top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Yaşar Kemal

    Özgür KARAKAYA * MERHABA Dünyanın ucunda bir gül açılmış Efil efil esen yele merhaba Karanlığın sonu bir ulu şafak Sarp kayadan geçen yola merhaba. Gün be gün yüreğim ulu yalımda Engel tuzak kurmuş bekler yolumda Zulümlerde işkencede ölümde Bükülmeyen güce kola merhaba. Acıda kahırda çekmiş geliyor Güneşten boşanmış kopmuş geliyor Bir ışık selidir, sökmüş geliyor Nazım usta, coşkun sele merhaba. Alınacak Anadolu’nun öcü Yerde kalmıyacak çekilen acı Açıldı geliyor şafağın ucu Şu doğdu doğacak güne merhaba. Selam olsun dört bir yana merhaba Akan kana düşen cana merhaba Hesap sorulacak güne merhaba Türküler söyleyen dile merhaba. Siir: Yaşar Kemal Feridun Andaç’ın deyimiyle “sözün büyücüsü”dür. Asıl adı Kemal Sadık Göğceli olan Yaşar Kemal, 1923 yılında Adana'nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite köyünde dünyaya geldi. Edebiyatımızın büyük ustası , değeri ve dünyaya açılan penceresidir. 26 roman, 11 deneme, 9 röportaj, 2 öykü ve şiir alanında bir eseri miras bırakmıştır. 29 dilde yayınlanan kitaplarıyla, dünya yazınında önemli bir yere sahiptir. Yaşar Kemal’in birçok yapıtı sinemaya ve tiyatroya da uyarlanmıştır. Yapıtlarında Torosları, Çukurova`yı insanın acı yaşamını, ezilişini, sömürülüşünü, kan davasını, ağalık ile toprak sorununu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Öykülerinde de çocuklar, kadınlar onların ucuz emeği çok önemli bir yer tutar. Karanlığı aydınlatandır. O üniversitenin de vücut bulmuş halidir. 1966 da Tip adına TRT den halka seslenir: “İşçiler, köylüler, arkasız memurlar, esnaflar, topraksızlar, kazanında et yerine dert kaynayan analar! yani alın terinden, göz nurundan başka servetleri olmayanlar! size söylüyorum. sözüm sizedir”. İşte kahrolası. İşte yerin dibine gecesi, bir düzen. Düzen değil düzensizlik. İşte bu düzen sömürücülük düzeni nerede varsa mümkünü yok orada rahatlık, orada mutluluk olamayacağını” dile getirir. Eşsiz betimlemeleri yapıtlarının en önemli özelliğidir.Yazdığı metinlerde görkemli ve oldukça etkileyici bir anlatım vardır. Pek çok yapıtında Anadolu’nun efsane ve masallarından da yararlanmıştır. Romanlarında görsellik özellikte göze çarpar.Zengin bir söz dağarcığına sahiptir. İnsanı en yüksek değer olarak görür.İnsan sevgisi ve özgürleşmesi yönüyle yapıtları, okurlar açısından da bu değerlerin paylaşıldığı bir deneyim alanı açmaktadır. Yaşar Kemal’in itirazı ise insanın aşağılanmasınadır.İnsana duyduğu güveni ve umudu asla geri plana itmemiştir.Bunda hem sanatsal bilinci hem de yaşam tarzının etkisi olmuştur. Halk öykücülüğünden yola çıkarak, sözlü gelenekte yaşayan duyguyu eylemi sembollerle sömürenlerle sömürenler arasındaki ilişkileri de anlatır.Direniş sembollerinden biridir ve halka iç içedir. Sınıflı toplum gerçeğini başarılı bir şekilde anlatır. O bir devrimcidir, haksızlığın her türlüsüne başkaldırandır. Güvenlik güçleri tarafından 1972’de öldürülen genç devrimci Ulaş Bardakçıyı da şiiriyle anar : Hele Ulaşa Ulaşa / Ulaş benzerdi güneşe / Ulaş kardaş can veriyor / Yüreğim düştü ateşe // Ulaşın elinde mavzer / Mavzeri türküye benzer / Bizimkiler böyle ölür / Böyle ölür bizimkiler // Tohumlar düştü toprağa / Dokundum yeşil yaprağa / Kurban olam kurban olam / Seni yaratan toprağa… Zülfü Livaneli de 1980 yılında söylediği İnce Memed Türküsüyle Ona selam gönderir: “İnce Memet Akgöbekden ünledi / Buhurcular kulak verip dinledi / On yedi kurşunu yedi ölmedi / Tut elimden İnce Memed gidelim / Dağlar gidelim of / Felek yazmış bu yazıyı nidelim / Dağlar nidelim of… Kurduğu imge ve mit dünyası benzetmeler, doğanın tüm yönleriyle anlatımı, yerel sözcükler,yakarışlar,sövgüler onun anlatımını canlı ve etkileyici kılan özellikler olarak görünmektedir.Tek gözlü devdir.Aşık Nesimi Çimen de ona tek lamba derdi.Balıkçıları seven, sevdirendir. Onu okumak okyanusa açılmak gibidir. Onda geçmişle gelecek iç içedir. Anadolu çoğrafyasının gerçekliğini de taşır.Yeryüzünün iyiliğini taşıyandır. Dünyadaki adaletsizliğe silahla değil sözcüklerle başkaldırandır. İsyanı kelimelerde, cesareti yüreğinde saklayandır.Doğanın, toprağın, hayatın destanıdır. Kitaplarını okuyanların katil olmamasını, savaş karşıtı olmasını ister. Barış dilinden asla vazgeçmeyendir. Eserlerinde hudutsuz bir insan sevgisi yer alır. Derin bir mizah duygusu da vardır.Ayrıca aşk, ayrılık, dostluk kavramlarını da ustaca kaleme almıştır.Kaleminden dökülen asil bir sevdanın şahlanışıdır. Onun için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir. İnsanın, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kapladığını söyler.Kalem ve daktilo ile fotoğraf çekebilen insandır.Yaşamı umutsuzluktan umut üretmek olarak tanımlar. Yerelden evrensele köprü kurandır. Sait Faik’ onun için şöyle der: “Kürtlerin en türkü, türklerin en kürdüdür” Dilindeki rengarenk anlatım gözden önce kulağa hitap eder Belleğe kazınır. Tutkusu ise özgürlüktür. Onun için özgürlük mavidir. En sevdiği renkte mavidir. O yüzden bir çok eserinin tasvirlerinde mavi açık ara öndedir.Barış,eşitlik,özgürlük ve kardeşlik onun en büyük özlemiydi. O bir ozandır, Allar içindedir. Ölüm oruçlarından Madımak katliamına, F tipi cezaevlerinden HES’ lere karşı eylemlere kadar her yerde onun çığlığı vardır. Edebiyata bakışında “O; ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, yoksul insanların trajedisini anlatır ama bu bir yenilgi edebiyatı değildir ; isyan ve umudun gürül gürül akışıdır.Tarihin sayfalarında hak savunucusu olarak da yerini aldı. Anadolu insanının cömertliğinin, büyük yürekliliğinin canlı örneği idi. 28 Şubat 2015 tarihinde, 91 yaşındayken, organ yetmezliği sebebiyle bedenen aramızdan ayrıldı. Özgür Karakaya

  • KURBAN SENSEN

    Fuat ÖZGEN * Selde boğuluyor Soğukta donuyor Yangında kavruluyor Kuraklıkta aç kalıyor Depremde enkaza dönüyor Doğanın kurbanı oluyorsan Okutulmuyor Sevgi yerine şiddet görüyor Çocuk yaşta evlendiriliyor Mirastan yoksun kalıyor Baskı altında eziliyor Ailenin kurbanı oluyorsan Eş değil, mal işlemi görüyor Bedava işçi sayılıyor İnsan yerine konmuyor Dövülüyor, yaralanıyor Hatta… Erkeğin kurbanı oluyorsan Saçma sapan geleneklere esir oluyor Baskı altında tutuluyor Kişiliğini geliştiremiyor Yaşam biçimi dayatılıyor Yargısız infaza uğruyor Toplumun kurbanı oluyorsan Demokrasiyle yönetilmiyor Hakkın, hukukun ayaklar altına alınıyor İş, aş bulamıyor Sağlığın korunmuyor Örgütlenmen engelleniyor Yönetimin kurbanı sen oluyorsan Bayramı bekler misin?

