top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Hep Haklı Çıktı Zaman

    Fikret KUŞÇUOĞLU * Çocukluğu gençliği, sanki hiç yaşamadık Mevsimler gelip geçti, su gibi aktı zaman Güvercin kanadında, baharı okşamadık Bir yığın hatırayı, kül etti yaktı zaman Bu aşkın deryasında, yalnız ben olacaktım Albümdeki resminle, baş başa kalacaktım En son nefeste bile, kapını çalacaktım Usandı beklemekten, sitemden bıktı zaman İkimizin olduğu, bir dünya kuracaktım Gördüğün rüyaları, hep hayra yoracaktım Kıpkızıl akşamları tüllere saracaktım En renkli umutları, vakitsiz yıktı zaman Durmadı kararında, verdiği sözden caydı Görmedi kusurunu, herkesi suçlu saydı Gökyüzünden her gece, bir başka yıldız kaydı Yolcu etti herkesi, ardından baktı zaman Bir bakış, son yalvarış, ruhumu esir aldı Kurulu saatlerin, hepsi zamansız çaldı Başladığım tablolar, resimler yarım kaldı Hesabı çabuk gördü, hep haklı çıktı zaman

  • Zafer Bayramımız Kutlu Olsun

    DERLEME / Nurten Bengi Aksoy * 1922 yılında, 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkomutanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi, (İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de) sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı en büyük zaferdir. Zafer Bayramı olarak kutlanan bu günü Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı olarak yazdığı büyük eserinden, özellikle Büyük Taarruzun anlatıldığı bölümden aldığımız dizelerle anmak istedik. ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN… KUVÂYİ MİLLİYE DESTANI'ndan Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den dünyanın en yıldızlı karanlığını. Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık Tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. Kuzeydoğuda Güzelim Dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu… Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, Birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu. Paşalar: ‘üç’ dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı. Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı: Anadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. Sonra. Sonra, 30 Ağustos’ta düşman kuvâ-yı külliyesi imha ve esir olundu. Esirler arasında General Trikopis, Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk Frenk uşağı… Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü Ve şu türküyü duydu. “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…” “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim” Sonra. Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlaya ağlaya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i… *** Kurtuluş Savaşı Destanı’nı (Kuvâ-yı Milliye Destanı) Nazım Hikmet uzun araştırmaları sonucunda 1939-1941 yılları arasında cezaevindeyken yazmıştır. Destanı yazarken yararlandığı en önemli kaynak Atatürk’ün “Nutuk” isimli eseri olmuştur. Destanda anlatılan olaylar gerçekten yaşanmış olaylardır ve her bir karakter, halkın içinden çıkmış gerçek kahramanlardır. Şair, pek bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış isimlerinden yani halktan bir destan yaratmayı tercih etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Şairin destanı yazarken, dayısı ve Atatürk’ün silah arkadaşı General Ali Fuat Cebesoy’un anılarından, belge ve kaynaklarından yararlandığı da bilinir.

  • Zeytinime Dokunma

    Tamer UYSAL * Bursa’nın Simgeleri ve Zeytin Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından. (Nazım Hikmet) Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak birçok kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursa’da yaşayıp da Yeşil Türbe’de gömülü Osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var, Bursa’nın simgesi Uludağ’ı görmeyen o kadar çok insan... Tıpkı İstanbul’da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanların var olması gibi. Bunu uydurmuyorum, bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın geçtiği Timurtaş Paşa Türbesi önünde yapın bu testi: Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi eminim. Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve oradan bilgi edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde: Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!" diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış: Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi ve Türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik Çinileri ve Kılıç Kalkan. Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dâhil etmemesiyle ilgili yorumuna katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz birçok değer var. Bunlardan hiçbirisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamış, çünkü yitip giden, kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim. Geçtiğimiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa’da, 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o mezarın talan edildiği yazıldı. Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Şahin hem de Belediyenin kendi bastırdığı dergide “arkeolojik park” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen dinleyen olmadı. Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir oboldan (sikke) yola çıkıp hakkında bilgiler net olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Bitinya kralı kimin umurunda. Bu binlerce yıllık buluntu üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa’yı kuran ya da ünlü komutan Hannibal'a kurdurduğu rivayet edilen Prusias ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizeni bilmem. Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegâne eğlencelerinden birisi. Onlarla da ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyaladıkları için ölümle cezalandırılmışlar. Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi. Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü? filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli olmaz” diye… "Bu, dünyaya örnektür. Bu ruhun ışığıdur. Bu da, ete kemiğe bürünmüşlüğün, ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye bomboş bir dünya kalır..." Filmde bahsi geçen bu sözlerin de Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı Şeyh Küşteri'ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz'ü canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir, mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür Merkezi'nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı söylenir. Hacivat'ın evi Köşede ufaraktan Bir tüfek atımı duraktan Kapı pencere elekten Döşemeler zemberekten Dökülmekten Sökülmekten İncelmiş süprülmekten Turgut Uyar böyle diyor Hacivat'ın Evi isimli şiirinde. Edip Cansever’in “en sevdiği on şiir” diye not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de bugün Karagöz ve Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor, Çekirge (Plai) olarak anılan semtte. Arkasında Karagöz’ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayısıyla olsa gerek. Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına sokulamayacağını belirtmektedir. Bugün Bursa’da varolan surların hali pür-perişandır. Restorasyon tatbik edilip icra edilenlerin neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların yıkımıyla ortaya çıkan şekil bir dekor yani canlandırmadan öteye gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da rivayetten öte değildir. Ya sarayın içine bile girmemiş Batılı gezginler ya da Osmanlı devlet ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır. Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa’nın nebatatları gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek böceği de onla beraber uçup gitmiş... Bursa’nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser, çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof, selimiye'si... Bu kumaşları üreten ipekhaneler kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık’a göre Osmanlı'nın güttüğü ticari politikayı da göz ardı edemeyiz. İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını kaybedip başka ellere teslim edilmiş. Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence zeytinden de o kadar söz edilmesi gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum. Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini düşünmüyorum. Ama Bursa’da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin olmalıydı. Zeytin Akdeniz’e (bizde bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne soğuktan azzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan beri Gemlik (Cius) ve Mudanya (Myrlea) Bursa’dan çok çok ileride gelirler. Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Orhangazi de öyle. Tabii ki bir de İznik (Nikea). İznik bir devlet komuta üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik’e bağlıdır. Yazar hinterlandında yani merkezden biraz uzakta, deniz bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da olabilir... Bursa Senfoni Orkestrası Uludağ Üniversitesi'nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak Kültür Bakanlığı'na bağlanmıştı. Ya Bursa türkülerinin hikâyesi... Ben de Halil Bedii Yönetken - Mustafa Sarısözen tarafından derlenmiş, "Ben Yemenimi Al İsterim” türküsünün yeri başkadır. Al ve yeşili sevdiğimden midir bilmem bu türküyü seviyorum... Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem. Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuarına almıştı. İlginç olan Bursa güvendeleri yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Orhan Şallıel şefliğindeki orkestrası tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yeralmıştır... Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün Bursa'nın varolan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa'nın Soma ilçesi, Yırcalı Mahallesi'nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikâyesi de bu ve benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Adı dinsel kitaplarda ve efsanelerde bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak geçen, tanrısallık ifadesi yanında insanlara faydasının da binlerce yıldır bilinip istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu güzel ağacın her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de bu sözüedilen türküyle gözden düşürülmeye çalışılması yani bir manada kötülenmesiydi. Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim törenidir. “17 Aralık 1999” diye not düşmüşüm. Büyük depremin acılı günleri... Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı Helsinki Zirvesi’nde Başbakan Kostas Simitis Ecevit'e armağan etmişti. Karagöz Parkı'ndaki dikim töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege'nin iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa'da Çekirge semtinde Karagöz Parkı’na da dikilerek tarihi bir olayın da baş kahramanı iken, büyüklerimin hatta anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve faidesinden hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden kaynaklanıyordu. Kaz dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet Uysal, siyanür buğusu üflendi zeytinime pamuğuma gümüşle kör edildim Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu'da dönen dolapları akla getiriyor. Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z.Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre onbinlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa anforalarla taşınan yegâne metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu göstermiyor muydu? Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı margarinin tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) el oğluna taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore'ye itelendiğimiz günlerin hikâyesi… Bir Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı sanılmaktadır. Daha dün Yırcalı'da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikâyesi. O da bir yutturmacaydı. Elbette “Adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin vermezlerdi” vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması hiçten bile değildi… Bir yazar zeytin için, "tarihin tanığıdır, bir hikâyedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve mutluluktur." demişti. Tıpkı Roni Margulies şiirinde olduğu gibi: Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar, küçükken daha sen nasıldı bu topraklar, kimler geçer yanından, kimler giderdi? Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni. Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da? Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi? Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler? Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi? Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir, babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini? Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının, düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba ılık bir yel eserken yapraklarının altında? Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar, neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında? Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar? Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar? Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta: “Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi, gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla. Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri. Buradayım ben hâlâ Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikâyesi de dışa hibe edildi… Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa'nın, Türkiye'nin hatta Dünya'nın en incancıl en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi… * *9 Ağustos 2023 ,saat 15:52 zamanlı gönderisinden alıntı * Tamer UYSAL https://tameruysal.wordpress.com/

