top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Bir Kusur

    Uzun yıllar yurt dışında yaşamam, benim pek çok konuda kendimi sorgulamamı, tüm bildiklerimi, bana öğretilenleri tekrar gözden geçirmemi sağladı. Bu sayede pek çok bilgi ve davranışımı değiştirdim. Tanıdığım kişiler, katıldığım toplantılar ve okuduğum kitaplar dünyaya bakış açımı değiştirdi. Uzaklardan memleketim tüm çıplaklığıyla görünüyordu. Değişimlerimden birinin açıklanması arkadaşlarım arasında asla kabul görmedi. Hiç bıkmadan yıllarca anlattım, anlatıyorum. Çocukluğumda ateşli bir Fenerbahçe taraftarıydım. Önemli maçlara arkadaşlarımla Ankara'dan gider, maçtan sonra çiçek pasajına uğrar kafaları çekip eğlenirdik. Yıllar sonra uzaklardan izlerken, çapsız yöneticilerin, anlamsız çekişmelerin ve kabul edilemez güç gösterilerinin sonucunda taraftarı olduğum takımıma ilgim azaldı. Pek çok şeyin adil olmadığını anladım. O zamanlar Yalçın Doğan’ın "Fenerbahçe Cumhuriyeti" adlı kitabında okuduklarım beni çok etkiledi. Bir transfer sezonunun son gününde Diyarbakır Spor'dan bir oyuncunun alınması söz konusuydu, fakat lisansının İstanbul'a getirilmesi imkansız görünüyordu. Böyle bir durumda kulüp başkanı hava kuvvetleri komutanı olan Fenerbahçeli Muhsin Batur'u arayarak bu isteği iletiyordu.. Komutan askeri üstten bir F16 kaldırarak o lisansı aynı gün İstanbul'a getirtiyordu. Bunu okuduğumda inanamadım ve çok sinirlendim. Asla böyle acımasız bir güç ve böyle bir devlet desteği bir takım için kullanılamaz dedim ve taraftarlığımı sonlandırdım. O yıl F.B nin şampiyon olması bile bendeki duyguyu değiştirmedi. Bu tutumum on yıl kadar sürdü. O yıllar içerisinde sadece Milli takımımızın başarılarının keyfini çıkarıyor ve tarafsız bir gözle tüm takımların çekişmelerini izliyordum. Fanatizmi reddeden bilinçli bir sporsever olarak, fanatik arkadaşlarımı ( fanatik olmayan FB'li arkadaşa pek rastlamadım diyebilirim) kızdırmak, takılmak bana apayrı bir haz veriyordu. Tarafsız bir gözle ve sevgi ile izlediğim maçlardan daha fazla zevk alıyor, heyecan duyuyor ve gereksiz streslere girmediğime seviniyordum. Dostlarım bana saldırıyor ve takım değiştirmemin çok ayıp ve acayip olduğunu her gördüklerinde haykırıyordu. Çoğumuz için takım tutmak, kan bağıyla bağlı olmak, sanki bir ırk meselesi, bir din duygusu, bir vatandaşlık gibi algılanıyordu. Bunları yaratan kanımca fanatizme yatkınlığımızdan kaynaklanıyordu. Fanatizm konusunu daha önce “Fanatik toplumda Demokrat olmak “ adlı yazımda işlemiştim. Konumuza dönersek Dostlarıma ( eski takımımın taraftarlarına), Takım tutmanın "keyif meselesi" olduğunu, seyrederken keyif aldığım bir takımı desteklememin benim bir tercih meselem olduğunu, bunun bir yurttaşlık meselesi, dini inanç meselesi gibi algılanmaması gerektiğini söylesem de pek inandırıcı olamadım. Bu süreç 10 yıl sürdü. 2000'lere doğru Galatasaray'ın oyunundan etkilenmeye başlamıştım. Fakat memleketin o zamanki durumunu TV'lerden ve haberlerden üzüntü ile izleniyordu. Dostlar arasında yapılan sohbetlerde ve aile toplantılarında memleketimizin kaygı verici olaylar karşısında yapabileceklerimizi konuşurken, bizleri izleyen çocuklarımızın, yurdumuza olan azalan ilgilerini nasıl çoğaltırız, onları tekrar nasıl kazanırız’ ın telaşı içindeydim. İki oğlum memleketimiz hakkında çok endişeli bir hal içerisindeydi. İşte böyle bir ortamda bir baba olarak Galatasaray'dan ulusal ve duygusal olarak çok yararlandım. O zamanlar New York'ta bakkallara iki gün sona gelen Galatasaray‘ın maç kasetlerinin videolarını kiralayarak evde ailece izlemeye başladık. "Bak oğlum bizim takım ünlü Milan'ı da yendi, gördün mü Türk takımının başarısını," diyerek hem kendim haz aldım hem de oğullarımın duygularını etkilemeye çalıştım. Onlara G.S ın formalarını alarak sevindirdim ve heyecanlandırdım. Seyrettiğimiz maçlar büyük bir coşkuyla birbirini izledi ve sonunda da ünlü Arsenal takımını yenerek tarihimizde ilk kez bir Türk takımı UEFA kupasını kazandı. Hiç yenilmeden kazanılan bu olağanüstü başarı yurdumuzda büyük bir şölen havasında kutlansa da, yurt dışında yaşayan bizlere verdiği onur ve gurur bundan çok daha önemli ve değerlidir. Bu başarı yurt dışında yaşayan bizlerde çok derin izler bıraktı. Özellikle Avrupa'da yaşayan yurttaşların yaşam koşullarının ve siyasi ezikliklerinin sonucunda oluşan “ başı öne eğik” olgusu, kazanılan maçlar ve alınan UEFA kupası sonunda başlarını dik tutabilmelerini “ işte biz “ diyebilmelerini sağlayan önemli bir duygu yarattı yıllarda ve ondan sonraki yıllarda doğan çocukların çoğu Galatasaraylı oldular. G.S taraftarlığı inanılmaz bir hızla arttı. Türkiye milyarlarca dolar harcayarak yapamayacağı tanıtımı Galatasaray’ın oynadığı ve kazandığı maçlar sonunda elde etti. Dünya devletlerinin televizyonlarında maçları yayınlandı ve haber olarak hep övgüyle bahsi geçti. Çocukluğumuz, gençliğimiz hep başka ülkelerin takımları arasında oynanan ve gıpta ile seyredilen yarı finaller, finaller seyrederek geçmişti, hep imrenmiştik. Bir ülkede “ Avrupa standartlarında bir başka deyimle uluslararası ölçüler ve performansta kişiler kurumlar ve kuruluşlar olmadan , yani “ örnekler ve modeller” oluşmadan ülkeyi ilerleyeceği yolda taşıyacak lokomotifler ortaya çıkmadan büyük amaca erişmenin pek mümkün olmadığı söylense de, Galatasaray bu mümkün olmayanı başarmıştır. Kendi alanında bunu gerçekleştiren bir ilk olarak, kendinden önce olmayan “ modeller” boşluğunu, inanç, azim ve çalışmayla doldurmuş ve kendinden sonra geleceklere bir “Model” oluşturmuştur. İşte bu Kabul görmeyen “kusurumu” sizlere de anlatmak için, geçmişteki o unutulmaz başarıdan bahsetmek zorunda kaldım. Bu kusuru severek ve isteyerek yaptım ve sürdürüyorum. Umarım bağışlanırım.

  • SALTANAT’IN KALDIRILMASI

    1 Kasım 1922 * M. Kemal, Anadolu’ya çıktığı günden itibaren milli egemenliğe dayalı bağımsız bir devlet kurmayı hedefliyordu. Bu hedefin gerçekleşmesi, öncelikle bağımsızlığın sağlanmasına bağlıydı. Büyük zafer kazanılmış ve İtilâf Devletleri ile 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştı. Bu büyük başarı Türk Milleti'nin eseri idi. Artık Türk Milletinin gerçek temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, İtilâf Devletleri ile barış masasına oturabilirdi. Sadece İtilaf Devletleri’ne karşı değil, Osmanlı yönetimine karşı da zafer kazanılmıştı. Monarşi rejim yapısıyla yönetilen Osmanlı devleti, 1920 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla birlikte yeni bir yönetim dönemi içerisine girmiş ve rejim kökünde önemli gelişmeler yaşamıştı. Durum böyle olmasına karşın İtilâf Devletleri halâ İstanbul'da bir Padişah ve onun meşru bir hükümeti varmış gibi hareket ederek, Lozan Barış Konferansı'na Ankara'nın yanında İstanbul'dan da temsilci gönderilmesini talep ediyorlardı .TBMM ile birlikte İstanbul Hükümeti’ni de çağırdılar. Böylece, iki tarafı birbirine düşürerek emellerine daha kolay ulaşacaklardı. Bunun üzerine TBMM, 1 Kasım 1922’de bir kanun çıkararak saltanatı kaldırdı. Saltanatın, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren fiili olarak kalkmış olduğu belirtildi. Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye’nin tek bir heyet tarafından temsil edilmesi sağlandı. Böylece İtilaf devletlerinin ikilik çıkarma planı sonuçsuz kaldı. Henüz kamuoyu hazır olmadığı için, saltanatla birlikte halifelik kaldırılmadı. Vahdettin, bir İngiliz gemisine sığınarak yurt dışına kaçmayı seçti. TBMM, halifeliğin dışarıda siyasi bir koz haline gelmesini önlemek üzere Abdülmecid Efendi’yi halife tayin etti. Halifenin seçiminin TBMM’ye bırakılmasıyla, Halifelik milli egemenliğe bağlı sembolik bir kurum haline getirildi, Saltanatın Kaldırılmasının Sonuçları ve önemi *Birinci TBMM’nin ilk devrimidir. *Cumhuriyetçilik ilkesi doğrultusunda yapılmış temel bir devrimdir. *Demokratik düzenin kurulmasının önündeki en önemli engel kaldırılmıştır. *Lozan Konferansı’nda Türk milletini TBMM’nin tek başına temsil etmesi sağlanmıştır. *Altı yüz yıllık Osmanlı saltanatı sona erdirilmiştir. *Din ve devlet işlerinin tek bir makamın elinde bulunmasına son verilmiştir. *Böylece laiklik alanında da ilk önemli adım atılmıştır. Yapılacak reformlara da zemin hazırlanmıştır.

  • KARARSIZLIK

    Uğur ÖZIŞIK * Neden hala kararsızız ve ne arıyoruz da bulamıyoruz mevcut partilerde? Bunca talanın, tahribatın, yolsuzluğun, adaletsizliğin, yıkımın olduğu bir ülkede seçmenin önemli bir bölümünün kararsız, bir o kadarının da kerhen oy verecegini ima etmesi hakikaten ilginç bir durum. Bu konular üzerine düşnürken malesef kendimi de bu gurubun içinde gördügümü söylemeliyim. Dahası sadece ben değil, etrafımdaki pekçok insan neredeyse benzer durumda. Bir kişinin kararlarına bakan, parti devleti olmuş bir yönetime babam aday olsa oy veremem fakat, böyle bir muhalefeti de yeterli bulamıyorum. Yeterince cesur ve kararlı değiller. Dahası iyi muhalefet yapamayanın iyi iktidar da olamayacağını düşünüyorum. Muhalifken bile bu kadar tedirgin, hesaplı, durumun ciddiyetini kavramaktan uzak davrananların iktidar olduğunda ülkeyi toparlamak için yeterince cesur ve dirayetli olabileceğine dair ciddi endişelerim var. Kadınlara, gençlere yeterince yer verilmemesi, siyaseti meslek haline getirmiş kimi siyaset simsarlarının köşe başlarında tutulması partilere olan inancımı zayıflatıyor. Bu eleştirileri yapsam da Cumhuriyet tarihinin en zor şartlarından geçtiğimizi ve bu seçimin Totaliter bir idareyi mi yoksa Demokrasiyi mi tercih edeceğimizi göstereceğinin bilincindeyim. Ama bütün bunlar seçimleri boykot edeceğim, sandığa gitmeyeceğim, kimseye oy vermeyeceğim anlamına gelmiyor. Benim kararsızlığımın giderilmesi için demokratik kültürü olan güçlü, kararlı, dirayetli, hakkeden cesur bir ortak adaya ve toplumun her kesimini içinde barındıran, yıpranmamış yeni yüzlerin, yani gençlerin ağırlıkta olduğu, liyakat esas alınarak seçilmiş bir restorasyon kadrosuna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ancak demokrat, liyakatli ve hukukun üstünlüğüne inanan bir adayın bizi bu çıkmazdan kurtarabileceğine inanıyorum. Çünkü bütün kadrolarıyla ve kurumlarıyla ülke parti devletine dönüşmüş bir oluşum halinde. Bunun üstesinden gelmek için cesarete dirayete, kararlılığa en önemlisi de demokratik kültüre ihtiyaç var. Demokrasilerde partilerin ve sivil toplum örgütlerinin önemi yadsınamaz. Bununla birlikte ülkemizde önemli gördüğüm bir eksikliği de sizinle paylaşmak isterim. Ülkede pek çok lüzumsuz partiler ortadayken, gerçek bir Sosyal Demokrat Parti ve gerçek bir Liberal parti eksikliği de göze batıyor. Mış gibi yapan partiler bize pek bir fayda sağlamıyor. Aslında bizler gerçek seçmenler de değiliz. Önümüze konanları seçme zorunluluğumuz var. Umarım ve dilerim yakın gelecekte partiler üyelerinin ve temsilcilerinin çoğunluğunu ön seçimle belirler ve gerçek hakkeden kişiler seçilirler. Liyakatli kadrolar partilere dağıldığında kararsız seçmenler de azalır ve çok kimse isteyerek adayını belirler. Ama şimdi öncelikle parti devletinden kurtulmamız gerekiyor. Cumhuriyet tarihinin bu en kritik seçimlerinde Demokrasinin, Laikliğin, Hukukun, Adaletin ve Liyakatin kazanması umuduyla...