  • BUGÜN ON YEDİ HAZİRAN

    Niyazi UYAR * Bugün on yedi haziran, yarın iki kıymetlimin doğum günü: Paşam ile Kekliğim dünyaya geldiği gün, bir mutluluktan alıp öteki mutluluğa götürecekler beni. Yeni, yeniden hayatıma güzellik katıp yaşama aşkımın çoğalmasına vesile olacaklar… İkisinin de bahtı açık olsun, ayaklarına taş değmesin! Dışarıda yaman bir yağmur var, damlalar arkası arkasına ara vermeden, toprakla buluşmak için can atıyor, derler ya bardaktan boşanırcasına… Yollar, beller su içinde, çatılardaki yağmur olukları, yağmur sularını taşıyamadığından orasından burasından, neresinden yol bulursa fışkırıyor. Protokol Müdürünün üç katlı evi, sağdan soldan çarpan yağmur damlalarını yavrusunu sarıp sarmalayan bir anne gibi kucaklıyor. Yağmuru seyreden Protokol Müdürünün röfleli, sarı saçlı kızının sigarasından çıkan dumanlar, yağmur esintiyle oradan oraya savrulurken, çocukluğumdan beri benim de izlemeye doyamadığım yağmur, bana tarifsiz duygular yaşatır, onun büyüsüne kapılıp kendimden geçerim. Fakat bu yağmur başka, bu yağmur, bugüne kadar şahit olmadığım, yeni yeni duygular bahşediyor. Devlet ortaokulunda yardımcı hizmetler personeli İbrahim’in her daim gülen oynayan şen evini bile yaman bir korku esir almış. Ta ötelerden Demirköprü Barajı taraflarında göğün yer ile birleştiği noktada yukarılardan dallı budaklı, çataklı çutaklı, kırmızılı, mavili şimşekler, göğün gözesinden kopup toprakla kucaklaşırken, 180 Sokak sakinleri korkunun korkuncunu iliklerine kadar hissetmektedir. Art arda büyük gürültülerle çakan şimşek, evlerin camlarını şangırdatırken, kötü sıvalı dairelerin sıvalarını dökmektedir… Çocukluk aşkım yağmur bu sefer, hiç yaşamadığım o yaman korkuyu yaşatıyor. Çeşit çeşit, şimşeklerin en şiddetlisine, yıldırımların en gürültülüsüne şahit olup korkmamışken, şimdi korkuyu yüreğimin derinliklerinde hissediyorum. 180 Sokaktan, Şüheda Caddesine doğru akıp giden yağmur suları, biriktikçe çoğalmış, çoğaldıkça dereye dönmüş, yelelerini kabartan bir aslan gibi löpür löpür akıp gitmekte. Bugün haziranın on yedisi, yarın iki kıymetlim, yaşanılır bir dünya olsun diye yaşama aşkımı çoğaltmışlardı ya bu dünyaya merhaba dediklerinde beni sevinçlere batırıp çıkarıp vazifelerini ifa ederken, yurdum insanı, baharın en yeşil ayı, “mayısta,” yeni, yeniden bir gayya kuyusuna atıverdi “baharların en güzelini” yaşamaya ramak kalmışken, karatıverdi geleceğimizi. Yeni, yeniden bir umut yolculuğuna çıkmanın elzem olduğunu, yeni, yeniden, o sarı saçlı mavi gözlü dev adamın direncini, iradesini beklemeye koyulduk, yeni bir aşkla! Bugün on yedi haziran, dışarıdaki yağmur, yaz yağmuru falan değil, bu yağmurda yani on yedi hazirandaki bu yağmurda, insanı titreten gıcık bir soğuk var. Beş on gün önce, kolsuz molsuz, açık seçik giyinen insanlar, birden yağmurluklarına büründüler. Nasıl bir şey bu böyle, nasıl bir zamana denk geldik böyle? O kanlı (77) Bir Mayıs’a, kısa kollu gömlekle katılan ben, bugün haziranın on yedisi, kapıdan burnumu çıkarır çıkarmaz titremeye başlıyorum, nasıl bir zamana denk geldik böyle? … Döktüğünüz kanda, yok ettiğiniz, canına kıydığınız Ali İsmaillerin, Berkinlerin, Denizlerin, Uğurların kanlarında boğulun, her şeyi, her şeyi yerle yeksan ettiniz, ormanları yaktınız, doğal güzellikleri tahrip ettiniz, denizleri kirlettiniz, dereleri kuruttunuz, suları zehirlediniz! Gelecek için, insanca yaşmak için yaratılan değerlerin hepsini satıp savdınız… Ona sebep mevsimler yer değiştirdi, dünya ısındı, insan nesli, insan tarafından yok edilecek. Ne kadar zaman desem, bilim adamı değilim ki, tarih vereyim, dünya yok oluşa doğru koşar adım ilerliyor, ben diyem elli, siz deyin yüz! İnsanlar temiz havaya, temiz suya hasret yok olup gidecekler! “Eli kabaklılar yusun yüzünüzü,” bedduası Gök Münevver’in hak edenlere kullanmaktan geri kalmadığı duayı (!)evlat olarak tekrarlayıp ilaveten “Kör olun da yediverenler bulunmasın, yattığınız yerde bir tas su veren çıkacak diye kapılara bakın. İnsanlığın var olduğu günden bugüne, hak diyen, adalet diyen, Aristoteleslerden, Şeyhim Bedrettinlere, Pir Sultanlara, Dreyfus Davasındaki Emil Zola’ya, Dürrizade Abdullah’a karşı Börekçizade Rıfat Efendi diyen tekmil güzel insanlar adına, bu topraklar için canlarını veren aziz şehitlerimiz adına kör olun, gözleriniz önünüze aksın, teneşir tahtalarında bir başınıza kalın da salınızı taşıyacak dört insan bulunmasın!

  • CHP NE YAPACAK?

    Zeki SARIHAN * 14 Mayıs milletvekili seçimlerinden sonra 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimleri de kaybedilince gözler Millet İttifakı’nın baş aktörü CHP’ye ve onun genel başkanı Kılıçdaroğlu’na çevrildi. Böyle yenilgi anlarında yol gösteren “Ben demiştim” diyenler çok olur. Kılıçdaroğlu istifa etmeyeceğinin işaretlerini verdi. Buna karşılık CHP’nin kaynadığı, İmamoğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na soyunduğu, hatta yeni bir parti kurarak onun başına geçeceği gibi söylentiler ortalıkta dolaşıyor. Oysa seçimden önce ve seçim sırasında ne kadar çok muhalif, Kılıçdaroğlu’na övgüler düzüyordu. Hiçbir CHP genel başkanının yapamadığı bir şeyi başarmış, iktidar bloğuna karşı güçlü bir muhalefet bloğunun başına geçmişti. Çok çalışıyordu ve dürüst bir insandı. Gerçi onun biraz sağa kaydığını söyleyenler varsa da iktidar olmanın hatırına buna da fazla ses çıkarmıyorlardı. CHP’NİN SORUNU BAŞKANLIKTAN KAYNAKLANMIYOR Oysa çeşitli zamanlarda yazdığım üzere, CHP’nin bunca zamandır olmayıp seçim kazanamamasının nedeni, başında şu veya bu kişinin bulunması değildir. Bir hareketin başarıya ulaşması için liderinin önemi yadsınamazsa da geçtiğimiz dönemde CHP için Kılıçdaroğlu’ndan daha uygun bir başkan bulunamazdı. Başlangıçta onun seçilemeyecek bir aday olmasının gerekçesi olarak Alevi olması gösteriliyorsa da Kılıçdaroğlu, yaptığı bir açıklama ile, bu engeli mantıklı bir biçimde hemen hemen aşmış bulunuyordu. CHP’nin başında kim olsaydı bu seçimden başarı ile çıkardı? Başlangıçta adaylar arasında adları öne sürülen İmamoğlu ve Yavaş Cumhurbaşkanı adayı olsalardı bu seçimlerin sonucu başka türlü mü olurdu? Denenmediği için bu sorunun yanıtı belirsizdir. Fakat, Millet İttifakı bu iki belediye başkanını Cumhurbaşkanlığı yardımcılıklarına aday gösterdiğinden, hem İmamoğlu hem Yavaş muhalefet bloğunu takviye ettiklerinden ve bütün güçleriyle seçime asıldıklarından bunun seçim kazanmaya yetmeyeceği anlaşılmış olmalıdır. Kanımca CHP’nin seçimlerde çoğunluğun oyunu alamayışının nedeni, Tek Parti Döneminden kalma bagajının yaptığı ağırlıktır. Bu bagajda tahsildarda simgeleşen yoksulluk ve ağır vergiler vardır, Hiçbir muhalif örgütlenmeye izin vermeyen hürriyetsizlik vardır. Milletin çoğunluğunun diline yabancılık vardır. Kılıçdaroğlu CHP’yi bu görüşlerden arındırmaya çalışmış olsa da bu çabası yetersiz kalmıştır. Bunu ondan daha iyi yapacak kimse de yoktu. Öyle ki, Tek Parti Döneminde hiçbir kimlikleri tanınmayan Kürtler (Kürtlerin devrimcileri) bile Erdoğan’ın baskıcı ve gerici iktidarına karşı Kılıçdaroğlu’nu desteklediler. Seçim analizleri yapanlardan öğrendiğimize göre, seçmenlerin yarıdan biraz fazlasının Cumhur İttifakı adaylarını ve Cumhurbaşkanlığında Erdoğan’ı desteklemesinin iki nedeninden biri, yoksullara yapılan sosyal yardımların kesileceği korkusu, diğeri de CHP’nin terörle ilişkilendirilmesidir. Erdoğan’ın başta kalabilmek için yapmayacağı numaranın olmadığı (her yola başvuracağı) çok söylenip yazıldı. Nitekim öyle de olmuştur. Bu güvensizliğin en büyük kanıtı, seçim güvenliği hakkında duyulan kaygılardır. Gene de sandık sonuçları Cumhur İttifakının önde olduğunu gösteriyor. Seçim başa baş bitseydi ve aradaki fark fazla olmasaydı Cumhur İttifakı’nın iktidarı bırakıp bırakmayacağı sorusu ortadadır. Kısacası seçimi kazanıp kazanamayacağınız, rakibinizin kim olduğuyla yakından ilgilidir. 1930’LARA DÖNÜLEMEZ Çoğu Cumhuriyet gazetesinde yazan bazı aydınlarımız var ki, yıllardır, CHP’nin eski CHP olmadığını, Kemalizm’den ödünler verdiğini, partinin kurucu değerlere dönmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu yazarların en çok üzerinde durdukları ilke laikliktir. Fakat unutmamalıdır ki, 1930’lu ve 40’lı yılların laiklik ilkesini yeniden hayata geçirmek için onun bekçisi bir ordu, bütün devlet örgütüne hâkim bir bürokrasi ve onların başında Atatürk gibi bir şahsiyete ihtiyaç vardır. Bu ise bir nostaljiden ileri gidemez. Atatürk adının seçim kazanmaya yeteceğini sananlar Muharrem İnce’nin ve Sinan Ogan’ın düştüğü durumdan ders almalıdırlar. Bu iki kişinin ve Atatürk adına konuştuğunu ileri süren bazılarının Atatürk’ün bir sağ yorumuna bağlı oldukları söylenebilir. 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri de Atatürk’ün adını en çok ileri süren rejimlerdi. Atila İlhan’ın “Hangi Atatürk”, “Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” kitaplarında dile getirdikleri gibi Atatürk’ü günümüz koşullarında yeniden yorumlamak şarttır. Bu yorum içinde Tek Adam rejimine bağlılık, ülkedeki farklı kültürlerin inkârı, iktidar partisinden başka siyasi ve toplumsal örgütlenmenin yasaklanması olamaz. Atatürk’ün hiç tereddüt edilmeden savunulacak temel ilkesi tam bağımsızlıktır. O bile NATO’ya girişten beri hayal olmuştur. Günümüzde halk güçlerini derinden kavrayacak bir siyasi partinin temel ilkeleri, bağımsızlık, özgürlük ve refah olmalıdır. Laikliği de devletin din işlerine karışmaması, buna karşılık herkesin inandığı gibi yaşaması olarak anlamaktan başka çözüm yoktur. EL ELİN EŞEĞİNİ… Şunu da eklemek zorundayım: Geçtiğimiz seçim kampanyasında halka verilen pek çok vaatle karşılaştık. Bunların çoğu refahla ilgili maddi vaatlerdi. Merkez ve merkez sağ partilerden şu anlayışla hiç karşılaşmadık: “Halk örgütlenmeli, mücadele etmeli ve iktidara gelmelidir. Kendi kurtuluşunu ancak halk sağlayabilir.” Çünkü burjuvazi, “senin derdini ben çözerim” demeye getiriyor. Oysa elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz ve el elin eşeğini türkü çağırarak arar. (9 Haziran 2023) zekisarihan.com

