiriyle yakınlığı bulunmayan ve sürekliliği olmayan insan toplulukları ise “Kalabalık” tanımlanır. Örnek mi? Sahildeki insanlar, marketteki müşteriler veya bir konserin izleyicileri… Ancak “Toplumsal Gruplar”, belli bir amaç için en az 2 kişiden oluşmuş aralarında ilişki (etkileşim) olan ve sürekliliği olan insan topluluğudur. Örneğin, siyasi partiler, dernekler, sendika, aile ve okul grubu böyle… . Bir kurum ise “Örüntüler” (birim) toplamıdır. İngiltere ve bağlı ülkelerde (Birleşik Krallık) özerk nitelikli yarı kamusal kuruluşlar (quango), hem kamu hem de hükümet dışı (STK) özellikler taşır. Melez (hibrid) organizasyonlardır… Özerk olmasına rağmen uygulamada atama ve finansman merkezi idarenin etkisi altındadır. Devlet tarafından parasal yönden desteklenirler. İngiltere’de 1980-90 arası birçok alan (su gibi) özelleştirilmişti. 1988’den itibaren sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerle genişletilmiştir. “Quango”ların sayısının artması kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır… “Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor!” (Madame Roland) Bizim ilk ademi merkeziyetçilerimiz “Prens Sabahattin” Osmanlı hanedanından (paşaoğlu) federalizm taraftarıydı. Edebiyatta ise “Yeni Turan”daki ütopik görüşleriyle de “Halide Edip Adıvar” (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri). Adıvar aynı zamanda bir Amerikan mandacılığı önermişti. Kemalist devrimden sonra ABD’ye de yerleşti. H.Edip kitabına, “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir.” diyen, Fransız devrimini eleştiren muhafazakâr ve liberal İngiliz devlet adamı Edmund Burke’nin şu sözleriyle girer: “Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat devlet, herhangi bir anlaşmaya bağlı bir şirket telakki edilemez. Geçici bir alaka ile başlanıp, ortakların arzuları ile feshedilmez. Bu, bütün ilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemeyeceği için, sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve istikbalde doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır." John Stuart Mill ise, “Kendi yaşama planını seçmeyi dünyaya ya da kendi çevresinde bulunanlara bırakan kimsenin, maymun gibi öykünme yetisinden başka hiçbir yetiğe ihtiyacı yoktur. Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün yetilerini kullanır.” demektedir (Özgürlük Üzerine, Oda Yayınları, 1. Baskı, s. 82). “Egemen ve merkezi her devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir.” Simone Weil’in faşizmin egemen olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında söylediği bir sözdü. Postmodernist düşünürler Gilles Deleuze ile Felix Guattari birlikte yönetim alanına ilginç bir siyaset felsefesi yaklaşımı getirdi. Kapitalizmi bunalımlar sistemi olarak tanımlıyorlar devlet yerine “Deterritorialization” (Yersiz Yurtsuzluk) kavramını öne sürüyorlardı. Yersiz yurtsuzluk merkezsiz ve gövdesiz, yatay yayılan, iktidardan sakınan düşünce yöntemidir. Göçebelerin yaşam ve örgütlenme biçimi, hristiyanlık ve batıya karşı yıkıcılık imgelemi olarak ele alınıyordu. Kapitalizmin ayakta kalışının nedenini çelişkilere (dışlama) bağlıyordu. 1944’te ABD’li tarihçi “Richard Hafstad” popülerleştirdiği sosyal darwinistlerin ileri sürdüğü düşünceye göre vahşi ırklar medeni ırklar tarafından yok edilecekti. Herbert Spencer, “Sentetik Felsefe Sistemi”nde toplumların da canlı bir organizma gibi işlediğini öner sürüyordu. Spencer, sanayileşme, işbirliği ve rekabete uyum sağlayan bireyin yüksek düzeye ulaşacağını savunuyordu. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini savunarak “Devlete Karşı Birey”de evrimin görünmez el gibi özel çıkarı genel faydaya dönüştürdüğünü iddia ediyordu. Faşizmi, ırkçılık, sömürgecilik ve nazizmi körükleyen bu anlayışı İngiliz liberal siyasetçi “Richard Cobden” de savundu. Bir tekstil sanayicisi olan Cobden 1846’da halka ucuz tahıl sağlayan “Corn Yasası”nı kaldırttı. Sanayi işçisi artmıştı. Herkese iş vaat ediyordu. Almanya’da Ferdinand Lassalle ve Bismark uzlaşmasıyla eşit hak ve ücretler tunç yasasıyla işçi sınıfının hareketleri sınırlanmıştı... Faşizm insanlar üzerinde vahim ve derin etkiler bırakır… “Proto Faşizm”, faşizmin temelini oluşturan daha sonra gelen faşist ideolojileri etkilemiş modern faşizme öncülük etmiş Roma ve eski Avrupa rejimlerinin (Almanya, İtalya, İspanya) hukuk ve yönetim şekillerini ifade ediyor… Diktatör terimi Antik Roma’da senato tarafından acil durumlarda yönetime atanan ve olağan üstü yetkiler verilen “Magistratus” (Halkın Efendisi) ünvanından gelmektedir. Eski Roma’da magistralar, siyasi ve askerî otoriteyi elinde bulundurur, yılda bir defa seçilir ve bir yıl süreyle görev yaparlardı. Promagistralar ise eyaletlerde 1 yıl için görev yapan valilerdi. “İmperium” (buyurma) yetkisi olan üst düzey magistraların güvenliğini “Lictor” denilen muhafızlar üstlenirdi. Lictorlar ellerinde yetki ve güç sözünü sembolize eden daha sonra İtalyan Faşizminin de simgesi haline gelen “Fasces” denen baltaları taşırlardı. Faşizm sözcüğünün kökeni Roma İmparatorlarının otoritesinin sembolü fasces adlı baltadan gelirmiş ya Latince fasces, demet anlamına gelen “Fascis” kelimesinden türetilmiş… İmperium, yetkisine sahip kişi, “Magistra” ya da “Promagistra” olarak kendisine tanınan yasal hakları yerine getirme konusunda mutlak bir otoriteye sahipti. Roma Cumhuriyeti'ne özgü bir siyasi kurum olan bu makam normal magistraların yetkisinin üzerinde olağandışı görevler üstlenen olağandışı bir magistralıktı. Julius Sezar (MÖ 100-44), yetkilerini kullanarak ilk “Autogolpe” (Sivil Darbe) ile Roma Senatosu’nu kaldırıp kendini imparator ilan eden kişi oldu. Cumhuriyet bürokrasisini merkezileştirmiş, kendini hayat boyu diktatör ilan edince bir grup senatörce suikastle öldürülmüştür. Jul Sezar ölümünden sonra da Roma tanrılarından birisi ilan edilmiştir. Lucius Cornelius Sulla Felix (MÖ 138-78), senatoların yetkilerini arttıran ve bu yönde kanunlar çıkartan bir diktatördü. Felix döneminde güçlenen aristokratik kliklerden Optimates, senatonun yetkisini arttırıp pleplerinkini kısmayı amaçlamıştı. Çünkü tribünün, yani güçlü generallerin yönetime egemen olmalarını istemiyorlardı. Buna karşılık Populares kliği, pleblerle halk meclislerinin gücünü arttırmak istedi. Onlar da Sezar döneminde güçlenmişlerdi. İspanyolca bir terim olan Autogolpe, günümüzde Latin Amerika’da görülen sivil darbeleri ifade eder. Örneğin Peru’da Alberto Fujimori devlet başkanı iken parlamentoyu lağvederek iktidarı kendi bünyesinde toplamıştır. Kendi kendine darbe sonucunda anayasa ve bağımsız mahkemeler de rafa kalkar. Sivil darbelerin diktaya dönüşmeleri muhtemeldir. Bir sivil darbenin ortadan kalkması askeri darbeye göre daha zordur. Askeri darbelerden sivil hayata dönüş muhtemelken sivil darbeciler menfaat ve destekçi grupları geliştirmeye eğilimdir… İkinci dünya savaşı yıllarında siyasi iktidarı tek elde toplayan gri rejimler, demokrasi ile totaliterlik karışımı ara rejimler yani “Otoriterizm” de egemen olmuştu. 1970’lerde ABD, yönetime ilişkin tanımlama yaptı ve ülkeleri “Totaliter Ülkeler” ve “Otoriter Ülkeler” olarak ikiye ayırdı. Totaliter ülke Amerikalılara göre SSCB idi. Totoliter, bütüncül yani her alanda yetkili yönetimleri tanımlarken otoriter ülkeler bazı Batı yanlısı ülkeler gösteriliyordu. Otoriter ülkeler ise buyurgan, yönetimi sınırsız yetkili, siyaset ve basın üzerinde baskıcı olan ülkeleri ifade ediyordu... Karanlıkta kar yağıyor, Sen Madrid kapısındasın. Karşında en güzel şeylerimizi Ümidi, hasreti, hürriyeti Ve çocukları öldüren bir ordu. (Nazım Hikmet) Hayvan Çiftliği’nde (1945) dünyanın tüm liderlerini 2.Dünya Savaşı yüzünden eleştirir “George Orwell”. 2. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanan “1984” adlı antiütopik (distopik) romanında Yevgeniy İvanoviç Zamyatin’in “Biz” (1920) ve Zamyatin’den esinlenen “Aldous Huxley”in hedonizmin de eleştirisini yapan “Cesur Yeni Dünya” (1931) romanlarından da etkilenerek otoriter toplumlara gönderme yapar. İspanya iç savaşına da katılan Orwell bu romanı Franko’nun İspanya’sından esinlenerek yazmıştır. Her üç roman sosyal bilim kurgu kabul edilir. Romanda hayali bir partinin şu 3 temel sloganı vardır: Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir. Sevgi bakanlığı işkenceden, bolluk bakanlığı fakirliği sürdürmekten, barış bakanlığı da savaştan sorumludur. 