  • ELEŞTİRİ

    Uğur ÖZIŞIK * Eleştiri (tenkit); bir şeye kıymet biçme, o şeyi kıymetlendirme demektir. Aslı Yunanca “Kritikos” kelimesinden gelen “Critic” (hükmetme) karşılığı olarak dilimizde kullandığımız “tenkit” kelimesi “nakd” kökünden türemiştir. “Nakd”, bir şeyi satın alırken verilen akçe, kıymet ölçüsüdür ve tenkit, o şeyi kıymetlendirme anlamını taşır. Özeleştiri ise , kişinin kendini yargılaması ve doğrularını, yanlışlarını ayırt etmeden söylemesi olarak bilinir. Otokritik olarak da açıklanır. Özeleştiri yapmak bir nevi otokritik demektir. Kişinin eksiklerini ve hatalarını değerlendirmesidir. Eleştiriye tahammülü olmayan bir zihniyetten yenilik beklemek mümkün değil. Eleştirmek keyif verici bir şey değildir. Ama suya sabuna dokunmadan ellerimiz tertemiz olmuyor işte. Bazen de eleştiriyoruz. Art niyetli, değiliz. Kıskançlıktan, fesatlıktan eleştiri yapmıyoruz. Hepimiz övmesini bildiğimiz gibi, ilkeli eleştirilerde de bulunmasını bilmeliyiz. Eleştirimiz haksız da olabilir. O zaman seviyeli bir cevap verilebilir. Bunlarla birlikte eleştiri her zaman karşı taraf açısından doğruyu bulma, yayma çabası, daha ileriye taşıma geliştirme gayreti olarak değerlendirilebilir. Eleştiri; hem sorun hem de çözüm olan, hem geliştiren hem tökezleten, hem ağlatan hem güldüren, hem değer kazandıran hem de kaybettiren bir ifade biçimidir. Genelde bize yönelik eleştirilere kızarız. Çogu kez eleştirinin haklı olabileceğini düşünmeyiz. Eleştireni cezalandırmaya çalışırız, dışlarız, ardında bir kötü niyet ararız. Eleştireni adeta bir düşman olarak görürüz. Bu tur tepkiler, kişisel noksanlarımızdan, özgüven eksikligimizden kaynaklanir. Politikacıları, liderleri, üst düzey yöneticileri eleştirirsiniz. ''İlkeli davranmıyorsunuz, kişisel tutkularınızın peşinde sürükleniyorsunuz, demokrasiyi ve tüm kurumlarını yozlaştırıyorsunuz, partilerde tek adam ya da dar bir kadro egemenliği kuruyorsunuz, yalnız parasal dürüstlük değil, düşünsel dürüstlük de önemlidir, düşünsel dürüstlüğünüz yok, dalkavukluğa prim veriyorsunuz'' dersiniz, yazarsınız. Eksikliklerini gidereceklerine, kızarlar, belki gizli gizli kinlenirler. Ellerine olanak geçtiğinde de öç almaya ve cezalandırmaya kalkışırlar. Toplumu, toplumsal yaşam kurallarına uymaya çağırırsınız. Yerlere tükürenlere, toplu taşıma araçlarını tahrip edenlere, toplu taşıma araçlarına biniş ve inişte kurallara uymayanlara, devlet dairelerinde sıraya girmeyip halk deyimi ile uyanıklık yapanlara, uyanık geçinenlere, başkalarının haklarına saygı göstermeyenlere, bencil davrananlara, ufak hesaplarla trafiği aksatanlara, uyarıda bulursunuz. Bir dayak yemediğiniz kalır. ''Ukalalık etme, kendi işine bak, gibi'' sert tepkiler alırsınız.. Geçenlerde MHP lideri, öldürülen eski ülkü ocakları başkanı hakkında soru soran gazeteciyi tersleyip, "sen işine bak" dedi. Oysaki gazetecinin işi soru sormaktır diyemediler. Eleştiri genellikle dışlanma nedenidir. Bazen bakarsınız, medya bazı kişi ve kuruluşları eleştirmiş; eleştiri yapan kişi ya da yayın organı, eleştirilen kişi ve kuruluş tarafından dışlanır. Bunu tersi de olur. Medyanın da eleştiriye tahammülü yoktur. Medya da dışlama hatta gizli açık boykotlar yapar. Eleştirilere ilkel tepkiler vereceğimize, kendi yanlışlarımızı, yanılgılarımızı görsek, kendimizi düzeltmeye çalışsak daha yararlı olur. Belki kötümserlik olacak ama, hiçbir alanda istenen, beklenen başarımız yok. Gerçekten Türkiye'yi yönetenler, sorunları kavrayıp bunları çözebilecek niteliklere sahip olabilselerdi, sorunlar bu denli birikmezdi. İş adamlarımız uzun süreli öngörülerde bulunabilseler, devlet desteği, devlet teşviki yerine, özkaynak yaratarak, verimliliklerini arttırarak büyüme yolunu seçselerdi, ekonomide yaşanan bunalım daha hafif atlatılabilir, belki böyle bir durgunluk yaşanmayabilirdi. Eleştiriye açık olmamız, dalkavukların, yalakaların ayaklarına kapanmamızı önler. Yalan olsa da söyle. Bu anlayıştan kaçınmamız, yalan övgü bağımlılığından kurtulmamız gerekir. Ne yazık ki üst düzey yöneticilerimiz, liderlerimiz yalan övgü bağımlısı, kendi başarısızlıklarını, beceri eksikliklerini göremiyorlar, kendilerini sorgulayamıyorlar. Suçu, eksikliği hep etraflarında, başkalarında, kendilerini eleştirenlerde arıyorlar. Doğal olarak da ıslah ve iflah olmuyorlar. Kişiler düzeleceklerine, olumsuzlukta yarışıyorlar, sanki kim daha fazla olumsuzluk gösterirse, ilkeli davranmazsa, daha fazla ödün verirse, o kazanacakmış gibi bir anlayış içinde hareket ediyorlar. Doğal olarak da güven vermiyorlar, bir umut yaratmıyorlar. Başarının ilk adımı galiba, eleştirilerden yararlanmak, eleştiriler çerçevesinde kişinin kendini sorgulayarak Ben haklıyım, eleştiriler haksız anlayışı, kişileri ve buna bagli olarak toplumları da başarısızlığa sürüklüyor.

