top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Taşrada Aydın Olmak

    Selma ERDAL * Hrant DİNK’in ardından 19 Ocak 2009 günü ulusal basının televizyon ekranlarından; “20 Aydının korunacağı”na ilişkin bir duyuru vardı. Kimdi bu aydınlar? Türklük’e, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne haka[1]ret edenler/aşağılayanlar, ayrılıkçılık/bölücülük yapanlar; özetle 301’den yargılananlar… O günlerde şöyle bir düşündüm; kendimi sorguladım, yargıladım, özüme baktım, sözüme baktım… Sonuç; bu koşullar[1]da örneğin ben aydın sayılmazdım… Ne akademik kariyer, ne ulusuna hizmet ne de ulusal değerlere hakaret çabaları, 301’lik girişimler de olmayınca bir insanın aydın sayılması mümkünsüz görünüyor . 11 Eylül 2012 sabahı ecnebinin Golden Horn dediği Haliç boyunca yaptığım yürüyüşten dönüyorum. Haliç İskelesi’nin karşısında, Osmanlı Türk mimarîsinin günümüze kalan örneklerinden üç, beş ev var. Onarılmış, kültür mirasımız, bizden öncekilerden. O evlerden birinin önünde yetmiş yaşlarında, sakallı bir zat-ı muhterem; karşısında da siyah pardesülü, türbanlı on yedi yaşlarında iki genç kız... Sakallı kendinden geçmişçesine anlatıyor, türbanlılar dinliyor sessizce. Birkaç adım sonra yanlarından geçiyorum ve duyuyorum; sağlam çekirdek ve sağlam meyveler üzerine yaşlı adamın öğütleri. Diyor ki sağlam çekirdekten, sağlam meyveler ürer; belli ki konu kadınlar ve aile içindeki önemi… Ve adama göre sağlam çekirdek olarak gördüğü/algıladığı bu kızları uyarıyor şevkle… Çok önemli değil ama kızlar; toprak… Tohum ya da sağlam çekirdek; erkek olmaz mı asıl? Ebetteki bu söyleşide; doğru tanımlamalar, yerli yerinde kullanılmış kavramlar değil önemli olan… Önemli olan; kendi dünya görüşlerine, değerlerine ilişkin bilgi birikimlerini gençlere aktarmak, onlara öğütler vermek, onları uyarmak için çırpınan, çaba gösteren bu insanlar… Rahatsız olsanız da takdir etmemek elimde değil. Kendi düşüncelerini empoze etmek, karşı devrimi yapılandırmak için hiç boş durmuyorlar. Bu arada bizim entelektüellerimiz, aydınlarımız, kafayı bulandırmış, içki masalarında ülkeyi; rakısına, viskisine meze yapmış çakır keyif… Batı’ya, Batılı’ya öykünmekte, halkından yakınmakta, ama bildiğini halkından sakınmakta… Siz hiç aydınlıkçı, Cumhuriyetçi, çağdaş uygarlık düzeyine erişme savında bulunan birini; gençleri karşısına alıp da, onlara saygı duyup, öğütler verdiğini, gelecek için yönlendirdiğini, birikimlerini onlarla paylaştığını gördünüz mü, hiç böylesi bir söyleşiye tanık oldunuz mu? Özellikle de taşrada… Benim izlenimlerim iyi değil, bu konuda. İlk gençlik yıllarımda tanıdığım ilk aydın, sanatçı ; Nazım Usta’nın Bursa Hapishanesinde öğrencisi olan Ressam İbrahim BALABAN’dı… BALABAN ailesiyle; Bursa İpekçilik’den komşuyduk çocukluktan, ergenliğe geçtiğim yıllarda… Onunla ilgili anımsadığım pek de güzel anılarım yok yaşadıklarım arasında… Balaban konuşup bizleri aydınlatmak bir yana; selam bile vermezdi kimseye ve kapkara gözleri, uzunca kıvırcık saçlarıyla ürkütürdü mahallenin çocuklarını… Oyun oynadığımız arsaya evini yaparken, elinde kürek bizleri kovalardı… Oysa insanlarla ilişkilileri vardı ki , evi dolar, taşardı her gün; konukları olurdu tiyatrocu, sanatçı, yazar, çizer takımından. Öte yandan bizlere korku salardı kız, oğlan her birimize…Öyle ki on yedi yaşımda, liseyi bitirdiğim günlere değin; yolda gördüğümde bile ürkerdim ondan…Değil ki bizlere sokulacak, sanatını anlatacak ya da Nazım Baba’dan söz edecek; olanaklı mı?... Eşi bile annelerimizi konuk etmeye, onlarla komşuculuk oynamaya çekinirdi; o günlerde a-sosyal kavramını bilmediğimiz için, hapisten de çıkmasına bakıp bir cani gibi görürdük onu… Ne zaman ki evlilik nedeniyle İstanbul’a taşındım, onu da Bursa’da bıraktım, bir gün eşimin getirdiği bir kitabı okuyuncaya değin hiç anımsamadım… İZDÜŞÜMLER adlı bu kitabın yazarı; Bursa’nın SEÇ köyü’nden İbrahim BALABAN… Ressam… ve kitapta da anlatılan Bursa damında yattığı mahpusluk günleri, Nazım’la yaşadıkla[1]rı… Kız kaçırma nedeniyle adam yaralamaktan sabıkalı bir suçlunun, Nazım’ın yontmasıyla bir aydına dönüşünün/dönüşümünün serüvenini anlatıyordu Bursa’dan komşumuz olan ve biz mahalle çocuklarına ancak korkutucu yüzünü gösteren bu adam… Ne var ki görmek de gerekir, ondan bir sanatçı yaratan da Nazım Hikmet, işte asıl aydın. İşte toplumsal yaşamdan karşılaştığım iki ayrı örnek, insan ilişkileri bağlamında… Birisi; yeterli ya da yetersiz olduğuna aldırmadan gençlere öğütler veriyor, özveriyle… Diğeriyse çok özel bir insanın, Nazım Hikmet bu, dile kolay, yetiştirdiği bir adam; ama mum dibine ışık vermez atalar sözüyle birebir örtüşen tutum ve davranışlarıyla uzak bir adam konumunda… Kuşkusuz BALABAN tek örnek değil; pek çok örnek verilebilir aydın kavramıyla örtüşen bireyler arasından… Ne yazık ki gerçek aydınlar kopuk, uzak olunca halktan; vasatın egemenliğine geçti bu ülke, aydınların değil onların sözüne duyarlı oldu bu halk… Aydınlar ulusuna, halkına kuşbakışı, teğet geçmekten bile uzak… Ve böylece kuruldu tuzak; aydınlığa… Bilgileri, becerileri kendinden menkul adamlar ve kadınlar türedi; onların sözleriyle karardı ortalık… Ve karşımıza çıktı pek çok sayıda; ilim, irfan sahibi görüntüsünde, ulema oldukları savında pek çok ucube yaratık… Başı sarıklı, sırtında cüppe ya da Araplar’a özgü beyaz entari… Saç, sakal birbirine karışmış… Elinde, kolunda, boynunda; otuz üçlük, doksan dokuzluk ya da dokuz yüz doksan dokuzluk tespih ve ahkam kesmek[1]te… Ve yazar olmak… İstanbul’da dükkan kiracımız; yanında gençler çalışıyor… Kızlar telefon başında, bağlantılar kurup; siparişler alıyor… Ardından dükkânda bulunan bir takım kitaplar paketlenip, Anadolu’nun değişik illerine gönderiliyor. Sordum bir gün; siz ne iş yapıyorsunuz burada diye. Yanıtladı: -Ben yazarım, kitap yazıyorum. Yazdığım kitaplar da Anadolu’ya dağılıyor… Ne güzel dedim; ben de yazma uğraşı içindeyim ama siz kitaplı bir yazar bile olmuşsunuz, benden öndesiniz. Ne tür kitaplar yazıyorsunuz diye sorduğumda da “dini” kitaplar, yanıtını aldım. -Öyle mi? İlahiyatçı mısınız? Akademik kariyeriniz İlahiyat Fakültesi’nden mi ?... Yanıtladı: -Yooo…Yalnızca İmam Hatipliyim…Yazdığım kitaplar da bizlerden önce yazılmış olan din ulemalarının kitaplarından, ilmihallerden, yorumlardan yararlanarak yazdığım kitaplar… -Bir bakıma araştırma, inceleme kitapları yazıyorsunuz demek ki, tez yazar gibi, değil mi ?...Alıntıların kaynağını gösterip, yazarların adlarına da kitabın sonunda yer veriyorsunuzdur sanırım… -Yooo…Yalnızca anladığımı ve okuyucunun anlayacağı şeyler yazıyorum, sonra da kendi adımla yayınlıyorum… -Bu durumda yaptığınız; intihal olmaz mı? Aşırma, çalma, hırsızlık olmaz mı? Üstelik de gerçek bilgi de değil; sizin anladığınız, algıladığınız ki bu da Nasreddin Hoca’nın tavuk suyu çorbasının suyunun, suyunu içmek gibi bir şey ya da ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin yazı yazma, harfleri öğrenme sürecinde; kitaplarında bulunan okuma parçalarını birebir olarak defterlerine geçirmeleri gibi bir şey… Orada yapılan eylem; sanal sosyal medyadaki kopyala-yapıştır uygulamasının bir bakıma ilk örneği… Ama bir de işin içine sizin anladığınız, algıladığınız kadarıyla kitap yazılmasının bir çeşit suyunun, suyunun aktarılması/aşırılması durumunda neyi, ne kadar öğrenebilir, yazdığınızı ileri sürdüğünüz kitabı oku[1]yan/okurunuz? Üstelik de din gibi; her an saptırılmaya, sömürülmeye açık bir alanda böylesi bir yanlışlığın yapılması, toplumsal yaşamda çığ gibi büyüyen yanlışlıklara, yanılgılara, çarpıklıklara neden olmaz mı? Bağnazlık virüs gibi yayılırken; oldu mu şimdi sizin bu yazarlığınız/yazar kimliğini kullanarak, toplumun yumuşak karnı din konusunda yaydığınız olumsuz dışsallıklar?... Üstelik de amacınız para kazanmak; halkın bilinci/bilinçaltı karışmış, kirlenmiş, yozlaşmış umurunuzda değil… Ne bir sorumlu olarak sizin, ne de bir denetçi olarak yetkililerin umurunda değil görünüyor. Böylece Anadolu, ozanlarının aydınlığından ve özellikle de hoşgörüsünden her geçen gün daha çok uzaklaşı[1]yor… Günümüzde Anadolu’da ya da diğer bir deyişle taşrada aydın olmak, bilge olmak, yazar olmak; artık kimlerin elinde?... Kuşkusuz karanlık kalemlerin… Üstelik bu karanlığın yayılmaya başladığı mekan da aydınlığın mekanı olan İstanbul; çünkü artık İstanbul olmuş taşra…Ve giderek taşralaşan İstanbul’a, başkaldıran taşradan atılan taşlarla, kim bilir ve de umalım ki değişir bir şeyler, yeniden koşarız aydınlığa büyük bir aşkla ?...▲ İstanbul, 13 Eylül 2012 * maviADA Dergisi, SAYI:27, GÜZ 2012 * Dergiyi Okumak için TIKLA

  • ABBAS SAYAR

    YILKI ATI 1 Güneş yine sırtından yüreğine girdi. Bir hoş oldu içi. Dönüp, yaklaşmakta olan hayvanlara baktı. Tayını aradı. Tozdan hiç birini seçemedi. Başını önüne çevirdi, yine daldı... Kırat, yaklaşıp boynunu ve burun sırtlarını koklayıncaya kadar hareketsiz durdu. Kırat ile göz göze geldiler. Birden huysuzlaştı. Başı ile Kıratın başını itti. Sürekli, acı acı kişnedi. Döndü, yürüdü, diğeri peşini bırakmadı... Tayı görülmüyordu yine. Anasına güç olur, peşine takılıp eve gelir diye bırakmıyorlardı. Öğle güneşinin ge­çici sıcaklığı kısrak’ı yeniden canlandırdı. Durgun, dü­şünceli hali sona erdi. Başı istekle yere eğildi. Dudakları, yarı yarıya toprağa bata bata kuru, ince, bölük ot parça­larını topladı. Otun böyle kıl ucu olduğu günlerde sığır otlakiye ve ekin kökü kalmış tarlalarda bir geniş gidiş dö­nüş çizgisi çizer. Bir hayvan topluluğu sürekli yürüyüş içinde görülür. Bahar ve yaz aylarının dinlendirici çoban­lığı yoktur. Artık, sık sık çobanın “oohaa, çüüşşs, höösstt” sesleri hayvanların kulaklarını yara eder. Yüzlerce hay­van başının bir eğilip kalktığını, isteği tükenmiş ayak in­ciklerinin birbirine çarpa çarpa yol aldığını görürsünüz... Hayvanların başları bir süre toprak üstünde kaldı. Çobanın sesi bu kez onları ilgilendirmiyordu. Nereye? Diyordu çoban. Nereye Kaşifinoğlu? - Devrik köyüne Tombak Emmi bir alacak işim var da… Tombakişi alaya aldı: - Yaa, dedi, herif de kaç gündür para gailesinde idi. Hazırlandı, senin varmanı bekliyor. Belki de köyün kehinde karşılar seni... Çifte tavuk kesmiş şerefine.. Koyun yoğurdu çaldırmış... Kaba minderler serdirmiş.. Sonra ciddileşti: - Git, gitmeye emme, nerde borcunu bilen? Elini versen kolunu alamazsın bu milletin elinden... Hepsi din­siz, hepsi imansız.. Var gör alacağını iste.. Herifçioğlu se­ni bir de borçlu çıkarsın da gör... Nerde hak bilen? Hele Devrikliler mi? Tüm bir âlem bilir haksızlıklarını... Allah zulumlarından Ümmeti Muhammedi esirgesin... Git, git bakalım!.. Çıkmayan canda umut var hani... Gözü, elinde almaksızın Dorukısrak’a takıldı: - Ula, dedi. Kaşifînoğlu, senin işin rast gidecek... Ne yayan yapıldak tepersin o yolu? Bin Üssüğünoglu’nun Kısrak’a. Git gidebildiğin yere kadar... Canının istediği yerde bırak... Doru bu yıl İrbaam’ın zekatlığı.. Vay dini kırık dürzü, vay kerhaneci İrbaam, bir zamanlar Doru’nun tırnaklarını yalıyordu. Namıssızı adam eden bir kısrak... Simdi kuşun kurdun yemi... Vay olmam diyesice zalim, vay ırzı kırık vay.. Kaşifinoğlu, Tombak’ın sözlerini tasdikledi: - Yapar, dedi. Yapar. Her bir kötülük gelir elinden... Kimin piçi ki gâvur?.. Sonra Doru’ya yaklaştı. At hiç oralı olmadı. Atlayıp üzerine binişine ses çıkarmadı. Beli hafiften eğildi. Tom­bak Emmiye eyvallahı çökertip Kaşifinoğlu yola düştü. At. boynu eğik, gaylesiz gidiyordu. Yürüyüşü fena sayılmazdı. Bir süre tozlu dağ yolunda gittiler. Küçük bir tepeyi aşınca Devrek Köyü göründü, önce atla köye dek gitmek geçti aklından. Sonra kendi kendine güldü: - Adama gülerler adama... Gemsiz, yularsız, eğersiz, mindersiz atınan yola çıkmış deyi. Aşağı atladı. Kısrak’ın başını tepe yönüne çevirdi. Kıçına eliyle yalandan vurdu: -Hööst, dedi. Hööst hösst... Konuşmaya başladı yeniden: - Dorukısrak’ın gençliğinde şu İbraam rafazısına va­rıp da ‘İbraam ağa şu atın tüyünü okşayım deseydim, ‘Ulan siktir deyyus’ derdi, üzengisine ayak bastırmazdı kimseyi.. Eee, gör gel... Tanrıya havale etmeli her işi. Doru beş on adım gitti, başını toprağa eğdi. Birkaç ot kökünü kokladı. Koparmaktan vazgeçti, tepeye doğru yürüdü. Tepenin ufka açılan yerinde durdu. Güneş başını alıp gitmiş, boşlukta son ışıkları kalmıştı. Işıklar iplik ip­lik gözlerine doldular. Başını dikleştirdi, boşluğa uzun bir kişneme bıraktı. Sesler ışıklarla oynaştılar. Bu akşam geçen günlerin tersine hava ılıktı. Bulutlar gökyüzüne bağdaş kurmuş gibi idiler, gideceğe benzemiyorlardı. Doru bir heykel donukluğuna büründü. Ve yağmur teklemeden düşünceye dek kıpırdamadı. Çok geçmeden bulutlar sicim sicim çözülmeye başladılar. Doru kulaklarını dikti. Günün gözünde oynaşan son gıklarından arta kalan birkaç kıvılcım karanlığa iplikler halinde uzandı. Yeniden kişnedi. Koşarcasına yola düştü. Gitmiyordu. Götürüyorlardı... Yağmur aralıksız iniyordu. Bir boy ıslandı. Yüz kez suya batırılmışa döndü... Gövde yüzeyinden deli karanlı­ğa görünmez bir buhar dağılıyordu. Şoseye geldiğini anladı. Hızını azalttı ve sonra durdu. Köyün fersiz ışıklarına tiksinti ile karışık bir istekle baktı. Gözünden yine kıvılcım fırladı. Yolun ıslanmış taşlarında nalsız tırnaklarının sesleri duyuldu. Koşuyordu… Köyün hemen altından geçen deredeki suları hışırtı ile yardı. Hızı azalacağına arttı. Köye girdi, evin kapısına başı ile vurdu. Ev, kendisinindi. İbrahim kadar, karısı çoluğu, çocuğu, öküzler, inekler, keçiler, tavuklar kadar Doru kısrağındı bu ev. Bu kapı, İbrahim’den önce kendisine açılmalıydı. Başını geri çekti. Kapı sürgülüydü. Kıçını döndü, üstüste birkaç çifte fırlattı. Yine bir tahtası kırıldı kapının. Açılmadı. Zaten o da kapının açılmasını beklemeden yürüdü. Hırsla kişneyerek bir aralığa saptı. Köpek sesi bile duyulmayan köy sokaklarında bir süre Doru’nun sesi dolaştı. Uyuyanları homurtularla uyarttı. Uyumayanlar hemen konuşmaya başladılar: Fadişinoğlu: -İrbaam’ın Doru, dedi. Jandarma Ahmet Çavuş’un karısı: - Sefil ortalarda, dedi. - Gâvura kurban olsun, dedi Molla Mustafa’nın Be­kir. Karısı: - Merhameti var gâvurun, dedi... Bekir: - Bu murtatta zırnığı yok, dedi. İncenin Osman: - İrbaam, bu ata zulm eder, ahir Allah çektirir bu dürzüye, dedi... Kardeşi: - Ona ne şüphe, dedi. Biri: - O bir tarafta çeker, dedi... - Ağızsız dilsiz hayvan, çoluğuna, çocuğuna merha­meti var mı? Nankör dürzü. Doru yarış kazanınca tırnaklarının altını yalardı... Doru adam etti Üssüğün İrbaam’ı, babası ne boklu sanki? Kurttan kurt doğar. -Ulan şu atı içeri alsak mı? -Senin nene gerek ağam! O kerhaneciden her bir kötülük umulur. Atımı çaldı diye feryadı bırakır alimallah. - Umulur kerhaneciden. - Umulur. Dorukısrak köyde fazla durmadı. Bir boy sokakları dolaştı. Sonra köyü çıktı. Geldiği yöne doğruldu. Yağ­mur olanca hızıyla yağıyordu. Kısrak oralı olmadı. Dere kıyısına geldi. Yarım saat önce bir çırpıda geçtiği su, gö­zünde büyüdü. Kıyıdan aşağı doğru yürüdü. Bir süre gitti böyle. Yine, gaylesizlik sardı içini. Önüne bir bağ evi çık­tı. Yel tutmaz yönüne geçti. Gövdesinin yarısı yağmurdan kurtuldu. Gece yarısına doğru yağmur dindi. Bulutlar doğuya doğru kayıp gittiler. Koyu mavi, parlak bir ay çıktı ortaya. Gökyüzü iyice yıkanmış, tozdan topraktan arınmıştı san­ki.. (…) (Yılkı Atı, 1971) YUKARIDAKİ ALINTI BURADAN YAPILMIŞTIR * BİR YOZGAT SEVDALISI Yusuf Aksoy * Bazı sanatçılar vardır ki, ulusal ya da evrensel boyutta ürünler verseler de daha çok doğup büyüdüğü yerle anılırlar. Bana göre bunun birinci nedeni doğup büyüdüğü yöresinin dili ve kalemi olmasından, ikinci nedeni ise çıkış aidiyetini koparmadan başladığı yöreden dolayı bir ahde vefadır. Abbas Sayar, 21 Mart 1923’te Yozgat’ta doğmuştur. 1941’de liseyi Yozgat’a bitirdikten sonra İstanbul’da dört sömestri Türkoloji öğrenimi görmüştür. İstanbul’da gazeteciliğe de başlayan Sayar, daha sonra İstanbul’da çıkardığı gazeteyi Yozgat’ta matbaa kurarak orada çıkarmaya devam etmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi yazın yaşamı boyunca Yozgat ve İstanbul özellikle vazgeçemediği iki şehir olacaktır Sayar’ın. Uzun süren yazın dünyasında şiirle çıktığı yolculuğa romancı, gazeteci ve ressam kimliği ile devam etmiştir usta sanatçı. Yazmak, haber ve resim yapmak onun için bir tutkuydu. Yapıtları Köy Edebiyatı kategorisinde değerlendirilen şair-yazar, Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki feodal kültürden yavaş yavaş kapitalizme geçiş sürecinin kültürel dönüşümlerine de ışık tutmaya çalışmıştır ürünlerinde. Kısa bir süre bir Demokrat Partili olarak politikayla da ilgilenmiş olsa da, politikada dönen kirli oyunlara tahammül edememiş ve çekilmiştir. 1989’da ikinci kez evlenerek Ayvalık’a yerleşerek yazın ve resim yaşantısını burada devam ettirmiştir. Ayvalık, Antalya, Ankara ve İzmir’de resim sergileri açmıştır. 12 Ağustos 1999 tarihinde İzmir’de aramızdan ayrılan Abbas Sayar’ın mezarı Yozgat’ta bulunmaktadır. Abbas Sayar’ın sekizi roman, altısı şiir olmak üzere on dört yapıtı, yüzlerce gazete yazısı ve onlarca tablosu vardır. Abbas Sayar 1970’te Yılkı Atı adlı romanıyla adını duyurdu. Yılkı Atı’nda; Orta Anadolu kenti olan Yozgat'ın sorunlarını; Anadolu köylüsünün yoksulluğunu, yoksulluğun dayattığı kaygan kültürü, çaresizliği, acıyı hisseden, duyguları olan atların çektiği eziyetleri Yılkı Atı öykülemesi üzerinden işlemektedir. Yazar, yerel ağızla ve şiirsel bir dille okuyucuya keyif veren bir tatta anlatmaktadır dönemi, karakterleri, olay ve olguları. Abbas Sayar, Yılkı Atı ile ilgili: “ Yılkı Atı romanımla topluma bir San’at hizmeti yaptığım kanısındayım. Boş bir hikaye değil Yılkı Atı … Boş laf etmedim Yılkı Atı ile … Beni tanıyanlar, beni sevenler mutlaka bu romanımı okumalıdır. Zirâ: ben biraz da Yılkı Atı’yım," demektedir. Yılkı Atı romanıyla 1971 tarihinde TRT Roman Başarı Ödülünü almıştır. Diğer Romanları olan Çelo ile 1973 de TDK Ödülünü, Can Şenliği ile de 1975 de Madaralı Roman Ödülünü kazanmıştır. Yılkı Atı’yla birlikte beni özellikle etkileyen ikinci romanı, Yozgat Var Yozgatlı Yok adlı romanıdır. Bu romanla doğup büyüdüğü Yozgat kenti başta olmak üzere tüm Anadolu kentlerinin ekonomik, kültürel ve sanatsal gelişimden izole edilmesini acı ama gerçek bir söylemle anlatmaktadır. Önemli yazın ve sanat yapıtlarının bahsedilen dönemin aynası, belgesi olduğu bilinir. Bu anlamda yazın ve sanat yapıtlarının tarihçilere araştırmalarında en yakın olan disiplindir, diye düşünüyorum. Özellikle resmi tarihçilerin eksikliklerini ya da bilinçli olarak ‘es’ geçilenleri yazın ve sanat yapıtları bir şekilde bizlerle buluşturur. “Güneş balçıkla sıvanmaz” ı bir şiirin, bir romanın, içinde; bir film sahnesinde ya da bir resimde görebiliriz. ‘Yozgat Var Yozgatlı Yok’ romanında Yozgat ve diğer Anadolu kentlerinin çok dilli, çok kültürlü geçmişini, o dönemin zenginliklerini ve barış içindeki ortak yaşantının tarumar edilişinden sonraki zavallı halini görmekteyiz. Romandaki ifadeyle 19.yüyılın başlarında “Anadolu’nun Paris’i” olan, altın ve gümüş işlemeciliğinin Van ile birlikte merkezi olan Yozgat, belli sokaklarında çok sayıda evden keman ve ud sesleri yükselen, bolluk ve zenginlik içinde, yerleşmek için tercih edilen mutlu Yozgat şimdi nerelerde? Abbas Sayar, sesinin yettiği volümle yine Yozgat yöresinin söylemleriyle ne de güzel anlatmaya çalışmış. Emeğine sağlık. Bir gazete yazısında “ Ben kendime baktıkça Yozgat’ı, Yozgat’a baktıkça Türkiye’yi görüyorum” serzenişiyle ülkenin hak etmediği gerçekleri dile getiriyor; kendince de bunların nedenlerini, sonuçlarını ve çözüm yollarına dair önerileri söylemekten çekinmiyor. Tarihe film gibi bakanların çokluğundan ve gerçeklere bakanların azlığından dolayı çoğunluğumuz hala birer yılkı atıyız. Abbas Sayar; köylünün, araçlaştırılarak eziyet edilen zavallı hayvanların perişanlığını ve kimlikleri yiten kentlerin dününü bugününü anlatmamış bize sadece, bizi oralara çağırmış aynı zaman da … Abbas SAYAR Şair ve yazar. (D. 21 Mart 1923, Yozgat - Ö. 12 Ağustos 1999, İzmir). N. Abbas Sayar adıyla şiirler yayımladı. Yozgat Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudu, ancak öğrenimini yarım bıraktı. 1941 yılında ilkokul öğretmenliği, daha sonra İstanbul’da matbaacılık yaptı. Yozgat’ta Bozlak gazetesini çıkardı. Yine Yozgat’ta çıkardığı Bozok gazetesinin yayınını kırk dört yıl (1952-96) sürdürdü. İlk şiirleri 1947’de yayımladığı Gönül Sandalı adlı kitabında yer aldı. Diğer ürünlerini çeşitli dergilerde yayımladı. Can Şenliği eseri sahneye uyarlandı. Filme de alınan Yılkı Atı adlı eseriyle 1971 TRT Roman Başarı Ödülünü, Çelo ile 1973 TDK Roman Ödülünü, Can Şenliği ile de 1975 Madaralı Roman Ödülünü aldı. 1995 yılında Edebiyatçılar Derneği tarafından kendisine Onur Ödülü Altın Madalyası verildi. Ayvalık Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapan Ender Sayar (Atabek) ile evliydi. 1976 yılında çeşitli Avrupa ülkelerini gezip gördü. Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Kulüp, Edebiyatçılar Derneği üyesiydi. “Genellikle büyük öykü niteliğinde görülen bu yapıtında (Yılkı Atı) yeni dili, başarılı çevre betimlemeleriyle orta Anadolu gerçeklerini yansıtırken, olumlu olumsuz kişileri, koşulları içinde ele aldı. Onların ruhsal durumlarını yansıtırken özentiye ve gereksiz uzatmalara, gerçeği saptıran çözümlemelere düşmedi. Edebiyatımızda rastlanmayan bir doğallıkla atların dünyası, ilişkilerini, değişik olaylar karşısındaki değişik durumlarını yansıttı. Bu başarısını öteki romanlarında sürdürmeyi bildi.” (Şükran KURDAKUL) ESERLERİ: ŞİİR: Gönül Sandalı (1946), Sereserpe (1953), Gibi (1965), Şey (1966), Neco’ya Mektuplar (1990), Boşluğa Takılan Ses (1991), Şiirler (2002). ÖYKÜ: Yorganımı Sıkı Sar (1977). ROMAN: Yılkı Atı (1971), Çelo (1973), Can Şenliği (1975), Dik Bayır (1977), Tarlabaşı Salkım Saçak (1987), Anılarda Yumak Yumak (1990). DENEME: Noktalar (vecizeler, 1991), Eli Yür El de Yüzü (2003). KAYNAKÇA: TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt Ansiklopedisi (c. X, 1984), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). * Bu bölüm BURADAN alınmıştır * DERLEME: Yusuf AKSOY DÜZENLEME: Aycan AYTORE

