top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Lozan Anlaşması

    KURULUŞ TAPUSU * -Lozan'da Türk Heyeti- Bugün, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasının 100. yıl dönümü. Modern tarihin en önemli hukuki metinleri arasında yer alan bu antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşması olarak kabul ediliyor. Kurtuluş Savaşı'nın sonlarında Ankara hükümetinin Büyük Taarruz'dan zafer elde etmesinin ardından 11 Ekim 1922'de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya Ankara'da bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) hükümeti, İngiltere, Fransa ve İtalya imza koydu. Bu antlaşmanın ardından Ankara hükümeti, Ekim 1922'de toplanacak olan barış konferansına davet edildi. Yazılan mektupta, Lozan'da toplanacak olan konferansın amacı "Doğu'da savaşa son verecek bir antlaşmanın" yapılması olarak tanımlandı. Konferansa Ankara hükümeti ile birlikte İstanbul'daki saltanat yönetiminin de temsilcileri davet edilmişti. Bunun üzerine, TBMM, 1 Kasım 1922'deki oturumunda saltanatı kaldırma kararı aldı. Ankara hükümeti Lozan'a İsmet İnönü önderliğindeki heyetle katıldı. İlk tur görüşmeler, Musul'un statüsü ve kapitülasyonların durumu gibi bazı konularda yaşanan tıkanıklığın aşılamaması nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Şubat 1923'te ise ikinci tur görüşmeler başladı. Bu kez görüşmelerde sonuç sağlandı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde antlaşma imzalandı. Antlaşmaya TBMM hükümetinin yanı sıra İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve ilerleyen yıllarda kurulacak olan Yugoslavya'nın temelini oluşturan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı imza attı. Tüm tarafların kendi iç onay süreçlerini tamamladığını bildirmesiyle birlikte antlaşma 6 Ağustos 1924'te yürürlüğe girdi. Lozan'ın 2023 yılında geçersiz olacağı yönünde birtakım iddialar zaman zaman ortaya atılıyor. Ancak Lozan, süresi olmayan, kalıcı uluslararası anlaşmalar arasında yer alıyor. Antlaşmanın önemi ne? Lozan, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından İstanbul'daki Osmanlı yönetiminden bağımsız olarak Ankara'da kurulan hükümetin uluslararası meşruiyet kazandığı anlaşma olarak görülüyor. Bunun da ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşması olarak kabul ediliyor. Lozan Antlaşması ile Türkiye'nin bugünkü sınırları büyük oranda çizilmiş oldu. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Batılı devletlere verilen ekonomik imtiyazlar, yani kapitülasyonlar da tamamen kaldırıldı. Lozan Antlaşması, azınlık haklarıyla ilgili de düzenlemeler getirdi. Buna göre, Türkiye'de yaşayan gayrimüslimler azınlık olarak tanımlandı. Ayrıca, Batı Trakya'daki Türk toplumuna da "azınlık" statüsü verildi. -Konferansın Toplandığı Yer- Lozan'ın bir diğer önemli sonucu da Ege Denizi ve buradaki adaların aidiyeti ile ilgili yapılan düzenlemeler oldu. Türkiye, aralarında Midilli, Sakız ve Sisam'ın da olduğu bazı adaları Yunanistan'a veren 1913 tarihli antlaşmaları kabul etti ve 12 ada üzerindeki haklarından da feragat etti. Bununla birlikte Bozcaada ve Gökçeada'nın kontrolü Türkiye'ye bırakıldı. Bu antlaşma, Türkiye için olduğu kadar Yunanistan için de önem taşıyor. Lozan, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın internet sitesinde yer alan "Yunanistan ile ilgili başlıca uluslararası antlaşmalar" listesinde bulunan 11 anlaşma arasında yer alıyor. Yunanistan için Lozan, sınırlar konusundaki mevcut statükonun korunmasının anahtarını elinde tutuyor. Güncel tartışmalar Lozan Antlaşması, geçtiğimiz yıllarda hükümetin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın gündemindeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Lozan Antlaşması'nın bazı şartlarıyla ilgili rahatsızlığını bir süredir dile getiriyor. Erdoğan, Eylül 2016'da yaptığı konuşmada, "1923'te Lozan'ı bize razı ettiler. Birileri de bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştılar. Her şey ortada. Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik" dedi. 2020'deki Atina ziyaretinde ise Erdoğan, "Peki, Lozan sadece Ege'yi mi kapsıyor? Ege'nin dışında Lozan'la ilgili hiçbir şey yok mu? Batı Trakya'daki azınlıkların hukuku yok mu? Şimdi buradaki azınlıkların hukukunu bu anlaşmayla biz nasıl teminat altına alacağız?" dedi. Erdoğan'ın bu değerlendirmelerinde bahsettiği konular arasında Lozan'ın Batı Trakya'daki Türk azınlık ile Ege Denizi'ndeki adalarla ilgili düzenlemeleri ve adalarla bağlantılı olarak Ege Denizi'nde ortaya çıkan sorunlar yer alıyor. Ege Denizi'ndeki sorunlar Ege Denizi ile ilgili sorunların başında karasuları ve kıta sahanlığı geliyor. Türkiye, Ege Denizi'nde karasularının genişliğinin 6 mil olduğunu söylüyor. Yunanistan ise uluslararası deniz hukuku kapsamında bunu 12 mile kadar çıkarma hakkı bulunduğunu savunuyor. Türkiye, Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarmasının "Ege Denizi'ndeki çıkar dengelerini Türkiye'nin aleyhine orantısız bir şekilde değiştireceğini" söylüyor. Ege Denizi'nde kıta sahanlığının sınırları ise belirlenmiş değil. Türkiye ayrıca Yunanistan'ı Ege Denizi'nin doğusundaki adaların "silahsızlandırılmış statüsüne" aykırı davranarak Lozan Antlaşması ve diğer ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerini ihlal etmekle suçluyor. Türkiye'nin Batı Trakya ile ilgili talebi ne? Batı Trakya olarak adlandırılan bölge, Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç şehirlerini kapsıyor. Burada yaklaşık 150 bin civarında Müslüman Türk azınlık yaşıyor. Türkiye açısından buradaki sıkıntının temelinde başmüftülüğün durumu yatıyor. Türkiye, Lozan da dahil bu konuyu içeren uluslararası antlaşmalara göre başmüftünün yetki alanı içindeki Müslümanların oylarıyla seçilmesi gerektiğini savunuyor. Ancak, Yunanistan 1985 yılına kadar seçim sistemini uygulamış olsa da bu tarihten sonra başmüftüyü atamaya başladı. Türkiye Batı Trakya'da başmüftünün seçimle değil, atanarak gelmesine tepki gösteriyor. Yunanistan'ın bu konulardaki resmi görüşü ne? Yunanistan, geçtiğimiz yıllarda Türkiye'nin Lozan Antlaşması'yla ilgili güncelleme taleplerine tepki gösterdi. Yunan hükümeti, sınırlardaki mevcut durumun teminatı olarak gördüğü bu antlaşmayı "müzakere edilemez" olarak görüyor. Lozan ile ilgili tartışmalar son dönemde artmış olmasına karşın Yunanistan, Türkiye'yi 50 yıla yakın bir zamandır sınırları değiştirmek istemekle suçluyor. Yunanistan, Türkiye'nin 1970'li yıllardan bu yana sınırlarla ilgili mevcut statükoyu değiştirmeyi hedefleyen adımlar attığını söylüyor. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın internet sitesinde, "1970'li yılların başında Türkiye, Yunanistan egemenliği, egemenlik hakları ve yetki alanlarına yönelik tartışma yaratan ve hak iddiasında bulunan sistematik bir politika başlatmıştır" deniliyor. Yunanistan, Türkiye'nin bu politikasının "içlerinde en önemlisi Lozan Antlaşması olmak üzere uluslararası antlaşmalar tarafından sağlanan topraklarla ilgili statükoyu değiştirmeyi" amaçladığını öne sürüyor. Yunanistan ayrıca, Ege Denizi ile ilgili kendisi açısından çözümsüz kalan tek konunun kıta sahanlığı meselesi olduğunu ve bunun da başta deniz hukuku olmak üzere uluslararası düzenlemelere uygun bir şekilde çözülmesi gerektiğini söylüyor. Azınlıklarla ilgili olarak ise Yunan Dışişleri Bakanlığı'nın internet sitesinde Türkiye ile ilişkilere dair bilgi notunda, "Türkiye'deki Rum azınlık ve Ekümenik Patrikhane ile ilgili son zamanlarda doğru yönde atılmış olan adımlara rağmen, hala Ankara çağdışı kalan karşılıklılık mantığına göre davranmaktadır. Türkiye, özellikle insan hakları ve dini özgürlükler (Heybeliada Ruhban Okulu'nun yeniden açılması gibi) konusundaki yükümlülüklerini yanlış bir yaklaşımla Batı Trakya'daki Yunan vatandaşı Müslümanlara yönelik politikasıyla ilişkilendirmeye devam etmektedir" deniliyor. * derleme * Bu yazı BURADAN alınmıştır.

  • BİR GELDİM

    Bir geldim, Pir geleceğim demek için, Etmeyeceksin aklı emanet! Bir geldim, Pir geleceğim demek için, Kulak vereceksin yüreğine, Duymazsa kulağın, Görmezse gözün, Balçık bağlamışsa yüreğin, Ne etsen fayda etmez çukurundasın cehennemin! Bir geldim, Pir geleceğim demek için, Dara çekilen Mansur, Dara çekilen Pir Sultan, Derisi yüzülen Nesimi, Olacaksın! Bir geldim, Pir geleceğim demek için, Bizim yiğitlerden olacaksın! Yusuf olacaksın, Hüseyin olacaksın, Denizler şahı olacaksın. Bir geldim, Pir olacağım demek için.... Mustafa Kemal olacaksın, Mustafa Kemal!

  • Fakir Baykurt Roman Ödülü

    Çiğli Belediyesi tarafından verilen ödülün 2023 kazananı belli oldu. * Dursaliye ŞAHAN " BUL BENİ ANNE" dosyası