  • ZEYTİN AĞACI

    Birhan KESKİN * Madem geldin, uğradın yanıma yaslan, kavruk gövdem bu. Yaşım kaç mı? Saymadım ki, ya da unutmuşum, bağışla. Bu: bir boşluk: içimde Yaşamak izi de denir, Sanki, nice kelebek tozu, içinde. Çok durdum, hiç gitmedim ben, bu dağ başında Rüzgâra ağladım bazen, Bazen derdimin dibini saydım ıssıza. Yaşlı, durgun bir zeytin oluşuma bakma Şuramda bir su vardı ve şuramdan Neşeyle akardı aşağıya. Ela birini sevdim ben de zamanında. Kalkıyor musun? Kalk, ama Kaderinin sesini unutma, gönül gözünün yanına. Ve sözünün içine çektin madem, Madem aldın beni rüyana Bu da benden, dalımdan bir hatıra: Ayrılığın gümüş bilgisidir o, al Helalü hoş olsun sana. Git ve unutma Ha vardır benim dallarım şimdi Ha hatıra.

  • İĞNELİ FIÇI

    Yusuf Ziya ORTAÇ * Seyrisefainin yandan çarklı köhne vapuru, dişleri dökülmüş, ihtiyar bir aygır gibi esnedi, gerindi, durgun sulara ak saçlarını yayarak kalktı. Gidiyoruz… Güverteden alt kamaraya kadar bir taraf tıklım tıklım… Keskin dişleri arasında, kelimeleri bileyerek, sivrilterek konuşan bir Yahudi kalabalığı, bu salhurde [pek ihtiyar] vapuru iğneli fıçıya* çevirmiş… Benim gibi iki üç Türk yolcu, arı kovanına düşmüş şaşkın pervaneler gibi dolaşıyorlardı. Ayakta, fıstık kabuklarını, kabak çekirdeklerini çiğnemekle geçen bir bir buçuk saatlik müz’iç [usandıran] yolculuktan sonra, Büyük adaya geldik. Vaktiyle, İstanbulun kibar bir mesiresi olan bu cezire [ada], şimdi arzı Filistinden bir parçadır! İskele caddesi, damızlık sivrisinekleri andıran vızıltılı bir kalabalıkla doluydu. Her ağızdan sivrilen: - İzak!!... - Moiz!... İğneleriyle kulaklarım delik delik olarak yürüdüm! Yollar tozlu… Çamlar sararmış… Esnaf düşünceliydi. Yorgun beygirlerin çektiği hasır arabalar, en azı üç çocuk, bir zevç, bir zevce, bir kaynana, bir kayın peder, iki baldızdan mürekkep Yahudi ailelerini taşıyordu… Dikkat ettim, Büyükada zaferden sonra öğrenmeğe başladığı Türkçeyi de büsbütün unutmuştu. Fransada fıransızca, Almanyada almanca, Atinada Rumca, Suriyede Arapça konuşan Beni İsrail, nedense Türkiyede Türkçe konuşmuyordu! En ıssız çam diplerinden en zengin otel bahçelerine kadar, her tarafta karşıma çıkan bu iğneli bahçeden kurtulmak için, güneş batar batmaz odama girdim ve yorgun, üzgün, yatağa serildim! Fakat, kulağımda halâ o vızıltılar devam ediyordu. Perde perde yakınlaşıp uzaklaşan bu sivri sesler içinde, tuhaf bir galati [yanlış] hisle, iğneli fıçıya düşmüş gibi kıvranıyordum… Meğer, bu da galatı [yanlış] his değil, meğer bu da hakikatmış: Şimdi de sivrisineklerin hûcumuna uğramıştım! Gâh onların taarruzu, benim müdafaamla; gâh benim taarruzum, onların firariyle kanlı bir sabah oldu. Duvarlar kanlı, ellerim kanlı, yüzüm kanlı! Akşam, Boğazın şeffaf sularında yıkanarak esen temiz bir hava ile ciğerlerimi doldura doldura evime dönerken etrafıma bakıyordum: Adaların o sonsuz denizine mukabil şu yemyeşil dağlarla çevrilmiş geniş dere, şu her kıvrımı sihirli bir ressam gibi başka renkte bir levha çizen sahiller ne güzel… Hele, bunların hepsinden güzel hepsinden munis, hepsinden cana yakın olan yolcular, Boğazın halis Türk yolcuları…. * Ortaç’ın atıfta bulunduğu “iğneli fıçı” teması Hıristiyan antisemitizminin belli başlı temalarından biridir. Hıristiyan antisemitizmine göre Yahudiler, Mısır’dan çıkışlarını simgeleyen Hamursuz Bayramı’nda hazırladıkları mayasız ekmeklere iğne dolu bir fıçıya hapsettikleri Hıristiyan çocuklardan topladıkları kanları karıştırırlardı. Akbaba, 17 Haziran 1929, sayı 678