  • İncir Babadan Zeytin Dededen…

    Tamer UYSAL * Zeytin ağacının anavatanı Türkiye, küresel zeytin üretiminin %15,2’sini karşılıyor. 2019 yılında 415 bin ton zeytin, 1 milyon 110 bin ton zeytinyağı üreten ülke için zeytin önemli bir istihdam ve gelir kaynağı. SEÇİM VE DEMAGOJİ Her doğan günle biraz daha Arsız bir bulanıklıktır şimdi Duru sularımıza yayılıp giden Aydınlığı yenilmiş ülkemde (Ferit Durmuş) Tabiat ana Anadolu’yu renkten renge boyamış: Ege ve Akdeniz’i maviye, Karadeniz ve Marmara’yı yeşile, İç Anadolu’yu sarı’ya Doğu ve G.Doğu’yu kahve rengine. Siyasal haritaları bir yana bırakıp elimize coğrafya (fiziksel) haritayı aldığımızda böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Siz hiç siyasal haritalara bakmayın gene de. Dağların rengi doruklara çıktıkça koyulaşır ve karaya çalar ama siyasetin tablosu doğuda karanlıktır hep. Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ… Dağlar sadece doğu bölgelerinde mi? Anadolu’nun her yanında irili ufaklı dağlar bulunuyor tabi. Ama doğudakiler başka. Yıllar önce okuduğum bir şiir vardır, şiirdeki dizeler hep aklımda. Gazetenin bir okur köşesine gönderilmiş: Bizim dağlar Uludağ’a benzemez Gitar çalamazsın bizim dağlarda Kayak yapamazsın Ve toprağın altındadır evlerimiz Acıdan, Kahırdan Gözyaşından Her gün biraz daha batar derine Ocaklarda tezek yanar ağabey Odun yerine, Sabahları kağnılar ezer uykumuzu Onun bunun toprağına sürgünüz Ne söylesek duyulmaz Ne söylesek yalan Çünkü bizden başka herkes haklıdır Ve bu yüzden yıllar yılı Sesimiz ağzımızda saklıdır (Doğan Ozan) 80’li yıllar içinde yayınlanmış “Uzak Sancı” adını taşıyan bir şiirdi. Beni etkilemişti, o yüzden hiç unutmam. Uludağ’lı köylüler ise sanki asfaltı ilk kez görmüş gibi. Son 10-15 yıl içinde, “yolumuzu yaptılar” diyerek seçimlerde aynı partiye bütün oylarını vermişlerdir. Bu taraftaki farsak böyle ya doğuda durum peki nasıldı?.. Bir dokun bin ah işit… İşyerimden dönüşlerde sohbet için zaman zaman başka araçlara da binerdim. Yine bir gün Bursa’ya dönüşümde işyerimden geçen bir pazarcı arabasına binmiştim. Çocuk Muş’luymuş. “Abi” diye başladı: “Bizim orada da ne ekersen olur. Devlet destek verse burada ne işimiz var.” Elma yetiştirmekten söz ediyordu. Velhasıl onun da herkes gibi hayalleri büyüktü… Anadolu “Anatole” dir aslında. Köken olarak (etimolojik) Yunanca bir sözcük. “Doğu” demek. Anatolia “Güneşin doğduğu yer”dir. Bizanslılar ise Constantinopolis’in doğusunda kalan ülkeler için, özellikle Küçük Asya ve Mısır için kullanmış Keser döner sap döner gün gelir hesap döner… 20’den fazla ülkede “Milliyetçilik Kuramları (Theories of Nationalism: A Critical İntrodustution)” milliyetçilik derslerinde temel okuma kitabı olarak kullanılmaktadır. Milliyetçilik Kuramları’na (Umut Özkırımlı) göre milliyetçilik söyleminin 3 temel özelliği vardır: Millet her şeyden önce gelir… Millet kavramı suç sayılabilecek eylem ve davranışlarda bile temel bir meşruiyet kaynağıdır… Dünyayı biz ve onlar olarak ikiye ayırır: Kimlik ve karşı kimlik (öteki). Ötekilere göre üstün tuttuğu tanımı kendinden emin olamadığı için hep ayrı ve canlı tutar… Tarih içinde hiçbir şey durduğu yerde kalmıyordu. Ziya Gökalp’e göre millet, bir taraftan fertleri arasında tearüf (sempati), diğer taraftan fertleriyle başka milletlerin fertleri arasında tenakür (antipati) bulunan bir zümre demekti. (Terbiye ve Milliyet, Muallim Dergisi, 1916) Ötekilik (alterite) günümüzde başka anlamlar ifade ediyor. Taner Timur, “Milliyetçi ideoloji ister istemez etnik ve ırk çağrışımları yapan bir ideolojidir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu özellikleri dolayısıyla Batı’da itibarını kaybetmiş, Yahudi ve göçmen işçi düşmanı aşırı sağ hareketlere özgü bir ideoloji konumuna düşmüştür” diyordu. (Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, 2010, 5.baskı, s. 65) Çoğunlukla din ve milliyet gibi popüler kavramları kullanan demagoji halkın önyargı ve korkularına dayalı yapılan siyaset ve destek arayışıdır. Köleci toplumlara (Eski Yunan ve Roma) dayanan bir sömürge aracıdır. Fikret Kızılok “Süleyman Demirel en büyük demagogtur Türkiye’de” demişti. Bugün yaşasaydı bunu kim için derdi acaba?.. Sınıf ayrımını din-millet sütresiyle ne kadar payandalarsanız payandalayın iflas etmeye mahkumdur. İncir babadan zeytin dededen… Zeytin Arapça bir sözcüktür. Bütün kutsal kitapların da adını andığı bir ağaç. Ölmez ağaç, Tanrı ağacı vs. Zeytin mitolojide de (Eski Yunan ve Mısır) geçer. İspanya’ya zeytin yiyecek maddesi olarak Araplardan, Yunanistan’a ise Anadolu’dan geçmiş: Tanrıça Athena ile denizler tanrısı Poseidon, Atina şehrinin koruyuculuğu için yarışmaya girerler. Şehre en faydalı şeyi getiren kazanmış sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. Athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur. Zeytin dalı barışın simgesidir. Zeytin başka neyi çağrıştırıyor? Zeytinin ya Türkiye’de başına gelenler… Sidal çok bilinen bir Kürtçe isimdir. Ağaç dalı gölgesi anlamına gelir. Mahrumiyet bölgesi tanımı ise genelde doğu ve dağ bölgeleri için söylenir. Yaşamsal olanaklardan yoksunluğu ifade eder. Bunlardan biri de ağaçlardır, zeytin ağacıdır. Ankara’dan Bursa’ya bir yolculuk sırasında yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç “Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim” demişti bana. Zeytinin yetişmesi için Türkiye’de artık denize yakın olmak falan mı gerekiyor. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye ayırmasından 3 bin yıl sonra artık günümüzde iş makineleri, kavi robotlarla büyük barajlar dev gibi dağlar delip koca koca gölekler, göller yaratılıyor. Artık insanlık için hemen hemen her şey mümkün. İklimler, coğrafyalar bile değişebiliyor çünkü. İnsanımıza bu tabloyu reva görenler unutmasınlar ki en güzel türküyü her zaman tabiat ana söyler. Güzel Anadolu’ya da silahların değil barış dallarının gölgesi düşsün! Ağaç deyince bir yandan aklıma hemen Behçet Aysan ve Metin Altıok için kaleme alınmış “Kalem ve Toprak” adlı şiirin o güzel dizeleri de geliyor: Bir kalem dikin toprağıma İki ucu da açılmış sipsivri Bir elime bir gece yapraklarına Bir kalem dikin toprağıma Tam da erken bahar vakti Azar da kök salar belki Elim gece yapraklarına Bir kalem dikin mezarıma Yan yana gelmemiş Sözcükler var daha (Hulki Aktunç) Tamer UYSAL

  • BEKİR YILDIZ

    KARA ÇARŞAFLI GELİN Bekir YILDIZ * Dışarıya baktı Şara. Gece, ön akşamdan daha aydınlıktı. Aya, güneş vurduğunda hep böyle olurdu bozkırda gece ve geceler. Ansızın pencerenin az ötesindeki lekeyi gördü. Kocasının öldürdüğü adamın kanıydı bu. Karanlığın süpürüldüğü gecede, sanki kanatılmış gibiydi toprak. "Ah!" dedi Şara, yüreğine. "Ah!" Cılızdı ama, umutlanacağı güçler, Tanrısı, sırtını dönmüştür dünden beri kendisine. Can almıştı kocası çünkü, canı yaradandan tez. Kocasının günahına ortaklaşan başını, pencerenin demirine dayadı Şara. Gözleri, kanlı toprağa bağlıydı gene. Önce bir gölge gibi dikeldi kan. Sonra, gölgenin içi, can doldu sanki. Kocası belli belirsiz çıkageldi ardından. Eli tabancalı, aklı kindar... Birşeyler konuştular komşusu adamla, tez ve ateşli. Ateş açtı kocası. Bozkırın tepesinde, yürüyen lamba gibiydi ay. Gelip geçti damların üzerinden. Yel esti bu sıra. Önce, canı söndürdü. Cansız gölge, yeniden serildi yere. Şara, kırmızılanmış toprakla yalnız başına kalınca, "Ah!" dedi, yeni baştan, "Komşu adamın kanı bu. Yürek, korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Şara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları ucundaydı. Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına. "Desene aney," dedi Genzua. "Ben kurbanlık kuzu olmuşam." Eşiklikte oturuyorlardı. Sabah, nerdeyse köyden tarlalara taşınacaktı. Şara, kızının saçlarında el gezdirdi. "Kardaşını vursalar, daha mı iyi yavrum?" dedi. "Ama o küçük," dedi Genzua. "El kadar uşağa silah atılır mıymış?" "Beklerler kurban olduğum. Obalı, kan alacağını unutmaz." "Çileli başım," dedi Genzua, on üçe yeni ulaşan sesiyle. "Ben de ufağım. Heder etmen beni. Başka mümkünü yok mu?" "Ya da toprak ister ölü evi," dedi Şara. "Baban mapusta olmasa, toprak yere girsin." Genzua, göz düşürdü, yukarıdan aşağıya. Önü ardı, boşluğa geldi ansızın. Soluk aldı, soluk verdi. "Canım iğneli beşik olduktan sonra," dedi. "İster alın, ister satın." Şara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti. "Anan," dedi. "Soyumuza kalkan olan canına kurban olsun. Di kalk esvabın yenilensin." Genzua güldü. "Kanım bugün mü bağışlanacak?" "He," dedi Şara. "Ölüevi akıtılmamış kana razı. Ve sabırsız." Genzua, on üçlük bedenini ayağa kaldırdı. Boy atacaktı daha yıllarca. İliği kemiği dolacak, babaocağında mutlu ya da mutsuz günler yaşayacaktı. Böyle düşünmüştür az öncesine kadar. Ama, babasının akıttığı kana karşılık, kendi kanı bağışlanınca, bu kadarcık kalacağına, ömür yolunun dar ve karanlık olduğuna akıl yürüttü. Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da. Şara, kızının elinden tuttu. Hafif beden, ağrıdı şimdi. Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua. "Yarın Sal beni aney," dedi. "Bu akşam, bir yanıma sen, öbür yanıma kardaşım yatsın." "Gözünün yağına kurban." Dedi Şara, umutsuz bir sesle. "Ölüevi kanını soğutmak istemez. Hemin de boklarını balta kesmez böylesi günde. Bugün isterler seni. Dedikleri olmalı." Odaya girdiler. Yüklükten yorganları, döşekleri indirdi Şara. Açmak istediği, Genzua'nın ceviz sandığıydı. Yeşildi rengi. Kenarları çember kaplı... "Soyun," dedi Şara. Genzua, kapağı açılmış sandığa baktı. Nenesinden kalma, anasından armağan, iğne oynatmıya başlıyalı beri; kendi eliyle işlediği tek-tük çeyizlerine gönül tazeledi. "Ya bunlar?" diye sordu Genzua. Halep ibrişimiyle işlenmiş yastık örtüsünü gösterirken. "Hepsi burda kalacak," dedi Şara. "Düğün olmayacaktı ya!" Genzua, anasının bacaklarına sarıldı. Ağlamak baldan tatlı geldi. "Kime varacağım aney?" dedi sonunda. "Düğünsüz, derneksiz." Şara, bir tutamı kınalanmış kızının saçlarına yüzünü gömdü. Ona da ağlamak, gülmekten hoş geldi. "Ne bilem Genzuam," dedi. "Ya oğullarından biri alır seni, ya da başkasına satarlar. Elleri dardaymış da." Güneş tepeye çıktıkça gölgeler ufalıyor, serin yerler azalıyordu. Evlerde kalanlar, çoğunlukla elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı. Şara, sokak kapısını açtı. Kimsecikler yoktu dışarıda. Ölüeviyle karşı karşıyaydılar. Derinden ağıt sesleri geliyordu. Yaşlı bir kadın ağlarken, güzel sözlerin tümünü öldürülmüş oğluna adıyan... Genzua, anasının ardına sinmişti. Az sonra gidecekti, duvarlarına bile ağıt sinmiş bu eve. "Korkma," dedi Şara. "Allah büyüktür. Biz usulde kusur etmiyelim de..." "He," dedi Genzua. "Şimdi daha iyi anlamışam, ölüevine, ak gelinlik yerine kara çarşafla gitmenin şart olduğunu. Viş..." Sustu Genzua. Aklına kardeşi gelmişti ansızın. Ana-kız açık kapının ağzında durdular uzun bir süre. "Ya kardaşım," dedi Genzua sonunda. "Onu nasıl görmeli? Bugün davara gitmeseydi ya." "Kısmette varsa, günün birinde görürsün," dedi Şara. Umut, dağdan büyük geldi Genzua'ya. "He," dedi. "Kardaşımın gözlerinden öperim. Babama da haber sal, kızın ellerinden öper gitti de..." Ana-kız daha birbirlerini hiç görmeyecekmiş gibi sarıldılar. İki beden birden düştü. Çözüldüklerinde, Şara eğilip bir taş aldı yerden. Ölüevinin kapısına doğru nişanladı taşı. Ama atmadı, atamadı. Döndü kızına. "Bak yavrum," dedi "Seni ırak bir yere satarlarsa, dama çıkasan. Taş at penceremize. Yüzünü, gitmeden görmek ister canım." "He," dedi Genzua, anasına acımış bir sesle. "Söz olsun görünmeden gitmem, ıraklara." İnceden bir yel esti gene. Tozlar havalanıp şuraya buraya gitmeye koyuldu. Ölüevindeki ağıt da gökyüzüne doğru, kara yıldızlar gibi akıp dağıldı. Şara, kaldırdığı taşı, ölüevinin kapısına attı bu sıra. Açılmadı ama. Şara birkaç kez daha taşladı kapıyı. Ölüevinde ağıt durdu sonra. Kapı yavaşça açıldı. Görünürde kimse yoktu. Sanki büyülü bir açılıştı bu. Genzua kıpırdandı. On üçlük bedenini, yaşlandıkça küçülen ama bebeleşmeden ölen nenesinin çarşafı örtüyordu. Babaocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölüevine doğru yürümeye başladı. (Beyaz Türkü, 1997) BEKİR YILDIZ 3 Mart 1933 Şanlıurfa - 8 Ağustos 1998 Hikâye ve roman yazarı. Çocukluğu, polis memuru babasının görevi gereği çeşitli şehirlerde geçti. Mersin’de başladığı ortaöğrenimini İstanbul Sanat Enstitüsünü (1951) okuyarak İstanbul Matbaacılık Okulunun dizgi bölümünü (1955) bitirerek tamamladı. Bir süre dizgi operatörü olarak çalıştıktan sonra Almanya’ya gitti. Almanya’da mesleğinde ve çeşitli işlerde çalıştı (1962-66). Dönüşünde Asya Matbaasını kurdu ve Cem Yayınevinin ortağı oldu. Daha sonra matbaasını kapatarak yazı çalışmalarıyla meşgul oldu. İlk hikâyesi Tomurcuk adlı çocuk dergisinde. (1951) çıkmıştı. Konusunu Güneydoğu Anadolu insanının hayatlarından aldığı hikâyeleri çoğunlukla Yeditepe, May, Halkın Dostları, Yeni a, Yazko-Edebiyat dergilerinde yayımlandı. Romanlarında aynı konularla birlikte Almanya’daki Türk işçilerin yaşamlarını da anlattı. Kara Vagon adlı hikâye kitabıyla 1968 yılında May Edebiyat Ödülünü, Kaçakçı Şahan’la da 1971 Sait Faik Hikâye Armağanını kazandı. “Bekir Yıldız’ın öyküleri toplumsal alan bakımından üç öbeğe ayrılır. Öyküsü en çok yazılanı, sanırım Güneydoğu’dur. Ağalı, töreli bu düzeni bütün çarpıklığıyla anlatır Bekir Yıldız. Ağaların insafsızlığı, gaddarlığı, törelerin katılığı işlenir bu öykülerde. “Sabahattin Ali-Orhan Kemal çizgisine katkısı da inkâr edilemez Bekir Yıldız’ın. Zira az buz değildir: Kısadır öyküsü. Gergin ve gerilimlidir. Karizmalıdır. Az bilinir hatta hiç bilinmez bir bölgeden söz açar. Yurtdışına da uzanır. Dili kısa cümlelidir, yaslanmış sayılamayacak kadar şiveli olup deme, benzetme, niteleme, resmetme bakımlarından özgündür.” (Necati Mert) ESERLERİ: ROMAN: Türkler Almanya’da (1966), Halkalı Köle (1980), Aile Savaşları (1984), Kerbela (1987), Darbe (1989). HİKÂYE: Reşo Ağa (1967), Kara Vagon (1969), Kaçakçı Şahan (1970), Sahipsizler (1971), Evlilik Şirketi (1972), Beyaz Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), İnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Güneydoğu Öyküleri (Kara Vagon ve Kaçakçı Şahan, 1979), Mahşerin İnsanları (1982), Bozkır Gelini (1985), Seçilmiş Öyküler (1989). RÖPORTAJ: Harran (1972), Yaman Göç (1983), Allah’ın Gölgesine Koşanlar (1991). ÇOCUK KİTABI: Ölümsüz Kavak (1980), Arılar Ordusu (1980), Şahinler Vadisi (1981), Canlı Tabanca (1981). DENEME: Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar – Soruşturmalar – Yazılar (1984). * DERLEME: Aycan AYTORE