1984 romanında sözü geçen “Big Brother” (Hepimizin Abisi ya da Büyük Abi) terimi oligarşinin otokrat yönetimini korumak için kendine uygun gördüğü sanal kişiyi temsil eder ve merkezi otoriteyi simgelemektedir. “Big Brother is Watching You” bireyin merkezi otoritece sürekli gözlem altında tutulduğunu sistem dışına çıkanın cezalandırıldığını ifade ediyordu… Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Theodor Adorno gibi düşünürler kapitalist topluma kültürel ve ekonomik boyutta eleştiriler getirmişti. Örneğin, Alman düşünür Theodor Adorno, Batı baskıcı ve yasakçı kapitalist toplumsal ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinin (teknokrasi vs.) insan ilişkilerini de tahrip ettiğini savunuyordu. “Teknokrasi” toplumsal ilişkiler ve devlet yönetimde sosyal ihtiyaçların karşılanması yerine teknik olanakların geliştirilmesini öncelik alan bir yönetim şekli. Bugünkü yabancılaşma ve tekdüze yaşam normlarının başat sebebi budur. Georg Lukacs da yabancılaşma kavramından yola çıkarak kapitalist toplum ilişkilerinde belirleyiciliğin meta ilişkileri olduğunu ifade etmektedir. Bunu “Reification” (Şeyleşme) terimiyle açıklamıştı. Adorno, Lukacs ve Ernst Bloch yabancılaşma üstüne değerlendirmeler yapan, eleştirel toplum yanlısı düşünürler totaliter toplumsal yapılara karşı modernite toplumunun sürdüğünü savunmaktaydı… “Güç ne kadar büyükse kötüye kullanılmasının tehlikesi de o kadar fazladır.” (Edmund Burke) Avusturyalı nörolog “Sigmund Freud” insanda doğuştan gelen iki eğilim var diyor. Bunlar, “Libido” (Cinsellik) ve “Destrüdo (Saldırganlık). Freud’un psikodinamik yaklaşımına göre libido içgüdüsel bir enerjidir. İsviçreli psikiyatr “Carl Gustav Jung”, bu enerjinin bireyin gelişim sürecinde ortaya çıkan moral destek olduğunu savunuyor. Destrüdo ise bireyde içgüdüsel olarak varolan zarar verme isteği, hatta kendini ve çevresini de öldürme içgüdüsü olarak tanımlanıyor... “Hasrolmak” sözcüğünü, bir şeyin bütününü birine ayırmak, vermek anlamında da bilmekteyiz... Aşırı yetki tanımak “Omnipotans” ve “Egoizm” gibi bencil ve merkezcil üstünlük taslayan baskıcı çıkışları, “Hedonizm” zevkçilik ya da “California Sendromu” diye de tanımlanan davranışları tetikleyebilmekte… Sosyolog ve kültür kuramcısı “Stuart Hall”a göre iletişimin önemli ilkelerinden biri diyalektiktir. İletişimdeki süreç karşılıklılık esası taşımalıydı. Bugün “Diyalektik” (tartışma) yöntemden çok ”Retorik” (hitap ve ikna sanatı) geçerli sayılmakta. Bunu iletişim sayıyorlar… Diyalektik (akıl) karşısına “Metafizik” de (Duyu Ötesi) konuyor ve bilim yoluyla ulaşılamayan konulara sezgi yoluyla üretilen bilgiyle açıklık getirilmek isteniyor ya. Peki geldiğini mi sanıyorlar? Sormadan edemiyor insan… İletişim, bir “Methüsena” (Ululama) ya da bir metafizik (dogma) konusu olmaz. Olamaz. TV’de ya da başka kitle iletişim ortamlarında başkanlıkla ilgili bir çalıştaymış, münazaraymış, müzakere, mukaleme ya da panel her neyse karşıtların bir araya gelip tartıştıkları bir program adı duyduk mu? Yok… Bireyler nesneler gibi kutsanmışlar adeta çünkü. Sorgulanmaz, toz kondurulmazlar. Buna da işte “idealizasyon” diyoruz… “Georg Wilhelm Friedrich Hegel” diyalektik materyalizmin kurucusu idi. “Diyalektik Mteryalizm”i tezler ve antitezlerle senteze varım yani yeni anlayışa ulaşma olarak özetleyelim. Efendiyle köle ilişkisinde kölenin kurtuluşu ve özgürlüğü ancak toplumsal bilinçlenmesi (gerçek akıl düzeyine) ve kendi farkındalığına varmasıyla olur. K.Marx bu düşünceden yola çıkıp “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” demişti… “Sophokles” ünlü tragedyası “Kral Oidipus”ta şöyle sesleniyor: “Güzel şey ikbale ermek, iktidarı elde tutmak, üstün bilgili olmak!” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 12) Tiran ya da tiranlık, zorla yasal güç elde eden, zorba, despot, kale sahibi hükümdar demek… Zaman zaman kurulan askeri ya da sivil dikta rejimleri… Onlar da tiraniye… “Tiyatro dilinde cinayet ve fena insan rolleri yapan aktris demektir.” diyordu Reşat Nuri Güntekin de (Anadolu Notları I-II, İnkılab Kitabevi, s. 139) Platon’a göre demokrasi yozlaşırsa Tirani’ye yol açıyordu. Anayasa’yı özgürlük ve bilgelik karması olarak görür. Şöyle demektedir Platon: "Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir." Eski Roma’lı düşünürlerden “Polybius”, “Marcus Tullius Cicero” ve “Lucius Annaeus Seneca” Roma siyasal düşüncesinin etkili düşünürlerindendi. Polybius’un sınırlama dengeleme teorisinin Locke ve Montesquieu’nun kuvvetler ayrımına fikir kaynaklığı ettiği ABD Anayasası’nın hazırlanmasına da etkisi olduğu söylenmektedir. Polybius, “Oklokrasi”yi yozlaşan demokrasi olarak tanımlamıştır. Yani bilgisiz, yeteneksiz ve etik olmayan gücün yönetimi; çoğunluk diktası da denebilir… “Mobokrasi” ise, bir çete ve zümre yönetimidir. Herodot ve Thucydides ile birlikte önemli bir antik Yunan tarihçisi, ilk evrensel tarih yazarı olan Polybius (MÖ 203-120), Roma'nın dünya egemenliğini ele geçirdiği bir dönemde kuramsal yaklaşımla Romanın yönetim döngüsünü ele alarak Roma’nın egemenliğinin Roma standartlarından ve yapısından kaynaklandığını ortaya atmıştı. Polybius’a göre Roma’daki karma anayasa en uygun örnekti. Konsül (monarşi), senato (aristokratik) ve halk meclisleri (demokratik) ilkelere karşılık gelerek fren mekanizması gibi birbirlerini denetlemişlerdi… Hukuk ve felsefe eğitimi almış Ciceron da, Platon, Aristo ve stoacıların düşüncelerinden etkilenmişti. Eski Yunan ve Roma’yı hristiyanlara aktarmış Aziz Augustine üstünde etkisi olmuştu. İdeal devlet, kurumsal düzen, başarı ve erdem gibi konular üzerinde yazılan eserlerle; Devlet Üzerine, Yasalar Üzerine, Yükümlülükler Üzerine ile dikkat çeker… Ciceron’a göre yasaların kaynağı akıldır. Statükocu ve aristokrasiden yanadır. Devlet adamlığı ve görevlerini aileden üstün görür. Ciceron’a göre devlet, “Hukuksal bağlarla birleşmiş insanlar topluluğudur.” “Res Publica” kamuya ait olan şey, “Res Privata” ise özel alana ait olan şeydi. İkisi karşı karşıyadır. Monarşinin özü, uyrukların sevgisi ve akıl, aristokrasinin özü bilgelik, demokrasinin özü ise özgürlüktü. “Yasalar Üzerine”de şöyle diyor Cicero: “Yasa ne insanların zihinlerinde tasarlayarak oluşturduğu ne de halkların kararı olan bir şeydir, aksine genel olarak evreni yönetme ve yasaklama bilgeliğiyle idare eden ebedi bir olgudur. ‘Yasa’ adına yaklaşması şöyle dursun, bazı çetelerin üzerinde anlaşarak aldığı, ziyadesiyle zararlı ve tehlikeli olan birçok kararı toplumlar bağlamında nasıl değerlendirmeli? Zira cahil ve tecrübesiz insanlar iyileştirici ilaçlar yerine zehirli ilaçlar yazıyorsa, onlara gerçek hekim reçetesi denemez, halk nezdinde de, halkın zararlı olduğu halde kabul ettiği her şeye yasa denemez O halde yasa adil olan ve olmayan şeyler arasındaki ayrımın kendisidir.” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1. Baskı, 2016, s.37- 39) Ciceron’a göre demokrasi yozlaşırsa tiranlığa dönüşür ve çoğunluğun tiranlığı olur. İdeal devlet, kral ve senato’dan oluşmalıdır (monarşi ve aristokrasi). Bilgelik böyle devlette hüküm sürer. Roma yayılmacılığını fethettiği yerlere barış ve refah getirdiğini akla uygun görüp destekler. Ya hak eşitliği ya da eşitlik adaleti (İzonomi)! Ciceron’a göre ideal lider, erdemli, adil, dürüst, bilgedir. İyi yönetici hatip olmalıdır. Niccolò Machiavelli Ciceron’un kitaplarındaki öğütlere tepki olarak yazmıştır. Bir stoacı ve kynik olarak bilinen Seneca da politikadan uzak durmak ve mülkiyet edinmemek gibi fikirleri ortaya atmıştır. Ahlak felsefesiyle kişinin düzenle uyum içinde olmasını, basit (yalın) bir yaşamı savunur. Seneca devleti kurmaya mülkiyet duygusunun yol açtığını belirtir. Devlet, eşitsizliğin, köleliğin ve mutsuzluğun sebebidir. Devlet öncesi toplumlarda da köleliğin olmadığını ifade eder. Seneca’ya göre, bilgelik ve ahlak tarafından yönetilen krallık en iyi devlet yönetimidir. Devlet, evrensel ve bölgesel devlet olarak ikiye ayrılır. İlki kamunun olan yani aklın yolunda giden büyük devlet, ikincisi ise insanların bir bölümünü içine alan devlet. İnsan evrensel devlete hizmet etmelidir... Otuz Tiran Savaşı (Pelopones) Atinalılar ve Spartalılar arasında geçmekteydi. Savaş sonrasında (MÖ. 404’ten sonra) yönetime geçen Critas liderliğindeki Atina’daki Spartalı oligarklar aşırı muhafazakârdılar ve 1500 kişiyi öldürdüler. 1 yıl sonra da kendileri de ortadan kalktılar… Zalimliğiyle ünlü başka bir tiran da “Caligula”. Eski Roma imparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’un lakabıydı Caligula. Her türlü işkence yöntemi denemekten ve öldürmekten adeta haz duyan İmparator “Albert Camus”un yazdığı oyunda şöyle demektedir: “Tuhaf şey! Öldürmediğim zaman yalnız hissediyorum kendimi. Yaşayanlar yetmiyor dünyamı doldurmaya, yetmiyor içimden şu sıkıntıyı koparıp atmaya. Uçsuz bucaksız bir boşluk görüyorum siz geçince karşıma, bakmaya tahammülüm yok. Ölüler sarsın etrafımı, onların arasında buluyorum ben huzuru. Sahici olan onlar. Bana benziyorlar. Yolumu gözlüyorlar, beni bekliyorlar. Nicesiyle konuştum, bağışlanmak için yalvardılar bana, dillerini koparttırdım.” (Caligula, Can yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 129) Romalı tarihçi Suetonius, Caligula’nın “Korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler.” dediğini aktarır. Caligula’nun zalimlik kadar deliliği de öyle bir safhaya varmıştı ki “İncitatus” adını verdiği atını tanrı ilan eder onu altınla beslermiş… “Siyasal örgütlenmenin yasak olduğu tüm halklarda sivil örgütlenme de nadiren görünür.” (s. 553) diyen Tocqueville, “Tek başına eyleme özgürlüğünden sonra insan için en doğal özgürlük, kendi çabalarını başkalarınınkiyle birleştirme ve müşterek eyleme özgürlüğüdür.” diyordu (s. 204) “Ortak görmek, ortak işitmek, ortak tiksinmek, ortak haz almak ve ortak iş görmek mümkün müdür?” (Platon) Antik çağın ütopyacılar dönemi (MÖ. 5-4.Yy) tıpkı 19.Yy’daki Aydınlanma ve Rönesans gibi felsefe, sanat, bilim, edebiyat ve siyasette bir sıçrama dönemi idi. Eski Yunan düşünürlerinin idealize ettikleri toplum yapısı, ütopyacı düşünürlerin esin kaynağı insanların zengin, mutlu, huzur içinde ve kavgasız yaşadığı saadet dönemi diye adlandırılan “Altınçağ”a dönüştü. * -DEVAM EDECEK-