  • ORTA ÇAĞ HORTLAKLARI

    Zeki SARIHAN * Yüz yıl önce feodaller kızlarını okutmazlardı. Kadının yeri evi idi. Görevi çocuk doğurmak ve kocasına hizmet etmekti. Yoksul halkın zaten kız olsun erkek olsun çocuk okutma olanağı bulunmuyordu. Fakat dünya hızlı değişiyor. Kapitalizmin gelişmesiyle kadınlar da sosyal hayatın çeşitli sektörlerinde görev almak zorunda kaldılar. Avrupa’da bu gelişme birkaç yüz yıl önce başladı. Osmanlı’ya 19. Yüzyılın sonlarında ulaştı. Fakat Türkiye’de kadınların çeşitli çalışma alanlarında görev almalarına neden olan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaş yıllarında erkeklerden boşalan memuriyet alanlarını kadınlarla doldurmaktı. Kadınlar, çeşitli devlet dairelerinde görevlendirildiler. Savaş sanayinde çalıştılar, yardım kuruluşlarında görev aldılar. Sırtlarında cephane taşıdılar, hatta silah kuşanıp savaştılar. Kim ne derse desin, toplumsal ve dini anlayışlar da gelişiyor. Kadınları eve hapsetme işi, kapitalizmin henüz toplumu kavramadığı Afganistan ve Irak ve Suriye’de IŞİD bölgeleriyle sınırlanmış gibi. Millî Eğitim Bakanı, kız ve erkekler için ayrı okullar açılabileceğini söyleyerek zihnî evrimini tamamlayamamış çevrelerin düşüncelerine en üst düzeyde tercüman olmuş. “Kızlar okumasa daha iyi olur” diyemiyorlar. Buna kapitalist sanayi toplumu izin vermez. Kendi kızları da buna isyan eder. Fakat yapmak istedikleri, kadını, koşulların elverdiği kadar toplumda görünmez kılmaktır. Ayırmak istedikleri yalnız okullar olamaz. Hastaneler, fabrikalar, tarlalar, bürolar niçin ayrılmasın ki? Bakanın bu sözleri Cumhur İttifakı içinde bazı partiler tarafından destekleniyor. Bu görüşe karşı muhalefetten de açıklamalar yayımlanıyor. Bunlarda konunun laikliğe aykırı olduğu vurgulanıyor. Kız ve erkek okullarını ayrılması, devletin din kurallarına dayandırılamayacağı ilkesini hiçe saydığı için laikliğe aykırıdır. Fakat bu kadar mı? İki esaslı neden daha var. Bunlardan biri kız ve erkek okullarını ayırmanın kızlar ve erkeklerin davranışları ve psikolojileri üzerinde yapacağı olumsuz etkilerdir ki, bu konu üzerinde durulmuyor, en azından gazete haberlerinde buna rastlanmıyor. Ayrı okullarda okuyan gençlerin sosyalleşmede çektiği sıkıntıları pek çok kişi yaşayarak da öğrenmiştir. Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Öteki neden, kadın ve erkekleri toplumsal hayatta yalıtmanın bizim geleneklerimize ve sosyolojimize aykırı olmasıdır. Bu konuya, toplumumuzun kadim birimleri olan köy hayatını gözden geçirerek karar verebiliriz. Feodal bir rejim altında yaşadıkları dönemlerde de köy hayatında kadın ve erkeği birbirinden yalıtmak mümkün olmamıştır. Kadının konaklara hapsedildiği toplum, gericiliğin yuvası olan kasabadır. Çarşaf ve peçe de kasabanın ve eski şehrin bir uygulaması idi. Köyde, kadın ve erkekler arasında kaç göç olamaz. Tarlada, bağda, bahçede kadın erkek birlikte çalışırlar. Köyde hiçbir kadın çarşaf ve peçe de kullanmazdı. Bunun nedeni doğal hayatın bunu kabul etmemesidir. Doğal hayatın esası üretimde bulunmaktır. Fabrika hayatında da gericilerin istediği bir kadın-erkek ayrımcı düzenini kurmak mümkün değildir. Köy kadını, eskiden ancak şehre giderken çarşaf ve peçe kullanırdı. Kadın ve erkek için ayrı okullar isteyen çevreler, bu nedenle ne çağımızın ne toplumumuzun temeli ve özü olan köylülüğü temsil ediyorlar. “İslamiyet” adını kullanarak gerici, eski kasaba toplumunu temsil ediyorlar. Kuşkusuz dillerini altında başka konular da var. Koşulların elverdiği ölçüde bunları da söylüyorlar ve söyleyecekler. Ne yazık ki iktidar ellerindedir. Onların gerici umutlarını boşa çıkarmak için geniş bir karşı duruş gerçekleşmelidir. Şimdilik aydınlar tarafından yerine getirilen bu görevin, zamanla aklıselim sahibi bütün halka yayılacağı umulur. Ancak o zaman bu Orta Çağ hortlaklarının politikadaki ekmekleri kesilecek gibi görünüyor. (18 Temmuz 2023) zekisarihan.com

  • BUGÜNLERDE

    Fuat ÖZGEN * Yollar mı değişti Kurallar mı? Ben mi tersteyim Gelenler mi? Aklım almıyor olanları Doğrulanmaya çalışılan yalanları El üstünde tutulan çalanları Yorumların mantığı yok Mavallara karnım tok Karşı koymalar etkisiz Yetkililer yetkisiz Yasalar uyulmamak için Anayasanın varlığı niçin? Algılar gerçekleri sallamış Doğruların anlamı kalmamış Melekler grevde Şeytanlar mesaide Güvendiğim dağlarda zemheri Duygularım yıpranmış İnsanlığım yorulmuş Bugünlerde

  • NEYİN DEĞİŞİMİ

    Yusuf Aksoy * CHP' de yaşanan sürece dışardan birkaç söz: CHP' de değişim talebinde bulanan kişi ve gruplar zaten uzun zamandan beri partinin organlarında görev yapanlardır. Dolayısıyla seçimin proje, örgütlenme, strateji ve taktik oyunlarında önemli alanlarda sorumluk almış, görev yapmış kişilerdir Daha açık bir ifade ile gelinen sürecin birinci derecede sorumlularıdır. Değişim; yapısal, örgütsel, politik ve topyekûn kadro değişimini gerçekleştirmeye yönelik bir perspektifle ancak mümkün olabilir. 'Sorunun' müssebbipleri bize devredin anlayışı ile hareket etmemelidir. Parti içi demokrasi sonuna kadar etkin bir şekilde işletilmelidir. Seçilmeyi çıkar eksenli siyaset haline getirmiş kadrolar kesinlikle geri çekilmelidir. Parti organlarında, milletvekilliğinde ve belediye başkanlığı adaylığında görev alma en fazla iki dönemle sınırlandırılmalıdır. Seçim politikalarından bağımsız olarak olarak bakıldığında geride bıraktığımız tarihi önemdeki seçimlerde en çok emeğin Kılıçdaroğlu' na ait olduğunu herkes bilmektedir aslında. Halkın zam yağmuru altında muhalefetin önderliğini en çok aradığı zamanda magazinleşen ve CHP' yi muhalefet yapamaz duruma düşüren sözde değişim komedyası partiye güveni sarsmaktadır. CHP' nin içinde bulunduğu krizin en temel sorunu emek, demokrasi, barış, adalet, kamusallık ve laiklik karşıtı din soslu neo liberal kapitalizme karşı yüzünü sola dönememesidir. Değişim bu politik hatta olursa bir anlam ifade edecektir.

  • Unutulmaz Şarkıların Unutulmaz Öyküleri

    Nurten B. AKSOY * Şarkılar vardır neşeli, kıpır kıpır; şarkılar vardır hüzünlü, göz yaşı dolu. Bazen aşkla, bazen acıyla söylenmiş sözler ya da bestelenmiş ezgiler, bir de öyküsünü biliyorsak daha bir derinden etkiler insanı… İşte Türk Sanat Müziğinin unutulmaz şarkılarından bazılarının öyküleri... Ada sahillerinde bekliyorum Ada sahillerinde bekliyorum Her zaman yollarını gözlüyorum Yârim seni seviyor istiyorum Beni şâd et Şadiyem başın için *** Nerede o mis gibi leylaklar Sararıp solmak üzre yapraklar Bana mesken olunca topraklar Beni şâd et Şadiyem başın için Hep neşeli ortamlarda el çırparak söylenen bu türküde aslında Suat Bey ve Şadiye Hanımın hüzünlü aşkı anlatılır… Şadiye zengin bir ailenin kızıdır. Suat ise fakir bir gençtir. Kader ikisini bir yaz Ada’da buluşturur ve birbirlerine âşık olurlar. Fakat babası, kızını Suat Beye vermek istemez. Kış geldiğinde Şadiye ve ailesi Ada’dan ayrılır. Suat ise Ada’da kalır ve sahilde hep Şadiye’nin ona geleceği günü bekler. Bu arada mektuplarla haberleşmeye devam ederler. Fırtınalı bir akşam Suat bu özleme dayanamaz ve kendini denizin azgın sularına bırakır. Ertesi sabah, fırtına nedeni ile gelemeyen tekneden Suat’a bir mektup gelir, bu Şadiye’nin mektubudur. Mektupta Şadiye “Suat, babamı nihayet evlenmemize ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz.” yazıyordur. Bir Bahar Akşamı Rastladım Size Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz? *** İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki yıllardır aradığın bu Şimdi soruyorum büküp boynumu Daha önceleri neredeydiniz? Fuat Edip, gençliğinde rüyasında çok güzel bir kız görür ve o kıza gönlünü kaptırır. Yıllarca o kızı bulma hayaliyle yanıp tutuşur. Ailesinin baskısıyla Fuat bey istemediği bir evlilik yapar. Bir bahar akşamı Fuat Edip’in yolu, Çamlıca Kız Lisesinin önünden geçer. Okulun dağıldığı sırada şairimizin gözüne bir kız ilişir. Bu kız, yıllar önce rüyasında gördüğü kızdır. Şair, adeta donakalır, kendinden geçer. Onun bu halini fark eden öğrenci de utanarak boynunu eğer. Fuat Edip, artık yaşlanmış haliyle kıza bakar kalır, artık her şey için çok geçtir. Âdeta beyninden vurulmuş bir halde yoluna devam ederken şu mısralar dökülür dudaklarından: “Bir bahar akşamı rastladım size.” (Beste: Selâhattin Pınar) Gençliğe Veda Elveda, elveda gençliğim / elveda, ey hatıralar Elveda mesut günlerim, ümit dolu sayfalar. Yine mevsimler dönecek, yine yapraklar düşecek Giden gençliğimiz geri gelmeyecek. **** Ellerim semaya doğru yalvardım yıllarca Dursun zaman dönmesin mevsimler Tanrım, tanrım, bana ümit ver, heyhat… Elveda, elveda, elveda ah, elveda. Yıldırım Gürses bir akşam geç vakit evine dönerken sokakta yaşayan yaşlı bir adama rastlar. Üstünde kendisini ısıtacak bir giysisi bile bulunmayan bu yaşlı adam, çöplerden yaktığı ateşle ısınmaya çalışmaktadır. Yaşlı adamın yüzündeki çizgileri, o an savrulan bir çınar yaprağındaki çizgilere benzeten sanatçı, gençliğin insanın elinden nasıl da hızla kayıp gittiğini ve zamanın asla geri gelmeyecek bir kıymet olduğunu fark eder. İşte bu duygularla bu dizeleri yazar ve daha sonra da besteler. Ağlar Gezerim Sahili Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin Ayda yüzün, geceyi öpen sularda sesin Bilmek istemem, şimdi nerede, nasıl, kiminlesin Dünya gözümde değil, çünkü sen gönlümdesin Selim Aru her sabah Samatya sahilinde yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüşler sırasında her gün karşılaştığı çok güzel bir genç kız dikkatini çeker. Önceleri tazeliğine hayran olduğu bu kız daha sonraları hayallerini süslemeye başlar şairin. Günler akıp giderken bir delikanlı belirir kızın yanında Selim Aru, bu delikanlıyı için için kıskanır, yanlarından geçerken Rumca konuştuklarını ve kızın adının Eleni olduğunu öğrenir, Selim Aru buna rağmen her gün kızı görebilmek için sahildeki yürüyüşlerine devam eder ama bir süre sonra Eleni görünmez. Bir gün, bir hafta, bir ay… Aynı şekilde kızı görebilmek için sahile gider ama nafile, artık o güzel kız yoktur. (Beste: Alâeddin Yavaşça) Ben Gamlı Hazan Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç Şarkının bestecisi Melahat Pars, söz yazarı Sıtkı Angınbaş’tan musîki dersleri almaktadır. Birlikte geçirdikleri vakitler arttıkça Melahat Hanım’ın gönlü Sıtkı Bey’e doğru engellenemez biçimde kayar. Bir müddet sonra hocası bu ilginin farkına varır; ancak aralarında büyük yaş farkı vardır ve bu aşkın imkansızlığını daha sonra Melahat Pars’ın bestelediği dizelerle dile getirir Sıtkı Bey… Unutturamaz Seni Hiçbir Şey Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmezsem Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem Müzehher Özerinç ile Ekrem Güyer Ankara Radyosu’nda çalışırken tanışırlar. Arkadaşlıkları önce aşka, sonra da evliliğe dönüşür. Ekrem Güyer bir gün udunun tellerine vururken sadece sevdiği kadını düşünür ve onun için bu besteyi hazırlar. Unutmadım Seni Ben Unutmadım seni ben unutmadım, Her zaman kalbimdesin Aylar, yıllar geçti, söyle sen nerdesin Anlaşıldı, sen geri dönülmeyen yerdesin Unutmadım, unutamadım seni ben, Her zaman bendesin Müzehher Güyer ve Ekrem Güyer’in birlikteliği ne yazık ki çok uzun sürmez, geçirdiği mide kanaması sonunda Ekrem Güyer hayata gözlerini yumar. Müzehher oğlu Metin ile yalnız kalmıştır. Ayaklarının üstünde durmaya çalışır ama sevdiği eşini unutamaz. Günlerden bir gün Müzehher Hanım radyo evinin koridorunda elinde bir kâğıtla beklerken bestekâr Şekip Ayhan Özışık ile karşılaşır. Konuşurlar, elindeki kâğıtta o unutulmayan ve unutulmayacak aşkının güftesi vardır… Bir Kendi Gibi Zâlimi Sevmiş Bir kendi gibi zâlimi sevmiş yanıyormuş Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş Kalbim gibi feryâd ediyor sızlanıyormuş Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş Üç evlilik yaşayan ve bu evliliklerinde hiç mutlu olmayan Lemi Atlı, üçüncü eşinin kendisini terk edip gitmesinden sonra çok acı çeker ve eşinin evlendiği kişi ile mutlu olmadığını duyunca da bu şarkıyı besteler… Nereden Sevdim O Zâlim Kadını Nereden sevdim o zâlim kadını Bana zehretti hayatın tadını Sormayın söylemem asla adını Bana zehretti hayatın tadını Bir bahar akşamı İstanbul Kuşdili çayırında Hafız Burhan konserinde rastlaştılar Selahattin Pınar ile tiyatro sanatçısı Afife Jale. İkisi de 25 yaşındadır, çok severler birbirlerini ve evlenirler. Ancak Afife, önceleri tedavi olmak için başladığı morfine alışmıştır, bu kötü alışkanlığından kurtulması için çok mücadele ederler ama olmaz… Afife’nin ısrarı ile ayrılırlar sonunda ve ikisi için de kötü günler başlar. Afife Jale 39 yaşında yoksul ve kimsesiz hayata veda ederken Selahattin Pınar da acılar içinde yaşayacaktır. Aylar geçiyor Aylar geçiyor sen bana hâlâ geleceksin Yetmez mi bu hasret daha yıllarca mı sürsün Hülyalarımın membaı bir taze çiçeksin Bekletme yazıktır, sen de solar sen de çürürsün Atıfet Hanım, Taksim’de bulunan Panorama Gazinosu’nda kadınlar matinesine gider. O gün Selâhattin Pınar da tambur ile Münir Nurettin Selçuk‘a eşlik etmektedir. Selâhattin Pınar, Atıfet Hanım ile göz göze gelir ve hayran olur… Üstat, yıldırım aşka tutulmuş olacak ki Atıfet hanıma hemen o gün evlenme teklif eder. Arkadaşlıklarının ilerlemesine rağmen, Selâhattin Pınar’ın 37, Atıfet Hanımın ise 19 yaşında olması nedeniyle, kızın ailesi evlenmelerine razı olmaz. Bunun üzerine Selâhattin Pınar, kendi yöntemine başvurur ve Burhan Bey’in şiirini Rast makamında besteleyerek Atıfet Hanım’a gönderir. Bu şarkıyı dinleyen Atıfet Hanım, bohçasını topladığı gibi Selâhattin Pınar’a kaçar. Evlenirler ve Selâhattin Pınar ölene kadar beraber yaşarlar. Kimseyi Böyle Perişan Etme Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter. Uyku tutmaz, bir ümit yok, gelmiyor hiçbir haber Ağlamaktan gözlerim etrafı artık görmüyor Hazreti Yakup’a döndürdü beni hükmü kader 1970’li yıllar, devrin en popüler ruh doktoru Rahmi Duman’ın 15 yaşındaki oğlu, 12 Mart olayına neden olan karışık günlerde yasa dışı bir örgüt tarafından fidye için kaçırılır. O dönemin oldukça hatırı sayılır miktarı olan 250 bin lira ister kaçıranlar. Rahmi Duman parayı zorlukla denkleştirir ve fidyeyi öder, oğlunu kurtarır. Oğlunun rehin tutulduğu günlerde bir baba olarak yaşadığı kaygı ve acıyı ifade ettiği güfteyi bestekâr Alâeddin Yavaşça’ya bestelemesi için verir ve ortaya bu eser çıkar. Bir babanın evlat sevgisini, hasretini ve acısını çok dokunaklı anlatan bir şarkı çıkar ortaya… Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın, Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı; Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın Aşk ve ayrılık denince akla ilk gelen şairlerdendir Ümit Yaşar Oğuzcan. Melankoli dolu ruhu ve bunları satırlara döktüğü şiirleriyle tanınan Oğuzcan’ın şiirlerinde, aslında yaşadıklarının etkisi çok büyüktür. Çünkü Oğuzcan, 24 kez intihar etmeye teşebbüs edecek kadar karamsar bir ruh haline sahiptir. Baba Oğuzcan’ın bu hayatı büyük oğlu Vedat Oğuzcan’ı olumsuz yönde etkiler. Babasının hayata bakış açısı, Vedat Oğuzcan’ın da aklında “intihar” fikrini dolaştırır. Babasının başarısız intihar girişimlerinin aksine, Vedat Oğuzcan ilk girişiminde Galata Kulesi’nden atlar ve 17 yaşında hayatını kaybeder. Hayatını şiirlerine yansıtan yazar da bu acısını yine dizelere dökerek yenmeye çalışır. (Beste: Münir Nurettin Selçuk) Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde Mehtâb iri güller ve senin en güzel aksin Velhasıl o rûya duruyor yerli yerinde Yahya Kemal, Nazım Hikmet‘in annesi ressam Celile Hanımla büyük aşk yaşamış; ancak hem Nazım’ın karşı çıkması hem de şairin evlenmek istememesi nedeniyle Celile Hanım, Yahya Kemal’i ve İstanbul’u terk ederek Avrupa’ya gitmiştir. Şairin bu dizeleri Celile Hanımın hasretiyle yazdığı söylenir… (Beste: Osman Nihat Akın) Olmaz İlaç Sine-i Sad Pâreme Olmaz ilaç sine-i sad pâreme Çare bulunmaz bilirim yâreme Baksa tabibân-ı cihan çâreme Çâre bulunmaz bilirim yâreme Kastediyor tîr-i müjen canıma Gözleri en son girecek kanıma Şerh edemem halimi canânıma Çare bulunmaz bilirim yâreme Çok iyi bir müzik adamı olan Hacı Arif Bey, padişah Abdülmecit zamanında saraydaki cariyelere müzik dersi vermektedir. Cariyelerden Zülf-i Nigâr isimli Çerkez güzeline gönlünü kaptırır ve dedikoduların ayyuka çıkması üzerine padişahın fermanıyla evlenirler. İlk çocuklarının doğumundan sonra ağır bir hastalığa yakalanan karısının acısıyla da bu şarkıyı besteler Hacı Arif Bey, daha niceleri gibi… Makber Her yer karanlık pür nûr o mevki mağrip mi yoksa makber mi ya Râb Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb Rüya değil bu, ayniyle vâki Kabri çiçekten bir türbe olmuş Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe Bir hacle-gâhe dönmüşse türben Aç koynunu aç mâşukanım ben Makber Abdülhâk Hamit’in ilk eşinin ölümünün ardından yazdığı mersiye tarzındaki şiirinin adıdır. Bu şarkının sözleri ise yine Abdülhâk Hamit’in yazdığı bir oyundan alıntıdır. Abdülhâk Hamit, verem olan ilk eşi Fatma Hanımın Bombay’da görevliyken hastalığının artması üzerine İstanbul’a dönmek üzere yola çıkar; ama eşi kurtulamaz ve Beyrut’ta ölür, eşini orada toprağa veren şair yasa boğulur. Altı ay boyunca karanlık bir bodrum katında yaşar, altı ay sonra o bodrum katından çıktığında Gülhane Parkı’na gidip ahaliye “Makber” şiirini okur… Şiiri dinleyenler susar kalır ve gözyaşlarına boğulur. Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • Üniversitede Sınav Afları ve Sonuçları

    Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ * Eğitim sistemi yapılarında yapılan olumsuz değişiklikler, her şeyin koordineli olarak bozulmasına neden olan bir talihsizliktir. YÖK tarafından alınan ders almadan sınav affı uygulaması, eğitim kalitesi açısından endişe vericidir. Öğrencilere verilen sınav hakkı yerine, eksik kalan derslerin sınıflarda işlenerek öğrencilere bilgi ve beceri kazandırılması, ödev ve uygulama imkânının sunulması daha uygun olacaktır. Sınavların sadece bilgiye dayanması, kaynaklara ulaşamayan öğrencilerin başarısız olma şansını zayıflatmaktadır. Ayrıca, uzaktan eğitimde başkasının yerine sınava girmenin veya hile yapmanın mümkün olduğu günümüzde sağlık, mühendislik gibi alanlarda eksik öğrenme ile mezun olacak adaylar gelecekte ciddi sorunlara yol açabilir. Bu tür aflar aynı zamanda etik bir sorun oluşturur, çünkü hak etmedikleri bir ödülü kabul etmek etik değildir. Kamusal nitelikteki sınavların sorularının önceden çalınarak kişilere dağıtılması da fırsat eşitliğini zedeler. Üniversitelerin dışında yetkililer tarafından sık sık af ilan edilmesi, üniversitelerin saygınlığına zarar verebilir. Öğrenci affı yerine kesin ölçütleri belirleyen kuralların geliştirilmesi gerekmektedir. Eğitim afları, yetersiz akademik bilgiye sahip insanların yetişmesini kabul etmek anlamına gelir. Kamu hizmeti sunan kurumlar nitelikli insan yetiştirmeyi hedeflemelidir. Başta meslek odaları ve eğitim-öğretim kurumları olmak üzere ilgililerin bu tür uygulamaların zararlı olduğunu belirtmeleri ve öneri geliştirerek yetkilileri uyarmaları önemlidir. Ölçüleri ve kuralları olan toplumlarda bu tür aflar olmaz, olmamalı. Kamu idaresi toplumu ve bireyleri planlı, kuralı ve sorumlu davranacak şekilde eğitmeli ve davranması benimsetecek mekanizmalar kurmalı. YÖK Azami Süreleri Aşan Öğrenciler İçin Yalnızca Hiç Alınmayan, Başarısız ve Devamsız Dersler için Sınav Hakkı Verdi Bir reklamda "her şeyi değiştirmek için bir şeyi değiştirmek gerekir" deniliyordu. Evet, bir şey değiştiğinde, işin doğası gereği, peşinden gelen her olay ve durum da değişir. Eğitim sistemi yapısında olumsuz bir değişiklik yapıldığında, her şey koordineli bir şekilde bozulmaya başladığı hep yaşanmıştır. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından 2022 yılında, azami süreleri aşan öğrenciler için yalnızca HİÇ ALINMAYAN, BAŞARISIZ VE DEVAMSIZ dersler için 2 ek sınav hakkı tanınacağı duyuruldu. Benzer şekilde, 7 Temmuz 2023 tarihinden itibaren (YÖK Yükseköğretim Kurulunun "azami süre" kararı - yok.gov.tr), ön lisans ve lisans düzeyindeki tüm yükseköğretim programlarına kayıtlı öğrencilerin, hiç almadıkları veya devam şartını sağlamayarak başarısız oldukları dersler için de sınav hakkından yararlanabileceği belirtilmektedir. 2022 yılında alınan karardan sonra kapıları aşındıran öğrenciler kendilerine tanınan hakkı kullanma konusunda beklenildiği gibi ders çalışmadan, hazırlıksız olarak sınava geldikleri görüldü. Hiçbir hazırlık yapmadan gelen öğrencilerin not talebi yakarması ayrı bir sorun. Yaşanan tecrübeler bu tür afların zaman ve nitelik kaybına neden olan verimsiz süreçler olarak biliniyor. Çok Sık Öğrenci ve Sınav Affı Üniversitelerin Yurtiçi ve Yurtdışı Saygınlığına Ciddi Zarar Veriyor YÖK, son dönemdeki normal süreleri içinde almaları gereken zorunlu kredili dersleri almayan öğrencilere doğrudan sınav hakkı vererek eğitime ve üniversite niteliğine zarar verebilecek bir uygulama başlattığı söylenmektedir. Söz konusu YÖK yazısında, "azami öğrenim süresi dolan öğrenciler için dersi almamış olanlar dahi" sınav yoluyla başarılı olma imkânı tanınmıştır. YÖK'ün yazısının devamında, azami öğrenim süresi dolan ön lisans ve lisans düzeyindeki öğrencilerin hiç almadıkları veya devam şartını sağlayamayarak başarısız oldukları dersler için de sınav hakkından yararlanabilecekleri açıklanmıştır. Yazıda, "ön lisans ve lisans düzeyindeki 4, 5 ve 6 yıllık tüm yükseköğretim programlarında kayıtlı öğrencilerin, hiç almadıkları veya devam şartını sağlayamayarak başarısız oldukları dersler için 2547 sayılı Kanun'un 44/c maddesinde yer alan sınav haklarından yararlanabilecekleri ifade edilmektedir. Azami süresi dolan öğrenciler için söz konusu sınav haklarının uygulanmasında, eğitim ve öğretimin niteliğine göre değerlendirme yapılacak ve teorik eğitimler için sınavlar düzenlenecektir. Aynı uygulama, öğrencilerin daha önce almadığı dersler için de geçerli olacaktır." Ancak, eğitim kalitesinden taviz verilirken "Söz konusu uygulama ve sınava girenler, ders başına öğrenci katkı payı ve öğrenim ücretini ödemeye devam edecek" ifadesi kullanılmıştır. “Katkı payı ve öğrenim ücreti, Cumhurbaşkanlığı kararıyla belirlenen miktarı aşmayacaktır” ifadesi ile öğrenim ücreti hatırlatılmaktadır. Bu yazı ve anlamı düşündürücüdür ve üniversitelerin saygın diplomalarının geleceği açısından endişe verici olacağı muhakkaktır. Dersi Almadan Öğrencilere Verilen Sınav Affının Anlamı Nedir; YÖK'ün aldığı ders almadan sınav affı anlamındaki uygulaması, eğitim kalitesi açısından talihsiz bir duruma neden olacağı şimdiden konuşulmaktadır. Başta Tıp Eğitimi olmak üzere belirli bir düzeyin üzerinde mutlak öğrenciye kazandırılması gereken bilgiyi alamdan mezun olmanın getireceği sakıncalara sıklıkla belirtilmektedir. Pandemi, deprem gibi olgulara bağlı gerçekleşmeyen derslerin öğrenim yolu ile öğrenciye kazandırılması için sınav hakkı yerine ek süre hakkı verilmesi daha gerçekçi olacaktır. İyi eğitilmemiş öğrencilere eksik kalan dersleri sınıflarda işleyerek bilgi ve beceri kazandırma, ödev ve uygulama imkânı tanınması için ek süre hakkı verilmesi öğrencinin yararına olacaktır. Sınavların sadece bilgiye ve teste dayandırılması sonucunda iyi eğitim alamayan, dershaneye gidemeyen ve kaynaklara ulaşamayan öğrencilerin orta öğretim ve ÖSYM sınavlarında başarılı olma şansı giderek azalmıştır. Sağlık, mühendislik ve diğer uzmanlık gerektiren alanlarda uzaktan eğitim üzerinden bir başkasının sınava girme veya sınav sorularında hile yaparak geçme gibi birçok yol mümkündür. Ancak bu, kişinin gerçek anlamda öğrenmediği anlamına gelmez. Eksik öğrenme, ileride telafisi mümkün olmayan ciddi sorunlara yol açacağı düşünülebilir. Sınav affı konusu aynı zamanda bir etik sorun da oluşturmaktadır. "Bilen ile bilmeyenin aynı olmadığı" sıkça dile getirilir. Ancak uygulamaya gelindiğinde, ne yazık ki rüşvet vermeyi ve almayı normal gören insanlar olduğu kadar, bu tür haksızlıkları etik dışı görmeyen bir grup insan da bulunmaktadır. Aslında erdemli ve kaliteli biri olan herkes, hak etmediği bir öneriyi ve ayrıcalığı kabul etmemelidir. Sınav Ciddiyeti Ülke Çapında Sağlanmalıdır Ayrıca uzun zamandır herkesin bildiği ancak yakın geçmişe kadar bir türlü dillendirilememiş olan her alandaki kamusal nitelikteki nitelikli insan seçimi sınavlarının sorularının önceden çalınarak bazı gruplara el altından dağıtılması sonucu hiçte hak etmeyen kişilerin başta askeri, yargı, idari ve sağlık sektörüne yerleştirilmesi sonucu fırsat eşitliğinin sağlanamadığı sık sık gündeme gelmektedir. Halende her sınav sonrası bazı sorunların sızdırıldığı gündeme gelmektedir. Başta YÖK ve ÖSYM yetkilileri her gencin eşit koşullarda yarışarak hak edenin hakkının sağlandığını güvenceye alması insani ve yasal bir zorunluluktur. Ülkenin eğitim niteliğini engelleyen faktörler arasında, diğer ülkelerde görülmeyecek olan eğitim afları önemli bir yer tutmaktadır. Sık sık üniversiteler dışında yetkililer tarafından afların ilan edilmesi üniversitelerin vereceğin diplomaların akreditasyonuna içeride ve dışarıda zarar verecektir. Başta özel sektör eğitimi yetersiz kişiyi niye istihdam edeyim diye düşünebilir. Yapılması gereken, başarısız olan öğrencileri affetmek değil, kesin ölçütleri belirlenmiş kurallar geliştirmektir. Gelişmiş, ölçüleri ve demokratik değer ve ölçüleri oluşmuş ülkelerde herkesin kurallara uyması ve hesap verebilmesi beklenir ve de sağlanır. Sağlıklı bir eğitim kişide sorumluluk bilinci geliştirerek hep birlikte sağlıklı toplum yaraması öğretilir. Kişinin kendini geliştirmek ve eğitim için çaba sarf etmesi, kurumsal alanda genel bir ilke sahibi olması ve ülkenin hedeflediği gelişme düzeyine ulaşmak için niteliğin önemli olduğu herkes tarafından benimsenmeli ve istenmelidir. Eğitimlerini yeterince almayan, çalışmayan ve kavrama sorunu yaşayan öğrenciler için sık sık aflar düzenlemek yetersiz akademik bilgiye sahip insanlar yetiştirmeyi kabul etmek anlamına gelir. Üniversite öğrenci aflarının gündeme gelmesi, yarım-yamalak iş yapmayı ve kalitesizliği kabul ettiğimizi ve gelecekte birçok eksiklik ve yanlış uygulamaya yol açabileceğimizi gösterir. Bu tür ifadeler ve düşünceler, disiplinli bir toplum olmadığımızı ve nitelik gibi konuları ve öz disiplini önemsemediğimizi gösterir. Kamu hizmeti sunan kurumlar, nitelikli insan yetiştirmeyi temel hedef olarak aldığını göstermek için bu aflara çok başvurmamalı. Ölçüleri ve Kuralları Olan ve Sağlıklı İşletilen Kurum ve Ülkelerde Başta Eğitim Affı ve Benzerleri Olmaz/Olmamalı Normal yasaların ve kuralların uygulandığı, liyakatin bir yaşam anlayışı olarak görüldüğü toplumlarda bu kadar sık af uygulamaları gündeme gelmez. Toplum, çalışanın ve çabalayanın hakkını korumak için tembelliğe ödül verilmesini istemez. Bir af yasası çıkarılabilir ve yasal olabilir, ancak bu, adil olduğu anlamına gelmez. Çıkar ilişkileri ve kötüye kullanımların yoğun olduğu toplumlarda sıkça yapılan aflar, toplumsal yaşamı, ilkel davranışları ve genel ilkeleri bozar ve geri dönüşü zor alışkanlıklar oluşturur. Ayrıca bu öğrenci affı uygulamasının siyasi irade ve YÖK'ten ziyade üniversitelerin kendi yetki alanında olması gerektiğini düşünüyorum. Her üniversitenin başarıları, birbirinden bağımsız olarak değerlendirildiği için ilkeleri yerleşik üniversiteler içeride ve dışarıda ciddiyetle takip edilir. Tıp, Eczacılık, Mühendislik, Mimarlık odaları ve diğer mesleki örgütler ile eğitim-öğretim elemanlarının dernek ve sendikaları başta olmak üzere, bu tür uygulamaların ülkeye ve öğrencilere hiçbir fayda sağlamayacağını, ilgililere açık örneklerle belirtmeleri gerekmektedir. Bu kadarına bile izin verilmez denilen bir durumun gerçekleşmesi halinde, bu çağda artık ders anlatmanın bir anlamı olmadığını söylemek mümkündür. Bilim insanının emekleri ve öğrenme-öğretme çabası anlamsız mı olacak? 7 Temmuz 2023, Pısa-İtalya