  • Yaşama Dip Notu Düşen Şair: AHMET ERHAN

    Nurten B. AKSOY * Yurdum gibi yaralıyım Ne eksik ne fazla Derin bir uçurumum Bütün haritalarda Geceleri çığlıklar Giriyor düşlerime Dirlik nedir bilmedim Yalan yanlış tarihimde Yurdum gibi yaralıyım Dünyaya karşı ben Yıllar değil, yıllar umudumdur Sessizce küllenen… (1981) Hayatı özelleştirip büyük harflerle yazan Ahmet Erhan bir söyleşide “Şairlerin ölüm günleriyle değil doğum günleriyle hatırlanmasını isterim.” demişse de ölüm yıldönümünde yaşamından kesitlerle analım istedik şairimizi. Ülkenin alacakaranlıkta yaşadığı yetmişli yılların aykırı çocuğu Ahmet Erhan, 8 Şubat 1958’de Ankara’da dünyaya gelir. 1970’li yılları, Türkiye’nin o “Alacakaranlık” yıllarını; her sokakta, her gün silah seslerinin duyulduğu, kardeşin kardeşi vurduğu yılları Ankara’da yaşar. Gazi Yüksek Öğretmen Okulu’nun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girer. Henüz 17 yaşındayken başlar şiirlerini yazmaya ve yayımlamaya. Militan Dergisinde ilk şiirleri yayımlandığında yıl 1975’tir. İlk şiirlerinde 1970’li yılların atmosferini, bireyin o toplumsal olaylar içindeki yalnızlığını, tedirginliklerini yansıtır. 1981 yılında “Alacakaranlıktaki Ülke” kitabıyla Behçet Necatigil Ödülünü kazanır ve tanınır. Ahmet Erhan 12 Eylül öncesinde gece lisesinde okurken babasının ölümünden sonra gündüzleri aynı lisenin kantininde, çay ocağında çalışır, akşam derste uyur. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açıp bir arkadaşını çağırırlar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçar. Sağcıdır çocuk, vuracaklardır. Ahmet ise sınıf sorumlusudur, arkadaşının önüne geçer ve gelenlere; “Hayır, benim sınıfımdan adam alamazsınız!” der. Ama sonrasında o sınıf arkadaşına da şöyle der: “Arkadaş okulu bırak, her zaman ben olmayacağım ki yanında. "Usul usul geceleyin Sirenler duyarsan derin Kapını gökyüzüne dayayıp da bekle Yolunu şaşırmış bir yıldız düşer belki üstüne, Başını yastığa göm Yüreğini ay ışığına ayarla Yorganına sıkıca sarın Derin bir nefes al Ve sakın ağlama… " Yaşamı boyunca hiçbir zaman eline silah almayan Ahmet Erhan yedi kere kurşunlanır. Bu kurşunlanmaların ilginç tarafı ise dördünü solcuların, üçünü sağcıların yapmasıdır. Bir gece dere yatağından eve dönerken sağcılar çevirir, üzerinde parka, içinde de bir sürü bildiri… Herkesin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan olduğu zamanlardır! Sınıfta kurtardığı çocuk çıkar aralarından şansına, “Kimse dokunmasın ona!” der. Ankara Esat’ta yalnız yaşayan, kendi halinde bir öğretmendir Ahmet Erhan. Bir gece yarısı evini polis basar ve İkinci Şube’ye götürülür. Emniyet amiri, “Ne iş yaparsın?” diye sorulunca; “Büyük Kolej’de öğretmenim.” der. Amir şaşırır: “Benim kızım da orada okuyor, niye aldınız lan hocamı!” diyerek çıkışır. Sebep; dağdaki bir PKK’lının cebinden çıkan Erhan’ın "Alacakaranlıktaki Ülke" kitabıdır. Yitirdim cebimdeki bütün adresleri Yağmurlar, yağmurlar ortasında kaldım Aklımı boğacak o selleri Ben kendi damarlarımda yarattım Artık ne bir satır yazı, ne de bir selam Tek kişilik bu oyunda rol alabilir Gitti bütün seyirciler boşaldı salon Geride kalan yalnızca, yalnızca maskelerdir Eli naylon güllü o dostlukların Bir tek anısı ve sızısı yok içimde Yitirdim cebimdeki bütün adresleri Kendimi kazandım bir başka biçimde… Ahmet Erhan’ın şiirlerindeki karamsarlık, dönemin tüm şairlerinin ağzına sakız olur adeta. Şair için “dünyanın en karamsarı” yorumları yapılırken, kendisi bunu pek umursamaz. Zorluklarla geçen yaşamından çok da şikayetçi olmaz, bir derviş edasıyla karşılar başına gelenleri… Ahmet Kaya’nın bestelediği “Bugün de Ölmedim Anne” şiiriyle edebiyat dışı okurun da dikkatini çeken Ahmet Erhan, okurun gözünde naif, ürkek kırılgan bir şair imgesi bırakır. Son yıllarında, şarkı sözlerinden gelen üç beş kuruşla geçinmeye çalışan, birçok yayınevinden düzeltmenlik isteyen; ancak şiirlerinde ortaya koyduğu sarhoş imajından dolayı kimsenin oralı olmadığı Ahmet Erhan’ın yirmi yıl Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaptığı unutulmuş gibidir. Onun için gerçek dört tutku vardır: Şiir, aşk, futbol, at yarışları. En derin aşk şiirlerini âşık olmadığı dönemlerde yazmıştır. Erhan’a göre insan hayatta bir kere âşık olur, ötesi o aşkın dipnotlarıdır. 50 yaşına, sağlık sorunlarıyla giren Ahmet Erhan’ın, en çok ağrına giden şey, sesidir. 20 yıl Türkçe- Edebiyat öğretmenliği yapmış birinin sesinden çocukların korkması ağrına gider. Gırtlak kanseridir, iki kez ameliyat olur. İkincisinde ses tellerinden birini alırlar, üstelik kısa süreli de olsa bir de kalbi durur. Yine bir söyleşisinde “Babamın öldüğü yaş olan 51’i geçmeye çalışıyorum” diyen Ahmet Erhan 4 Ağustos 2013’te, 55 yaşında hayata veda ettiğinde, dediği gibi babasının öldüğü yaşı geçmiştir ve hayattan hiçbir zaman geçer not alma iddiasında bulunmamıştır. Son yıllarında kendisini şiir adına saklayan Ahmet Erhan; “Beni artık şair olarak kimse tanımıyor gibi bir duygu var içimde. Özellikle son on yılda biraz fazla saklandım galiba.” der. Oysa daha yirmili yaşlarındayken Ankara sokaklarında, şiir bilenlerin birbirine gösterdiği isimlerdendi. Şimdiyse Türk şiirinde herkesin bildiği, ardında çoğu hüzün kokan şiirler, kitaplar ve ödüller kalan ünlü bir şair...

  • KURTULUŞ

    Fuat ÖZGEN * İnsan Siyasetin aymazlıklarını düşünmekten Siyasilerin akıl almaz yalpalamalarını izlemekten Yaşamın zorluklarını anlatmaktan Hastalıkları yarıştırmayı sürdürmekten Uzaklaşıp Bir köpeğin gülümsemesini görerek Bir kedinin sevimliliğini fark ederek Bir kuşun ötüşünü dinleyerek Bir çiçeğin kokusunu alarak Birkaç akraba ile buluşarak Arkadaşlarla, dostlarla söyleşerek Bol bol okuyarak, yazarak Sanat etkinliklerine katılarak Kurtulabilir

  • KILIÇDAROĞLU’NUN YERİNDE OLSAM

    Zeki SARIHAN * Kılıçdaroğlu, Türkiye siyasetine yaptığı katkılarla iz bırakacak bir halk çocuğudur. Mahkeme kadıya mülk değil. Bütün gelişmeler CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da sonunun göründüğünü gösteriyor. Bir yönetici, bulunduğu yeri, en güçlü olduğu zamanda bırakmalıdır ki başarılarıyla anılsın. Bunu İsmet İnönü de, Bülent Ecevit’te yapamadı. Kılıçdaroğlu da Partinin başında kalmak için direniyor. Hiç değilse önümüzdeki yerel seçimlerde partisine bir zafer kazandırdıktan sonra parti başkanlığını bırakmayı düşündüğü anlaşılıyor. Ancak muhalefetteki ayrı baş çekmeler ve CHP içindeki dağınıklık yerel seçimlerin de yenilgiyle sonuçlanmasına neden olabilir. Ancak ne CHP’nin, ne ülkenin onun ayrılması için beklemeye tahammülü var. En başta CHP, ipliği kopmuş bir tesbih taneleri gibi dağılmaktadır. Partinin yeni kadrolarla yeni bir politikalarla toparlanması şart gözüküyor. Siyaset boşluk kabul etmez. Akan su mecrasını bulacaktır. Ancak siyaset aktörleri basireti elden bırakmazlarsa. Temiz, halkçı bir bürokrat olan Kılıçdaroğlu, ülkenin dışlanan ve çok acılar çekmiş bir kesiminden geliyordu. Tuncelili bir Alevi ailesine mensuptu. Bu durum ona Türkiye’nin yakın tarihini klasik CHP anlayışından farklı düşünme şansı da verdi. Buna rağmen Alevicilik yapmadı. Kürtlerin tarih boyunca uğradığı baskı ve yok sayma siyasetinin de farkındaydı. Buna ilişkin söylemlerini alçak sesle dillendirebildi. CHP’nin niçin iktidar olamadığının farkındaydı. CHP, 1930’larda yarattığı ceberut devlet algısının kuşaktan kuşağa aktarılması sonucu yoksul ve dindar kitlelerin desteğini alamadı. Kılıçdaroğlu bunun için yeni politikalar geliştirmeyi denedi. “Helalleşme” diye bir kavram ortaya attıysa da bunu açıkça dinlendiremedi. Partisi içinden bu konuda açık bir destek de bulamadı. Üstelik 1950’den beri atı alanlar Üsküdar’ı geçmiş, yoksul kitleleri, dünya patronlarını da yanlarına alarak boğazlarından yakalamışlardı. Seçmen davranışlarını birinci derecede yönlendiren refaha açlık olduğu halde, Kılıçdaroğlu ve ekibi, bunun dindarlık olduğunu sandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Abdullah Gül’ü aday göstermek istedi. Olmayınca Ekmelettin İhsanoğlu’nda karar kıldı. Bu politikalar başarılı olmayınca CHP içinden bunun için yanıp tutuşmakta olan . Muharrem İnceyi aday gösterdiyse de gene başarıya ulaşılamadı. Uzun süre kafasında ölçüp tarttıktan sonra Cumhurbaşkanlığına kendi adaylığını koydu. Buna fazlasıyla layıktı.. Parti içinden aday gösterilenleri yanına almayı başardı. Millet İttifakı adıyla geniş bir muhalefet cephesi oluşturmayı da başardı. Bu, merkez-sağ bir cepheydi ama pek çok çevre, iktidar alınsın diye buna fazla ses çıkarmadılar. İttifak içindeki partiler, CHP listelerinde hak ettiklerinin çok üstünde milletvekili çıkardılar. Kılıçdaroğlu seçimi kazanmaya o kadar odaklanmıştı ki, Zafer Partisiyle de son anda olmaması gereken gizli bir protokol bile yaptı. Bazıları, CHP’ye seçimi kaybettirenlerin bu olgular olduğunu sanıyor. Doğrusu muhalefetin bu geniş birliğe rağmen bile seçimi kazanamamış olmasıdır. CHP kurmayları, konuyu soğukkanlılıkla ele alıp soruna çözüm üretmeye çalışacak yerde, Kılıçdaroğlu ile kurultayı da beklemeden başkanlık yarışına girdiler. Kılıçdaroğlu’nun üst üste yaptığı hatalar da bunun tuzu biberi oldu. Beklemediği yenilgi, Kılıçdaroğlu’nun dengesini bozmuş görünüyor. Partisi içinde aç kurtlar gibi, düşeni yemeğe hazır kişilerin kendilerini göstermesi karşısında arkadan bıçaklandığını düşünebilir. Fakat bu saatten sonra o makamda kalması mümkün görünmüyor. Bu anlamsız uzatmayı oynamasına imkân da ihtiyaç da yoktur. Zararın neresinde dönülürse kârdır. Daha fazla yaralanmadan bırakması kendisi için de, partisi için de iyi olur. Taç giyen baş akıllanır derler. CHP içinde bu partinin başına geçebilecek “temiz” bir hayli insan vardır ve esas sorun programdır. CHP’ye ambleminde bulunan oklardan yalnız HALKÇILIK yeter. Bu konuyu da artık yaklaşık bir ay tatil yapacağım Ayvalık’ta yazar paylaşırım. (30 Temmuz 2023) zekisarihan.com