  • İYİLER ve KÖTÜLER

    Nurten B. AKSOY * Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimse kalmaz ..... (Yunus Emre) Günlerdir, aylardır, yıllardır büyük acılar yaşıyoruz toplum olarak; içimiz yanıyor, çaresiziz, elimiz kolumuz bağlı sanki, bu yaşadıklarımız ilk değil ve korkum odur ki son da olmayacak... Yarım asrı geçen ömrümde hatırladığım öylesine acı dolu günler gördük ki galiba yüreklerimiz nasır tuttu; merhameti, sevmeyi, saymayı, birliği, beraberliği unutturdular topluma. Korku ve nefret dolu gözlerle bakıyoruz herkese, her şeye... Şimdi bir tek umudumuz var elimizde gelecek güzel günlere dair; ama onu da yitirmemiz için bazıları el birliğiyle gayret ediyor sanki. Oysa eskiden böyle miydik biz. Sadece İYİLER ve KÖTÜLER vardı bize öğretilen. İnsanlar sevgiyle büyütülürse iyi olurdu, kötülüğün tohumu ise sevgisizlikti. Bu yüzden insanları diline, dinine, rengine ya da ırkına göre ayırmazdık biz, herkesi sever, kucaklardık. İnsanları "pis Yahudiler, Ermeni dölleri, katil Kürtler, kahrolası Rumlar, sarhoşlar, ayyaşlar, Aleviler, dinsizler, illet, zillet..." ve bunlara benzer sıfatlarla anmazdık. Çünkü biz DÜNYA denilen bu yerkürenin üstünde, bizim payımıza düşen topraklarda, yan yana evlerde, komşu köylerde, kardeş şehirlerde birlikte yaşardık. Evet, SEVGİ gönül işidir, herkesi sevmesini bekleyemeyiz insanoğlundan; ama nefret etmeden birbirimize katlanmayı öğrenebiliriz en azından. Dokuz yaşında bir çocuğun, yetmiş yaşında bir annenin, gencecik insanların ölümüne sevinmemeyi öğrenebiliriz en azından. Şehit olan askerimize, polisimize üzüldüğümüz kadar olmasa da en azından "oh oldu" dememeyi öğrenebiliriz. Aynı fikirden, aynı görüşten olmasak da İYİ olmayı deneyebiliriz, karşımızdaki KÖTÜLERE inat. Bilirsiniz, gün batımı hüznü hatırlatır, ama bir anlamda da umuttur. O gökyüzünü kaplayan kara bulutların altında yitip giden güneş, aslında yepyeni bir günün, karanlığın arkasından gelecek aydınlığın habercisidir çünkü. Ben biliyorum ki bu kara bulutlar mutlaka bir gün, hem de çok yakında bir gün, batan güneşle birlikte karanlığa karışacak. GÜNEŞ pırıl pırıl doğacak yeniden; kardeşliğin, barışın, dostluğun aydınlığına... Ve iyiler kazanacak, sevgi kazanacak, adalet kazanacak...

  • Eller

    Öğrenilmiş mahçupluk Bendeki. "Eller övsün" dü, Ne var öyle ortaya atılıp Ben!.. Ben!.. Demeleri. Ayıpsadım, Sahiplenemediğim Meziyetlerim, İçimde sözsüz isyan. Şu "el alem" i bir bulsam! Geçiyor gidiyor işte zaman. El alemi bulanlar ne şanslı Yoksa el alem ben miyim? Bir bir buluyorum Maharetli elleri! Neylersin Payımıza düşen Teşrifatçılık halleri!

  • DEMOKRASİ

    Fuat ÖZGEN * Uyrukla Buyrukla Kuyrukla Bencillikle bağdaşmaz. Uğraşla Emekle Eğitimle Bilinçle kazanılır. Korkuyu Baskıyı Ezmeyi Ezilmeyi engeller. Haktır Hukuktur Barıştır Yoksulu, varsılı dengeler. Seçimdir Geçimdir Yönetimin biçimi Yaşamın kendisidir.

  • Ezilmek

    Özgür KARAKAYA * “Ya ezenden yanasın ya da ezilenden-bunun ortası olmaz”-Rıfat Ilgaz Ezilmek, sıkıntıyı duyumsamaktır. Üzülmek, yüreğin burkulmasıdır. Ezilmeden yenilmekse: Başa baş bir karşılaşma çıkararak az farkla yenilmektir. Midesi ezilmekse:Açlığı duymaktır. Ezmek fiiline maruz kalmak, çiğnenmektir. Basılarak yassıtılmak, zedelenmektir. Bir sıvı içinde karıştırılarak dağıtılmaktır. İmha edilmek, yok edilmektir. İşin altında ezilmek :Rekabetçi iş ortamınında işyerleri gün geçtikçe daha şiddetli çatışmaların ve bireysel çekişmelerin sahnesi haline gelmesidir .Yoksulluksa ezilmek, aşağılanmak ve kurban edilmek anlamına da gelir. Söylem olarak vurgulu ses tonun da söylendiğinde heyecanlı bir söyleyişi getirir “eziliyoruz” söylemin de olduğu gibi. Adalet,eşitlik adına yeteri kadar mücadele etmemekte ezilmeyi getirir. Kadını ikinci cins olarak görme daha fazla ezilmesini, baskı altına alınmasını ve sömürülmesini beraberinde getirmektedir. Kadın, neo liberal politikalarla toplumsal alanda cinsiyetçi politikalarla da daha fazla ezilmesini getirir . Bu da kadının aile,toplumsal ve çalışma yaşamındaki konumundan daha fazla gerilemesine neden olmaktadır. Erkekleri de ailenin maddi sorumluluğunun ağır yükü altında bırakmaktadır. Ezilmek, haksızlığa uğramaktır. İnsan onurunun kırılmasıdır. Yaşamda geçireceğin zamanın onurun tehdit altında olduğunu hatırlayarak huzursuzluğu yaşamaktır. Ezen özgürleşmeyi savunmaz. Ezilen, iktidarların kalıplara döküp olmadık biçimlere sokması ve güçsüz bırakılanıdır. Güçlüyüm ezerim diyen bir anlayışın karşısında güçlü isen ezersini değiştirmek gereklidir. Ezilenlerden yana olmak bütün emekçilerin tarafından olmayı getirir. Çevresindeki halkın yoksulluğunu amansız çığlığını sık sık duymak ve anımsamaktır. Tarih, ezen- ezilen mücadelesi olarak görülmelidir. Bütün toplumların tarihi de, sınıf savaşımların tarihidir. Ezilen konumunda olmak şiddete maruz kalmadır. Boyun eğmeyi ezilmeyi de getirir. Geçmişinde boyun eğmişliklerine temel oluşturacak bir şiddet durumu olmasaydı ezilenler de olmazdı. Ezme-ezilme bir ezme aygıtı olmadan gerçekleşmemektedir ve sürmemektedir. Marx ın “Tüm dünyanın işçileri birleşin!” sözü, Tüm dünyada ezilenlerin birleşin!” ini hatırlatır. Tarihsel süreç gösteriyor ki “Ezilenler emekçi sınıfının anahtar gücü ile birleştiğinde güç sahibi olabilirler.”`Ezilenler` farklı olsa da ezenler hep aynıdır. Gündüzleri anneleri kovalayanlar, geceleri de gay,travesti avına da çıkmaktadırlar. Ezenler cehaleti mutlaklaştırma eğilimindedirler. İdraktan yana değildirler verilenlerin ezberlenmesini isterler .Ezilenlerin yeteneklerine karşı derin bir kuşku geliştirirerek onları yetersiz görmektedirler. Ezenler için insani varlık sadece kendileridir. Onlar için sadece bir tek hak vardır: Kendilerinin barış içinde yaşamasıdır. Hayatta tek önemli gördükleri ise para, mal ve mülk yığmaktır. Ezilenlerin hakkı ise kabul görmez, kabullenilir o da hayatta kalmasıdır . Bu zoraki kabul de sadece ezilenlerin varlığı kendi varoluşları için zorunlu olduğundan gerçekleşmektedir. Ezilenlerin bilincinin açılarak ezildiğinin farkına varması ve aynı ezilmeyi yaşayan diğerleriyle beraber mücadele etmekte ileriye doğru bir adımdır. Birleşme mücadelesi verilmesi de gerekliliktir.