  • Birtakım İnsanlar

    Sait Faik ABASIYANIK * Gece saat on ikiyi on geçiyor. Taksim’de saatin altında tramvayı bekliyorum. Öyle olmasa, bu kadar ince eleyip sık dokumaya lüzum görmez; vakit gece yarısını geçmişti, derdim. Epey oluyor. Baharın bu soğuk günlerinde, şu devam eden kıştan bir buz gibi gece, hatırıma geliyor. O zamanlar daha Camlı Köşk’ün camları ve hanende ilânlarının mavi ışığını üşüterek geçen buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Benimle beraber belki ona yakın insan, gördükleri herhangi bir filmin rüyasını ayakta görüyor ve yataklarının ümit, hayat, güzel günler veyahut uykusuz, muharebeli geceler, sığınaklar düşündüren ılıklığına bir an evvel kavuşmak için bir türlü gözükmeyen tramvaya sabırsızlanıyorlardı. Ağzımdan su buharı fışkırıyor. Birbiriyle konuşanların arasına bir sis tabakası seriliyordu. Yatak şimdi bütün insanlar için, ekmek kadar azizdir. Yatak bir sevgili, yatak hatıra, yatak çocukluk, güzel rüya, yatak bir bahar, bir deniz kenarı, bir egzotik memleket; bu saniyede insana, dostlarım, yatak ne değildir ki… Burnum yastıkta yorganım ağzım hizasında kirpi gibi büzülmüşüm; dalmak üzereyim: Bir şeyler, birtakım kuşlar tüylerini döküyor, bir ılık su damlıyor, içimi yıkayan bir çeşme var… Tramvay hâlâ yok. Biraz daha yerimde yatağımı, uykuyu düşünsem belki de uyuyuvereceğim. Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım. “Bari gideyim şu açık pastanede bir ıhlamur içeyim de sonra yatarım,”dedim. Bir iki adım atmamıştım ki önüme bir adam dikildi. Rüzgârdan yalnız bir karartı gördüm. Sonra yüzüne doğru bir hortumdan çıkar gibi bir duman yayıldı: Adam konuşuyordu. Tatlı, munis bir Anadolu şivesiyle, – Ağabey, dedi, buradan bana benzer birtakım adamlar geçti mi? Paltomun yakası içinde yarı yarıya kaybolmuş kafamı çıkardım. Kafamı bir iki defa salladım. Soğuğa alışmamış, mukavemete hazırlanmış gibiydim. Kulaklarımı keskin bir rüzgâr ısırdı. Adama baktım: Bana benzer adamlar…Bütün insanlar birbirine aşağı yukarı benzemez mi? “Bana benzer adamlar” ne demekti? Evet, adamın hakkı vardı. Ona benzer adamlar, ötekilerden kolaylıkla ayrılabilirdi. Kış günü bir şehirde insanlar palto, şapka giyer, ayaklarında fotinler vardır. Belki paltolarının renkleri, şapkalarının kurdeleleri ve alamerikan, yahut alaturka şapkalarıyla birbirlerinden ayrılabilirler; icap ederse. Bu adamın ne paltosu, ne şapkası, ne de ayakkapları vardı. Buna mukabil sırtında mor pamukları yer yer, parça parça dökülen bir hırkası, belinde ipi, ayağında yazlık tüy gibi bir pantolonu ve ayaklarında da yine iplerle bağlanmış çuvalı… Yüzü tatlı esmer renkli idi. Sakalı uzamıştı. Yirmi beş, otuz yaşlarında gözüküyordu. Yalnız gözlerinde büyük, korkak, acele bir şeyler vardı. “Acaba,” dedim, “bir esrarkeş midir?” O devam etti: -Benim gibi ağabey, dedi, üstünü başını gösterdi: işte bu biçim adamlar görmedin mi? Bazıları şu yoldan geleceklerdi. Birtakımları da…Taksim sinemasının aşağısındaki yolu göstererek: şu yokuştan çıkacaklardı. İşi kısa kesmek istedim. Meçhul, karanlık, dalgada bir kafada her türlü hayaller dolaşabilir, neme lâzım… – Görmedim vallahi, dedim. – Allah Allah! dedi. imkân yok. Muhakkak geçmişlerdir. Ben yolda biraz eğlendim. Onları kaybettim. Yoksa gelmemelerine imkân yok. – Nedir bu adamlar canım? diye sabırsızlık ve merakla sordum. Kafamın içinde esrarengiz, büyülü, garip hikâyeler canlandı. Hatta daha ileriye giderek başka ve daha tuhaf şeyler düşündüm. Adamın afyonlu kafasına girmiş gibi oluyordum. – Ağabey, biz, dedi, Tophane’deki sabahçı kahvelerinde yatarız. Hepimiz hamal, uşak gibi herifleriz. Ama namusumuzla yaşıyoruz. Ne yapalım? Beş on para kazanırız. Geceleri de kahveciye beş kuruş verir, bir köşede uyuruz. Ne yapalım? Otellere para mı dayanır? En aşağı otuz kuruş. Otuz kuruşla iki gün geçimimiz var… Ha! Bu akşam polisler geldiler. Sabahçı kahvelerinde yatmak yasakmış. Hepimizi çıkardılar. Biz de hep birlik olduk. Gidelim valiye çıkalım; uyandıralım, derdimizi anlatalım, dedik. İşte birtakımı şu yokuştan, birtakımı da arkadan geldiler. Demek görmedin ağabey? – Görmedim, dedim. Nerelisin sen? Gözleri çakmak çakmaktı. – Zonguldaklı bey ağabey. Gece yarısı, bu soğukta valiye gideceklerine başka bir koğuş bulmak, daha olmazsa polisler gittikten sonra kahveciye zorla, kapıyı açtırmak mümkündü. “Valiye kadar çıkmayı akıl edemezler. Bu muhakkak bir esrarkeştir,” dedim. – Ne ise, ben yukarıya doğru bir hızlanayım, belki geçmişlerdir de sen görmemişsindir… dedi ve hafif hafif serpen karın içine karıştı gitti. Tramvay gelmişti. Atladım. Tam Yedeksubay Mektebi’ nin önünde birtakım adamlar gidiyordu. Fakat camlar o kadar buz tutmuştu ki göremeyince tramvaydan atladım. Belki seksene yakın insandı. Aralarında çok gençleri bile vardı. Büyük adımlarla gayet ciddi yüzlerle yürüyorlardı, önde gidenlerin hâlinde daha büyük bir vaziyet vardı. Daha ciddi idiler. Tek tük geçenler durup onlara bakıyorlardı. Fakat onlar hiç kimseye bakmıyorlardı. Yalnız en önde gidenler bağıra bağıra konuşuyorlardı. Vali ile nasıl konuşacaklarını talim ediyorlardı. Kıyafetlerine baktım. Evet, benim, mor pamuk hırkalı ve keten pantolonlu adamın hakkı vardı; onun gibi birtakım adamlar gidiyorlardı; Kulaklarımda genç Zonguldaklının, “Canım, benim gibi adamlar bey ağabey…” dediği zamanki hâli geliyordu. Yatağım, tramvay beklediğim dakikaladaki o munis hâlini kaybetmişti artık. Ne şu, ne buydu. Bir yataktı, içinde yatabildiğim için mesut değildim. Sabahçı kahvelerini kapamadan evvel birkaç tane gece barınma evine şiddetle ihtiyacı olan İstanbul şehrinin kışı, bazen ne kadar uzun, ne kadar uzun ve bitmez tükenmez bir afettir; bilen bilir.

  • MUZAFFER İZGÜ'yle...