  • KÖPEKLERİN İNTİKAMI

    *Niyazi UYAR Özel hastanenin karşısındaydı top sahası. Günün ilk saatlerinde, uyku tutmayan emeklisi, yaşlısı, genci orada alıyordu soluğu. Bir iki eşliden başka hemen hepsi boydaktı, şehrin sahipsiz köpeklerinden korunmak için, daha günün koşuşturması başlamadan çoğu elinde sopa ile çıkıyordu evinden. Emekli şehriydi Salihli, ortalama yaşın üstündeki nüfus, genç nüfusun üstündedir. Karı koca huzurlu, ucuz bir şehir olsun, bir de musluğa ağzımı dayayarak içelim suyu diye tercih etmişler. Özel hastanenin karşısındaki halı saha, hem antrenman sahası hem gençlerin kıran kırana maç yaptıkları saha olmakla birlikte, en çok sabah sporu yapanlarca kullanılır. Bunun yanında eğitim öğretim günlerinde salonu olmayan okulların etkinlik alanıdır. “Sağlık için spor,” yapanlar Ümit’in rehberliğinde kültür fizik hareketleri yapmaktadır hemen her gün. Sahanın daimî konuklarından biri de işleri güçleri(!) olmayan başıboş köpekler, köpekliklerinden olacak, oradan oraya koşup şirinlikler yapar, bazıları da vara yoğa havlayıp durur. O gün ne hikmetse çok sayıda değişik renkte, köpek santra yuvarlağında. Yuvarlağı bölen çizginin üstünde, beyazlı desem değil, grili desem tam değil, fakat iki renkli, kulağı dalaşlarda öteki köpeklerce ısırılıp koparılmasın diye, sahibi tarafından kesilmiş, iri yarı bir köpektir. Bu güçlü kuvvetli köpek, yüzünü görmediğim, ben dünyaya gelmeden vefat eden dedemden yadigâr köpeğimize, tıpkı Morca’ya, benzemekte: Morca, üç sefer havlıyor, sonra santra yuvarlağına sıralanan beyazlı, karalı, kahveyi renkli, alacalı, büyüğü, küçüğü onlar da üç sefer havlıyordu. Köpekler santra yuvarlığında köpekçe bir kutsiyeti yerine getirir gibi bir huşu içindedir. Ümit’in spor gönüllüleri, komutlarından uzaklaşmış, köpeklerin aynı ritim, aynı ahenkle havlamalarına dönüp bakarken, dediklerini duymaz bile. Özellikle kadınlar, köpeklerin her bir hareketini dikkatle takip ederken, onların ne yapmak istediklerine dair bir şey bildikleri, bir çıkarımda bulundukları yoktur. Ayağında sarı renkli hal hal olan, ağlamaklı yeşil gözlü, sarı saçlı, tıpkı Atiye’ye benzeyenin, vaziyet ilgisini çekmez, o gözünü yukarılara çevirmiş, Bozdağ’a doğru bakmaktır. Kulaklarına sıraladığı küpeleri, ayağındaki hal hal gibi sarı renktedir. Vücut hatlarını ortaya çıkaran siyah renkli tayta, güneş çarptıkça ıldır ıldır yanmakta. Altına, üstüne giydiği dar giysiler, var yok arası vücut hatlarının çıkıntıları belli belirsiz fark edilirken, diğer tarafları aynen Marangoz Nurullah Amca’nın tornasından çıkmışçasına düzdür! Morca’nın arkadaşları, birden antrenman sahasını çevreleyen tel örgülere doğru aynı sürat, aynı ritimle havlayıp koşmaya başlar. Ümit’in gönüllülerine katılmayan yürüyüşçüler, birden bulundukları yere çivilenmişcesine“zınk” diye durur. Ala köpek, kara köpek, ak köpek, mor köpek, zağarı, finosu, kangalı mangalı tel örgülere abanıp uyku mahmurluğu ile işe gidenleri uyandırmakla kalmaz, korkutur. Bir zaman tel örgülere öfke ile havlayan köpekler, bir zaman sonra, ikişerli, üçerli gruplara ayrılmış bir oynaş tutarlar ki, ne oynaş, alt alta, üst üste, birbirlerinin orasını, burasını ısırır, oynaşın derecesini yükseltir, diğerleri birbirlerinin üstüne atlarken, alttaki köpek başını ona çevirip öfkeli öfkeli, “azdın mı sen köpek oğlu köpek,” dercesine dişlerini sıkar, in aşağı yoksa parçalarım, seni demektedir adeta! Vakit kuşluğa doğru ilerlerken, üç gün öncenin yağmurlu serin havası, yerini sıcak havaya bırakmıştır. Bir gün önce serin, bir gün sonra sıcak, akşamla sabah gibidir! Tabiat katillerinin katlettiği hayat, mevsimleri şaşırtmış, darmadağın etmiştir. Üç beş gün öncenin serin yağmurlu havası, yakıp yıkan bir havaya bırakmıştır yerini. Sıcaklık otuzlu dereceleri aşmış, kırka doğru salınmaktadır. Üç gün gün önce yağan yağmurun nemi, metabolizmayı şaşkına çevirirken, Ümit’in elemanları, komutlardan kopmuş, köpeklerin dünyaya, hayata meydan okuyan danslarını izlemeye devam eder. Ümit’in “Lütfen, birlikte, beni takip edin,” diyen uyarılarına kulak asan yoktur. Top sahasının az ötesindeki özel hastanenin çalışanları, doktorları, hastaları da kaş kaş olmuş, cam cam olmuş, bu kutsal ayini izlemektedir. Az önce sahayı çevreleyen tel örgülere doğru koşup havlayan köpekler, şimdi santra yuvarlağında, Morca’yla birlikte üç sefer havlamakta, sonra bir zaman susup sonra tekrar havlamaktadır! Günlerdir halı sahada oynaşan, bazı insanların sevgisine mazhar olan köpekler, sevgi gördükçe sırnaşmaya, onlarla oyunlar oynamaya çalışır, bazı köpekler rahatsızlığından mı, ya da sevgisini bir başka şekilde ifade etmekten mi nedir havlamaya başlamıştır yürüyenlere. Sarı çengel bıyıklı, yeşil gözlü adam, köpeklerden rahatsız olmuştur, kaç gündür, gördüğü her köpeğe “hoşt, hoşt, köpek oğlu köpek,” diyerek öfkesini dile getirmiştir. Bugün köpeklerin sayıca kalabalık oluşu iyice canını sıkmış olacak ki sporu bırakmış, köpek kovalamaktadır. O arkada, köpekler önde koşuştururken, bunu oyun sanan bir grup köpek, bir koşup bir durup bir havlayıp Çengel Bıyıklı’yı daha da bir çıldırtmaktadır. Bir grup köpek de kapıya doğru koşarken, çit tellerinin yırtık olan yerlerden girip çıkar. Bu oynaş, kovalamaca Çengel Bıyıklı’yı çıldırttıkça çıldırtır, küfrün bini bir para, durmadan küfür eder. Belediye görevlisinin halı sahanın kıyısındaki sararmış çimleri sulamak için kullandığı yeşil hortumdan bir metre kadar kesip hoşt hoşt, diyerek tutturabildiğine yapıştırır. Basenlerinden büyük göbeği hızlı koşmasına mâni olduğundan, ter içinde kalmıştır. On, on beş dakika geçmiş köpekleri sahadan kovamamıştır daha, yeşil gözleri ateşe keserken, ağzından saçılan köpükler, halı sahanın yeşil çimlerini sular. Halı sahada yürüyüş yapanlar, Ümit’in gönüllüleri, herkes durmuş, köpekleri, göbeği, basenlerinden büyük adamı seyreder. Spor alanındakilerden bazıları, “iyi etti canım, ne işi varmış, kedinin köpeğin burada, vur kardeş, vur ellerin gümüşlensin derken, aynen akıllıların delileri alkışlaması gibi destek verir. Bazıları da, “olur mu canım, ne zararı varmış hayvancıkların, yazık, çok yazık,” diye zımni olarak tepki verir. Sarı çengel bıyıklı adam, kendini destekleyenlerin, “yaşa kardeş,” diyen tezahüratı ile aşka gelir, aşka geldikçe daha bir öfkelenir, öfkelendikçe, ağzından tükürükler saça saça yeşil hortum parçası ile köpeklerin arkasından koşturur, yaklaştığında yapıştırır hortumu… İsmet İnönü’nün “namus erbabı, en az namussuzlar kadar cesur olmalı,” sözü ne zaman hayat bulmuş ki, bu küçük belediye sahasında, bu emekli şehrinde de hayat bulsun? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen küçük burjuvadan nitelikli karşı duruş beklenmez zaten. Onlar içlerinden, sadece sarı çengel bıyıklı adama veryansın ederler. Adam, yeşil hortumu kâh köpeklere, kâh halının plastik çimlerine vururken, küfürlerine devam eder. Halı sahada köpek kalmamıştır. Sarı çengel bıyıklı adam köpekleri kovduktan sonra kulağında kulaklık bir koşup bir yürüyerek, sporuna devam eder. Ümit’in gönüllüleri tekrar onun komutlarıyla kültür fizik hareketlerine devam ederler. Halı sahadan kovalanan köpekler, halı sahanın arkasındaki çocuk parkında kaydırakların yanında toplanmış, ön ayaklarının üstüne başlarını koymuş uyuyor vaziyetinde dinlenmektedir. Halı sahada spor yapanlar için vakit tamam olduğundan onlar bir bir sahayı terk ederken, sahada yalnızca sarı çengel bıyıklı adam kalmıştır. O köpeklerle uğraşmaktan doğru dürüst spor yapmadığını düşünmüş olacak ki sporuna devam eder. Yürüyüşten sonra da rutine bağladığı gibi spor aletlerinde çalışacaktır. Tepeden tırnağa tere batıp çıkmışçasına cımcılık olan sarı çengel bıyıklı adam, sporu bitirmiş, evine doğru yürür. Köpekler sanki onun nereden gideceğini biliyormuşçasına yolu üstünde beklemektedir. Sarı çengel bıyıklı adamın kulağında kulaklık, hiçbir şey duymaz, teri üstünde kurumasın diye biraz da hızlı hızlı yürür. Köpekler kendilerine doğru bir ses geldiğini fark edip sesin geldiği yöne bakar. Salıncakları, kaydırakları alacalı bir gölge ile kapatan tesbih ağaçlarının gölgesinde öfkelerini birleştirmiş beklemektedir. Yüzünü görmediğim dedemden yadigâr Morca’ya benzeyen köpek beyinin bakışları, hırıltısıyla öteki köpekleri sessizliğe davet eder. Sarı çengel bıyıklı adam, kulağında kulaklık dinlediği şeyin büyüsüne kaptırmış, etrafta top atılsa duyacak değil, hızlı hızlı yürümesine devam eder! Köpekler, sarı çengel bıyıklı adam tam yanlarından geçerken, önce Morca, sonra saniye aralıklarla öteki köpekler, sarı çengel bıyıklı adamın üstüne atılır. Adamın, eli, ayağı, başı, gözü neresi gelirse ısırır. Sarı çengel bıyıklı adam, daha fazla dayanamaz, düşer yere. Bu sırada köpekler, elini, yüzünü, neresi olursa olsun ısırır. Bir zaman sonra Çengel Bıyıklı’nın sesi çıkmaz olmuştur. Onun imdat çağrısını, köpek havlayışlarını duyanlar, ellerine geçirdikleri taşlarla, sopalarla uzaklaştırır köpekleri. … Manisa’nın, Salihli’nin yerel gazeteleri, ulusal basının bölge için çıkardıkları eklerde, parkta bir adamın sahipsiz sokak köpekleri tarafından parçalandığını, adamın öldüğünü yazar. Bu olay öteden beri sahipsiz sokak köpeklerinden rahatsız olanların atının alnına gün doğmasına vesile olmuştur. Fırsat bu fırsat deyip sokak hayvanlarına karşı yaman bir savaş başlatırlar…

  • Çıkmaz Sokak

    Zeyyat SELİMOĞLU * Eşek kayaların arasındaydı. Bize kalsa belki göremeyecektik ya, Arap Niyazi'nin yaygarasıyla hepimiz o tarafa döndük. — Eşeğe bakın, diye bağırıyordu Arap, bu cehennemin dibinde eşeğin ne işi var yahu? Denize girdiğimiz yer, adanın arka taraflarında öyle pek kimsenin uğramadığı bir koydu. Biz Arap Niyazi, Avcı Saim, Kızgın Zeki, iyi Ahmet, hep beraberdik. Avcı bu kayalık denizin tiryakisiydi. Onun zoruyla tepmiştik yolları. Arap'ın ağzı hâlâ açıktı. — Bu eşeğin ne işi var bu kayaların arasında yahu? Nasıl gelmiş, nasıl inmiş o uçurumlardan? Avcı: — Aptal Arap, dedi, senin aklın erer mi o eşeğin hesabına... Canına tak demiştir çalışmak fakirin, kirişi kırıp soluğu burada almıştır işte... Sahibinden saklanmıştır. Gerçekten, eşek öyle bir yerde duruyordu ki, buraya nereden geldiğine akıl erdirmek zordu. Bir taraftan dik, çam ağaçlarının bile zor tutunduğu bir uçurum iniyor, iki taraftan sarp kayalar yükseliyor, beri taraftan da deniz yolu kapıyordu. Eşek, uçurumun, kayaların, denizin arasındaydı. Hiç kımıldamaksızın, heykel gibi duruyordu. Kızgın Zeki kaşlarını çatıp: — Eşeğin bu kadar gururlusunu ilk defa görüyorum, dedip hiç sallanmıyor, kendini beğenmişin züppesi.. Avcı: — Ben şimdi kımıldatırım, onu, deyip yerden bir taş aldı. Tam nişan alacağı sırada iyi Ahmet tuttu kolunu.. — Yapma, dedi acıtırsın hayvanın bir yanını... Avcı : — Ulan, dedi, sen de her şeye mani olursun. Seni anan dünyanın işlerine engel olasın diye doğurmuş garanti. Taşı hızla fırlatıp attı. Taş eşeğin biraz ötesinde yere düştü. Eşek kımıldamadı. Arap Niyazi kıkır kıkır gülmeye başladı. — Yaşşa be Avcı, dedi, sen de tam avcısın ha... Manda kadar eşeğe rastlatamadın taşı... Bak oğlum, hedef nasıl bulunur, gör de öğren... Arap yerden bir büyükçe taş aldı. Uzun parmaklarıyla taşı kavrayıp, kalın, sarkık dudaklarını büzdü, gözünün tekini kapayıp olduğu yerde yaylanarak hızla fırlattı. Taşın eşeğin karnından pat diye ses çıkarmasıyla eşeğin kıpırdaması bir oldu. Hayvan ileri doğru bir yürüdü. Ama, birden topallayıp olduğu yerde kaldı. Eşek, sağ arka ayağını yere basamıyordu. Avcı: — Vay, dedi... ayağı kırık bu garibin be... Bırakmışlar kimsesizi buraya. İyi Ahmet: — Hadi bakalım, dedi, taşlasanıza bakalım, engel olmuyorum işte... Arap: — Elim kırılsaydı da atmasaydım taşı, diye söylendi. Kızgın Zeki: — Hangi eşşeoğlueşşek, dedi, hangi eşşoğlueşşek bıraktı bu hayvanı buraya kim bilir? Denize girmenin, güneşte yatmanın tadı kalmamıştı. Birdenbire ne emiz, kahkahalarımız bıçakla kesilivermişti sanki... Burada, bu canım güzelliklerin ta ortasında, bir can ölüme bırakılmıştı. İnsanlık, merhamet falan, hep düzmeceydi, hep süstüp sahteydi. Yahu... Hey Allah'ım.. Şu garip eşeğin ne günahı vardı be? Ne suç işlemişti bütün hayatı boyunca bir canavar herife para kazandırmaktan gayri? Ve o herif hangi deyyus ise, hayvancığın kafasına üç kuruşluk bir kurşun sıkmaya kıyamamış, onu işte böyle açlıktan, susuzluktan yavaş yavaş erimeye, bitip tükenmeye bırakmıştı. Adadaki çiçekçilerden tanıdıklarımı birer birer gözümün önünden geçiriyordum. Ama boşunaydı. Onları gözümün önünden geçirsem de geçirmesem de boşunaydı. Hiç bir şey değişmeyecek, eşek burada günlerce can çekişip, "bir su veren yok mu?" bile diyemeden susuzluktan göçüp gidecekti. — Daha şimdiden sıfırı tüketmiş hayvan, dedi Avcı, bak nasıl sendeliyor. İyi Ahmet: — Bir şey yapamaz mıyız çocuklar, dedi, şu hayvana bir yardımımız dokunmayacak mı? Kızgın Zeki: — Dokunmayacak, diye kestirip attı, şimdi ahlanıp vahlanıp şuradan gider gitmez de keyfimize bakacağız. Ne ayağı kırık eşek kalacak aklımızda, ne de bir şey... Oğlum, ayağını kırmamaya bakacaksın bu dünyada... Yoksa gittin gürültüye. Arap Niyazi: — Hiç olmazsa hayvana yaklaşabilecek bir yol bulsaydık, dedi, belki su falan getirirdik. Avcı: — Ona en büyük iyilik kafasına bir kurşun sıkmaktır, diye karşılık verdi. Arap: — Ne yapsak, dedi, bucak müdürüne mi söylesek acaba? Kızgın Zeki: — Gülerler sana, deyip acı acı güldü, hem acırlar, hem de gülerler sana yavrum. Kibarcası saflığına, mertçesi aptallığına gülerler senin.. Ulan, sen hangi hayal dünyasında yaşıyorsun hacı? İnsanları kollamaya gücümüz yetmiyor, elin eşeğini kim ipler senin? — Zaten dedi, Avcı, sahibi öyle bir yere getirip bırakmış ki, hayvanı, Azrail'den başka kimsenin yardımı dokunamaz ona artık. Arap: — Azrail'in işi yok da, dedi, eşekle uğraşacak. Muhakkak unutur; unutunca da hayvan ölemez burada bir türlü. Kızgın Zeki, yakışıksız gülüşüyle tekrar güldü: — Ne haber, dedi, demin hayvana yardım edelim diye can atıyordunuz, şimdi de ölmeyecek diye oturup ağlayacaksınız, nerdeyse. Avcı, sen git getir tüfeğini de hayvanın kafasına bir kurşun sıkıver. Avcı : — Benim tüfek, dedi, ta Küçükçekmece'de.. Ordan buraya tüfek mi gelir? Arap: — Bırak yahu, diye bağırdı, zaten hayvanı yanlış bir yerinden vurursun sen... Demin attığın taştan belli senin avcılığın... Eşek, uzaktan bizi görmüştü. Öyle, düşünceli düşünceli bizden yana bakıyordu. Gözlerini hiç ayırmıyordu üzerimizden. İyi Ahmet: — Bu eşek, diyordu, bu eşek şimdi hepimizden daha insandır. Siz anlayamazsınız bunu.. Arap: — Kim bıraktıysa bu hayvanı buraya, Allah belâsını versin, dedi. Avcı birden ayağa kalkıp: — Ben çok yandım, diye mırıldandı, atlıyorum artık.. Kayanın üzerine çıkıp balıklama suyun içine daldı. Biraz sonra başı suyun üzerinde göründü. Arap merakla: — Nasıl su, diye bağırdı, sıcak mı? Avcı denizin içinden: — Hamam gibi, diye seslendi, ısıtılmış gibi vallaa.. Birer birer kalktık. Suya doğru yürüdük. Yazar (D. 31 Mart 1923, İstanbul - Ö. 30 Haziran 2000, İstanbul). Zeyyat Selimoğlu Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri Doğumu ve Ailesi Zeyyat Selimoğlu 1922 yılında İstanbul’da doğdu. Bir kız bir de erkek kardeşi vardır. Fatih-Cibali semtinde doğar ve çocukluğunu da orada geçirir. Hem babası hem de annesi Karadenizli olan yazar çocukluğunda oraya gitmez. İlk gençlik yıllarında Rize’ye giden yazar şahit olduklarından çok etkilenir ve yazarlığa ilk adımını da bu izlenimlerini anlattığı yazısıyla atar. Selimoğlu’nun babası gemicilikle uğraşan bir iş adamıdır. Eğitim konusunda da bilinçli olan baba çocuklarının eğitimine çok önem verir. Yazarın çok sevdiği ve derinden bağlı olduğu annesi ölene kadar oğlu Zeyyat’la birlikte yaşar; hatta yazar, eşiyle annesinin kendileriyle kalması şartıyla evlenir. Eğitimi Selimoğlu ilköğretimini Taksim ilköğretim okulunda tamamlar. Selimoğlu’nun babası çocuklarının bir yabancı dil bilmelerini çok ister. Bu amaçla çocuklarını da yabancı dil öğrenebilecekleri bir okula gönderir. Kızını Fransız Lisesi’ne diğer oğlunu da Galatasaray Lisesi’ne gönderir. İlköğretimini bitiren Zeyyat’ın payına da Alman Lisesi düşer. O zamanın şartlarına göre lisan öğrenmenin en iyi yolu yabancı bir okula gitmektir. Alman Lisesi’nde Nazizm propagandası Türk Milli eğitiminde yasaklansa da kimi hocalarda kendini hissettirmektedir. Selimoğlu hatıralarında da bahsettiği gibi bu yüzden okuldan biraz soğur. Fakat bu okulda okumasının ona çok faydası olacaktır. Alman edebiyatından çeviriler yapacak, bu okulda aldığı Alman disipliniyle etrafında bazen bir Alman olarak görülecektir.39 Yine onun yazar olmasında en önemli etkenlerden biri de Alman Lisesi’ndeki edebiyat öğretmeni Zeki Ömer Defne’nin kompozisyonlarını beğenerek onu yazmaya teşvik etmesidir. Alman Lisesi’ne babasının isteğiyle giden Zeyyat, üniversiteyi de yine babasının isteği doğrultusunda okur. Edebiyat ve yazmaya çok meraklı olduğu halde babası istediği için İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girer. Bu bölüme çok istekli girmemiştir; ama okulu da boşvermez ve fakülteyi bitirir. Hukuk fakültesi mezunu olan Zeyyat Selimoğlu İstanbul barosuna kayıtlı olduğu halde hiçbir zaman profesyonel avukatlık yapmamıştır.40 Çalışma Hayatı Selimoğlu’nun hayatında en önemli etken babasıdır. Alman Lisesi’nden sonra hukuk fakültesine gönderdiği oğlunun mezun olduktan sonra ise kendi işini yapmasını ister. Babası gemicilikle uğraşmaktadır. Selimoğlu da yük gemisiyle yabancı ülkelere uzun seferlere çıkar. Aylarca memleketini ve ailesini görmeden gurbet çekerek ekmeğini denizden çıkaran gemicilerin çalışma hayatlarına yakından şahit olur. Tıpkı Alman Lisesi’nde okuması gibi gemicilikle uğraşması da ona yazmak için bol malzeme bulma imkânı verir. Çünkü Zeyyat Selimoğlu gördüğü ve yaşadıklarını eserlerine konu olarak seçen bir yazardır. Bir süre deniz ticaretiyle uğraşan yazarın gönlü hep edebiyattan yanadır. Öyle ki sanki gemide, çalışmak için değil de gemi adamlarını gözlemleyip onların hikâyelerini yazmak için bulunur. Bir zaman gemi karaya vurup bozulur ve o da gemiciliği bırakarak kara hayatına döner. Zeyyat Selimoğlu gemi ticaretini bıraktıktan sonra edebiyatla uğraşmış, yazı ve çeviri dışında bir işle meşgul olmamıştır. Evliliği Zeyyat Selimoğlu 1963 yılı eylül ayında 41 yaşındayken, kendisinden 10 yaş küçük Muhterem Pekgöz’le hayatını birleştirir. Selimoğlu o yaşa kadar neden evlenmediği hakkında eşine pek bir şey anlatmamıştır. Yazarla Muhterem Hanım bir arkadaş ortamında tanışırlar ve altı ay gibi kısa bir süre sonra da evlenirler. Muhterem Hanım eşinden boşanmış, bir kız çocuk sahibi dul bir bayandır. Eşinin anlattıklarına göre birbirlerini severler, hatta Selimoğlu eşinin çocuğunu da kabullenir ve onu sever. Böylece birbirleriyle uyumlu ve mutlu yıllar geçirirler. Yazları adada geçirmektedirler. Özel bir sebepten dolayı Muhterem Hanım adaya gitmek istemez ve kendi deyimiyle bundan dolayı “araya soğukluk girer.” Böylece 1978 yılında ayrılırlar. Zeyyat Selimoğlu’nun çocuğu olmamış ve hayatının sonuna kadar bir daha evlenmemiştir. Kişiliği ve Mizacı Zeyyat Selimoğlu etrafında asıl memleketi Karadeniz’e has fıkra kültürünü bilen ve yeri geldiği zaman da sohbet ortamlarında bu tür ince espriler yapan bir kişi alarak bilinir. Karadenizliler genellikle heyecanlı ve hareketli insanlardır; fakat yeğeni Osman Kulein’in verdiği bilgilere göre Selimoğlu tam tersi, sakin, kendine hâkim, çevresinde kalabalıklardan değil de hoşlandığı kişilerden hazzederdi. Gürültüden, bağırış çağırışlardan, kavga ortamlarından hoşlanmazdı. Heyecanlı ve atak bir kişilik değildi. Sakin bir karaktere sahipti. “Hatta bazı yazarlar onun için ‘asosyal’ gibi tabirler kullandılar ama öyle değildi, sevdiği kişilerle beraber olmaktan hoşlanan bir kişiydi.” diyen Osman Kulein, Selimoğlu’nun devamlı harıl harıl çalışan yazarlardan olmadığını ifade eder. Eşi Muhterem Hanım’ın söylediklerine göre Selimoğlu içine kapanık, kalabalık ortamlardan hoşlanmayan, son derece kibar, insanları kırmaktan çekinen fakat kendisi de çok çabuk alınganlık gösteren sakin bir kişiliğe sahipti. Yeğeninin verdiği bilgilere göre Selimoğlu çocuğu olmamasına çok üzülmeyen bunu kafasına takmayan biridir. Yazarın kişiliği ve mizacıyla ilgili vurgulanması gereken önemli noktalardan biri de onun Alman Lisesinde okuyup Alman kültüründen etkilenerek yetişmesidir. Feridun Andaç’a göre onun ölçülü bir mizah anlayışı vardı. “Aziz Nesin’in eserlerindeki mizah gibi değil, ama gülen, güldüren, alayla değil de ironiyle bakıp anlamaya ve anlatmaya çalışan bir kişiliği vardı.”41 Adeta bıyık altından güler gibi bir hal. Selimoğlu kalabalık ortamlardan çok hoşlanmaz, Nişantaşı’nda sadece küçük bir arkadaş grubuyla sohbet ederdi. Çok fazla konuşmaması etrafında bazen içine kapanık biri olarak algılanmasına sebep olmuştur. Mizacında bazen hüzünlü bazen de sevinçli olmak bulunduğunu kendisi söyler. Ölümü Gemicilikle uğraştığı yıllar dışında hayatını hep İstanbul’da geçiren Zeyyat Selimoğlu son yıllarını adadaki evinde yaşar. Akciğer kanserine yakalanan yazar çeşitli zamanlarda hastaneye yatar. Kanserden dolayı zor günler geçiren yazar 1 Temmuz 2000 tarihinde İstanbul Nişantaşı’ndaki evinde öldü. Sanatçının ölümü edebiyat dünyasını üzer. 2 Temmuz’da gazetelerde çıkan haberler Selimoğlu’nun, çok ön planda olmasa da, tanıyanları tarafından sevilen bir yazar olduğunu göstermektedir. Selimoğlu’nun ölüm haberi Milliyet gazetesinde şu şekilde verilir: “Zeyyat Selimoğlu toprağa veriliyor. Öyküleri uzun ömürlü olsun. Yaşamını önceki gün yitiren öykücü-çevirmen Zeyyat Selimoğlu, bugün Heybeliada Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra toprağa verilecek.” Sabah gazetesinin haber başlığı ise daha duygusaldır: “Öyküler öksüz kaldı.” Haberin devamında ise şöyle deniyor: “Edebiyat dünyasından bir yıldız daha kaydı; öykü kitapları ve çevirileri ile tanınan yazar Zeyyat Selimoğlu vefat etti. Selimoğlu’na son görev bugün.” Yazarın yakın dostlarından Doğan Hızlan Hürriyet’teki köşesinde “Penceredeki Yalnız Adam” adlı yazısında onun Heybeliada’daki mezarında deniz adamlarını çok özleyeceğini yazdıktan sonra ölümünden duyduğu derin hüznü şu şekilde ifade eder: “İyi, usta bir hikâyeciyi, köşesinde yaşayan bir dostu kaybettim. Edebiyatı sevenlerin başı sağ olsun.” Selimoğlu’nun son yıllarda bir kırgınlığı, hatta küskünlüğü yaşasa da zamanla yazdıklarının değerinin daha iyi anlaşılacağını ifade eden Refik Durbaş, yazarın edebiyatımızdaki yerini şu şekilde ifade eder: “Yaşar Kemal Çukurova’nın rengidir. Kemal Tahir, bozkırın rengi idi, Bekir Yıldız Güneydoğu’nun… Önceki gün ‘zamansız’ bir mevsimde aramızdan ayrılan Zeyyat Selimoğlu ise Karadeniz’in, özellikle de ‘deniz’in rengi idi. ‘Deniz’i yazarken kahramanları ‘gemi’ adamlarıydı. Bu yüzden olsa gerek, edebiyatımızda da ‘direğin tepesinde bir adam’ kimliğiyle yaşadı.” * Kaynakça: Zeyyat Selimoğlu’nun Hikâyeciliği Üzerine Bir Çalışma, Halil İbrahim BAŞER * *Bu yazı BURADAN alınmıştır.