  • ZÜMRÜT HANÇER

    Niyazi UYAR * “İlk sevdalar çocuksudur, unutulur; akıl başta değildir,” derler daha! Çocuklar, olduğu gibi bakar dünyaya, riyasızdırlar; sevgileri çocukça olduğundan davranışları da çocukcadır! O kız, ne komşusu ne akrabasıydı, üstelik ondan bir sınıf öndeydi. Nasıl olmuşsa olmuş sevmişti işte, kardeşçe âşık olmuşlardı aynı evin kızlarına, bir kıza bir erkek! Kardeşçe bacanak olacaklar, Ademleri, Havvaları saymazsak, başka diyarlarda yoktur örneği! İşte böyle bir şeydi, kıskanmışlardı sanki birbirlerini, ama gelin ata binmiş ya nasip, derler ya hiçbiri nasip olmamış, küçük amcasının deyişine göre hepsi birer manyakla birleştirmişti hayatını. Bozkırın sevdası sahici deseler de siz bakmayın, insan aynı coğrafyada üç aşağı beş yukarı, benzer karakter özelliklerini sergiler. Âdem ile Havva bile yasak elmayı yiyerek, isyan bayrağını açmamışlar mı kurulu düzene? Bozkırın sevdası da öyle filmlerdeki gibi, senaristlerin ıkına ıkına yazdığı senaryolar gibi değildir, gönüller gel geçtir, ayran gönüllü derler ya işte öyledir. “Ayran gönüllü,” deyimi belki de buna sebep doğmuştur, kim bilir? Köy çocuklarının okuyup adam olması, mucizedir. Vatandaşın dinsel ihtiyaçları okumaktan önde gelmiştir her devirde. Hemen her köyün camisi vardır, lakin okuyup adam olacağı bir okul yoktur, bir de taşımalı eğitim diye absürt bir şey icat ettiler, akıllara zarar! Şehre gitmek lazımdır adam olabilmek için! Şehirde, şehir çocukları ile yarışmak lazımdır, başarması ya zekâdır ya da direnmektir. Şans demek, en yüce değer emeğe saygısızlıktır. Direnmek, başarmanın kendisidir. Öğretmen okulu okumak için Uludağ’ın eteğine kurulmuş kalabalık şehre gider. Şehir, dağın karla kaplı zirvesinden kopup gelen, genellikle serin, soğuk havaların hüküm sürdüğü, göçmen vatandaşların yoğun olduğu bir şehirdir burası. Yaşı on dokuzdu. Bu kadar büyük bir şehre ilk kez gelmiş, ilk kez görmüştür. Şehrin her yerine gönül rahatlığı ile gitmesi imkansızdır. Şehrin kurtarılmış yerleri, mahalleleri vardır, sanki düşman elinden kurtarılmış gibi. Sadece bu da değildir, bir de bu koca şehirde bir yerden bir yere yürüyerek gitmek, imkansızdır. Otobüse, minibüse binmek para demektir. Şehirde yaşamak paradır. Yemek yemek para, yatacak yer para, elektrik para… Anadolu çocukları sudan çıkan balığa döner büyük şehirlerde. Bir ay, iki ay böyle hayalet gibi dolaşıp dururlar. Alışmaya, tanımaya başlayınca damarlarında dolaşan deli kan kıpır kıpır kıpırdayıp dururken, o da mahzun mazbut vaziyetini değiştirmeden gelişir. Şehre geldiğinin dördüncü ayında, Dörtyollu Nazife’nin “çıkalım,” davetine, o ne evet demiş ne hayır demiş, ipe un sermiştir! Enstitünün ikinci sınıfında okurken Osman’ın at oynattığı diyarın, tek katlı, kırmızı tuğladan yapılmış evlerin, Bizans-Osmanlı armonisi şehrin ve sokakların beyleri, mahallelerin Kurtuluşunda oturan şiir sesliye tutuluvermez mi… O ilk göz ağrısı değildir, ama böylesi hiç olmamış, o başkadır, o, hakikaten başkadır. O ne pembelisi ne biz seninle teneffüslerde birlikte gezsek diyen dost yüzlüsü ne Dörtyollu Nazife’si ne de muz diyarının hançereden konuşmalı Nigar’ı… O, Osman’ın at oynattığı diyarın şiir seslisidir. Bir gün köy enstitüsü aşığı abisi, “İyen seni Adapazarı’na götüreyim, böyle aylak aylak gezip durma!” “Tamam, olur, yalnız benim param yok, fakat iyi bir yol yoldaşı olurum, bel altı, bel üstü fıkralarımla; zeytin silkmeye giderim ekmeğim senden!” “Olmasın iyen paran pulun, birlikte yer, birlikte içeriz; sen tamam de gerisi benden!” Zeytin silkmek deyince, zeytin ellerinin mitolojik dağı İda’nın doğasına, kurduna, kuşuna, börtü böceğine tecavüz eden katillerine lanet okuyarak, İda’nın eteklerinde kışlayan Ahmet Can’a da bin selam olsun deyip Şiir seslisinin sesi yankılanır birden kulağında kırk yıl sonra! Köy enstitüsü aşığı abisi ile Osman’ın at oynattığı düzlüklerinde kurulan mahallenin Kurtuluşuna, sokakların Beylerine, numaraların 33 üne. Fakat şeytan bu ya tesadüf ettirmez! Tesadüf edemeyince de şiir sesliyi görme heyecanı kuş olup uçup gitmiştir düzlükleri çevreleyen kızılçamlarla örtülü tepelere. … Günün her saatinde, her dakikasında, bir insan için bir sevda yaşanır mı? Yaşıyordu o, kimle sohbet etse, hep onunla sohbet eder gibiydi. Şiir seslinin çekik gözleri bir an bile gitmiyordu gözünün önünden. Hiç olmadı Şiir seslinin “can arkadaşa,” diye verdiği siyah beyaz fotoğrafı oturturdu karşısına birden. Sonra kalın oduncu parmakları seyrek kumral saçlarına tarak olmaya başlardı, hayalen. Bütün geceleri bu siyah beyaz fotoğraflaydı, onunla yatar, kalkardı. Arkadaşlarıyla “işçi sınıfı, burjuva devrimi, proletarya diktatörlüğü, faşizm… gibi” kavramları konuşmak sıkardı onu. O, öyle bir bağlanmıştı ki, tarifi imkânsız, sanki kırk katlı zincir, her katı İsveç çeliği. Günün her saatinde, kimin kimsenin olmadığı yerlerde adını haykırırdı yüz kere, bin kere! Bu nasıl bir tutku, bu nasıl bir sevdaydı; bu aşk maşk değildi, bu başka bir şeydi, adı ne kitaplarda ne lügatlerde vardı. Böyle bir şey, belki klasik halk hikâyelerinde olurdu olmasına da onlarda anlatıla anlatıla, kim bilir kaç kez değişmiştir. Bu aşk ne Arzu ile Kamber’de ne Ferhat ile Şirin’deydi. Onların aşkları, halk âşıklarının sazında, telinde efsaneleşmediğinden gariptir! Onların aşklarında aşığın sazı sözü olsaydı, biri Leyla, biri Mecnun olurdu. Olurdu olmasına da bu Mecnun, o Mecnun gibi değildi, bu Mecnun kibirli. Bu Leyla o Leyla değil, bu Leyla kaymakam koruması Hasan efendinin kurabiye çocuğu! İnsan, günün her saati, her dakikasında karşılık bulmayan sevdasını yek başına yaşayıp durur mu, bunun bir bedeli olmalı değil mi, bunun bedeli olacaktır; ama nasıl? Mevsim kıştır, cüce şubat ayı, vicdansız geçmiştir. Yaman geçen cüce ay, insanları kapatmıştır evlerine. Tencerelerine koyacak bir şey bulmada derdi olmayanlar için sorun değildir bu; lakin tencerelerinde aş yerine, dert kaynatanlar için çok şeydir. Ne demiştir, koca yürekli Âşık İhsani: “Açlığa neyse ya, soğuğa dayanamadım, tabutluktan bir tabut çalıp yakacağım, Allah affetsin!” Bir yanıt, bir karşılık olamamışlar birbirlerine, karşılık olamadıkları gibi, “atı alan Üsküdarları aşıp gitmiştir!” Yıllar böylece geçip giderken, Şiir sesli başka birine, o da başka birine yar olup birleştirmişler hayatlarını … Yıllarca, dura dura öfkeye dönen sevda, gün geçtikçe mayalanmış, mayalandıkça keskinleşmiş, keskinleştikçe sirkenin keskini gibi yiyip bitirmiş her ikisini de. O hayalen bir hançer, zümrüt bir hançer almış eline, “bununla, bununla alacağım canını, ölümü sıradan, adice, olmamalı; kıymetli, çok kıymetli bir şeyle olmalı,” diye söylenir durur kendi kendine! Yanına yoldaş olmamış ya Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Şiir seslisi, olmamış olmasına da yalnız, dizelerine ilham olmuş, ona sebep boyuna üretmiş! Onu aramış, Sabit Hocalı batı edebiyatı derslerinde. Kararım karar demiş, Zümrüt kalkmalı hançerle canını almayı koymuş kafasına! Artık bundan sonra ne rüyasına ne hayaline girmesine izin vermeyecektir, Osman’ın at oynattığı diyarın, Şiir seslisine. Vadesi dolmuştur, bundan sonra onun tüketeceği oksijeni, hak edilmiş sevdalara dağıtacaktır. Onun sevdasıyla yaşlanmak, onun sevdasıyla yaşamak istemiyordu artık, vakit tamamdır. Acem ellerine gidip zümrüt kakmalı bir hançer alacak, Azrail’i olacaktır onun! Zümrüt kakmalı hançeri nasıl alacak, Acem ellerine nasıl gidecektir, uçağa binmek, ölmek demektir onun için, ne yapacaktır… Bir zaman öylece kalakalır, sonra birden yerinden sıçrayıp “tamam,” der! “Dilek, evet Dilek!” Dilek arkadaşı Tahran’a gidecek, kadın davranışlarına dair Tahran Üniversitesinde bir konferans verecek, muhalif, yandaş kadın temsilcileriyle görüşmeler yapacaktır. “Dilek, yoldaşım, senden bir acem hançeri istiyorum İran’a gittiğinde, zümrüt kakmalı olsun, dünyanın en değerli zümrüt kakmalı hançerleri orada yapılıyormuş; işte ondan istiyorum, paranın hiç önemi yok!” Dilek’in cebine yüklü miktar İran tümeni koyar “en iyisini, en pahalısını istiyorum; unutma, bu iyiliğini hiç