  • Anton Çehov

    İstenmeyen Evlilik * Konyaklı çayımız bitince annelerimiz ile babalarımız bizi baş başa bıraktılar. Babam ayrılırken; – Hadi, oğlum, göreyim seni! dedi. Ben de arkasından şöyle fısıldadım: – Onu sevmediğim halde sevdiğimi nasıl söyleyebilirim? – Aptallık etme! Anlamazsın sen! Dediğimi yap! Babam öfkeli gözlerle süzdü beni, kameriyeden çıktı. Tam o sırada yaşlı bir el kapı aralığından uzanıp masanın üstündeki mumu aldı. Tümüyle karanlıkta kaldık. “Ne olacaksa olsun!” diye geçirdim içimden ve kıza şunları söyledim: – Durum tümüyle benden yana, Zoya Andreyevna. Yalnızız, üstelik içerisi karanlık. Bu durumda yüzümün kızardığını göremeyeceksiniz. Kızarmamın nedeni, yüreğimi yakan duygulardır. Durdum. Zoya Jelvakova’nın yüreğinin küt küt atışını, dişlerinin birbirine vuruşunu işitebiliyordum. İkimizin oturduğu sıranın titremesiyle onun bedeninde oluşan sarsıntı bana ulaşıyordu. Zavallı kızcağız beni sevebilir miydi? Benden nefret etmesi bir yana, eğer aptalların birini küçük görmesi olasıysa tam anlamıyla küçük görüyordu beni. Çünkü orangutanlardan farklı bir görünüşüm yoktu. Rütbemin, aldığım madalyaların omuzlarımı, göğsümü süslemesine karşın sivilceli, kıllı, ablak suratımla çirkin bir hayvana benziyordum. Sürekli nezle oluşumdan, içkiye düşkünlüğümden burnum patlıcan gibi şişti. Hantallıkta ayılardan geri kalmazdım. Ruhsal nitelikler yönündense övünülecek durumda değildim. Zoya henüz nişanlım değilken ondan aldığım rüşvet utandırıyordu beni. Kızcağıza acıdığım için konuşmamı yarıda kesmiştim. – Gelin, bahçeye çıkalım. Burası havasız, dedim. Ağaçlar arasındaki yoldan yürüdük. Kameriyeden çıktığımızı gören annelerimiz, babalarımız kendilerini çalıların arkasına attılar. Ay ışığı Zoya’nın yüzüne vuruyordu. O zaman budalanın biri olmama karşın kızın güçsüzlüğünden ileri gelen sevimliliği kaçmadı gözümden. İçimi çekerek; – Bülbül ötüyor, sevgilisinin gönlünü eğlendiriyor, dedim. Ya ben ne zaman birini eğlendireceğim? Kızcağız kızardı, gözlerini önüne eğdi. Böyle rol yapması öğretilmişti ona. Yüzümüz ırmağa dönük, sıraya oturduk. Irmağın karşı yakasında beyaz bir kilise, kilisenin arkasındaysa Zoya’naın gönlünü çalan Bolnitsin adındaki memurun oturduğu, Kont Kuldarov’un kocaman evi yükseliyordu. Zoya oturur oturmaz gözlerini o eve dikti. Onun bakışları karşısında yüreğim cız etti, kendime acıdım. Ey, anam-babam olacak insanlar; sizde hiç anlayış, insaf yok mu? Cehennemde çatır çatır yanmaktan korkmuyor musunuz? – Mutluluğum bir kişinin elinde, diye sürdürdüm konuşmamı. O kişiye karşı özel duygular, büyük bir hayranlık besliyorum. Gönlümü ona verdim… Ama o beni sevmiyorsa ben… öldüm, bittim demektir. İşte o kişi sizsiniz… Peki, sizin bana karşı duygularınız nedir? Siz de sevebilir misiniz beni? Daha doğrusu seviyor musunuz? – Seviyorum… İtiraf edeyim, onun bu sözü beni irkiltti. Oysa ben neler beklemiştim! Nişanlım başkasını sevdiği için bana ret yanıtı vereceğini sanıyordum. Ummadığım bir durumla karşı karşıyaydım şimdi. Kızcağızın birtakım zorlukları göğüslemeyi göze alamadığı belliydi. Tir tir titreyerek ve ağzımdan dökülen sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyerek; – Doğru değil! dedim. Zoya Andreyevna, iki gözüm, inanmayın demin söylediklerime! Sizi sevmiyorum! Eğer seviyorsam kahrolayım! Üstelik siz de beni sevmiyorsunuz. Bizim yaptığımız düpedüz saçmalık! Oturduğumuz sıranın çevresinde fır fır dönüyordum. – Yapmamalıyız bunu! İkimiz de güldürü oynuyoruz. Bizi birbirimizle zorla evlendiriyorlar. Mal-mülk kaygısıyla oluyor bu maskaralık, sevginin bunda yeri yok! Sizi aldatmaktansa boynuma taş bağlayıp kendimi suya atarım daha iyi! Analarımızın, babalarımızın bizi zorlamaya hakları var mı? Kölesi miyiz biz onların? Hayır, evlenmeyeceğiz! İnat olsun diye evlenmeyeceğiz! Şimdiye dek onları dinlediğimiz yeter! İşte şimdi yanlarına gidip seninle evlenmeyeceğimi söyleyeceğim! Zoya’nın gözleri birdenbire kurudu, ağlamayı bıraktı. – Ben de sizin başka kızı sevdiğinizi biliyorum. Sizin de gönlünüz Matmazel Debe’de. – Evet, Matmazel Debe’yi deli gibi seviyorum. Gerçi kendisi başka bir mezhepten, üstelik varlıklı değil. Ona gönül vermemin nedeni akıllı oluşu, daha başka erdemleridir. Annem-babam isterlerse beni lanetlesinler, gene de evleneceğim o kızla. Onu yaşamımdan çok seviyorum. Onsuz edemem. Onunla evlenmedikten sonra yaşamanın ne anlamı kalır? Gidiyorum işte. Gelin, bizimkilere birlikte söyleyelim. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Beni öyle rahatlattınız ki? Duyduğum mutluluktan dolayı Zoya’ya teşekkür üstüne teşekkür ediyordum, o da benden aşağı kalmıyordu. Büyük bir sevinç içinde ve minnetle ben onun ellerini, o benim saçımı, kıllı yüzümü öpmeye, birbirimize iltifatlar yağdırmaya başladık. Hatta bir ara terbiye kurallarını unutup onu kucaklayıverdim. Diyebilirim ki, birbirimizi sevmediğimizi söylemekten duyduğumuz mutluluk, başkalarının karşılıklı sevgilerini bildirmelerinden duydukları mutluluktan daha büyüktü. İkimiz de sevinçten uçarak, coşku içinde, yüzümüz pespembe, kararımızı bildirmek üzere bizim eve koştuk. Yolda birbirimizi yüreklendiriyorduk: – İsterlerse sövsünler, dövsünler, hatta evden kovsunlar! Evin girişinde eşikte bizi bekler bulduk onları. Yüzlerimizdeki sevinci, mutluluğu görünce uşağa işaret ettiler. Uşak koşup şampanya getirdi. Ben ellerimi sallamaya, karşı koymaya, şamata çıkarmaya başladım. Zoya bağırdı, zırlayarak ağladı. Büyük bir gürültü koptu, şampanyayı içemediler. Gene de evlendirdiler bizi. Şimdi evliliğimizin gümüş yıldönümünü kutluyoruz. Birlikte tam 25 yıl uçup gitmiş. Başlangıçta zor yıllar geçirdik. Hep azarladım Zoya’yı, gerektiğinde patakladım, istemeye istemeye sevdim. İstemeye istemeye çocuklarımız oldu. Sonra… yavaş yavaş alıştık birbirimize… Şu an Zoyacık arkamda ayakta duruyor; elleri omuzlarımda, tepemdeki dazlağı öpüyor. Anton Pavloviç Çehov 29 Ocak 1860 Kırım, 14 Temmmuz 1904 Almanya * Anton Çehov, 29 Ocak 1860 günü Kırım’da bir liman kenti olan Taganrog’da dünyaya geldi. Bakkallık yapan Pavel Yegoroviç Çehov ve Yevgeniya Yakovlevna Çehova’nın üçüncü oğluydu. Taganrog Erkek Gramer Okulu’na yazıldı. Erken yaşta tiyatroya ilgi duydu ve ailesiyle birlikte oynadığı kısa skeçler yazmaya başladı. Babasız ve Platonov adında iki oyun yazdı. Babasının iflasından sonra aile Moskova’ya gitti; Çehov, Taganrog’da kalıp eğitimini özel dersler vererek sürdürdü. TIP OKUDU Tıp okumak için Moskova’ya geldi ve burada Strekoza (Yusufçuk) dergisine Antoşa Çehonte gibi takma isimlerle haftalık öyküler yazmaya başladı. İlk eskiz derlemesi Melpomene’nin Masalları 1884’te yayınlandı. Bu dönemde tüberküloza yakalandı. Meşhur romancı Grigoroviç’in kendisine yazdığı mektupla yazarlığı ciddiye almaya karar verdi ve kendi imzasıyla ilk öykü derlemesi Karmakarışık Öyküler 1885’te yayınlandı. İvanov”un ilk hali, Moskova’da Korsh Sahnesi’nde 19 Kasım 1887’de sahnelendi, aynı yıl ikinci öykü derlemesi Alacakaranlık yayınlandı. Kuğunun Şarkısı ve Ayı 1888 yılında ilk kez sahnelendi. Alacakaranlık ile Puşkin Ödülü’ne layık görüldü. Ağabeyi Nikolay, 1889’da tüberkülozdan öldü. EN İYİ ÖYKÜLERİNİ YAZDI Ertesi yıl Sibirya’daki Sahalin Adası’nı ziyaret etti. A.S. Suvorin ile birlikte Fransa ve İtalya’ya gitti. Bir sonraki yıl Moskova yakınlarındaki Melihovo arsasını satın alarak bir ev yaptırdı ve burada yaşamaya başladı. Burada geçirdiği beş yıl boyunca bir yandan en iyi öykülerini yazarken bir yandan da açtığı ufak klinikte, doktorluk mesleğini sürdürdü. EVLENDİ... Martı, 1896’da ilk defa sahnelendiğinde olumsuz tepkilerle karşılaştı. Ertesi yıl tüberküloz teşhisi konan Çehov, Avrupa’da istirahat etti. Bir sonraki yıl Yalta’ya döndü ve buradan bir arsa aldı. Vanya Dayı, Moskova Sanat Tiyatrosu’nda 1899’da sahnelendi, aynı yıl annesi ve kız kardeşiyle Yalta’daki yeni evine taşındı. 1898’de tanıştığı aktris Olga Knipper ile 1901 yılında küçük bir merasimle evlendiler. Yalta'da devrin büyük edebiyatçıları Tolstoy ve Gorki tarafından ziyaret ediliyordu. 1902 Yılında Çar II. Nikola'nın Gorki'nin Rus Bilimler Akademisine üye olmasına onay vermeyişine tepki olarak 1900 yılında onursal üye seçildiği akademiden ayrıldı. ÜÇ KIZ KARDEŞ Bu yıl Üç Kız Kardeş, Moskova Sanat Tiyatrosu’nca sahnelendi. Ertesi yıl sağlığı kötüleşmeye başladı. Tamamladığı son oyunu Vişne Bahçesi'nin ilk gösteriminin yalnız üçüncü perdesine katılabildi. 15 Temmuz 1904'de doktorların tavsiyesiyle iyileşmek için gittiği Almanya'nın Badenweiler’de hayata gözlerini yumdu. "BİR BAŞIMA YÜRÜMEK İSTİYORUM" Eşi Knipper’e söylediği "Şampanya içmeyeli uzun zaman oldu." meşhur son sözleri olmuştur. Naaşı Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Hayata ve yazarlığa bakışını kendisi şöyle özetlemiştir: "Kısa ömrümde insanın erişebildiği her şeyi kucaklamak istiyorum. Konuşmak, okumak; dev bir fabrikada elime çekiç almak; denizi seyretmek, tarla sürmek. Nevski Bulvarı’nda, uçsuz bucaksız tarlalarda, okyanusta –hayal gücümün beni götürdüğü her yerde– bir başıma yürümek istiyorum." ÇEHOV HAKKINDA *Kısa öykü alanında tarihteki en büyük yazarları arasında sayılmaktadır. *Oyun yazarı olarak kariyerinde dört klasik eser üretmiş ve en iyi kısa öyküleri, yazarlar ve eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler almıştır. *Çehov, Henrik Ibsen ve August Strindberg ile birlikte çoğu zaman tiyatroda erken modernizemin doğuşundaki üç yaratıcı figürden biri olarak anılmaktadır. *Çehov, edebî kariyerinin çoğunda tıp doktoru olarak çalışmış ve “Tıp benim nikâhlı karım, edebiyat ise metresim.” sözlerini dile getirmiştir. *Çehov, 1896’daki Martı gösteriminden sonra tiyatroyu bırakmıştır fakat oyun, Konstantin Stanislavski’nin Moskova Sanat Tiyatrosu tarafından 1898’de yeniden canlandırılmıştır. Moskova Sanat Tiyatrosu, daha sonra Çehov’un Vanya Dayı’sını sahnelemiş ve Çehov’un son iki oyunu Üç Kızkardeş ile Vişne Bahçesi’nin galasını yapmıştır. *Çehov geleneksel eylem yerine bir “ruh hali tiyatrosu” ve “metinde batık bir yaşam” sunduğu için bu dört eser, hem seyirciye hem oyuncu topluluğuna meydan okumayı sunmaktadır. *Çehov ilk başta sadece maddi kazanç için yazılar yazmış ancak sanatsal hırsları arttıkça modern kısa öykünün evrimini etkileyen biçimsel yenilikler yapmıştır. *Bir sanatçının rolünün soru sormak olduğunu ve sorulara cevap vermek olmadığını belirtmiştir. DERLEME: İnternet Aycan AYTORE

  • GÜNÜMÜZÜN YERLİ DİZİLERİ BİZE NE SÖYLÜYOR?

    Özgür KARAKAYA * “Metalar dünyası büyüdükçe insanların dünyası küçülür” –K. MARX İstemediğiniz biriyle evlendirilmişseniz hayat boyu onu kabul etmeniz istenir. Kötü bir olay yaşamışsanız içip etrafı dağıtmanızda sakınca yoktur. Sevdiğin kişi başkasıyla evlendiyse onları rahatsız edebilir ve yuvalarını da bozabilirsiniz. Kötüler daima güçlüdür. İyilerse ezilmelidir. Yapımlarda yeni elbiseler, yeni ayakkabılar gösterilir, alışveriş için hep lüks yerler tercih edilir .Bütün suç kadına yüklenilir .Birilerinin kuyusunu kazan insanlar, gerçek yüzlerini saklayarak dolaşırlar. Suçta bir iki kişinin üzerine yıkılır. Kavga edenler, şiddet uygulayanlar, hırsızlık ve gasp yapan başrol oyuncuları da güler yüzlü, yakışıklıdır. Anneler hep despottur, babalar ise sert ve anlayışsızdır. Çocuklarsa her zaman haklıdır. Kaynanalarsa hep kötüdür, sürekli olarak damadının, gelininin kuyusunu kazarlar. Paranın nereden ve nasıl geldiğinin önemi yoktur. Harcama yaparken hep cömert olunmalıdır. İş yerleri rezidans olmalıdır, işçi ve esnaf rollerine yer verilmez. Sıradan ortalama bir hayata yer yoktur.. Ya diptedir, ya üstedir. Bunun ortası yer almaz. Gençlerin haklı olduğu , haklı çıktığı başına buyruk hareket etmesi ve kız erkek meseleleri dışında başka dertleri olmadığı anlatılır. Lüks yaşama özendirerek, insanların hayali maddiyat olduğuna dikkat çekilir. Yalılar,villalar amaçtır. İnsanlar da olağanüstü lüks yaşama yüzünü döner. Kapitalizmin yaşam biçimi gün yüzüne çıkar. Bireyselleştirme, yalnız bırakma, kimseye güvenmeme, bilinçten yoksun bırakma vardır. Özgür Karakaya

  • ÇALIYI DOLANMA

    Fuat ÖZGEN * Çalılar İtler Dolan babam dolan Çalılar azalır İtler çoğalır, azar Sorunlar artar Çözümler yerinde sayar Bir niyet Bir cesaret Bir akıl Canını dişine tak İtle dalaş Göreceksin Kuyruğunu kıstırıp kaçacak Önün açılacak Dolanmaktan kurtulacaksın