  • AY BÜYÜYOR

    Bozkır. Karanlık köyün betonarme iki göz lojman evi, belki kimsesizlik değil ama, aydın evi olma gereği hep yalnızlık kokardı. Yanında her an yolculuğa hazır ekspres demiryolu, çıldırtan düzlüklere hiç bir araya gelemeyecek sevdalı iki gümüş yılan gibi uzanırdı. Ay büyürdü... Karnı gibi…Gökyüzü aydınlığa gebe. Gecenin üçü ve zemheriye inat dışarıda gül üşümez bir hava. Ayın On beşi…Ama o kadın, en çok ay büyürken üşürdü. İşte böyle bir gece , gece ekspresi eşliğinde anneannesinin kucağına gözlerini açmıştı. Öyle anlatıyordu annesi Gülgün’e. Ondan mıydı?.. Trenin hasret yüklü acı düdüğü, içini dolduran hüzün olmuştu her zaman . Ay büyüdüğü akşamlarda yanan bir çift kandildi gözleri . Yüreği , telaşlı serçe kanadı; pır pır... Uyku desen; dolanıp durduğu , bilmediği , tanımadığı , tutunamayacağı baştan belli yabancı şehirlerdi sanki. Sıkıntı dolu onca geçen doğum günlerinin ardından, hüzün treni rötar yaptığı eski istasyondan yol almış, güz yelleri , kalın dişli tarağını saçlarında, usul usul gezdirmeye başlamıştı ki; onca geciken ilk Cemre düştü! İlk gördüğünde biliyordu. Çok sevdiği bir caneriğini eline geçirmiş,aklı gidiyor ama,öyle durmak, ısırmadan durmak zorunda gibi bir hisse kapılmıştı. Oysa ne az konuşmuşlardı. …Ilık bir Mart öğlesi, ait olduğunu hiçbir zaman kabullenmediği evine gitmek içinden gelmiyor, sıkıntısından patlayacak gibi daralıyordu. Gülgün, kaç yaşından sonra tiryakisi olduğu sigaranın, yavaş yavaş dağılan halkalanmış dumanının seyrinde ; tutunacak sıkı bir dal, ağlayacak omuz düşlerken; O'nun sesiyle irkildi. -Merhaba!.. Kafasını kapıya doğru çevirip, o'nun iki yeşil pınar gibi çağlayan gözlerinin, gürül gürül akıp yüreğini serinleteceğini ve kanatlarına alıp, başka dünyalara uçuracağını, dünyalar kadar istese de , olacağını nereden bilecekti. Yüreği, incecik dudaklarında zayıf bir kelebek gibi kanat çırpan gülücük olmuş, kim bilir ne kadar acemi, öyle bakmıştı. Öteki, gözleri, masanın üstündeki camın altına dizili resimlerde, hep en güzellerini seçerek kordu oraya, dolandı durdu, ardından köşedeki Atatürk çiçeğinin en uçtaki erguvanlaşan yaprağını kopardı, büyük odayı bir kaç saniye de dolaşıp çıkacaktı ki,.. sanki hiç önemli bir şey demiyormuş gibi, öyle niyeti yokmuş gibi fısıldadı. -Dağlara gelir misin? Hiç bir şey demeden gidecek diye ödü kopmuştu, sorduğuna bak? Hiç düşünmeden: -Tabi! derken sesi inanılmaz güzellikte bir türkü söylüyordu. -Köşede...On dakika sonra!.. Yalnızlığını sezmiş miydi? Bu kadar daraldığını, kimsesizliğini, gidecek bir evi olmadığını hissetmiş miydi ne? Şehri geride bıraktıklarında, dağ bayır tırmanırken; Gülgün yıllardır oturduğu bu şehirde, böylesi güzelliklerin varlığından habersiz yaşadığına hayıflanıyordu . Şehrin dört bir yanını, bu efil efil esen doruktan seyrederken uzun uzun iç geçirdi. Can, Gülgün’ün elinden tutup çekerek, Karun’un hazinelerinden birini bulmuş gibi heyecanlı; hiç kimsenin cesaret edip gidemeyeceği kadar yüksekte , uçurumun kenarında baş vermiş , iki beyaz kardeleni göstererek; -Gördün mü, nasıl tutunmuşlar? Seninle paylaşmak istedim. Görmeni istedim. Gün kararıncaya kadar, karış karış dağları keşfedip, bahara uyanan börtü böceğin serenatlarını dinlediler. Karanlığı yırta yırta muhteşem görüntüsüyle Ay büyüyordu… Bir çift kardelen büyüyordu…Sevda büyüyordu… Gün doğumunu el ele karşıladılar. Hani dar günde Hızır gibi yetişen, ona sihirli değneği ile dokunup, her şeyi güzelleştiren, filizlendirip katmerli güller açtıran , kanatlandıran bir şeydi bu. İlahi şey! Gülgün, bu ilahi şeyi, hiç aramadan ,kendiliğinden bulmanın şaşkın garip tavrı içindeydi. Sıcağından, ışığından gözleri kamaştı. Ateşinin elini yakmasına aldırmadan sıkı sıkı tutmaya çalıştığı ; kimselere göstermeye kıyamayıp sakındığı o ateş topunu , elinde tutmanın gizli erincini yaşıyordu sadece. Çiçeklenmiş ilk yaz eriğiydi korumasız bedeni. .Taze günün , kızıl aydınlığını içine çekerek, O'na , dokunabilmek için çıldırıyordu ya…Bir göçmen kuşa sevdalı serçe kuşunun ürkek kanatlarıydı ; geçe kalmış sevda kanatları. Ne kadar dayanabilirdi ki uzun yol göçmenlerinin okyanus yolculuklarına? Korkuyordu Gülgün. Sevdalar hep böyle mi yaşanırdı? Göçmen kuşların, o sonsuz mavi yolculuklarına özenip, takılarak güçlü kanatların peşine serçe kanadıyla ; ölümüne yarışmak…Ölümüne uçmak… Dört bir yanın yara ve kırılıp dökülürken bile, ellerinin bedeninde tabi ki en gizemli yerlerinde ruhunun dolaştığını duyumsamak ve ürpererek ...o can eriğini ağzına bir karış mesafede tutup...belki dişlerini kırmak ama, aynı hazzı almak gene... Ve ölsen bile, pişman olmamak; belki de sevmek oydu.

  • Duygu Asena

    Gazeteci, Yazar 19 Nisan 1946 - 30 Temmuz 2006 * Kimi yazılarında “Şirin” takma adını da kullanan Duygu Asena bir kadın hareketi olarak feminizmin Türkiye'de temsilcisi, öncüsü olarak adını duyuran yazarlardandır. Türkiye eski Güzellik Kraliçesi ve Şair İnsi Asena’nın ablasıdır. Annesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaverliğini yapıp daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Gümüşhane Milletvekili olan Şevket Öndersev’in kızıdır. Babası Muhtar Asena da koyu bir CHP'liydi. Amcası Vacid Asena, Birinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü’nün emir subaylığını yapmıştı. Suriye cephesinde atı vurularak esir düşme tehlikesi doğduğunda, İnönü emir subayı Vacit Bey’in atını alarak kaçmayı başarmıştı. Duygu Asena Kadıköy Kız Lisesi (1964) ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü (1971)’nü bitirdi. İki yıl pedagog olarak çalıştı. 1972 yılında Hürriyet gazetesinde gazeteciliğe başladı. Kelebek gazetesinde köşe yazarlığı ve muhabirlik yaptı. Ayrıntılı Haber gazetesinde muhabirlik, reklam şirketi Man Ajans’ta metin yazarlığı (1976-78) yaptı. 1978 yılında Gelişim Yayınları’na Genel Yayın Yönetmeni olarak girdi ve Kadınca ile birlikte Onyedi, Kim, Ev Kadını, Bella Bayan, Moda, Örgü, First gibi pek çok dergiyi yönetti. Bu dönem içinde Söz, Sabah, Güneş gazetelerinde Köşe yazarlığı, Yöneticilik ve Röportaj yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ayrıca Umut Yarıda Kaldı, Yarın Cumartesi, Bay E adlı üç filmde oyuncu olarak rol aldı. Duygu Asena, daha çok kadın sorunları ve magazin konularına eğildiği yazılarını Kelebek (1972-74), Ayrıntılı Haber (1975), Kadınca (1978-88) gazete ve dergilerinde yayımladı. Böylece feminist kimliğiyle öne çıktı. İki yılda kırk baskı ile satış rekoru kıran, daha sonra elli üç baskıya ulaşan Kadının Adı Yok kitabıyla büyük üne kavuştu. 40. baskının satışları sürerken, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından “muzır” bulunarak satışı yasaklandı. Bunun üzerine Duygu Asena'nın açtığı davada kitap aklandı. Yeni baskıları yayımlandı, 53 baskıya ulaştı. Bu arada Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da, bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlanan kitabın ilk baskıları kısa sürede tükendi... Kitap Yunanistan'da “best seller” oldu. Kadının Adı Yok, Boğaziçi Üniversitesi’nce “Yılın Kitabı” seçildi (1988), Yunanistan’da en iyi satanlar listesine girdi. Öteki kitapları da çok baskı yaparak, çeşitli dillere çevrildi. İkinci kitabı Aslında Aşk Da Yok, Kadının Adı Yok’un devamı niteliğindedir. 36. baskıya ulaşan bu kitap da Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da yayımlandı. Üçüncü kitabı Kahramanlar Hep Erkek on dört öyküden oluşuyordu. Bu kitap Kasım 1992’de piyasaya çıktı ve on sekiz baskı yaptı. Kadınca adlı kitabındaki sevilen yazılarını derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok, Temmuz 1994’te piyasaya çıktı, gazete bayilerinde satışa sunularak, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi ve bir haftada 70 bin adet satarak yeni bir rekor kırdı. Beşinci kitabı olan Aynada Aşk Vardı dört ayda on iki baskı yapmıştı. Duygu Asena erken denecek bir yaşta beyin tümöründen tedavi edilirken öldü ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. ESERLERİ: Kadının Adı Yok (1987), Aslında Aşk da Yok (1989), Kahramanlar Hep Erkek (1992), Değişen Bir Şey Yok (1994), Aynada Aşk Vardı (2000), Aşk Gidiyorum Demez (2003), Paramparça (2004). * KAYNAK: Ömer Nida / Kadın Romancılarımız – Başlangıçtan Günümüze Kadar 1892-1991 (1991), TBE Ansiklopedisi (2001), Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (10 cilt, 2006, 2009), TYB Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı (2007).