unutmayacağım!” Dilek, İran’daki kadın davranışları ile ilgili konferanslar verir, incelemeler yapar. Fakat kafasında zümrüt kakmalı hançer vardır. Onu bulmak kolay bir şey değildir, epey uğraşıdan sonra zümrüt kakmalı hançeri bulur, satıcının istediği parayı verir. Meselenin birinci aşaması tamadır, şimdi ki aşama hançerin gümrükten geçirilmesi meselesi. Tesadüf bu ya gümrük kapısından geçerken temiz yüzlü, aydınlık bakışlı bir memur, “kadınlar yanlış bir şey yapmaz, buyurun geçin,” deyince tonlarca yükten kurtulmuş olur... Dilek, “Buyur arkadaş, yoldaşlığımızın hatırına sıkıntıya katlandım, ne için bu hançeri istedin, koleksiyoner misin sen?” “Boş ver Dilekçim, bu iyiliğini hiç unutmayacağım, karşılığında canımı iste veririm, bugün benim, yarın senin; al canımı fedadır sana!” “Neden yarın, bugün desem, olmaz mı?” “Boş ver, sebebini beni ziyarete gelince anlatırım!” “Bilmece gibi konuşma, ne demek istiyorsun, hiçbir şey anlamadım!” Dilek şaşkına dönmüştür, ne demektedir, ziyarete gelince öğrenirsin, ne ziyareti, şimdi bir şey sorma…gibi gizemli konuşması… Dilek korkmaya başlamıştır, yoksa bu hançer… İyi de neden zümrüt hançer, neden Acem hançeri? Düşündükçe yeni yeni sorular peşi sıra sıralanır kafasında. Korkmaya başlar Dilek. Aslında o, bir karıncayı bile incitecek biri değildir, onun bugüne kadar hiçbir arkadaşını kırdığına kimse tanık olmamıştır. Bir seferinde arkadaşlarıyla birlikte bir servis ayarlamışlar. O, “Bu yaştan sonra ne servise binerim ne servis beklerim, ”diyerek kimseye bir şey bilgi vermeden arabasına binip gitmiş işine. Gitmiş gitmesine de arkadaşları onu durakta epeyce beklemiş! İş yerine gelince Nalan Hanım: “Bir dakika arkadaş, sen kimsin ya, onca insanı hangi hakla bekletiyorsun, ayıp değil mi?” Fakat o, bir şey söylemeden, “İyi günler,” deyip yürüyüp gitmiş! Nalan Hanım, buna sebep çok üzülmüş, bir gün sonra, “Ne olur beni affet arkadaşım, özür dilerim, ne olur kusura bakma!” İşte öyle sabır taşı gibi biridir o. Dilek’in getirdiği Acem hançeri ile bir cinayet işlemiş olabilir mi, o da bu cinayete ortak olmuş olmaz mı, hiç yoktan cezaevine girmez mi? Düşündükçe delirecek gibi olur Dilek, yerinde duramaz, yataktan kalkar, yatak odasının balkonuna çıkar, sigara üstüne sigara içer; fakat rahatlayamaz. Gecenin bu saatinde ona gitse, sen ne demek istedin, açık açık konuş,” dese bir şey öğrenebilir mi… Düşünmekten, korkudan, beyni çatlayacak gibi olur. Düşündükçe sigara içer, sigara içtikçe, ağız zehir gibi olur, tütünün acısı, ağzının içini leş gibi kokutmuştur! “Yarın canımı iste, hemen veririm, bugün olmaz ama,” demişti. Neye sebep böyle demiş olabilir …” Sorular, sorular… Gönlünü, aklını, benliğini alıp giden Osman’ın at oynattığı diyarın Şiir seslisini, aklına getirmemenin yollarını çok düşünür; fakat yapamaz, yapamadığı gibi yolda, belde, işte, dağda, bayırda, her yerde durmadan adını sayıklar. Hele, kimi kimsenin olmadığı yerlerde cini gelesiye adını haykırırken, unutmaya ant içtiği zamandan beri dağlara, taşlara, ağaçlara, çiçeklere, börtü böceğe, “Şiir sesli öldü, Şiir sesli öldü,” diye diye gönlünden silip atmanın, yok etmenin provalarını yapmıştır. Moda tabirle totem yapmıştır, kırk sefer, yüz kırk sefer! Hani birine, “kırk sefer bir şey dersen, sahi olurmuş,” derler ya, o da bunun sahi olması için boyuna dağlara taşlara “Şiir sesli öldü, Şiir sesli öldü,” diyerek toteminin er geç hakikat olacağına inandırmaya çalışmıştır kendini. Şiir sesliyi, yüreğinden, benliğinden silip atmayı beceremeyince, polisiye filmler, insan öldürmenin böcek öldürmekten farkı olmadığını işleyen filmler izlemeye, polisiye kitaplar, Agahta Ciritsine, Ahmet Ümit okumaya başlamıştır. Bir ay, üç ay, altı ay; sonra bir gün Ahmet Ümit’in Sultanı Öldürmek adlı eserinde Fatih Sultan Mehmet tuğralı mektup açacağı ile tarih profesörü Nükhet’in öldürülmesi hikayesini okuyunca şimşekler çakmıştır beyninde… “Buldum, buldum,” başına elma düşünce yer çekimini bulan Newton’un “buldum, buldum,” diye yerinden doğrulması gibi, o da bağıra bağıra Fomara’dan, Altıparmak’a, Kültürpark’a, Meşeli Tepe’ye, aşağılara doğru koşar. “Şiir seslimin ebediyete intikali seçkin olmalı, o kırılır diye sevmesine doyamadığı, kaybederim diye içinde, yüreğinin gözesinde yaşattığı sevdasını yalnız başına yaşamıştır. Böyle bir sevdalının ölümü, öyle sıradan olmamalı der, böyle bir sevdalının, adi bir metal parçasıyla, serseri bir kurşunla, ya da görgüsüzlerin sedef kaplamalı tabancalarından çıkan şerefsiz bir kurşundan ölmesi gibi ölmemeli! Onun ölümü asil olmalı, ulaşılmaz, benzersiz olmalı...” der! Dünyanın en güzel hançerlerinin Acem diyarında yapıldığını okumuştur bir yerlerde, ya da duymuş mudur, çok da emin değildir. Dilek’in Acem ülkesinde kadın davranışları ile ilgili bir konferans vereceğini hatırlayınca sevindik delisi olmuştur. Nasıl olsa Dilek’in onu kırmayacağını bilmektedir… “Kurt dumanlı havayı sever,” demişler ya eskiler. Çok bulutlu, sonra çok yaman yağmurlu bir günde, deniz rıhtıma doğru dalgalarını gönderir, yağmur rüzgârın kuvvetiyle sağa, sola, öne, arkaya dans eder gibi bardaktan boşanırcasına yağar. Yağmur damlaları göğün yükseklerinde Romen jimnastikçi Nadia Comaneci gibi şekilden şekle girer, kıvrılır döner, sonra bir ok gibi yere çakılır. İnsanlar evlerine çekilmiştir, sokakları, yolları yağmur esir almış. Sokakların sahibi kedilerin köpeklerin bazıları saçak altlarına, saklanırken bazıları da Ekrem başkanın yaptırdığı barınaklardadır. Adam, üstünde hâkî yeşilden kalın meşin bir yağmurluk, ayağında sarı renkli, bir inşaatçı çizmesi, başında siyah bir bere, siyah berenin üstünde de yağmurluğun meşin başlığı vardır. Yavaş, kararlı adımlarla, sırtını Meşeli Tepeye yaslamış bahçe içindeki iki katlı eve doğru yürümeye başlar. Adam evin çevresinde epeyce dolaşır, sonra meşe ağaçlarının yanına gelince, meşe ağacının gövdesini sarmış, karıncalara bakar saatlerce. Mahallenin kedisi, köpeği ile arkadaş olmuştur gide gele. Öyle demezler mi, “çocuk ile köpek kendini seveneymiş meyli! Onun geldiğini gören köpekler başlarını kaldırır, karınları aç olmadığından tekrar yere koyup uyumaya devam eder. Görünürlerde kimse yoktur, bahçenin demir kapısını ses çıkartmadan açar, arka pencerenin plastik doğramasını zümrüt hançerle ses çıkarmadan açar, yavaşça bir gölge süzülüp ayak uçlarına basa basa evin iç bölümlerine doğru ilerler. Şiir sesli evde yalnızdır, kocası Muhammet, oğlu Orhan’ı almış birlikte kayınvalidenin evine gitmiştir. Şiir sesli salonda televizyondaki yemek programı izlemektedir. O da toplum çoğunluğu gibi absürt programlara takılmaya başladığı gibi programların fanatiği bile olmuştur. Ses çıkarmadan salon kapısından içeri girip karşısına geçer. Bir zaman konuşmadan, öfke dolu, özlem dolu gözlerle bakarlar birbirlerine. Zümrüt Hançerli Adam konuşmaya çalışır, tek kelime çıkmaz ağzından. Bir zaman birbirlerine bakarlar, sadece bakarlar; sonra aynı anda gözlerini salonun meşe parkelerine, meşenin diri damarlı silistre edilmiş ve yeni cilalanmış parkelerine çevirirler. Sonra Dilek’in Acem ellerinden bin bir zahmetle getirdiği zümrüt hançeri belinden çıkaran adam, şiir seslisine yaklaşır, yaklaşır ve birden sayısını bilmediği sayıda Allah yaratmış demeden sokup çıkarır. Çekik gözlü, şiir sesli aydan arı, günden duru, ilk göz ağrısı değildir; ama en aklı başında olduğu yılların sevdalısı, Osman’ın at oynattığı diyarların, kaymakam korumasının bir dediği iki olmayan küçük kızıdır! Bir kez bile bir “ah” demeyen Şiir sesli, acı dolu gözlerle bakar sağa sola, sonra hiçbir şey demeden zümrüt hançeri batırıp çıkaran Adama nefretle bakar. İşte o an pişmanlıkların en hançerlisini yüreğinde hisseden adam, son pişmanlığın, insan olmasına yetmeyeceğini bile bile bu cinayeti işlemiştir. Adam, Çekik gözlü, Şiir seslinin açık kalan göz kapaklarını kapatır. Kendi ölümü planda yokken, Şiir seslinin kanına karışsın kanım deyip zümrüt hançeri kendine sokar. O da ah demeden kan içinde yanına düşer, bu cihanda yan yana gelemeyen iki ihtiraslı beden ahret yolunda değerler birbirlerine…

