top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Ah İSTANBUL

    Nurten Bengi AKSOY * Dün 29 Mayıs'tı, İstanbul'un Fethinin 570. yıldönümüydü, bir İstanbul sevdalısı olarak bu gün vesilesiyle duygularımı, hayal kırıklıklarımı ve içimde kabaran öfkemi dile getirmek istedim... Asırlarca imparatorluklara başkentlik yapmış, nice hükümdarların rüyalarını süslemiş, dünyanın göz bebeği olmuş, ama belki de en kadersiz , en zulmedilen şehirdir İstanbul... Kurulduğundan bu yana doğal afetlere, saldırılara, işgallere, savaşlara maruz kalmasına karşın hep direnen ve yaşamaya devam eden; şairlerin, yazarların gizemli şehridir İstanbul... Şiirlere, şarkılara ve daha nice sanat eserine ilham kaynağı olmuş; deniziyle, tepesiyle, erguvanlarıyla ve her gün bağrına saplanan hançerlerle yaşamaya devam eden, yedi düvelin göz diktiği şehr-i İstanbul'dur bu yedi tepeli şehir... Küçücük bir yarımadada, yedi tepe üstüne kurulmuş bu kutsal şehir artık kabına sığamıyor. Birer mezar taşını andıran gökdelenleriyle, beton dökülüp genişletilen sahilleriyle, yok edilen ormanları ve su kaynaklarıyla, ülkenin ve dünyanın dört bir yanından akın akın gelen çaresiz(mi) insanlarıyla, katledilmeye çalışılan tarihiyle sürekli ihanete uğrayan, Tevfik Fikret'in deyişiyle "Bin kocadan arta kalan dul bir kızdır" artık bu zavallı şehir. Belki de o koca FATİH uğruna karadan gemiler yürüttüğü bu güzel şehrin bugünkü halini görseydi, şehri yeniden fethetmeye kalkardı.... Bütün bunlara rağmen İstanbul yine de bir sevda, hem de kara bir sevda…Ne kadar kızsak da sevmekten vazgeçemeyeceğimiz bir sevgili. Uzaktayken hasretiyle yanıp tutuştuğumuz, içinde yaşarken hep yerden yere vurduğumuz, asırlardır adına methiyeler düzülen, huysuz ama bir o kadar da güzel sevgili… Fotoğraflar: Nurten Bengi AKSOY

  • SUSKUNLUK

    Yusuf Aksoy * Nicedir koparılırken her yerlerimiz cayır cayır yakılırken ciğerlerimiz canımızdan canlar kül olurken sessizce söylendik sesten ürkerek kentler de üstümüze yıkıldı şimdi yedi kat yerin dibinde kaldı on binler halk olarak henüz bir şey diyemedik sustuk yine suçluluğumuzdan sabra tahammülü kalmamış ellerimizle bastırdıkça kanayan yüreklerimizi ağız dolusu gülmeleri fırlattık attık bilinmez zamanlara dün geçti gitti bugün de akşam oluyor yarın da susarsa bu yürek bu yürek koskocaman olmazsa yarın alır gider başını hayat ta ötelere tarumar olur şiirlere yazdığımız günler bıçak kemikte dişler paramparça ağızda balyozdan ağır parmakları sıkılı ellerin tam da düşleri gerçek kılacak zamanlardayız fakir fukara topraktan bir kaldırsak başımızı bir yensek mahcupluğumuzu vakti daha fazla yormadan bir kımıldasak bir bir kırsak pamuk ipliğinden kelepçelerini korkunun bedeli ödenmiş hayat nasıl da kucak açacak bize bir kalksak çokça ayağa yıkılıp gidecek bir bir üstümüzde tepinen cılız canavarların tapınakları her şeye rağmen vazgeçmek yok asla dört elle sarılı olduğumuz hayattan hani bir de erteleyip durmasak yarınların sımsıcak kokusuyla sarmaş dolaş olmaktan ne güzel olacak dönülmez yolların zahmeti

  • DOĞA

    Fuat ÖZGEN * Anadır doğa Doğar, doğurur Olmazı oldurur. Sanatçıdır doğa Renkleri, biçimleri Sesleri, kokuları Ustalıkla kullanır. Koruyucudur doğa Yedirir, içirir Besler, büyütür Kucağında saklar. Eşitlikçidir doğa Ayırmaz, kayırmaz Taraf tutmaz Özverilidir doğa Karşılık beklemez Yardım istemez Bilgedir doğa Öğüt verir, ders verir Kendini korumak için Canını yakanın Canını yakar.

  • Düşünen Adam Heykeli ve İki Heykeltraşın İlginç Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Ülkemizde pek çok yerde karşımıza çıkan, aslı ise Paris’teki Rodin Müzesinde bulunan ve Fransız Heykeltıraş Auguste Rodin’in "Felsefi düşüncenin simgesi" haline gelen en ünlü eseri “Düşünen Adam Heykeli" 1900’lü yıllarda yapılır. Zaman içinde pek çok kopyaları yapılan heykel Belçika, Almanya, Norveç, Japonya, Fransa, Danimarka gibi farklı ülkelerde müzeleri ve üniversitelerin bahçelerini süsler. Heykel sanatının en ünlü örneklerinden olan, bu elini çenesine dayamış, kara kara düşünen çıplak adamın heykelinin bizim ülkemizde tanınmasının da ilginç bir öyküsü var. 1950’li yıllarda Türkiye’de, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesindeki yerini alıncaya dek Düşünen Adam heykelini bir akıl hastanesinin bahçesine yerleştirmek, kimsenin aklına gelmemişti. O yıllarda akıl hastanesinin başhekimi olan Fahri Celal Göktulga Düşünen Adam’ı ilk önce bir dergide görür ve heykelin bir kopyasının hastane bahçesine yapılması fikrini ortaya atar. Ancak hastane bütçesinde bu iş için gerekli para olmadığından, bu sırada hastanede tedavi görmekte olan heykeltıraş Kemal Künmat’a heykelin yapımı için ricada bulunulur, Künmat’ın görevi kabul etmesi ile de devasa bir kaya kütlesi askeriyenin de yardımıyla heykelin yapılacağı alana taşınır. O devasa kaya zaman içinde heykeltıraşın ellerinde şekillendikçe “Düşünen Adam” da ortaya çıkmaya başlar. Heykeli yapmaya devam eden Künmat emeğinin karşılığı olarak hastane yönetiminden o günün koşullarına göre oldukça yüksek bir para ister. Ellerinde ödenek olmayan hastane yönetimi Künmat’ı ikna etmek için, onu en iyi odalarda ağırlayıp ufak hediyeler verse de başarılı olamaz. En sonunda heykeli yapmayı bırakan Künmat hastaneden ayrılır. Düşünen Adam Heykeli, çenesini yaslayacağı kolu yapılmamış bir halde, öylece yarım kalır. Bir müddet sonra hastaneye depresyon tedavisi için yatan Yüzbaşı Mehmet Pişdar, tek kollu Düşünen Adam heykelinin eksik kalan kolunu tamamlamaya talip olur. Önceleri Pişdar’ın bunu başarabileceğine inanmayan hastane yetkilileri ondan ayrı bir yerde taşı yontarak kolu yapmasını isterler. Sonunda sınavı başarıyla geçen yüzbaşıya heykeli tamamlama izni verilir. Üstelik heykeli tamamlaması karşılığında hastaneden taburcu edileceği sözü de verilerek. Böylelikle yarım kalan kol tamamlandığında Düşünen Adam da son halini alır. Gazeteciler hastane başhekimi Fahri Celal Göktulga’ya, bu heykelin bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmasının neyi ifade ettiğini sorarlar. Göktulga yarı şaka yarı ciddi gülümseyerek “Hastane dışındakilerinin durumu içeridekilerden daha kötü, bu heykel onların durumu ne olacak diye düşünüyor” şeklinde yanıt verir. RODİN ve CAMİLLE CLAUDEL Düşünen Adam’ın asıl yaratıcısı olan Auguste Rodin (1840-1917) yaşamı boyunca kadınlarla hep inişli çıkışlı ilişkiler yaşamış bir sanatçıdır. 1883 yılında tanıştığı heykeltıraş Camille Claudel ile birliktelikleri yıllarca sürer, ne yazık ki bu süre Rodin’in altın yılları olurken Claudel için sonun başlangıcı olur. Öyle ki bu ilişkinin sonunda ruh sağlığı bozulan Camille kendi eskizlerini ve heykellerini paramparça ederken, Rodin’i fikirlerini çalmak ve kendisini öldürme planları yapmakla suçlar. En sonunda akıl hastanesine yatırılan Claudel ömrünün geri kalan 30 yılını burada geçirir. Bir kadına yaşattığı aşk acıları ve kıskançlıklar sonunda onun akıl hastanesinde yaşamasına sebep olan bir heykeltıraşın en ünlü eserinin, bugün aynı şekilde bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunması ise oldukça düşündürücüdür. CAMİLLE CLAUDEL Camille Claudel 1864 yılında Kuzey Fransa’da ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Zor yıllarında ona tek destek olan erkek kardeşi Paul ise 1868’de doğar. Camille annesi ve kardeşleriyle birlikte 1881’de Paris’in Montparnasse bölgesine yerleşir. Çocukluğunda taş ve çamur gibi malzemelerle ilgilenmeye başlayan Camille, o dönemde Paris Güzel Sanatlar Akademisinde kadınların eğitim görmesi mümkün olmadığı için bir heykeltraştan özel ders almaya başlar. Annesi kızının bu merakını hiç desteklemezken, babası ölünceye kadar hep kızının yanında yer alır. 1882’de Claudel, çoğu İngiliz olan bir grup genç kadınla bir atölye kiralar. 1883’te bu gruba heykel eğitimi veren kırklı yaşlarındaki Auguste Rodin’le tanışır ve bir yıl sonra da onun atölyesinde çalışmaya başlar. Bu tanışma Camille’in hayatının dönüm noktası olur; çünkü bir süre sonra o, Rodin’in sevgilisi ve sonra da en büyük rakibi olacaktır. Rodin bu göz kamaştırıcı yetenekten çok etkilenir. Artık hayatında en az kendisi kadar yetenekli bir kadın vardır ve birlikte pek çok işe imza atarlar. O dönemde Rodin “Cehennemin Kapıları” adlı ünlü heykelini yapar. Rodin’in bu eseri Camille’in yoğun etkisi ve yardımıyla yaptığı, hatta Rodin’in, başarısının büyük bir kısmını Camille’e borçlu olduğu söylenir. 1890’lara gelindiğinde Camille artık yeteneğiyle nam salmış ve sanat çevreleri tarafından saygı gören bir sanatçıdır. Ama Rodin’in gölgesinde kalmak ve onunla yaşadığı fırtınalı aşk Camille’i rahatsız etmektedir. 1898’de bir yol ayrımına geldiğini anlayan Camille, Rodin’den ayrılma kararı alır. Artık yola tek başına devam edecektir, ancak bu çok kolay bir ayrılık değildir. Böylece Camille için yaşamının en zor ve özlem dolu günleri başlar. İşte acı dolu bu dönemde Camille, “Vals”, “Clotho”, “Olgunluk Çağı”, “Kayıp Tanrı”, “Geveze kadınlar”, “Sakuntala” gibi en önemli heykellerini yapar Rodin’in Camille için söylediği “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” cümlesi onun ne denli başarılı bir sanatçı olduğunun belki de en önemli kanıtıdır. Gerek sanat yaşamında gerekse Rodin’le yaşadığı fırtınalı aşkta annesi ve kız kardeşi onu hiçbir zaman onaylamazken, babası ve erkek kardeşi, Camille’in sanatına ve sorunlarına sahip çıkarlar. Babasını erken kaybeden Camille, erkek kardeşi de diplomat olup Uzak Doğu’ya yerleşince tüm desteğini kaybeder ve yapayalnız kalır. Sevdiklerinden uzak kalması, bir kadın sanatçı olarak yaşadığı yüzyılın olumsuzlukları ve özel hayatında Rodin’le yaşadığı sorunlar nedeniyle pek çok bakımdan yalnız kalan Camille, 1898’den sonraki yıllarda bir de maddi sorunlarla karşılaşınca ruh sağlığını kaybetmeye başlar. 1906’da sinir krizi geçirdiği bir gecenin ardından eserlerinin pek çoğunu parçalar, bir kısmını da nehre atar. Bir süre sonra ciddi paranoya belirtileri gösterdiği ve akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle ailesi tarafından, Rodin’in de desteğiyle bir hastaneye kapatılır. Çelişkiler, hüzünler ve sinir krizleriyle dolu otuz yılını kapatıldığı akıl hastanesinde yaşadıktan sonra 19 Ekim 1943 tarihinde yaşama veda eden Camille Claudet; sanatı elinden alınmış bir kadın heykeltraş olarak geride bıraktığı heykelleriyle adını sanat tarihine altın harflerle kazımıştır. Camille Claudel’in hayatı ayrıca beyaz perdeye de aktarılmıştır.

  • "ÖYLE BİR ZAMANA DÜŞTÜK"

    Niyazi UYAR * Hakikaten nasıl bir zamana denk geldik böyle? Anlamak mümkün değil, fakat az sonra bir şeyler ifade etmeye çalışacağım; ama önce sevgili abim Yılmaz Celal’in öykülerime dair yaptığı genel eleştirisine bir iki şey demem lazım. Onun eleştiri getirdiği noktadan bir alıntı ile başlayayım: “Öyle bir zamana düştük!” Öncelikle toprağı incitmesin, bir arkadaşımın manevi babası Aşık Mahsuni Şerif’in bu dizesinin yer aldığı o muhteşem türküsünü kullanacağım bu denememde. Sevgili abim, yazma aşkım, halk ezgileri ve deyişlerle arşa çıkar benim. Onları, dinler, dinler… sonra birden bir yerlerden bir şimşeğin morlu, mavili, kızıllı ışın demeti çakması gibi beni buralardan alır, ta oralara Osman’ın at oynattığı düzlüklere bırakıverir. İşte ona sebep bir iki dize, bilemedin, bir dörtlük, öykümün içine giriverir. Yanlış mı bu, benim güzel abim, ben yıllardan beri, onlarla besleniyorum. Diyeceksin ki, “alıntılar, yalnızca fikir yazılarında,” olur. Doğru benim güzel abim biliyorum, branşım gereği konuya hakimim. Sen de çok iyi bilirsin ki sözel branşların kaideleri, sayısal branşlarda olduğu gibi deneysel değildir. Ben halk kültürünü, yetiştiğim deryalardan alıyorum, bundan daha doğal bir şey olur mu benim güzel abim? Denizleri besleyen akarsular, nehirler değil mi, benim de beslendiğim Kendirli Pehlivan’ın aile ocağı, onun da feyz aldığı Hacıbektaş’taki Bektaş Veli Ocağı! Bu girizgahtan sonra, arkadaşımın manevi babam dediği Aşık Mahsuni Şerif’in “nasıl bir zamana düştük,” dizesi ile devam edelim yolculuğumuza: “Öyle bir zamana düştük!” Sahi ya nasıl bir zamana denk geldik böyle, bilen eden varsa, anlatsın biz de bilelim. Öyle bir toplum çoğunluğu, öyle yığınlar oluşmuş ki, onu analiz etmeye hiçbir sosyal bilim dalı yeterli gelmeyecektir, ne talihsiz bir nesilmişiz ki, bunlarla aynı zamana denk gelmişiz, elimden gelse ışınlanıp yüz yıl önceye, yüz yıl sonraya seve seve ışınlanmak isterim. Öteden beri ısrarla kullandığım bir anekdot vardır: Stalin’in tavukları! Bu anekdot güzel yurdumda sahiden hakikat oldu, ne acı! Sabah akşam dinsel konuları, din bezirganları işine geldiği gibi kullanmakta. Bu bezirganlar, Tanrının kendi güzelliğini görmek için yarattığı insanı, ayrımsız sevip baş tacı edeceğine, günde beş öğün lanet okuyor! Ancak şu gerçeği bir an bile gözden uzak tutmamak lazım: Yöneticiler kadar onları seçenler de aynı derecede pay sahibidir gördüğümüz her şeyden, zamdan, zulümden, hukuksuzluktan. George Orwell diyor ki: Yoksulun tanrısı güçlüdür, zenginin tanrısı zayıftır. İnsanları yoksullaştırır ki tanrısı güçlü olsun ve sana biat etsin! Yöneticisini seçen ahali, nasıl yönetileceğinin de kararını vermiş olmaktadır. Demek ki, yönetim kötü ise, seçen de kötü, yöneten iyiyse seçen de iyidir. Anlayacağınız tek başına yöneticileri suçlamak doğru bir anlayış olamaz. Sahi ya akıldan, mantıktan uzak, bu ümmi yığınlar nasıl oldu da toplum çoğunluğu oldu? Ne diyordu arkadaşımın manevi babası: “Öyle bir zamana düştük, Küfrün adı iman oldu. Doğru dürüst gider iken, Hakk’ın yolu duman oldu! … Daha dünün suratsızı, Şimdi kaşı keman oldu!” ... Bir öğretmenim şöyle bir tanım yapardı atasözü için: “Halk denilen büyük usta, deneyimlerinden, yaşam süzgecinden geçirdiği, tecrübelerini, özlü sözlerle yarınlara ışık olsun diye aktarımlarda bulunur, bu kalıplaşmış sözlere atasözü, atalar sözü denir!" Anlayana… Anlayana… Anlayana sivrisinek saz, anlamayana ne dersen de her şey az, her şey boştur! Sahi ya nasıl bir zamana denk geldik böyle? Kendine değer veren, onu insan katarında gören, onun bütün kutsallarını baş tacı edeceğini, onun insan gibi yaşaması için elinden geleni yapacağını, çocukların aç yatağa girmeyeceğini, herkesi kucaklayacağını, ayrım yapmayacağını söyleyen bu hümanist insan... Aslında “hakikaten,” bizim buralara değil de İskandinav ülkelerine yakışan, mütevazi, içimizden biri gibi olanı tercih etmemesi "hakikaten, hakikaten" akılla, mantıkla açıklanabilecek bir durum değil!" Stalin'in tavukları misali bu durumun sosyologlar tarafından derinlemesine incelenmesi gerekmez mi? Üçüncü dünya ülkelerinin ikna aracı, onların tam bir teslimiyet içinde olmalarını sağlayan din değil midir? Dinsel terminolojiyi kullananların, söylediklerinin gerçek olup olmadığını sorup sorgulamadan itirazsız kabul eder, düşünce ataleti içinde olanlar. Din adamları aslında insanlara kılavuz olacağına, cehennem korkusu ile onların aklını başından alır ve onların hakikatli davranışlar sergilemesine imkan vermez. O kılavuzun (!) söyledikleri Kuran’ın bir bakış açısından çok uzaktır, onun söyledikleri onun sübjektif düşüncesidir. Bugün İstanbul Sultanbeyli’de adı Murat olan bir imam, seçim sonuçlarına göre yanındaki- ruhsatlı mı, ruhsatsız mı orası ayrı bir bela- iki silahını da hazır ettiğini cami cemaatine aleni bir şekilde söylüyor, akıl alacak gibi değil ve yönetenlerden “tık” yok! Bak güzel ülkemin insanı, son yıllarda sen üretmez oldun, hazırcı oldun, bak sağına soluna onlarca esnaf kepenk kapatmış, yılların işletmeleri iflas etmiş, sen bugün aldığını yarın alamaz olmuşsun, protein tüketimin neredeyse sıfır, buna sebep istikbalimiz çocuklarımız ve gençlerimizin metabolizmaları gelişimini tamamlayamıyor. Bu üstümüze çöken karamsar hava, insanımızın içini kararttı, buna sebep gençlerimiz umudunu yitirmiş, bir an önce ülkeden kaçmanın yollarını aramaya başlamış... Bak güzel ülkemin insanı, paralı sağlık hizmetleri, paralı eğitim hizmetleri sayesinde ne istikbalin ne sağlığın güvencede, sen asil ve necip milletim, bu gidiş iyi bir gidiş değil, ben söylemiş olmayayım! Sen benim işçi kadınım, köylü kadınım, mürekkep yalamış kadınım, seni birey katarına çıkaran Aziz Atatürk’e ihanet içindesin, sen köylü kardeşim, bak tarlana attığın ata tohumunun kullanımını bile yasakladılar sana, bak traktörüne mazot alamaz oldun, damdaki süt ineklerini kesimhaneye göndermek zorunda kaldın, bak tarlana gübre atacak mecalin kalmadı! Bak ben diyeyim, daha bugünler, iyi günlerin, aklını başına devşirmezsen, gör daha neler gelecek başına? Hakikaten ya, nasıl bir zamana denk gelmişiz böyle, doğanın üstün varlığı, Tanrının özene bezene yarattığı insanoğlu, bak benim güzel kardeşim, akıl, mantık melekelerin yokuş aşağı, freni boşalmış kamyon gibi uçarcasına gidiyorsun, inşallah ben dediydim olmaz! Sahi ya nasıl bir zamana denk gelmişiz böyle, şimdi soralım, İnsandan başka kendi nesline, aleni ihanet içinde olan başka bir canlı türü var mıdır?