  • TAPUCU SEFER BEY

    Niyazi UYAR * Sefer bey, üç yılını doldurmuştu, Erciş’te. İki yıldır tayin istemiş bir türlü çıkmamıştı tayini. Bunalmış, bunaldıkça, bulandıkça sıkıntısını büyütmüştü içinde. Yatağa yattı mı gözünü tavanda bir noktaya diker saatlerce aynı yere bakar dururdu. Karısı: “Uyu artık, kendin uyumadığın gibi beni de delirttin Sefer,” deyip sitem eder. “Ne yapayım hayatım uyuyamıyorum, bilerek mi yapıyorum; böyle deyip de ne olur bir de sen üzme beni!” “Çıkmazsa çıkmasın hayatım, ne var yani, kovuyorlar mı bizi buradan; bu kadar takma kafana canım, hadi uyu!” “Tamam hayatım!” Böyle böyle kaç gece geçmiş, uyunun en dinamik saatini uykusuz geçirdiği için dinlenemez, hep yorgun, hep yorgun kakar yataktan. Bir evin oğlu Sefer, annesiyle her derdini paylaşır, hatta o kadar paylaşırdı ki eşiyle tartışmalarından bile söz ederdi annesine. “Bırak gel oğul, aç mezarı mı var dünyada, biz ne yiyorsak, siz de onunla olup gidersiniz. Benim biricik oğlumun aklını kaybetmesine dayanamam. Yarın, karınla beraber otobüse binip çıkın gelin, eşya meşya istemem; bırak gel onları da. “Tamam ana dedi, Sefer bu hafta geliyorum, Hatice gelmezse gelmesin ben geliyorum!” “Aman oğlum o nasıl bir şey öyle, kadın kısmı, kocası ne derse onu yapar, Hatça’da seninle beraber gelmeli!” “Neyse ana, kendi bilir, o gelmezse ben geliyorum!” “Sakın ha, karını da bekliyoz, ona göre bir başına sıytarıp gelme; tamam mı?” “Tamam ana, tamam!” Hatice’yi ikna etmek kolay olmadı, emek vermiş, bazı ailelerin kız çocuklarının okutulmasını doğru bulmayan komşularına inat babasını da razı ederek, üniversite okumuş İngilizce öğretmeni olmuştu Hatice. Sefer tarih bölümünü btirmiş, formasyon alarak öğretmen olmuştur. Hatice eğitim fakültesi İngilizce öğretmenliğinden mezundur. İstifa eden Sefer’le Hatice, bir ay hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey arayıp sormadan her nereye gidilecekse birlikte gitmişler, her alınacaksa almaya birlikte gitmişler. Bir ayın sonunda Hatice evde oturmuş, Sefer derneklere, düşüncesine en yakın olan partiye üye olarak siyasi çalışmalara başlamıştır. Birlikten kuvvet doğar, örgütlü güç yenilmez güçtür,” inancının hayat bulması için mücadele eder. İki yıl büyük bir özveri ile bütün etkinliklerin içinde yer alır. Yer alır almasına da particiliğin, dernekçiliğin ona göre olmadığını fark ederek uzaklaşır siyasetten! Bir yakınından tapu müdürlüğüne memur alacağını öğrenince hiç vakit kaybetmeden müracaat eder. Sınav on beş gün sonradır. Bir iki çalışır, yeterli olacağına inanır çalışmasının. Kendine zekâsına, bilgisine güvenmektedir çünkü. Sınav sorularının zorlanmadan çözer, derece ile kazanır. Sınavı derece kazandığı için, isteği tapu dairesine tayini yapılır. … Yirmi beş yıl aynı tapu dairesinde dürüstçe çalışır, emekliği gelince bir gün beklemez, emekli dilekçesini kurum müdürüne teslim eder. Çok bunalmıştır. Bir başına kaldığı günler, “alıp başımı çekip gideceğim buralardan, gittiğim yeri de kimseye söylemeyeceğim,” der kendi kendine. Bunu söylerken de yanında belinde kimseler var mı diye de önüne arkasını iyi bir kontrol eder. Sefer çok sevdiği anasını, babasını 45 gün arayla üç yıl önce kaybetmiştir. Hatice’nin soğuk, dominant kişiliği kendinden soğutmuştur onu. Yorgun argın eve gelir, yıllardan beri bir kez bile hoş geldin deyip gülümsememiştir. Her daim, asık bir yüz, tartışmaya hazır bir vaziyet! Evde yatakta iki yabancı. Okumuş yazmış insanlar oldukları için bağıra çağıra kavga edip tartışmazlar; fakat onların gerilimleri için için büyüdükçe büyümüştür, İkisi de öfkelerini, nefretlerini içlerine atmış, adeta patlamaya hazır birer volkan olmuştur. … Emekli ikramiyesi ve mevcut birikimleriyle bir ev alalı çok zaman da olmamıştır daha. Çoluk çocukları da olmadığından Sefer’in emekli aylığı yetip artmaktadır, yine de mutsuzdur ikisi de... Sefer kimseyle paylaşamadığı düşüncesini hayata geçirecektir. Hatice’nin evde olmadığı bir saatte alacaklarını alır, mutfak masasının üstüne üç emekli maaşı kadar parayı bırakarak, küçük bir not kağıdına da, “Gidiyorum, beni arama geri dönmeyeceğim! Mutlu olamadık, hayatı zehir ettik birbirimize, senin için de benim içinde günler işkence altında geçiyordu sanki. Her şeyin için yine de teşekkür ederim, ben hakkımı helal ediyorum, kal sağlıcakla. Beni arama, arasan bile bulamazsın ne polise ne jandarmaya hiçbir yere gitme; kesinlikle geri dönmeyeceğim… “ Sefer” O günden sonra kimse Tapucu Sefer’in nereye gittiğine dair en küçük bir bilgi kırıntısına sahip olamadı Hatice Hanım, kimseye bir şey demedi, soranlara da bilmiyorum dedi. İlçenin en uzak, dağ köylerinden birine tapu memurluğu günlerinde tanıştığı Deli Esat’ın köydeki boş evini bakım karşılığı kiralamıştır Tapucu Sefer. Eski evin eksiğini gediğini bir güzel tamir ettirerek, yaşamaya başlamıştır bu köy evinde. Tapucu Sefer, köy hayatına çabuk uyum sağlamış, köyde sabah sporuna bile başlamıştır. Her gün aynı saatte kalkar, spor kıyafetlerini giyer, boyuna astığı müzik kutusundaki ezgileri dinleyerek dağ taş dolaşır. Tapucu Sefer öyle bir dolaşır, öyle bir dolaşır, sıcağa soğuğa aldırmadan o dağ senin, bu dağ benim boyuna dolaşır. Tapucu,” kulaklarım dinlensin,” diye müzik kutusunu kapatıp ağaçlarla, çiçeklerle, ağaca konan, gökte uçan kuşlarla da konuşur. Der ki: “Bu yaşın sahibi oldum, hiç yalan söylemedim, yöneticilere yalakalık yapıp kişiliğimden ödün vermedim. On kez, yirmi kez sulu dereye götürüp susuz getireceğim uydur kaydır, gaydırı gubbak adamlar makam ve memuriyet sahibi olurken, ben düz bir memur olarak emekli oldum!” Eğitim enstitüsündeki ideal öğretmeninin on kez yirmi kez okuduğu Tevfik Fikret’in dizesini hayat düsturu yapmıştır. “Hak bildiğin yolda, yalnız bile olsan yürüyeceksin!” Çok etkilenmiştir Sabit Öğretmeninden, o kadar etkilenmiş, o kadar çok etkilenmiştir ki, ilk gözlüğü de onun gözlüğü gibi, siyah atkılı, kolormatik camlıdır… Tapucu Sefer, her gün aynı şeyleri, aynı cümleleri kullana kullana Bozdağ’ın ağacı, çiçeği, börtü çiçeği ezberlemiştir. Her daim hep aynı şeyleri konuşur, hep aynı şeyleri konuştuğunun farkındadır Tapucu; fakat kontrol edemez kendini, içindeki bir başka ben, gem vurulmaz azgın bir at gibidir adeta. “Ben gençliğimde der, Tapucu Sefer, günlerce sorgusuz sualsiz nezarethanede kaldım ne arayanım ne soranım oldu. Hele birinci şubede dernekten Avukat Ağabeyim Ahmet’im, beşinci kattan atılması yok mu, o gözlerimin önünde cereyan etti, ah, ah kahrolun; nefretlerinizde, kinlerinizde boğulun,” diye aklına geldikçe, beddua eder! Bozdağ’ın karla kaplı zirvesi bu yıl karın çok yağması vesilesiyle kayakçıların bağırış çağırışlarına, coşkularına ev sahipliği yapar. Kaç yıldır bu köyde yaşamaktadır, fakat bir sefer bile kayak merkezine gidip kayak bayramının coşkusuna iştirak etmemiştir. O, Bozdağ’ın ağacına, çiçeğine, börtü böceğine, özlemini, yaşadıklarını, anlattıkça anlatır. Kime anlatacaktır, onu anlayacak, ağaçtan, börtü böcekten başka birileri yoktur ki. Tapucu, sabah kalkar kalkmaz midesine bir iki lokma bir şey girsin diye bir meyve yer, zirvenin karla kaplı alanına kadar yürürken, aşağıda dağın eteğindeki horst ve grabenlere dikkat kesilir. Yakın zamanda oluştuğu her haliyle belli olan olan horst ve grabenler, aynen bir testere ağzına benzemektedir, yer altından çıkan kükürtlü sıcak suyun kokusu, toprak kokusuna karışmış, başını döndürmektedir. Aşağıdaki testere ağızlı coğrafya korkutmaktadır, bunun bir deprem sonucu meydana geldiğini düşünmüştür hep kendince ve yakın zamanda meydana gelen, Körfez depremi, Van depremi deprem korkusunu hep aklında tutmasına sebep olmuştur. Tapucu Sefer, evinden çıktı mı, kıvrık kuyruklu, koca kafalı, kara gözlü ak bir köpek her gün karşıcı çıkar yoluna. Onunla dost olmuşlardır, birlikte Bozdağ’a tırmanırlar. Tapucu azık torbasına “Sevcan” adını verdiği bu köpek için de bir şeyler koyardı muhakkak. Sevcan dost canlısı, insan canlısı bir köpektir. Tapucu’ya yaltaklanacağı zaman gelir, ayaklarına sürtünür, başını sağa sola sallayarak, ayaklarının üstünde sıcak bir zemine basmış gibi zıplardı. Sonra arka ayaklarının üstüne dikilir, Tapucu’nun yüzünü, gözünü yalardı. Sevcan yanında oldu mu, Tapucu’ya acayip bir güven gelir, hiçbir şeyden korkmaz, yedi düvele meydan okuyabilecek bir güç bulurdu kendinde. Tapucu dağa taşa yürüdükçe beş on yaş gençleşmiş hissederdi kendini. Ağaçlara, çiçeklere, börtü böceğe konuşan Tapucu, o huyundan vazgeçmiştir Sevcan sayesinde. Yüreğine bir sevgi çöreklenince, Sevcan’ın başını ellerinin arasına alıp okşardı. Sonra bir güzel sarılır, börtü böceğe, ağaçlara, çiçeklere anlattıklarını artık ona anlatmaya başlamıştır. “Sevcan ya dedi, Tapucu, kaç gündür bitmez tükenmez bir öksürük esir aldı beni. Öksürdükçe göğsüm ağrıyor, hele bir öksürük nöbeti tutarsa, göğüs kafesim yırtılacakmış gibi oluyor. Söyle Sevcan’ım ne olmuş olabilir, he kötü bir şey olabilir mi? Bak Sevcan’ım bu korku, bir karamsarlık dehlizine içine atıverdi, ölmek istemiyorum, yaşamak istiyorum; bak hayat seninle, doğayla ne güzel oldu. Kronik bronşitim nüksetmiş olabilir mi, ne bileyim, Covit 19 aşısına karşı olmam nedeniyle Corona mı oldum acaba ya da… İnşallah o değildir, o değildir değil mi Sevcan’ım, hadi o değildir de o değildir de ne diye konuşmuyorsun, hadi konuş! Hadi Sevcan’ım bir kelimecik bir şey söyle, hadi o değildir de hadi o değildir de… Eğer öyle ise bu hasarlı ciğerlerim dayanamaz buna!” Günler, haftalar geçmiş, Tapucu Sefer Bey’in geçmeyen öksürüğü onu iyiden iyiye panikletmiş, bu böyle olmaz deyip hakikatle yüzleşmek için göğüs doktoruna gider: Test, tahlil derken… Bir perşembe günü ak ipliğin, kara iplikten ayrılamadığı saatlerde Tapucu Sefer Bey, o beyaz atlardan birine binerek çekip gider, bir çok gidenin olup gelenin olmadığı diyarlara…