  • Babayı Uğurlama

    Yusuf AKSOY * mayıs değil miydi isyanın adı şimdi orta yerinde babamı kaybettim bendini yıkan sular taşırdı mayısı dallarında tomurcuk dolu bahçemize ansızın saplandı kaldı bağıran sızı kim gider meçhule hiç bilinmezmiş bilinmezmiş söz nasıl boyun eğer gözler nasıl dile gelir binlerce keşke ile nasıl kimsesiz kalır çatlayan aynalar sığınak, kalabalık ellerce göğe kaldırılıp sessizliğe aniden yolcu edilinceye dek bilinmezmiş! ayrılığın bir daha gelmemek olduğu yolun sonsuz yeryüzü olduğu olduğu bilinmezmiş bahçemizde babanın sesini bekleyen elli yıllık ağaçlarımızın boyları, gövdesi ne ki ne ki yapraklarının sayılamaz çokluğu hüznü bile acıtan ayrılığın tarifine anılara gömülü örtük sevinçler neresine sığar şimdi yurtsuz düşlerin ıssızlığın sızısını hiç bilememekmiş varlığı dünde kalan ve devralınan yüreğin alın teri soğumadan giden ağır emekçinin henüz başı söylenen bin bir öyküsünü hangi gizil arenalardan çıkarabiliriz şimdi umut onda, hüznü bizde saklı kaldı epey bir karanlığa kalınca gün şafakla ötüşen kuşlar da sustu kanatları boşlukta ayakları dalsız annem dokuz çocuklu iki canını çok erken yitirdi gülmek ona hep ertelendi hangi vicdan teselli eder canları bağrından koparılan anne kalbini dokuzumuzun yerine hiç susmadı gözleri her sabah penceresine konan kumru hiç ses etmeden başını dayıyor şimdi cama bir gözü annemde diğeri nefesinde babamın babamın uyanmadığı o sabah hiç konuşmadı sustu! dağlarca yürekle sustuk hep birden! sırdaşının ağıtlarını dinledi kaç sabaha kadar ona anlatacak annem ne varsa tarihi kucaklamış en çok da iyiye yakışan, hak edilen kahramanlıkları benim babam hiç beklemez kızardı hemen yanlışa, adaletsizliğe, teslimiyete ve korkuya barikattı tek başına iyilerin saffında en önde ve adsız bir gurbetin yoluna tek başına çıktı yine babamın bedeni mayısın bedeni artık maviliklerin altındaki heybeti yeşertir her yanı bize de bayrak oldu hayatı sımsıkı sarılacağımız * 12.06.2021

  • UMUT

    Yusuf Aksoy * Yalnızlıklar kendini tarifte çok zorlanırken elbette ki kıştan kalan asmadaki üzüm tanesi yalnızlık değil umut tek bir yelkenliyle kıyıları keşfetme de değil umut hep birlikte kıyılarıyla denizi keşfetmek gerekirse düşe kalka buzu kırarak ölülerin arasından yürüyerek belki belki karda kışta patikalardan yürüyerek ya da şehirlerde kırılmış asfaltlardan geçerek ama mutlaka nehirlerin denize döküldüğü yoldan bedeline uygun yaşamak istediğimiz asi mutluluğun kar renginde şiddetli aşkları yaşanırken ölü sevişmelerin yaşandığı bir güz daha gelip dayandı da kapıya hüznü yüzüme gönderdi yüreğim bir yanda kendine sırt dönmüş aydın diğer yanda kent yoksulluğunda elleri ayakları tutmayan yığınlar ey, karanlıklarda düşlere gizlediğimiz hayat özlemin, iyiyi ziyan etme üzerine kurulmuş düzende dopdolu ediyorsa senden yana olanların yüreklerini anlatılması ne güç güzelliktir bir de seni kıyasıya yaşamak yarınlarda umudu da aşan bir şeyler hareketlenecek elbet kuşatıldıkça para ile satılmaz olan ne varsa umut, hayatı sevmektir evvela sonra, en ağırken bile bedenimiz ayarlı saatlerden önce kalkabilmektir ayağa