  • ESKİCİ

    Refik Halit KARAY * Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: -Çocukcağız Arabistan’da rahat eder, dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar, bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi: -Hasan gel! -Hasan git! Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: -Taal hun yâ Hassen, Diyorlardı, yanlarına gidiyordu. -Ruh yâ Hassen... Derlerse uzaklaşıyordu. * Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular. Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pürnakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. Bunlar da biti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü: -Gemel! Gemel! Dedi. Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşafı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs... -Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Böyle haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. Hep sustu. Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine bürüp düğümleyerek kullanmayı beceriyordu. Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu; Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu: -Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı: -Türk çocuğu musun be? -İstanbul’dan geldim. -Ben de o taraflardan... İzmit’ten! Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: -Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen? Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif eti; komşusunun oğlu Mahmut’la balık tutuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu? -Sen niye buradasın? Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı: -Bir kabahat işledik de kaçtık! Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu: -Gidiyor musun? -Gidiyorum ya, işimi tükettim. O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. -Ağlama be! Ağlama be! Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. -Ağlama diyorum sana! Ağlama. Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne, bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu. Refik Halit KARAY (15 Mart 1888, İstanbul – 18 Temmuz 1965, İstanbul), Türk yazar. Hayatı Bolu Mudurnu'dan İstanbul'a göçen Karakayış ailesinden Maliye Başveznedarı Mehmed Halid Bey'in oğlu olarak 15 Mart 1888’de İstanbul Beylerbeyi'nde doğdu. Galatasaray Sultanisi'nde ve Hukuk Mektebi'nde okudu. Maliye Nezareti'nde (Hazine ve Maliye Bakanlığı) memur olarak çalıştı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra gazetecilik ile uğraşmaya başladı. 1909 yılında girdiği Tercüman-ı Hakikat gazetesinde mütercimlik ve muhabirlik yaptı. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çalışırken, [Son Havadis] gazetesini kurdu.[3] Fecriâtî topluluğuna katıldı ve "Kirpi" imzasıyla mizah dergisi Kalem'e yazılar yazmaya başladı.[4] Eşref dergisine zamanın edebiyatçıları üstüne portreler, tanıtma yazıları yazdı. Cem dergisinde hem başyazarlık, hem de yine "Kirpi" imzası ile mizah yazarlığı yaptı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na üye oldu. Aydede adlı siyasi mizah dergisini çıkarmaya başladı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidara gelince, 1912'de Beyoğlu Belediye Başkatibi oldu. [İttihatçılar] yeniden iktidarı alınca yazıları yüzünden 1913'te önce Sinop'a sürüldü, daha sonra Çorum, Ankara ve Bilecik'e gönderildi. İstanbul'a dönünce bir süre Robert Kolej'de Türkçe öğretmenliği, [Yeni Mecmua]'da yazarlık yaptı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Merkezi'nde görev aldı. 1919'da Posta Telgraf Umum Müdürlüğü'ne atandı. [Alemdar], [Peyam-ı Sabah] gazetelerinde ve Aydede dergisinde İstiklal Savaşı aleyhine yazdığı yazılardan ötürü vatan hainliğiyle suçlandı, Yüzellilikler listesine alındı ve 1922'de Yüzelliliklerle birlikte yurt dışına çıkarıldı. Uzun süre Beyrut ve Halep'te sürgün yaşadı. Mustafa Kemal Atatürk'e yazdığı şiir ve mektuplarla, Yüzellilikler listesindekilerin affedilmesinde önemli rol oynadı. 16 senelik sürgün hayatının ardından 1938'de çıkarılan af kanunundan yararlandı ve aynı yılın Temmuz ayında yurda döndü. Başta [Tan] olmak üzere, gazetelerde hikaye, roman ve fıkralar yayımladı. 1948-1949 yıllarında, Aydede dergisini tekrar çıkardı. 18 Temmuz 1965’te İstanbul’da vefat eden Karay, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Türk Edebiyatındaki Yeri Refik Halid, Türk edebiyatında ilk defa Anadolu'yu tanıtan eserleri ile ismini duyurmuş, yergi ve mizah türündeki yazıları ile de üne kavuşmuştur. Gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler ve benzetmeler kullanarak güçlü tekniği, sade ve akıcı dili ile 20. yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmuştur. İstanbul'u bütün renk ve çizgileriyle yansıtan ve Türkçeyi ustalıkla kullanan Refik Halid, Türk edebiyatına birçok eser kazandırmıştır. Fecriâtî topluluğunda dönemde ve sonrasında özentiden uzak, açık, terkipsiz (tamlamasız) bir dille yazmayı benimsemiştir. [Memleket Hikayeleri] gerçekçi edebiyat akımının başlıca örneklerinden sayılmıştır. Seyit Kemal Karaalioğlu onu şöyle tarif eder: Refik Halit Karay; «Yeni Lisan» akımının tutunmasında önemli payı bulu­nan, konuşma dilini yazılarında büyük bir ustalıkla uygulayan bir yazardır. Hikayelerinde ve romanlarında renkli bir görgü ve gözlem zenginliği göze çarpar. Ro­manlarında, çoğunlukla aile üstünde durur. Hiçbir belli teze bağlanmaksızın, sağlam bir teknikle, başarılı çevre tasvirleri içerisinde nefis bir üslupla olayları anlatır. Ağır fikre, derin çözümlemelere, tezli saplantılara girmeden, «ak rea­lizm» diyebileceğimiz bir görüşle yazardır. Kaynak: Vikipedi,