  • Hayat Kurtaran Argo Cümle

    Nurten B. AKSOY * İkinci Dünya Savaşı öncesinde İstanbul-Bakırköy'de yaşayan Ermeni Doktor Peştemalcıyan, ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açar. Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda giden baba Peştemalcıyan, zaman içinde işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakır. İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla zorlu günler de başlar, her geçen gün bir öncekini aratmaktadır. Savaş bütün hızıyla sürerken 1943 yılının sonlarına doğru savaşın gidişatı ve Almanların daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkar. 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağını geçerek önce Budapeşte’ye giren Kızıl Ordu, 25 Nisan 1945'te Berlin’i de kuşatır ve kısa sürede işgal eder. Kentin merkezindeki bir yeraltı sığınağında kalan Hitler savaşın kaybedildiğini anlayınca 30 Nisan’da intihar eder. Savaş nedeniyle zaten yakılıp yıkılan kent, Batı’dan müttefik orduları gelene kadar Sovyet askerlerinin yağma ve talanına bırakılır. Daha sonra Batılı müttefiklerin de katılacağı işgal güçleri askerlerinin, kızlara ve kadınlara tecavüzü sıradanlaşır, inanılmaz boyutlara ulaşır. Rus İşgal Komutanlığı, yayınladığı bir bildiriyle her yerin Rus askerlerine açık tutulmasını kesin olarak emreder. Savaşın tüm acımasızlığıyla sürdüğü bu günlerde Peştemalcıyan ailesi de mecburen emre uyar. Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmez. Ve bir sabah Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazasından içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker; yüksek sesle bağıra çağıra girer. Askerlerden biri halılarla ilgilenirken, diğeri genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz ve endişeli bir şekilde olup biteni takip eden Peştemalcıyan ailesine yönelir. Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaşır ve elini uzatır... Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakalar. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancasını çekerek, Peştemalcıyan’ın şakağına dayar. Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş gibi bakan karısına dönerek “Şimdi b..u yedik” der. İşte ne olduysa o an olur. Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek “Ne dedung, ne dedung?” diye sorar. Baba Peştemalcıyan olayın şoku içinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kalır: “Simdi b..u yedik”. O anda sanki bir mucize olur, asker ani bir hareketle silahını indirerek, yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarılır. Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşamaktadır. Olayı kavramaya çalışır ve askerin Kırgız ağzıyla; “Miz gan gardaşız, min sinig gardaşınam” yani “Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyreder. Askerler ise karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yaşarlar. Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdir ve Aram’ın Türkçe konuştuğunu duyunca “kan kardeşliği” durumu ortaya çıkmıştır. Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes alır. Askerler özür dilerler, çaylar içilir, konuşmalar uzar ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaparlar. Farklı milletlerden oluşan Sovyet Ordusundaki bu iki Kırgız asker de 945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken Sovyet askerlerinden biri olan Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov gibi Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelen askerlerdendir. Nihayet savaş biter, sıkıntılı günler geride kalır. Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanışırlar ve gazeteciyi evlerine davet ederler. Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlatırlar. Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylerler. Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyler ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mücellit Emin Barın’ın atölyesine gider. Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi duyunca şaşırır. Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karşılaşmaktadır. Hemen “Yazarım” diyemez, düşünmek için zaman ister. Ancak kendisinin de Almanya’da cilt eğitimi gördüğü sıralarda yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul eder. Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek “celi sülüs” levhayı hazırlar ve levha Almanya’ya doğru yola çıkar. Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifi kabul etmek zorunda kaldım” der. Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürülür ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete'ye de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber olur. Kaynak: #Tarih Dergisi Sinan Çuluk

  • KAYAN KAYANA…

    Zeki SARIHAN * CHP içindeki muhaliflerin çoğu ile CHP dışındaki Kılıçdaroğlu muhalifleri, CHP’nin sağa kaydığını söylüyorlar. Doğrudur. Ancak sağa kayma olayı CHP ile mi sınırlı? Sağa kaymayan mı var? Devrimiz sağa kayma devri. DEVRİM RÜZGÂRLARININ ESTİĞİ ZAMANLAR Dünya sola kayma devirleri de yaşadı. Neydi o geçen yüzyılın ilk çeyreği ile İkinci Dünya Savaşı ve sonrası yıllar. İmparatorluklar devriliyor, taçlar ve tahtlar sokaklarda sürükleniyordu. Milletler bağımsızlık, halklar devrim istiyordu. Emek, işçi, köylü sözlerinden geçilmiyordu. Dünyanın her yerinde sosyalist, komünist işçi partileri kuruluyor, bunları bazıları iktidara da geliyorlardı. Türkiye’nin 1920 başlarındaki duruma bakınız. TBMM’nde kızıl kalpak giymek modaydı. Mustafa Kemal, arkadaşlarına Komünist Partisi kurdurarak Üçüncü Enternasyonale üye olmaları için yöneticilerini Moskova’ya bile gönderiyordu. “Halk Fırkası”ndaki “Halk” sözcüğü bile çalışanların kazanımlarına vurgu yapan dönemin bir kalıntısıdır. İkinci Dünya Savaşı yılları ve sonrası yıllarında bütün dünyayı sarıp sarmalayan devrim ve demokrasi rüzgârı, 1950’de Türkiye’ye yarım bir “demokrasi” ile geldi. Asıl sosyalizm patlaması 1960’tan sonra oldu. Pıtrak gibi sosyalist örgütler kuruldu, kitleler ayağa kalkmaya başladılar. Sonra bütün dünyada devrim rüzgârı durdu. Önce Rusya’da sosyalizm, beklenmedik bir biçimde paldır küldür yıkıldı. Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeler kapitalizme dönüştü, Yugoslavya parçalandı, oluşan yeni devletler, rotayı kapitalizme ve Batı’ya kırdı. Çin bile ayakta kalabilmek için Komünist Parti yönetiminde kapitalizmin yöntemlerini uygulamaya başladı. TÜRKİYE NASIL SAĞA KAYDI? Ülkemizde esaslı sağa kayma olayı 1980 Askeri darbesiyle başladı. Ordu ve bürokrasiden başlayan sağcılaşma kitleleri de derinden etkiledi. Eski devrimcilerin birçoğu ya mücadeleden çekildiler ve sınıf atlamaya yöneldiler ya da kendilerine “sosyal demokrat” demeye başladılar. Devrimci çağrılar, kitleler içinde yankı bulmaz oldu. Umutsuz kitleler, tarikat üyeliğinden mutluluk bulmaya başladılar. Türkiye’deki bu sağa kayışın en tipik örneği İşçi Partisidir. Proletarya enternasyonalizmi ve işçi sınıfı diktatörlüğünü savunmakla 1960 sonlarında işe başlayan bu parti, sosyalizmin artık bir getirisi olmadığını düşünerek Kemalist bir parti olduğunu ilan etti. Türk milliyetçiliğinde karar kıldı. Sonra bunun da yetersiz olduğunu düşünerek Cumhur İttifakı’nın yanında yerini aldı. Şüphesiz ki, ülkemizdeki kayak yarışmasının şampiyonu Vatan Partisidir. Solcu çevrelerdeki sağa kayış İşçi Partisi kadar olmasa da keskin söylemlerin yumuşatıldığı, taleplerin nerdeyse “demokratik taleplerle” sınırlandığı görülüyor. CHP’deki bu sağa kayış, iktidara gelmek için sağ kesimden de oy almanın şart olduğu gerekçesiyle, eski sağcı politikacılardan bazılarını partiye kazanmak biçiminde görüldü. CHP’nin bu koşullarda da iktidara gelmek için yeterli oyu alamayacağını anlayan Kılıçdaroğlu yönetimi, sağ ve milliyetçi kesimin bazı partileriyle İttifak kurarak bir merkez-sağ koalisyon kurmayı denedi. Bu kadar sağa kayış bile seçimi almaya yetmedi. Çünkü sağ kesimi AKP kapmış ve kavramış bulunuyordu. İslamcı bir partiden koparak siyaset sahnesine atılan AKP, 2000’li yılların başlarındaki koşullara uyum sağlayarak Orduya ve Batı’ya “muhafazakâr demokrat” bir parti olduğu sözünü verdiği halde, iktidara geldikten sonra bu sağcılaşmadan payını isteyerek siyasi İslamcı bir parti oldu. Sol-sosyal demokrat partiler, solculuk yaparak kitlelerden yeterli oyu alamıyorlar. Sağa kayıyorlar, kendi çizgilerinden ayrılmakla eleştiriliyorlar. Acaba ne yapmak gerekir? VERMEMİŞ MAMUT NE YAPSIN MAHMUT? “Vermemiş Mabut, ne yapsın Mahmut” sözünün de anlattığı gibi, partilerin sağa kaymaları, kitlelerin kayışıyla ilgilidir. Bu durum yalnız Türkiye ile ilgili de değildir. İslam toplumları radikalleşiyor, Avrupa’da ırkçılık yükseliyor. Dünya önüne geçilemez bir sağa kayma dönemi yaşıyor. Yerküremiz, on binlerce, hatta milyonlarca yıl aralıklarla iklim değişikliği yaşadı. Son buzul dönemi binlerce yıl sürdü. Siyasi ortamın değişmesi için tabii binlerce yıl beklemek gerekmiyor. Kim bilir devrimin ve demokrasinin önü ne zaman açılacak. “Onlar” nasırlı ellerini toprağa basıp ne zaman doğrulacak. Kimse bilmiyor. CHP’nin sağa kayması ve diğer toplumsal kesimlerle birlikte iktidarı ele alması için yapılan öneriler sürecek. Bu konuda epeydir paylaşmakta olduğum yazılarda savunduğum görüş, AKP’nin kazanma nedeninin yoksullar için uyguladığı sosyal devlet politikaları olduğudur. Tek Parti Dönemi’nin partisi olan CHP, artık epey değişim uğramış olsa da kendisi hakkında eski yargıları silememiştir. Yani, kitlelerin oy verme davranışını belirleyen ekonomik kazançlarıdır. CHP’de değişim isteyenler, bu değişimin niteliğini da açıklasalar iyi olur. Yapılacak iş, bütün çalışanları ve demokrasi isteyen orta sınıfları birleştirerek iktidara taşımaktır. CHP’de değişim isteyen bazı kesimlerin hayal ettiği 1930’ların koşullarına dönmek ise hem yanlıştır hem imkânsızdır. Böyle bir parti seçimlerde yüzde 10 bile oy alamaz. (12 Temmuz 2023) zekisarihan.com

  • Temsiliyet Sorunsalı

    SİYASAL SİSTEMLERDE TEMSİLİYET SORUNSALI - I - Seçim siyasal konumlara gelecek temsilcilerin belirlenmesi işlemi ve sürecidir özetle temsil, meşruiyet, katılım ve iktidarı çağrıştırmakta. Seçim sistemi birtakım kurallar, teknikler, yöntemler, anlayışlar ile geleneklerden oluşur ve bu nedenlerle ülkeden ülkeye değişmektedir. Seçim sistemi yani aynı sayıdaki geçerli oy miktarına uygulanan teknik ve yöntemler temsilci dağılımında farklı sonuçlar ortaya çıkardığından toplum gereksinimlerine uygun bir seçim sistemini oluşturmaya dönük tartışmalar süregelmiştir. Genel anlamda bir seçim sistemi halkı temsil edecek iktidarın belirlenmesine yarayan yürürlüğe konmuş mevzuatın bileşenlerinden oluşan bütündür ve şeklen ilgili siyasal sistemi tarif eder. Siyasal sistem seçim sistemi yanında partilerin yapısı, seçim çevreleri gibi etkenlerle belirlenir. Demokrasinin gerçekleşmesi açısından ideal temsil ölçüsü “doğrudan demokrasi”dir. Ancak doğrudan demokrasi biçimi erişilmesi mümkün olmamakla birlikte azami ölçüde yaklaşılmak istenen bir idealdi. Zira ne kaynaklık eden Atina site demokrasisi ne de Roma Devletinin sınırlı demokrasisi doğrudan demokrasi değildi. Günümüzde uygulanan şekli İsviçre’nin bazı kantonlarındaysa sadece idealize edilmiştir. Yarı doğrudan demokrasinin uygulayım zorlukları “temsili demokrasi”yi doğurmuştur. Temsili demokrasinin dayandığı temel çoğulculuk anlayışı ise katılım ve denetim gibi sorunlar içermektedir. Demokrasi anlamında günümüzde çoğu parlamenter sistem temel haklar ve özgürlükler konusunda bile sınırlı ve simgesel öğeler taşırken seçimlerde amaç düzenin meşruiyetiyle bireyin denetlenmesine kadar indirgenmiştir. * Tamer UYSAL'ın kitap formatında, 100 sayfayı geçkin özenli çalışmasını okumak için aşağıdaki linke tıklayınız.