  • Bir Moda Sevdası

    Nurten B. AKSOY * Moda ıssız ve sessiz, Moda soğuk ve karanlık... Bir ben varım masalarda Bir de yapayalnızlık... Moda; Anadolu yakasının, belki de İstanbul'un en güzel köşelerinden biri. Ve benim en çok huzur bulduğum, en sevdiğim "kûşe-i uzlet". Bir başka deyişle kendimle baş başa kalabildiğim, kendimi dinleyip içimdeki sese kulak verebildiğim cennetten bir köşe... Çok eski zamanlarda buralara gelip yerleşenler, karşı sahillerin güzelliğini göremeyip buraya yerleştikleri için, Moda'nın da içinde bulunduğu bu diyarlara "Körler Ülkesi-Khalkedon" demiş birileri. Oysa buralarda oturup karşı yakanın güzelliğini seyretmek için kör olmaya gerek yok. Gün batımının en güzel izlendiği köşedir Moda. Her mevsim bir başka görsel şölen sunar bakmasını bilen gözlere. Günün akşama kavuşma saatleri yaklaştığında güneş tatlı bir telaşa düşer. Rüzgarlarla savrulan bulutlar kimi zaman güneşin üstünü kaplayıp onunla bir gün batımı valsine başladığında renkler de dolanır birbirine. Sarı, pembe, mor kırmızı kurdeleler savrulurken gökyüzüne, martıların kanatlarına takılıp ışık ışık akar denize doğru. Kadıköy rıhtımından denizi takip ederek deniz otobüsü iskelesi yönüne doğru yürüdüğünüzde gelirsiniz Moda sahillerine. Tarihi Yarımada'nın üzerine kurulmuş Ayasofya, Sultanahmet Camisi ve Topkapı Sarayı tüm ihtişamıyla karşı sahilden göz kırpar güneşi kucaklarken. Mavinin yeşille birleştiği yamaçları süsleyen akasya ve çınar ağaçlarının altında nefeslenirken salkım salkım bahar kokuları yayılır her yana. Osmanlı'da Batılılaşmanın başladığı Tanzimat Dönemi'nde özellikle Avrupa'dan gelen yabancıların ve azınlıkların bu semte yerleşmeleri moda olduğundan, semte de MODA denmiş. Denize inen dar sokaklarını süsleyen tarihi taş evleriyle, zamana kafa tutan tarihi köşklerinin yanı sıra, son yıllarda ardı ardına açılan mekanlarıyla günümüzde de İstanbul'un en gözde, en moda semti MODA. Özellikle hafta sonları şehrin en uzak semtlerinden gelenlerle yerli ve yabancı turistler doldurur Moda'nın sokaklarını. Bulduğum her fırsatta kitabımı alıp koştuğum, koyu yeşil gölgelerinde tavşan kanı çayımı yudumladığım salaş çay bahçesi sadece yaz ve bahar aylarında değil, soğuk ve puslu kış günlerinde de ayrı bir güzeldir. Gençleri, ihtiyar delikanlıları, sanatçıları, sevimli kedileri ve köpekleriyle bir başka alemdir bu diyar. Kışın griye çalan gökyüzünde bir başka kanat çırpar martılar Moda sahillerinde. Bir zamanlar bu sahillerde dolaşmış, bu semtte yaşamış Barış Manço, Haldun Taner, Faruk Nafiz Çamlıbel, Reşat Nuri Gültekin, Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim gibi sanatçıların ruhlarıyla kol kola gezerler sanki. Bugün de sokaklarında dolaşırken bir sanatçıyla karşılaşmanız işten bile değildir. İstanbul'da yaşayıp da hâlâ Moda'yı görmediyseniz ya da başka bir şehirden İstanbul'a gezmeye geldiyseniz, hafta içi bir gün mutlaka Moda'ya uğrayın. Eski Moda iskelesinde ya da benim gibi Moda Çay Bahçesinde kara kargaların, beyaz kanatlı martıların eşliğinde bir bardak çay için. Eğer çay dokunuyorsa Ali Ustanın meşhur dondurmasının tadına bir bakın derim. Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • DEMOKRASİ KAZANMALI

    Yusuf Aksoy * Türkiye, 14 Mayıs’ta 13. Cumhurbaşkanını ve Milletvekillerini seçmek için sandık başına gitti. 14 Mayıs’taki seçim Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden biriydi. Eksikleri ve son yirmi yıldır da iyice yıpranmış haliyle birlikte laik Cumhuriyetin 100. yıldönümüne sayılı günler kala yüzyılın en önemli seçimiydi demek daha yerinde olur. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte kazanılmış tüm demokratik hak ve teamüllerin yerini tek adam rejiminin anti demokratik uygulamaları almıştır ve bu uygulamalar aşağıdan yukarıya hayatın her alanına sirayet etmektedir. İşleyen tek hukuk deyim yerindeyse, yandaşlık hukuku, olmaktadır. Milletvekilliği seçim sonuçlarına göre Cumhur İttifakı ülkeyi her yönden içinden çıkılamaz bir hale getirmesine rağmen en fazla milletvekili kazanan ittifak olmuştur. Onu az farkla Millet İttifakı izlemektedir. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci tur kesin sonuçlarını ise şu şekilde açıklamıştır: ”Erdoğan geçerli oyların yüzde 49,52'sini, Kılıçdaroğlu yüzde 44,88'ini, Oğan yüzde 5,17'sini, İnce yüzde 0,43'ünü aldı. Bu sonuçlara göre 12. Cumhurbaşkanı Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmiştir. Seçime katılan üç adaydan hiçbiri %50+1 oy çoğunluğunu alamamıştır. Bu durumda Türkiye, 28 Mayıs’ta 13. Cumhurbaşkanlığı II. Tur seçimi için takar sandık başına gitmeye hazırlanmaktadır. Sıkıyönetim, olağanüstü hal uygulamaları ve darbelerle demokrasi süreci sürekli kesintiye uğrayan Türkiye’de seçimlerin her türlü şaibe altında yapıldığını üzülerek ve öfkelenerek görmekteyiz. “Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu." Makyavelizm öğretisi, Türkiye’de sağ politikanın temel düsturu haline gelmiştir. Son 22 yıl içinde yapılan seçimlerin adil yapılmadığı, yüzlerce şaibeli durumun yaşandığı tüm dünyaca bilinmektedir. Seçimlerin güvenli ve güvenlikli bir ortamdan yoksun yapılıyor olması demokrasiye olan inancı da ister istemez iyiden iyiye zayıflatmıştır. Her ne kadar toplumun önemli bir kesimi onca maniplasyon ve algı operasyonları dolayımı ile sıradanlaşma, hafıza yitimi, bağıran çağıran iktidar temsilcilerine sempati duyma hali içinde olsa da, kötülüğün sonuçlarıyla sonsuz barış içinde olmayacaktır. Memleketini her türlü çıkar ilişkisinden bağımsız seven çok geniş bir toplum kesimi ise her türden baskıya karşı demokrasi, laiklik, adalet, özgürlük, toplumsal refah ve barış talebinden asla vazgeçmemektedir. Sayılı günler kalan ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekte Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında değildir. İkinci tur seçimi, faşizme doğru kurumsallaşma emareleri taşıyan karanlıkla, kötülükle aydınlık, huzur ve refah içinde bir Türkiye yanlılarının mücadelesidir. Başka bir ifade ile demokrasiden yana olanlarla demokrasi karşıtlarının tarihsel bir mücadelesidir. Bu anlamda Kemal Kılıçdaroğlu toplumun çok önemli kesimin demokrasi sembolidir; demokrasi mücadelesinin temsilcisidir. Kemal KILIÇDAROĞLU’nun ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması tarihsel bir beklentidir. Duvar Gazetesinden Barış Avşar’ın ifade ettiği gibi “Hiçbir seçimin sonucunu bir önceki seçim belirlememiştir! Kılıçdaroğlu’nun, kendisine karşı açık ya da gizli işletilen Alevi ve Kürt karşıtı propagandaya rağmen bugüne kadarki seçimlerde muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak en yüksek oy oranına ulaştığı ve seçimi ikinci tura taşıdığını da unutmamak herhalde önemlidir…” Bu önemin yanında KILIÇDAROĞLU, duruşu ve azmiyle ülke içinde ve ülke dışında tüm aydın ve duyarlı yurttaşlarımızın güvenini kazanmıştır. Birinci tur seçimleri öncesi söylediğim sözleri ikinci tur seçimlerine günler kala tekrarlamakta fayda görüyorum: Seçmen halk kitlelerinin önünde iki seçenek var: Tek adam rejimi ve DEMOKRASİ. Demokrasiye giden tercihin kazanması için hepimize çok iş düşüyor. Bu aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi. Ve biz biliyoruz ki, sevgi ve insanlık onuru nefreti ve kötülüğü yenecektir. KILIÇDAROĞLU için canla başla çalışmak demokrasi için olmazsa olmaz görevimiz olmalıdır. Nazım ustanın cesaretimizi ve kararlığımızı anlattığı haykırışıyla gece gündüz durmak olmasın: “O duvar O duvarınız Vız gelir bize vız! “ Gereğini yapacağız ve biz kazanacağız; memleket ve hürriyet kazanacak …

  • Düş Yazma

    Fadime Y. KAROĞLU * Biriktiriyor yücelere Renkli, Ahenkli başlayan öyküler, Gülüşü hoyrat Kentliye dönüyor Düzlükte. Anlamsız, Griye çalıyor, düşleri. İstese de olamıyor, İyi bir anlatıcı. Oysa ne çok özeniyor, Yazmaya. Uzun, ağdalı, Sayfa sayfa... Hevesi kursağında Sıkkın, yarım yamalak. Kalakalıyor ortasında Defterin. Açamıyor bir türlü sözleri. Öyle, dan! Diye. Son söz, ilk söz oluyor Kaleminde...

  • HAKSIZ MIYIM?

    Fuat ÖZGEN * Birileri düşünmememi istiyor benden Birileri özgürlüğümü. Birileri duygularımı baskılamamı istiyor benden Birileri arzularımı. Birileri körü körüne inanmamı istiyor benden Birileri sezgilerimi. Birileri sorgulamamamı istiyor benden Birileri karşı çıkmamamı. Birileri anlamamamı istiyor benden Birileri anlatmamamı. Birileri görmememi istiyor benden Birileri duymamamı. Birileri razı olmamı istiyor benden Birileri uysal olmamı. Bense tam tersini. Haksız mıyım?

  • BÜTÜN ÜMİDİM GENÇLİKTEDİR

    Nurten B. AKSOY * Bandırma Vapuru Ben Bandırma Vapuru Esme rüzgar esme halim perişan Mustafa Kemali'm güvertede Ben Karadeniz'de dalgalarla boğuşan Küçük köhne bir tekne Baştan ayağa dek iman dolu Bu hasretlik daha ne kadar uzar Uçmak isterim Samsun'a doğru Bakışlarım kararır gözlerim dolar 19 Mayıs 1919 tarihi, yok edilmeye çalışılan bir toplumun, ulus olmaya yönelik olarak alın yazısını değiştiren, geleceğine ışık tutan ve tam bağımsızlığını kazanma yolunda atılan milli mücadelenin başladığı tarihtir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın tarihini ve Atatürk’ün Türk Milleti için yaptıklarını hepimiz biliyoruz aslında. Ama bazı şeyleri bilmek yetmez, özellikle bazı dönemlerde onları hep canlı tutmak, yaşamak ve yaşatmak gerekir. Ben Bandırma Vapuru Karadeniz'de küçük köhne bir tekne Yağma yağmur esme rüzgar Yolumu bekler Anadolu Gümüş dere durmaz akar. Mustafa Kemal'im güvertede Dayamış alnını ufka bakar. Atatürk’ün en önemli yönlerinden biri de gençliğe verdiği değerdir. Ülkenin geleceğini oluşturan “gençlik” kavramı, Atatürk’te en güzel anlamını bulmuş, en yüce değer yargısına erişmiştir. Atatürk daha Millî Mücadelenin başından itibaren köhnemiş fikirlere, milleti geriye götürmek isteyenlere karşı, tek çarenin gençlikte ve genç fikirlerde olduğunu görmüş, çağdaş zihniyetle yetişecek kuşakların, gelecekte eserini daha da geliştireceğini, onu her türlü tehlikeden koruyarak ebediyen yaşatacağını hissetmişti. Ben Bandırma Vapuru Var git başımdan Karadeniz Bu gece efkarım var N'oldu ey gönül n'oldu Gümüş dere durmaz ağlar Kan ağlar altmış üç ilimiz Kan ağlar Anadolu Onun içindir ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs tarihini “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Türk gençliğine armağan etmiştir. 19 Mayıs’ı Türk Gençliğine armağan eden Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin korunmasını da onlara bırakmıştır. O; Türk gençliğinin geleceğe ışık saçan bilgi ve beceriyle donatılmış, milli gururlu, aydınlık fikirli, ruhen ve bedenen sağlıklı, neşeli, atılgan, ahlaklı, yurtsever, sportmen ve yarına ümit verecek şekilde yetişmesini istemiş ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. Ben Bandırma Vapuru Mustafa Kemal'im güvertede Kaputuna bürünmüş Bakışlarında kararlılık, saçlarında rüzgar Yıldızlar geçiyor alnından Uzak zaferlerin şavkı vurmuş yüzüne. Türk gençliğinin büyük vatan sevgisini bilen Atatürk’ün bütün ümidi hep gençlikte olmuştur. Bir geçit töreninde gençleri gördükten sonra, o akşam sofrada Cumhuriyetin düşebileceği tehlikelerden bahsedenlere: "Mustafa Kemaller yirmi yaşındadır" demişti. O her gençte kendini görürdü. “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” derken geleceğin gençlerinin yapacağı büyük işlerde Atatürk’ün batmayan bir güneş gibi ışık saçan düşüncelerini rehber edeceğine inanıyordu. Ben Bandırma Vapuru Duyarım sesler gelir Anadolu'dan Samsun'a doğru Bir şey var gecenin içinde Rüzgarlarla karanlıklarla dağılan Bir şey var gecenin içinde Mustafa Kemal'in sevinciyle ağaran. (Mesut Tarcan) Onun izinde ve ışığında yürüyen tüm gençlerin bayramı kutlu olsun…