  • ANAYASAL DEVLET

    Bir devletin yazılı anayasasının olması başka bir şey, ANAYASAL DEVLET olması başka bir şeydir. Anayasa şeklen varsa, içi boş ise, temel hak ve özgürlükler askıda ise veya hiç yok ise o anayasanın hiç bir değeri ve önemi yoktur. Hatta tam tersi bu hak ve özgürlükleri yok etmek için kullanılan politik bir araç olmaktan başka bir şey olamaz. ANAYASAL değilse, sırf “Anayasalı” devlet bir hukuk devleti olamaz. En büyük kanma ve kandırılma orada başlıyor. Önemli olan anayasal devlet olabilmektir. Öte taraftan yazılı anayasa bulunmasa bile bir devlet kendi içinde çağdaş, demokratik, hak ve özgürlüklerin esas alındığı, hukuk devleti kriterlerinin egemen olduğu bir ülke olabilir. Adalet bir devletin çimentosu, toplumun ise oksijenidir; adalet olmazsa toplum nefes alamaz, gelişemez. Demokrasi ve barış, toplumdaki bireylerin adalet duygularının gelişerek vicdanlı olabilmeleriyle mümkündür. Modern toplum adaletle gelişir. Demokratik hukuk devleti, adaletin tüm sınıflar için uygulandığı ölçüde mümkün olabilir. Adaletin yasama, yürütme ve yargı eliyle, etkin bir şekilde ve tüm bireylerin özel durumlarına uygun olarak sağlanması gerekir. Adaletli olmak, tüm bireylerin sahip olmaları gereken insani bir erdemdir. Haksızlığı tercih etmek ve kişisel çıkarları adaletin önünde tutmak, kişinin vicdanında yer alması gereken adalet duygusunu zedeler, bu da toplumsal düzeni bozar. Hukuk anlamında hiç bir sorumlulugu olmasa bile, siyasi karar makam sahipleri görevlerini yapamadıkları zaman ,gerçek demokrasilerde siyasi sorumluluk gereği istifa ederler. Böyle bir durumda geçmişte merhum Bülent Ecevit bu olgunlugu gösterip istifa etmişti.Bizim demokrasimizde malesef bu yegane örnektir. Bu, o yetkililerin siyasi ve ahlaki degerlerine bağlılıkları ile doğru orantılıdır. Anayasa’nın temel hak ve hürriyetleri kalın hatlarla koruduğu, yasama – yürütme – yargı erklerinin, yani kuvvetler ayrılığı ilkesinin hüküm sürdüğü ülkeler anayasal devletler’dir. En güçlü ve yetkili yönetim kurallarının egemen olduğu Başkanlık sistem’inde bile, eğer yönetim öngörülebilir, şeffaf ve gerçekten bağımsız yargının kontrolü altındaysa o devletler de anayasal devlettir. Anayasal devlette keyfiyetin hükmü olamaz. Anayasal devlette iktidar etkili bir şekilde sınırlandırılır ve denetlenir. Bu sınırlar sadece bağımsız yargı yoluyla değil, daha güncel ve etkili olarak demokratik kamuoyu denetimi ve siyasi ahlak kuralları ile çizilir. Anayasal devletlerde siyasi sorumluluk duygusu egemendir. Hukukun üstünlüğü ve doğal yargıç ilkesi anayasal devletin omurgasıdır.​​​​​​​ Anayasal devletlerde Yargıçlar sadece bayrak önünde eğilir.​​​​​​​ Gerektiğinde yargılayacağı makam sahipleri önünde eğilmezler Evrensel insan hakları, çağdaş hukuk ve temel hak ve özgürlükler anayasal devletin esas kabesidir. Bir örnek olarak, Anayasal Devlet olan Almanya’da anayasada belirtilen temel hakların ihlal edilmesi halinde iktidara karşı direnme hakkı anayasal bir HAK olarak düzenlenmiştir. Anayasal Devlet bir demokrasi, eğitim ve kültür birikimidir​​​​​​​. Dilerim ki bir gün yurdumda da , Anayasal devletin egemen oldugu düzeni yaşamanın ve o ülkenin mutlu bir yurttaşı olmanın özlemiyle...

  • SAHTE

    Ana vatanı Irak olan ve Arapçası “arak” ve dilimizde rakı diye adlandırılan ve üzüm suyunun fermante edilmesi ve ardından da imbikleşmesi sonucu oluşturulan alkolü içki en az 3000 yıldır Ortadoğu ve Kafkaslarda üretilmektedir. “Sahte rakının” çok sayıda akşamcı vatandaşın ölümüne neden olması ile birlikte sahte olan ve sahtekârlık ile ilgili alt beynimizdeki bir çok kavram birden bire su yüzüne çıkmaya başladı. Gerçekte Rakı’nın Değil, İnsanın Sahtesi Öldürüyor. Sahte rakı, sahte ilaç, sahte para,sahte marka, altının sahtesi, sahte antika eşya, kimi zaman sahte, kimi zaman sahtekâr doktor, sahtekâr hoca, Savcı, Ögretmen, sahtekâr bankacı… Sahte sendikacılar, yöneticiler… Her şeyin sahtesini üretebilmiş bir ülkede yaşıyor olmak ve aldanmamak mümkün mü? Murat Belge eski makalelerinden birinde şöyle yazmıştı. “profesör’ün, yazarın, düşünürün de sahtesini yaratmış bulunmaktayız”. Tabii sık sık duyduğumuz gibi sahte solcu, sahte dinci, sahte demokrat, sahte hoca, sahte hacı, sahte doktor, sahte dost… devam edip gidiyor. Asıl sorunlu olan, kanımca insanın sahtekârıdır. Sahte Aslının Zıddı Değil, Maskelenmiş Olandır. Biyoteknolojideki klonlama çalışması ile ilk Doly koyunu çoğaltılırken insanların aklına ilk gelen insanın kopyası yapılır mı? Yani sahtesi üretilir mi? Hepimiz biyolojik yoldan bir şekilde kopyalanma sonucu dünyaya geliyoruz, sonra içinde yaşadığımız dünya bizi farklılaştırıyor. Büyüdükçe aldığımız eğitim ve çevrenin etkisi ile bir yaşam veya yol haritası çizebiliyoruz. Ancak maalesef ülkemizde verilen eğitim modeli, insanımızın erken dönemde uyanık bir vatandaş olmasını, karşılaştığı sorunların üstesinden gelmesini ve çağını anlamasını sağlamadığı için bir çok sorun yaratıyor. Sahte kelimesi aslına uygun olmayanı veya aslının tersi, yani esasın zıttı gibi algılansa da aslında “aslı başka olan” anlamına geliyor. Yani “sahte” aslına göre belirlenmeyip “aslı adından başka olan” manasında. Aslında psikologlar derler ki herkesin bir gerçek yüzü vardır bir de maskesi. Ancak bir maskeye razıyız da bazılarının bir kaç maskesi bulunmaktadır. İnsanın sahtesi yani sahtekârlık ciddi sorundur. Yapılan sahte işler insanın birbirini küçük çıkarları için kandırmasıdır. Mutluluk ve menfaat ilişkileri: İnsanlar mutluluğu doğada ve estetikte değil bireysel menfaat ilişkilerinde aramaya başladı. Çıkış kapısı bulamayan, yaşam bilinci konusunda yeterli derinliğe sahip olmayan yurttaşlar, kolay yoldan para kazanmayı ve köşeyi dönmeyi neredeyse ilke haline getirmişlerdir. Bütün bunların sonucu bir çok yurttaşımız, vergi vermekten kaçınıyor, yalan yanlış beyanda bulunuyor, akla hayale gelmeyecek işlere girişiyor. Söz konusu kişiler kendilerine göre yaşamdan zevk almaya çalışan insanları kendi küçük çıkarları uğruna zehirlemektedirler. İnsanlar arasındaki gelir dağılımının açılması, emek harcamadan çok para kazanma hırsı, belki uzun zamandır vardı ancak son yıllarda hızla tırmanışa geçti. Bunda uygulanan siyasi modellerin de büyük payı bulunmaktadır. Geçen yüzyılda loto-toto, milli piyango, altılı ganyan, bir bütün olarak insanların yaşamlarını şansa bağlamasına, bedava paralar kazanmaya itmiştir. Ancak kazanca yorularak değil, kolay yoldan ulaşarak. Son yıllarda Devletin elinde bulundurdugu şans oyunları ve piyango gibi araçlar özel sektöre satılarak sahtekarlıga imkan tanındı ve milletin güven duygusu yitirildi . 1980 sonrası “para kazan da nasıl kazanırsan kazan” anlayışı gençlikte bireysel ve bencil bir anlayış doğurdu. “Para eşittir mutluluk” neredeyse bir yasa haline getirildi. Bugün toplumun her kesiminde artan rüşvet, yolsuzluk, kapkaç, hortumculuk ve rant hepsi belirli bir aşamadan sonra oluşmuştur. Birlikte eşit koşullarda yaşamak yerine birbirimize çelme takmak, birbirimizi kandırmak, arkadaşımızdan, dostumuzdan daha önde olma duygusu yaratılmış oldu. Kamu anlayışı yerine, özel teşebbüs anlayışı benimsendi. Tabii dün de kaçak içki üretimi yapılıyordu, belki de bu nedenle ölenler olmuştur. Ancak bu sefer açıkçası bir otorite boşluğu ve zafiyeti görülmektedir. Her yönü ile örgütlenmemiş ve kurumsallaşmamış toplum yapımızda adalet ve hukuk işlevsiz kalmaktadır. Maalesef ülkemiz ciddi bir hukuk devleti örneği vermediği için çok sayıda sahtekârın cesaretlendirilmesi ve ortalığa hakim olmasına yol açmaktadır. Bugün dünyadaki milyonlarca canlı arasında yeryüzünü gücü ve kullandığı teknoloji oranında kontrol edebilen tek varlık insandır. İnsanın yaptığı nesneler zararlı olabilir. Ancak sonuçta bunu yapan insan. Nesneyi ne amaçla ve nasıl kullandığınıza bağlıdır. Bir Neşter ameliyat için kullanılırsa can kurtarır, ancak birinin canına kastederek kullanırsan can alır. Metil alkolü insana içirirseniz can alır, ancak bir nesneyi korumak için veya bir kimyasal deneyde kullanırsanız can kurtarırsınız. Bu anlamda, rakının sahtesi değil önemli olan rakının sahtesini yapan insanın bu bilince ulaşarak sahtesi yerine can almayan gerçeğe yönelmesidir. Gerçi içkiye konulan maliyetinin üç katı vergiler alkolün sahtesini yapmaya insanları teşvik etti. Hainlik etil yerine metil alkol konularak üreten ve satan sahtekarlardır. İnsanın insan olarak doğadan, canlıdan ve insandan yana içtenlikli davranması ve karşısındakinin de bir canı oldu bilmesi gerekir. Sahtekârlığın değil, gerçek dostluğun , dürüstlüğün hakim olması dileği ve Yunus Emre'nin şu dörtlüğü ile yazımızı bitirelim. Sen sana ne sanırsan Ayruga da onu san Dört kitabın manası Budur eger var ise