    Muzaffer İZGÜ 29 Ekim 1933, Adana - 26 Ağustos 2017 , İzmir Türk yazar ve öğretmen. Türkiye'nin en çok okunan gülmece, genç ve çocuk kitapları yazarlarındandır. 107 kitap, iki yüze yakın radyo oyunu yazmıstır. Mizah ögelerinden faydalanarak, toplumun aksayan yönlerini okuyuculara aktardı. Milliyet Sanat Dergisinin açtığı bir yarışmada ikincilik ödülü, Çocuk Kitapları Fuarı'nda "Uçtu Uçtu Ali Uçtu" masalıyla birincilik ödülleri sahibi olan yazar, emekli olduktan sonra, İzmir'e yerleşti. 1933 yılında; Adana'da doğan yazar, yoksul bir çocukluk geçirdi. Bulaşıkçılık, garsonluk, sinemalarda gazoz satıcılığı gibi işlerde çalıştı ve aynı zamanda da eğitimine devam etti. Diyarbakır İlköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra öğretmen olarak görev yaptı. 26 Ağustos 2017 , İzmir'de vefat etti. * Bu söyleşi, Şubat 2006’da, İZGÜ’nün İzmir Yeşilyurt Emek Sitesi’ndeki evinde, maviADA dergisinin “Çocuk edebiyatı dosyası” nedeniyle, maviADA temsilcileri Niyazi UYAR ve Nurten ALTAY tarafından gerçekleştirilmiştir Niyazi UYAR: Hocam, “MaviADA “ dergisi adına “çocuk edebiyatına” dair yapmak istediğimiz söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ben Muzaffer İZGÜ adını ilk kez bir radyo oyunu ile duymuştum: “Soğanın Cücüğü”. Hiç unutmam gözlerim yaşararak dinlemiştim. Bunu takip eden yıllarda ailemizin tüm bireyleri için vazgeçilmezdiniz. Evet, çocuk edebiyatı günümüzde en fazla suiistimal edilen bir alan. Neler söyleyeceksiniz? Muzaffer İzgü : Şimdi radyo tiyatrosundan başlayayım! Önce teşekkür ederim! Beni aldınız 35 yıl önceye falan götürdünüz. Türkiye’de en çok radyo tiyatrosu ve radyoya skeç yazan benim. Yani sayısı hemen hemen yüzün üstünde. O zaman televizyon yok. Ama bence insanları o oyunlar düşünmeye yöneltiyordu. Çünkü düşünü biz kuruyorduk, salt sesini duyuyoruz orada. Tam bir öykü okuma seansı gibi bir şeydi bunlar bence! Yani radyodan bize bir olay, bir öykü okunuyor, olayı, mekânı, kahramanı her şeyi gözümüzde canlandırıyorduk. Çok yararlı bir daldı. TRT şimdi yapıyor mu yapmıyor mu onu da bilmiyorum. Eğer devam etseydi çok güzel olurdu! O ilk kitabımı çocuklarınız okumuş teşekkür ederim. Hep böyle söylerler bana. Öyle ki artık üç kuşak olduk. Şimdi baba okumuş, çocuk okumuş, torun okuyor. Üç kuşağa seslenmiş bir yazarım ben! Önce benim ilk yayımlanan kitabım da çocuk kitabıdır. Ben o zamanlar 28 yaşlarındaydım. Şimdi 73! “Eşeğin Türküsü.” Pardon Eşeğin türküsü diyorum. Şimdi aklıma gelmedi neyse biraz sonra gelir. İlk kitabım, bu kitapta şeyi anlattım: Köyden kente uçan eşek! Köyden kente dayısının amcasının birinin yanına gidiyor köy yaşantısı... Kentte, çocuklar köyü tanısınlar istedim. Köyde arkadaşlık, köyde yardımlaşma, yani kentte olmayan bir takım özelliklerin, insan özelliklerinin orada var olduğunu gösterebilmek için bu kitabı yazdım. Öğünüyorum da ilk yapıtımın da çocuk yapıtı olmasından. Sorunuza gelince, gerçekten öyle! Yayınevleri de bunu kışkırtıyor. Falanca yazara siz bugüne değin çocuk kitabı yazdınız mı demiyor. Yazabilirsiniz siz üstat diyor, yazarsınız siz diyor. Birçok şeylerde de bu hastalık var. Birçok eğitimci de çocuğu tanıdığını sanıyor… Ben şöyle söyleyeyim size, benim bir kızım sosyolog, bir kızım psikolog! Ben onlarla birlikte o bölümleri bitirdim. Nasıl bitirdim? Her gün onların kitaplarını okuyup anlamadığım şeyleri hocalarına sordurup tartışarak. Yani Sosyolojiyi çok iyi bilmeyen psikolojiyi, çocuk psikolojisini çok iyi bilmeyen bir insan nasıl çocuk kitabı yazar? Ben pedagojiyi zaten öğretmen olarak biliyordum! O bile azmış, o bile eksikmiş bende. Çocuk psikolojisini biliyordum. O bile eksikmiş bende. Onların hepsini seksenli yıllarda tamamladım. Şimdi pedagojiyi bilmiyor, psikoloji bilmiyor, toplumu tanımıyor… Çocuk toplumun içinde... sosyolojiyi bilmeden sen nasıl çocuk kitapları, çocuk şiirleri yazarsınız? Ve illa çocuğa bir şey öğretme kaygısıyla didaktik yani kafasına vura vura… Siz, öğretmeye kalkar, baba, baba öğretmeye kalkar, öğretmen öğretmeye kalkar, bakkal öğretmeye kalkar; bir de yazar öğretmeye kalkarsa, çocuğu kitaptan soğutursunuz. Geçenlerde birinin ad vermeyeceğim, çocuk kitabında şu var aynen: Çocuk bıçaklıyor, babasının düşmanından intikamını alıyor, kan fışkırıyor! Elinde kanın sıcaklığı ve bileğinden kan damlıyor. Bu bir öykü kitabı. Düşünebiliyor musunuz.? Böyle birkaç kitabını alıp okul okul gezip yani buralarda efendim nasıl söyleyeyim size, o kadar ucuz bu kitapları vererek, yani gidip de bir okula o yazar, o kişi artık tüccar gibi diyeceğim, özür de dilemiyorum 150 milyonluk bir alış veriş yaptı mıydı sevinçten uçarak dışarı çıkıyor. Aynı şeyleri yayınevleri yapıyor. Yayınevleri de çeşitli insanlara, yazar olmayan insanlara kitaplar yazdırıp onları hiç de özenmeden harfine, paragraf aralarına, satır aralarına, kâğıdına, kapağına, cildine, hiçbir şeyine özenmeden piyasaya sürüyorlar. Bunun adı da çocuk kitabı oluyor çok kötü, çok kötü! Yani bir denetim olmazsa, denetimi sansür olarak anlamayın sakın! O anlamda söylemiyorum bir denetim ki, o denetim önce öğretmenden gelecek, anneden gelecek, babadan gelecek, yani onların denetiminden geçecek mutlaka! Ben çocuk kitabının denetimi için öğretmen yeterli. Çocuk şimdi daha başka şeyler oldu. Bakın belki daldan dala atlıyorum; ama gazeteler çocuk kitabı vermeye başladı. Elli kuruş. Yani. Nasıl olacak bu. Bunun maliyeti belli, bilmem nesi belli, her şeyi belli! Veriyor çocuk kitabı. Ve yazarı bilmiyorum artık nedir ne değildir, nasıldır, kitabın içeriği, şusu, busu; ama elli kuruşluk kitabı çocuk eline alıyor, okuyor! Yarın babasından üç liralık kitabı isteyince ne pahalı diyor, çok pahalı, diyor alamam diyor. Eğer çocuk ikinci bir kitabı isteyecek olursa gazetenin verdiği vardı ya onu al oku, diyor! Geçen gün vermedi mi gazete diyor. Bu da Türkiye’nin, çocukların okumasına büyük bir engel oluşturuyor. Gazeteciler gazeteciliklerini yapsınlar çocuk kitabına, bari çocuk kitabına bari diyeyim öbür kitaplara el attılar da çocuk kitabına el atmasınlar. Nurten ALTAY: İkinci soruyu ben sormak istiyorum sayın İzgü. Koşullar insanı değiştiriyor. 18. yüzyılın coşumculuğunu bu zamanda aramak hayal olur. O zaman çocuk yazını da değişmiş olsa gerek. Neler değişti? Muzaffer İZGÜ : Şimdi geleneklerimiz diyelim, kültürümüz daha doğrusu. Kültürümüzü çocuklara yazarlar vermeyecek de kim verecek? Yani insan kültürüyle yaşıyor. Eğer ben bugüne geldim eski kültürü yitirdik dersen, çocuklarımız rahatlıkla “fest food,” efendim tarhana çorbasını bırakıp efendim şuna buna… Örneğin anneanne kitaplarında kültürümüzü mutlaka çocuğa yansıtmaya çalışıyorum: Çorbasıyla, davranışlarımızla, komşuluğumuzla insan ilişkilerimizle, hayvan sevgimizle, her şeyimizle. Ama bunların hiçbiri günümüzde değişmedi ki . Yani bunların değişti deyip de insanı değişmiş gibi göstermek bunun için de çocuk konularını değişmiş gibi göstermeye ben fazla anlamlı bulmuyorum. Elbette birtakım şeyler değişecek. Yazdığınız yapıtın içine bilgisayarı koyacaksınız. Yazdığınız yapıtın içine bugünkü insan yaşamından parçalar koyacaksınız. Ama tümden dün dün olmuştu, o bitti artık şimdi yeni bir yaşam var derseniz büyük bir kesinti olur. O kesinti de çocukla anne, çocukla efendim anneanne, babaanne arasındaki ilişki koparmış olusunuz. Hatta çocuk ilerde de kendi çocuklarıyla da kopmuş bir duruma gelir. Bence edebiyat süreğendir, alır bir yerden bir yere götürür. Çocuk edebiyatı da buna dahil. N.Altay : Peki çocuğun doğasında bir değişme olmaz mı? M.İzgü : Çocuğun doğasında mutlaka bir değişme var. Onu gözetmek gerekir. Onu mutlaka yazar olarak da gözetmeniz gerekiyor. Çocukların oyununda değişiklikler oldu, düşüncelerinde değişiklikler oldu. TV dizileriyle değişiklikler oldu. Bilgisayarla değişiklikler oldu. İnternetle değişiklikler oldu. Bunları mutlaka yazar olarak gözetmeniz gerekiyor. Ama kültürümüzden asla böyle bazı şeyleri elbette bırakacağız. Ama ana kültürümüzden asla vazgeçmemek koşuluyla. N.Uyar: Çocuk edebiyatımızı, dünya çocuk edebiyatı ile karşılaştırdığımızda nasıl bir manzara ortaya çıkıyor? M.İzgü : Şimdi şöyle söyleyeyim ben size .Türkiye’de çocuklara hep sevgi var, saygı yok. Yani gencimize sevgi var, saygı yok. Ne zaman bir toplum çocuğuna saygı duyar, gencine saygı duyarsa, AB’ne gireceğiz deniyor, işte o zaman rahatlıkla AB’ne gireriz. Ben Batıya gidip de çocuk kitaplarına bakmak istediğimde, Frankfurt Kitap Fuarı’nda olsun gittiğim ülkelerde olsun, bana diyorum çocuk kitapları satılan yerleri gösterin. Nasıl büyük reyonlar. Çocuk özgürce oralarda dolaşıyor geziyor, kitabını seçiyor, alıyor. İsveç’te bir kadınla tanıştım, çocuk yazarı bir bayanla, İsveç Halkı peygamber gibi davranıyor kadına. Oralarda çocuğa çok değer verildiği için çocuk yapıtlarının sayıları oldukça fazla. Ve aile kültürlü, görgülü, bilgili. Öğretmen bilgili, yönetimler bilgili. Böyle kan fışkıran bilmem ne kitapları hemen hemen değil hiçbir zaman oralarda bulamazsınız çocuğa göre kitaplar yazılmıştır ve bizde zaten şu sakıncada ortaya çıkıyor. Gidin plajlara falan bakın şimdi kim yatmış kitap okuyorsa yabancı. Nereden okuma alışkanlığı kazanmış, neden. Şunu söyleyeyim ben size. Çocuk okuru olmayan bir toplumun büyük okuru olmaz. Okuma alışkanlığı çocukluktan kazanılır. Şimdi bizde o tür kitaplarla çocuk bir defa okuma alışkanlığı kazanamıyor. Belirli bir süreden sonra çocuğa da saçma geliyor, sevmiyor. Batıda öyle değil işte. Çocuk, çocuk yapıtlarından rahatlıkla edebiyatın da tadını aldığı için büyük kitaplarına rahatlıkla geçiyor. Bizim çocuk yapıtlarının çoğunda edebiyat yok. Yani çok kuru cümleler. Güneş doğdu. Biz dört arkadaş el ele gittik. Benzetme bulamazsınız, anımsatma bulamazsınız, o şiirde neydi onun adı, imge bulamazsınız. Bunların hiçbiri yok. Kuru kuru, sanki görgü kuralları anlatır gibi tutuyorlar çocuklara anlatıyorlar.. N.Uyar: Cin Ali serisi vardı. Çok tuhaf bulurdum… M.