  • İNSAN OLMANIN MİHENK TAŞI

    Niyazi UYAR * Akıl mı, duygu mu diye sorsalar, ikisi de derim. Birini tercih edip diğerini ötelemek olur mu? Derler ya insan beynini kullanması bakımından diğer canlılardan farklıdır, hayvanlar içgüdüleriyle alışkanlıkları ile hareket ederken, insan beyni yani onun ürünü aklı ile hareket eder. En azından az çok beyni olanlar için böyledir bu! Beyni geliştiren, büyüten, "işleyen demir ışıldar,” misali onun kullanılmasıdır. İnsanca çalışmak, hakça bölüşmek, ahlaki olan budur. Bu da aklını kullanmakla mümkündür. İnsan duyguları ile hareket ederse, yanlış yapar. İnsanın doğru davranış yapmasını sağlayan mantığıdır. Yalnız tek başına beynin üstesinden geleceği bir şey değildir bu! Mantık olmazsa beynin bir işlevi yoktur. Demezler mi, “en azılı teröristler zeki insanlar arasından çıkar.” Ona doğru davranışlar ortaya koymasını sağlayan mantığıdır. Rahmetli anam uçuk kaçık, saçma sapan konuşanlara: “Huna bak mıntıksız mıntıksız gonuşup duruyo!" derdi. Ya ana ne kadar akıllı imişsin, okuryazar olmadan bu ülkenin insan profilinin bir cümle ile tahlilini yapıp harika özetledin. “Mantıksız mantıksız konuşup durma,” yani konuştukların dinlenir olsun, bir anlamı olsun; öyle evinsiz evinsiz konuşma. Bir şey biliyorsan anlat, biz de bir şey öğrenelim, bilmiyorsan adam olmak için sus dinle, feyiz al! Mantık, insan olmanın mihenk taşıdır. Bu “mihenk taşı” söz öbeğini Osman’ın at oynattığı düzlüklerin Mavilisi’nden duymuştum ilk kez. Yaşıyorsa, ömürlü olsun, vefat etmişse toprağı incitmesin; mekânı cennet olsun demeyeceğim, cennete - cehenneme inanmazdı çünkü! İşte öyle, insan olmanın mihenk taşı, insanın mantığını kullanabilmesidir. İnsanın duyguları ile hareket edip duygusal tepki vermesi… Ercişliler derdi ki “olûm akilli ôl, akilli!” Mantık önemli hem de çok önemlidir. Özellikle devlet adamlarının akıllı, mantıklı davranış sergilemesi ekmek su kadar azizdir. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölmesinin baş sorumlusu, Faşist Hitlerdir, duygularının, hırslarının, insanlık dışı emellerinin sonucu dünyaya kana bulamıştır. Sovyet orduları önünde darmadağın olurken, demiştir ki, “Ordumuz Moskova önlerinde, Moskova’nın düşmesi an meselesi!" Alman halkına yalan söyleyerek, onların mili duygularını okşamış, bol bol hamaset yapmış! Hitler, Sovyet orduları tarafından mağlup edilmemiş olsaydı, insanlık bunun bedelini çok ağır ödeyecek, on milyonlarca insan ölecekti. Sovyetler Birliği sayesinde insanlık bir ruh hastasından kurtulmuştur, bu manada dünyanın Sovyet ordularına bir minnet borcu vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mimarı, beyni, Mustafa Kemal’dir. Akıl ve mantık her daim kılavuzu olmuştur onun! Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Anadolu’ya geçtiğinde aziz vatanın büyük bir bölümü işgal altındadır. Ordusu dağıtılmış, silahları elinden alınmış ve iflas etmiş bir hazinesi, sürekli savaşlarla yenilen morali bozulan bir ordusu ve ordunun omurgası umutsuz milleti! Onun başarısı, inancından, mücadele azminden, akıl ve mantığının iyi kullanmasından geçer. Konuyu biraz daha somutlaştıralım. 1970 – 80’li yıllar siyasal kavgalar her yönüyle ülkeyi ele geçirmişti. Akıl değil, duygular hâkimdi, o kadar hâkimdi ki duygular, kardeş kardeşi öldürüyordu. Frenlenemez duygular, insanları esir almış, sağcısı solcusu akıl ve mantıktan uzaklaşmıştı Eğitim enstitüsünde okuyordum, ev arkadaşlarımızla aynı ideolojiye sahip olduğumuz gibi aynı fraksiyondan da geliyorduk. Arkadaşlarımdan birinin kardeşi de bizim okuldaydı. Fakat onun fraksiyonu ayrı olduğundan o, başka arkadaşları ile başka bir evde kalıyordu. Ne tuhaf değil mi? İnsanoğlunun ruhunda sevgi varsa, duygu varsa, beyin hücrelerinin her bir noktasına sirayet edecektir. Beyin hücreleri iyi yönetiliyorsa, doğru davranış, mantıklı davranış gösterecektir kendini. Evet duygu, evet akıl; ama insan olmanın nüvesi hem akıl, hem duygudur. İnsan sözcüğünün içini doldurmak, ben insanım diyenler için ekmek, hava su kadar önemlidir. Peki onun icabı nedir, onun icabı; önce bileceksin, bilmek için de okuyacaksın. Salt okumakla olmaz bu iş, aklını, iradeni kullanacaksın, aklını iradeni kullanmanın yolu birey olmaktan geçer. “Şeyhim, şahım bilir,” demekle hiç olmaz. Birilerinin insanımızın okumasına, aklını kullanmasına neden karşı çıktığını anlayabiliyoruz değil mi? Memlekette anlı şanlı(!) bir profesör, “ben, cahillerin ferasetine güveniyorum,” demesinin iyi niyetle açıklanabileceğini düşünebilir miyiz? Bir ülkede ibadet yerlerinin sayıları eğitim kurumlarından fazla olmasının tartışmasına girmek istemem; lakin ibadet bireysel, eğitim toplumsaldır. Bütün dinlere göre iyi insanlar cennete gidecektir, cennete, cehenneme gitmek kişiseldir; fakat eğitimin, fennin yararı toplumsaldır, hatta bütün insanlık içindir. Salgın günlerinde bilimin, tıbbın ne kadar kıymetli olduğunu küçücük bir virüs beynimize çaka çaka öğretmedi mi? Şöyle bir kıyaslama ile bu kısa yazıyı noktalamak isterim. Duygu hem insani hem hayvanidir. Duygunun yalnızca insanlarda olduğunu söylemek benciliktir. Bir olay karşısında gözyaşı döken çok hayvan gördüm ben. Derler ki konuya dair inceleme yapanlar: Duygulanan hayvanların vücut ısıları yükselir, kalp atışları hızlanır. Sevinen kedinin çıkardığı sesler, korkuya kapılan tavukların çıkardığı sesler… Mantık insanidir. İnsanı hayvanlardan ayıran en esaslı ayraçtır. Doğru davranış sergilemek ben insanım diyen herkesin görevidir. Doğru davranış sergileyemiyorsan ben sana nasıl insan derim?

  • POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM

    - 3 - Tamer UYSAL * (3) Hukuku, toplumsal düzen güvenlik eşitlik ve özgürlük sağlayıcı kuralların tümü diye tanımlamıştık. Tabii (doğal) hukuku da çağın gereklerine uygun dünyanın her yerinde olması gereken hukuk diye… Tanımlanan doğal hukuk ise, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kapsar, insanın devredilemez bırakılamaz dokunulmaz olan 3 temel hakkı ise yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakkıdır. Jean- Jacques Rousseau, Thomas Hobbes, ve John Locke doğal hukuku savunuyordu. “Homo Homini Lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur)” sözünü öne çıkartan Thomas Hobbes, doğuştan bencil olan insanın şiddete eğilimli ve kendi çıkarını düşünen varlık olduğunu ileri sürmekteydi. “Antonio Gramsci”ye göre halk kendiliğinden ortak çıkarlar etrafında toplanmış bir bütün değildir. Siyasetin görevi farklı çıkarları uyumlu hale getirmekti (ya da uyumlu olduğu yolunda algı yaratır) (Siyaset ve Medya, s. 44). “Maduniyet”, post kolonyal yazında ezilen sessizlerin fikirlerini öne çıkaran eleştiri okulu olarak tanımlanıyor. “Subaltern” ise İngilizcede azınlık (ekalliyet) ve iktidar hegemonyasından dışlanmış kesimi ifade eder. “Edwart Said”ten etkilenen “Antonio Gramsci”ye göre madun, seçkinlerce dile getirilmeyen, kamusal alanda söz hakkı olmayan kesim olarak tanımlanıyor. “Madun” yani dışlanan ya da egemen sisteme göre öteki sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan ele alıp sosyal bilimlere kazandırmıştır. “Pasif Devrim” Gramsci’nin kullandığı İtalyan ulus-devlet inşaasının ilerici bir parti yerine ılımlı bir partinin zaferiyle gerçekleştirilmesini ifade etmekte. Halkın demokratik talep ve beklentilerini kısmen gerçekleştirerek, liberal ve yeni muhafazakâr hegemonyayı sağlamlaştırmaktadır. “Popülist Demokrasi” siyasal popülizm ya da gerici popülizm, reform ve referandumla siyasal katılımcılığın savunulmasıdır. İdeolojik olmayan çoğunluğu ve kitleyi hedefleyici söylemler içermektedir. “Popülizm” devlet ve organlarının halkın yararı ve toplumsal gelişme için kullanılmasını ifade eder. Popülist diktatörlük için örnek Arjantin ve “Peronizm” verilebilir. 1946’da başkan olan “Juan Domingo Peron” düşük gelirli işçiler için çalışırken eşi de kadın hakları için çalışıyordu. Oy hakkının getirilmesi, işçi sendikalarının örgütlenmesi, fakir halka para, gıda ve ilaç yardımları ve çocuklar için kampanyalar yürütülmüş, “Eva Peron” da adeta putlaştırılmıştı… “Anayasa” egemenlik hakkı ve yetkisinin devlete verildiğini belgeleyen toplumsal bir sözleşmedir, Devletin yönetim şeklini ifade eder. Etkin bir denetim sisteminin (yönetsel yargı) hukuk devletinin temel şartı olduğunu ifade eden Alman hukukçu “Rudolf von Geneist” olmuştu. Anayasa değişikliği aklıma askeri darbelerle ünlü Latin Amerika hakkında yazılan kitapta geçen bir terimi getiriyor. İtalyan romancı “Giuseppe Tomaci Di Lamodeusa”nın “Il Gattopardo” romanına atıfta kullanılan bir sözcük, “Gatopardist” Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirme. Kitabın çevirmeni Aylin Topal aktarıyordu (Latin Amerika’yı Anlamak, Yordam Kitap, 2007, s. 100). “Jorge Sanmartino”nun “Arjantin Kriz Sonrası İktisadi Dönüşümler ve Siyasi Dinamikler” başlıklı yazısında geçiyordu ve yazar 2001 krizinden sonraki ekonomik ve sosyal gelişmelerin sosyalist hareketler ve sendikalar üzerindeki etkilerini açıklıyordu. Peronistler darbeyle devrilmelerine rağmen 1973’te milliyetçi politikalarıyla yeniden iktidara gelmişlerdi. Peronizm 1946-55 ile 1973-74 yılları arasında devlet başkanlığı yapan Juan Peron’un uyguladığı popülist milliyetçi politikalardı. Peronist parti programı köklü değişiklikler yerine sınıfsal hareketler ve kitle eylemlerine karşı sadece tazminat düzenlemeleri, asgari ücret zamları, karma ekonomi, yoksullara yardım, özel emeklilik sistemi gibi bir takım ılımlı değişiklikleri içeriyordu. Merkez sol hükümetle 2003’te yeniden iktidara gelen “Néstor Kirchner” Juan Peron gibi toplumsal ve militan hareketlerin öfkesini bastırmak ve işsizliği hafifletmek için ılımlı önlemler hayata geçirir. Amaç, toplumsal tepkiyi kontrol altına almak ve kurumsal sistemi yeniden inşa etmektir. Ancak üst sınıflar lehine işleyen seçim mekanizması siyasi partiler sisteminin zaman içinde parçalanmasına yol açıyordu. Sosyalist sol ise bu yeni kalkınmacı temelde merkeze itilmiş, sendikalar kontrol altına alınmıştır. John Locke, aydınlanma ve akıl çağının kurucusu sayılmaktadır. Locke mutlak özgürlüğe karşıydı yani bir insanın özgürlüğü başkasının özgürlüğüne zarar vermesi halinde hükümsüzdü. Gelenek ve otoriteye karşı çıkılmasını savunan liberallerin öncüsü Locke’e göre, toplum için sınırları çizilmiş bir özgürlük savunulabilirdi. Thomas Hobbes’e göre insan doğal haklarını, Locke’e göre yargı ve ceza haklarını bir otoriteye bırakıyordu. Eski Yunan’da özgür vatandaşlar politikaya zaman ayırabilirlerdi. Mitlerden sıyrılıp doğal olayları açıklayan akla dayalı düşünce böyle serpildi. “Büyük İskender” Atina sitesini tanımlarken şöyle demişti: “Atina ne bir devlet, ne bir şehirdir. Atina her ikisinin de üstünde bir fikirdir.” Schiller “Aydın insan tabiatı kendisine dost kılar ve ancak zorbalığını düzenlemekle hürriyetine saygı gösterir. Karakter bütünlüğünü, zorgulu (baskıcı) bir devleti, hür bir devletle değiştirebilecek güçlü ve yararlı olması gereken bir halkta aramalıdır.” diyordu (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s. 22). Schiller’den etkilenen “Herber Marcuse” ise, “Biricik ilgili soru acaba insan gereksinimlerinin artık baskının ortadan kaldırabileceği bir yolda ve düzeyde yerine getirileceği bir uygarlık durumu usa uygun bir biçimde tasarlanabilir mi sorusudur.” diye sormadan edemiyordu. (Eros ve Uygarlık Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme, İdea yayınevi, 1998, 3. Baskı, s.117) “Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” Aristo Aristo, devletin amacını birliği sağlamak olarak görür. Eğitim ve ortak örf ile adetler birliğin temelidir. Platon akla ağırlık verirken, Aristo yasa ile geleneklere verir. Site her şeyden önce gelir. Aristo’ya göre bir tiran uyruklarının güveni, gücü ve kafası olmamasını isteyen kişiydi ve “Tiranlık, devlet dediğimiz siyasal birlik üstünde despotça yürütülen monarşi biçimidir.” diyordu (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s.99). Aristo “Politeia” (Politika) adlı eserde 3 yönetim biçimi sayıyordu: Monarşi (ama tiranlık olmamalı), Aristokrasi (ama grubun elinde olmamalı) ve Demokrasi (ama cahil kişilerin egemenliğinde olmamalı). Platon’a ve tilmizi Aristo’ya göre de tiran, aldığı kararlarda hukuk dışı davranan ve şiddete başvuran kişi olarak tanımlanmaktadır. Oysa halkın başbakanı “Prostates” (Halkın Koruyucusu) idi Aristo’ya göre... Aristo’nun amacı iyiye ve mutluluğa “Endomania”ya ulaşmaktı Erdemli yasaları savunuyordu. Mutluluk erdem olmadan varolamazdı. En iyi olan mutluluk da iyi niteliklerin uygulanması ve en geniş ölçüde gerçekleştirilmesi demekti. Mutluluğun ise 3 koşulun birlikteliğine bağlı olduğunu savunuyordu: Haz ve keyifli hayat, özgür ve sorumluluk sahibi yurttaş ile araştırıcı ve filozofça yaşam. Aristo’ya göre “Herkesin mutlu olarak yaşayabileceği biçimde düzenlenmiş anayasa en iyi anayasadır.” (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s. 212) Çağdaşı “Kıbrıslı Zenon” mutluluğu amaçlayan bir okul kurmuştu. Epiktotes, Kleanthes, Chrysipsos, Seneca, M.Aerelius, Poseidonius bu ekolün temsilcisi oldular. Orta sınıfçı olan Aristo, Politika adlı eserinde her şeyin aşırısına karşı olup “Polisi” dediği ılımlı yönetim biçiminin yozlaşmasıyla ya çoğunluğun (demokrasi) ya da azınlığın diktasının (oligarşi) ortaya çıkacağını ifade etmişti. Polisi ya da Polis, orta sınıfların oligarşi ile demokrasi karmasının yönetimi idi ve aşırı zengin ya da fakirlik gibi aşırılıkların site uyumunu bozacağını düşünüyordu. Sosyolog “Emre Kongar” tarihsel gelişim sürecine göre totaliter yapıyı İrtica (Gericilik) kategorisine koymaktadır. “Totalitarizm” günümüzde demokrasiye göre karşı devrimci sürec olarak tanımlanır (Neonaziler, Taliban, Ku Klux Klan vb.). Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezde toplandığı devlete mutlak itaat bekleyen diktatörlük biçimi. “Totus” Latince bütün demektir. “Totalitario” (Tekçilik) Benito Mussolini’nin icadıdır.. Totalitario sözcüğünü kullanan Mussolini’dir: “Devlet içinde herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse.” “Cesur Yeni Dünya”nın önsözünde, “Totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.” der “Devlet” devamlı ve üstün bir otoriteye sahip bütün olarak tanımlanmaktadır. Üç unsurdan oluşan bir bütündür: Halk, ülke ve yönetim ile düzen yani egemenlik. Mutlak monarşi hükümdarlıktır, cumhuriyet halk yönetimidir, meşrutiyet hükümdarla meclis… “Kötü yasalar zulmün en berbat şeklidir.” (Edmund Burke) “Faşizm”, kısaca “Sermayenin Diktatoryası” olarak tanımlanmaktadır. Mussolini, "Faşist devlet korporatiftir." demişti. Avusturyalı iktisatçı “Joseph Alois Schumpeter” sanayii gelişimini sağlayan gücün sermaye olduğunu ifade ederken kapitalizmin korporatist sosyalizme dönüşeceğini ileri sürüyordu. “Fascism Anyone” (Herhangi Faşizm) adlı makalesinde “Lawrence Britt” başta “Adolf Hitler” ve Mussolini’nin uygulamalarını inceleyerek vardığı tespitlerle faşizme ilişkin 14 karakteristik özellik belirlemişti. Bunlar şu şekilde ifade edilebilir: Dinle devleti iç içe geçirmek, kitle haberleşmeyi sıkı kontrol altına almak, adam kayırmacılık, rüşvetçilik, emeğe baskı, cinsiyetçilik, militaristlik ve sürekli milliyetçilik vurgusu, aydın ve sanatçıların dışlanması, polarizasyon (kutuplama) ve antagonizma (düşmanlar yaratma) siyaseti, insan haklarını çiğnemek ve hileli seçimler. “Korporatizm”, bizcilik, birlikçilik, birliktecilik demektir. Belli bir topluluğu içine alıp diğerlerini dışlamaktadır. Faşist Mussolini devleti bireyin üzerinde görüyor, ulusu da devlette cisimleştiriyordu. Birey yerine ulus-devlet varsayıyordu. 1945’te "Faşizm, şirketçilik (corporatism) diye adlandırılmalıdır. Çünkü şirket ve devlet gücünü birleştirir." demiştir. Naziler ise “Gamalı Haç”ı (Svastika) sembol yapmışlardır. Svastika, Yunan gama harfine atfen verilmiş tarih öncesi dönemden bir simgedir. Sankritçe su (iyi) ve asti (olmak) sözcüklerinden mutlu ve sağlıklı olmak anlamına gelir. Hinduizm, Budizm ve Jainizm’e göre kutsaldır. “Henri Michel” “Faşizmler” adlı kitapta, Nazilere aristokrasiden, üniversitelerden vs. seçkinlerin de büyük oranda katıldığını belirtiyor ve şunları yazıyor: “Nasyonal sosyalist parti üyelerinin büyük bir bölümü orta sınıflardan gelmekteydi ancak toplam üye sayısının üçte birini işçiler oluşturmaktadır. Parti kırsal bölgelerden çok kentlerde güçlü bir biçimde tutunmakta ve özellikle Katolik bölgelerde köylüler, en az düzeyde temsil edilmektedir. Her türden kadrolu memur sayısı yüksek tümü de fanatik Nazilerdi. Yani parti Alman toplumunun tümünü temsil etmekteydi.” (İletişim Yayınları, 2011, 1. Baskı, s. 51) Hitler faşizmi demokratik yollarla örülmüştü. Askeri yol deneyen monarşistlerin “Kapp Darbesi” başarısız olmuştur. Ancak yine de militarist hareketlerin yolu açmıştır. Hitler’in hukuk danışmanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı olan “Carl Schmitt” “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” adlı bir kitap yazmış ve anayasal çoğunluğun diktatörlüğünü savunmuştur. Sonra Schmitt’e faşist bir anayasa yazdırılmıştır. Propaganda bakanı “Joseph Gobels” ise Almanya’daki tüm haber kaynaklarını kontrol altına aldırır, kitapları da yaktırır. Yahudi ve komünistlerin öldürülmesi talimatını veren “Reinhard Heydrich” Gestapo’nun bağlı olduğu “Reich Güvenlik Başdairesi”nin (RHSA) başına geçer. “Herman Göring” “Gestapo”yu (Alman Gizli Servisi) kurmuş, Gestapo da sivilleri kışkırtmakla görevlendirilmiştir. Yahudi katliamlarından sorumlu “Adolf Eichmann” ise “Nihai Çözüm” (Gaz odalarındaki toplu kıyım) denilen toplama kampları ve “Seyyar Ölüm Birlikleri”ni (Einsatzgruppen) planlayan kişidir. Hitler ordusunun temelini oluşturan 1. Dünya Savaşında yenik düşen Alman ordusu mensuplarıyla Almanya’daki işsiz, lumpen ve devşirmelerden oluşan “Hür Kıtalar”dır (Freikorps). “Heinrich Himmler”in görevi Nazi SS lideri olarak toplama kampları açmak ve Nazi karşıtlarını yok etmekti. “Holokost”la (Yahudi soykırımı) 10 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuştu. Hitler’in savunma bakanı ise gerçek bir kasaptır, “Gustav Noske”... Hitler’in faşizm uygulaması Antika Roma gibi Avrupa proto faşizmin bir örneğidir. Yeni bir reichin hayalini kuran Hitler bu düşünceye “Üçüncü Reich” (Büyük Alman İmparatorluğu) demiş ve Almanlara şöyle seslenmişti: “Bin yıllık bir refah istiyorum.” Almanların reich dedikleri tarihteki 3 dönem zenginlik, refah ve krallık dönemlerini ifade etmektedir. İlki I.Otto’nun başındaki “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu”, ikincisi ise Bismark’ın başındaki “Alman İmparatorluğu”. 1933’teki seçimlerde de “Bana bir 10 yıl verin Almanya’yı tanınmaz hale getireyim” diyen Hitler 2.Dünya Savaşı'nda 65 milyon insanın ölümünden sorumludur ve bunların yüzde 67’si sivildir. 1940’ta İspanya, İtalya ve Almanya çelik paktı oluşturdular. Amaç Hitler’in Avrupa’daki hakimiyetini kolaylaştırmaktı. Hitler ve Mussolini’nin de desteklediği “Francisco Franco”, 1975’e kadar 36 yıl İspanya’yı diktatörlükle yönetmişti. Ordusunu “Falanks” (Falanjist) denen askeri birliklerden oluşturmuştur. Onu diğer faşist liderlerden ayıransa 2.Dünya Savaşı’ndan ve anti-semitizmden uzak duruşuydu. Franco da ideolojik olarak laiklik uygulamalarına karşı çıkan tutucu, gelenekçi ve köktenci bir diktatördü. Hemen yanı başındaki Portekiz’de de “António de Oliveira Salazar” “Yeni Devlet” (Estado Novo) adıyla sağcı otoriter bir rejim kurmuştur… Ortaçağın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan ve 18.Yy’da değerli maden ve servet birikimine dayalı bir ekonomik model baş tacı ediliyordu: “Merkantilizm ya da İktisadi Milliyetçilik”. Devletin kaynağını zenginlik ve tüccar çıkarı görüyor, ekonominin (kapitalizmin) sermaye birikimine dayalı toplum ve kültür içine yerleşmişliğiyle (embeddedness) daha sonra neo liberal sistemin dayanaklarını da oluşturur. “Zaman Mekan Sıkışması” (Time-Space Compression) terimini kazandıran İngiliz sosyal kuramcı “David Harvey”dir. Harvey, iletişim ve küreselleşmenin ekonomik açıdan zaman ve mekan farkını ortadan kaldırdığını vurgularken kapitalizmin coğrafyasının genişlemesiyle hız ve dolaşım boyutunun artmasının sermaye birikimini de kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Harvey, neoliberalizmin servetin üst sınıflarda toplanmasına yardım ettiğini savunmaktadır. “Yapıcı Yıkım” (Creative Destruction) adını verdiği kavramla sosyal adaletsizlik, bölünme ve farklılaşmaya yol açıldığını, “Fordist” dönemin “Esnek Birikim” olduğunu belirtmektedir. Harvey, neoliberalizmin liberal ve serbestlik (permissivenes) anlayışıyla gelişip yayıldığını, 1970’lerden sonraysa neoliberalizmin yeni muhafazakârlığa (neo conservatizm) dönüştüğünü savunmaktadır. Lenin, 1916’da kapitalizmin yeni piyasa (kaynak) bulmak amacıyla emperyalizme dönüştüğünü ifade eder (Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması). “Yeni Emperyalizm” (Kolektif Emperyalizm) ise para (finans) ve mali araçlar kullanılarak yapılan sömürüdür. “Demirtaş Ceyhun” da, “Haçlı Emperyalizm” kitabında “Emperyalist Kapitalizm”i (Yarı Sömürgeleştirme), ABD ve Batı’nın Türkiye’de çıkarına uygun bir yönetim kurmak amaçlı, toplumun gelişimine aykırı formlar verip mezhep ayrılıklarını ve kavgasını körüklemek, kültürel ve sosyal yapıyı yozlaştırmak ve yabancılaştırmak şeklinde tarif ediyordu (Broy Yayınevi, 2009, s. 58). “Yeni Amerikan Projesi” (PNAC), Washington merkezli Amerikan çıkarlarına göre uluslar arası pazar oluşturmayı amaçlayan, ABD’nin liderlik ve müdahalecilik politikasını yürüten (1997-2006) bir düşünce kuruluşudur. “Yeni Dünya Düzeni” ise küreselleşmeye tapıncın ikonlarından biri (Yalçın Yusufoğlu, Küreselleşme ve Emperyalizm, Belge Yayınları) ABD, Yeni Yüzyıl Projesi (PNAC) ve BOP planıyla Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek iddiasında. “Devlet İnşası” (2008) adlı kitapta “Francis Fukuyama” ABD’ye düşen rolü küçük devletlerin yapılandırılması ve güçlendirilmesi olarak görüyordu. Devletin bileşenleri, sosyal ve kültürel değerlerin küresel çıkarlara uygun dönüşümü, bürokrasi, kurumsal planlama, siyasal ve sosyal normlar olarak sayılmaktadır. Bu programın mimarları Samuel Huntington, Graham Fuller ve Zbigniew Brezinski gibi isimler dini uygulamalarının belirleyici bir özelliği olarak görürler ve muhafazakârlığı ABD politikalarının bir parçası olarak kullanmışlardır. Bu aşamada “Judeochretienisme” (Yahudi Hristiyanlığı) kavramı da din esaslı politikalarının temelini oluşturdu. Müslümanlığı dışlayan bu kavramla ABD’nin son yıllarda Ortadoğu’da yürüttüğü yeni muhafazakârlığa dayalı siyasi-askeri programı da çakışmaktadır. “Tanrı Krallığı” Papa XVI. Benedictus’un BM’de yaptığı konuşmada ABD’nin kontrol altına almaya çalıştığı ve musevilerle hristiyanların egemenliğinin aynı olduğunu savunarak olumladığı Ortadoğu’yu yansıtır. 16 Nisan 2008’de ABD’ye yaptığı ziyarette “George W. Bush”u siyasetçi değil inanç adamı olarak gördüğünü ifade etmiştir. 20 Eylül 2002’de “ABD Milli Güvenlik Stratejisi” başlıklı resmi belgede geçen “Önleyici Vuruş” (Pre-emptive Strike) doktrininin ana hatlarını “West Point” (ABD Kara Harp Okulu) mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada ortaya koyan Bush, “Güvenliğimizi tehdit eden bir rejimi devirmek evrensel hakkımızdır, düşmanımızdan önce savaşı düşmanı düşmana götürmeliyiz, planlar dağıtılmalı, tehdit yok edilmelidir.” demişti… “Neo Conservatizm”in (Neo-conculuk) düşünsel temelleri Hitler’in başhukukçusu (kronjurist) Carl Schmitt’in tilmizi ortodoks yahudi görüşleri modernize eden “Leo Strauss” tarafından atılmıştı. Siyaset felsefesinde “Yeni Muhafazakârlık” ya da “Yeni Sağ” (New Right) da denilen bu yaklaşım, “Milton Friedman” ve “Friedrich August von Hayek”in serbest piyasaya uyguladığı (liberal muhafazakâr) felsefik görüştür. “Friedmancılık”, süper kapitalizm ve sıkı para politikası yanlısı uygulamaları ifade eder ve 80 sonrası Reagan ile Teacher liderliğinde dünyaya empoze edilmiştir. Türkiye’de ise Turgut Özal’la dayatılmıştır. 1928’de kurulduğu ileri sürülen “Opus Dei” adlı gizli yapılanma papayı hristiyanlığın kutsal önderi olarak gören Vatikan’a destek veren varlıklı ve elit kadrolar oluşturmayı amaçlayan aşırı sağcı bir tarikat olarak değerlendirilmekteydi. “Olasılıksız” kitabıyla ünlü yazar “Adam Fawer” “Bilim ve Teknoloji Laboratuvarı”ndan (BTAL) sözediyor. 6 ana istihbarat ajansına (CİA, FBI, POD, FDA, NASA, NIH) çalıntı bilgi sağlayan bu kuruluşun temelinin de Truman’ın “Ulusal Güvenlik Ajansı”nı (UGA) kurmasıyla 1952’de atıldığını açıklıyordu. Bu kuruluş güvenlikle ilgili konuşmaları dinliyor, istihbarat birimlerine aktarıyordu. 130 ülkedeki bilim insanlarını dinleyerek günde 250 milyon görüşmeyi inceleyebiliyordu (Olasılıksız, April Yayıncılık, 52. baskı, s.37). “Ulusal Güvenlik Teşkilatı” (NSA) yabancı ülkelerin telefon, e mail vs. takip ederek bilgi toplayan hatta Sovyetlerin dağılmasında etkin rol oynayan bir kuruluş olarak değerlendirilmekteydi. ABD gibi emperyal ülkeler aynı zamanda “Gönüllü Casusluk” (Walk-in Spy) gibi farklı yöntemlerle de etkili olmaktaydı tabi… Popüler kültür ve kapitalist meta kültürünün insan psikolojisini bozup aşındırarak yabancılaştırdığını savunur Alman düşünür ve toplumbilimci “Max Horkheimer”. “Kültürleme” toplumsal uyumu için bireye geleneksel değerlerin empoze edilmesidir. Emperyalizmin de amacıdır. Günümüz ekonomik pratiği protofaşizmin saldırgan ve açık işgalcilik stratejisi gibi olmasa da değişik yöntemlerle sömürüye devam ediyor. Hitler’in saldırgan devlet politikası olarak ileri sürdüğü “Lebensraum” (Yaşam Alanı) politikasının yerini benzer biçimde çok uluslu işletmelerce yürütülen “Land Grabbing” (Arazi Kapatma) politikası da almış bulunuyor… Ve Şirketokrasi… Şirketokrasi ne demektir? Kısaca şirketler tarafından kontrol edilen ekonomik ve politik sistem. Günümüzde ABD’de hasıl olan model “Şirketokrasi” olarak adlandırılır. “Jeffrey Sachs”a göre ABD’de hakim olan sistemin adıdır şirketokrasi. Oluşumunda 4 neden var: Ulusal partiler zayıf kişisel temsil güçlüdür, ABD ordusunun etkisi büyüktür, Şirketlerin seçim kampanyalarına etkisi fazladır Ve küreselleşmeyle işçilerden soyutlaşan dengesizlik. “C.Wright Mills”e göre bu sistemde denge güçlü elitlerden yana. Ülkenin geleceğini bankalar ve şirket sahipleri belirlemektedir. Doğanın ve insanın sömürüsünün nedeni bu dengesizlik… “Bir kandırma ve yanılgının etkisi altında olmasalar insanlar asla özgürlüklerinden vazgeçmezler.” (Edmund Burke) “Lord Brougham” “Eğitim bir insanın diktatör olmasına değil, önder olmasına yarar.” diyordu. Saraysız Başkan olarak da anılan Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica, eski bir gerilla lideriydi ve maaşının çoğunu dünyanın en fakir başkanı olarak yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. Mujika örneği, Latin Amerika’da da sosyal sınıfların mücadelesiyle isabetli liderler çıkarılabileceğinin iyi bir kanıtı. ABD Başkanlık Sistemi de dahil bugün çoğunluk sistemine dayalı siyasal sistemler ve seçimler, kazanan partilerin hükümet adına çalışması için eş, dost ve seçmenine görev taksimine (spoil system) açık… Partikülerleşme, nepotizm ve kliyentalizm… Bunlar bu sistemlerin yarattığı sorunlar… “Partikülerizm” (Tikelcilik ya da Yörecilik), salt aile ve yakın çevreye güvenç, bir toplumsal çözülme ve bölünme belirtisidir. “Nepotizm” (Akrabadan Gelen Torpil) patronaj ilişkilerinin aracı olarak devlet olanaklarından yararlanmada adaletsizliğin önemli etkenlerinden birisidir. Ve “Kliyentalizm” de (Kollamacılık) genelde cumhuriyet ve demokrasi dışı yönetim biçimlerinde otoriteyi ya da yönetimi ele geçirmeyi planlayıcı himaye sistemidir. Seçmene seçilebilmek için ayrıcalıklı destek ve hizmet sunmak fakir ülkelerde sıkça görülen bir durumdur. Mikro faşizm… “Mikro Faşizm” ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Küçük ölçekli ırkçılık, yerel milliyetçilik, ayrımcılık gibi sonuçlar doğururlar. (Mahalle baskısı 1981’de Şerif Mardin’in bir makalesinde kullanılmış ilk kez. Tanıl Bora ise Birikim Dergisi’nde sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti.) “Coşkun Can Aktan” demokrasi'nin başarısızlığının ya da imkânsızlığının sebeplerini "Eksik Enformasyon" ve "Siyasal İlgisizlik" olarak görüyordu. (Demokrasi Poliarşi ve Demarşi, Çizgi Yayınları, 2000) Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden İtalyan hukukçu ve filozof “Cesare Beccaria, "Her zaman sıradan ve bayağı bir adam olan yüzsüz, yalancı, bilgisiz biri; halk içinde tapınılacak konuma gelebilir. Ancak, aynı kimse aydınlatılmış bilgili bir halk tarafından sadece bir aşağılanma konusudur." der. Halkın seçtiği temsilcilerin güç ve yetkilerini sınırsızca kullanmalarını sağlayan üzerinde önemle durduğu siyasal bilgisizlik, miyopluk, unutkanlık (amnesia) gibi gerekçeler yanında liderlik ve elitizme yol açan çoğunlukçu siyasal sistem ve toplumsal yasalardaki eksiklerdir. 1961 anayasasına da giren sosyal barış, sosyal adalet gibi ekonomik ve sosyal yaşama ilişkin sosyal devlete özgü birtakım kavramlar ancak sosyal sınıfların mücadelesiyle gelişebilmiştir. “Konformizm” bir kimsenin sorgulamasına engel olan etkene uyması marx’a göre sebebi siyasal haklardan yoksunluktur. Zıttı ise, Kollektivizm’dir. “Kollektivizm” ise toplumsal kararlara etkin katılım, toplumsal çıkarlara uygunluk ifade eder. Lenin, “İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlâksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.” demektedir. Osmanlı döneminde de halk isteklerinin en büyük bölümü baskıcı devlet işlem ve eylemlerinden yakınma olarak ortaya çıkarken Cumhuriyet ve çok partili siyasal düzen siyasal hak ve ödevlerin kullanılması gereğini ortaya çıkarmıştı. Halkın temsilcisi karşısında çıkarını ve kendisini koruyacak bir duruma gelmesini sağlamak ancak yönetilenleri gerekli bilgilerle donatarak yönetilenle arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracak seçileni seçene karşı savunma olanağı veren ve kimi üstünlükler sağlayan içreklik kabuğunun ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. TAMER UYSAL -B İ T T İ- *