  • 60'ların Ana Babalarına Ağıt

    Selma ERDAL * Ve “unumu eledim, eleğimi astım” diyerek köşesine çekilen günümüzün ana-babalarına; “İş düştü başa… Haydi, çıkın sokaklara… Aldırmazsanız bugün yaşananlara; biliniz ki yarın çocuklarınız tarafından yargılanma sırası gelecektir sizlere de” göndermeli bir yazı… Doğdukları evler gaz lambalı; sokağın ışığında ders çalışmışlar… Yamalı çoraplarla ısınmış ayakları; tarhana çorbasıyla beslenmeye alışmışlar… Altmıştaki Devrim’in ardından; ufaktan, ufaktan şahlanmış atlara binip yoksulluktan, yolsuzluğa bulaşmışlar… Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik söylenceleri… Deniz kıyısında çadırlı yaz dinlenceleri. Müzeyyen’den, Hamiyet’ten şarkılar; Yeşilçam ürünü boyalı masallar… Hafta sonları ızgara köfteli, buzlu rakılar; tadını bildikleri eğlenceleri… Dizlerinde uyuturken çocuklarına anlattıkları; Nasrettin Hoca, Keloğlan gülmeceleri… Uzun kış gecelerinin oyunları; tombalayla, fincan altında yüzük bulmacaları… Dostluğa kapı, kapı komşuluklarla ulaşmışlar… İyi kocanın karısı, kurna başında belli… Düğünlerde çengiler oynar; parmakları zilli… Kızlar gelin olur; saçları telli… Tombul bileklere altın bilezikler içi bedestenlerde kuyumcuları dolaşmışlar… Hey gidinin altmışlı yılları hey ! Ramazanlarda radyoda çalardı ney… Seçimden, seçime halktan istenirdi” rey”… Düşünmeyi çok okumuşlara bırakmışlar… Bu ana-babaların çocuklarından ilki; devrimlerin öncüsü altmış sekiz kuşağı… Say ki halkın sırtında çelikten kaşağı… Onların umutlarıysa iki odalı evle, domatesli bulgura tokluk kaşığı, yanında da buz gibi ayran yakışığı… Bundandır ki; Özgürlük Türküleri söyleyenlerle dalaşmışlar… Böylesi günlerde atıldı kurşunlar, çekildi yağlı ipler genç bedenlere… Yazıklar olsun dense de bu işi edenlere; yine de yıllarca yasını gizlice tuttular… Hey gidinin altmışlı yılları hey !... Çalınmaz oldu Ramazanlarda ney… Uğruna dökülen bunca kana dayanamayan Olimpos’un Demokrasi Güzeli sonunda dedi ki; Vay !... Apar, topar çıktı yola… Gülümser gibi oldu hem sağa, hem sola… Verse de sık, sık mola… Bazen kör-topal, bazen sağır-dilsiz; sürüye, sürüye eteklerini konuk oldu ülkeme… Gün geldi ters düştü bağımsızlık ilkeme… Bilgeler dese de yarar sağladı halkıma… Kuşkusuz en çok uzaklaşan onlar oldu Cumhuriyet’e can veren Ata’ma… Büyüdüğümüzde anladık onların yanılgılarını… Yendiklerini sanırken, nasıl da yenildiklerini… Altüst ettikten sonra kurulu düzeni, yaramaz çocuklar gibi boyunlarını büküp, bağışlatmak için yaptıkları oyunları “Bizler okumadık sizler gibi, bilemedik” dediklerinde; öfkemizi bastırdık, taşlarda bilemedik… Ağıttır bu sözlerim, ana-babalarımıza ağıt; bir parça da bizim kuşağa öğüt… Sen de kalırsan ülkene, ulusuna kaygısız… Ata’ma, İlkeleri’ne, Devrimleri’ne ilgisiz… Çocukların da seni yargılayacaktır; belki de hiç bağışlamayacaktır… Neler olduysa geçmişte; bizim anamız, babamız onlar… Dara düştüğümüzde sıkıntımızı anlar… Kimisi Devrim için evlilik yüzüklerini bağışladığını söyler, kimisi de “Ah Menderes !...” diye inler… Bugün bile usanmadan Müzeyyen’i, Hamiyet’i dinler… Nedense özgürlüklere, hoşgörülere uzaktır benlikleri… Enflâsyonun elinde oyuncak olmuş para; sıfırlar gelmiş, gitmiş bolca; onlar yalnızca bilirler binlikleri… Artsa da, eksilse de üzerinde sıfırlar; onlar öğrenmekte kısırlar… Belleyemezler milyon, milyar demesini; neyse ki şimdilerde rahatlar, ellerine geçirdiler bir kez daha binlikleri… Onlar için tek değişmeyen; “beş kuruşa, beş düğmük” içerikli yaşam ilkeleri… Benim kuşağımı dünyaya armağan eden; ederken de önyargılarıyla darmadağın eden şu altmışlı yılların ana-babaları; yine de yürekler dolusu sevgiler, saygılar sizlere… Bu da yeter; can verdiniz ya bizlere

  • Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim

    CAN YÜCEL * Hayatta ben en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici hep, hep acele işi! Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezberledim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu 40’ı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a Bir helalleşmek ister elbet, diğ’mi, oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oyununu Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim… Can Yücel

  • benim aziz ve iyi babam

    10 Mayıs, 1838 Fyodor Dostoyevski'den Babasına / Benim aziz ve iyi Babam, Oğlunun senden harçlık istemesi için sana başvurmasını bir fazlalık olarak kabul edebiliyor musun? Tanrı tanığım olsun ki, bu ne kişisel ihtiyaçlarım, ne de imkânsızlıkların sonucu. Herhangi bir şekilde seni nasıl soyabilirim? Onları sıkacağını bildiğim halde, kendi et ve kanıma bana bir iyilik etmelerini rica etmenin ne kadar buruk bir tadı var. Kendi kafam ve ellerim var. Özgür ve bağımsızım. Aslında senden bir kopek bile, istememem gerekir. Kendimi acı fakirliğime gömmem gerek. Ölüm yatağımdan bana destek olmanı istemekten utanmam gerek aslında. Olaylara bakacak olursan seni ancak gelecekle teselli edebilirim. Gelecek ki artık uzaklarda değil ve zaman seni gerçekleriyle ikna edecek. Şu anda kelimenin tam mânâsı ile beni anlaman için sana yalvarıyorum sevgili babacığım. Hizmet etmekteyim, istesem de istemesem de en yakın çevremin zorunluluklarına uymam gerekiyor. Neden bir istisna olayım? Böylesine istisnai davranışlar genellikle en büyük hoşnutsuzluklardan doğmaktadır. Bunu şimdiden anlamış olman lâzım sevgili babacığım. Bunun için de insanlara gerektiği kadar karışmış durumdasın. Ve bundan dolayı lütfen söyleyeceğim şeylere önem ver: Askerî Akademinin her öğrencisinin, kamp hayatı en azından kırk Ruble'ye ihtiyaç gösteriyor. (Bunu babam olduğunuz için yazıyorum. ) Bu kırk Ruble'ye çay, şeker ve saire gibi ihtiyaçlar dahil değil. Rahatım için değil, ama en zaruri ihtiyaçlarım için bunlara sahip olmam gerekiyor. Yağmurda ve rutubette bezden bir çadırda yatmak gerektiği zaman, hele insan, böyle bir havada eğitimden üşümüş ve yorgun dönerse, bir bardak çaya ihtiyacı olacak kadar hasta olabilir ki, bu son yıllarda sık sık tecrübe ile başımdan geçmiştir. Senin sıkıntılarını da gözönünde tuttuğumdan ötürü, çay ve diğer şeylerden vazgeçip, senden sadece en zaruri ihtiyacım olan 16 Ruble'yi istiyorum. «İki çift adi postal için. » Tekrar ediyorum, kitaplar yazı malzemeleri, kâğıtlarım, çorap ve ayakkabılarım gibi eşyalarımı bir yerde muhafaza etmem gerekiyor. Bunun için bir sandığa ihtiyacını var. Zira kampta çadırdan başka hiç bir barınak yok. Yataklarımız kılıfsız üzerine çarşaf örtülmüş samandır. Şimdi sana soruyorum, sandığım olmazsa, nerede saklayabilirim eşyalarımı? Şunu bilmen gerekir ki, benim bir sandığımın olup olmaması Hazineyi ırgalamıyor. İmtihanlar yakında biteceği için artık kitaba ihtiyacım olmayacak. Bundan böyle giyimimle ilgilenecekleri için ayakkabı vesaire istemek zorunda kalmayacağım. Oysa boş vakitlerimi kitapsız nasıl geçirebilirim? Bize verilen postallar öylesine kötü ki, üç çifti, şehirde bile giyilecek olsa, altı aydan fazla dayanmıyor. (Burada gerekli ihtiyaçların bir listesi var. ) Son para havalenden 15 Ruble ayırdım. İşte görüyorsun sevgili Babacığım, en azından 25 Rubleye daha ihtiyacım var. Haziran başında kamp bitiyor. Eğer oğlunun bu acı ihtiyaçlarına destek olmak istiyorsan, Haziran'ın başında ona bu parayı gönder. Bu dileğimde ısrar etmeye cesaret edemiyorum: Fazla bir şey istediğim yok ama şükranım sınırsız olacaktır. Fyodor

  • BABAMIN BAVULU...

    Orhan PAMUK * Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi. "Bir bak bakalım," dedi hafifçe utanarak, "işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın." Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye'nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik. Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden. Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu. Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940'ların sonunda, İstanbul'da şair olmak istemiş, Valéry'yi Türkçe'ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum. Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum. Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil. Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız. Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe'deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat'ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlıkmesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur. Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris'e gitmiş, otel odalarında başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre'ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerdenb çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim. Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı Montaigne'dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu'da ister Batı'da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmekm isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır. Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir Yollculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız. Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul'dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris'ten ve Amerika'dan aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul'da 1940'larda ve 50'lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul'un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970'lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde "eksik" bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul'un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970'lerde, sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul'un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi. Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu bu "merkezde olmama" duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul'un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı'ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul'daki hayatımızdan Batı'ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris'e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye'ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye'de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum. Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama 'kızıyordum' yerine 'kıskanıyordum' diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime "mutluluk nedir?" diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki? Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris'e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım. Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir. Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister. Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul'da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik. Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler. Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum. Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. Dostoyevski'nin bütün hayatı boyunca Batı'ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu. Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul'u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir. Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi İstanbul'dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir. Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım. Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler. Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu. Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul'da, Türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum. Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı. Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız. Bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı. Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları'nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi. Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona "bir gün paşa olacaksın!" diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu. Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü. İsveç Akademisi'nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.