İzgü: Felaket şeyler, felaket şeyler bunlar. Cin Ali okuyup bitirenin ben okur olacağına inanmıyorum. Cin Ali’yle kalır o. Sonraları da söyler. Ya ben neler okumuştum. Cin Ali okumuştum ben zamanında. Der ve orda kalır. Çocuğa sözcüklerin gizini, tadını tattırdığınız zaman o çocuk edebiyatı unutamaz. N.Uyar : On serilikti değil mi Babaannem serisi. M.İzgü : On beş kitap. Açın bakın yani edebiyat bulursunuz. Hep de şunu söylerim ben. Güneş doğdu demem ben. Güneş dağın arkasından ateşten bir top gibi çıktı derim. Bakın birincide hiçbir şey yok. İkincide ama duygu var, sinema var, şölen var, görüntü var. Her şey var. Çocuk bunu görselliği alıverir oradan hemen. O kadar önemli ki bu. Yani çocuk yapıtlarında mutlaka edebiyatın olması, sırtını edebiyata yaslamayan çocuk yapıtı bence çocuk yapıtı değildir. N. Uyar: Asıl sorun öğretmenlerimizde. Öğretmenlerimizi bu konuda bir yetiştirebilsek, bir eğitebilsek! “Ne okuması hocam,” diyen öğretmenleri tanıyorum ben! M.İzgü : Tabi, tabi öğretmenlerimizin okuması gerekli bu kitapları da karar verip çocuklara siz bunları okuyun, ben okudum beğendim, karar verdim. Hoşuma gitti falan da değil. Öğretmenin öyle demesine gerek yok. Sizin okumanızı uygun gördüm. Okuyun. Ben öğretmenken kendim okur, liste yapardım. N.Uyar: Eğitim enstitüsünde öğretmenimiz bize çocuk kitapları okuyun derdi. Öğretmen olacaksınız, çocuk kitabı okumayan bir öğretmen, öğretmen olamaz, derdi. M.İzgü: Osman Gazi Üniversitesinde 19-20-21 Ekim tarihlerinde ‘Muzaffer İzgü ve Çocuk Edebiyatı’ oldu. O üç gün içerisinde elliiki bildiri sunuldu. Bu şimdi kitap haline gelecek. Çocuk edebiyatı nedir ne değildir. Adamlara en son şunu söyledim. Rektöre. Son kapanış konuşmasında. Sözcüklerle benim bu üniversiteye heykelimi diktiniz. Çok teşekkür ederim size. Çok insana yararlı olacak bu. Şimdi kitap basılacak, gerçekten bunu öğretmenlerimiz okuması gerek çocuk edebiyatı ne. Muzaffer İzgü bahane edilerek çocuk edebiyatı anlatılıyor orada. Ben bir aracım. N. Altay: Çocuk yazını bana göre Türkiye’de küçümseniyor, buna katılıyor musunuz? M. İzgü: Kesinlikle katılıyorum. Hatta efendim ben size daha başka bir şey söyleyeyim. Bundan yirmi yıl önce çocuk edebiyatı var mı yok mu, tartışması oldu Türkiye’de! Bütün dünya çocuk edebiyatıyla uğraşırken, bu alan eserler vermişken… Orhan Kemal’in Suçlu’sunu çocuk da okuyabilir; büyük de okuyabilir. Peki Bereketli Toprakları’nı çocuk okuyabilir mi? Hayır. Müfettişler Müfettişi’ni okuyabilir mi? Hayır. Bir Filiz Vardı’yı okuyabilir mi? Hayır. E, nasıl söyleyebiliyorsunuz bunu? Yani niye çocuklar için yazmayalım o zaman? Yani siz çocuklara yazmayın gerek yok.! Büyüklere uygunlardan seçeriz biz veririz çocukların eline, okurlar. Çocuk edebiyatını kimse küçümsemesin. Bence edebiyatın hasıdır. N. Altay: Hemen bu bağlamda Harry Poter ilgisini nasıl yorumlayalım? M. İzgü: Harry Poter bir salgın gibi bir şey! Bu salgın gibi gelen şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Gelip geçer bunlar zaten. Bir moda Harry Poter. İçinde şiddet var onun, ırkçılık var. Ve bir de sihir çok fazla içerisinde. Nasıl söyleyeyim olmayacak şeylerle çocukları eğlendirdiler. Benim için pek önemli değil. O Harry Poterlar. Ancak sahibini zengin etti. Sineme yapıldı. Film oldu. Bilmem ne oldu. Okudular çünkü. O kitaplar zaten birçoğu çocuklara göre değil, neden derseniz, o denli kalınlıkta ki bir kitabı o küçücük harfleri çocuğun okuması zararlı zaten. İçinde resim yok, bir şey yok. En kötü yanı da şiddet ve ırkçılık var! N. Uyar: Muzaffer İzgü Türk edebiyatının öykü fabrikatörüdür. Tanımlamasını kullanırsak eksik söylemiş oluruz diye düşünüyorum. Hem yetişkinlere hem çocuklara yüzlerle ifade edilen eser. Aziz Nesin diyordu ki, “kafamda beş yüz kitaplık konu var.” Sizin de bir o kadar yazacak konunuz var mı? Çok merak ediyorum, çünkü o kadar çok üretiyorsunuz ki! M. İzgü: Dosyalara bakıyorum da bütün içtenliğimle söylüyorum 200 yıllık malzeme var bende de. Ama ben ne kaplumbağayım ne de karga. Yani bunları yapıp bitirmeme olanak yok. Ama içlerinden seçiyorum ben. Yani hangisi daha önemli? Bir de tiyatro oyunlarım var. Yeni bir tiyatro oyununa çalışıyorum şimdi. Bir tiyatro oyunum iki yıl kapalı gişe oynadı. Şu anda bir tiyatro oyunum Ankara Devlet Tiyatrosunda oynuyor. Oyunlarım var ben yazarlığı zaten bir yaşam biçimi olarak kabul etmişim. Ben şimdi aile babasıyım, ben şimdi gezen insanım. Hayır, hayır. Yüzünüze bakar bir tip, alışveriş ederken hep yazarım ben. Kendi konumu, kendi insanımı düşünürüm ben. Bir de şimdi hiç içki içmeyen bir insanı bir bardak rakıyı dökün ağzından onun, komaya bile girebilir belki. Ama öyle bir içiyor ki adam, bir büyüğü bitiriyor; ya bir yarım daha, bir ufak daha getirin diyor. Uyku da öyle! Ben uykusuzluğa alıştım. Benim şimdi günlük uykum dört saat, en çok beş saat. Ama öyle koşullamışım ki kendimi mutlaka o yüz, yüz elli sayfa kitap okunacak. Hemen hemen. En az, en az. Yazılacak her gün yazmam. Ama her gün mutlaka okurum, yirmiye yakın dergi geliyor bizim eve. İki gazete ben alıyorum, bir de oğlum indiriyor yukardan üç gazete. Bunları da okuyorum. Yani bir yemek yerken benim şeyim. N.Uyar : Peki, eşiniz konuşalım demiyor mu? M.İzgü :Yoo, o da okumayı çok seviyor. Elinde mutlaka onun da uyumadığı zaman kitap vardır. O da bunu, bu yaşamı paylaştı zaten. Başından beri paylaştı. Biz ikimiz de çok okuyan insanlarız. Evimde kaç kitabım var yani, bilmem. Üç Karşıyaka’daki evde, Kuşadası’nda, Alsancak’ta, Kaç kitap okuduğumun sayısını da bilmem. Ama okumayı bir ibadet gibi sayıyorum ben. Hep yeni yapıtlar da okumam ben. Okumadığım eski yapıtları da böyle torlar, toparlar almışım okumamışımdır. Getiririm. Bana çok kitap geliyor. Yazar arkadaşlarım şey ediyorlar. Ama benim de harcadıklarım içinde en çok şey ettiğim kitap. Seviyorum kitabı. N. Altay: Sorumuz okullardaki 100 Temel Eserin okumaya katkısı olacağı, oluma alışkanlığı yaratacağı konusunda ne düşünüyorsunuz? M. İzgü: Bir okulda, hocam siz niye 100 Temel Eserde yoksunuz dedi. Bana. Müdürün haberi yok galiba. Dedim ölmedim ben daha dur bekle. Öldükten sonra, dikkat edin hiçbir yaşayan yazar içerisinde yok. Bu çok yanlış bir şey! Çocuk gününü yaşıyor. Bugünü yaşıyor çocuk. Yani ölülere saygı duyuyorum. Çok güzel yapıtlar var içlerinde. Asla şu şu demeyeceğim, ayırmayacağım. Ama mutlaka günümüz yazarlarından da yaşayan yazarlarından alınmalı, alınması gerekirdi. Biz bu denli şey etmişiz, hizmet etmişiz, yani çocuk yarın bir gün bakacak haa demek Muzaffer İzgü, falanca çocuk yazar Hüseyin Yurttaş bunların içine giremiyor, değeri var mı yok mu diye çocuk kendi şeyinden düşünmeye başlayacak. Anlatamazsın yavrum öldüğüm zaman şey edemezsin. Yani seçim güzel değil doğru değil.50 si ölen yazarsa,50 si de yaşayan yazar lardan seçilmeliydi bence. N.Uyar: 100 değil 5oo olmalıydı. Şart mı yani.100 diye bir rakam mı ayet mi var. M.İzgü: Tabii, tabii, N.Uyar: Romancılıkla ilgili soracaktım… M.İzgü: Romanlarım var benim çok! N.Uyar: Daha çok mizah tarzı, öykü tarzında yoğunlaşmışsınız. M.İzgü: Romanlar, gençlik romanları var şimdi üç tane benim yazdığım. Üçünün de konusu da İzmir’de geçer. Ve bir yazarın yaşadığı kente borcu vardır. Mutlaka. Batıda da işte Hayatının kenti, Beethoven’in kenti denir. Ben bu İzmir de yaşadığım için bu kente bir borcum var. üç tane gençlik romanı yazdım. Son yazdıklarımı söyleyeyim size biri 9. baskıya geldi, biri dörde, biri şeyde. Ve ben burada gençlerin sorunlarını anlatırken İzmir’i de anlatmış oluyorum. Daha önceleri benim ilk romanım gecekondudur. Hatta rahmetli Yusuf Ziya Ortaç Akbaba’da yazıyorum. Bize roman yaz dedi. Ben dedim benim Acıklı olur benim romanım. Çünkü kent yaşantımı yazacaktım. İlk kez dedi bir gülmece dergisinde… Niyazi Uyar: Bize zaman ayırdınız,“maviADA Dergisi” adına teşekkür ediyorum. Nurten Altay: Gerçekten teşekkürler sayın İzgü, evinizi bize açtınız, bizimle edebiyat söyleşisi yaptınız, ben de teşekkür ederim. Muzaffer İzgü. Ne demek efendim, asıl ben size ve maviADA'ya teşekkür ederim… Nurten ALTAY / Niyazi UYAR İzmir, 2006 Şubat maviADA Dergisi 2. Sayı: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın © 2015 by maviADA; kaynak gösterilerek kısmen alıntı yapılabilir.