  • REN’E ŞİİR

    Yusuf Aksoy * Gelip geçenleri çok olur kıyılarından bedenindeki ağır yükünü kimse bilmez kimse bilmez nefes olduğunu liman liman dolaşır ağrılarıyla kirlenirken yaşam verdikleri ahde vefa salt vicdana dairdir bilinmez! kalbe ilaç gibi gelirdi Lorelei’ın çılgınca şarkıları Main ve Ren’in suları kucaklaştığında nehre saygı çağrısıydı belki şarkılar saygıyı ganimet-i talan bilenler arzularının kurbanı oldular suyun bilinmez derinliklerinde beton ve metal duvarlarla kuşatılan nehir daha bir durgun akıyor son zamanlarada balıklarının tümden öldüğü vakit yerin ulaşılmaz dibine gizlenecektir dolaşır Ren orta yerinde Almanya’nın bir uçtan bir ucuna hayat verir derin vadileri de aşarak düzler ovaları yeşile bezer gözün aldığı muhtaç yerleri kıyılarında babam da dolaşırdı kâh coşar kâh susarak dolaşırdı düşlerine küskün memlekte hasret anaya babaya ve kardeşe hasret umuda yine de hep dosttu gülerdi sessizce çocukları anlatırken bu gittiğimde aradım babamın izlerini Ren’e saygıyla seslendim babamı tanıyorsun diye yokluğunun sızısını duydu bence durdu. hiç kımıldamaz oldu eli yüzü sustu nehir, ben susunca yanı başında griye döndü hava birden nehre bakan gözlerim ıslandı karardı gün durup dururken gün ortası karanlık oldu babası gidene yarım yüzyıl komşu oldu babam Ren’e hiç incitmedi suyu ve hayat verdiklerini nehir çok sadık bir dostunu yitirdi izi izini bilenlerce hep takipte olacak

  • Mavi Lotus

    Fadime Y. KAROĞLU * Ne çok hasret birikmiş, Ne çok! Kavuşmaya An kalmışken. Kim cesaret edebilir Koparmaya? Bulanık sularda göğeren Lotus çiçeğini. Dalga dalga çoğalıyor Köpük köpük kabarıyor Umutlar. Sudaki yosun Çiçeğe durmuş, Bir çocuk büyüyor Mavi mavi!..

  • BİR ÇİÇEKLE BAHAR GELİR Mİ

    Fuat ÖZGEN * Bir çiçekle bahar gelir mi? Bir kardelen soğuğa, kara kafa tutup açarsa Diğer çiçekler onun cesaretine hayran kalıp İç etkiyle tomurcuklanıp, açılıp Biçimleri, renkleri, kokularıyla Baharı getirir. Bir kişiyle kurtulur mu koca ülke Bir öncü ön alıp Samsun’a çıkarsa Halkı inandırırsa kendine Birler bin olur, cephe kurulur Ülke kurtulur. Bir türküyle kendinden geçer mi binler? Şöyle içten, yanık bir türküyse Dokunuyorsa gönüllere Dalga dalga yayılır gök kubbeye Dünya şenlenir. Bir aydınla aydınlanır mı insanlık Bir söz, bir düşünce etkili olursa Yakıp kavurursa beyinleri Devindirir ezilenleri Kölelik, sömürü sona erer Devrim gerçekleşir.

  • BURALARDAN BİR ANNE GEÇTİ

    Nurten B. AKSOY * Anneliği Yaşayan ve Yaşatan Tüm Annelere Günümüzde “üvey anne, üvey baba, üvey evlat” kavramına toplumun bakışı hayli değişse de çocukluğumuzda okuduğumuz, dinlediğimiz ya da izlediğimiz kötü üvey anne veya üvey baba öyküleri iz bırakmıştır çoğumuzun yüreğinde. İster istemez duyduklarımızın etkisiyle onlara hep öfkeyle, önyargıyla belki de nefretle baktık yıllarca. İşte bu kötü algıyı değiştirecek sıcacık bir üvey anne-kız öyküsünü bir Anneler Gününde sizlerle paylaşmak istedim… Yüreği anne sevgisiyle dolu tüm annelerin günü kutlu olsun… **** Bizler 60’lı-70’li yılların çocukları, Kemalettin Tuğcu'nun yazdığı acıklı öykülerdeki üvey annelerin yaptıklarını okurken gözyaşları içinde hep lanetlerdik onları. Çevremizdeki üvey anneleri izler, gözlerdik merakla; çocuklarına nasıl davranıyorlar, ayırım yapıyorlar mı diye. Hep eleştirilecek bir şeyler arardık, hep kusur bulurduk o annelerde. Ben de büyürken ister istemez aynı duyguları taşıdım ve hep "zavallı çocuk" diye acıdım o çocuklara. Bir gün kendimin de bir "üvey anne" olacağını nereden bilebilirdim ki? İnsanlar genellikle evlendikten sonra anne olurken, ben daha evlendiğim gün anne olmuştum, hem de on yaşında bir çocuğun annesi. Henüz genç bir kızken öğretmen arkadaşlarımdan çocuklu-dul erkeklerle evlenenler olmuştu. Bense o zaman onları yadırgamış, belki de farkında olmadan kınamıştım. Oysa birkaç yıl sonra eşim bana evlenme teklif ettiğinde, eşinden ayrılmış dul bir adamdı. Bir kız çocuğu olduğunu söylediğinde nedendir bilmem, ağzım dilim bağlanmış, çocuğunu hiç problem etmemiştim. Evliliğimizin ilk aylarında babaannesi ile kalan ve bana “abla” diyen eşimin kızı, yani üvey kızım, bir müddet sonra bizim yanımıza yerleşti. Bu arada üç yıl arayla oğullarımız dünyaya geldi. Kızımız ilk kardeşi doğduğunda onu hayli kıskansa da zamanla kardeşlerini çok sevdi, âdeta onlara ikinci bir anne oldu, tabii onlar da ablalarını çok sevdiler. Oğullarım bana anne dedikçe kızım da farkında olmadan bana “anne” demeye başladı. Bizim ilişkimize gelince; birbirimizi tanımaya çalışırken zaman zaman hırçınlaşıp çatışsak da birbirimizi anlamaya ve sevmeye çalışıyorduk. Zaman içinde üvey kızımın benim için oğullarımdan hiçbir farkı olmadığının ayrımına vardım; ama çevremiz hatta en yakınlarımız bile hep bizi, daha doğrusu beni izliyorlardı merakla. Biz kızımla birbirimize bağlandıkça onlar aramızı açmaya çalışıyorlardı niyeyse. Liseye başladığında kızımın üstelik bir de öğretmeni olmuştum ve aynı şeyleri zaman zaman okulda da yaşamaya başlamıştık. Kızıma iyi davransam "Bak çocuğuna farklı davranıyor" diyorlardı; sert davrandığımda da "Eee, tabi üvey anne, ne olacak" deniyordu. Yani üvey anne olduğum için ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabiliyordum. Derken yıllar geçti; çocuklar büyüdü, kızım üniversiteye gitmeye başladı ve o uğursuz yıl geldi... Babamızı aniden yitirdik ve hepimiz yetim kaldık. Ama bu acı kayıp kızımla beni ve kardeşlerini daha çok bağladı birbirimize, sevgimiz daha bir çoğaldı, pekişti. Yıllar sonra kızım evlendi, anne oldu, hem de mükemmel bir anne. İki tane dünya güzeli yavrusu var şimdilerde, yani benim torunlarım. Kırk yıla yakın, geçen bu zaman diliminde aramızı açmaya çalışanlar hiç ama hiç başarılı olamadılar çok şükür. Biz artık hem anne-kız hem de çok iyi iki arkadaş ve dert ortağıyız. Şimdi ayrı şehirlerdeyiz, aramızda mesafeler var; ama ne çıkar, sevgimiz öylesine büyük ve sağlam ki... Kızımın sıkıntılı bir döneminde onu görmek için iki üç günlüğüne yanına gitmiştim. Döndükten birkaç gün sonra mailimde bulduğum, aşağıdaki mektup belki de ondan aldığım en güzel hediyeydi… Buralardan Bir Anne Geçti Hayat bazen insanı öyle dibe vuruyor ki hiçbir gücün onu bir daha yukarı çıkaramayacağına inanıyor insan. Eğer hâlâ nefes alıyorsan, öyle zamanlarda bile yaşama dair bir umudun var demektir. Benim halim işte bu umutsuzluk ve dibe vurmuşluk hali. Uzun zaman içime dönüp baktığımda hiçbir ışık, heyecan ve umut bulamadım. Bitkin, bezgin, bıkkın ve bu durumu anlatabilecek ne kadar kelime varsa hepsinin etkisi yüreğimi çevrelemiş, sıkıyordu. Hep bir kaçış ve kurtuluş yolu arıyordum; ama insan kendisinden nasıl kaçıp kurtulabilir ki? İhtiyacım olanlar; bir samimi kucaklama, sırtımın sıvazlanması, beni kendime getirecek birkaç söz, gözüme içtenlikle bakılması, yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımın silinmesi gibi şeylerdi aslında. Tüm bunlar için eşimin verdiği desteği asla göz ardı edemem. Hatta hayatımın hala sürüyor olmasının sebebi onun desteği, çocuklarımın sevgisi ve bana olan ihtiyaçlarıydı. İşte böylesi sıkıntılı günlerimde bana gelen bir büyük destek de bir annedendi. O beni doğurmadı. Sadece anne nasıl olunur, evlada neler yapılabilir iyi biliyordu ve bu bilgiyi beceriye dönüştürdü. Bana zaman ayırdı, benim için çaba harcadı. Sevgi emek ister ya hani, işte bana onu verdi. İnsanlar, “Doğuran anne ve bakan anneyi" tartışadursun, ben gerçek annenin “Anneliği hissettirebilen” olduğunu öğrendim. Beni görmeye geldiğinde birlikte geçirdiğimiz sayılı günlere rağmen, o günleri dolu dolu yaşattı bana bu anne. Birlikte geçirdiğimiz son akşamda, ona omuzlarına alsın diye bir şal verdim. O gece kullandı ve ertesi gün kaldığı odada bıraktı gitti şalı. Odayı toparlarken şalı elime alınca kokusu burnuma geldi, içime çeke çeke kokladım ben de. “İşte!” dedim, “Mis gibi anne kokuyor.” Bu kokunun bana hissettirdiği şey gerçek anneliğin ne olduğuydu. Onu bana gönderdiği için Rabbime şükürler, bana geldiği içinse o anneye teşekkürler olsun… Dilerim ki; Allah tüm annesizlerin yüreğini avutsun. Artık başladığım cümleyi tamamlayabilirim… Buralardan bir anne geçti, bana kokusu kaldı…” Kızın Elif Kaynak: “İmza: Ben” Kitabı

  • YOL AYRIMI

    Niyazi UYAR * Bir şey olmanın icapları vardır, onları yerine getirmeden bir şey olunmaz. Bu meslek sahibi olmak içinde böyledir, insan olmak için, ulus olmak, devlet olmak içinde böyledir! İnsan olmak, sonra da birey olmak her şeyden önde gelir. Önce insan olmak, birey olmak lazım. Sen, sahiden haktan hukuktan, adaletten yana isen, başkasına saygı duyabiliyorsan, insansın demektir, birey oldun demektir. Ulusların ulus olabilmesi, devletlerin devlet olabilmesi, ancak ve ancak onu meydana getirenlerin birey katarına çıkabilmesi ile mümkündür! İnsanın birey olabilmesi, demokrasi ile yönetilen ülkelerin olmazsa, olmazıdır. Demokrasi, özgürlük bambaşka bir şeydir. Onun kıymetini inşallah kaybedince anlamaz insanlık, yoksa giden gider Afganistan'da, İran'da olduğu gibi! Çünkü o, ekmek, hava, su kadar gereklidir. İnsanların bana neciliği, duyarlı yurttaşları da hiç hak etmedikleri bir yönetime mahkûm ediyor! İnsanın insan gibi yönetilmesinin önündeki en büyük engel birey olamayanlar, kolay kandırılan çoğunluktur. İnsanın kendi kendine ettiğini, cümle alem bir araya gelse yapamazmış. Bu açmazı, insan ruhundaki tembelliği, bireyciliği iyi analiz eden, sermaye, emrindeki güçleri çok iyi kullanarak, toplumun aydınlanmasına, onların hakikaten iyi bir yurttaş gibi yaşamasına izin vermiyor. Zaten, insanın insan gibi yaşayabilmesi antidemokratik, teokratik ülkelerde imkansızdır. Çünkü o yöneticilerin istediği, kendilerine tabi, söyledikleri her türlü yalana kanan bir kitle yaratmaktır, bunun için kim engel çıkaracak, her şeyi yaparak acımazsızca bastırmaya çalışır. Yetkileri elinde bulunduran siyasal iktidar, kolluk kuvvetlerini, adli makamları, hatta basın yayın organlarını öyle bir kullanır... Ve gerektiğinde her türlü hileye başvurur aynen Muaviye gibi. Hani Muaviye'nin erkek deve, dişi deve hikayesi vardır ya! Küfelinin erkek devesini, Şamlının, bu dişi deve benim deyip sahiplenmesi gibi. Hikaye kısaca şöyledir: Küfeli, Ali taraftarı, Şamlı da Muaviye taraftarıdır. Şamlı, bu dişi deve benim deyip sahiplenmek ister. Küfeli, bu deve benim, üstelik de erkek, der. Olayı kadı olan Muaviye’ye gidip anlatırlar. Muaviye, devenin Şamlıya ait olduğunu söyler. Hatta derki gel bunu ahaliye de soralım, der. Ahaliye sorarlar. Muaviye! “Bu dişi deve, Şamlınındır değil mi?” der. Onlar da evet, bu dişi deve Şamlının," der. “Bak gördün ya her dediğime inanan emrimde binlerce insan var. Bu devenin erkek olduğunu ben de biliyorum, sen de biliyorsun. Selam söyle Ali’ye, tedbirini ona göre alsın!” Yönetenlerin amacı işte böyle bir kitle yaratmaktır. Onlar okuyup yazan, sorup sorgulayan, düşünen insanı sevmez, onların istediği: “Evet efendim, sepet efendim, siz daha iyi bilirsiniz efendim, emredersiniz efendim…” Böyle insanlarla bir arada yaşamak, cehennemin dibinde yaşamak değil de nedir? Görünen şu ki, ülkemiz de böyle bir yol ayrımına iyiden iyiye girdi. Toplumsal dayanışmayı, bir arada yaşama reflekslerimizi, yok ettiler, her şey mubah oldu, yalan, dolan her şey! Görüyorsunuz, yalanları, kışkırtmaları, her gün bizi, birbirimize düşürmek için, insanların doğuştan getirdiği farklılıkları kaşıyorlar durmadan. Goebbels tarzı bir algı ile en adi yalanları söyleyip adeta seçime değil de savaşa gidiyoruz. Bakın en kutsal değerlerimiz, yalanlarla nasıl tahrip ediliyor, bir arada yaşama, millet olmanın temeline dinamit koyuyorlar her gün! Yazımın mihenk taşını iki anekdota dayandırıp bir şeyler yazmayı düşünürken, benim mürekkepli kalem alıp başını gitti yine. Diyecektim ki, Stalin’in tavukları. Hani Stalin bürokratlarını çağırıp zulmünün gerekliliğinin bir örnekle kanıtlamak ister. Amacı, halka ne kadar çok zulüm yaparsan, halk o kadar çok biat eder. Bunun için yanındakilerden bir tavuk getirmelerini ister. Tavuğu getirirler, Stalin tavuğun diri diri tüylerini yolar. Bağrış, çığırış, tüysüz, cascavlak kalan tavuk, sağa sola deli danalar koşturur. Stalin tavuğu çağırır avucundaki yemden verir. Yemi yiyen tavuk, onun peşinden ayrılmaz olur. İşte böyle insan da acaba tavuk gibi midir? Diğer anekdot, “celladını kurtarıcı olarak görenler, aynen kasabın bıçağını yalayan ahmak koyunlara benzer,” derler… Bu iki örneği güncelleyip bugüne indirgeyecektim, mürekkepli kalemin gemini asıldım, bıraksam kendi haline neler yazacak kim bilir? Demokrasi, hakikaten çok kıymetlidir, insan hayatında su, ekmek, hava ne ise demokrasi ve özgürlük de odur. Hak, hukuk, adalet, demokrasidir, insan olmaktır. Aziz Atatürk’ün, bin dokuz yirmilerde bizi cumhuriyetle tanıştırması, çağdaş batı ülkelerini hedef olarak göstermesi, kadınımıza insan olmanın vasıflarını vermesi fevkalade değerlidir. Hoş bazı kadınlarımız ne yaptıklarını bilerek veya bilmeyerek, ilkel çağdışı bir anlayışa inanmışlar nankörlük yapıyor. Onları fazla değil, bir ay Afganistan’a göndermek lazım... Demokrasiyi hazmetmek, demokrat bir insan olmak, öyle akşamdan sabaha olacak şey değildir. Emek ister, birikim ister. Bakın Asya ülkelerine, İran’a, Afganistan’a, Pakistan’a… Arap yarımadasındaki devletleri saymıyorum bile. İran’ın, Afganistan’ın, Pakistan’ın yetmişli yıllardaki sosyal yaşamına, o yılların belgeleri, fotoğraflarına bir bakın bir de bugünlerine! Kadınlar sokağa çıktı diye sokak ortasında kırbaçlanıyor. Küçük küçük çocuklar burkaya sokulmuş, sakal kesmenin yasak olması sebebiyle küçük erkek çocuklar, seyrek seyrek pis sakal bırakmak zorunda kalmışlar… Bin dokuz yüz yirmi üçte rejimin adını, Cumhuriyet olarak belirleyen kurucu irade ve Aziz Atatürk, sonraki yıllarda insanımızı kulluktan alıp birey katarına çıkarmak, bazı batı ülkelerinden önce ileri hamleler yaparak, kadınımıza, insanımıza hak ettiğini kendi eliyle teslim etmiş! Ancak ne acı değil mi, emeksiz yemek olmazmış, bu haklara kolay sahip olan insanımız, özellikle soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız, insan gibi yaşamanın kıymetini bilemediler… Önümüzdeki günlerde, Mayıs’ın on dördü, bir kavşak noktası, bir yol ayrımıdır! Bakalım nasıl hayat bulacak, millet kendi eliyle, kendi geleceğini, hepimizin geleceğine dair nasıl bir karar verecek göreceğiz? İnşallah elimiz kırılsaydı, demezler, inşallah cehennem ateşini harlandıracak bir edinim içinde olmazlar. Benim en çok ağrıma giden, kadınların, kendi yaşamlarını yıllardan beri hüküm süren erkek hegemonyasına bile bile teslim etmeleri. Ve ve ve ve, kimi siyasetçilerin maddiyat uğruna, kişisel egoları uğruna, çapsızlıklarından ötürü hepimizin geleceğinin cehennem ateşinde daha çok yanmasına, vesile olmaz! Anam derdi ki Allah versin zevalcıklarını toprak doyursun gözlerini!

  • POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM

    - 2 - Tamer UYSAL * (2) POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (2) Eski Roma’nın siyaset felsefesine Eski Yunan kadar spesifik bir katkısı olmadı. Eski Yunan’ın evrensel düşüncesini alarak aynen uygulamış yasama ve yönetim kurumlarını günümüze aktarmıştır. “Ingenuus” Roma hukukunda doğuştan özgür olma durumunu ifade eder. I.Justinianos’un emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan çalışmalar sonucu o zamana kadar uygulanan Roma Hukuku “Corpus Juris Civilis” denilen külliyatı toplamıştı. Günümüzde Avrupa ülkelerinin hukuku temeli bu külliyata dayanmaktadır. Şehir ya da site, “Synoecism” (topluluk ya da birliği) ve “Prytaneium”tan (meclis binası) oluşmaktaydı. Bunlar da bugünkü “Müessesat-ı Medeniyye”ye de (uygar kurumlara da) tebarüz etmiştir… Eski Roma’nın merkezi “Palatino Tepesi”nde idi. “Palace” (Saray) sözcüğünün etimolojik kökeni buradan gelmektedir. Eski Yunan’da kentin yönetildiği meclis (senato) binalarına “Bouleterion” denirdi. “Prytanis” (başyargıç) ise Atina sitesi kent konseyine (senato) 15 hafta süreyle başkanlık ederdi… Eski Roma’da ise “Odeon”lar bouleterion olarak da kullanılmıştı. “Concilium” (Konsül) ya da “Curia” erkekler topluluğu demek olan Latince “Covia” sözünden gelir. Kabile ve topluluk üyelerinin bir araya gelerek tartıştıkları yer anlamındadır. Senato sözcüğüyse Latince “Senex” sözünden gelip yaşlı erkek anlamındadır. “Municipium” Latince kasaba ya da kent demektir, onun çoğuluna “Municipia” denir. Günümüzde İngilizcede belediye anlamında kullanılan “Municipality” sözcüğü de işte buradan gelmektedir. “Municeps” yurttaş demektir... Roma’nın yöneticileri halk tarafından seçilirken diğer kentlerin yöneticileri merkezden, Roma’dan atanmaktaydı. Soyluluklarına göre seçiliyorlardı. Curia bir anlamda yerel yönetimin gerçekleştiği yer anlamına gelir. Roma Forumu yapısı günümüzde kısmen de olsa tüm ihtişamıyla ayakta. Municipium denen kent ya da kasaba niteliğine sahip her yerde senato ve yerel yöneticiler bulunurdu. Antik Roma yerel yönetim meclisi “Ordo decurrionum” 2 yargıçtan oluşan bir yürütme meclisiydi. Belediye, vergi, güvenlik gibi işler uhdesindeydi. Sırayla kent yönetimi, 4.Yy dan başlayıp 7.Yy’dan sonra ortaçağda tamamen özerkliğini yitirerek başpiskoposluk merkezine dönüştü. Doğu’da merkezi devletler batıda ise 11.Yy’dan itibaren 15.Yy’a kadar komünler orta çıkmaya başladı. Ticaret geliştikçe “Burg” denen kaleler belirmeye başladı. Burglar krallar tarafından da desteklendi. Çünkü krallığın geliri onlar sayesinde arttı ve orta sınıflar da gelişti. Kentin kuruluş simgesi kral ve feodal beyden alınan “Charte” idi. Charte, anayasal bildirge ya da nizamname, devletin veya yüksek otoritenin düzenlediği ayrıcalıkların belirtildiği özerklik izin ve yetki belgesiydi. 12.Yy’dan sonra kentler monarşik devletlere dönüşmeye başladı. Kentsel barış yani kentlere özgü ceza hukuku uygulaması da başladı… Eski Yunan ve Roma’da (antikite) kentlerde meşru birlik, “Auspicia” (Yönetime Katılım) klan ve aşiretlere (curia) veya politik kabilesel birliklere (soy) gibi geleneksel ya da ritüelistik biçimlere (Tribü) dayanabilirdi. Çünkü kent bir sınıfın çıkarlarına göre şekilleniyor dönem dönem bu sınıfa hizmet eden mekanlar olarak şekilleniyordu. Hukuken güçlü olmasına rağmen fiilin güçlü olanın dediğini yapan organlar (süper noter) hale de dönüşürler. “Kentin meclis üyeleri ve öteki memurları, lordun görevlileri olarak atanmayıp şehir halkı tarafından seçildikleri durumlarda bile şehir halkının temsilcisi değillerdi. Bu memurlar için kentsel hukuk, lordun hukukuydu.” diyordu Max Weber. (Şehir Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 2015, 11. Baskı, s. 124) Sanayileşme ve küreselleşme kentin yapısını da değiştirirken para, mal ve bilgi akışına yön veren büyük kentler olmuştur. New York, Tokyo ve Londra gibi. John Friedmann ve Goetz Wolff bu kentlere dünya kenti adını verdiler… Eski Roma toplum yapısı, patriciler (soylular), praetorianlar (erken dönem orta sınıf) ve plepler (Roma halkı) diye genel iki sınıfa ayrılmıştır. Yani yöneten ve yönetilenler. Eski Roma devletinin en tepesinde halk meclisi tarafından 1 yıllık görev için seçilen ve devleti birlikte yöneten iki yönetici (konsül) bulunuyordu. Bu unvan Fransız Devrimi sırasında 1792-95 arasında Fransa’yı yöneten “Ulusal Konvansiyon” (Ulusal Meclis) ardından kurulan “Direktuvar” (Direktörler) yönetiminin darbeyle dağıtılmasından sonra Napoleon’un başına geçtiği hükümet için de kullanılmıştır. 5 kişi ile başlayan direktuvar idaresinde toplam 13 kişi görev yaptı. Meclis ise Yaşlılar ve 500’ler olmak üzere iki kısımdı. “500’ler” yasama meclisiydi. “Napoleon Bonaparte” 1799’da bir darbe yaparak direktuvar yönetimini dağıttı ve kendisini de kurulan Konsül idaresinin başına 1.Konsül atadı. Konsül, ülkeyi beraber yöneten 3 devlet başkanından biriydi. İktidar ve mülkiyet temelli temsilden yana bir burjuva siyasetçi ve bir din adamı da olan eski direktuvar üyesi “Emmanuel-Joseph Sieyes”in hazırladığı darbe anayasası ile Napoleon Bonaparte, Emmanuel-Joseph Sieyes ve “Pierre-Roger Ducos” konsül oldular. Anayasayı değiştiren Napoleon kendini en üst konsül ilan etti. Napoleon daha sonra 2 konsülü değiştirdi. Cumhuriyet görüntüsüyle bir diktatörlük rejimi oluşturdu. Şubat 1800’de halka Napoleon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayan bir referandum düzenlendi. Napoleon ömür boyu konsül oldu. 1802’de cumhuriyet ilan edildi. Napoleon bu defa devlet başkanı seçildi. 1804’te yine halk oylamasıyla imparator seçtirdi. Ancak akrabalarını tahta geçirmesi, milliyetçi akımlar, içteki karışıklıklarla savaşlar yenilgileri, işsizlik, vergiler vs. sonunu hazırladı. Sürgünde öldü. Alexis de Tocqueville’nin “Demokrasi bir toplumun özelliği olduğunda, hangi koşullarda yönetimin de niteliği olur ve diktatörlüğe götürmez.” sorusuna yanıt aradığı ABD gezisine ilişkin gözlem ve düşüncelerini ifade ettiği bir kitaptı “Amerika’da Demokrasi”. Bu kitapta şöyle der, “Tüm zamanlarda tehlikeli olan despotizm bilhassa demokratik yüzyıllarda korkulacak bir şeydir.” (s. 540) “Hükümetler alışıldığı üzere iktidarsızlıktan veya tiranlıktan dolayı yok olurlar. Birinci durumda, hükümetler iktidarı kaybederler; diğerinde ise iktidar hükümetten zorla alınır.” ( Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, 1. Baskı, 2016, İletişim Yayınları, s. 269) Aristokrasi ve monarşiyi reddeden Tocqueville kendini yeni tür liberal olarak tanımlıyor ve demokrasinin içinde doğduğu ve sürdüğü özgül koşulları yerinde incelemek istiyordu. Bu sistemde ortaya çıkabilecek eski tiranlıklardan farklı ılımlı despotizm tehlikesine de işaret eder. Bu düşünür üzerine son elli yıldır çeşitli incelemeler yapılmış. Liberaller ve bazı sol çevreleri de etkilemiş Tocqueville… Bu ilgi demokratik devrim sonrası ortaya sürdüğü demokrasi düşüncesi ve özgürlük çağrısında bulunmasından dolayı: “Aslında ben özgürlüğü tüm çağlarda sevebilirdim, ama içinde bulunduğumuz çağlarda ona hayran olmaya meylediyordum.” diyor. (Amerika’da Demokrasi, İletişim Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 754) Alexis de Tocqueville, “De la démocratie en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) kitabını 1848 devrimlerinin öncesinde Temmuz Monarşisinden sonra yazdı. Yani kitap burjuva kral ve liberal büyük burjuvazi destekli (mali sermaye) ılımlı bir liberal olan Louis Philippe döneminde (1835-1840) kaleme alınmış. Fransa İmparatorlarından Louis Philippe monarşisi (1830-1848) parlamento yönetimini de yani meclis hükümetini de desteklemişti. Ancak aşırı demokrasiye karşıydı ve işçi ve orta sınıfların ayaklanması sonucu büyük burjuva destekli yıkılmıştır… Demokratik cumhuriyetin sürdürülmesine katkıda bulunmuş üç ögeyi federal yapı, kentsel kurumlar ve yargı kuvveti olarak gösteriyordu… Bu kitabın gayesi de Birleşik Devletlerde uygulanan yasaları anlatmaktı: “Birleşik Devletler’de yürütme kuvveti kendisi adına eylemde bulunduğu egemenlik gibi sınırlandırılmıştır ve müstesnadır; Fransa’da ise her yere yayılmıştır. Amerikalıların federal bir hükümeti vardır; bizim ise ulusal bir hükümetimiz. Birleşik Devletler’de egemenlik birlik ve eyaletler arasında bölünmüştür, oysa bizde tektir ve sıkıca bağlanmıştır; buradan Birleşik Devletler’in başkanı ile Fransa’daki kral arasında gördüğüm ilk ve en büyük fark ortaya çıkar.” (s.139) “Amerikalıların komşuları yoktur, sonuç olarak burada ne büyük savaşlar, ne finansal krizler, ne yıkımlar, ne de korkulacak işgaller sözkonusudur. Yüksek vergilere, kalabalık bir orduya ve önemli generallere ihtiyaçları yoktur. Amerikalıların, tüm cumhuriyetler için en korkunç musibet olan askeri görkemden korkacak bir şeyleri yoktur.” (s. 286) Adil Zozani, ABD’de günümüzün toplumsal modellerinden biri diye nitelediği başkanlığın aydınlanma çağı fikirlerinin izlerini taşıdığını aktarıyor: Bunları yönetime etkin katılım ve yetkileri sınırlı devletçilik şeklinde sıralıyor. Zozani “Model Ülke: Sistem tartışmasında Başkanlık” adını verdiği kitapta, ABD’deki sistemle ilgili “Amerikalılar Avrupa’daki gibi toprağa bağlı aristokrasiyi istememişler. Doğal olarak oradaki gibi kral-devletler de yok hanedanlıklar olmayacaktır.” diyor… “Carl Friedrich”in “Sınırlı Devlet” kitabından alıntıladığı çoğunlukçu demokrasi uygulaması eleştirisini ABD’de despotluk oluşumuna karşı önlemin, katı bir güçler ayrımı yoluyla çözümlendiğini aktarır: “Çoklukla İngiliz, Avrupalı kolonilerin Amerika’ya ayak bastıkları 15.Yy’ın son döneminde karşılaştıkları sonsuz genişlikte işlenmemiş bir kara parçasıydı. Alman coğrafyacı Waldseemuller yazdığı bir makalede adanın adına ‘Amerika’ dedi. Liberal düşünce akımının ilk şekillendiği bu topraklarda eşit yurttaşlık kavramının yanına fırsat eşitliği kavramı da ilave ettiler.” (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s.142) “Amerika’da bulunduğum süre boyunca fırsat eşitliği kadar dikkatimi çeken olgu olmadı.” demişti Tocqueville. Günümüzde ABD şirketlerinin çıkarlar için kullandığı güç ve baskı “Dolar diplomasisi” olarak niteleniyor. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan “Soyguncu Baronlar” ve “Zenginler Kulübü” uluslar arası para akımı ve ticarette etkili ülkeler uluslar arası ekonomik sosyal çarpıklığın da asıl nedeni olarak görünmekte. Jack London, Amerikan halkına ithafen şöyle seslenmişti: “Kapitalist hükümetler nasıl hızla yıkılıyorlar da yerlerinde yine o kadar hızla halk cumhuriyetleri kuruluyordu. ‘Birleşik Devletler nerede kaldı?’ ‘Uyanın ey Amerikan ihtilalcileri!’,’Amerikaya ne oldu?’ Öteki memleketlerdeki muzaffer arkadaşlarımızdan bize uçan haberler işte bu biçimdeydi. Ama biz bir türlü başımızı doğrultamıyorduk, oligarşi önümüze dikilerek yolumuzu kapatıyordu. Kocaman bir canavar gibi başımızda bekliyordu.” (Demir Ökçe, Everest Basım Yayın, 2.Basım, 2003, s 158). Ian Buruma ve Avishai Margalit “Occidentalism” (Garbiyatçılık) adlı kitapta belli başlı batılılaşma karşıtı hareketlerin tarih ve nedenlerine ışık tutarken, 19.Yy ekonomik liberalizminin yarattığı “Amerikanizm” ve “Makine Uygarlığı”nın birçok açıdan bu eleştirilerin odak noktasında olduğunu işaret ettiğini belirtmektedir… Gelelim Rusya’ya… Geniş coğrafyası, etnik ve kültürel çeşitliliğine bağlı oluşan idari bölünmeyle Rusya Federasyonu farklı toplumsal ve tarihsel yapılar ortaya çıkarmıştır. “Sovnarkom” 15 kişilik konsey hükümeti 1946’ya kadar SSCB’yi yönetmişti. Federal Meclis, üst yasama organı olarak eyalet, özerk bölge ve cumhuriyetlerden seçilen 180 üyeden oluşuyordu. Duma Çarlık Rusya’sında 1905-1917 arası, bu tarihten sonra da bugünkü gibi bir alt yasama meclisi olarak 450 üyesiyle 1993’e, Rusya Federasyonu Duması olana kadar varlığını sürdürdü. Çarın atadığı valiler (gubernatör) illeri (nüfusu 300-400 bin) “Guberniya”ları yönetirdi. Esasen Rusya topraklarının 1/3’ü Çar ve 2/3’ü derebeyleri (boyar) arasında paylaşılmıştır. Feodal beylerin emrindeki bölgeler “Zemçina” olarak adlandırılıyordu. 1864-1917 taşra meclisleri ise “Zemstvo” olarak anılmaktaydı. Yerel özyönetim 18.Yy’da soylularca dayatılmıştır. 1850’lerde daha sonra Nietzsche’de de görülen “Nihilizm” Turgenyev öncülüğünde Rusya’da etkili olmaya başlamıştı. Din, töre ve her türlü kuralın insanı köleleştiren düşünce sayan Martin Heidegger’e göre nihilizm batı düşüncesinin temel öğelerinden biridir. Romanlarıyla köleliği, zulüm ve baskıyı eleştiren “İvan Turgenyev” “Babalar ve Oğullar”da “Nihilist, hiçbir kuvvet önünde eğilmeyen, hiçbir inanca bağlanmayan kimsedir.” diyordu... Rusya’da otokratik yönetime karşı devrim düşüncesinin bir öncüsü de “Aleksandr Radişçev” sayılmaktadır. Rus edebiyatında kitabı yasaklanıp sürgüne gönderilen ilk yazar olan Radişçev ayaklanmayı halkın yazgısını değiştirmek için şart görüyor, yukarıdakilere ve liberal reformlara umut bağlamanın köylülerin yaşamını değiştirmeyeceğini savunuyordu. Mutlakiyetçiliği de eleştiriyordu. Sürgün yerine giderken yazdığı bir şiirde şöyle diyordu Radişçev: “Sor, neyim ve nereye gidiyorum? Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım: Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!” Lenin 1917’deki Köylü Kongresi’nde “Rusya’daki toprak mülkiyeti rejimi korkunç bir sömürü düzeni yaratmıştır.” demişti. Köylüler ortakçı olarak imparatorluk topraklarında (obsçina) kira ile vergi ödemek karşılığında karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Narodnikler devrim düşüncesinin yayılmasında etkili olmuşlardı. Narodniklerin esin kahramanı Kazak ayaklanma önderi “Yemelyan Pugaçov”dur. Otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu devrimci hareket, köylülerin sosyalizmin temelini oluşturacağını da savunuyordu. Temsilcileri ise Aleksandr Ivanoviç Herzen, Piyotr Lavroviç Lavrov ile Nikolay Gavriloviç Çernişevski idi. Bunlardan biri ve kurucusu sayılan “Aleksandr Çernişevski” hakkında Karl Marx, “Rus eleştirisinin büyük bilgini. Çağımızın tüm ekonomicileri içinde tek özgün kafaya sahip olanı Çernişevski’dir; ötekileri sıradan derleyicilerden başka bir şey değildir.” derken Lenin ise hakkında, “Onun etkisiyle, yüzlerce genç, devrimci oldu… Örneğin kardeşimi büyüledi; büyüsüne ben de kapıldım. İçimde çok derin bir iz bıraktı.” demişti. Karl Marx’a göre burjuva iktisadının iflasını ortaya koyan büyük bir eleştirmen, Lenin’e göreyse sınıf mücadelesinin ruhunu yansıtan militan bir demokrattı Çernişevski. SSCB’nin kurulmasıyla birlikte eski imtiyazlıların ve devrim muhaliflerinin hiçbir ayrıcalıkları kalmamıştı. 1929’da kulak (zengin köylülük) tasfiye edilerek kolhozlara katıldı ve küçük üretimcilik teşvik edildi... “Rusya Federasyonu Federal Meclisi” çift meclisli bir ulusal yasama organıdır. SSCB’deki “Yüksek Sovyet ve Halk Temsilcileri Meclisi”nin yerini almıştır. Devlet protokolü, Devlet Başkanı, Başbakan ve Federasyon Konseyi Başkanı’ndan oluşmaktadır. Milletvekillerinden oluşan “Devlet Duması” alt meclisi, delegelerden oluşan “Federasyon Konseyi” üst meclisi oluşturur. Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Rusya Federasyonu’nda Duma 450 sandalye ile temsil edilir. Dumanın bazı görevleri, başbakanın atanmasını onamak, Sayıştay başkanını ve üyelerinin yarısını atamak, 2/3 çoğunlukla Başkana ihanet suçlamasında bulunmak ve hükümete güven oylamasına karar vermek şeklinde sayılabilir. Ayrıca Dumanın ana birimleri çeşitli konularda işlevleri olan 30’a yakın komiteden oluşmaktadır. Rusya’da toplam oyun yüzde 5’inden fazlasını alan partiler meclise milletvekili sokabilmektedir. 2016’daki sandalye (milletvekili) dağılımında, “Vladimir Vladimiroviç Putin”in “Birleşik Rusya Partisi” (merkeziyetçi) 343 milletvekilliği kazanmıştı. İkinci büyük parti ise “Gennady Andreyevich Zyuganov”un liderliğini yaptığı “Komünist Parti” 42 milletveli ile temsil edilir. Yahudi asıllı “Vladimir Jirinovski”nin aşırı sağcı milliyetçi muhafazakâr “Liberal Demokrat Partisi”nin saldalye sayısı 39’dur. Diğer sol parti merkez solu temsilen “Sergey Mironov”un Doğru Rusya Partisi’nin milletvekili sayısı ise 23’tür. Komünistler, “Doğru Rusya Partisi” ile “Rodina Partisi”nin sosyalist oyları bölmek amacıyla kurulduğunu savunmaktadır. Bu 83 federe yapı 2’şer delegeyle olmak üzere Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Meclisi’nde (Federasyon Konseyi) toplam 170 konsey üye ile temsil edilir. Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet, 46 oblast, 9 kray (yöre) 1 özerk bölge, 4 özerk birim ve 2 federal şehir yeralır. Cumhuriyetler otonom bölge (özerk) kabul edilirler. Anayasası, başkanı ve meclisi bulunur. Her biri etnik bir kökenin anavatanı kabul edilir. Bununla beraber federal hükümetçe temsil edilip diğer federasyonlarda da olduğu gibi federal kanunlara tabidir. Örneğin, Çeçenya, Tataristan Dağıstan gibi. Oblast yani özerk bölge, SSCB’de de özerk cumhuriyetten sonra gelirdi. Rusya 83 federe birime (subyekt) bölünmüş ve 46 tanesi “Oblast”tır. Örneğin Moskova bir oblasttır. Oblast valilerini Rusya Federasyon Hükümeti atar ancak yerel meclis üyelerini yöre halkı seçerler. Oblasttaki en büyük şehir merkez sayılır. Kraylar da (yöre) oblast gibidir. "Krai" adı tarihidir, zamanında öncü bölge sayıldıklarından bu isimle adlandırılmışlardır. Rusya’da 1 tane özerk yahudi bölgesi vardır. “Jewish” 1928’de Stalin’in SSCB’de her etnik gruba bir özerk oblast verme projesiyle kuruldu. Amaç etnik kimliğe millet statüsü kazandırmaktı. Ancak 2. Dünya Savaşı ve 1929 Ekonomik Buhranıyla gelen Yahudi (yidiş dilinden) sığınmacılar SSCB’nin dağılmasıyla yeniden Almanya ve İsrail’e göç ettiler. Yahudi nüfusu yüzde 2’ye düştü. Rusya’da 2 birim ise “Federal şehir” statüsündedir: Moskova 36 belediyesel rayon ve 36 şehirsel okrug, Sankt-Peterburg (St. Petersburg) ise 18 rayondan (ilçe) oluşmaktadır. Okrug, idari bölgelerdir. Moskova’da üst kademe, Sankt-Peterburg’da alt kademe idari yapılanmayı ifade eder. 7 ve 5 milyonluk nüfuslarıyla büyük şehirlerdir. Fransa’da yönetim bölgeleri “Arrondissement” (ilçe) olarak adlandırılır. İlk kez 1795 yılında uygulamaya konan bu sistem ihtiyaçlar ve sosyal kültürel yapıya göre şekillendirilmiş. Paris 12 arrondissement’e bölünmüştü. III. Napoleon'un “Büyük Paris” projesi kapsamında “Georges-Eugène Haussmann”ın Paris'i yeniden planlaması kapsamında 1859'da arrondissement'ların sayısı 20'ye çıkarılmıştı. Japonya’daki toplam 47 adet 1.düzen idari bölümlerden her birisi “Profektör” olarak adlandırılır. 1868’de kurulmuşlardır. Doğrudan tek dereceli seçimle halk tarafından seçilen bir vali tarafından yönetilirler. Tek meclisli (gkai) tarafından çıkarılan yönetmelik ve bütçelerle yönetilir. Her profektör kenti ilçe, kasaba ve köylere ayrılır. Bazı profektörler de uzak bölgeler alt profektörlere ayrılır (yönetimi kolaylaştırmak için). Örneğin Japonya’nın en kalabalık profektörlüğü olan Tokyo’ya (12 milyon) bağlı ilçe sayısı 1, belediye sayısı 39 adettir. 9 milyon nüfuslu Osaka’da ise 5 ilçe 43 belediye bulunur. Bölgeler ise idari ayrımlara tabi tutulmuştur. Japonya’da yasal idari statüye sahip şehirler “Belirlenmiş Şehir” olarak adlandırılır. 