  • SON VAKİT

    Yusuf AKSOY * çağın dayanılmaz sancıları patlamaya hazır bir lav denizidir şimdilerde şimdilerde dağınık kızıl saçlarını tel tel toplama derdindedir nasırlı ellerini kanatarak sabıra direnen rengarenk gözlü dev Paris kuşatmasından Ekim’e Ekim’den Haziranlara hep böyle olmuştur hayat karanlık zamanlarda duruldu sanılan derinlere kök salıp durdurulmaz olmuştur hep vazgeçilmez olan gerçekte yaşama istencidir ama ezilmeden, büzülmeden en doğrusundan hiç vazgeçmeden son vakit dağlar ova ovalar düğün bayram yeri olur özgürlüğe hasret ülkenin gülüşü saklı yüzünde

  • Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

    23 NİSAN genç cumhuriyetin ilk bayramı olduğu kadar , dünyada çocuklara ait tek bayramdır da. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin Ankara'da toplanması üzerine ilan edilen bu kutlama, başlangıçta çocuklara affedilen bir bayram değildi. Tarihçe 23 Nisan'ın Türkiye'de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olmasıdır. İstanbul’un işgal edilerek Meclis-i Mebusan'ın kapatıldığı dönemde Anadolu'da bir direniş başlamış ve bu direnişin bir sonucu olarak Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı ile Ankara'da bir meclis toplanmıştı. Milletvekili seçimleri Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'da bir meclisin toplanacağını ve neden toplanması gerektiğini açıklayan 19 Mart 1920 tarihli bildirisiyle başladı, yine Mustafa Kemal Paşa'nın 21 Nisan'daki genelgesiyle meclisin açılacağı tarih duyuruldu ve seçilen milletvekillerinin Ankara'ya gelmesi istendi. Meclis, 23 Nisan 1920'de Ankara'da belirlenen 337 milletvekilinden 115'inin katılabildiği ilk toplantısını gerçekleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün, Büyük Millet Meclisinin açılışı ile beraber Türk çocuklarına armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 23 Nisan 1921’de Milli Bayram olarak kutlanmaya başladı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ortaya çıkışında 3 ayrı bayramın payı vardır: TBMM'nin kuruluşunun 1921'den itibaren ülkenin ilk millî bayramı olarak kutlanan "23 Nisan Millî Bayramı", 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasından sonra 1 Kasım'larda kutlanan "Milli Hakimiyet Bayramı" ve herhangi bir yasa olmaksızın 1927'dan itibaren Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin düzenleyip kutladığı "Çocuk Bayramı". 23 Nisan Millî Bayramı 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. Bayram, kanunen halen Osmanlı saltanatı hüküm sürdüğü bir dönemde ortaya çıktı. Adında ne ulusal egemenlikten ne de çocuklardan söz edilmekteydi. Ancak 23 Nisan 1922’de Ankara’da yapılan ilk kutlamalarından itibaren çocukların ön plana çıktığı bir bayram oldu. Hâkimiyet-i Milliye Bayramı 1 Kasım 1922'de Türkiye'de saltanat kaldırıldı. 1 Kasım, "Hâkimiyet-i Milliye Bayramı" (Ulusal Egemenlik Bayramı) olarak kabul edildi. Ancak daha sonraki yıllarda, 1 Kasım değil, TBMM'nin açılış tarihi olan 23 Nisan "Milli Hakimiyet Bayramı" olarak kutlandı. 23 Nisan 1922’ de ilk Hâkimiyet-i Milliye Bayramı kutlamaları için meclis önünde askeri birlikler ve okulların katıldığı büyük bir geçit merasimi düzenlendi. Mustafa Kemal, şu sözlerle günün önemini dile getirdi: "23 Nisan, Türkiye için milli tarihin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bugün, bir cihan husumete karşı kıyam eden Türkiye halkının Türkiye Büyük Millet Meclisini vücuda getirme hususunda gösterdiği harikayı ifade eder." Vatanın düşman işgalinden kurtarılmasının da etkisiyle 23 Nisan 1923 yılı Hâkimiyet-i Milliye Bayramı daha coşkulu kutlandı. İlk kez İstanbul'da da bayram kutlandı; İstanbul'daki kutlamalar Gülhane Parkı'nda gerçekleşti; Muhtelif mevkilerden 21 pare top atılmış ve vilayette tebrik merasimi ve gece fener alayları ile devam etti. 1935'te bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirilmiş ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirilmiş, böylece 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirilmiştir. 23 Nisan’ın Milli Bayram Addine Dair Kanun, Birinci Büyük Millet Meclisinin açılışından tam bir yıl sonra, 23 Nisan 1921 yılında kabul edildi. Kanun, 2 Mayıs 1921 ise Ceridei Resmiye’de (Resmi Gazete) yayımlanarak yürürlüğe girdi. İki maddeden oluşan kanunun birinci maddesinde, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan günü milli bayramdır.”; ikinci maddesinde ise “Tarihi kabulünden muteber olan işbu kanunun icrasına Büyük Millet Meclisi memurdur.” ifadesi yer alıyor. Atatürk, 23 Nisan 1921’de Milli Bayram olarak kutlanmasına karar verilen 23 Nisan Bayramı’nı, 23 Nisan 1929 tarihinde çocuklara armağan etti. Böylece 23 Nisan ilk defa, 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak kutlandı. 23 Nisan, 27 Mayıs 1935 tarihinde çıkarılan Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmaya devam edildi. Kanunun ikinci maddesinin B fıkrasında, “Ulusal Egemenlik Bayramı; 22 Nisan öğleden sonra ve 23 Nisan günü” ifadesi yer aldı. 1981 tarihli Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’da, 20 Nisan 1983’te yapılan değişiklikle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nın adı, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak değiştirildi. 1979 yılında ilk olarak 6 ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşınan bu milli bayramda, dünyanın bir çok ülkesinden çocuklar Türkiye’ye gelmeye başladı. Türkiye, dünyada çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke. Türk milletinin gönlünde, bağımsızlığının sarsılmaz ifadesi olarak en önemli yeri alan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her yıl yurt içinde ve yurt dışındaki temsilciliklerde, bütün kurumlarda ve okullarda çeşitli etkinliklerle kutlanarak milli birliğin kenetlenmiş ruhunu temsil ediyor. Kaynak. İNTERNET

  • BAYRAM GELDİ

    Fuat ÖZGEN * Bayram; sevgi, saygı, gelenek, görenek, Buluşma, görüşme, paylaşma demek Oysa bayramın geldiği İslam ülkelerinde Hep savaş, hep kan Verilen binlerce can Dostluk, kardeşlik, insanlık yok Haksızlık, hukuksuzluk çok Küçük bir azınlık şişman Diğerleri doğduklarına pişman Kazançların bunca düşük Fiyatların ulaşılmaz Huzursuzluğun had safhada Olduğu bir ortamda Baharın güzellikleri de olmasa Bayramın geldiğine sevinilmeyecek.