  • Metafor

    "Kandilli yüzerken uykularda / Mehtabı sürükledik sularda" Yahya Kemal Beyatlı Yukarıdaki dizelerde Kandilli semtinin uykularda yüzmesi ve mehtabın sularda sürüklenmesi; sözcüklerin asıl anlamının dışında mecaz olarak kullanılmasına örnektir. Burada yapılan söz sanatına metafor deniliyor. Fransızcadan türemiş bir sözcüktür metafor, Türkçede eğretileme ve Arapçada ise mecaz olarak adlandırılır. Ad aktarması olarak da bilinen mecâz sanatından, anlamı etkili kılmak ve sözü güçlendirmek için yararlanılır. Mecaz ve Metaforun Sözlüklerde Yeri Mecaz, Türkçeye Arapçadan, metafor ise Fransızcadan geçmiş iki ayrı sözcüktür. Kelimenin kökeni Yunancada “taşıma, aktarma” anlamına gelen “metaphora” sözcüğüdür. Antikçağın sonunda anlam daralmasına uğrayıp trope haline gelmiştir. Ancak metafor, dilimizde mecaz kelimesinin bir alternatifi olarak kullanılmaktadır. Mecaz ya da metafor, sözcüğü gerçek anlamının dışında kullanmayı sağlayan bir söz sanatıdır. İstiare ya da ad değişimi olarak da bilinir. Söze güzellik, güçlülük, canlılık, zarafet, derinlik veya genişlik... verir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde isim kökenli bir sözcük olan metafor için “mecaz” açıklaması yapılmaktadır. Metafor eğretileme anlamı da taşır. Eğitim alanında da sık sık kullanılan bu deyim, genellikle benzetmeyle karıştırılır. Dilde Uygulama Metafor, aynı anlama gelmeyen, birbirinden alakasız olan ancak benzer özellikler barındıran iki şeyi birbirine benzetmektir. Örnek: "Demir adam," Ruhsal ya da bedensel olarak ya da her iki yönden sağlam adam. Benzetmeden farklı olarak, metaforlarda “gibi, adeta, sanki, kadar, -ce...” ilgeçleri kullanılmaz. Benzetilen ve benzeyen birbirlerine direkt olarak benzetilir. Örneğin: “O tam bir tazıdır” Bu cümlede, tazıyla bir insanın doğrudan bir benzerliği olmamasına karşın, tazıların iyi koku alması yönüyle çevresinde olanı biteni bilen, haberdar olan insanlar kastedilir. Aynı deyişi "gece kuşu" benzetmesinde de görürüz. Gece kuşlarının geceleri uyanık olması yönünden, gece hayatı olan, geceleri uyumayan ya da geç saatlere kadar uyanık kalan bireyler gece kuşuna benzetilir. Metafor örnekleri •Zaman dedikleri kanatlı bir kuştur. (Uçup gider, hızlıdır.) •O benim göz bebeğimdir. (Kıymetlimdir.) •Kirpikleri demirden birer oktu. (Kirpikleri canımı acıtacak kadar güzeldi.) •İhtimaller denizinde boğuldum. (O kadar çok ihtimal var ki bir denizi bile doldurabilir.) •O, karda açan bir çiçekti. (Zor koşullarda bile var olmayı başarırdı.) Metaforun işlevi nedir? Metafor hem günlük hayatımızda hem de edebiyat alanında sıklıkla kullanılmaktadır. Doğru ve etkin metaforlar kullanmak okuyucuların ya da dinleyenlerin direkt olarak duyularına hitap eder, hayal güçlerini keskinleştirir ve anlatılmak istenen mesajı çok daha kolay anlamalarına imkan sağlar. Ayrıca günlük hayatta yaptığımız konuşmaların daha canlı olmasını, edebiyatta ise kurgusallığın çok daha anlaşılır ve üç boyutlu olmasını sağlar. Metaforlar okurun ya da konuşulan kişinin yeni fikirler üreterek yeni bakış açıları kazanmasına, yeni düşüncelere üretmesine olanak sağlar. Metafor ve Analojinin arasındaki fark nedir? Metafor da analoji de bir mecaz çeşididir. İkisi de bir şeyleri birbirine benzetmek için kullanılır. Analoji genellikle birbirine doğrudan benzeyen, birbirini andıran şeyler arasında yapılan benzetmedir. Yapı olarak daha karmaşık ve anlaması zor şeylerin daha rahat anlatılması için kullanılır. Örneğin kan dolaşımının trafik akışına benzetilmesi. Metaforda ise birbiri arasında anlam yönünden hiçbir ilişki bulunmayan iki şey ortak bir özellik üzerinden birbirine benzetilir. Eğitimde metafor ne anlama gelmektedir? Metafor bilinmeyen şeylerin öğretilmesi için bir teknik, öğrenilen bilgilerin akılda tutulması ve hatırlanması konusunda geçerliliği kanıtlanmış bir araçtır. Metafor çok güçlü bir öğrenme ve öğretme aracıdır. Benzetme yöntemiyle anlatılmak istenen kavramın zihnin derinlerinde düşünceler uyandırarak daha iyi yer etmesi sağlanır ve hayal gücü aktif hale gelir. Eğitimde metaforun yararları nelerdir? 1. Öğrenenlerin düşünme yetilerini ve yaratıcılıklarını geliştirir. 2. Anlaşılması zor olan soyut kavramların somut hale getirilmesinde oldukça kullanışlıdır. 3. Öğrencilerin eğitim ortamına aktif katılımını sağlar. 4. Bilimsel kavramların öğrenilmesini ve akılda uzun süre tutulmalarını kolaylaştırır. 5. Bilimsel düşünme ve problem çözme yeteneklerini geliştirir. Gerçek anlam Bir kavramın mecaz olmayan anlamlarına gerçek anlam denir: Babam yorganı üzerime çekip iyi uykular diledikten sonra alnımdan öptü. (gerçek anlam) Ay ışığında yakamozlar dans ediyor, dalgalar sahili öpüyordu. (mecâz) Bugün hava çok soğuk. (gerçek anlam) Soğuk bir tavırla birbirlerini selamlayıp uzaklaştılar. -R. H. Karay. (mecâz) Sabah erkenden uyandım. (gerçek anlam) Baharın gelmesi ile birlikte doğa uyandı. (mecâz) Yan anlam Mecaz anlam sıklıkla yan anlam ile karıştırılır. Oysa yan anlamların her biri, sözcüğün gerçek anlamlarından biridir ve birincil anlamla (temel anlamla) yakından ilişkilidir. Torpido ile vurulan gemi bir süre sonra battı. (temel anlam) Elime iğne battı. (yan anlam) Güneş bugün saat yedide batacak. (yan anlam) Hamileliğin de verdiği alınganlıkla her sözümüz ona batıyordu. (mecâz) Mecaz türleri Mecaz, sözcük ve fikir mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, fikir mecazında ise herhangi bir fikir kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır. DERLEME: Şenol YAZICI (Değişik kaynaklardan)