  • Ekonomik Manzaralarımız

    Şenol YAZICI * Bir varmış bir yokmuş, ülkemizin her yanından su fışkırdığı bir dönem ve o dönemde bitmez tükenmez kaynağıyla dolar akıtan bir sebil çeşmesi varmış... Düşünsenize olsaydı öyle dolar akan bir çeşme, her şey yoluna girer miydi? Yoksa ondan da yeni zenginler, yeni mağdurlar oluşturur muyduk? En önemlisi bu susuzluk biter miydi? Eğitmeden, üretmeden, istihdam oluşturmadan tanrı vergisi petrolün filan da yoksa hele... Haksızlık etmemeli güzel günlerimiz de olmadı değil. Ne var ki Atatürk' dönemi hariç, ötekiler pastırma yazları… Ekonomide bir türlü istikrar sağlayıp ahalinin yüzünü güldüremedik ama bolca heves ve umut yaratacak manzara koyduk. Bak o konuda dâhiydik dense az… Ne gün yüzü görmemiş anlayışlar, tarihi bizimle başlayan bizim kadar da ömrü olmayacak ekonomik çözümler, manzaralar denendi, gündem oldu. Bakkal dükkanı çalıştıracak dende ehliyetimiz yoktu ama bu ülke fırsatlar ülkesi, tutulduk, itibar gördük. Hep rüyamız olsa da dolar akan sebil çeşmeleri göremedik ama son 21 yılda neler görmedik ki... Hepsinin de savcısı bunlardı; duruma, havaya göre bugün suçladığına yarın sahip çıktı ya da tersi... En son Nas'la oturup Nas'la kalkarken, bugün uçan faizlerin de müteşebbisi kimler? Daha çiçeği burnundaydı ama adam olacağı belliydi. Çok geçmedi ki yeni icat anlayışlar boy gösterdi. Yeni aldığımız kimlikler 10 -15 L karşılığı değiştirilecekti. Sudan ucuz diyerek başladığımız kimlik değişimi hala sürüyor, ciplileri ise henüz başarılamadı, ne var ki 80 milyon insan, çarp 10 lirayla... gelirini hesapla... Arabası olup da yolda gidenler kısa süre sonra ummadıkları bir tabloyla karşılaştı. Her gün doğal hızla gittikleri yollar artık bir engelli parkuruna dönmüştü. Her üç beş kilometrede azami hız sınırının düşürüldüğünü evlerine gelen yığınla cezadan öğreneceklerdi. İlginç olan neden sonra bunun için açılan davalarda verilen karardı. "Devlet vatandaşına tuzak kurmaz, iptaline... " deniliyordu. Aralık 2021'de ansızın tırmanmaya başlayan dolar bir kaç gün içinde iki katına çıktı. 20 Aralık'ta bir gece yarısı operasyonuyla onca zamanlık ekonomik mezhebimizi bırakıp heter0doks olduk. 19 liraya yani iki katına çıkan dolar, geri çakıldı. Heveslenip son anda kefen parasıyla dolar alıp heterodoks trenine atlayan çok insan da bir kaç saat içinde ciddi anlamda yoksullaştı. O günlerde ekonomiden sorumlu, tezgahı bilen, hatta kuran kişiler feryat figan ağlayan halkı nasıl avutuyordu biliyor musunuz? " Merak edilecek bir şey yok, zenginlere bir şey olmadı; ne olduysa garibanların küçük paralarına oldu." Ne teselli ama... Oysa topu topu iki buçuk senecik parasını dolar olarak saklamayı başarsalardı hepsi köşe olacaktı. Çoğu borç aldıkları paralarla döviz almışlardı, nasıl yaparlardı bilinmez, ama yapsalardı işte... 28 Mayıs 2023'te yeni yönetimini büyük umutlarla seçen ülkem daha ne olduğunu anlayamadan 3-5 gün içinde Ortodoks mezheple tanıştı. Çok zamandır yerinde sayan dolar yeniden hızla yükselip, %30 değer kazandı. Zamanında ayılıp da Ortodoks trenine binmeyi başaramayan çok insanın parası da böylece pul oldu. Yeni gündeme geldiler diye yeni icat oldular sanmayın, Nebati sizle resmen geyik yapmak için öyle anlattı, bizim Marks'tan beri var bu iki yol da... Biz de Atatürk'ten beri hepsini zaman zaman, en çok aşure çorbası gibi, katıp karıştırıp kullanırız. Burada esas olan olgu; ekonominin teşvik ve denge yoluyla mı, yoksa baskı ve denetim yoluyla mı düzenleneceği sorunudur. Genellikle heterodoks ekonomi olağanüstü ve acil durumlarda devletin piyasaya bir müdahale biçimidir denilebilir. Onun aksine ortodoks ekonomide arz-talep dengesine bağlı yerleşik kurallar ve liberal bir piyasa bulunur. Bir örnekle anlatırsak evlerin ederleri kirasının 20-30 yıl arasında ederiyle hesaplanır. Kirası bu uyduruk krizden önce belirlenmiş, kiraya verilmiş 3+ 1 bir ev büyük şehirlerde ortalama 2000 L kira ederken, satış bedeli de 25 yıl (300 ay) * 2000= 6.00.000L satış bedeli ederken, bugün 2,5 milyon liraya 2 odalı daire bulunamıyor, bulunsa kaça kiraya verirdiniz, % 25 le zamla 2500L. ya mı? En az 7.000 Lira istemeniz doğal değil mi? Bu faizi sınırlayan, doların yükseleceğini bile bile faizleri düşüren, ama dikkat edin milyon dolarlık işyerlerinin değil, geçimini onunla sağlayan garibanın üç kuruşluk evinin kira gelirini sınırlayan anlayış, ancak Güney Amerika’da; Brezilya’da Arjantin’de uygulama alanı bulan bir heterodoks yaklaşımdır. "Rasyonelleşeceğiz artık," diyerek, faizleri yükselterek işe başlayan Şimşek ve ekibi bunu kurallarıyla oynayabilirlerse Ortodoks ekonomiyi uygulayacaklardır. Bakalım buradan nereye atlayacağız? Umalım tepeüstü değil de çivileme olur... * Benzine gelen ÖTV zammı şok etkisi yaptı. O gün yediden yetmişe ülke aynı şeyi konuşuyordu. Oysa seçim sonrası gelen zamlara alışkın olmalıydık, son bir ayda fiyatı yüzde elli artmış, 30 liraya merdiven dayamıştı. Yine de bu kez gelen 6 liralık ÖTV zammı en rahat bütçeleri bile zorlamış olmalı. Yavaş yavaş artırılan ısıda haşlandığını anlamayan kurbağa teorisi doğruymuş, alıştıra alıştıra... Bu boyutta bir zam gerekiyordu ayılmak için, neye uğradığını şaşırdı millet. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Körfez ülkeleri gezisine çıkmasına az kala, imzaladığı bir kararname ile özel tüketim vergisini (ÖTV), benzin ve doğalgaz gibi petrol ürünlerinde artırdı. ÖTV artışı yalnızca akaryakıt ve doğalgazla sınırlı kalmaz. Başta bu günlerin gözde yatırım aracı otomotiv sektörü olmak üzere başka alanlarda da benzer düzenlemelerle artış sağlanacak ve bu da o ürünlere zam olarak yansıyacaktır. Çünkü sağır sultan bile biliyor ki hazine tamtakır... Ortak paydaları bol keseden vaat olan iki seçimden çıktık, ama daha da önemlisi biz hovardalıktan vazgeçmiyoruz. Anlamadığımız ne biliyor musunuz; devlet biziz aslında. Hükümet ya da iktidar dediğimiz bizim o dönemlik rol biçtiğimiz aktörler. Devletin öz kaynakları, askeri de biziz, ekonomik gücü de... Vaatleri en yüksek perdeden tutabilirsiniz, borçlanacak, ödeyecek biziz. Sadece azdan az, çoktan çok... Gerçi uygulamada bizde o da öyle olmuyor ama... Hiç zam alamayan dilim hangi grup biliyor musunuz? 7500 TL ve altı, yani en az emekli maaşı alanlar... Memura yapılan seyyanen zam nerden çıkacak? Ek bütçenin yarısı açık kaldı, bir kaynak yaratılmazsa devlet ödeme güçlüğüne düşecek. Sadece ÖTV’de artışla yetinilmeyecek, devletin gelir kaynağı olan neler varsa hepsine zam gelmesi kaçınılmaz. Bazıları şimdiden zamlansa da bunlar sadece ipuçları, her çeşit vergi her fırsatta artacaktır. Ücret ve maaşlardaki artışlarsa işin sırrı orda zaten, asla o hıza yetişemeyecek. Bu arada 7500 lira ve altı maaşı tek kuruş artırılmayan emekli ne yapacak? Bu ülkede geçmişi anımsayan her yetişkin bunu bilir, o nedenle benzine zam haberi ürküttü ama hiç şaşırtmadı. Bugün yapılan, daha önce gördüğümüz, 1994 ve 2001 dolayımlarında uygulanmaya konulan reçetelerin bir benzeri aslında. Tek farkı o günlerde bu acı reçeteyi İMF eliyle yaparken, bugün kendi ellerimizle uyguluyoruz. En ciddi ameliyatları yapacak kadar deneyim kazandık demek ki. Ne var ki ayağımızı yorgana göre uzatmayı, yani itibardan tasarruf yapmayı hala öğrenemedik başka. Bunu kafamıza kazımalıyız. Her durumda yeni arayışlarımız sürecek... se de öz kaynaklar üzerinden yapılabilecekler fazlasıyla yerine getirildi, ekonomimiz yabancı paraya ihtiyaç duyuyor. Ancak olanaklar ihtiyacı karşılamaya yetmiyor. TL- için iş kolay, ihtiyaç duyulan miktar kadar para basılıp piyasaya sürülüyor. ATM’lerden çektiğimiz TL’ler o sebeple genellikle gıcır gıcır. Ancak yabancı para başka bir şey, darphanede basılamıyor. Dışarıdan bir yoluyla edinmek gerekiyor. Hem de meşru olacak yöntemlerle... Turizm ve ihracat gelirlerine ek olarak Dolar, Euro cinsinden yüksek miktarda yabancı para bulmak temel koşul. Hem de bir kerelik değil, düzenli ve istikrarlı olarak... Birleşik Arap Emirlikleri, 15 Temmuz uğursuz darbe girişimini finanse eden ülke olarak ilan edilmişti. Suudi Arabistan ise İstanbul’daki başkonsolosluk binasında gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı infaz ettirendi. Ama bunlara rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha önce araya mesafe koyduğu, haklarında asla olumlu konuşmadığı bazı ülkelerle arayı düzeltme çabasında. , Yapacağı gezide bu iki ülkeye de uğranılacak. Beklenen, yabancı para ihtiyacımızı karşılayacak kadar oralardan ülkemize kredi açılması… ABD’nin de, İsveç’in NATO üyeliğine onay verme karşılığı olarak, Türkiye’ye 11 ile 13 milyar Dolarlık bir kaynak için aracılık yapabileceği Amerikalı gazeteci Seymour Hersh tarafından duyurulmadı mı? Atatürk demiş ya; "Ekonomik özgürlüklerini koruyamayan ülkeler bağımsızlıktan söz edemezler," diye... boşa değil. Borç verecek ülkeler, paranın yerinde kullanılmasını ister; kredi açacakları ülkede ortamın hazır, koşulların yerine getirilip getirilmediğine bakarlar. ÖTV artışı ve ondan dolayı temel ihtiyaç maddelerine gelen zammın Körfez ülkeleri gezisi öncesine denk gelmesinin anlamı o işte: En son benzindeki artışla gündem olan zamlar, ÖTV'nin yükseltilmesiyle iğneden ipliğe bu kez daha yüksek zamlar geleceğinin göstergesi aynı zamanda. Kendi içimizde de önlemler alıyoruz, diyoruz eşe dosta; en çok da borç verecek ülkelere... Muhalefet bu gelişmeye sert karşı çıkıyor. Ama her zamanki gibi kadife bir eldivenle... Daha önceden de yapmışlardı bunu, açıklamaları da "mağduriyet yaratmayalım," oluyordu. Neyse vardır bir bildikleri. Ama halkın yoksullaşmasına ses çıkarmak muhalefetin asli görevidir, beklentilerini yani oy hesabını da oradan sağlar. İyi de iktidarın yanında yer alan partilerin liderleri de “içimize sinmedi” havasında. Rahmetli Ecevit başbakanlığında yapardı bunu da kargalar bile gülerdi. Önce MHP, memurlara yapılan, ama emekliye verilmeyen seyyanen zamda "içime sinmedi" tavrındayken, şimdi yeni Refah partisi ve Mustafa Destici de ÖTV artışı için aynı tavırda... Hatta AKP içinden "...sela okunurken zamların duyurulması kirli bir operasyondur..." denilmesi en ilginci. İyi de memur emeklisine verilmeyen seyyanen zam, emekli milletvekiline, eski başbakanlara gizli kapaklı verilirken onay veren siz değil miydiniz? Algı ustası, çatlak ses çıkmaması konusunda aşırı dikkatli olan AKP'de bu aldırışsızlık doğal değil, ama yeni dönemin de yükseleni olacak gibi... İyi polis kötü polis, biz de demokrasi var hali... Yine de oylamalarda onay verip ardından bu yakınma hali hiç inandırıcı değil, hatta tuhaf... Bu yakınma rahatlığına ve sonuçlarına bakınca epey de sürecek bu hal, işte orası korkutucu... Ardı gelecek demektir. Hem zamların hem de bu tip yakınmaların … Gülmeden izlenmez bu, öyle teatral. Ne var ki tezekle çalışacak arabalar yapılıncaya kadar dar gelirlinin gülecek hali olmayacak. Çünkü yakıt öyle bir şey, her alanı etkileyecek bir kalem... Daha önce çıplak maaş yönünden çalışanla, aynı işten emekli arasında göze çarpar bir fark yoktu. En çok %10 gibi... Hepsi sıkıntıdaydı. Buna da ücrette sosyal barış deniyor. Yani bir bölüme güzellik yapmaktansa hepsini mağduriyette eşitleme... Daha katlanılır oluyor demek ki... Şaşılacak iştir ama insan bu eşitlikten bile bir teselli bulurmuş. Nasılsa herkes aynı der gibi... Öteki durumda da birilerinden iyi olmakla da bir avunma... İnsanın zifirini karartan bir yan var onda; ya senden iyi durumda olanlar... Onlar daha zor durumda gibi... Son "rasyonalize etme" uygulamaları sonucu emekliyle çalışan memur arası maaş farkı yüzde yüz gibi inanılmaz boyutlara çıktı. Birileri kâğıt paraları alırken birilerine de bozuklukluklar kalacak sanki. Paran kadar konuş denecek artık... Öte yandan zamlar, enflasyon... ve gelirler ortada. Çalışan birkaç aylığına rahatlatılırken, emekli yoksulluğun ve sefaletin en derinine şimdiden mahkum edildi. Şimdi çöl sıcakları var, ama görünen KIŞ, şanssız bedevi soğuklarıyla geçecek... * Halkın bir bölümü, kendim ettim kendim buldum derken ötekiler çaresiz sarılacak bir dal arıyor. Umut bağlanan "millet ittifakı" dağılmış, ikbal arayan kırk başlı bir siyasete dönüşmüş. İnsanın gözleri Ecevit'i arıyor; "nerde kalmıştık?" diyecek Karaoğlan'ı... Ve liderleri yaratan kırılma anlarını hissediyor, ne kadar lider yoksunu topraklara mahkumum diye de hayıflanıyor. Yine iktidar kanadından çıktı o kurtarıcı ses. MHP, emekliye yapılan zammı kınadı, çalışan memura yapılan 8.000 lira zammın onlara da uygulanmasını talep etti. MHP'ye kökten karşı olan çok emekli ailesi, yerel seçimlerde ezberini bozarak oyunu MHP'den yana kullanmaya karar vermişti ki olayın bir kurmaca olduğu, AKP'yi ikna edemediği ve çok da ısrar etmediği görülecekti. Nitekim ondan sonra da irili ufaklı diğer iktidar ortakları seslerini yükseltmeye, laf olsun torba dolsun örneği sızlanmalara başladılar. Hiçbir sorumluluk ve risk almadan birden iktidar olan bu partiden ne bekleniyordu ki konumunun nimetlerini tepip ilk seçimde yok olma riskini göze almasını mı? Beklenen olmadı; BAHÇELİ'ye uyan bir çıkış ve ittifakta en küçük bir sarsıntı görülmedi. Aksine İSVEÇ sendromuyla boğuşan, sert çıkışlarından nasıl döneceğini düşünen iktidar, konuyu inanılmaz bir beceriyle hiç gündemde olmayan, hatta rafa kaldırılmış AB beklentisine çoktan bağlamıştı. Son servis edilen, İSVEÇ gelecekte bize destek olacak, yarın bir İSVEÇ ÇAKISI gibi maymuncuk olup AB kapısını bize açacağı müjdesiydi. Kamuoyunu yatıştırmayı, perdelemeyi de emekliye yapılan tarihi haksızlığı gündem yaparak çözebilirlerdi. Yani MHP, iyi polis rolüyle üç günlük kahramanlığı yeğleyip kabul görmeyeceğini çok iyi bildiği halde emekliye yapılan haksızlığa güya karşı çıkmıştı. Ama en güzeli bunu AKP kurmaylarının karşılama şekli, takdire değer... "Olabilir..." dediler, "Hele bir reis dönsün..." Bu ülkede birkaç gün 16 milyon , onların eline bakanlarla en az 30 milyon, insanın gözbebeklerinde Bahçeli resmi, gönüllerinde sıcacık umutlar sabırla beklediler. Siyaset işte... İyi de tüm bunlar olurken, başta CHP olmak üzere, İYİ partisi, Gelecek, DEVA, HDP, hatta meclisin yeni konuğu... yani "milli muhalefet" neredeydi? Yoksa yeni ''mağduriyetler yaratmamak' için mi hepsi de tam ehliyetli seçmen olan 30 milyon insanın sorununu konu etmiyorlardı. Sahi seçimdeki fark neydi: 2,5 milyon mu? Ne büyük hovardalık, Ne büyük asalet... Tüm bunlara karşın CHP'nin yeni, ama eskisinden çok iyi bildiğimiz emanet milletvekili Sarıgül'ün dediklerine ne dersiniz? "İkinci taşıt vergisi için yapılan oylamada muhalefet milletvekilleri topluca daha duyarlı davranıp engelleyebilirdik, bunun için özür diliyorum." Düğün geçmiş, kınayı ne yapacağız diye soruyor; ne yaparsınız, siz olsanız, nerenizle bilmem ama, gülmez misiniz? Ahali, iktidarın özellikle ekonomik uygulamalarından şikayetçi, ama ortada elle tutulur bir muhalefet göremiyor ki, ilk seçimde ben size gösteririm desin. Sezar'ın hakkı Sezar'a, bu iktidarın birkaç şeyine hayran kalmışımdır: Biri, 10 yıl boyunca yarattıkları o sihre ve alıştırdıkları ekonomik rahatlığa, öteki algı yaratma ustalıklarına, diğeri katran kuyusuna beyaz elbiseyle düşseler bile hiç leke almayışlarına, bir diğeri de CHP'nin başı çektiği muhalefetle ilgili yakınmalarına ... Yakınmakta haksızlar mı? Yirmi küsur yıldır, muhalefetten iyice sıkılmışlardır, öyle ya kendi performanslarını bile gerçek anlamda test etme şansları olmamış gariplerin. *

  • ODACI

    İrfan ŞİPAK * GÜNEŞ her zamanki yerinden yine erkenden doğmuştu. Hızla yükseliyor, tüm sıcaklığını kıraç toprakların üzerine bırakıyordu. Günün seherinde kavrulmaya başlayan toprak, şimdiden akşam saatlerini özler olmuştu. Ya serinleyecek ya da sahibi olan Remzi Ağa ektiği üç beş sebzeyi sulamak için kanalı açacaktı . O da gelirse. Gün ağır ağır sıcağın altında ilerlerken tarlanın ağaçlı köşesinden Remzi Ağanın silüeti göründü altı köşe kasketiyle. Kan ter içinde kalmıştı tarlaya gelinceye kadar günün Temmuz sıcağından . Sırtında çıkınlı çapasıyla isteksizce tarlanın kıyından yürüyüp geldi kanal başına. Şöyle bir durdu, topraktan renk değiştirmiş mendilini boynundan aldı, alnında burcu burcu toparlanmış topraklı terini yılgınca sildi. İçinden “Böyle olmaz” diye geçirdi kendi kendine. “Tek başına iki sebze yetiştirmekle geçim olmaz, hele ki böyle zamanda”. Bir çözüm yolu olmalıydı. Çapayı kaldırdı kanalı kapatan toprağın ortasına kuvvetlice indirdi kızgın kızgın. Bir daha, bir daha, bir daha... Hazırda bekleyen bulanık su tarlanın açılan her arığına akmaya başladı hiddetle. Öbür arık, öbür arık... derken gün boyu sıcakta çatlayan toprak ve ardından daha olmamış sebzeler suya kavuştu özlemle. Remzi Ağa arığın başına giderken tüm tarla sulanmıştı. Kanalın ağzını kapattı, sırayı başkasına savdı. Boynundan çıkardığı renk değiştirmiş mendili sıyırdı, bir kez daha terleyen alnını, yüzünü sildi. Altı köşe kasketini başına taktı, çapasını omzuna atıp köyün yolunu tutarken aklından binbir sual gelip geçti dalgın haliyle. Köye vardığında meydandaki köyün tek kahvesinde bir yorgunluk çayı hak ettiğini düşündü. Selam verip tahta masalardan birine Mustafa Muhtarın yakınına çöktü. Yorgunluktan omuzları düşmüş olan Remzi Ağanın oturduğunu gören kahveci Hasan masaya seyirtti hemen. Muhtar gür ve babacan sesiyle “Çay getir bize Hasan.”,-”Emrin olur muhtarım”. Ocakçı çoktan hazırlamıştı Remzi Ağanın çayını. Muhtar ısmarlamasa Remzi Ağa seslenecekti nasılsa. Bir koşum alıverdi yandan çarklı çayları. Vakit geçirmeden Hasan masaya bıraktı iki çayı. Tek şekerleri tavşan kanı çayların içine atıp, şıngırtı ile karıştırırken hatırlı tanıdıkları olan muhtar: ”-Remzi ağa bu tarla seni ne güldürür ne öldürür. Yaşın daha ileri gitmeden kendini bir devlet kapısına at. " "-İyi dersinde muhtar nasıl olacak bu iş? Yol yordam bilmeyiz. Kimseyi neyi tanımayız." "-Dur bakalım Remzi Ağa, gün doğmadan neler doğar. Yarın ilçeye gidicem Tanıdığım biri var faydası olacağına inandığım. Yarın akşama haber bekle benden.” Koyu sohbetle beraber ardı ardına tükenen çaylar bardaktaki son yudumlarını terk ettiler. Kararmaya yüz tutan gün ile beraber, günün yorgunluğu ile dar sokaklardan geçerek evlerinin yolunu tuttular ikisi de diğer köylüler gibi. O akşam Remzi ağayı uyku tutmadı. Akşam yemeğinden sonra ışıkları kapatıp sigara paketi ve çakmağı aldı. Kapının önündeki sedirin üzerine bağdaş kurdu içindeki cevabını bulamadığı derin düşüncelerle. Paketteki sigaraları sık aralıklarla birer birer çekip yakmaya başladı karanlıkta ışıldayan kibrit ışıkları eşliğinde. Her sigarada gözleri karanlık gökyüzünü düşünceli düşünceli tarıyordu. Bir yanıp bir sönen yıldızlar sabahın umudunu artırıyor, yakınlaştırıyordu. “Pek olacak şey değil ama neyse, muhtarın bir bildiği vardır,” deyip umudunu içten içe yeşertiyordu. Serinlikte sedirin üzerinde geç vakit içi geçip köy imamının cırtlak sesinden sabah ezanını duyunca kendine geldi, toparlandı. Pakete uzanıp bir sigara çekip acımış ağzında kalın iki dudağının arasına tutturdu. Karanlıkta yaktığı cigarasını tüttürdü acımış ağzı ile yüzünü buruştura buruştura. Günün ağır ağır ışımasını bekledi uzun uzun öten sabah horozların eşliğinde. Az sonra güneş de karşıdaki tepelerden kendini göstermeye başlardı. Toparlandı kuyudan çektiği suyu yüzüne vurup kendine gelmeye başladı. * 1969 YILI bir ilk yaşıyordu. Mehmet diğer arkadaşları gibi mezun olduğu okulun kendilerine verdiği iş olanaklarını değerlendirip altı arkadaş aynı bölümde devletin açtığı yeni kadrosuna dahil oldular. Güzel giden çalışmaları araştırmacı karakterlerine yansıdığında üzerlerindeki gözleri bertaraf edemediklerinin farkına vardıklarında artık çok geçti. Çalışkan karakterleri onları yeni görevlerin beklediğinin müjdecisi olacaktı. Geçici görev belgesi ile yeni ufuklar onları bekliyordu. Önlerine altın tepside sunulan imkânlar ile bir üniversiteye ilk bilgisayarı kurmak görevi onların omuzlarına yüklense de acar mühendisler bunu sevinçle karşılamışlar, seve seve yeni görev yerlerine gitmek üzere hazırlanmaya başlamışlardı. Bavullarını toplayıp çalışacakları üniversitenin bulunduğu yere gittiklerinde görevlerinin bilgisayar dedikleri adeta bir kocaman kabini kurup çalışır hale getirmek olduğunu anladıklarında kendilerini neler beklediğinin farkında değillerdi. Günler bir birini kovalayarak ilerlerken ilk görevlerini yerine getirecek olmanın inanılmaz heyecanı her birinin yüzünden okunuyordu. Hızlı ve keyifle geçen çalışmalarını bir hafta sonu kutlamasıyla geçirmelerinin gerektiğine canı gönülden inanırken, hafta sonu geldiğini anladıklarında özlem duydukları memleketlerini ziyarete gitmelerinin yoğun geçen çalışmalarında moral kaynağı olacağının farkına vardılar. Özlem ile geçen aile ziyaretlerini bindikleri otobüsün homurtulu motor sesi sonlandırmıştı. Tek teselli kaynakları hareket halindeki otobüsün bir gölge bir güneş vuran camından gördükleri uçsuz bucaksız kıraç tepeleri seyretmekti. Ertesi gün mesaiye gidecekleri evlerine yorgun ve bitap şekilde geldiklerinde vakit hayli ilerlemişti. Bu saatte karın doyuracak bir yer bulmaları zor olduğundan emin, evden koydukları yolluk azıkları akşam yemeği yapıp o günü de atlattıklarına sevindiler genç bilgisayar mühendisleri. Yol yorgunluğunu atmak için yataklarına girdiklerinde, kulaklarında hala bindikleri otobüsün yüksek seviyedeki motor homurtuları, kara şanzuman vites kutusunun dişli sesleri olduğu halde yorgunluktan sızıp kaldı her biri. Haftanın ilk günü hevesle çalışma odalarına gittiklerinde kapının önünde çömelerek bekleyen, yaşça kendilerinden büyük bir köylü ile karşılaştılar. Mehmet’i görünce ayağa kalkar çekingen, sakin ve olgun tavırlı köylü. Mehmet acar haliyle: “Amca günaydın sana nasıl yardımcı olabilirim”. Köylü sakin bir eda ile: “Bana burada bekle dediler bende bekliyom. " "-Kim gönderdi seni?" " -Devlet” Şaşkın halde üç mühendis bir birlerine bakınıp durumu anlamaya çalışırken: “Müdür yolladı, sen burada bekle geldiklerinde kendini tanıt," dedi. "-E iyi o zaman dayı sen kimsin” . Remzi Ağa utangaç tavrı ile: “Ben Remzi Ağa, köyden geldim. Tarlayı tapanı sattım artık devlet babanın güvenli kanatları altına girdim. Bir emriniz olunca bana söyleyin” der. Durumu kabullenip şaşkın bakışlarla odalarına geçen mühendisler, evrak gönderecekleri zaman geldiğinde çağırdıkları Remzi Ağa'yı ararlar ama bir türlü odası, masası olmayan adamı bulamazlar. İçlerinden birisi en sonunda dayanamaz ve sorar: "-Oturacağın bir yer yok mu?" "-Yok" "- E, sen ayakta mı duracan böyle." "–He”. Birbirinin yüzüne bakan üç genç sessizce odalarına geçip, kapıyı kapatırlar ve bir birlerinin gözünün içine uzun uzun anlamlı bir şekilde bakarken kafalarındaki soruların cevaplarını bulmaya çalışırlar. Kısa bir araştırmadan sonra çiçeği burnunda bilgisayar mühendislerine Remzi Ağa’nın odacı olarak tayin edildiğini anlarlar biraz şaşırsalar da. Asıl sorun artık bundan sonra başlar. Yaşı ileri olan Remzi Ağa’ya önce bir masa ve sandalye bularak onu kapının önünde çömelerek beklemekten kurtarıp çalıştıkları odanın bir köşesine transfer etmekle işe başlarlar. Artık tahta bir masa ve yine tahtadan yapılmış bir iskemlesi, yani makamı vardır(!) artık Remzi Ağa’nın tahtadan da olsa. Devlet onu bir şekilde işe almıştı ama işinin gereği olan beklemek için oturacağı bir yer vermemişti. Ama artık oturacağı bir masa ve sandalyesinin olmasına, hatta odanın bir köşesinde bir mevkisinin olmasına da pek sevinmiştir içten içe Remzi Ağa. Kendini yanında çalışmaya başladığı bu genç insanların gözünde bir işe yarayan biri olarak görmenin mutluluğunu tadıyordu içten içe. Ne var ki Remzi Ağa çoğu kez gideceği yeri bilemez, hatta gittiği yerden dönemez. Haber gönderecekler oda numaralarını bilemez, çay isterler gittiği yeri bir daha bulamaz. Remzi ağanın eline tutuşturdukları evrakların zamanında istedikleri yere ulaşamamasından tedirgin ama şikâyetçi olmayan genç mühendislerden bir tanesi Remzi Ağaya: “Şu dosyadan şu evrakı verir misin ?” sorusunu yönelttiğinde yüzünde dosya ve evrak aradığının farkına varır. Arkadaşlarını uyarır. Biraz çekingen de olsa “Remzi Ağa senin okuma yazman yoktu değil mi? diye sorarlar sonunda. "-Yok, ama paranın üzerindeki rakamları biliyom.” Büyük bir sorun ile daha karşı karşıya olduklarının o zaman fark ederler. Olgun, yaşlı ve akıllı bir köylü olan Remzi Ağanın hem devlet dairesine okuma yazması olmadan nasıl girdiğini merak ederlerse de bu sorunun yanıtını kendileri içten içe verirler ama Remzi Ağadan alamazlar. Tek çareleri vardır: Remzi Ağaya okuma yazma öğretmek. Remzi Ağaya kendi imkanları ile buldukları tahta masa ve sandalyede akşamları her biri bir gün kalarak akıllı Türk köylüsüne okuma yazma da öğretmeye başlarlar. Görev süreleri boyunca inançla ve azimle genç bilgisayar mühendisleri görevli olarak gittikleri yerde devletin bir şekilde okuma yazma bilmeden işe aldığı yoksul, ama akıllı Türk köylüsüne kendi imkanları ile oturacak bir yer bulup ve okuma yazma öğreterek görevlerini fazlasıyla tamamladıklarına inanarak kendi görev yerlerindeki vazifelerine geri dönerler.