  • KOCA ÇINAR

    Fuat ÖZGEN * Orhangazi Üregil’de bir ağaç Yüzlerce yıl görmüş bir anaç Yerleşimin tam ortasında Ortaya mı dikilmiş Yoksa çevresine mi yerleşilmiş Bilinmez Yıllar gövdesini boşaltmış Oldukça güçlü kaburgaları kalmış Başı göklerde Kökleri derinlerde Alt dalları şemsiye teli gibi dağılmış Konukları için uzanmışlar Yaprakları sıcakta rüzgarla üflüyor Sıcakta ısıtan perde oluyorlar Altı çay bahçesi Köylülerin toplanma yeri Köylüler çınarlarıyla övünüyor Onu gözleri gibi koruyorlar Kucağına girince Görülür esirgeyiciliği Orhangazi Üregil’de bir çınar Tüm güzellikler, sevgiler ona konar Ve oradan çevresine yağar

  • Al Yalnızlığını Gel-Aziz Nesin

    Nurten Bengi AKSOY * "Hayatım süresince boyum kadar kitap yazdım ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup ‘onun zaten boyu kısaydı’ dediler…" Diye sitem eden Mehmet Nusret Nesin ya da bilinen adıyla Aziz Nesin… Mizah, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan yazarımızı ölüm yıldönümünde analım istedik. Aziz Nesin, 20 Aralık 1915’te İstanbul Heybeliada’da dünyaya gelir. Babası Abdülaziz Bey Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Ocaktaşı köyünden göçerek İstanbul’a yerleşir ve bahçıvanlık yaparak geçimlerini sağlar. Aziz Nesin, ilk ve orta okulu İstanbul’un çeşitli okullarında okuduktan sonra 1935’te Kuleli Askeri Lisesini, 1937’de Ankara’da Harp Okulunu bitirip asteğmen olur. Son olarak 1939’da Askeri Fen Okulunu bitirir. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü’ne devam eder Bir röportajında bu eğitimin, hayatına ‘Fikri takip’ dedikleri şeyi getirdiğini ifade eder Acının Duvarı Aşılınca Kendisi çatlamadan Toprağı çatlatamaz tohum Aşmışım sınırını mutsuzluğun Ayrımsayamıyorum bile öyle mutsuzum Acısını artık duyamıyorum Ki kendim öyle bir acı olmuşum Nasıl görmezse göz kendini Kendimi arıyor bulamıyorum. Nesin, Ankara Harp Okulunu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katılır. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptıktan sonra üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırılır. Askerlikten uzaklaştırılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasebecilik gibi işler yapar. 1945 yılında Sedat Simavi’nin çıkardığı “Yedigün” dergisine girer; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yapar. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığına ve Tan Gazetesi’nde de köşe yazarlığına başlar. 1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkarırlar. Çıktığında büyük ses getiren dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirir, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın hedeflediği satış rakamlarına ulaşır. Kendime Öğüt Uslanma hiç hep deli kal Büyüme sakın çocuk kal Es deli deli böyle kal Son harmanında sevdanın Tüken toz toz savrula kal Suçüstü bulmalı ölüm Ölürken de sevdalı kal… İkinci kitabı Azizname’yi 1948’de çıkarır. Taşlamalardan oluşan bu kitap yüzünden hakkında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açılır. Dört ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkumiyet almaz; ancak 1949 yılında İngiltere Prensesi II. Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı I. Faruk birlikte Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkûm edilir. 1952’de İstanbul’da Levent’te bir dükkân kiralar ve Oluş Kitabevini açar; 1953’te Beyoğlu’nda bir ortağıyla Paradi Fotoğraf Stüdyosunu kurar. 1954’te Akbaba dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başlar. 1955’te 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize geçen, İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanır. Dönemin iktidarı olayların bir “Komünist komplosu” olduğunu öne sürerek, aralarında Aziz Nesin’in de olduğu, sol görüşe yakın pek çok kişiyi tutuklatır. Aziz Nesin hiçbir gerekçe olmaksızın 9 ay cezaevinde yatar. Boşuna Sen yoksun Boşuna yağıyor yağmur Birlikte ıslanmayacağız ki... Boşuna bu nehir Çırpınıp pırpırlanması Kıyısında oturup göremeyeceğiz ki… Uzar uzar gider Boşuna yorulur yollar Birlikte yürüyemeyeceğiz ki… Özlemler de ayrılıklar da boşuna Öyle uzaklardayız Birlikte ağlayamayacağız ki... Seviyorum seni boşuna… Boşuna yaşıyorum Yaşamı bölüşemeyeceğiz ki… “Dolmuş” (1955); “Yeni Gazete” (1957), Akşam (1958), “Tanin” (1960), “Günaydın” (1969), Aydınlık (1993) gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan gülmece öyküleri, röportajlar ve fıkralarla Çağdaş Türk Edebiyatı’nın tanınmış ve en verimli kalemlerinden biri durumuna gelir. 1956 yılında İtalya’da yapılan ve 22 ülkenin katıldığı Uluslararası Gülmece Yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiyeyi ‘Kazan Töreni’ adlı öyküsüyle kazanır. Ertesi yıl aynı ödülü ‘Fil Hamdi’ adlı öyküsüyle ikinci kez alır. İlk ödülünü 1960 yılında devlet hazinesine bağışlar. İlk kez 1965 yılında -ancak 50 yaşındayken bu hakkı elde edebilmişti- bir pasaport alabilir. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısına davetli olarak katılır. Altı ay süren bu ilk yurt dışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan’a gider. Konser Şimdiden duyuyorum Her şey birdenbire olacak Şuramda bir kılcal damar Ya da beynimde bir sinir ucu O anda bir yerlere atılmış eski bir kemanın Yalnızlıktan gerilmiş bir teli kopacak Ya da terk edilmiş bozuk bir piyanodan Tek notalık si minörden bir ses çıkacak Karanlıkta ve yalnızken dinlemeli Bu konser modası geçmiş adamın Yaşamı boyunca sunmak isteyip de Veremediği ilk ve son konser olacak Aziz Nesin’i İstanbul’dan bir yere süreceklerdir, karakola çağırıp “Böyle böyle süreceğiz seni, nereyi istersin… İzmir’i mi Bursa’yı mı?” diye sorarlar. Nesin de “İzmir’i hiç görmedim, madem sürüyorsunuz oraya sürün” der. Sonra tebligat gelir… Bir bakar ki Bursa’ya sürülmüş. Meğer yanlışlıkla istediği yere sürmeyelim diye çağırmışlar karakola. 1972’de Nesin Vakfı’nı kuran yazarımız, vakfa her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocuğun bakım ve eğitimlerini üstlenir. Kitaplarının tüm gelirini de vakfa bırakır. 1983’te Amerika Birleşik Devletlerinde Indiana Üniversitesi’nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu 12 Eylül idaresince geri alındığı için bu toplantıya katılamaz. 1989’da Demokrasi Kurultayının toplanmasında etkin görev alır ve oluşturulan Demokrasi İzleme Komitesinin iki başkanından biri olur. Aynı yıl Sovyet Çocuk Fonunun ilk kez verilen “Tolstoy Altın Madalyası”na değer görülür. 67. Yaş Benim doğduğum gün Günler uzamaya başlar Öyle bir öleceğim ki Geceler uzamaya başlayacak Ve öyle bir öleceğim ki Günlerle gecelerden başka Hiç kimse öldüğümü anlamayacak 19 Mart 1990’da Ankara Sanat Kurumunda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas’a gider. 35 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli Katliamından sağ kurtulur. Aziz Nesin, söyleşi ve imza günü için gittiği Çeşme Alaçatı’da, geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybeder. Cenazesi 7 Temmuz 1995’te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalcadaki Nesin Vakfının bahçesine gömülür. Ardında 80 yıllık mücadele, sayısız başarı ve Nesin Vakfını bırakır. Arkadaşım Badem Ağacı Sen ağaçların aptalı Ben insanların Seni kandırır havalar Beni sevdalar Bir ılıman hava esmeye görsün Düşünmeden gelecek kara kış Açarsın çiçeklerini Bense hayra yorarım gördüğüm düşü Bir güler yüz bir tatlı söz Açarım yüreğimi hemen Yemişe durmadan çarpar seni karayel Beni kara sevda Hem de bilerek kandırıldığımızı Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza Ko desinler bize şaşkın Sonu gelmese de hiç bir aşkın Açalım yine de çiçeklerimizi Senden yanayım arkadaşım Havanı bulunca aç çiçeklerini Nasıl açıyorsam yüreğimi Belki bu kez kış olmaz Bakarsın sevdan düş olmaz Nasıl vermişsem kendimi son sevdama Vur kendini sen de bu güzel havaya... Aziz Nesin’in yakın dostu Ataol Behramoğlu anlatıyor: “Kadınları sevdiği muhakkak… Aziz Nesin, çevresindeki bütün kalabalıklara rağmen yalnız, çok yalnız bir insandı bence. Ömrünce tek aşkı, ölümsüz bir aşkı, ‘o hepimizin sevgilisidir’ dediği Yetmiş Yaşım Merhabadaki Tülsü’yü aradığına ve ömrünce içinde bir aile yuvası özlemi taşıdığına inanıyorum” der. Cimriliğin de, “çapkınlık” gibi sadece bir yakıştırma olduğuna inanan Behramoğlu, Nesin’e “cimri” diyenlere, biriktirdiği şeyleri kendisi için değil, başkaları -özellikle vakıftaki çocukları- için harcayan Nesin’in tutumluluğunu örnek almalarını önerir.