  • LİYAKAT

    Recep ÖZIŞIK * Ülkemizde pek çok sorunla karşılaşıyoruz. Liyakat sorunu en az laiklik kadar önemli ve her koşulda önümüze çıkıyor. Liyakatin Anlamı? Liyakat Arapçadan dilimize geçmiştir. Son zamanlarda çok kullanılmaya başlayan bir kelimedir. Layık sözcüğü ile aynı kökten gelir. Liyakat aslında en basit anlamıyla işinin ehli olmak o işe yakışan davranışlar sergilemek demektir. Yeterlik ve ehliyet olarak da bilinir. Bilinmeyen şey ise liyakatin önemidir. Liyakat o kadar önemlidir ki bir ülke liyakat ile kalkınır ve liyakat olmazsa çöker. Başa geçenlerin vatandaşın hayatında yapacağı değişiklikler sınırlıdır. En baştakiler yalnızca ilham verebilir. Önemli olan milyonlarca memuru ve bürokratı nasıl seçtiğidir. Seçtiği insanlar vasıtasıyla ülkeyi kalkındırır. Aslında alabileceği tek ve en önemli unsur, görevlere yetkin insanları getirmesidir. Denilebilir ki en büyük idari başarı liyakattir. Ayrıca tarihte Osmanlı, liyakat söz konusu olduğunda akla gelen önemli bir örnektir. Osmanlı’da “kayıkçı” bile devletin önemli makamlarına gelebilir. Ayrıca ırk ve sınıf ayrımı gözetmeksizin işin ehline verilmesi adettir. Ermeniler de Rum asıllılar da devlette en önemli yerlerde görev almışlardır. Aslında liyakat bir yönden toplumda, insanlar arasında ve çeşitli mesleklerde düzeni sağlamaya yarar. Her işi herkes yapamaz. Bu bakımdan liyakat yaşamın her alanında dikkat edilmesi gereken bir kavramdır. Liyakate önem vermeden yapılan terfiler kötü sonuçlara yol açar. İşler ve ilişkiler verimsizleşir. Bunun sonucunda şirketleri iflasa bile sürükleyebilir. Kendine yakışanı yapmak liyakat kavramının bir özetidir. Liyakatli olmak illaki büyük şirketlerde çalışmayı ya da patron konumunda olmayı gerektirmez. Yaşamımızın hemen hemen her alanında liyakati esas almak işimizi kolaylaştırır. Bunlara uyulmadığı zaman liyakatsiz insanlar ortaya çıkar. Liyakatsiz, Türk dil kurumu sözlüğünde başarısız ve yeteneksiz anlamında bir sıfat olarak geçer. Liyakatsiz insanlar da bir şeylere sahip olabilmek için çaba harcamamış ve başarı göstermemiş olan insanlardır. Yapılan bir işin liyakatli olup olmadığını anlamak için ortaya çıkan sonuçlara bakmak yeterlidir. Kayırma ve hak etmeden bir yerlere gelerek yapılanların başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Liyakatin esas alınmadığı ortamlarda çalışanlar da bir süre sonra kendi değerlerinden vazgeçerler. Kişiler liyakatli olsa bile yaptıklarının görülmediğini düşünürler. O işle ilgisi olmayan insanların iyi yerlere geldiği sonucuna varırlar. Çabalamaktan vazgeçerler. Yani aslında liyakat esasına göre hareket edilmezse hem iş bilmeyen insanlar etrafta cirit atar hem de işi bilen insanlar isteksizleşir. Liyakat Sahibi Kişilerin Özellikleri Nelerdir? Günlük hayatta, idarede, hukukta siyasette liyakat sahibi olmak önemlidir. Liyakatli kişiler işlerini yaparken bazı öncelikler gözetirler. Bu kişilerin özellikleri şöyle sıralanabilir; Adil davranırlar. Profesyonellikten şaşmazlar. Kendilerine verilen işi emanet sayarlar. Emanetlerini sonuna kadar korur ve yerine getirmek için ellerinden geleni yaparlar. Söylenen şeyin uygun olmadığı durumlarda daha kolay itiraz ederler. Görevlerini kötüye kullanmazlar. Kendilerini sürekli geliştirirler. Yeniliklere açıktırlar. Vizyon sahibidirler. Ön yargılı değildirler. Hak ettikleri mevkiye çabuk ulaşırlar. Liyakat ve Adalet Adalet sözcüğüne TDK dört farklı anlam yüklemiştir. Kanunlara uygunluğu içerir. Hayatın her alanında olan ve olması gereken bir kavramdır. Toplumda devamlılığı, huzuru barışı ve düzeni sağlar. Adaletin olduğu yerde rüşvet, kayırma ve iltimas görülmez. Bireyler ve toplumlar adalet sayesinde gelişirler. Adalet olmadığı zaman güven sağlanamaz. Güvenin ortadan kalktığı bir yerde de şeffaflık beklenemez. Güven ve şeffaflığı kaybetme de başarısızlığı doğurur. Adalet ve liyakat uygulandığında yalnızca kişilerle sınırlı kalmaz. Tüm insanlığa, topluma ve dünyaya yayılır. Liyakatin esas alındığı yerlerde adalet rahatlıkla uygulanabilir. Adalet ve liyakat sağlanmışsa o toplumun mutlu olması beklenir. Toplum gelecek kaygısı duymadan üretmeye devam eder. Eğitime önem verilir. Bilgi ve kültür seviyesi de artar. Bu toplumlarda kişiler kötü şeyler yaşasalar da sonucun adaletli olacağını bilirler. Liyakat ve Sadakat Sadakat sözcüğüne TDK içten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk olarak yer vermiştir. Ancak sadık olan ama layık olmayan biri bir işin başına geçirilebilir mi? Hele ki o iş önemli bir işse ya da üst düzey bir pozisyonsa layık olmanın yanında sadık olmanın lafı bile geçemez. Zaten bakıldığında liyakat sadık olmayı kapsar. Çünkü liyakat sahibi insanlar yaptıkları işe ve verilen görevlere bağlıdırlar. Liyakatsiz olan kişiler kendi ekiplerini ya da yöneteceği insanları seçerken sadakat ararlar. Çünkü kendilerine sadık olan insanları istedikleri gibi hareket ettirebilirler. Hatta sorgusuz sualsiz her şeyi yaptırabilirler ki, son yıllarda yaşadıklarımız buna örnek teşkil eder. Sadakat daha çok çıkarlara göre şekillenir demek yanlış olmaz. Siyasette de herkesin, temsil noktasında her göreve talip olma hakkı vardır.Ancak siyaset kurumunun belirlediği koşullara uygun olsak bile, bilgi ve birikim, siyasi derinlik, deneyim olarak kendimizin böyle bir göreve ne kadar hazır ve uygun olduğunu yine en iyi biz biliriz.Ne çevremizde bizleri kullanarak bir yerlere gelmek isteyenlerin samimi olmayan teşvikleri, ne de siyasetin o baş döndüren cazibesi bizi yanıltmamalı. Yaşamı boyunca iki kişiyi yönetmemiş insanların ülkeyi yönetmeye talip olması ne kadar yanlış ise, kişinin ekonomik gücü, etnik kimliği ya da sosyal konumundan yararlanmak adına kişileri taşıyamayacağı yükün altına sokmak da bir o kadar yanlıştır. Milletvekilliği, belediye başkanlığı gibi görevler bir meslek değildir.Ancak bir meslek için gerekli olan teknik donanım ve eğitimden çok daha fazla donanım ve yetenek gerektirir. İçinde bulunduğu çevreyi, insanları yeterince tanımayan, sosyal ilişkileri sınırlı, emek ve insan odaklı düşünmeyen, demokrasiyi içselleştirememiş kişi hangi meslekte, ne kadar başarılı olursa olsun, temsil kabiliyeti gerektiren görevlerde aynı başarıyı gösteremez. Adil bir düzenin gerçekleşmesi umuduyla yazımı Özdemir Asaf'ın bir şiiriyle noktalayalım. İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu? Ama olmaz olsun!

  • FANATiK TOPLUMDA DEMOKRAT OLMAK

    Yurttaşlarımızın hemen hemen her konuda fanatizme kolayca kayabilmesi, böyle bir toplumda "demokrat" olabilmeyi, büyük bir sabır ve kültür isi olarak değerlendirmem sonucunu doğurmuştur. "Fanatizm" bir sosyal davranış bicimi. Sözlükler ' tutkulu yandaşlık ' diye açıklıyor. Örneğin, bir düşünceye, inanca, sisteme, örgüte, takıma, kişiye, vs. tutkuyla yandaş olmak. Bu yandaşlık hızla ' tek yanlılık ' biçimine giriyor. Fanatik olarak bağlanılan düşüncenin, inancın, sistemin, örgütün, takımın, kişinin, dışındaki farklı olanı ve ona bağlı kişileri değersiz görüyor, dışlıyor ve aşağılıyor. Fanatizm derece derece ilerleyerek "kendininkinden farklı olanı " değersiz bulmaktan "yok etmeye " kadar varabiliyor. Fanatizmin önemli bir özelliği de " şiddet kullanma " eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Buradaki şiddet sözlü olduğunda, tek yanlı, hoşgörüsüz, sözcüklerle açıklanıyor. Sözlü şiddetten fiziksel şiddete kadar uzanan çizgide, her turlu şiddet davranışı hâkli ve doğru bulunuyor. Bunun son aşamasında ' işkence ve öldürme ' oluyor. Bu söylediklerimin örneklerini hepimiz yaşamımızın türlü evrelerinde gerek sivil örgütlerde gerekse resmi kurumlarda görmüş, duymuş veya okumuşuzdur. Bizim için "fanatizm" incelenmesi gereken, acaba toplum yapımızda, toplumsal işlevlerimizde insanları fanatizme yönelten bir şey mi var diye üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir konu. Konuya böyle bakınca, yetişmemizin her evresine bakmamız, gelişmemizin her dönemini incelememiz gerekiyor. Çünkü gerçekleri ancak böyle bulabileceğimize inanıyorum. İnsanlardaki saldırgan eğilimler pek çok araştırmanın konusu olmuştur. Saldırganlığın psikolojik, sosyolojik, ekonomik nedenleri araştırılmış ve insanlardaki saldırganlığın büyük ölçüde " öğrenilmiş tepkiler "olarak çocukluk yaşlarda ortaya çıktığı, açıklanmıştır. Toplumsal yapımızın ' otokratik ' dokusunun fanatizme yatkın olduğunu, fanatizme yatkın insanlar yetiştirebildiğini görmemiz gerekiyor. Otokratik insan ilişkileri altında ezilmis kişilikler, kendilerine özgüven sağlamak istedikleri zaman, toplumsal değer sağlamak istedikleri zaman, ancak otoritenin bir parçası olurlarsa bunu sağladıklarını görmektedirler. Bu, kimi zaman toplumsal otoritenin bir parçası olarak gerçekleşirken, kimi zaman da otorite karşıtı bir davranış benimsenmekle, bu yolla özgüven, toplumsal değer, toplumsal destek sağlanmaya çalışılmaktadır. Fanatik davranışların toplumda egemen düzene karşıt alanlarda aranması, kural dışılıkta aranması, egemen otoriteyle uzlaşmazlığın bir sonucudur. Onun için de otokratik toplumsal yapıların insanları fanatizme yönelten yanını bilmemiz gerekiyor. Spor karşılaşmalarını savaşla özdeş kılan, siyasi parti yandaşlığını futbol kulübü tutmayla karıştıran, her alanda yarışmayı olum - kalım savaşı sayan duygusal şiddet, şiddetin yol açtığı saldırganlık, bütün insan ilişkilerini etkileyen ' fanatik davranış kalıbı ' bireysel planda güven ve değer gereksinmesine, toplumsal planda otokratik yapı tarafından ezilmeye eklemleniyor. Bu nedenle de fanatik yetiştiren bir toplum muyuz sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Bu konuda araştırmalar yapılması zorunlu gözüküyor. Çünkü sadece sonuçlarla uğraşmakla bir şeyi çözümleyemediğimiz artık ortada. Nedenlerin üzerine açık yüreklilikle, cesaretle, tabuları da yıkmayı göze alarak gidebilmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bir toplumun yapısı "otokratik" ise o toplumda "demokrasiyi" kurmak ve yasatmak sanıldığı kadar kolay gözükmüyor. İşte bu nedenle ben, fanatik toplumda demokrat olabilmek sözünü, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak sözüyle özdeş görüyorum. Nedenine gelince, öncelikle bazı terimlerden ne anladığımı belirteyim. Demokrasi, sıradan ve kusurlu insanların rejimidir. Demokraside, yöneticiler yanlış yapabilir, bu yanlışlar kamu oyunda tartışılır, daha iyi ve geçerli olduğu düşünülen politikalar önerilir ve daha az kotu olduğu kabul edilen yeni politikalar uygulamaya konur. Demokraside " mükemmel " lider yoktur. Her lider kusurludur ve eleştirilir. Demokraside " yanlışsız " politikalar yoktur ve her politikanın aksayan bir yani vardır ve gösterilir. Demokraside " nihai " kurtuluşlar ve kurtarıcılar yoktur. Her çözüm yeni bir sorun üretir. Sihirli formüller, mucizevi çözümler, cennet vaatleri görülmez. Demokrasi, günümüzde azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü, insana saygıya dayalı, farklılıkların birlikte yasadığı, denge ve uzlaşma rejimidir. Demokratlıktan ne anladığıma gelince, üç kademede söylenebilir diye düşünüyorum. Birimcisi en yüzeysel olarak bir öneridir. Yani özgürleşmeyi, katilimi, paylaşmayı arttıracak olan kararlar önerme, kararlar almadır. İkinci kademe, bir yöntemdir. Yani bu kararları alırken katılımcı, şeffaf olabilmektir. Üçüncü ise bir etik açıdan değerlendirilebilir. Çünkü bu alınan kararların mutlak doğrular olmayıp her an değişime açık olduğunun daha baştan kabulünü gerektirir. ( yukarıdaki demokrasi kavramına uygun olarak ) Dolayısıyla son cümle olarak bağlarsak su söylenebilir. Demokratlık, ilahi veya akli bir pozisyon değildir, siyasi olarak olsa olsa ahlaki bir pozisyondur. Bu değerlendirmelerden sonra toplumumuzdaki " demokrat insan azınlığını " kanımca tarihselliğimizde aramamız gerektiği düşünüyorum. Çünkü, geçmişimiz araştırıldığında, "demokrat hareketler ve demokrat kişiler " diye bahsedeceğimiz bir verinin bulunmadığını, yani demokrat bir alışkanlığımızın bulunmadığını söylersek pek yanlış olmaz diyebilirim. Bu nedenle demokratlık kavramı bize henüz yeni bir terim sayılabileceği ve bu yolda geleceğimizin ise, gençliğin yetişme biçimiyle doğru orantıda olacağı söylenebilir. Benim de çocukluk dönemlerimin ' öğrenilmiş değerlerinden' kalma fanatik sayılabilecek pek çok davranışlarım vardı. Bunlarla yıllarca suren uğraşlarımla pek çoğunu olağanüstü emek vererek ( hepsini olmasa da ) yok etmeye çalıştım. Çevremde şimdiye kadar tanıdığım, siyasi yelpazenin her iki ucunda bulunan dostlarımı oldu. Bunların pek çoğunun, fanatik sayılabilecek düşünceler içinde yer aldıklarını hep gözlemlemişimdir. Özellikle fanatik olmayan bir spor kulübü taraftarı dosta pek rastlamadım desem yalan olmaz. Saldırganlık ve şiddete dönüşmediği müddetçe ( bazı tartışmalar sözlü şiddetle sonuçlanır ) bu olguyu bir alışkanlık olarak algılıyoruz. Çözüm belki, bilgi, sevgi ve hoşgörü üçgeninde gizli. Fikrimizi, kendimize emek vererek, okuyarak ve öğrenerek elde edebilirsek, bizim gibi olmayanı, bizim gibi düşünmeyeni de hoş görebilirsek, yani "adam " olabilirsek, kendimize, ailemize ve ulusumuza örnek olabiliriz. Bir Yunus deyisiyle sözü bitirelim; Sen sana ne sanırsan Ayrığa da onu san Dört kitabin manası Budur eyer var ise. R.Ugur OZISIK 28 Eylul 2022 Ayvalik