  • maviADA 'DAN YENİ BİR E-KİTAP

    ALLAH'I ARARKEN / Uğur ÖZIŞIK * -Kitabı okumak için lütfen resme tıklayın- maviADA E-KİTAP, * ALLAH'I ANARKEN * Uğur ÖZIŞIK @Uğur ÖZIŞIK * Tür: TürAnlatı Sayfa sayısı: 70 KİTAP KAPAK TASARIM, DİZGİ, YAYINA HAZIRLAMA: maviADA KİTAP * Uğur ÖZIŞIK'ın 29 Eylül 2022 - 1 Mart 2023 tarihleri arasında maviADA Dergisinde yer alan, sağlık nedeniyle ara verdiği yazıları, o yazmaya yeniden dönünceye kadar hatırasını yaşatmak, yitip gitmesin diye bir maviADA Dergisi Kitap Grubu tarafından tasarlanıp E-KİTAP haline getirildi. *KİTABI BİLGİSAYARINIZA İNDİRMEK İÇİN AŞAĞIYA TIKLAYIN

  • KİM KAZANIYOR?

    Fuat ÖZGEN * Yanıyor, kesiliyor ormanlar Havayı kirletiyor bacalardan çıkan dumanlar Dereleri, gölleri, denizleri kirletiyor atıklar Yanıyor, boğuluyor, ölüyor yaratıklar Koyları, dağları, yaylaları yağmalıyor yabancılar Doğa dostları tartaklanıyor, tutuklanıyor Doğal çevre bozuluyor, yaşam zorlaşıyor İklim değişiyor, hastalıklar artıyor Gidenler geri gelmiyor, kalanlar zorda Ciğerler yanıyor, yürekler kanıyor Yaşanmaz duruma gelen yurdumda Kim kazanıyor?

  • KOZAK YAYLASI ve BERGAMA

    Şenol YAZICI 18 Temmuz 2022 Kozak Yaylasını hep duyardım. Dev ağaçlarla kaplı bir orman denizi canlanırdı gözümde. Danıştıklarım, herkes, bir şey söylüyordu, birleştikleri bir nokta yoktu. Hissettiğim, güzel demek için uğraşıyorlar, ama öyle aman aman bir güzellik de yok, sonunda bir yol yapmışlar, emek vermişler, ne desinler ki? Vardığım yargı, farklı doğal güzellikleri olan bir orman alanı, deneyimlemekten keyif de alabilirim, düş kırıklığına da uğrayabilirim daha güzel bir seçeneğin yoksa düşünmeli. Bana en çok sıkıldığın gün hangisi deseniz "Babalar Günü" derim. Hem senin günün olacak, hem de kendini ve çevreni de eğlendirecek, özel kılacaksın. Kolay mı? O zaman Kozak Yaylası sevimli göründü. Bergama ise bildiğimiz PERGAMON, her dem sevilir. Anısı yeter. Allahın Ağacı Bir ağaç düşünün ki kayalık ve susuz bir dağ başında büyüyor, gölge veriyor, odunundan dalından budağından yararlanıyorsun, yetmiyor dünyanın en değerli endüstriyel meyvelerinden birini, çam fıstığını da de sunuyor ellerine... Ne güzel diye geçiyor aklımdan; her yan fıstık yüklü çamlarla dolu... İyi de para ediyor, zorda kalırsan uzan bir dalına topla, götür sat... Ne şanslı insanlar, diye düşünüyorum. Şuradan bir yer çevirsem, içinde bir kaç kök çam olsa... Allahın ağacı işte... Hiç de öyle değilmiş; bu ağaçların her biri kişilerin tapulu malı. Dikmesi bir dert, bakması bir dert... Sonra devasa ağaçlara bakıyorum, bunların dallarına erişilir mi? Toplaması herhalde bin dert... Özel toplayıcıları var, 4-5 metrelik sopalar kullanıyorlar. Bir yerlerde okumuştum; onları bekleyen bir meslek hastalığı varmış: Çoğunun ikinci çocuğu olmuyormuş. - Gidişli gelişli tek şerit asfalt yol virajlı olsa da bakımlı... Yol kenar çizgilerini algılayan bir araç olsa, elli kilometreye sabitle... Bu orman bir derya... Dışarıdan vahşi bir hayatın bir parçası gibi duran orman sürprizleriyle şaşırtıyor. Antik devirden bu yana fıstık çamı, üzüm, ceviz gibi meyveler yetiştiriliyor. Bir insanın varolabilmesi için her şeyi barındırıyor . Orman granit bakımından da zengin ve taş kaliteli. Yol kenarındaki levhalara dikkat ederseniz daha ilginç şeyler de görmek mümkün. Roma hamamları, ören yerleri de var. Hayat Bir Okuldur, Fıstıkçamı da Öğretmen Öğreniyorum. Fıstık çamı ilk meyvesini 8 yaşından sonra vermeye başlar. Dereceli olarak 20 yaşına kadar verim artışı yükselerek devam eder. Tam verimini 25 ile 50 yaşları arasında yapar hale gelirmiş. Peki sonra... Yaşlanan ağaçlar ne olur? Bunun yanıtını alamıyorum. Ortalama iyi bakılmış yerini seven 10 çam fıstığı ağacından 50 ila 75 kg arası mahsul alınabiliyormuş. Temmuz 2023 fiyatlarına göre endüstriyel bir bitki olan çam fıstığının kilosu ortalama olarak 1000 L çevresinde... Çam fıstığı hasatı her yıl kasım ve mart ayları arasında yapılır. Hasat yapılan kozalaklar kuru ortamda bekletilerek temmuz, ağustos aylarında açık alanda güneş ile kurutulmalıdır. Kuruyup açılan kozalaklardan meyveler makine yardımı ile kolay bir şekilde hasat edilebilir. Makineden çıkan künerleri su ile yüzdürüp temizleyerek tekrar kurutularak satışa hazır hale gelmektedir. İnsanlarla konuştuğumda bazı ağaçların yeterince kozalak üretemediğini, bazen hiç vermediğini ya da tane tutturamadığını söylüyorlar. Geçmiş yılları her geçen gün arıyorlarmış. Çitçinin hayatından memnun olduğunu hiç görmedim ama bu verimsizlik hayra alamet değil. Bence ağaçları gençleştirmek gerek. Ezbere konuştuğumu düşünüyorlar, bu konu hiç açılmıyor. Oysa fındıktan bilirim. Yaşlanan dal nazlanır artık. Bir ağacı gençleştirmek en az on yıl beklemek demek. Çok zaman... Bazı insanlar iyice umutsuz. "Bu dağlarda çam fıstığı biterse Bergama aç kalır." diyorlar. Dur bakalım, Bergama'nın daha neleri var, altını, tarihi.... Kalmazlar belki ama fıstıkçamı olmadan zorlanacakları kesin. LOKANTALAR Yayla da çok yerde , piknik yapma şansı var. Ayrıca çok sayıda lokanta da... Ünlü tatil beldelerine yakın diye o donanım da hizmet veren yerler bekliyorsanız heveslenmeyin, fiyatları biraz benzese de ilgisi yok. Bir kere Bolu dağı lokantalarını hiç andırmıyorlar. Basit, ilkel, ama umduğumuz gibi doğal değil ve pahalı dükkanlar... Gerçi, artık ne ucuz diyeceksiniz de, karşılığını alamıyorsanız çay bile pahalıdır; bu tip lokantalarda bazen yakalanan o lezzet, yöresel bir tat da yok. Yaylada herhalde kuru fasulye yenilir, diye istediğim yemeğin fasulyeleri sanırım doğru zamanda kabarsın diye suya konulmadığından tüfek saçması gibiydi. Bir gözleme dünya para... Herhalde sır otundadır diye sordum, adam meslek sırrı dedi. * DOĞA RASTLANTILARIN SANATÇISIDIR Siz hiç bir kayaya hayranlık duydunuz mu? Şu güzelliğe baksanıza... Doğa en büyük sanatçı demez misiniz? Rastgele attığı fırça darbeleriyle dünyanın en kusursuz tablolarını yaratıyor. Sanki Şeker Ahmet Paşa'nın en iddialı peyzajı... Granit bunlar, mağmatik kayalar, işlenmeye çok uygun ve harika sonuçlar alınan bir taş... Yollar ıssız ama hız yapmaya uygun değil, dikkat istiyor. Başka türlü kendinize yapacağınız bir yana, bu güzelim çamlara ya da kayalara zarar verebilirsiniz. Yolun bir bölümü böyle... çam ve kaya... Ormandaki Atatürk * Bir taş atölyesini görmek için yoldan ayrıldığımızda bu heykele rastladık. Öyküsünü sonradan öğreneceğim, güven veren o temiz yüzü görmek dağları tanıdık, bildik yaptı birden. Garip bir hal, yirmi yıl önce aklıma bile gelmeyecek bir durum: Atatürk varsa çevrede ruhum kaygıdan azade, rahatlıyor; BURDA MEDENİYET ve ÇAĞDAŞLIK var diyorsunuz. Atatürk Anıtı; Türkiye deki Atatürk anıtlarının en farklısı BERGAMA – KOZAK YAYLASI anıtıdır. Bu anıtta Atatürk, golf pantolonlu spor takım giysisi , başındaki kasketiyle bir kayanın üzerine oturmuş, elini üst üste dizilmiş beş kitaba dayanmış olarak dinlenirken görülüyor. Kitapların adları : (Milli Mücadele ) , (Cumhuriyet ), (Devrimler ), (Bilim ve Sanat), ve (Nutuk) olan bu kitapların adları uzaktan okunabilecek büyüklükte harflerle sırtlarında yer alıyor. Yaşamını Almanya da sürdüren 30 yıllık eğitimci, doğa sever SÜHA ŞEN, Kozak Yaylasında fıstık çamları arasında yürüyüş yaparken bir heykel kaidesi görünümündeki iri bir kayayı görmüş ve köye giderek muhtara bu kayanın bulunduğu araziyi almak istediğini bildirmiş. Arazi sahibi Bağyüzü Köyünden YÜCEL KORAY , Süha Beye bu araziyi ne amaçla istediğini sormuş, Süha Şen ( Bu kayanın üzerine bir Atatürk Anıtı yaptırmak istiyorum ) yanıtını alınca ; Arazi sahibi (Bu amaçla almak istediğin araziyi parayla satmam ! Çamlığımdan sınırını sen çiz, istediğin kadar araziyi bu amaç için benim armağanım olarak kabul et! ) demiş. Daha sonra Süha Bey Türkiye de 18 ilde Atatürk ve Cumhuriyet konulu heykelleri ile 90 şehitlikte bu çeşit heykelleri bulunan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM beyi bulmuş. (Bu güzel girişime benim de katkım olsun ) diyen ve anıtı hiçbir ücret almadan yapan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM bey bu eseri tamamladıktan çok kısa bir zaman sonra trafik kazasında yaşamını yitirmiştir. * Bu fotoğraf ve altBilgi ; Şafak OMAN https://www.safakomac.com/2020/09/17/18803/... adresinden alıntıdır * GÜZELLİK DETAYDADIR * Fıstık çamlarının arası doğanın rastlantıda yakaladığı o estetikle gelişi güzel serpilmiş granit kayalarla dolu. Granit dayanıklı ve işlenmeye iyi yanıt veren bir magmatik oluşum. Heykel Atatürk, daha küçük bir kayanın üstünde oturuyor, elini kitaplarının üstüne koymuş dinleniyor. En güzel yanı da Atatürk'ün heykellerinde görmeye alıştığımız görünümde değil de spor kıyafetler içinde tasarlanması ... Sanki bir yürüyüşten dönüyor ya da gidiyordu. Oraya şöyle bir uğramış soluklanıyordu. Her zamanki militarist giysileri ve tavrı yoktu üzerinde. O çelik bakışları da... Dikkatle yarattığı ülkeyi ve zor öğrenen yurttaşlarını kusur arayan bakışlarla izlemiyordu. Bakana "Savaş bitti, rahat ol " der gibiydi. Öyle bir şey yazmıyordu ama Atatürk, bu kez başka bir şey söylüyordu: "Benden bu kadar, artık başınızın çaresine bakın. Bildiğimi öğrettim, yapacağımı yaptım sizin için. Kazanımlarım, mirasım doğru kullanırsanız torunlarınıza da yeter. Daha iyisini siz yapın, yapın da göreyim." Çeşmenin duvarı da doğal kitabe olmuş. ATA'nın kendi sözlerinden alıntılara, hakkında söylenenlere yer verilmiş. BERGAMA Batı Giriş Orman giderek seyreliyor, ovaya iniyoruz. Solda tanıdık bir tepe görüyorum: PERGAMON, AKROPOL Binlerce yıldır bu toprakları bereketli bir ovaya çeviren BAKIRÇAY havzasındayız. Evlerin Arkasında Tepede Akropol . Bu evlerin arkasında dik bir tepe vardır, 334 metre yüksekliğinde. Tepenin çapının ne olduğu konusunda bir fikrim yok, aradım bulamadım. Biri biliyorsa sevabına yazsın. Akropol orda... Tepenin bir düzlüğü yok. Tıraşlayarak, teraslama yöntemiyle kurulmuş antik şehir. Dışı da surlarla çevrili. Sevgili PERGAMON 87'de ilk görmüştüm. Bu muazzam antik kent ondan sonraki süreçte kabem olmuştu. Ne zaman, kiminle yolum bu tarafa düşse mutlaka uğrardım. Hoş düşmese de bir yolunu bulup düşürürdüm. Yolarkadaşım taş görse hemen harç döküp inşaata başlayacak Laz müteahhit olsa bile benim sanki kendi hikayemmiş gibi sahiplenip hırs ve inatla anlattığım tarihsel hikayelerden etkilenip sonunda arkeolog kesilip teslim olur, Dağı dolanan oldukça rampa, belki antik çağdan beri kullanılan patika üstüne işlenmiş dar bir asfalt yolla çıkılırdı tepeye. Başlangıcında da girişe bakan bir kulübede görevli olurdu. 99 yazında, depremden az önce, nerden dönüyorsam akşama doğru ancak ulaşabilmiştim Bergama'ya. Araçla girmeme izin vermedi görevli. Ben de:" Yürümemizi istiyorsun galiba," deyince üstümüzde yükselen dağın dik yamaçlarına bakıp hınzırca gülmüştü; "Hadi çıkın da görelim." O üç yüz kusur metre dik yokuşu, ayaklarıma takılan çanak çömlek, tuğla, mermer parçalarına aldırmadan tırmanmıştım. Tepede de dilim dışarıda, iki sütun arasına susuzluktan yanmış vaziyette oturmuş aranırken, halime acıyan bir gezgin kadının verdiği sütü içip güneşin batışını izlemiştim. Şimdi bir de teleferik açılmış, tepeye ulaşan. KIZIL AVLU M.S 2. yy’da İmparator Hadrian döneminde inşa edilmiş ve muhtemelen Mısır tanrıları Serapis, Harpokrates ve İsis... tapım görmüştür. 270.00 x 100.00 m alanda inşa edilen, 60.00 x 20.00 m. boyutlarında olan tapınak, antik devrin Pergamon'unun en görkemli anıtsal yapılarından birisidir. Tapınağın tamamının kırmızı tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu sebebi ile halk arasında “ Kızıl Avlu” olarak adlandırılmıştır. İncil'de adı geçen 7 kiliseden mekanı bilinen tek kilise bu yapının içinde yer alır, aynı bölüm günümüzde cami olarak hizmet vermektedir. KIZIL AVLUDAN BİR DETAY Tersine Bir Kültür İstilası * Roma'nın bir kasaba dolduracak kadar kendi tanrısı varken Kızıl Avlu'da Mısır tanrılarını racon keserken görürüz. Kleopatra, Sezar ve Marcus Antonius'tan çok sonra, 2. yüzyılda Roma'nın en başarılı beş imparatorundan 3.sü olan ilk kez sakallı olarak büstünü yaptırtan Hadrianus tarafından yaptırılır Kızıl Avlu. Kleopatra'ya sırılsıklam aşık Sezar'ı ve Marcus Antonius'u anlarsınız da Hadrianüs'e ne oluyor ki Mısırlı tanrıyı da taşımış Bergama'ya? Tarih hiç unutmuyor. Hadrianus de bir Mısır aşığıdır aslında, ama onunki başka bir AŞK... Sebep ne olursa olsun bir tersine istila halidir bu. İlk adımı, Kleopatra için kendi donanmasını yakarak zamanının en büyük kitaplığı olan İskenderiye kitaplığının bir bölümünün de yanmasına sebep olan Sezar'ı saymazsak İskenderiye Kitaplığını da aşarak çağının en büyük kitaplığı olan Pargemon kitaplığındaki 200.000 kitabı Kleopatra'ya bağışlayan Marcus atmıştır hem de... Bergama Üzerine Athena Tapınağı Aslı Berlin Müzesinde - MİLLET olarak bulunduğumuz kentte bir ören yerini, bir müzeyi ziyaret etme olasılığımız, meraklı bir konuğumuz gelmedikçe neredeyse sıfıra yakın... İyi biliyorum ki, Bergamalı olsam belki de türlü hastalığa iyi gelen bir yatır denilerek ikna edilmemişsem, bir kez tarihini okumaz, ören yerlerini gezmezdim... O zaman ne diye üzülüyorum anlamıyorum, ama şimdi ZEUS SUNAĞININ Berlin'de olmasına felaket kızıyorum. Bu kızgınlığı ve isyanı hangi psikolojik yaklaşım ile açıklayabilirim bilemiyorum? Öyle ya elimizde olsaydı kimbilir hangi ahırın duvarına yama olacak taşları mermerleri elin adamı çalmış, korumuş, bir de ona müze yapmış. Benzeri boşandığımız, ayrıldığımız kadınlar için de var. Değerini bilmediğimiz o kadınları ayrıldıktan bilmem kaç yıl sonra başkasıyla görünce hangi ruh haliyle delirdiğimiz olur. Bu seferde öyle... Carl Humann Anadolu'da demiryolu inşa işinde çalışan şimdiki adı Almanya olan Prusyalı bir mühendisti. Bergama'da denk geldiği Zeus Altarı ve Athena Tapınağı ilgisini çekmişti. Tonlarca ağırlığı olan iki antik devir yapısını yerinden söktürmüş, Dikili'ye taşıtmış, gemilerle İzmir'e, ardından Berlin'e göndermişti. Bu aylarca sürmüştür, hiç mi kimse farketmemiş, bir dağdan sökülecek, ovaya indirilecek... diyeniniz varsa bunun için gerekli izinler önceden alınmıştı. Bu kazı için Maarif Nezareti’nden 2 Ağustos 1878 yılında izin alınmış, denetçi olarak da Ali Rıza Efendi kazılara iştirak etmişti. Yani kazı tamamen yasaldı mesele çıkartılan eserlerin içeriği ve Almanya ile olan tarihi eserlerle ilgili anlaşmaya ne kadar uydukları idi Ayrıca merkezi idarenin izin vermemesi düşünülemezdi, zira Almanya’ya olan dış borcumuz bir hayli fazlaydı. Ayrıca yapılan anlaşma gereği inşa ettikleri tüm demiryolları ve bu güzergâhların 20 kilometre yakınlarında bulunan her türlü maden ve tarihi eseri çıkarma imtiyazı Almanlara tanınmıştı. Kazı çalışmalarında buluntunun 3 te birini kazıyı yapan alır, maddesi vardı. Osmanlı Devleti'ne ise payına düşeni ödemişlerdi. Yani izinli... Kendimizi avuttuğumuz gibi hırsızlık değil. Tıpkı Ulu Hakan Abdülhamit tarafından özel fermanla hediye edilen Milotos Agora Kapısı gibi... Theodor Wiegand idaresindeki Alman arkeolojik araştırma ve kazıları sonunda hemen hemen tümüyle Güney Agorasi için anıt "Milet Pazar Kapısı" taş taş parçalara ayrılmış; taşlar Almanya'ya taşınmış ve yapı yeniden birleştirilmiştir. Ortaya çıkan bu şaşaalı antik eser Berlin'de Bergama Müzesi'nde özel bir odada gösterilmektedir. Günümüzde Berlin' deki Pergammon Müzesi, ziyaretçilerine İngilizce, Fransızca ve Türkçe olarak; 'Köylüler bu eserleri ufalayıp, toprağa katarak yeni ev yapıyorlardı , bunun için bu sunak burada ' şeklinde yazıldığı görenlerce söylenir.' Şimdi geri istiyoruz öyle mi? Atı alan Üsküdar'ı geçmiş, hem de iyi ki geçmiş,.. o zamanın sözü müydü? ÖLÜMÜN GİREMEDİĞİ YER Asklepion - İsmini sağlık tanrısından alan Bergama Asklepion , antik çağın hastanesi olarak tanımlanır. Asklepios, mitolojide Apollon’un oğludur ve hastalıkları tedavi etmesiyle ünlüdür. Kapısında "Ölümün Giremediği Yer" yazan hastanenin bir özelliği öleceği kesin görülen hastaları almayışı...Yani iyileşecek hasta kabul edilerek bu ünvan elde edilmiş... Uyku odalarında hastaların istihare uykusuna yatırılması, su sesi, çamur kürü, şifalı su, hacamat, açlık tokluk kürleri, terapi ve müzik dinletisi gibi çeşitli yöntemlerle hastalıklar tedavi edilmeye çalışılmıştır. Hipokrat’tan sonra en önemli sağlık insanı olarak bilinen Galenos burada yaşamıştır. Bergama meydanında Galenos için yapılan bir heykeli de görebilirsiniz. Asklepion’un geçmişinin M.Ö. 4. Yüzyıla kadar gittiği düşünülüyor. Kutsal çeşmeyi, Galenos'un büstünü, şimdi bile tıp biliminin kullandığı simgelerden bir sütuna sarılı iki yılanı görebilirsiniz. ZEUS ALTARI Aslı Berlin'de - Pergamon Krallığı'nı yöneten Attalos hanedanı tarafından MÖ 2. yüzyılda yaptırılmış anıtsal dinsel bir yapıdır. At nalı biçimdeki yapı Bergama Akropolü üzerinde bulunur. 35,64 m genişliğinde 33,4 m derinliğindedir. Yapının ön tarafında bulunan merdivenler 20 mt genişliğindedir. Dışında ve iç mekanlarında bulunan mermer kaplama üzerindeki freskler sanat tarihinin en önemli yapıtları arasında sayılır. Dış cephe freskleri antik Helen dünyasının Olimpos tanrıları ile devler (Gigantlar) arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon'un kuruluş söylencesi olan Telefos söylencesini anlatır. Bu görkemli yapının kalıntıları 1870'li yıllarda Alman mühendisi Carl Humann tarafından, o zamanın Prusya'sına götürülmüştür. Bugün, Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde sergilenmekte ve her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edilmektedir. BERGEMA KAĞIDI PARŞÖMEN Parşömen, üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen ismi Bergama'dan gelmektedir ve "Bergama Kağıdı" anlamında Latince Charta Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir. Pergamon, PARŞÖMENİ üreterek antik çağın en büyük kitaplığını burada kurmayı başardı. Marcus Antonyus oradan aldığı 200 bin kitabı Kleopatra'ya hediye etmeseydi, nasıl bir zenginliğimiz olacaktı düşünün. Mısır firavunu , Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesiyle yarışır hale geldiğini görünce Anadolu'ya papirüs ihracını yasakladı. Bergama'nın Kralı II. Eumenes de yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vadetmiş. O zamanki kütüphane sorumlusu Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirmiş ve krala sunmuştu. Parşömen MÖ II. Yüzyıldan başlayarak Bergama'dan bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte kullanılmış, daha sonra XII. Yüzyıla kadar tek yazılı aktarım aracı olarak kültürü sonraki yüzyıllara taşımıştır. Özenle işlendiğinde her iki yüzüne de yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı, hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok avantajı düşünüldüğünde, şaşırtıcı olan yanı parşömenin papirüsün yerini alması değil, bunun bulunmasının niye bu kadar geciktiğidir. En akla yakın yanıt parşömen yapımının zaman içinde birçok deneme ve yanılmanın ardından mükemmelleşmiş olduğudur. Parşömen yapmak için deri kirece yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle zımparalanır. Her işlemi tekrar etmek sonuçta elde edilecek parşömenin kalitesini arttırır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Bugün hâlâ parşömen yapımını bir bilimden ziyade bir zanaat olarak görmek gerekir. Mağara duvarı, kil tablet, mermer, balmumu tablet, papirüs, kâğıt, bilgisayar ekranıyla karşılaştırıldığında kaliteli bir parşömen insanlığın kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış duygusu uyandırmaktadır. Parşömen günümüzde maliyet nedeniyle az da olsa hat sanatı ve özel belgelerde kullanılmaktadır. * Aklımdaydı ama yazı çok uzayacak diye değinemedim; Bergama'nın tarihi de çok ilginç. En son geride bir velihat olmadığından kendi gönlüyle başka bir devlete katılan ilk ve belki de tek örnek olması bir yana, o zamanın parasıyla 9000 Tales altınla işe başlayan kaç devlet vardır? Sonraki yıllardaki zenginliğinin ve gücünün de buradan geldiği söylenir. İlginizi çekerse araştırın, yazın oyle bir yazı, yer verelim ya da yorumlara ekleyin.