  • USTA BABAMDI

    Değilim ben yatakta, Ayaktayım, ayakta! Sonradan duymadım, Ögrendim salıncakta! Eskiden kata kata, Bugün de ata ata, Kalmadı ortalıkta, Hani nerede usta? Eser inkar edilmez, Karanlığa gömülmez! İçimizden silmeye, Kimsenin gücü yetmez! Bak o, benim babamdı, Anlatan da anamdı! Yıllar sonra çok şükür, Bunlar aklımda kaldı. / Hasan AHMET drhahmet@gmail.com

  • GÜÇ AŞIMI

    Fuat ÖZGEN * Küçük bir köpek Oldukça ürkek İpini koparmışa Tipik bir örnek Bakımlı, tasmalı Ya evden kaçmış Ya da kaybolmuş olmalı Sokak deneyimi yok Yoluna çıkan sokak köpeğine Kafa tutuyor İri köpek yol değiştiriyor Bir kedi yavrusu Birkaç aylık Sokaktaki tabaktan Mama yiyor Yaklaşan iri kıyım kediye Kabarıyor, tıslıyor İri kıyım kedi geri gidiyor Bir saksağan yuvası Saldırıyor iki karga Saksağan jet gibi Pike yapıyor Kargalara ağacı dar ediyor Cesur davranan üç hayvan Sonuç alıyor Güçlerini aşarak

  • AKKUYU VE “NÜKLEER ENERJİ” İLE İLGİLİ GERÇEKLER

    Tamer UYSAL * Söylentiler basit birer geyik miydi !.. Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. Bu aslında nükleer lobilerin ilk girişimiydi. Ardından Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası gerçekleşmişti. Kullanım kolaylığı, sanayide vazgeçilmezliği ve yaşamsal önemi nedeniyle, elektrik enerjisi üretiminde tüm dünyanın kabul ettiği genel ilkelerden birincisi, “elektrik enerjisinin olabildiğince ucuza üretilmesidir.” Bu açıdan bakıldığında ucuzluk sıralamasında nükleer enerji en sonda yer almaktadır. Nükleer Santraller başta güvenlik ve atık sorununu çözememiş olması nedeniyle geleceğin değil geçmişin teknolojisidir. Gelecek ise geçmişin sorunlu teknolojisiyle değil geleceğin sorunsuz teknolojileriyle planlanır. Ülkemizin sahip olduğu kaynaklar ve potansiyeli yeterince araştırılmayıp kullanılmamaktadır. Alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yabancı şirketler tarafından kurulan tesislerde yetersiz olan fosil kaynakların kullanılması dışa bağımlılığı arttırmaktadır. Oysa ülkeler ulusal enerji politikalarını belirlerken enerji kaynakları çeşitliliği ve potansiyeli, dışa bağımlılıkları, coğrafi durumları, nüfus artış hızı, finansman durumu gibi değişkenleri dikkate almaktadırlar. Bu nedenlere bakıldığında ülkemizin kendine özgü koşulları göz önünde bulundurulmamaktadır. Dünyadaki Uranyum Rezervleri 6.000.000 tondur ve hiç yeni santral kurulmasa bile şu anda mevcut olan santrallere ancak 50 yıl yetecek kapasitededir. Buna karşılık dünyanın kömür rezervi 250 yıllık, doğalgaz rezervi 100 yıllık ve petrol rezervi de 100 yıllıktır. Su, rüzgâr ve güneşin ise zamana bağlı bir sınırı yoktur. Dünya’da uğruna savaşlar çıkartılan başta petrol olmak üzere doğalgaz, kömür gibi tükenen ve çevreyi kirleten fosil yakıtların, temiz ve yenilenebilir “barışçıl” enerji kaynakları yerine aymazca kullanılması tam 2 yüz yıldır dünyadaki doğal dengelerin bozulmasına neden oldu. Su ise geleceğin önemli stratejik enerji kaynaklarından biri olmaya aday. Çünkü atmosfere salınan sera gazları nedeniyle dünyadaki belirgin ısı artışı önemli iklim değişiklikleri meydana getiriyor. Karaları besleyen buzulların erimesiyle yıla göre ortalama su dağılımı dengesizliğinin artmasıyla birlikte gelecekte kuraklık tehlikesi ile karşı karşıya kalma olasılığı görünüyor. Türkiye su bakımından zengindir. Jeotermal kaynaklar açısından dünyanın sayılı ülkelerinden biridir. Ayrıca yakın bir gelecekte petrolün ömrünü tamamlamasından sonra onun yerini alacak olan hidrojen yatakları ve yakıt pillerinde kullanılan bor da Türkiye’de bol miktarda bulunmaktadır. Bunların yanında jeotermal enerji, biyokütle enerjisi, dalga enerjisi, gelgit enerjisi gibi temiz ve yenilenebilir çeşitli alternatif enerjiler bulunuyor. Tabii ki yapılan çalışmalarla bunlara ileride yenileri de eklenebilecektir. Ancak, “Ülkemizin 10.000 ton Uranyumu ve 380.000 Toryumu var bunları değerlendireceğiz ve enerjide dışa bağımlı kalmayacağız” demek gerçek bir kara cahilliktir. Çünkü; 10.000 ton Uranyum rezervi içinde sadece 100 ton Nükleer Santralde kullanılabilen Uranyum 235 vardır. Gerisi Uranyum 238’dir ki nükleer santralde kullanılamaz. Toryum ise tıpkı Uranyum 238 gibidir ve nükleer santralde kullanılamaz. Ayrıca ülkemizde uranyumu nükleer santralde kullanmaya yönelik yakıt hazırlama teknolojisi yoktur. Yakıt işleme teknolojisine sahip bir kaç ülkeye bağlı kalınacaktır. Türkiye enerji kaynaklarını temiz enerjiye çevirmek zorunda. Temiz enerjiye geçiş, Türkiye’de istihdam yaratacak. Örneğin, Almanya rüzgar enerjisinde 16 bin megavatlık bir güce ulaştı ve 140 bin kişi temiz enerji kaynakları dediğimiz rüzgar, güneş, küçük su santralleri, biyokütle gibi sektörlerde çalışıyor. Üstelik alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yetersiz olan fosil kaynaklarla yabancı şirketlerin kuracağı tesislerde kullanılacak olması dışa bağımlılığı arttıracaktır. Diğer yandan nükleer atıkların temizlenmesi oldukça maliyetlidir, ton başına üçyüzyirmibeşbin dolara çıkmıştır. Nükleer atık depolama tesislerinin maliyeti ise milyarlarca dolardır. Buna karşılık “nükleer enerji” üretimi alternatif kaynaklar arasında birim maliyeti en yüksek olan enerji kaynağıdır. Hidroelektrik santralleri ile ortalama bin dolar iken nükleer enerji üretiminde 3-4 katıdır. Fotovoltaik/güneş pilleri, bu konuda henüz yaygın kullanılabilir ve ucuz bir teknoloji yoktur. Ancak 2015 – 2020 yıllarından sonra fotovoltaik pillerin maliyeti diğer teknolojilerle kıyaslanabilir noktaya gelecektir. Batıda nükleer reaktörlere karşı kamuoyunda büyük bir reaksiyon vardır. Bu yüzden tesisler tasfiye edilip yeni yapım planları iptal edilmektedir. Ancak böylesi bir tablo içinde işsiz kalan Nükleer Santral yapımcıları kamuoyu baskısının ve demokratik tepkilerin ciddiye alınmadığı ikinci kuşak ülkelere yönelerek mali krizlerini aşmak istiyorlar. Bir yandan nükleer santrallerinin olağanüstü yüksek işletme maliyetlerini üçüncü dünya ülkelerine nükleer silah teknolojisi satarak finanse etmek istemektedirler. Akkuyu’da yapımı planlanan santral inşaatı ihalesine ABD, Japonya, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülke kartellerinin katılması dikkat çekicidir. Zira nükleer enerji santrallerinin önemli bir kısmı bu ülkelerde bulunmakta ve elektrik üretimlerini bu yolla sağlamaktadır. Öte yandan deprem kuşağında yer alan Türkiye için nükleer tesislerin kurulması risklidir. Hatırlanacağı gibi Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası olmuştur. Akkuyu’nun yer lisansı, 1976 yılında, henüz bir Çevre Bakanlığı dahi yokken alınmıştı. Nitekim, Akkuyu’ya 1976 yılında yer lisansı onayı veren üç kişiden biri olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman, bugün için bu lisansın geçersiz olduğunu beyan etmiştir. Başta stratejik konumu dolayısıyla Marmara ya da Karadeniz Bölgesine yapım planları iptal edilen Akkuyu Nükleer Enerji Santralı Akdeniz’e kaydırılmış ancak 11 Eylül’den sonra, nükleer santralların birer hedef olabileceği sıkça tartışılmıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde ise, kuzey ya da güney, doğu ya da batı, nerede olursa olsun, nükleer santralların bir saldırı için çok ciddi sonuçlar doğurabilecek birer hedef ve hatta birer atom bombası oldukları söylenmiştir. Oldukça maliyetli olan nükleer enerjinin üretilmesi aşamasında açığa çıkacak atıklar başta doğal kaynaklar olmak üzere ülke ekonomisine büyük tehdit oluşturmaktadır. Çevreyle ilgili kamuoyu oluşturmakla görevli oluşumların tartışma ve kararları dikkate alınmak zorundadır. Devlet hem kirleten hem de denetleyen olamaz. Çevre kanunu, yerel yönetimlerin işlevlerini düzenleyen yasalar hatta anayasada çevre ve insan sağlığının korunmasının temel bir hak olarak gösterildiği de unutulmamalıdır. *Temel Kaynak: TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası MAİ ve Küreselleşme Karşıtı Grubu açıklama metni. http://www.antimai.org/cv/emonukrp.htm Tamer UYSAL

  • SEN DEDİ DOST

    Niyazi UYAR * Sen dedi dost, Şiir yazmalısın, Dizelere yürekle işleyip umudu, İlmik ilmik nakşetmelisin! Sen dedi dost, Kıymetlisin, candan ötesin, Bozkırın yedivereni, Umudun, arzunun şairisin! Sen kıymetlisin dost! Sen, sevdayı, Kırkoluklu Çeşme’nin Kırk oluğuna, uğur ola deyip Adını fısıldıyorsun! Sonra Bozdağ’ın kekik kokulu, çam kokulu yamaçlarına, Boyuna haykırıyorsun! Sen kıymetlisin dost! Sen bir çift yüreksin, Biri Leyla ise, biri de benim, Sen benim kıymetlimsin!