1 Nisan 2012’deki hükümet kararnamesi ile belirlenmiş, Yerel Özerklik Kanunu’na göre nüfusu en az 500 bin olan bu şehirlerin toplam sayısı 20’dir. Kamusal eğitim, sosyal refah, sağlık, iş izinleri ve kentsel planlama gibi profektörlük görevlerini gerçekleştirir. Semt (Ku) denen alt birimlere ayrılan kentlerde kamu görevleri yerine getirilir. Tokyo’da 23, Japonya’da 171 tanedir. ''Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?'' (Aurelius Augustinius) Kleptokrasi, bir çalma rejimi olarak adlandırılır. Kleptokrat, hırsız yönetim demektir. Devlet işlerine rüşvet, çıkar ve kişisel ilişkiler egemen olur. Zeynep Oral, Kleptokrasi için “Halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir.” demişti (Cumhuriyet, 6 Mart 2014) Elde edememe sonundaki huzursuzluk ihtiras, haris aşırı derecede para hırsı (mammonizm) obsesif takıntılı durumlara sebep olmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, hürriyetsizliğin fakirlikten beter olduğunu belirtirek asıl korkunç ve tahammülsüz olanın hürriyetsizlik olduğunu ifade eder ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında şöyle der: “Politikadaki hürmet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.” (s.23) Tanpınar’a göre, “Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.” (Dergah Yayınları, 13.baskı, 2008, s. 23) “Sulta ya da Otorite” (Yetke) başkalarını inandırıp kendisine bağlama, bir şeyi yasaklama ya da yaptırma gücünü ifade eder. “Mutlakiyet” ise iktidarın yasal ve geleneksel sınırlamalar olmadan geniş alana hükmettiği bir siyasal düzendir. “Monarşi” (Monarchie) dilimize Fransızcadan geçmiş Eski Yunanca bir sözcüktür. “Monos” (tek) ile “Archein” (yönetmek) fiilinden türemiştir, tek şef, tek kişinin yönetimi anlamına gelir. Mutlak monarşi ise, yasama yürütme ve yargının (kuvvetler birliği) hükümdarda toplandığı yönetim sistemidir. İktidarın aynı aileden soydan geçme (patrimonyal) yoluyla kalması, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurması, cezalandırma ve bağışlama yetkilerinin sadece padişahın elinde bulunması monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özelliklerdir. “Meşruti Monarşi ya da Anayasal Monarşi” (Meşrutiyet), seçilmiş hükümet ve temsili bir kralın yönetimi. “Parlamenter Monarşi” diye de tanımlanan meşruti monarşi, cumhuriyet ile mutlak monarşi arasında bir sistemdir. İlk meşruti devlet Hitit İmparatorluğu’dur... Doğu’da İslam toplumu ortaçağa denk gelen 8-13.Yy arasında bilimsel ve teknolojik gelişme çağı yaşadı. Tıpta “İbn-i Sina” astronomi ile matematikte de Kindi, Battani, Farabi, Harizmi ve Ömer Hayyam Batı’da da bilinirlerdi. “El-Kanun fi't-Tıb” veya Latince ismiyle “Canon Medicinae” (Tıbbın Kanunu), Avrupa’da Avicenna olarak da bilinen İbn-i Sina'nın 14 ciltlik tıp ansiklopedisi Ortaçağ’da üniversitelerde ders kitabı olarak okutulurdu. İslam rönesansı haçlı seferleriyle Avrupa’ya da taşınmıştır. Kuruluşu bütün konargöçer topluluklarda olduğu gibi beyliklerden devletleşme aşamasına giren Osmanlı da kurun-i vista yani orta çağların devlet yapısına ve yerleşik düzenine geçmişti. Feodal toplumdaki serf (köle)-senyör (oligark) ilişkisi (servaj) başta görülmediyse de toprağın giderek bölüşülüp meta haline gelmesiyle devlet ve uyruğu arasındaki maddi ilişkilere dönüşmüştür. 1876’ya kadar mutlak monarşi ile yönetilen yani padişahın her şeye mutlak egemen olduğu, padişahtan başka bir tek yetkili organın ve yetkilerini sınırlayan herhangi yazılı kanunun bulunmadığı Osmanlı Devleti ancak 1876’dan sonra meşruti monarşiye geçmiştir. Bu dönemde anayasa olmakla beraber mutlak güç yine de padişaha aittir. “Heyet-i Vükela” yani vezirler (sadrazam) ve nazırlar (bakanlar) olmakla beraber padişahın mutlak veto yetkisi vardı. “Meclis-i Mebusan” (Milletvekili Meclisi) padişaha karşı sorumlu olduğundan sadrazam (başbakan) dahil hepsi padişah tarafından atanıp azledilebilirlerdi. Padişahın sikke basımı, mehter çaldırma, sancak verme, hutbe okutmak gibi bir takım kendine özgü onay simgeleri vardı. Osmanlı Devleti’nde topraklar sahiplerine göre kısımlara ayrılmıştı. Toprakların büyük kısmı derebeylerine aitti ve “Mütegallibe”nin (Zorba Takımı) elindeydi. Bu despotik zümrenin gücünün halk üstünde büyük etkisi vardı; halkın fikirleri davranış ve özgürlüğü bu zadegan takımının baskısı altında tutulurdu... Miri toprakları “Reaya” denen sınıf işlerdi. Kişi ve kurumlara bağlı topraklar “Vakıf” devlet hazinesine bağlı topraklar “Mukataa” Müslümanlara ait topraklar ise “Ösri” şeklinde ayrıma tabiydi… “İlm-i Kelam” mütekallim (söyleyen, konuşan) sınıfa, İslamı akıl yoluyla savunmaya dayanan ilim İslam düşünürlerini filozoflardan ayırmak için takılan isimdi. Bilgi yerine inancı öne alan (fideizm) ve din temelli Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında etkisi olan dinsel kurumlardaki yozlaşma ve bilimsel yeniliklere ve değişime muhalefet halkın aydınlanmasına karşı çıkışlar yine obskurantist (karanlıkçı) çevrelerden geliyordu. Örneğin,1580’de Takiyüddin bin Maruf’un İstanbul’da yaptırdığı rasathane şeyhülislam jurnaliyle yıktırılmıştı. Bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş içeriğinde 132 harita da bulunan ünlü “Kitab-ı Bahriye”yi yazmış “Piri Reis” bile idam edilmişti. Çeşitli gemicilerin haritalarının birleşiminden oluşturulduğu varsayılan Piri Reis’in haritasındaki bazı detaylar tam olarak ancak ilk kez ayrıntılı uzaydan 1968’de çekilmiş Dünya fotoğraflarıyla açıklık kazanabilmişti. Tutucu çevreler, gerici güçler ve yeniçerilerin direnmelerine rağmen yenileşme dönemi; 1789’da tahta geçen III.Selim’in (1789-1807) uygulamalarıyla Osmanlı’nın yeniliklere açılması başlamıştır. 1808’de 2. Mahmut döneminde ilk gazete “Takvim-i Vekayi” çıkarılmıştı (1831). 1839’da padişah ilan edilen Abdülmecit döneminde de meşrutiyeti destekleyen ilk özel gazete “Tercüman-i Ahval” yayınlanmıştır. “Batıcılık”la, Türk toplumuna batıda gelişen düşünce, yönetim şekli ve yaşam tarzını uygulayıp ülkenin gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştı. Aydınlanma düşünce ve kurumlarıyla ilgilenen batıdaki gelişmelerle tanışan sınırlı aydınların girişimi ile Osmanlı Devleti’nde de bu düşünce biçimi etkili olmaya başlamış, 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan fermanla Tanzimat (reform) ilan edilmiştir. Tanzimat döneminde siyasal ve hukuki yenilikler sürdürülmüştür. Ferman halkla payitaht (saltanat) ilişkilerine şekil vermeye başlamıştır: Vergi, emniyet, yargılama, askerlik, maaş gibi. “Darül Fünun” (Üniversite) kurulmuş, bir Bilim Kurulu “Encümen-i Daniş” oluşturulmuştur. 23 Aralık 1876’da ilk kez meşrutiyet ilan edilerek, 26 Temmuz 1908’de de Kanuni Esası (Anayasa) yürürlüğe sokulmuştur 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanuni Esasi ile kurulan Genel Meclis “Meclis-i Umumi” yerel egemenlerin oluşturduğu “Meclis-i Ayan” ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan’dan oluşuyordu. Koyu bir istibdat idaresi (baskı rejimi) uygulanan 2.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye de başlamıştı. Kurulan parlamento da 2 yıl sonra Abdülhamit tarafından dağıtılmıştır. Ziya Paşa ve Namık Kemal’le birlikte anayasayı hazırlayanlardan birisi olan Sadrazam “Mithat Paşa” düzmece bir kararla önce Taif’e sürgün edilir orada da boğdurulur. “Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) ilkesiyle yönetilen devletin yasama erki, yürütme ve yargı erkini de kullanması 1921 Anayasasında olduğu gibi padişah (halife) yetkisindeydi. “İrade-i Seniyye” yani padişah emri de, “irade-i Şahane” yani ferman da fetva da padişahtaydı. “Hilafet” İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi. Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır. 1924’te İngiliz hakimiyetinde hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği 610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden sonra gelen halifeler dönemidir. Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı… “İbn-i Haldun”a göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır. İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten uygarlığa götüren nedeni toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre, bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir… “Kut” eski Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir. Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir (Emir Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir. ABD’liler din ile siyasetin uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır. Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu. Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s. 296-299) Bizdeki sistemin adı İmamokrasi mi? Özdemir İnce, 1950’den 2000’e kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi, Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı, s. 26-27) H. Aliyar Demirci “Başkanlık Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite eğitiminden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80 sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken, “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 43) IEA adlı kuruluşun yaptığı değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı 1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış. “Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce, RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91) AKP’nin İmam Hatip politikası buydu. İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s. 160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir. RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi… “Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir. “Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır: “Kollarımız arasındaki hasta adamın ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?” “Westminster” modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür. Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir. İngiltere Haklar Yasası, İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri: Parlamento tam bir özgürlüğe sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul ettiği yasa kral dahil herkesi bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker ve vergi toplanamayacaktır. Bu yasa ile hukukun üstünlüğü ve demokrasinin kilit ilkeleri İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır. İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle (toprak sahipleri) yapılan anlaşmayla kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı. “Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz (madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele olmaz (madde 39), adalet gecikmez (madde 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili olarak atanamaz (madde 45). 11.Yy’da ticaretin gelişmesiyle burg adı verilen kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi” (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu kabineler oluşturdu. Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden gelmektedir. “Kabine” ise İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler. 9 Mayıs 2012’deki toplantıda kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir. İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri Bildirgesi) proletaryaya da oy hakkı sağlamıştı. Sağlayan da 19.Yy’daki ilk bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler. “Feargus Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk sonrası işçilerin “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi. Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük rol oynamıştır. İngiltere’de kadınlara oy hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle sonuçlanabilmişti. Süfrajetlerin başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi. “Teokratik Monarşi” tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan böyledir. Engizitor şeriatle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık (geçmişe dönüş) ve dogmacılık (taassup, sürtüşme, kavgacılık, uzlaşmama) gibi. Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında toplanmıştır: Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar. Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime (Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış, sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü savunmuştur. “Sofokrasi ya da İdeokrasi” (filozof krallık), “Devlet” adlı eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon, Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77) “Timokrasi” ise askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı). “Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi, çok olanların, haklarını da koruması ve azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük olan demokrasi, yurttaş topluluğu anlamına gelen "Demos" ile yönetme anlamına gelen “Kratos” sözcüklerinin birleştirmesinden türetilmiştir. Kratos, Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir kurula “Bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu. “Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.” (Pierre-Joseph Proudhon) “Otonomi” kendi yasalarıyla yönetilme, özerklik, “Nomos” yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani özyönetimdir. Halkın kendi kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi” (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade etmektedir. Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren “Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön plana çıkmakta. Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, William Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları, 2. Baskı, 2013, 285). Anarşist felsefenin ilk temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik hale getiren İngiliz filozof “William Godwin”dir. Kendini "anarşist" olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli olarak tanımlar. Proudhon’a göre, iktidarların birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten, karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir. İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm “Panarşi”. Özgürlükçü rejimler Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”. “Federasyon İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir. (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31) Demokratik iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür. “Özgürlükçü Sosyalizm” yanlısı olan “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır. “Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.” görüşünü savunmakta, “Ellen Meiksins Wood” ise “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan, çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak ortaya çıktı. Seksizm ve savaş karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor… “Mülkiyet hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da. Bakunin, “Sosyalizm olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm kölelik ve şiddettir.” derken, Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo Cafiero” ise “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.” demişti. “Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi. Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi, meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi, gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir. “Poliarşi”, elitlerin egemen olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”, zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. “Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni, yönetim gücünün, kişilerin bireysel üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi” deniz kuvvetinin “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu bir yönetim şeklidir. “Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyerarşik kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal) toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı yönetim biçimi, “İdiokrasi” ise, geri zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir. Alman filozof “Christian Wolff”a göre “Siyaset Felsefesi” insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konum içinde yaşayan varlık olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini savunan ABD'li filozof “John Rawls”ın temel eseri “A Theory of Justice” (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir. Rawls, ABD ve Kanada mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir" der ve toplumsal eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek çözümlenmesini önerir… Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi olan kişi, “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu. Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör) eşitti. Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi. Vasal ile senyör arasında birinin toprak kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da soyluluk ünvanı kazanıyordu… Fransa İhtilali’nden önce toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş, imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır. Fransa kral ve aristokrasi yanlısı “Jironden” ve aşırı cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du… “Halkın tehlikeli tek düşmanı var o da hükümettir.” (Georges Jacques Danton) İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon, Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti. Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir. “Deux Glavies” (Çifte kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir. Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.” “Thomas Hobbes” 1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı. Kılıç, toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize ediyordu. Rönesansla beraber seküler (laik) gelişmeler, ulusal monarklar ve reform hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne iade edilmedir.” diyordu. Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle konuşan bir devrimcidir Müntzer. Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküs”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle ayaklanması olmasında yatıyor. Trakyalı Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thurium’u başkent yaparak bir liman şehrine çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue) gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti. Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu. Tarihin bilinen ilk büyük eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır. Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi. “Heliopolis” (Güneş Şehri) kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını vermişlerdi. Bu birlik daha sonra Alman Komünist Partisi’ne dönüşmüştü. “Anaksimander ya da Anaksimandros” (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Ona göre dünya boşlukta sallanan bir silindirdi. 15 ve 16.Yy’da insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken “Giordano Bruno” ve “Galileo Galilei” gibi bilim insanları Hristiyanlık'a aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Ta ki “Hümanizm” (İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar. Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales, Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros, Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye büyük katkıları oldu. 17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler… Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen düka “Prens Holstein-Augustenburg” a yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s.44) Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit, gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy’a kadar sürdü. “Yine de dönüyor!” (Galileo Galilei) 17.Yy'da Galileo Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi'ne karşı çıkmıştır. “Nikolas Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik” (Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim 17.Yy’da doruğa ulaştı. Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon” (Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler filizleniyordu. Eski Yunanca “Laizos” yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır… Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne kurulmuştur. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından, dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir efendi ve köleleri var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak, bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır çünkü.” demektedir. (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1. Basım, s. 8-13-16) * 2.BÖLÜM SONU -DEVAM EDECEK-