  • Ortanın Doğusu

    Uğur ÖZIŞIK * Ülkemiz Ortadoğulu bir zihniyet tarafından, Ortadoğulu bir üslupla yönetiliyor ve görünen o ki yakında tamamen Ortadoğu’ya dönüşeceğiz. Ortadoğululuk nedir bilirmisiniz? Bu hayatta, bazıları akılla öğreniyor, bazıları acıyla. Maalesef bu coğrafya, acıyla öğrenenlerin coğrafyası. Azgelişmişlerin kaderi iki kelimede saklıdır: İdrak gecikmesi! "Coğrafya kaderdir" der, Ibni Haldun, Ortadoğu’nun kaderi de idrak gecikmesi! Ünlü Lübnanlı yazar Amin Maalouf, Ortadoğu insanını şöyle tanımlamış: “Her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar…” Yazar olmanın farkı işte. En yalın, en vurucu kelimelerle yapmış tarifi. Yıllarca parçası olmak için didindiğimiz ama içine bir türlü giremediğimiz gerçek bu: Avrupalı değil, Ortadoğuluyuz ama, Anadolumuz sanki coğrafî olarak da kendi farklılığını, bağımsızlığını haritada tuttuğu yerle duyurmaktadır: O, iki kıta arasında durur: Asya, Avrupa. “Ben bir kültür damarıyım. Yaşam olanca devingenliği ve derin tarihiyle benden akar” der gibidir. Ortadoğulu söylemlerin pek çoğu din ile ilgilidir, neden? Çünkü ortalama bir Ortadoğulunun beyninin yüzde 75’i dinle kaplıdır. Bu yüzden diğer şeylere çok az yer kalır. Onun zihniyetiyle ilgili söylediğiniz her şeyi, dinine saldırı sayar. Dinle ilgili olmayan pek fikri olmadığı için, dinini ilgilendirmeyen hiçbir eleştiri yapma şansınız da yoktur! Ortadoğu’nun siyasi kültüründe teokrasi, köktendincilik, monarşizm, otoriterlik, nepotizm, kabilecilik, mezhepçilik, dinsel ve etnik azınlıklara baskı, soykırımcılık, kadınların aşağılanması vardır. Bunların yanında, bir tane olumlu baskın öğe gösterebilmek zordur. Etki gücünü keşfedemediği için tepkilerle yaşar. Çabuk inanır, çabuk yıkılır. Kendine göre “kurnazlıklarla” dünyanın başına açtığı sorunlarla baş etmeye çabalar. Kendini tanımak için ya çağdaş bilimin bulgularıyla yoğuramadığı atalarının kitaplarına başvurur ya da Batılı düşünürlerin gözlüğünü takar. Yaşanılan felaketlerden ,acılardan hiç bir ders almayarak aynı hataları defalarca yaşar. Tarih felsefesinin ünlü ve büyük düşünürü Hegel, “Müslümanların, Arapların, Türklerin, Hintlilerin vb. bir tarihi yoktur” der. Böyle dediği için de bizim tarihçilerimiz Hegel’i Avrupa-merkezcilikle, ırkçılıkla suçlar ve “Nasıl olur da tarihimiz yok, şu kadar bin yıllık tarihimiz var” diye serzenişte bulunurlar. Ama işte, tarih aynı kısır döngü ve sarmal içinde dolanıp durmak değil de bir hedefe, amaca doğru hareketse, tarih her kuşağın bir öncekini aşmasıysa, tarih bir parça ilerleme, kusurlardan arınma, olgunlaşma bilinci gibi bir şey ise bütün bunların bizde olmadığını söyleyen Hegel haksız sayılabilir mi? Mehmet Akif Ersoy bir dörtlüğünde : Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? "Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Diye aynı düşünceyi anlatmıyor mu? “Tarihsiz uluslar” söyleminin tam olarak bizim bölgeleri tanımladığı konusuna ikna olmamak elde degil. Umarım bundan sonraki gelişmeler beni bütünüyle haksız çıkarır. Son söz olarak ,Türkiye yüzünü Ortadoğu’ya çevirebilir, ama yönünü asla çevirmemelidir.

  • ÇARESİZLİK

    Uğur ÖZIŞIK * Çaresizlik, olumlu bir çözüme sahip olmama duygusudur. Mevcut koşullar karşısında çözümsüzlük hissidir. Çıkış yolu bulamama, aciz kalma, yetkin olamama durumudur. Çoğu zaman bu hisse kapılır ve kendimizi güçsüz hissederiz. Umutsuzluk benzeri bir histir. Umut beklentilerle ilgiliyken, çaresizlik bıkkınlık ve vaz geçmişlikle ilgilidir. Hepimiz birçok kez çaresiz kalmışızdır. İşte yaşadığımız bu felaket günlerinde bu duygulara sahibim. Çare bulmak kimin işidir? Bir çareyi kime danışırız? Konu hakkında tecrübesi, bilgisi olan kurumlarıyla devletin çare bulacağını düşünürüz. Devlet çaresizlerin, çaresi olmak zorundadır. Bu, devletin, ilk vazifesi ve varlık sebebidir. Devlette çaresiz olursa, çaresizler ne yapsın? Toplumda afet olaylarını tekrardan defalarca yaşama korkusu olduğunu, bunun sebebinin ise devletin eksik aldığı önlemler ve olayların karşısında çaresiz kalmasının toplumda devlete karşı güvensizlik duygusu oluşturduğunu anlıyorum. Ortaya çıkan durumun altında devletin bu tür olaylara karşı gerekli önlemleri zamanında almamış ve yeterli altyapıyı yapmamış olmasının etkisi olduğu uzmanların hazırladığı raporlarla da ortaya konuldu. Toplumda nasıl kaygı oluşmasın ki? Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Prof. Hüseyin Alan, “24 kentimizin 18’ine ilişkin raporları yayımladık. Cumhurbaşkanımız dahil olmak üzere, ilgili siyasi partilere, bölge milletvekillerine ve Belediye başkanlarına tek tek gönderdik” dedi. Prof. Hüseyin Alan, büyük depremin yaşandığı fay hatlarına dair hazırladıkları raporları Cumhurbaşkanlığı dahil pek çok kuruma göndererek uyarılarda bulunduklarını, ancak bir yanıt alamadıklarını söyledi. Halk Tv yayınına katılan Alan, Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 şiddetindeki depremle ilgili 2 yıldır yetkilileri uyardıklarını söyledi. Prof. Alan, “Hatay’a, Kahramanmaraş’a ilişkin geçen yıl deprem danışma kurulu öncülüğünde 24 kentimizin 18’ine ilişkin raporları yayımladık. Alınması gereken tedbirleri yazdık 2 yıl önce. Odamızın web sayfasında bu raporlarımız var, kimlere gönderdiğimiz var ama bugüne kadar, ne o ilin milletvekilleri ne yetkili kurumları bize geri dönüş yaptılar.” Şimdi soruyorum, çare üretenleri görmezden gelerek neye çare bulacağız. ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK Öğrenilmiş çaresizlik; zihnin ortaya çıkarabileceği tüm davranışların sonuç üzerinde hiçbir olumlu değişikliğe etkisinin olmayacağının, ne yapılırsa yapılsın olumsuz durumun olumlu hale döndürülemeyeceğinin öğrenilmesidir. İşte bu du­rum öğrenilmiş çaresizliktir. Kişiler çaresizliği öğrenmeye görsünler hemen tüm çaresizlik ile ilgili tanımlamalar devreye girmeye başlar ve kişilerde sürekli kısa devre yapar durumu oluşur. Yıllardır kaçıncı kez başımıza gelen bu felaketlerden dersler çıkaramama durumu, bizlerde öğrenilmiş çaresizlik durumunu yaratır. Çare öznel bir tepkidir. En büyük sorunlar bile zamanla aşınır. Dolayısı ile kendi çaremizi üretmek, kime güvenileceğini artık anlamak ve kendimize uygun olanını bulup başarabilmek gerekir. Halka saygılı, hesap veren, verdiği hesap dolayısı ile onur duyan, Bilime inanan ve halka güvenen, yeni bir anlayış bekliyoruz. Kavgadan uzak, beraber yaşamayı ilke edinen bir anlayış. Hiç kimseyi ötekileştirmeyen, inancı ne olursa olsun, kültürü ne olursa olsun, yaşam tarzı ne olursa olsun, kimliği ne olursa olsun herkesi kucaklayan bir anlayış. İşte böyle bir anlayış bize çare olacaktır. Çare bizdedir. Yeter ki, çaresiz olduğumuza inanmayalım.