  • Muğla’nın Akbelen Köylüleri Doğaya Sahip Çıkıyorlar. Yanlarındayız!

    Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ * Muğla-Milas’taki Akbelen Ormanı’na yapılacak kömür maden sahasının genişletilmesi çalışmalarına ve doğal orman alanlarının korunması konusunda köylülerin yanında oluğumuzu belirtmek isterim. Bodrum ve Milas’ın en önemli su havzasında bulunan Akbelen Ormanında ki ağaçların kesilmesi doğal olarak bölgenin otokton (yerli) halkı tarafından geleceklerinin şimdiden kurutulacağı kaygısı ile karşı çıkıyorlar. Basına yansıyan görüntülerde onlarca yıllık ağaçların kesilmesini engellemek isteyen yurttaşların sıcağın altındaki kararlı tutumu hepimizin talebidir. Yine basına yansıyan haberler ve görüntülerden sıcak altında bunalan güvenlik görevlisi jandarma da sıcaktan korunmak için kesilmek istenen ağaçların gölgesinde dinleniyor olmasıdır. Bu manzara bile insanın bozulan ekolojik yapı karşısında yine doğanın sunduğu olanaklara sığınmaktadır. Ekoloji çalışan, biyocoğrafya bilgisine sahip her bilimci ve duyarlı yurttaş köylülerin yanında yer almak durumundadır. Anayasanın 169’ Maddesi Ormanların Korunması ve Gelişilmesini Savunuyor Evet doğanın yanındayız onun için Akbelen ‘in yanındayız! Ülkemizin anayasası doğanın korunmasını insan sağlığını öncelikli savunmaktadır. 1982 Anayasasının “Ormanların korunması ve geliştirilmesi” başlıklı 169. Maddesi (Ormanların korunması ve geliştirilmesi) “Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır” der. Ayrıca ülkemizin de taraf olduğu uluslararası anlaşmalara (“Enerji İçin Kömür Kullanımını Sonlandırma- Paris Anlaşması) göre sera gazı emisyonu azaltacak ağaçlandırmaya önem vermesi bekleniyor. Bu bağlamda devlet yetkililerinin doğanın, kurdun-kuşun, yaşama can veren ağacında hakkını korumak isteyen bölge insanın sesine kulak vermesi gerekir. Çünkü bu doğa çevresi ile iç içe yaşayan insanlar orayı daha iyi korur ve yaşamını da orayla bütünleştirir. Dün Ak Yatağan’da kömürle çalışan termik santraller karşı çıkılırken de vatandaşlar tartaklandı. Şimdi halkı ve yazın bölgeye gelen turistler kömürün tozundan ve çevre kirliliğinden mustarip oluklarını belirtiyorlar. Nefes almıyoruz! sağlığımız bozuldu diye feryat ediyor. Hatta dönem dönem hava kirliliği nedeniyle bazı üniteler dinlenmeye de alınıyor diye duyumlar alıyoruz. Aynı yanlışa düşmemek için sorunu kökten doğa ile barışı, yenilenebilir enerji ekseninde işlemekte yarar var. Ülkemizin kendi doğasını kolay elden çıkarmamalı. Kömür gibi iklim değişimlerine yol açan enerjiler yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının devreye sokacak, karbon ayak izi düşük yöntemleri planlamamız gerekir. Dünyamız güneşte meydana gelen güneş lekelerinin de etkisi ile artan sıcaklar her tarafı cayır cayır yakmaktadır. Yaşanan iklim krizi ile yanıp kavrulan canlı varlığının kurtuluşu daha fazla kömür çıkarmak değil, nefes alma kaynaklarımız olan ağaçların yaşamasını sağlamaktır. Bugünlerde gölgesine bile muhtaç olduğumuz yaşamın sigortamız ormanlarımızı çoğaltmak ve korumak zorundayız. Oramı ve bitkiyi korumak günümüzün en önemli yaşamsal zorunluluğudur. Bugün doğamıza ve ekosisteme sahip çıkamasak yarın yaşanan iklim değişimleri altında yaşayacak yer de bulamayacağız. 26 Temmuz 2023, Adana

  • Tiyatro Varsa Ben Varım

    AFİFE JALE * Nurten B. AKSOY * "Beni de alın koynunuza ne olur hatıralar Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar" Selahattin Pınar “Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım!” diye haykıran, toplum hayatında bir ilk olandı; yani kendi deyişiyle “ilk ateşi yakan”,” ilk türküyü söyleyen”, ”ilk aşkı ya da direnişi başlatan”dı ve bunun bedelini çok ağır ödedi Afife Jale. Çünkü ilkler yol boyu bu bedeli öderler… 1902 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Afife Jale, Türk kadının en güçlü sesidir. İlk kadın Türk tiyatro oyuncusu olan sanatçı, 1902’de orta halli bir ailenin kızı olarak İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya gelir. Doktor Sait Paşa’nın torunu olan Afife’nin babası Hidayet bey, annesi ise Methiye hanımdır. Afife’nin çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardır. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde (Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi) okurken de aklı tiyatrodadır. Tiyatro sevgisiyle 1918’de, Türk ve Müslüman kadınlarının sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde Dârülbedâyi’de (Şehir Tiyatroları) açılan sınava girer. Sınava girdiği birkaç kız arkadaşıyla birlikte, stajyer kadrosuna alınırlar. Ancak arkadaşları nasılsa sahneye çıkamayacakları düşüncesiyle bir müddet sonra istifa ederler. Oysa Afife inatla direnir, bir yılı aşkın bir süre boyunca bütün provalara katılır, kendini sahneye hazırlar; ama bir türlü sahneye çıkamaz. 1920 yılında Hüseyin Suat’ın sahneye koyduğu “Yamalar” adlı oyunda “Emel” rolünü oynayan Eliza Binemeciyan adlı yabancı bir oyuncunun yurt dışına kaçması ile onun yerine bir bayan oyuncu aranmaya başlanır ve sınav düzenlenir. İşte Afife bu sınavı kazanarak “Jale” takma ismi ile sahnede ilk kez yer alır. Gösterdiği üstün performans ile izleyenleri etkileyen sanatçıya, büyük alkış ve çiçeklerle destek verilir. Fakat sanatçının mutluluğu kısa sürer Şehir Tiyatrosu polis tarafından baskına uğrar. Sanatçı o esnada “Tatlı Sır” adlı oyunda rolünü icra etmektedir. Polisi gören Ermeni bir oyuncu sanatçıyı bahçeye kaçırarak polisin elinden kurtarır. Fakat bu baskınlar bir türlü son bulmaz. “Odalık” adlı oyunda rolünü sahneleyen sanatçı, tekrar baskına uğrar ve yine makine odasına kaçırılarak polisin elinden kurtarılır. Bu olaylardan sonra Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) devreye girer ve Müslüman Türk kadının sahnede rol almasını yasaklar. Sanatçı ilk baskınlardan kurtulsa da son baskında yakalanarak polisler tarafından götürülür. “Dinini milliyetini unutan sen misin?” diye hırpalanır. Bu arada babası da sanatçıyı “kötü kadın” oldun diyerek evlatlıktan reddeder. Bütün bunlar yaşanırken Afife bir yandan da şiddetli baş ağrılarından muzdariptir. Artık sahnede, “Jale” adını kullanan Afife, sanatı için baba evini terk eder. Dahiliye nezaretinin bir buyruğu ile belediye, 27 Şubat 1921 günü 204 sayılı bildiriyi Darülbedayi Yönetim Kurulu’na gönderir. Bildiride, Müslüman kadınların kesinlikle sahneye çıkamayacakları yazıyordur. Bu bildiri üzerine Afife’nin, Darülbedayideki ücretli görevine de son verilir… Artık hayat Afife için çok zorlaşmıştır. Güvencesiz ve parasızdır ama tiyatro onun için bir tutkudur ve gözü tiyatrodan başka bir şey görmez. Nihayet 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Türk kadınının sahneye çıkma yasağını ortadan kaldırır ve Afife Jale özgür bir şekilde oyunculuğunu yapmaya başlar. Turnelere çıkan sanatçı, birçok tiyatro sahnesinde rol alır. Fakat sanatçı, yaşadığı ağrılar ve sıkıntılı günler neticesinde doktor tavsiyesiyle, ağrılarını durdurmak için kullandığı morfine bağımlı hale gelir ve tiyatroyu bırakmak zorunda kalır. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılarak, tedavi görür. Bir müddet sonra da Balıklı Rum Hastanesi’nde 24 Temmuz 1941’de henüz 39 yaşındayken sessiz sedasız çeker gider, hayata veda eder. Afife Jale ilk sahneye çıktığı o tarihi geceyi, altı yıl sonra Refik Ahmet Sevengil’e şöyle anlatır: Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle gerçekten ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdu, alnımdan öptü: “Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin” dedi. Afife Jale ile Selahattin Pınar “Bir bahar akşamı”, rastlaşırlar Kadıköydeki Kuşdili Çayırı’nda düzenlenen Hafız Burhan konserinde… Uzun zamandır saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biri olan Selahattin Pınar, Hafız Burhan’ın arkasında tambur çalmaktadır. Afife Jale ise konseri izlemeye gelmiştir. İkisi de 25 yaşındadır ve görür görmez birbirlerine aşık olup “Daha önceleri neredeydiniz?” derler ve evlenmeye karar verirler. Her ikisi de gençliklerini acılar içinde geçirmişlerdir. Evlenince hayat boyu özledikleri her şeyi birlikte yapmaya, mutlu olmaya çalışırlar. Selahattin Pınar, o güzel bestelerini çalar, Afife de dinler, dinler… Ancak bu güzel ve mutlu günler uzun sürmez. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordur ve tiyatronun boşluğunu daha önce tedavi amaçlı kullanmaya başladığı uyuşturucularla doldurur. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştır. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun damarına morfin şırınga ettiğini görür ve çöker. Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duymaktadır… Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başlar… Bu gidişi geri çevirebilmek için çok uğraşırlar ama olmaz bir türlü olmaz! Bir ara Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi olur. Bunun üzerine Afife, “Terk et beni!” diye yalvarır ona, “Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim!” der. Pınar, 6 ay sonra içi kan ağlayarak Afife Jale’yi terk eder. Artık ikisi için de en kötü yıllar başlamıştır. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aş evlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağlar. Afife Jale, kimsesizliğin, terk edilmişliğin, yoksulluğun son durağı olan Balıklı Rum Hastanesi’nde, bir deri bir kemik olarak 24 Temmuz 1941 tarihinde veda eder hayata… Ölümü, gazetelere haber bile olmaz. Cenazesine sadece dört kişi katılır. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gider, unutulur… Selahattin Pınar, Afife’nin ölümünün ardından paralar kendini. Pek çok ölümsüz, hicran dolu besteye imza atar. Son katıldığı radyo programında “Hatıralar” şarkısını seslendirir: Beni de alın koynunuza ne olur hatıralar Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar Afife Jale, Türk Tiyatro Tarihi’ne adını bir kadın olarak, çok genç yaşta kazımış bir sanatçıdır. 1997’den beri adına düzenlenen Afife Jale ödülleri her sene genç, yaşlı, kadın, erkek oyuncular tarafından gururla taşınmaktadır. Ama ne ismini taşıyan heykelcikler ne de kendisinden sonra gelecek nice Müslüman kadına açtığı yoldur “Afife Jale” adına asıl görkemi katan. O, bir devrin başıyla, geçmişin kesiştiği yerde, kendine olan güveni ve cesaretiyle tutkusunun peşinden giden kadın olarak, “unutulmayanlar” listesinde baş sıralarda olacaktır hep… Ölüm yıldönümünde anısına saygıyla...

  • NE DESEM

    Yusuf AKSOY * Yol üstünde koparılmış ekmek buldum ekmek sahipsiz yolları kapalı kaldırımlarda birbirinin yüzlerine bakamayan ekmek kuyruğunda insanlar utanıyorlardı sanki yüzlerinden uzaklardan gelmiş hissiyle dolaştım dili tutulmuş sokaklarda az gittim uz gittim dere tepe ters gittim yere bakanlarla çarpıştım durdum görmediler bile beni hafızaları çekip gitmiş çoktan el sallayıp dururlar bir de ne desem bilemedim

bottom of page