  • Lambaya Püf De

    Nurten B. AKSOY * Bugün evde temizlik yaparken büfenin üstünde artık bir işe yaramayan, ama aksesuar olarak bir köşede duran ve annemden hatıra olduğu için atmaya kıyamadığım gaz lambasına takıldı gözüm, camları ya da eskiden denildiği gibi "şişeleri" tozlandığı için tozlarını almak üzere elime aldım. Şişeleri parlatmaya çalışırken o eski masallardaki "lamba cini" çıkar mı diye bekledim ama gelen giden olmadı... Cin yerine geçmişin sisleri sardı çevremi ve beni çocukluğuma alıp götürdü... 1960'ların çocukları, bir başka deyişle genç Cumhuriyetin çocukları yani bizler, yoklukların da çocuklarıydık aynı zamanda. Evlerimizde elektrik vardı, vardı; ama sık sık kesilirdi, bu yüzden de odalarımızın duvarlarında ya gaz lambaları asılı dururdu hep ya da tabaklara yapıştırılmış beyaz mumlar... 1960'lı yıllar Orta Anadolu'nun ücra köşesindeki bir kasabadan bir Avrupa şehrine gelmiştik. Artık Konya'da değil İstanbul'da yaşıyordum; ama bizim gibi memur ailelerinin yaşamında pek de bir şey değişmemişti. Evlerimizde sadece bir odada soba yanar, hepimiz onun etrafında toplanır otururduk, oturmadığımız odaların ışıklarını hep kapalı tutardık aile bütçesine katkı olsun diye. Enerji tasarrufu yapmak adına sık sık elektrik kesintileri yaşanırdı o yıllarda, ödevlerimizi yapmak için gaz lambalarını yakardık hemen, o lambanın titrek ışığı ve etrafa yaydığı gaz kokusunun eşliğinde çalışmaya çalışırdık (!) Eğer lambanın fitili eskidiyse is yapardı lambalar ve şişeleri siyaha keserdi, ışığı iyice azalırdı... O ışık azaldıkça bizi de uyku basardı... O yıllarda dersini yapmayan tembel öğrencilerin en büyük mazereti "öğretmenim elektrikler kesikti, çalışamadım" sözleriydi. Tabii bu mazeret o kadar çok kullanılır olmuştu ki öğrenciler arasında inandırıcılığını yitirmiş ve alay konusu olmaya başlamıştı. Sonra 1970’li yıllar geldi… Gençliğe doğru yol aldığımız, başımızda kavak yellerinin estiği yıllar. Bir şarkı vardı dillerde o yıllarda. Barış Manço'nun söylediği ve çok sevilen, plakları binlerce satan; ama sözleri müstehcen (!) bulunduğu için radyoda çalınması yasak olan bir şarkı "Lambaya püf de, hoh deme oh de..." Demek ki biz yıllardır hep yasaklar ülkesinde yaşamışız ve 21. Yüzyılda hala yaşıyoruz... Derken yıllardır yılan hikayesine dönen Kıbrıs olayları ve 20 Temmuz 1974'te Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkent Lefkoşa'ya girmesiyle başlayan karartma günleri... Pencerelerimize kalın battaniyeler, siyah kalın perdeler takar, en düşük voltlu lambaları yakardık savaş uçaklarına hedef olmamak için, sokak lambaları da yakılmazdı. Şehirler, karanlık bastı mı hayalet şehirlere dönüşürdü... Yıllar yıllar geçti aradan, 20.Yüzyıldan 21.Yüzyıla geldik yani "çağ atladık". Artık ne elektrik kesintisi var, ne de enerji tasarrufu; evler, gökdelenler, avm'ler, her yer ışıl ışıl. Ama ülkemin ufukları çok da aydınlık değil, sanki lambanın şişesi iyice islenmiş, etrafı gaz kokusu gibi kötü kokular sarmış. Önümüzü göremiyoruz, uyku basıyor ama uyanmamız lazım, yapılacak çok işimiz var... "Lambaya püf deme" zamanı mı geldi diye düşünürken, bir şangırtıyla kendime geldim. Bir de baktım ki elimdeki lambanın şişesi yere düşmüş ve kırılmış... Her şerde bir HAYIR vardır diyerek gülümsedim kendi kendime... Artık ne "püf" diyeceğimiz lambalar ne de kırılacak şişeler var, şimdilerde bir tıkla söndürebileceğimiz tasarrufsuz (!) ve gereksiz yere yanan ampulleri söndürmeye yarayan düğmeler var sadece. Ve bize düşen; bu aydınlatmayan, camları kapkara olmuş gereksiz ampulleri söndürmek... Hele ortalığı aydınlatacak güneş ışıkları parlıyorsa...

  • SEÇİME BEŞ KALA

    Yusuf Aksoy * Türkiye’nin 14 Mayıs’taki seçimi, Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimi olacak 22 yıldır görünürdeki irili ufaklı ortaklarıyla iktidar olan AKP rejiminin iktidarını sürdürüp sürdüremeyeceği gerek ülke içinde gerekse ülke dışında yakından takip edilmektedir. Mevcut iktidar, yapıp ettikleriyle enflasyonu üç basamaklı hale getirmiş, alıp başını giden günlük zamlarla yurttaşların zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamaz hale getirmiştir. Nüfusun büyük bir bölümü açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiştir. Özelleştirmeler yoluyla kamuya ait olan ne varsa elden çıkarılmıştır. Kamusallık ortadan kaldırılarak yurttaş hakları ayaklar altına alınmış, yok sayılmıştır. Sağlık, eğitim ve güvenlikli yaşam hizmetleri başta olmak üzere tüm kamusal hizmet ve sorumluluklardan uzaklaşılmıştır. Özellikle genç işsizlik oranı bu döneme kadar görülmedik düzeyde artmıştır. Karşılanamaz ağır vergi yükü altında binlerce orta ölçekli ve küçük esnaf işyerlerinin kapısına kilit vurmak zorunda bırakılmıştır. Genç beyin göçü tüm dünyanın dikkatini çekmektedir. İşe yerleşme sınavları sonrası yapılan sözde mülakatlarla yandaş olmayanların çocukları kasıtlı olarak elenmiştir. Liyakatsizlik kural haline getirilmiştir. Tarım ve hayvancılıktan, turizme; turizmden tekstile ve çok çeşitli sanayi üretimine dek reel sektörün ekonomik çöküntüsü durdurulamaz hale gelmiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğü büyük yaralar almıştır. Okullar, dinselleşme baskısıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Konser ve tiyatro yasaklamalarıyla kültürel yaşantı baskı altına alınmıştır. İstanbul Sözleşmesinden çekilerek kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı kayıtsız olmak tercih edilmiştir. Daha saymakla bitmeyecek yüzlerce yıkıcı uygulamaya karşı toplumun büyük kesimi derin huzursuzluk yaşamaktadır. Başta ekonomi politikaları olmak üzere her alanda din sosuna batırılmış neo liberal politikalarla deyim yerindeyse ülkemiz içinden çıkılmaz bir krize, bir buhran dönemine sokulmuştur. Ortaya çıkan derin yoksulluk ise kader diye halka reva görülmektedir. Böyle bir ortamda sayılı günler sonrası seçime giriyoruz. Muktedirler dokunulmaz iktidarlarından kolay kolay vazgeçmek isteyecektir. Bunu biliyoruz. Bildiğimiz için yurttaş hak ve sorumluluklarının bilinciyle hareket ediyoruz. Demokratik bir seçimi engelleyecek manipülasyonlara yani provokasyonlar, saldırılar ve ortaya atılması beklenen gerçek olmayan iddialar, basın yayın organlarında da ifade edildiği gibi gündeme gelebilecektir. Nitekim dün Erzurum’da Ekrem İmamoğlu’nun mitingine yapılan provokasyon ve taşlı saldırın hiçte sıradan bir saldırı olmadığı herkesçe bilinmektedir. Saldırı esasta mitinge gelen yediden yetmişe halk kitlelerine karşı yapılan planlı bir saldırıdır. Seçim güvenliğini, muhalefeti ve muhalif seçmeni tehdit eden bir provokasyon ve saldırıdır Erzurum’daki iğrenç saldırı. Demokrasi, adalet, özgürlük, barış ve refah isteyen yurttaşlar bu provokasyonlara gelmemelidir. Ancak saldırılara karşı da sessiz kalınmamalıdır ve hiç vakit kaybetmeden demokratik yollardan gerekli tepkiler gösterilmelidir. Dün Erzurum’da demokrasi, hak, hukuk, iş, aş ve özgürlük isteyen halka karşı yapılan saldırı seçimlerin ne derece önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. İnsan, doğa, kent ve hayvan hakları olmazsa olmazımız olmalıdır. Halk kitlelerinin önünde bu anlamda iki seçenek var: Tek adam rejimi ve DEMOKRASİ. Demokrasiye giden tercihin kazanması için hepimize çok iş düşüyor. Bu aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi. Ve biz biliyoruz ki, sevgi ve insanlık onuru nefreti ve kötülüğü yenecektir. Hepimize kolay gelsin …

bottom of page