  • KADER

    "Sen Keyfine Bak; İşini Allah Yapar" Dinimizin belki de en çok tartışılan konularından biridir; KADER anlayışı. Herkes penceresine göre bir yorum getirir. Genel de olumsuz bakanlara göre sen ne yaparsan yap, ağzınla kuş tut istersen, alnına yazılmış olandan kurtuluş yoktur. Olumlu bakansa benim bir şey yapmam gerekmiyor, Allah yazdıysa olur... der. Farkında mısınız; ikisinin de birleştiği kendileri kıllarını bile kıpırdatmayacak; Allah'ı çalıştıracaklar... Bizim toplumumuzda " hiç okumadan, araştırma yapmadan, sadece duyduğuyla, gördüğüyle bir inanca, bir düşünceye, bir politik bakışa taraf olunabildiği gibi, karşı görüşte de olunabiliyor. Uğur Mumcu buna "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" derdi. Bu sebeple maalesef halk arasında ve geleneksel dini bazı kaynaklarda çok yanlış anlatıldığı için insanlar tarafından doğru bilinen yanlışlardan biri de kader anlayışıdır. Kuranda hiçbir dayanağı olmamasına rağmen, insanın özgür iradesini yok sayan bir kader anlayışı hâkim görüş haline gelmiştir. Yani “kader” diye ifade etmek istenen esasen şunu söylemektir: “Bu benim kendi seçimim değil, Allah’ın benim için önceden takdir ettiğidir.” Nazım Hikmet'in “ inanmış adam” diye bahsettiği, büyük düşünür ve şair Mehmet Akif Ersoy’un, bu konuda yıllarca önce yazdığı Fatih Kürsüsünde adli uzun şiirinin içinden az bilinen bir bölümü ile konuya katkısı olur diye buraya alıyorum. Akif’in anlam ve içeriğinden saptırılan ve insanın özgür iradesini hiçe sayan bu tarz bir kader anlayışına dair aşağıdaki dizeleri durumu çok anlamlı bir şekilde özetlemektedir: (Günümüz Türkçesiyle) Fatih Kürsüsünde ... “O ihtişamı elinden niçin bıraktın da Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında? “Kadermiş!” öyle mi? Hâşâ bu söz değil doğru: Belânı istedin Allah ta verdi… Doğrusu bu! Ne istenirse, elbette, sonuç öyle çıkar, İlâhî iradenin sana zulmetmek ihtimali mi var? “Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden, Yorulma, öyle ya, Mevlâ hizmetçin iken! Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini, Birer birer oku bitirince defterini; Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir… Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir! Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak… Senin işlerini yapan Allah değil mi? Keyfine bak! Onun nimetler hazinesi senin veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa… Verir! Silahı kullanan Allah, sınırı bekleyen O; Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O! Çekip kumandası altından ordu ordu melek; Senin hesabına kâfirleri yerle bir edecek! Başın sıkıldı mı, yeterlidir senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de kendisi gelsin ya da Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak: Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na ait, lalan, bacın, dadın O, Vekilharcın O, kâhyan, veznedarın O, Alış seninse de verişten sorumlu olan O. Denizde savaş olacakmış… Gemin O, kaptanın O. Ya ordu gerekliymiş… Askerin, kumandanın O. Köyün yasakçısı, şehrin de baş tahsildarı O. Aile doktoru, eczacı… Kısacası hepsi O. Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu! Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu? Allah’ı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda; Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete… Ha? ... Oysa Allah akıl, irade ve bilinçle donattığı insana kendi kaderini kendisinin seçme yeteneğini de vermiştir. Bu da ancak çalışmakla, emekle olacaktır. Kuşkusuz insan seçtiği hedeflerine ulaşmaya çalışırken, bütün önlemlerini aldığı halde sorunlar yaşayabilir, kazaya da uğrayabilir, işte bu çaresiz anlarda tevekkül sahibi olmak belki de en doğrusudur. Not: Tevekkül : Her şeyi Tanrı'ya bırakma ve Tanrı'dan bekleme. Mütevekkil : İşini Tanrı'ya , ya da oluruna bırakmış. Hüda : Tanrı

  • HEDİYE

    Hikayemiz çok eski yıllarda geçiyor. İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri ve bayramlar, birbirlerine ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı. Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver." Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç sanatkar haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak elin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Genç sanatkarın zekasıyla bilmecenin çüzümü hükümdarı mutlu etti ve heykelleri gönderen komşu hükümdara şu cevabı yazdı: "Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim." * DERLEYEN: Uğur ÖZIŞIK

  • Bir Bilgenin Kararlılığı

    Uğur ÖZIŞIK * Öykümüz ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış . Efendim köyde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinden büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış. "Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın," demişler. İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece "At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki bir düzine vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. "Babalık" demişler.. "Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.." Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.." Birkaç hafta sonra, düşmanlar büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere cağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacakli oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye geri dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Tanrı biliyor." Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında: "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz." Büyük Zen şairi Seng Ts’an’ ın şu kısa şiiri ile yazımı bitireyim. Eğer arıyorsan apaçık gerçeği Vazgeç ayırmaktan doğru ile eğriyi Doğru ile Eğri arasındaki çelişki Zihnimizin bir illeti.

  • BİR DAKİKA BAKAR MISINIZ ?

    Uğur ÖZIŞIK * Hindistan'da halk tanımadığı beyaz yabancıya tek bir şekilde seslenir "Sir". Batı dillerinde, biliyoruz ki birbirlerini tanımayan insanların hitap sözcükleri standart ve klasiktir: "Mister, misis; mösyö, madam, sinyor, sinyora"... Çocuklarım Amerika'da doğdu ve eğitimlerini orada aldılar. Okullarda çocuklar ögretmenlerine isimleriyle hitap ederlerdi. Mr. George veya Ms. Mary gibi. Öğretmenler de öğrencilere isimleriyle hitap ederdi. Bu kapsamda ABD'yi bir konuda ayrı tutmak gerekiyor. Orada bir de 'Harlem' ağzı var. Televizyonlardan çok iyi biliyoruz: Türkçe çevirisi ile çocuklarımızın ağzında 'dostum' veya ‘adamım’ diye pelesenk olan "Hey men!" bunun tipik örneği. Peki ülkemize gelince bakınız ortaya neler çıkıyor: 1) Kibar ve uygar çağırma biçimleri: Bey, Hanım, Bayım. 2) Osmanlı döneminde halk tabakasından olanlara kibarca hitap tarzı: Efendi. 'Efendi'nin Yunanca 'efendos'dan geldiğini söylenir. Bu hitap tarzı günümüzde aynı şekilde geçerlidir. Kapıcıya 'Ali Bey' demeyiz, 'Ali Efendi' deriz değil mi; her ne kadar Atatürk Meclis'teki konuşmalarının çoğuna 'Efendiler!' diye başlamış olsa da... 3) Listemizin ilk iki maddesinin karışımı: Beyefendi, Hanımefendi. (Kibar ve nazik çağırma biçimleri içinde en yaygını bunlar olsa gerek.) 4) Osmanlı döneminden kalma aristokratça çağırma biçimleri: Üstad, üstadım, mirim. (Bu biçimler İstanbul'da sınırlı bir yaşlı çevrede o dönemdeki anlamında kullanılıyor olsa da, bugün daha çok bitirim takımının ağzında kabul görmektedir.) 5) Bitirimce'den gelenler: Birader, Hemşerim, Şef, Delikanli, Usta. 6) Çocukları çağırmada kullanılanlar: Küçük, Yavrum, Ufaklık 7) Akraba isimleri: Oğlum, Kızım, Kardeş, Abi, Ağabey, Amca, Emmi, Dayı, Abla, Yenge, Teyze, Bacı; ve bunların kibarlaştırılmış ya da 'cigim' eki ile inceltilmiş türevleri: Beykardeş, Beyabi, Beyamca, Dayıbey, Hanımteyze, Hanımabla, Yengehanım, Abiciğim, Ablacığım vb... (Öyle sanıyorum ki, ülkemizde en yaygın hitap tarzını bu kümedekiler oluşturuyordur. Bu denli yaygınlıga bakılırsa, ülkemizde herkesin birbirine akraba oldugu varsayımıyla karşı karşıya kalırız. 8- Hayvanlarla ilgili olanlar: Koç, Koçum, Arslan, Arslanım. 9- Çiçeklerle ilgili olanlar: Gülüm. 10-Resmi ya da sivil zorbalığı ve kabadayılığı benimsemiş bireylerin çok sevdiği bir hitap tarzı var: "Ulan!" Bu ne idüğü belirsiz sözcük, aslında çok garip bir ikilemi içinde barındırır. Tanımadığınız birinin ağzında hakaret ifade eder, hatta cinayet bile işletebilirken, eş dost muhabbeti sırasında söze hoşluk katan bir dolgu maddesi niyetine sık sık kullanılır ülkemizde. 11- Henüz dilin daha oluşmadığı mağara dönemi nidaları: Hoop, Hişşşt, Hey... İnsanlik tarihinin 50 bin yıl öncesine ilişkin nidalarla 2022'lerde bile insanlarımızın birbirini çağırmasına ne demeli! Evrimleşmenin bir yerlerinde takıldık mı acaba?!.. 12- Cep telefonu akımının mirası: Alo: Hayır klasik hitap nidasi 'alo'dan söz etmiyorum. İnsanlar sokakta da birbirine 'alo' demeye başladılar. Bir de son zamanların çok kullanılan’ Kanka’ hitabını da buna ekleyebiliriz. Eminim ki, bu listedeki kümelere ve kümedeki isimlere yenilerini eklemek olası. Bunlar bir çırpıda benim aklıma geliverenler yalnızca. Yerküremizde bu konuda bize rakip olabilecek başka bir toplum var mıdır dersiniz ?

  • GELECEK Mİ “GELMEKTE OLAN”

    Uğur ÖZIŞIK * 80 li yılların sonlarıydı. Amerikada basılan Hürriyet gazetesinin konuk yazar köşesinde "Bekleyiş" başlıklı bir yazım yayımlandı. Toplumun hiçbir eylemde bulunmadan kurtarıcı olarak bir adam beklediğini konu eden bir yazıydı. Yıllar geçti yaşadığımız bu zamanda aynı çaresiz bekleyiş devam etmekte. Genci yaşlısı bir kurtarıcı bekler gibi ,umutsuz, sinmiş ve endişeli bir şekilde, kimi Atatürk, kimi bir mehdi kimi de ne istediğini bilmeden beklemekte. Bekleyenlerin pek düşünmediği bir konuyu burada söyleyebilirim. Sorunu kendinde görmeyen ve çözümü kendi üretmeyen bir toplum, başına her kim gelirse gelsin, onun güdümünde yaşamaya maalesef mahkûmdur. Bu nedenlerle, sorun politik figür, isim, kişi sorunu değil, sorun kendi kaderini tayin hakkını ve sorumluluğunu eline alamayan bir halkın sorunudur. Sorumluluğu almadıktan sonra sadece kişiler değişir, belki siyaset güç kazanarak pozisyon değiştirir ama sistem aynı kalır. Sistem aynı olduğu sürece de bizler bu zavallı, bu haksız-hukuksuz, bu renksiz çaresiz filmin figüranları olarak bir şekilde yaşamaya devam ederek gelecek "adam " ı daha çok bekleriz. İşte bu beklenti, bilinç düzeyi ve en önemlisi de kendimize layık bulduğumuz yönetilme biçimiyle bu memlekette olup biteni uzaktan çaresizce izler dururuz! Son günlerde seçim konusu 'baskın bir erken seçim olacak' ifadesiyle dillendiriliyor. 'Mayıs' diyorlar, sebebi belli de neresi erken o belli değil ! Her şey ortada, anketler, araştırmalar ortada… Örnek, son olarak Sosyoloji Mezunları Derneği'nin araştırma sonuçları yayınlandı. Buna göre gençlerin yüzde 81,6'sının düşüncesi, mevcut siyasi partilerden memleketin içinde bulunduğu sorunlara çözüm çıkmayacağı yönünde Farklı düşünülebilir mi, 20 yıldır tüm siyasi aktörler ve zihniyet aynı! Yine aynı araştırma kapsamında gençler umutsuz, gençler mutsuz, "Keşke başka bir ülkede doğmuş olsaydım," diyor ve daha önemlisi geleceğin daha da kötü olacağına inanıyorlar. Haksız olduklarını söyleyebilir miyiz? Peki bu umutsuzluk ve inançsızlık ortamında yapılacak seçimden nasıl bir sonuç bekliyoruz? Veya bu ortamda yaşanabilecek olası 'felaket senaryoları' karşısında ne şekilde, ne kadar mücadele verebilecek gücümüz ve enerjimiz var? Başka önemli bir konu da, seçim öncesinde belki de çok hesaba katılmayan ve bahsettiğimiz bu “havayı” dağıtmaya pek yaramayacak bir gerçekliği vurgulamak isterim. İktidar alternatifi olarak gösterilen Millet İttifakı’ nın bir “stratejiye”, bir iktidar stratejisine sahip olamaması. Strateji ile, önceden belirlenmiş olan bir hedefe ulaşmaya yönelik her bir aşamada revize edilmeye açık bir eylem planının katılımcıların ortak ve tek ses olarak açıklanmasını kastediyorum. 20 yıldır yönetimi elinde tutan Cumhur ittifakı bu anlamıyla seçim kazanma taktiklerini içeren iktidar stratejisine sahip bir yapı iken, onun önümüzdeki seçimlerde esas rakibi ve aynı zamanda iktidar alternatifi addedilen Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin ve bu ittifakın yapıcısı CHP’nin elinde bir iktidar stratejisi değil yalnızca seçim kazanma taktikleri bulunmaktadır. Bilmem anlatabildim mi?

bottom of page