  • İKİYÜZLÜLÜK

    * Yusuf Aksoy 14 ve 28 Mayıs tarihlerinde gerçekleşen iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bilindiği üzere ikinci turda AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, seçimi kazanarak üçüncü kez Cumhurbaşkanı olmuştur. Yirmi iki yıl iktidarda olmanın olanakları, gücü ve çok zengin strateji ve taktikler savaşı karşısında muhalefetin Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasının çok kolay olmayacağını tüm dünya biliyordu. Tüm bu güç birikimi, makyavelist tutum ve davranışların dışında toplumun kültürel yapısı da muhafazakâr tarafa çok elverişli imkânlar sunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, 100 yaşına yaklaşmış bir Cumhuriyet olmasına rağmen hedeflediği ‘Çağdaş Medeniyetler Seviyesi’ ne ulaşabilecek ideolojik dönüşümü gerçekleştirememiştir. Bu seviye özetle Batı’nın tanımladığı endüstriyel üretkenliğe ulaşmış çağdaş, laik, sosyal bir hukuk devleti ve bu devletin öncülüğünde kul olmaktan sıyrılıp, akılcılık ve laiklik düzleminde örgütleyip dönüştüreceği bir toplumsal yapıydı. Ancak cumhuriyetin kurucu iradesi ve dönemsel iktidarlar olma gerçekliğine rağmen toplumsal aydınlanma süreci sürekliliğe dönüştürülememiştir. Aydınlanma, demokratikleşme ve yurttaş bilinci üzerinden toplumsallaşma süreci darbeler, sıkıyönetimler ve olağanüstü hal uygulamaları aracılığı ile sık sık kesintiye uğramıştır. İleri bir toplum hedefinin dönem dönem kesintiye uğraması beraberinde tarikat ve cemaatlere yol açılması süreçlerini getirmiştir. Bu bilinen çevreler de toplumun önemli bir kesimini dini değerler üzerinden konsolide edebilmişlerdir. Kendi aralarındaki iletişim ve ilişki ağı salt kamusal alanda görülür olmamış, devlet kurumlarını tüm hücrelerine kadar var olabilmeyi başarmışlardır. Ne yazık ki, toplum çoğunluğunu oluşturan bu muhafazakâr kesimin büyük çoğunluğu yurttaş olabilme bilincinden uzak olduğundan ‘modern’ hak ve özgürlüklerden de bir talebi ve bu yönde bir tercihi yoktur. Kültür, biat üzerine kuruludur. Bunları sevk ve idare eden kişi ya da gruplar ne isterse onlar da gereğini yapmakla mükelleftir. Ötesi onlar için karşıt olmaları gerekenlerdir. 2023 yılına geldiğimizde şu çarpıcı gerçekle de karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz: Ülke nüfusunun % 90’nın kentlere sıkıştığını acı bir şekilde görülmektedir. Deyim yerindeyse kentlerimiz, çok yönlü olan dinsel gelenekçi kırsal kültürle kuşatılmıştır. Elbette ki bunun sebebi on yıllardır sürdürülen, tarım ve ekonomi politikalarıdır. Tarımsal üretimin bir şekilde tasfiye edilmiş olması, oralarda yaşayan özellikle genç ve orta yaşlı nüfusun karnını doyuracak bir iş bulmak için kentlere akın ettiği hepimizce bilinmektedir. Kent yoksulları, diye tarif edilen bu kesim kentte yaşayan ve güç bela karnını doyuran, çoğunluğu işsiz olan insan yığınlarıdır. Karnını doyurma dışındaki birçok zorunlu ihtiyaca ve haklara da erişebilmekten uzaktır. Bu kesim daha çok sadaka türü yardımlarla ayakta duruyor ve bu yardımları aldığı belli çevrelere de itaat etmeyi dini ve ahlaki bir görev sayıyor. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu kitle hakkında şu haklı değerlendirmede bulunuyor: “Türkiye’de bir orta sınıf yok. Onun yerine kalabalık bir istihdam dışı kent yoksulu tabaka var. Orta sınıfın talebi özgürlük, haklar ve hukuk devletidir. Oysa istihdam dışı kent yoksullarının hukukun kendilerine yaradığını düşündüklerini gösteren bir kanıt da yok. Hukuk dışı uygulamalardan (...) özellikle yolsuzluklardan şikâyetçi olduklarını gösteren kanıt yok. (...) Bu kitlenin hukuk devleti bilgisi de yok. Yaşadığı ortamda hukuka uymanın maliyeti de oldukça fazla. (...) Bu tür bir yaşantının hukuk devleti, adalet ve hukuka uygun bir imar, trafik, enerji vb. yasası talep etmek gibi bir lüksü olabilir mi? (...) Onun için orta sınıfın olduğu ülkelerde hukuk devleti ve ona dayalı bir demokrasi yaşıyor ve ekonomi kalkınıyor. Bugün ülkemizdeki sorun da bu. (...)” Ve Oktay Ekşi’nin dediği gibi: ”Demek ki çözümü lider değiştirmekte değil, toplumsal gerçeği değiştirmekte aramak zorundayız.” Bu bağlamda Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turda kaybedilmesinin tek sorumlusunun olmadığı, olamayacağı çok açık bir şekilde görülmektedir. Geride bıraktığımız seçimi kazanmak için yirmi bir yıldan fazla iktidar kalan AKP iktidarının yarattığı tahribat, yoksulluk ve işsizlik tek başına yeterli olamadı. Olamazdı da. Eşit olmayan seçim koşulları yanında, derinden ayrıştırıcı dinsel, mezhepsel ve milliyetçilik temelinde kışkırtıcı faaliyet ve çalışmalar, devlet medyasının iktidarın medyası gibi taraflı yayın yapması, muhalefetin Cumhurbaşkanı adayına bile iletişim engeli getirilmesi, seçim güvenliği ve güvenirliğinin sorunlu oluşu, kırsal bölgelerde ve büyük kitleler halinde bulunun kent yoksullarının mevcut statükocu kültürünün dönüştürülememesi, depremde büyük enkaz yaşayan kesimlerle yeterince buluşulamaması ve daha birçok hazır olunuşluktan uzak olma hali kazandırmadı. Gelelim esasta söylemek istediğim sözlere. Tüm verili ülke ve seçim koşulları içinde altılı bir ittifakın, muhalefeti destekleyen Emek ve Özgürlük İttifakın ve başkaca irili ufaklı birden çok muhalif partinin desteği olmasına rağmen seçimi iktidar partisi kazandı. Ancak şu gerçeği Türkiye kamuoyu ile birlikte Dünya kamuoyu da gördü ki, muhalefetin en karalı, en çok güven veren ve gecesini gündüzüne katarak çalışanı CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Kemal KILIÇDAROĞLU olmuştur. KLIÇDAROĞLU, birbirine benzemez çok çeşitli siyasal anlayışları yan yana getirebildiği gibi ortak program için en çok çalışan olma özelliğine sahiptir. Aynı zamanda kamu kaynaklarnı kendi ikballeri için kullanan çevrelere de ciddi göz dağı vermiştir. Kamu kaynaklarının nasıl çarçur edildiğini gözler önüne sermiştir. Tavizsiz ‘Hak-Hukuk-Adalet’ vurgusu tolumun sorumlu kesimlerine umut vermiş ve cesaretlendirmiştir. Maalesef, kendi partisinin tüm örgütsel organları, İl, İlçe ve Belde örgütleri, Millet İttifakının bileşen partileri ve tabanları ve ayrıca diğer destekleyen tüm ittifak ve partiler tarihi seçime tarihi bir çalışma yapamamışlardır. Dolayısı ile de sayın KILIÇDAROĞLU yalnız bırakılmıştır. Tüm muhalif bileşen ve destekçiler de bu nedenle özeleştiri vermesi gerekir, diye düşünüyorum. Sözde bazı muhalif medya organları ve bir grup sözde muhalif sözde gazeteciler ise seçim gününe kadar Kılıçdaroğlu’na birbiriyle yarışan derecede methiyeler düzmüşlerdir. Bu sözde medya çevresi ve bazı eski ve yeni muhalif politikacılar seçim kaybedilince bunun suçlusu olarak tüm etik değerleri çiğneyerek ve haksızca Kemal Kılıçdaroğlu’nu göstermişlerdir. Bunun adı: İKİYÜZLÜLÜKTÜR. Değişim ise her şeyden önce gerçekten ilkeli, doğru, dürüst, demokrat olmayı ve düşündüğün gibi yaşamayı gerektirir.