  • ÇÖLDE BİR VAHA…

    Zeki SARIHAN * Sel gider, kum kalır. Hükümetler gelir geçer… Halk yerinde kalır. Her halkı layık olduğu kadrolar yönetir. 26 Nisan günü Anamur’dan Silifke’ye ulaştığımda, beni karşılayan arkadaş, Halk Kitabevi sahibi Yaşar Öztürk’ün kitabevinde beni beklediğini söyledi. Ben de zaten onunla görüşmek istiyordum. Kitabevinin önünde, ısmarlanan böreği yer ve Yaşar’ın yaptığı çayı içerken, sağdan soldan bazı kişiler sökün etti. Bir kısmının elinde bana imzaladıkları kitaplar vardı. Yaşar, onlara geleceğimi haber vermiş, kitabevinde buluşma sağlamıştı. Oraya gelenlerden biri olan, Silifke’de bir lisede edebiyat öğretmeni Meryem Divrik, iki kitap imzalayıp verdi. Bu kitaplar, kurdukları bir okuma grubunun ortak eserleriymiş. Aslında bir ortak kitap daha varmış ama mevcudu kalmadığı için bana veremedi. Önce bu “Okuma Grubu” hakkında bilgi verelim. Grubun üyeleri, bir kitap seçiyor, herkes bunu okuyor, sonra kitap hakkındaki görüşlerini tartışıyor, sonra bunları ortak bir kitapta yayımlıyorlar. İlk kitapları “Pazartesilerden Nefret Ediyorum” imiş. İkincisini adı “Bana Tavşanları Anlat” adını taşıyor. Kitabın konusu John Steincek’in ABD’de ırkçılığı konu edinen Fareler ve İnsanlar kitabı. Grup üyelerinden 139 kişi, kitap hakkında anlamlı yorumlar yapmış. İkinci kitabın adı “Dört Ayak İyi, İki Ayak Kötü” adını taşıyor. İngiliz yazar George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabını konu ediniyor. Grup üyeleri bu kitabı da çok iyi anlamışlar. Kitapta yerilen yönetimin Stalin yönetimi ile sınırlı olmadığını, haksızlıklara isyan ederek başa geçenlerin bu kez diğerlerine zulüm yaptığını, yönetilenlerin bir kısmının da koyun gibi buna ses çıkarmadığını kavramışlar. Beklenmedik bir bilgi: Silifke kaymakamı ve Millî Eğitim Şube Müdürü de Grubun üyesi. Bu şans her yerde bulunmaz. Silifkeli kitap kurtları da bu şansı değerlendirmişler. Kitaplarına sponsor da bulmuşlar. Anadolu’ya aydınlık taşıyanlar içinde eskiden öğretmenler, özellikle edebiyat öğretmenleri ön sırada gelirdi. Bu projede de 20 öğretmen adı veriliyor. Projede hangi okullar var derseniz ilk kitapta 7’si Silifke’den olmak üzere 11 Lisenin adı veriliyor. İkinci kitapta 10 okulun adı var. Silifke dışındaki okullar, Amasya, Cizre, Kırklareli, Taşucu Anadolu Liseleri... Tartışmalara katılan 10-15 kişi arasında değişen grup üyelerinin, ellerinde aynı kitapla çekilmiş fotoğrafları var. Bunlar işin ciddiye alındığını gösteriyor. Çölde Bir Vaha… 1995 Nisan’ında Diyarbakır’ın merkez olduğu Olağanüstü Hal Bölgesinde eğitimin durumunu araştırırken Batman’a da uğramış, Batman Lisesi’nin ikinci sınıfında, bölgede ziyaret ettiğimiz öteki okullarda da yaptığımız gibi öğrencilerin kitap okuyup okumadıklarını ölçmeye çalışmıştık. Kitap okuma işi yerlerde sürünüyordu. Fakat bu lisede durum değişikti. Kitap okuyorlardı. Peki en son hangi kitabı okumuşlardı? Biri Kafka’nın Dava’sını, biri Monteigne’nin Denemeleri’ni okumuştu. Başka birçok kitap adı saydılar. Şaşırıp kalmıştık. Çölde bir vahaya mı rastlamıştık? Bu çöle suyu, bu yıl okula atanan edebiyat öğretmeni getirmişti. Onun çabasıyla lisede Cemre adlı bir dergi de çıkarılıyormuş. Bu eğitim gözlemlerini anlatan “Olağanüstü Hal Bölgesinde Olağan Dışı Eğitim” başlıklı dosyanın “Çölde Bir Vaha” ara başlıklı bölümünde şöyle yazmıştım: “Bir edebiyat öğretmeni, Aydınlanmacı Batı’nın düşün ve sanat yapıtlarını, şu faili meçhul cinayetlerin eksik olmadığı, okula başı açık gidiyor diye kız öğrencilerin yüzlerine kezzap atılan Batman’a taşıyordu.” (Öğretmen Dünyası, Sayı 186, Haziran 1995.) Toplumun geleceğine karşı sorumluluk duyan bütün öğretmenler, öğrencilerine kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için yol ve yöntemler arayıp bulmuşlardır. Okul, hatta sınıf kitaplıkları kurmakla kalmamışlar, bunların okunmasını, tartışılmasını sağlamışlardır. Yayınevlerinden indirimli kitaplar getirterek öğrencilerini kitap sahibi yapmışlardır. Köy Enstitülerinde kitap okuma ödevleri bunun en çok bilinenlerindendir. İlköğretmen Okullarında bu geleneği sürdüren Türkçe-Edebiyat öğretmenleri eksik olmamıştır. Ben de bütün öğretmenlik yıllarım boyunca, öğrencilerimin ayda en az bir kitap okumalarını sağlamaya çalıştım. Ne yazık ki bunu yapan meslektaşlarımızın sayısı çok azdı. Türkiye’de yapılan okuma istatistiklerinde eskiden beri kitap okuyanların ve okunan kitapların çok az olduğu yer alır. Bunu herkes kendisi ve yakınlarını gözden geçirerek de teslim eder. 1999’da Eğitim Hakkını Savunma Komitesi olarak Millî Eğitim Bakanlığı’na Sunduğumuz “Okullarda Her Ay Bir Kitap Projesi” hayata geçmiş olsaydı, milyonlarca öğrencimiz, Türk ve Dünya edebiyatının ölmez yapıtlarını okumuş ve okuyor olacak, bu yapıtların taşıdığı çağdaş bir kültürle donanmış olacaktı. Başka okuma gruplarının da olduğunu duyuyorum. Bunlar ülkemizde iyi şeyler olduğunun da işareti. Silifkeli meslektaşlarımızın okuma ve okutma çabasını önemsemek ve bu gibi girişimleri yaygınlaştırmak gerekir ki ülkemizi inatçı koyu bir sis gibi kaplamış olan karanlık dağılsın. (30 Haziran 2023) zekisarihan.com

  • İstanbul'un Göbeği Sultanahmet

    Nurten B. AKSOY * İstanbul'un yerli ve yabancı turistlerce ilk gezilen ve en kalabalık yerlerinden olan Sultanahmet Meydanının bilinen tarihi Romalılara kadar uzanır. Roma İmparatorluğu ve sonrasındaki Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom olarak kullanılan bu meydan, bugün de olduğu gibi şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10. Yüzyıla kadar önemini sürdürmüş. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri hep burada yapılırmış. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırmış. Bu Saraydan günümüze sadece büyük salonun bir yer mozaik panosu gelebilmiş. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler At Meydanı denilen Sultanahmet Meydanında yapılır, yeniçeri isyanları da bu bölgede gerçekleşirmiş. 17. Yüzyılda çıkan ve Vaka-i Vakvakiye diye bilinen askeri bir ayaklanma sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler At Meydanı'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asılmış. Ayrıca İstanbul'da 1920 yılında işgale karşı yapılan büyük mitingde, Halide Edip de o ünlü konuşmasını bu meydanda yapmıştır. Meydanın tarihine kısaca göz attıktan sonra buradaki tarihi eserlere şöyle bir bakalım. Meydanın ilk göze çarpan eserleri tabii ki dikili taşları. Bizans Döneminde at yarışlarının yapıldığı Hipodrom meydanında yer alan üç dikili anıt, hipodromu ikiye bölermiş. Yarışçılar hipodromu yedi kez döner ve başlangıç noktasına ilk ulaşan takım yarışı kazanırmış. Yani bugün hala ayakta olan bu üç anıtın çevresinde döner dururmuş yarışçılar. Bu üç dikili anıt arasında en ünlüsü olan Obelisk, 390 yılında Mısır’dan getirilmiş ve tam otuz bir günde bugünkü yerine dikilebilmiş. Obelisk, MÖ. 1450 civarında Mısır Firavunlarından biri için yapılmış. Meydanı süsleyen Yılanlı Sütun ise kenti haşarat istilasından korusun diye Apollon’daki Delphi Tapınağı’ndan getirilen ve birbirine dolanan üç yılanın (günümüzde başları kopmuş durumda olsa bile) temsil ettiği bir tılsımmış. Meydandaki son anıt ise otuz iki metre yüksekliğiyle, son derece etkileyici görünen ve meydana tepeden bakan Örme Dikilitaş'tır, Günümüzde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan ve adını Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve ikinci veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa'dan alan saray, daha önce "At Meydanı Sarayı" olarak bilinirmiş. Tarihin, Topkapı Sarayı'ndan daha büyük ve görkemli olduğunu yazdığı İbrahim Paşa Sarayı, pek çok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemler ve isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da boğdurulmasından sonra da aynı adla anılmış. Türk ve İslam Sanatı eserlerinin pek çok güzel örneğini bir arada görebileceğiniz bu tarihi saray, bu alandaki ilk Türk müzesidir. Meydana girdiğinizde zarif mimarisi ve mozaikleriyle ilk dikkatimiz çeken eser Alman Çeşmesi adıyla bilinen görkemli bir çeşmedir. Türkiye'ye üç kez gelen Alman imparatoru II. Wilhelm'in 1898'de İstanbul’a ikinci kez gelişinin anısına ithaf edilen Alman Çeşmesi, imparatorun sultana ve İstanbul'a hediyesiymiş. Almanya'da yapılıp 1901'de İstanbul’daki yerine monte edilen çeşme Neo-Bizanten üslubunda olup, içerisi altın mozaiklerle süslüdür. İstanbul'un siluetine tüm görkemiyle damgasını vuran ve Sultanahmet'e geldiğinizde zarif minareleriyle ellerini semaya açmış bir derviş edasıyla duran Sultanahmet Camisi 1609-1616 yılları arasında Osmanlı Padişahı I.Ahmed tarafından Tarihî Yarımada'da, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılarca Mavi Camii "Blue Mosque" olarak adlandırılan cami, Ayasofya'nın 1934 yılında müzeye dönüştürülmesinden sonra, İstanbul'un ana camisi konumuna ulaşmış. Sultanahmet camisinin bir başka özelliği de Türkiye'de altı minaresi olan dört camiden biri olmasıdır. Meydanın alt kısmına geçtiğimizde karşımıza tüm haşmetiyle dikilen Ayasofya karşılar bizi. Asırlardır zamana kafa tutarcasına dimdik ayakta duran bu mabet, Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından, MS 532 - 537 yılları arasında yaptırılmış ve aynı yerde üç kez inşa edilmiş. 1500 yıl boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin en önemli simgesi olan Ayasofya Dünya’nın en eski katedralidir. Ayasofya'nın biraz aşağısında bulunan Arkeoloji müzesi, barındırdığı çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasındadır. Türkiye'nin müze olarak inşa edilen en eski binası olan Arkeoloji Müzesi 19. Yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuş ve 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmıştır. Ana bina, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk müzesinden oluşan müzenin koleksiyonunda, Balkanlar'dan Afrika'ya, Anadolu ve Mezopotamya'dan Arap Yarımadası'na ve Afganistan'a kadar, Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait yüzlerce eser bulunmaktadır. Ayasofya'nın arkasında bulunan Bâb-ı Hümâyûn'dan (Saltanat Kapısı) bahçesine girilen Topkapı Sarayı; yönetim, eğitim yeri ve padişahın ikametgahı olması sebebiyle oluşturulan yapılanmaya uygun olarak hizmet yapılarından oluşan Birun ile iç örgütlenme ile ilgili yapılardan oluşan Enderun’dan oluşmaktadır. Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında kalan Tarihi Yarımadanın ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde kurulan saray, kara tarafından Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz tarafından ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. "Tanrısal Barış ya da Kutsal Barış" anlamı taşıyan ismiyle İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nın avlusunda, Ayasofya'nın yanıbaşında ve onunla çağdaş olan Bizans kilisesi Aya İrini, İstanbul'da bulunan, camiye çevrilmemiş en büyük Bizans kilisesidir. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak, 1v. Yüzyılın başlarında I. Constantinus (324-337) zamanında yapılmış olan Aya İrini Müzesi, aynı zamanda Türkiye'de müze çalışmalarının ilk başladığı yerdir. 1973'ten beri başta İKSV bünyesinde olmak üzere, birçok sanat etkinliğine de ev sahipliği yapmaktadır. Sultanahmet Meydanından ayrılmadan önce çok da sözü edilmeyen ama meraklılarına çok şey anlatacak iki mekandan daha söz etmekte yarar var. Bunlardan biri, Ayasofya'nın kuzey-doğusundaki İmaret binasında bulunan Halı Müzesidir. Dünyanın en zengin halı koleksiyonlarından birine sahip. Selçuklu ve Osmanlı Döneminde eski bir İslam geleneği ile camilere, türbe ve külliyelere bağışlanan tarihi ve sanatsal değere sahip halıların sergilendiği müzede ayrıca kendi yörelerine özgü desenler ile Anadolu'nun çeşitli dokuma merkezlerinde 14. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar dokunan en nadide halı ve seccadeler ile, İran ve Kafkas halıları da sergilenmektedir. Bir açık hava müzesi niteliğindeki diğer mekan ise Soğukçeşme Sokağı. Ayasofya Cami ile Topkapı Sarayı arasındaki Sur-ı Sultani’ye yaslanmış olan on iki adet cumbalı, ahşap evle bir Roma sarnıcının yer aldığı Soğukçeşme Sokağında ayrıca Ayasofya’nın cami olarak kullanıldığı dönemden kalma Osmanlı yapısı iki anıtsal kapıyla sokağa adını veren tarihi çeşme, konak hamamı ve Naziki Tekkesi Şeyhinin konağı da vardır. Türkiye Cumhuriyetinin 6. Cumhurbaşkanı ve babası Şura-yı Devlet azası olan Fahri Korutürk'ün doğduğu ev de bu sokaktadır. Topkapı Sarayının önünden geçip sahile, Cankurtaran'a doğru yol aldığınızda ağaçlarla çevrili, sakin bir bahçenin içinde bir başka Ayasofya çıkar karşınıza. Bizans İmparatoru I. Jüstinyen ve karısı Theodora tarafından kilise olarak 530’lu yıllarda inşa edilen Sergios ve Bakhos adlı bu kilise, İstanbul’un fethinden sonra II. Bayezid döneminde Dar-üs Saade Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş, daha sonra da avlunun etrafına zaviye hücreleri ve Hüseyin Ağa’nın türbesi inşa edilmiştir. Zarif mimarisi, sessiz ve sakin bahçesindeki kitap ve hediyelik eşya satan dükkanlarıyla gezilmesi gereken yerlerden biri de Küçük Ayasofya Camisidir. Cankurtaran semtinden ayrılmadan önce dar bir sokakta dikkatimizi çeken ahşap bir evi de ziyaret etmekte yarar var. Türk Müziğinin en büyük bestecilerinden olan Hamamizade İsmail Dede Efendi'ye padişah tarafından hediye edilen bu şirin ev, yıllarca kaderine terk edilmiş bir halde kaldıktan sonra Türk Evleri Vakfı tarafından restore edilip sanat ve kültür meraklılarının ziyaretine açılmış. Aslında İstanbul'un her yeri gibi, bu sokaklar da buram buram tarih kokuyor ve her bir köşesi bir sırrı saklıyor. Bu sırları keşfetmenin en kolay yolu da buraları adım adım gezmekten geçiyor... Keyifli keşifler dileğimizle...