  • Orada Soba Var mı ?

    Muzaffer İZGÜ * Gözümü açtığımda, babam bir ev yapmış bize tahta parçalarıyla, portakal sandıklarıyla... Adana’ya ilk gecekonduyu yapan insan. Duvarları Adana’da ona “berdi” derler kargılar örülerek yapılır. Babam onları çakmış, içten dıştan sıvamış. Üstü için de ikinci el çıkıntı oluklu çinko satın almış. Çinkolar yer yer delik. Sonbaharda dama çıkar o delikleri balmumuyla tek tek tıkardı. Ama Adana’nın yakıcı güneşi eritirdi balmumunu. Ev dediğin zaten bir odaydı; yatak odası, yemek odası, konuk odası, mutfak, hatta banyo , sonraları babam küçük bir banyo yaptı. Yer yatağında yatardık, evde zaten ne masa ne sandalye... İnanın üç kişiye bir yorgan ancak düşerdi. Yok. Para yok, bir şey yok. Babam bulduğu işlerde çalışırdı. Emeklilik yoksa, SSK yoksa babamın suçu ne bunda? Hastalandı mıydı hepimiz açız. Garsonluk yapar, sokakta ıspanak satar. Yani böyle bir ev. Şubat ayı geldi mi bizim evde odun kömür de biterdi. Biz kardeşler yere uzanır kitabı öne koyardık, onun altına defteri... Ödevi oradan bakar yapardık. Üşüdük mü kaş göz ederdik birbirimize... Bir ayağa fırlardık. Hooohoooohoooo bu tarafa... Hooohoooohoooo o tarafa... Amerikalı Kızılderililerin dansını bilir misiniz? Aynısı! On Hooohoooohoooo bu tarafa, on Hooohoooohoooo o tarafa... Annem de akşama zehir gibi mercimek çorbasını içirirdi bize. Üç kişiye bir yorgan; o çeker, o çeker, sabahı ederdik. Gider okulda ısınır, kurulanırdık. Okuldan eve dönerken üstüm başım ıslanırdı. Ceketim bile yoktu. Elbisem yok, paltom yok. Ceket, babamın ceketi; uzun, omuzları düşük, kolları sarkık. Bununla gider gelirdim okula, o da ıslanırdı. Kim kurutacak bunu? Durumu iyi olan bir arkadaşım götürürdü beni evlerine... O günlerden birinde, “Bugün seni eve götüremeyeceğim, ablamın nişanı var. Bir yer söyleyeceğim oraya git.” dedi. Adana Halkevi Kütüphanesi... “Orada soba var mı?” dedim. “Var.” “Kızarlar mı bana ısındım diye?” “Hayır.” O gün Adana’da nasıl yağmur yağıyor, sicim gibi! Koşa koşa arkadaşımın sözünü ettiği binaya gittim. Binayı bulunca öyle bir sevinç ki çenem tıkır tıkır ediyor, burnumun ucundan, kulaklarımdan yağmur suları damlıyor. Sıcağa kavuşmanın sevinci... Çikolata, elma istemeyen, yalnızca ısınmak isteyen bir çocuk... İkinci kata çıktım bir tabela: Kütüphane. O gün orada yaşadıklarımı “Zıkkımın Kökü”nde yazdım. O günden sonra orası benim ikinci yuvam, evim oldu. Öyle sevdim Adana Halkevi Kütüphanesini... Bir boşluk buldum mu hemen oradaydım. Cumartesi öğleden sonraları ve pazarları kütüphanedeydim. Annem beni aradı mıydı orada bulurdu. Orada, o dört yıl içersinde herhalde 250-300 kitap okudum. Anladım mı? Çocuk kitabı yok ki nesini anlayacağız. Klasikler de 1942’de başladı çevrilmeye, Hasan Âli Yücel zamanında... O klasikleri sonradan okumaya başladım. Bu durum bende büyük bir okuma alışkanlığı yarattı. Şu anda da -iki elim kanda olsa- her gün en az 150 sayfa kitap okurum. Şuna inanıyorum ki sevgili Atatürkümüz 3997 kitap okumuş. Ben ya daha az ya daha çok... Bilmiyorum sayısını ama... Her gün okuyan insanım. Bırakmam. Bugün işim var, okumasam demem. Annem de babam da öyle Atatürkçü insanlar ki... Bir gün babam eve geldi, “Yarın Atatürk Adana'ya geliyormuş! Sizi götüreceğim.” dedi. Aman aman bir servindik, bir sevindik. Sevinçten ne yapacağımı bilmiyorum. Devrisi gün babamın elinde bir testi... O zaman böyle poşet filan yok, annemin elinde bir kara torba... Kara torbada zeytin ekmek varmış. Atatürk Parkının ilerisine, İstasyon Meydanına gittik. Yürü, yürü sonunda bulduk. Atatürk'ün çıkacağı kürsüye 20-25 metre uzaklıktayız. Kalabalık. Olduğumuz yere oturduk, zeytin ekmeğimizi yedik. Bir ses, “Atatürk geldi!” dedi. Herkes ayağa fırladı. Beş yaşında, ufacık çocuğum. Babamın pantolon, gömleğini çekiyorum, “Atatürk, Atatürk!” diyerek. Millet alkışlıyor. Babam heyecanla beni aldığı gibi omzuna oturttu. Bir gördüm Atatürk’ü!.. Aman Allahım, o ne heyecan! Havalardayım, alkışladım, alkışladım. Arkaüstü düşüyordum, babam zor yakaladı. O gün 23 Mayıs 1938 orada Atatürk’ün bir sözü var kürsüden söylediği, yaş betona çiviyle kazınmış gibi beynimde... “Çok çalışacağız arkadaşlar!” dedi, sağ elinin işaret parmağını kaldırarak. Belki de yazdığım 154 kitabın, 24 tiyatro oyununun arkasında Atatürk'ün o gün söylediği “Çok çalışacağız arkadaşlar” sözü var. Ben bunu yerine getirdim. Atatürk gittikten sonra babam “Hasta hasta geldi Adana’ya!” dedi. Babamın bu sözünü hiç unutmuyorum. “Baba,” dedim, “niye hasta hasta geldi?” “Oğlum,” dedi, “seni görmek için!” Ben bir sevindim, bir hoşuma gitti. Atatürk beni görmeye gelmiş! Canım babacığım... Muzaffer İzgü (29 Ekim 1933; Adana - 26 Ağustos 2017; İzmir), Türk yazar ve öğretmen. Türkiye'nin en çok okunan gülmece, genç ve çocuk kitapları yazarlarındandır. 107 kitap, iki yüze yakın radyo oyunu yazmıştır.