  • DÜŞLER

    Fuat ÖZGEN * Uykunun yan ürünü Uyuyanın hızlı görümü Zaman içinde zaman Yalancı zaman Olmayacakların olduğu Bitmesin dediğimiz Tatlı düşler Düşte “Düştür!” dediğimiz Karabasanlar Korkutan, üzen, sevindiren Uyanınca biten Azdıran, kandıran Aç tavuğa darı yediren Ölüyü canlandıran Mantığı rafa kaldıran “İnanmam” deyip de inandığımız Anlatmaktan garip bir zevk duyduğumuz Hep hayra yordurduğumuz Kendimizden içre kendimiz Bilincimiz, bilinçaltımız Kişiye özelimiz Bizim yaratımız Aslında biz olan düşler

  • BİR KİTAP SATIŞ DENEMESİ

    Zeki SARIHAN * Arkadaşlar, Yayın piyasasının iyice daraldığını biliyorsunuz. Bir süredir kitaplarım okuyucu ile buluşamıyor. 42. Kitabım olan KÖY ÇOCUĞU’nun baskıdan gelmesi üzerine, İnternet üzerinden bir deneme yapmaya karar verdim. Elimde bulunan kitaplarımı, internet üzerinden satışa sunuyorum. Listesini sunduğum, bir kısmının mevcudu pek az bulunan 24 kitaptan seçtiklerinizi bildirirseniz bunları adresinize postalayacağım. En ucuz PTT kitap kargo ücreti 20.75 TL’ye çıkmış. Siparişiniz 100 liradan az ise 20 lira posta ücreti eklemelisiniz ki kârı kediye yüklemeyeyim! Gelen parayı sırada bekleyen yeni kitaplarımı bastırmada kullanacağım. Banka hesap numarasını bildiriyorum. Ücreti yatırdıktan sonra listeyi, telefon numaranız ve adresinizi telefonla, facebook hesabıma, WhatsApp’a, telefon mesajına veya e-postama bildirirseniz, birkaç gün içinde kitapları postalarım. Şimdiden iyi okumalar. Banka Hesap Numarası: TC Ziraat Bankası Necatibey Şubesi. TR79 0001 0007 9539 0099 9150 10 Telefon: 0537 440 73 06 e-posta: zekisarihan@gmail.com * ZEKİ SARIHAN’DAN İSTENEBİLECEK KİTAPLAR (9 Haziran tarihi itibariyle güncellenmiş) Sıra kitap adı, sayfa sayısı, eldeki mevcudu fiyatı 1. KÖY ÇOCUĞU (YENİ) (104 s.) 440 adet, 30 TL. 2. PAŞA’NIN ROTASI (Büyük boy, ciltli) (268 s.) 1 adet, 100 TL. 3. MİLLÎ MÜCADELE’DE MAARİF ORDUSU (584 s.) 1 adet, 110 TL 4. KURTULUŞ SAVAŞI KADINLARI (399 s.), 35 adet, 60 TL. 5. KURTULUŞ SAVAŞI GENÇLİĞİ (308 s.), 2 adet, 60 TL. 6. İLERİ KÖY PEŞİNDE (170 s.), 10 adet, 65 TL 7. BENİM HAPİSHANELERİM (254 s), 38 adet, 50 TL. 8. ÖĞRETMENİ ELEŞTİRİN (304 s.), 140 adet, 50 TL. 9. ÇOCUK VE VATAN (215 s.), 88 adet, 50 TL 10. HAYATI HAKİKİYE SAHNELERİ (280 s), 150 adet, 60 TL 11. AKPINAR’DA OKURKEN (240 s), 3 adet, 50 TL. 12. VATAN TÜRKÜSÜ (İstiklal Marşı) (154 s.), 6 adet, 30 TL. 13. AKÇAYAZI ĞRETMENİ (132 s.), 200 adet, 25 TL. 14. KURTULUŞ SAVAŞI ÖYKÜLERİ-1 (160 s), 2 adet, 25 TL. 15. KURTULUŞ SAVAŞI ÖYKÜLERİ-3 (144 s.), 3 adet, 25 TL. 16. KURTULUŞ SAVAŞI ÖYKÜLERİ-4 (148 s.), 2 adet, 25 TL 17. KURTULUŞ SAVAŞI ÖYKÜLERİ-5 (152 s.), 1 adet, 25 TL 18. ALİ HAFIZOĞLU KİTABI (120 s.), 80 adet, 25 TL 19. MERHABA ASKER (116 s.) 8 adet, 20 TL 20. MAMAK MEKTUPLARI (96 s.), 23 adet, 20 TL 21. KELOĞLAN İLE AĞA (Bir Halk Hikâyesinin Tahlili) (64 s.) 40 adet, 20 TL

  • PARKTAYIZ

    Yusuf Aksoy * Sanmayın ki ayinler, aklı başından alır kalpleri nefrete boğar ve kör eder bir notası bile susmaz oysa ki gökyüzüne söylenen şarkıların gün olur kimileri umarsız uykulardayken sahipsiz zannedilen kanayan yurtları yerinde duramaz şarkılar sarıp sarmalar dönüşün ihanet olduğu yollara uğurlar bilmeli gülüşlerimize gölge edenler her sabah aynı sabah olmaz kim erken kalkar belli olmaz belli olmaz halk ne zaman kendi olur ama mutlaka kendine ihanetten sıyrılır saplanırsa ansızın karanlığın silahından bir tek mermi şehrin kalbine barbarlığın şatolarından ölüm yağarsa üstümüze fırtınalar dolar tüm şehirlere nihayetinde yıkar gider şehri var edenlerin cesareti ağzından salyalar akıtan mabetleri şehir gebe olur kendine ve yeniden doğar ağacıyla kurduyla, kuşuyla börtü böceği ile çoluğuyla çocuğuyla sancılara ortak olan her semtin genciyle yaşlısıyla boyun eğmekle olmaz diyen tarihe selam duranlarla ve gün gelir şehirlerin nasırlı elleri kırar ruhundaki zincirleri yıkar ardından betondan duvarları bostanlar bahçeler yapar yanı başında sofralar kurar herkesin ekmeği bölüştüğü zehirsiz, zıkkımız, rantsız sofralar tek başına bir ağacın bir damla göz yaşı annenin gözünden boşanan okyanus olur yüklenir o zaman yediden yetmişe isyan işte, o zaman Park Gezi olur Gezi, umudun koşan adı olur düşenler de kalanlara emanet olur Gezi, dara kim düşerse biz varız, diyenlerin yurdudur artık dalıyla, yaprağı ile çiçeğe durmuş her ağaç her kuş, her sincap her sokak kedisi her sokak köpeği arılar, kelebekler elinde balonlarla koşan çocuklar ağaç altındaki sevgililer ya da sevgilisini yitirenler amcalar, teyzeler kötülük bilmez herkes Mehmet Abdullah Ethem Zeynep Medeni Ali İsmail Ahmet Serdar Berkin olur gülümserler ve gülüşleri karanlığı yırtarak gül rengi şafağa yarınlara yol olur

  • BULUT DEĞDİ

    Fuat ÖZGEN * Bulut değdi gül açıldı Bülbül çiğden içti Coştu, sesi açıldı Gülün aşkıyla yandı Neyse ki dut mevsimine az kaldı Guguk hainliğini yaptı Yumurtalarını bıraktı Sıcak güneş değdi Çevrede bahar Arı nektar peşinde Çiçek tozlaşma Güzel anlaşma Hacı leylekler geldi Direklerde, bacalarda yuvalar Devekuşu gibi Sinek, böcek, karınca Köstebeğe varınca Geleceğe umudu güçlendiren Canlılık