  • BAKMAK GÖRMEK

    Niyazi UYAR * Başlıktaki konuya istinaden, ilk okuduğum metin yanlış hatırlamıyorsam, Nurullah Ataç’ın ortaokul ikinci sınıf Türkçe kitabındaki “Bakmak Görmek,” adlı denemesidir. Aradan elli yıldan fazla zaman geçti. Tam olarak ne kadar yıl olduğunu hesaplayacak değilim. “Görmek bakmak konusuna dair bir yazı yazmama sebep bir sevgili dostumun, “Sizinle benim aramdaki fark, ‘görmekle bakmak' gibi, ben sadece bakmışım, siz hem bakmış hem görmüşsünüz! Bu aslında bir meziyetten öte bir şeydir. İyi kötü bir şeyler yazmaya çalışırım, şiirlerimdeki imgeleri beğenen arkadaşlarım olmuştur. Estetikten, sanattan anladığımı sanırdım; fakat “bakmakla, görmek” arasındaki ayrım benim hakikatimmiş! Birlikte, yan yana yürümüşüz, geçtiğimiz yerlerde ne var yok fark edememişim!” “İyi de benim de öyle çok dikkatli olduğum söylenemez ki, benimki görsel hafızadır, belki de. Ancak, şunu övünerek söyleyebilirim: Hafıza kaydıma güvenirim, ilkokul arkadaşlarımın çoğunun numarasını hatırlarım hala, öğrencilerimin sınav sonuçlarını duyurduktan sonra puanlarının büyük bir çoğunluğunu yanlışsız not defterine aktarabilirdim. Bunu söylerken, öyle çok akıllı, çok zeki olduğumu söylemiyorum, öyle değil zaten! Az önce anlattığım bir meziyet bile olsa, lüzumsuz bir özelliktir belki de kim bilir!” Cumhuriyetin amacı okur yazar oranını yükseltmek, insanımızı kulluktan birey katarına çıkarmak için ciddi atılımlar içine girilmiş, bu amaçla okuma odaları, halk evleri, millet mektepleri açılmış, Aziz Atatürk’ün “yeni harfleri, işçiye, köylüye, hamala öğretin, bu konuda herkes kendini görevli saymalı,” temennisi, hayatın kendisidir. Kısa zamanda duyarlı, düşünen, soran sorgulayan özgür bireyler yetiştirmek Cumhuriyetin en ulvi amaçlarındandır. Sen sevgili yurttaşım, sen sadece bakıyorsun; fakat görmüyorsun. Bak ne dolaplar dönüyor, ne olur azıcık düşün ve gör! Ama ne göreceksin ki, sen değil misin garip garip atasözü denilen dayanışmayı değil de ayrışmayı körükleyen ne amaçla söylendiği belli olmayan kimi sözleri, atalar sözü deyip nesilden nesile aktarımını yapan? Mesela eler demişsin? “Bal tutan parmağını yalar, Çalıyor; ama çalışıyor, Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez, Her koyun kendi bacağından asılır…” Sadece “Çalıyor; ama çalışıyor özlü(!) sözüne dair cilt cilt kitaplar yazılır. Ne demek ya, “çalıyor, ama çalışıyor?” Eski Yunan Başbakanı Aleksi Cipras'ın başbakanlığı döneminde 75 metre karelik evde oturduğu yazıldı çizildi bizim basın yayın organlarında. Yine Almanya’nın efsanevi başbakanı Merkel’in de yetmiş beş metre karelik evde oturduğu kendi alışverişini kendinin yaptığı, Hollanda Başbakanının işe giderken bisiklet kullandığını, İsveç, Finlandiya, Norveç… ülkelerde benzer örnekleri görürüz. Ya bizde padişahlar Cuma namazlarına gösterişli törenlerle gider, gösterişli saraylarda otururmuş. Batılı ülkelerin çoğunda katılımcı bir idare vardır, yöneticilik kazanç kapısı olmamıştır hiçbir zaman. Siz şimdi diyeceksiniz ki, onlar demokratik ülkeler, siz bize dair bir şeyler deyin. Diyeyim demesine de sen sonra benim arkamda durur musun? Osmanlı’nın çöküş döneminde şatafatın arşı aleme çıktığı, yazlık kışlık sarayların yapıldığını okuduk, öğrendik tarih kitaplarından! Ya şu an yapılanların o günlerle benzerlikler göstermesinin akılla açıklanabilecek bir şey olduğunu söylemek mümkün müdür? İnsan bakar bakmasına da görebilir mi? Her canlı bir yerlere bakar, bakar sadece bakar; bir şey görür mü? İşte bütün mesele bu, insanın baktığını görmesidir mesele ve mesele anlaması, ondan anlam çıkarabilmesidir. Mesela ben bakınca bir şeyler görüyorum, görünce mutlu mu oluyorum sanıyorsunuz, hiç de değil, huzurum kaçıyor, uykularım telef oluyor! İnsanın görmesi iyi bir şeydir diyeceksiniz, ama bazen öyle öyle değil be güzel kardeşim. Bir arkadaşım, kendini beğenmiş, pek kibirli, çok bilmiş ODTÜ fizik mezunu, üstelik bölüm dördüncüsü. Şimdi bu arkadaşım konuşmasına “güzel kardeşim,” diye başlamışsa bilin ki, güzel sözcüğü kendi anlamından sıyrılmış, bir kibir abidesi olarak dişlerini göstermektedir. İşte siz hem bakmayı hem görmeyi bilmezseniz onun “güzel,” sözcüğündeki kibri göremezsiniz! Bakmak beş duyu organımızdan biri olan gözümüzün görevidir, fakat görmek beynin işlevidir. Beyin görevini doğru dürüst yapamazsa, demek ki alt yapıda eksikler vardır. Midenin açlığını gidermek kolaydır, beynin açlığını gidermek ise emek ister, disiplin ister, sabır ister. O alt yapı da nakli şeylerle değil, akli şeylerle olur. Diyeceksiniz ki bu devirde hala nakli şeyler de mi var? Var ya, biz millet olarak okumayı sevmeyiz bir kere, biri anlatır doğru yanlış, biz dinleriz. Ondan öğrendiğimiz yalan yanlış şeyleri de doğruymuş gibi bir başkasına satarız. Bazı aklı evveller bilimleri akli ve nakli diye ikiye ayırır. Bak kardeşim, bilimin nakli şekli olmaz, bilim deneyseldir, o mantığın, aklın ürünüdür. Dedik ya bakma işi gözün, görme işi beynin görevidir. İnsan beynini kullanıldıkça, dolduruldukça bir şey ifade eder. Doldurma dediğim bu sözcük, beynin niteliksel yanına aykırı düşebilir, fakat beyin nitelikli eylemler organlara talimat vermesi gerekir. Ancak o birikimle olur. O birikimde hani bir bakanın “cumhurbaşkanımızın talimatıyla orman yangınlarına müdahale etmeye başladık,” demesi hiç değildir. Beynin görev yapmaya başlaması talimatla olacak şey değildir. Aklı özgür kılan, beyindir. O beynin de doğru, mantıklı davranış sergilemesi ancak ve ancak beynin hakikaten dolu olmasıyla olacak şeydir. Konuyu biraz daha dramatize ederek anlatayım. Mesela ölmek üzere olan bir hastaya müdahale etmek için bir doktorun sağlık bakanından talimat beklemesinin az önce verdiğimiz örnekten ne farkı vardır? İşte benim güzel dostum, bakmaya, görmeye çalışıyorum ben de. Depremde yıkılan binaların suçlusu yalnızca müteahhitler değildir, onlarla birlikte yerel yönetimlerdeki başkanlardır, kontrolü yapanlardır, dünden bugüne yapanların, yaptıklarının yanına kar kalmasıdır. Bir de adına imar barışı denilen kaçak, göcek yapılara verilen yasal statülerdir. Sen işçi kardeşim, sen köylü kardeşim, sen memur kardeşim ve de sen eğitimci kardeşim, bakınca görmenin kutsiyetine inanıyorsan, hurafeye değil, akla ve bilme inanacaksın; yoksa biz daha göçük altında kalırız...

  • 14 Mayıs Seçimleri

    Zeki SARIHAN * 14 Mayıs Seçimleri: MERDİVEN BASAK BASAK * Milletvekili geçici aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na verilmesiyle Tek Parti dönemi esaretinden kurtulmaya biraz daha yaklaştık. Bu seçimde muhalefet çevreleri akıllarını başlarına almış görünüyor. Kılıçdaroğlu, on yıllardır iktidar yüzü göremeyen CHP’yi iktidarın merkezine taşımak için birçoğumuzun aklına gelmeyen akıllı bir strateji uyguladı. Kendisinin önderliğinde diğer bazı muhalif partilerden bir cephe oluşturdu. İttifak yaptığı güçler de ancak bu yöntemle iktidarın bir parçası olabilirlerdi. HDP ve sosyalist sol da hem cumhurbaşkanlığı hem Meclis için düşünülebilecek en iyi çözüm yollarını üretmeyi bildi. Akıl için yol birdir. Listelerde yer alamayan veya seçilebilecek sıralara yerleştirilmeyenlerden her seçim öncesinde olduğu gibi itirazlar, homurtular duyulacaktır. Listeleri yapanları da düşünmek gerekir. Yukarı tükürseler bıyık, aşağı tükürseler sakal. 26 partiden binlerce aday başvurusu yaptı. AKP ve CHP örneğinden hareket edersek Bunların ancak onda biri listelerde yer bulabildi. Beş yıl hayatta kalanlardan kendilerine güvenenler şanslarını gelecek seçimde de denerler. Aslına bakarsanız, sistemim kendisinde bir çarpıklık var. Sistem insan onurunu zedeliyor. Bir para da yatırarak aday oluyorsunuz, sonra bir kurulun karşısına sözlü sınava girmiş gibi mülakata tabi tutuluyorsunuz. Partiden hatırlı kişilere telefon ediyor, sizi desteklemelerini istiyor, araya adamlar koyuyorsunuz! Önseçim dedikleri şey bile fiilen kaldırılmış, temsil etmek istediğiniz çevrelerden destek alıp alamayacağınız bile belli değil. Milletvekilli adayları aşağıdan kitleler tarafından gösterilmelidir. Adayları sendikalar, dernekler, meslek birlikleri, kent meclisleri gibi örgütlenmeler saptamalılar, bunlar için bir önseçim yapılmalıdır. Bu durumda adayların tek bir kuruş harcamaları gerekmez. “Beni seçin” diye sağın solun kapısını çalmaları zaten yakışık almaz. Kürsü dokunulmazlığı dışında milletvekillerine tanınan bütün imtiyazlar kaldırılmalıdır. Geçen seçimde yaptığım milletvekili maaşlarının o gün kıdemli bir öğretmenin maaşına denk gelen beş bin lira ile sınırlanması önerim milletvekili adaylarının ve siyasetin bir kulağından girip diğerinden çıktı. Tanınan imtiyazlar milletvekilleriyle halkın arasında uçurumlar yaratıyor. Onlara “sayın vekilim” gibi hitaplara sebep olsa da içten içe kıskançlıklara sebep oluyor. Bunu önlemenin yolu, milletvekilliğinin bir çeşit alanında uzmanlık ve bilgelik makamı olarak kurgulanmasıdır. SOL RÜZGÂRLAR DA ESİYOR Bu seçimlerde yıllardır nerdeyse yaprağın bile kıpırdamadığı solde bir rüzgârın esmeye başladığı görülüyor. Kürt emekçilerini de barındıran HDP dışında emekçi kitleler henüz kendi siyasi örgütleriyle alana çıkmamıştı. Bu kez ırkçılıkla malul sistem onu kendi adıyla ve tanınmış kadrolarıyla seçime girmesini önlediler. Onlar da yeni bir yol buldu. Birkaç kola ayrılmış olan ve daha çok aydınlardan oluşan sosyalistler, hiç değilse seçim listelerinde birleşmenin şart olduğunu öğrendiler. Seçim pusulasında yerlerini aldılar. Mitinglerde parti bayraklarını ve sloganlarını dalgalandıracaklar. Tam bağımsızlığı, demokrasiyi, emeğin en yüce değer olduğunu, kitlelerin kulaklarına fısıldayacaklar. Gösterecekleri başarı, iktidarın yarattığı karanlıktan kurtulmak kadar değerli bir kazanım olacaktır. Fakat şu itirafı da yapmam gerekecek: Bunların adlarını bile bir çırpıda sayabilecek durumda değilim. Birleşik seçim pusulasına bakmam gerekir… Aralarında ne farklar olduğunu söyle deseniz, söyleyemem. Sosyalizme eğilim duyanların da benim durumumdan farksız olduğunu söyleyebilirim. Her şeyin bir mevsimi vardır. Bu mevsim hemen bütün dünyada dincilik, milliyetçilik, kapitalizm mevsimidir. Ancak bunlardan kurtuluş için bir mücadele sayfası da açılmış oluyor. Kürt-Türk, Alevi-Sünni ayrışmasını gidermek ve bu ayrışmada halkın kafasına çakılmış olan çivileri çıkarmak zaman alacak. Kapitalizmi biraz törpüleyip törpülemeyeceğimiz bile kuşkulu. Şüphesiz O günler de gelecek. Ancak merdiven basak basak demişler. (10 Nisan 2023)