  • SİVAS

    Yusuf AKSOY * Sokakları karartılmış Sivas’ta hala yanar otel hȃlȃ yanar durur otuz beş can içinde sokakları çevrili kentlerin ışıkları yanana kadar da sürecek yangın

  • CHP GÜNDEMDEYKEN…

    Zeki SARIHAN * Bütün basın yayın organlarının gündemini CHP işgal ediyor. Bu partiye yol gösterenlerden geçilmiyor. Bir kısmı Kılıçdaroğlu’nun kellesini isterken, il başkanları gibi biraz daha serinkanlı hareket edenler de yok değil. Ben de memleketin ve halkın iyiliğini isteyen herkes gibi zaman zaman CHP hakkında bir şeyler yazdım. Şimdi yazacaklarım seçim yenilgisi veya Kılıçdaroğlu hakkında değil. Bambaşka bir konuda. KURTULUŞ SAVAŞI GENÇLİĞİNİ ANLATMAK Geçen yıl Nisan ayında, Ege bölgesinde çoğu Kurtuluş Savaşı Kadınları hakkında başarılı geçen 13 konferanstan cesaret alarak, mayıs ayı boyunca Ankara Trabzon hattındaki kentlerde Kurtuluş Savaşı Gençliği konusunda bir dizi konuşma yapmaya niyetlendim. Amacım, başta gençlerimiz olarak dinleyicilere Kurtuluş Savaşı yıllarında gençlerimizin yurt ve halk sorunlarına nasıl duyarlı olduklarını dilim döndüğünce anlatmaktı. İtiraf edelim ki, teknolojiyi çok iyi kullanan gençlerimizin ülkemizin ders alınacak geçmişiyle fazla ilgili değil. Geçtiğimiz seçimler sırasında da “Z kuşağı gümbür gümbür geliyor, ülkeyi gençler bu badireden kurtaracak” sözlerinin gerçek hayatta bir karşılığı yoktu. Karadeniz bölgesindeki bu konferanslara hangi kuruluş ev sahipliği yapabilirdi? CHP niçin yapmasındı? Her ilde, her ilçede örgütü, bürosu, üyeleri vardı. Konferansın konusu CHP’nin yabancısı değildi. Kurtuluş Savaşı’na öncülük yapmakla, Cumhuriyeti kurmakla ve devrimleri gerçekleştirmekle övünen bir partiydi. Konferans konusunu partinin yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcısı, Ordulu olması nedeniyle aynı zamanda hemşerim olan Sayın Seyit Toruna bir not göndererek açtım. Daveti üzerine ertesi gün parti genel merkezindeki odasında buluştuk. Önerimi olumlu karşıladı. Bunu ilbaşkanlıklarına yazacağını, onların da yol boyundaki ilçeleri harekete geçirebileceğini, benim programımı yaparak, aradıklarında onlara bildirmemi istedi. Kırıkkale’den başlayarak yol boyundaki il ve ilçelerin listesini yaptım. Bunları tarihlendirdim. Yapılacak işleri de sıraladım. Ev sahibi CHP örgütü konuşmacıyı, otobüs garajından alarak konferansın yapılacağı salona götürecek, programa göre bir gece konuk edecek, o gün veya ertesi gün bir sonraki merkeze ulaştıracaktı. TAŞRA ÖRGÜTÜNÜN İLGİSİZLİĞİ Bir gün sonra CHP Genel Merkeziyle haberleştiğimizde, partinin Van’da geniş katılımlı bir toplantı düzenlediği, bu programın ondan sonra yapılacağı bildirildi. Van’daki bir hafta süren toplantıdan sonra yeniden aradığımızda konunun il merkezlerine bildirildiği söylendi. Ben il ve ilçelerden davet beklemeye başladım. Bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti, arayan soran yok! Yaptığım programın takvimi geçersiz hale geldi, fakat onu güncellemek mümkündü. Aradan bir hafta, on gün geçtikten sonra yalnız bir yerden Trabzon’dan bir telefon geldi. Konuyu sordular, anlattım, başkanla konuştuktan sonra bana döneceklerini söylediler. Döndüklerinde de olumsuz yanıt verdiler. Çay mevsimi gelmişti, sırada fındık mevsimi vardı! Millet işiyle gücüyle meşguldü. Sonuçta planımıza hiçbir CHP örgütü tarafından itibar edilmemiş, bütünüyle çökmüştü! Bu deneyim beni şunu düşünmeye götürdü. Parti örgütü, yalnızca delege hesaplarıyla, miting ve seçim işleriyle mi ilgiliydi? Parti üyelerinin ülkenin sorunlarını tarihi ve sosyal derinlikleriyle birlikte kavramak, çevrelerine ışık tutmak gibi bir görevleri olmayacak mıydı? Partide kitaplıklar var mıydı? Varsa bu kitaplar okunuyor, tartışılıyor muydu? Bütün bunlar hakkında somut bir bilgim olduğunu söyleyemem. Bu gibi etkinlikleri daha çok demokratik kitle örgütlerinin düzenlediğini biliyoruz. Fakat CHP neden düzenlemiyor? Geçmiş yıllarda yurdun birçok yerinde olduğu gibi Ankara-Trabzon hattındaki merkezlerde de çeşitli etkinliklerde konuşmuştum. Merzifon, Amasya, Havza, Samsun, Giresun, Trabzon, Of’ta, bunların bazılarında birden çok olmak üzere kitlelere hitap etmiştim. İhtimaldir ki, CHP örgütleri, bu öneriyi yapan benim hakkımda bir bilgiye sahip değiller. Dinleyicileri salona çekecek bir şöhretimin olmadığını düşünmüş olabilirler. Üstelik bütün toplum bir sağcılaşma dönemi yaşıyordu. Bunu anlarım fakat ülkemizde tarih, sosyoloji, felsefe, ekonomi, iş hayatı, kültür-sanat alanlarında ünlü ve yetkin pek çok kişi var. Bunlar CHP örgütü tarafından davet edilip konuşma yaptırılıyor mu? Asıl sorun burada. CHP’nin canlanması, halkı sarıp sarmalaması ve halka öncülük yapması gibi konular gündeme gelince ben de bunları yazayım dedim… (25 Haziran 2023) zekisarihan.com

  • Bayramdır

    Can DÜNDAR * Zamanla anlıyor insan: 3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram... Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır. * Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan... Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık... Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır. Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek... Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır. Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır. *** Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır. Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle... Vuslat da bayramdır öte yandan... Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır. En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır. Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır. "Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram... *** Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işin kapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır. Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır. Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır. Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram... Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. "İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram... *** Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır. Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram... *** Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun! /maviADA 2006 OCAK sayısı

  • BİR BAYRAM ÖNCESİNDE GEÇMİŞE YOLCULUK

    Nurten B. AKSOY * Bir zamanlar "Ah, nerede o eski günler, eski bayramlar" diyen büyüklerimize buruk bir gülümsemeyle bakar "Ne varmış canım bu eskilerde, ne bitmez bir özlemmiş bu böyle" diyerek sitem ederdim içimden. Ama bu yıl bırakın o eski bayramları geçen yılki bayramı bile arar olduk. Neredeyse altı aydır ülkemizin üstüne bir kabus gibi çöken deprem felaketi, ardından esen seçim fırtınası, yaşanan hayal kırıklıkları ve yıllardır süren ekonomik koşulların yarattığı yoksulluk nedeniyle ne bayramın geldiğinin farkındayız ne de yaşadığımızın. Bir yandan ölümler, bir yandan yokluklar, bir yandan pahalılık derken bayram sevincini bile yaşayamaz olduk. İşte böyle düşünceler içinde kendimle baş başa bir yolculuğa yelken açarken Tv'de çalan "Ayrılık yaman kelime" şarkısı da eşlik ediyor bir yandan bana... Çok uzaklara, çok eskilere yol alıyorum... İstanbul'un mütevazı semtlerinden birinde iki katlı, terasındaki çardağı, bahçesindeki kömürlüğü, pencerelerinin önündeki teneke saksılarda açan rengarenk çiçekleriyle şirin mi şirin bir ev... Ve bu evde yaşayan mutlu insanlar... İşte yola koyuldum, bu eve, hatırını soracağım, özlemle sarılıp koklayacağım sevdiklerimin yanına gidiyorum. İnsanların henüz "köşe dönmeyi" bilmedikleri, alın teriyle kazandıkları helal lokmalarını huzurla yedikleri yıllar... Çocukların bir rugan pabuçla, bir basma elbiseyle en büyük mutluluğu yaşadıkları günler... Ve o günleri yaşayan biz mutlu çocuklar... Bayramlar bir başka gelir, bir başka yaşanırdı o zamanlar. Günler öncesinden şehri terk edip, tatile kaçma planları değil, ziyaret edilip hatırları sorulacak akrabalar, büyükler düşünülürdü. Şimdiki gibi temizliğe birileri gelmezdi, evin anneleri kendisine yardım eden çocuklarıyla yaparlardı bayram temizliklerini güle oynaya. Pek bir marifetli anneler baklavalar açarken, o kadar da becerikli olmayanlar revani ya da kalbura bastıyla yetinirlerdi bizim evdeki gibi. Günümüzde pek çoğumuzun sorguladığı kurban kesme ibadeti, çok eskilere dayanan bir inanç, bir gelenekti ama büyük bir saygıyla ve gerçekten inanarak yapılırdı o zamanlar. Kurban edilecek hayvan iki üç gün önceden alınır, adeta evde misafir edilir, severek okşayarak beslenirdi ve bayram sabahı tertemiz ve bembeyaz bir yemeniyle gözleri bağlanır dualar ve göz yaşlarıyla kurban edilirdi. İnsanlar o yıllarda kurban kesmeyi dini bir vecibe olarak yerine getirirken, aynı zamanda kısıtlı geliri olan aileler özellikle çoluk çocuklarına hiç olmazsa bir iki hafta bolca et yedirme imkanı bulmuş olmanın huzurunu da duyarlardı. Bayramı doya doya yaşadığım o çocukluk günlerinden bu günlere köprülerin altından çok sular geçti ve artık ben de o eskiye özlem duyulan yaşlara geldim, geçmişi özlüyorum, hem de çok özlüyorum, hele de bu yıl... Çocukluğumun o riyasız, içten, sımsıcak insanlarını özlüyorum. Bir rugan pabucun heyecanıyla beklenen bayram sabahlarını özlüyorum. Evet, özellikle de o bayram sabahlarını ve öncesindeki bayram hazırlıklarını özlüyorum. Ama olsun varsın, biz yine de umudumuzu yitirmeyip gelecek güzel günleri bekleyelim. Her şeye rağmen sevdiklerimizle yaşayacağımız mutlu bayramlar için hep birlikte dua edelim...

  • Nokta Koyamadığımız Cümleler

    Cemal KARSAVRAN * hangi bahar meyvesisin bu kadar tatlı ustura ağzı sevdan vurur yüreğime göz ucuma hareler birikir nemli ezberim adınla karışır an yarışır yavuz atlar kişner kuzular meleşir leylak gül açar ala çiçekli baharda sarar ruhumu sevgin hadi uzat ellerini duy avazımı uzak değil biliyorum sendeki ben rüzgar kapı aralığından aşkı fısıldar bağda mor üzüm asma dalında şarap çekiyor canım yarin koynunda tozlanmış bir ömrü silkeliyorum omuz verip yaslanmak için sineye sahte sevdalar yabancı gözlerde gün ışığı yürekte sevi boylu boyunca uzanıyorum yanına mutluluklar baharda coşkun fısıldar kulağıma aşkı seviyi nokta koyamadığımız cümleler

bottom of page