  • RESİMCİ KADIN

    Niyazi UYAR * Arayan abisiydi. Cep telefonu kullanmaya yeni başlamıştı. İkide bir pantolonun kemerine astığı telefonu çıkarıp bakıyor, arayan, mesaj atan olmuş mu diye kontrol ediyordu. Buldumcuk, ergen çocuk olmuştu yeni telefon alanlar, olur olmaz birbirlerini arıyor, “neredesin,” diye birbirlerine soruyorlardı. Aramasa bile mesaj gönderiyorlardı. Hele onun için Resimci ile konuşmak, mesajlaşmak bir ömürdü, ömür! Gençlik yıllarında yaşayamadığı, içinde kalanları özençlerini Resimci ile yaşamaya çalışıyordu. Günün her saati buluşup konuşuyor, çay kahve içiyorlardı. Cebinde her daim sigara olurdu. Resimci kız sigara içmez, yalnızca “ben aşkı öpücüksüz, kahveyi sigarasız sevmem veciz sözüne eşlik etmek için tüttürürdü. Arayan abisiydi.. Cep telefonu ile sınırsız konuşma olsa diye dert yanarlardı birbirlerine. Telefon delik demirin icadı gibi mertliği bozmuştu. Açık açık, karşı karşıya seni seviyorum, diyemeyen ergeni, olgunu cep telefonun romantizmi ile seni seviyorum, seni dünyalar kadar, buradan ta Kars’a kadar seviyorum, seninle nefes alıyorum, sen yemeğimin tadı tuzu, gören gözüm, duyan kulağımsın… diye abartılı, uzaktan sallamak misali, demode sözcüklerle sevdiğini dile getiriyordu. Sevgi bu kadar kolay ifade edilince de kıymeti olmazmış! Hemen herkeste aynı telefon modelleri ya Ericsson ya da Nokia idi. İki arkadaş birbirlerine kefil olmuş Nokia 5110 almış, melodisine de Mozart koymuşlardı. Arayan abisiydi. Herkesin okulu boşalttığı anda onlar ortaya çıkar, kantine doğru gider birbirlerinden hiç haberi yokmuş gibi, “ aa sen burada mısın,” deyip kur yaparlardı. Resimci’nin kara, kapkara maşa ile düzleştirilmiş gibi saçları vardı. Gözbebekleri kocamandı, içindeki karalığın ışıltısı nereye baksa orayı deliverecekmiş gibi sertti, ateş topu gibiydi bakışları. Boyu, endamı idealdi, mavi bluzunun altındaki dik göğüsleri isyan ateşini yakmış sevilmeye, okşanmaya hasretti. Arayan abisiydi. Ortalık tenhalaşmıştı. Kahvelerini içmişler, yavaş yavaş kalkma zamanı gelmişti. Doksan model arabaya binmiş, aheste sürüşle Manisa yoluna doğru hareket etmişlerdi. Manisa yolundaki her daim tenha olan BP restorana gidecek bir şeyler yiyecek sonra da birer ikişer Tuborg içeceklerdi. Resimci Kızın, tercihi Tuborg olduğundan o da Tuborg içiyordu, aslında favorisi rakıydı. Resimci onun ne diyeceğini anlamış, “Bir akşam geliriz, zamanı uzun tutup ben de sana uyarım,” demişti. Arayan abisiydi. İzmir Manisa arasındaki BP Restoranda yeme faslını bitirmiş, keyifli olsun diye çam ormanlarına karşı Tuborglarını içmeye başlamadan, “Şerefe” dedi, Resimci. Çiçekli’nin kızılçamları uyumlu uyumlu ne de güzel salınıyordu. Bu uyum seven yüreklere sevda türküleri söylemekti. Bu salınış kaç bin yıldır, aynı düzlem aynı ritimde devam ederken, sonra aniden ortaya çıkan deli bir rüzgârla delirir, uyumlu sesler, ürpertiye döner, sonra insanın aklını çıvdıracakmış gibi olurdu. Arayan abisiydi. İkişer tuborg içmiş, yan yana, can cana olmanın verdiği hazla, kafaları hafiften çakır keyif, gözlerinin içlerine bakmaya, masanın üstünde ellerini kavuşturmuş bir o, bir o ellerine dudaklarını dokundurup çekiyordu. Arayan abisiydi. Restoranda garsonlardan başka kimse yoktu. Birlik olma, vuslata ulaşmanın ateşi ikisini de yanım yanım yakmaya başlamış, özlemleri, dağlar kadar büyür! “Üstüne bir kahve içmeye ne dersin!” “Olur, olur, çok güzel olur,” dedi Ressam Kız! Birer kahve içtiler, öpücüksüz; lakin sigaralı. Arayan abisiydi. Restorandan çıkmış, şırıl şırıl akan dereye aşağı yürümeye başlamışlardı. Bahar mevsiminin son ayıydı, doğa renklerin en muhteşemlerini sunmuştu insanların beğenisine. Ağaçların yeşili, bin bir renkli çiçeklerin kokusu başlarını döndürüyor, tuborgun verdiği coşku ile yaklaşıyorlardı birbirlerine. Dereye aşağı ele ele yürürken, sonra can cana… Arayan abisiydi. “Alo, alo!” “Nerdesin sen, iki gündür arıyorum!” “Nerede olacağım abi, bir yere gittiğim yok, telefon da her daim yanımda, şimdi de çalar çalmaz açtım, bak duydun sesimi!” “Ben kimi arıyorum o zaman?” “Abi cep telefonunu yeni aldım, neredeyse yatağa bile onunla yatacağım, sakın ola ev telefonunu aramış olmayasın?” “Olabilir, her halde ev telefonunu aradım!” “…” “Neyse boş ver telefon muhabbetini, babamın üniversite hastanesinde yoğun bakıma aldılar, durum çok ciddi!” “Yaaaa!" Bir zaman sessizlik oldu, sonra "üzüldüm, ne yapacağımı bilmiyorum,” diyebildi. O şaşkınlıkla ne yapacağını bilemediği gibi, konuşmadı bile. “Ne oldu, ne olmuş, ne olmuş,” dedi Resimci Kız. “Babam, babam hastalanmış, yoğun bakıma almışlar, durum çok ciddiymiş!” “Haydi gidelim, ne duruyoruz?” “Sen de mi gideceksin?” “Neden olmasın?” “Olur mu?” “Olsa ne olur, ne olur?” “Ne diyeceğimi bilemedim de!” “Bilemeyecek ne var bunda, bugün olmazsa ne zaman senin yanında olacağım ben?” “Olmaz, sen olmaz, seni durağa bırakayım, vakit kaybetmeden hemen gideyim ben!” “Saçma sapan davranıyorsun, çocukmuşum gibi davranıyorsun!” “Çocuk mocuk, seni durağa bırakayım, zamanım çok az yetişemeyebilirsin dedi abim!” “Baban hasta biz neler konuşuyoruz, haydi ne yapacaksak yapalım, koştur!” Arabayı Canım Öğretmenim parkına doğru sürüp heykelin önünde Resimci’yi indirip hastaneye doğru yola koyuldu. Arayan abisiydi. “Nerede kaldın sen, çabuk gel, altındaki kağnı mı senin?” “Abi sen arayalı daha beş dakika oldu, beş dakikada nasıl gelirim?” “Benimle çene yarıştırma, haydi çabuk gel göremeyeceksin babanı; çabukkkk!” Mayısın sıcak havası yerini serin bir havaya bırakmıştı. Rüzgârın esintisi, şiddetlenmiş, az öncenin romantik havası, ürkütücü bir sese dönmüştü. Esintinin şiddeti artmış, korkunç bir uğultu ortalığı alıyordu. Vuuuuu vuuuu, vuuuu… Ağaçların sesi korkusunu artırıyor, üzüntüsünün dozunu artırıyor, acısını çoğaltıyordu. Bir taraftan da “inşallah yetişirim, inşallah bir şey olmadan babamı görürüm,” diye kendi kendine mırıldanıyordu. Çok severdi babasını, asker arkadaşı gibiydi baba oğul. Babasının ideolojik dünyasına yönelttiği ironik eleştiriler, onun ne kadar haklı olduğu bugün ayan beyan ortaya çıkmıştı. Ne demişti babası? “Ne yani, yazın devrim olacak öyle mi, devrim yapmak yirmi yaşındaki çoluk çocuğa kaldı öyle mi?” “Neden olmasın, sen inanmıyorsun öyle mi?” “Çocuk oyuncağı mı bu işler?” “…” Arayan abisiydi. Deli gibi sürüyordu arabayı, ağır yük vasıtalarından fırsat buldukça atıyordu kendini aralarına, azıcık boşluk buldu mu dalıyordu. Tek yönlü yol ağır yük vasıtalarının Sabuncubeli’ne doğru karınca yürüyüşü canını çıkarıyordu. Yolun iki tarafı da tren katarı olmuş milim milim ilerliyordu. “Yoldayım abi, yol çok kalabalık, ağır yük vasıtaları tren katarı, anasını bellemiş trafiğin!” “Babama ya yetişirsin, ya da yetişemezsin!” “Ne olur geliyorum, inşallah bir şey olmaz, yetişirim!” Sabuncubeli’nin zirvesine ulaşmıştı, şimdi yokuş aşağı daha hızlı gidebilirdi. Sabuncubeli’nin çamları deli deli esen rüzgârla içini parçalıyordu sanki. Arayan abisiydi. “Nerede kaldın sen, haydiiii, durum çok kötü; yetişemeyeceksin!” “Öyle deyip de içimi acıtma abi, yoldayım, yol açılıverse dakikada orada olurum!” “Çabuk, çabuk gel babam gidiyor, az önce gelen doktor, her şeye hazır olun her şey olabilir, dedi!” Süreyya Orman Kampının önüne geldiğinde trafik açılmış, deli gibi adeta uçuyordu. Hastanenin kapısından içeri girdi, arabayı boş alana park edip koşa koşa binaya girdi. Arayan abisiydi. “Babamı kaybettik, kırklara karıştı, kanatsız bir kuş olup uçup gitti; hepimizin başı sağ olsun!” “Hastaneye girdim, geliyorum!” “Yoğun bakıma, göğüs yoğun bakıma gel!” Yoğun bakımın önünde abi kardeş sarılıp katıla katıla ağladılar! Nisan 2022 Salihli

bottom of page