  • SABIRA YAĞAN

    Yusuf AKSOY * Sırça köşklerin eğlencesiyken yağmur hiç de eşit yağmıyor hiç de eşit donmuyor bileklerine kadar eller yorgun dizlere kadar delik deşik ayaklar kağıt toplarken zifiri karanlıkta akan damlar altındayken yurtsuzlar ölümüne hızla yarışırken kuryeler ekmek kuyruklarındayken yarı uykulular isyana hala küs binlerce ayak su alıyor betonlara çarpıp suya gömülüyor canlar yaralı ve sesiz miyav çığlıkları sendeleyen sayısız ayaklar bildiğim tüm dilleri unutturuyor öteki sokaklar aymaz bir zül altında öteki sokaklar kapkara ateş altında sicim gibi ağır metaller yağıyor saplanıyor toprağın ve sokağın bedenine ve düşe kalka bekliyor tükenen sabır ha düştü düşecek bedenden korku ha düştü düşecek kim bilir hangi sabah inecek sonra gök kubbeler yerin dibine

  • Birinciyim

    Bir istiridyenin Salyasına bulanmış Kum tanesiyim Beklerim soluksuz Derinlerde. Aralansın kabuk, Açılsın tavan Başlasın özgürlük! Kavuşsun Sarrafın hünerli elleriyle... Nakışlasın. Pirüpak Gönüllere düşsün!

  • Küçük Bir Masal

    Semihat KARADAĞLI * Masal mı? Hayal mi? Şehre mavi yağmurlar yağıyordu. Bulutlar ağlayınca yağmur yağarmış öyle derdi küçükken büyüklerimiz. Bulutlar ağlamasın diye saçlarını okşardık sevgiyle. Şimşek çakınca üzülmüş, gökkuşağı açınca gülümsemiş olurdu. Onun için yağan yağmurda damlaları tek tek avuç içimde toplar. Yüreğimin sevgi dolu dehlizlerinde ısıtıp Bir kuşun kanadında gökyüzüne salarım. Rüzgârların ıslık çalan seslerinde Çocukların şen kahkahalarını duyarım. Grileri siyahları torbaya koyup Beton binalar arasında Kendi yürek gücümle güneşi doğururum. Masal mı? Hayal mi? Ben mi uyduruyorum? Olsun ben yine Damlaları avuç içimde toplayıp Yüreğimde ısıtıp Bir tutam serptim gökyüzüne. Bir kuş öttü Bir çiçek açtı Atlar koştu doludizgin Dağ başlarına Gökkuşağı açtı düşümde sevgiyle Semihat Karadağlı/ Yağmurun sesi /2016 Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • KÖY OKULLARI YENİDEN AÇILMALI MI?

    Zeki SARIHAN * Millet İttifakı Cumhurbaşkanı adayı ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara geldiklerinde ilk 100 gün içinde yapacaklarını ilan etti. Bu vaatlerden biri de “köy okullarının yeniden açılması”dır. Eğer son zamanlarda köylerin nüfusu, dolayısıyla köyde oturan ilkokul çağındaki çocukların sayısı görünür bir biçimde artmamışsa, bu vaat yanlıştır. Köy çocuklarının yararına da değildir. Konu 15-20 yıldır, Türkiye sosyolojisinden kopuk aydınların gündemindedir. Bu talebin gündemden düşmemesi üzerine 5,5 yıl önce yayımladığım “Biraz da Ezber Bozalım-Taşımalı Eğitim Yanlış mı?” başlıklı yazımı aşağıda yeniden yayımlama ihtiyacı duydum. * Eğitimle ve köy yaşamıyla ilgili olanlar, küçük ve orta büyüklükteki köylerde okulların kapalı olduğunu bilirler. Bunun yerini taşımalı eğitim almıştır. Taşımalı eğitim, köydeki ilkokuldan lise sona kadar zorunlu eğitim yaşında olan çocuk ve gençlerin anlaşmalı servisler tarafından belirli noktalardan alınarak merkez köylerde ya da kasaba ve kentlerdeki okullara götürülmesi, ders sonunda ise alındıkları yere aynı servisler tarafından teslim edilmesidir. Taşıma ve öğlen yemekleri de devlet bütçesindendir. Taşımalı eğitimi zorunlu kılan birinci neden, ülkede kapitalizmin ve kentleşmenin hızla gelişmesi sonucunda köy nüfusunun azalması, buna bağlı olarak da köy okullarında öğrenci mevcudunun iyice düşmesidir. İkincisi ise lise eğitiminin de zorunlu olmasıyla köy çocuklarının okul ihtiyacının ancak böyle karşılanabiliyor olmasıdır. 1989’da iki ilde 305 öğrenciyle deneme olarak başlayan taşımalı eğitime giren öğrenci sayısı günümüzde 1.380.000’i aşmıştır. Köylerde verilen eğitimle kentlerde verilen eğitim kalitesinin köydekiler aleyhine olduğunu bilen köylülerden bir kısmı “çocuk okutmak” gerekçesiyle kentlerde konut edinmeye çalıştıklarını veya ev kiraladıklarını bilirsiniz. Köy okullarındaki eğitimin daha zayıf olmasının nedeni çoğunun birleştirilmiş sınıflarda eğitim yapmak zorunda olmasıdır. 1954’te köyümüzde açılan okula tek öğretmen verilmişti ve öğretmen birinci sınıflarla, sınavla ikinci sınıfa kaydettiği öğrencileri birlikte okutuyordu. Üçüncü sınıfta ben de bu okula naklettim ve üç yıl bu tek öğretmen tarafından okutulduk. 1965’te başladığım öğretmenliğimde çoğu birinci sınıfta olan fakat öteki sınıflarda da birkaç öğrenci bulunan 49 kişiden sorumluydum. Birleştirilmiş sınıf okutan öğretmenlere göre, tek bir sınıftan sorumlu öğretmen çok daha şanslı olduğu gibi, birleştirilmiş sınıflarda okuyan öğrencilerde başarı düzeyinin sınıf öğretmeninde okumuş öğrencilere göre daha düşük olması doğaldır. Taşımalı eğitim bu zorunluluklardan doğdu ve kent çocuklarıyla köy çocukları arasındaki bu büyük ayrılığı azalttı. Köy okulları kapandı. Bunların bir kısmı köylerde açılacak kurslar için veya köy müzesi gibi işlevlere kavuştu. GERİ DÖNEMEYİZ Bununla birlikte aydınlardan birçoğu bu gelişmeyi kabullenemedi. Gerekçe olarak kapandıkları için köy okulunun gönderinde artık cumhuriyetin simgesi olan bayrağın ve köyün tek aydını olan öğretmenin köyde görülmeyişini gösterdi. “Köyler imamlara kaldı!” diyorlar. Doğrudur, günümüzde köyde devlet memuru olarak hemen yalnız imamlar oturuyor. Hem de çok mahalleli köylerde her mahallenin bir camisi ve imamı var. Ama öğretmenin köy kalkınmasında ve köyün aydınlatılmasındaki rolü çoktan bitmiş bulunuyordu. Köy yollarının yapılması ve öğretmenlerin otomobil sahibi olmaya başlamasıyla öğretmenler köy okullarına günlük geliş gidiş yapıyorlardı. Şimdi taşımalı eğitimin yapıldığı merkezî okulların öğretmenleri bile ya kendi otomobilleriyle ye de topluca bir servis tutarak sabah gidip akşam kente dönüyorlar. Arkalarındaki cemaatin sayısı ne olursa olsun, günde beş vakit ezan okumak ve cami kapısını açmak zorunda olduklarından, cemaati de kentlerdeki camilere günde beş vakit taşımak mümkün olmadığından, imamlık taşınamıyor. Eğer öğretmenler, düşünen, sorgulayan, çalışkan ve modern dünyaya uyum sağlamış öğrenciler yetiştirecek bir anlayışta iseler, bunu ayaklarına getirilen köy çocuklarında uygulayabilirler. Neredeyse boşalmış bir köyde kışın kalan beş on yaşlı ise ara sıra merhabalaşmaktan başka bir şey yapamayacak öğretmeni köyde tutmanın imkânı da mantığı da yoktur. Bayrak konusuna gelince, artık iktidar partisinin mitinglerde herkesin eline tutuşturduğu o bayraktan hemen her köy evinde de var. Türkiye köylüsü artık kentlere doluştu. Köyde kalanlar da bir ayakları kentlerde olması nedeniyle yarı köylü bir özellik kazandı. Öğrencileri aracılığıyla öğretmenlerin velilerle bağ kurma olanağı ortadan kalkmış değildir. Köy okullarının kapanmasına içimizin yanması, köyü 1940’lardaki, 50’lerdeki gibi hayal etmemizden kaynaklanıyor. Ama kabul etmeliyiz ki “düne ait olanlar, dünle birlikte gitti. Şimdi yeni şeyler söylemek gerekir.” 15-20 öğrencinin bulunduğu köy okulunda dört-beş sınıfı okutan bir öğretmen sistemini de, eski köy nüfusunu İstanbul’dan. Mersin’den. Diyarbakır’dan kaldırıp köye taşımanın da imkânı yoktur. (26 Kasım 2017, Yeniden yayın: 14 Nisan 2023) Beyceli İlkokulu bahçesinde öğle yemeği yiyen iki öğrenci (2000)

  • İYİMSERLİK

    Fuat ÖZGEN * Dikende gülü Çalılıkta bülbülü Kabukta inciyi Çölde hurmayı Vahada yeşili Çamurda pirinci Yalanda gerçeği Yanlışta doğruyu Ferhat gibi Şirin’i Çirkinlikte güzelliği Görmek Mutlu yaşama bir adım demek.

bottom of page