  • Nietzsche Bugün Öldü.

    Felsefeci Nietzsche (Niçe) bugün öldü. "Güç İstenci", "Üstinsan", "Bengidönüş" gibi çağdaşlarına aykırı fikirlerle tanınan varoluşçu Alman felsefecisiydi Friedrich Wilhelm Nietzsche. 15 Ekim 1344'te doğan filozof, 1889'da kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamının kaybıyla sonuçlanan bir çöküş yaşadı. Sonraki dönemde ölümüne değin editörlüğünü üstlenecek, tanınmış bir Alman milliyetçisi ve antisemitist olan Bernhard Förster ile evli kız kardeşinin yazdıklarında, özellikle antisemitizm ile milliyetçilik konularında yaptığı deformasyon nedeniyle Nazizm'in idollerinden biri haline getirildi. 25 Ağustos 1900' de bugün öldü. ÖZETLE: 15 Ekim 1844 - 25 Ağustos 1900), Alman filolog, filozof, kültür eleştirmeni, şair ve besteci. Din, ahlâk, modern kültür, felsefe ve bilim üzerine metafor, ironi ve aforizma dolu bir üslupla eleştirel yazılar yazmıştır. Nietzsche'nin kilit fikirlerini Apollon-Dionysos ikiliği, Perspektivizm, Güç İstenci, "Tanrı'nın ölümü", Üstinsan ve bengi dönüş oluşturur. Felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak "hayatın olumlanması"dır.[4] Hakikatin değeri ve nesnelliği üzerine yürüttüğü kökten sorgulaması, geniş çaplı yorumların odağını oluşturur ve etkisi özellikle kıta felsefesi geleneğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da dahil olmak üzere devam etmektedir. Nietzsche, kariyerine felsefeye dönmeden önce klasik filolog (Yunan ve Roma metin eleştirmeni) olarak başladı. 1869 yılında yirmi dört yaşındayken Basel Üniversitesinde klasik filoloji kürsüsüne, bu yeri alan en genç kişi olarak atandı. 1879 yazında, hayatının büyük bölümünde kendisine dert olacak olan sağlık sorunları yüzünden istifa etti.[5] 1889'da kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamının kaybıyla sonuçlanan bir çöküş yaşadı. Çöküşü sonraları, üçüncü devre sifilis hastalığının yol açtığı, nadir görülen bir genel pareziye yoruldu; fakat bu teşhiste soru işaretleri vardı.[6] Nietzsche, kalan yıllarını 1897'de ölümüne kadar annesinin, 1900'de kendi ölümüne kadar kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche'nin bakımında geçirdi. Bakıcısı olarak kız kardeşi, Nietzsche'nin el yazmalarının idareciliğini ve editörlüğünü üstlendi. Förster-Nietzsche, tanınmış bir Alman milliyetçisi ve antisemitist olan Bernhard Förster ile evliydi ve Nietzsche'nin yayımlanmamış yazılarını, kocasının ideolojisine uyarlamak üzere, Nietzsche'nin belirttiği, antisemitizm ile milliyetçiliğe sert ve bariz biçimde karşı çıktığı görüşlerine genellikle ters düşecek biçimde yeniden düzenledi. Förster-Nietzsche'nin yaptığı değişiklikler sebebiyle Nietzsche'nin adı, sonraları yirminci yüzyıl bilim insanları Nietzsche'nin fikirlerinin yanlış yorumlanmasına karşı harekete geçmiş olsalar da, Alman militarizmi ve Nazizm ile birlikte anılır olmuştur. * *Bu bölüm buradan alınmıştır NİÇE KİMDİR -17 yaşında bir NİÇE -1862- * FELSEFESİ Nietzsche'nin felsefe kurgusu, kendi çağına tümden bir karşı çıkış olarak görülmektedir. Kendisinin bütün derdi, insanı akılcılığın kıskacından kurtarıp kendisi üzerinden düşünmesini sağlamaktır. Ona göre Tanrı ölmüştür ve insanlar Dünya'da yapayalnız kalmışlardır. Bu yüzden insanlar Tanrı'dan bekledikleri umut ve istekleri bir kenara bırakıp kendilerini Dünya'ya adamalılar. Böylelikle düşünce ile yaşam arasında bağ kurulması daha kolay olur. Niçe de kendisinden önceki ve sonraki birçok felsefeci gibi kendi buhran ve bunalımlarından çıkış yolu aramış, dünyayı ve hayatı kendisinde bütünleştirmişti. Hayattan hiçbir umduğunu bulamamış, evlenme teklif ettiği birçok kadın kendisini reddetmiş ve gayrimeşru ilişkilerden frengi hastalığını, içkiden de sirozu kapmıştır. Ömrünü hastalıkların ve buhranlarının kıskacında geçiren Niçe, yıllarca yatalak bir şekilde ömrünün son demini geçirmiştir. Tüm bu yaşadıklarının karşısında kendisine hiçbir çıkış yolu göstermeyen Hıristiyanlığa ve Tanrı’ya isyan etmiştir. Aslında isyan ettiği sadece tahrif edilmiş Hıristiyanlık ve kilisedir. Hıristiyanlık ile ilgili görüşleri fikirsel bunalımının asıl sebebini ortaya koymaktadır: KENDİ YAZILARINDAN: “Hristiyan ahlakının maskesinin düşürülmesi eşi benzeri olmayan bir olay, bir dönüm noktasıdır. Bunu halka açıklayan kişi, karşı konulamaz bir güç, bir yazgıdır. -İnsanlık tarihinini ikiye böler: kendinden önce yaşayanlar, kendisinden sonra yaşayanlar... Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmetinin, yani bilimin düşmanı olacaktır. Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Mağribi kültürü (Endülüs Medeniyeti) ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu... Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi... Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir! Anladınız mı beni? Beni ben yapan, beni insanlığın geri kalanından ayıran, Hristiyan ahlâkının maskesini düşürmüş olmamdır. Hristiyan ahlakı -yalan isteminin en kötü niyetli biçimi- insanlığın gerçek Kirke'si; insanlığı harabeye çeviren Hristiyan ahlakı... Yaşamın temel içgüdülerini küçümseme öğretildi: Öyle ki, bedeni yok etmek için bir "ruh", bir "tin", yaratıldı sahte bir şekilde, yaşamın ön koşulunda, cinsellikte, pis bir şey barındırdığı öğretildi sürekli; öyle ki katı bencillikle, muvaffakıyet için son derece önemli olan şeyde kötülük ilkesi aranıyor... Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar. Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır. Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: "Hristiyanlık!" Nitzche’in felsefesi üstün yetenekleri ve gücü kutsamak, hastalığı ve zayıflığı yok etmek üzerine kuruludur. Bu yönüyle faşizmin fikir babalarından sayılmış ve Hitler gibilerinin beğenisini kazanmıştır. * DERLEYEN: Şenol YAZICI

  • Nail Uyar’dan “Demiryolu Öyküleri”

    Daha önce yayımlanan beş öykü kitabında yer alan demiryolu öykülerini tek kitapta toplayan yazar Nail Uyar, toplumsal ve kültürel etkisi büyük olan demiryollarına bakmamızı sağlıyor. Demiryolcu bir aileden gelen yazar Nail Uyar, her öykü kitabında trenlerin ve demiryollarının büyülü yolculuklarına ve bu alanda çalışan insanlara yer verdi. Bu konudaki öyküleri yoğun ilgi gören Uyar, bunun üzerine “Demiryolu Öyküleri-Seçilmiş Öyküler” kitabını okuyucuyla buluşturdu. Uyar ile öykülerin oluşum sürecini ve demiryollarının edebiyatımızdaki yerini konuştuk. Sayın Uyar, demiryolu öykülerini yazmak ya da bir araya getirmek fikri nereden doğdu, anlatır mısınız? Nail UYAR: Edebiyat yolculuğumda demiryolu öyküleri yazmak diye özel bir çabam olmadı. Bugüne dek yazmış olduğum beş öykü kitabımda toplam yetmiş beş öykü var. Bu 75 öykünün içinde sadece 10 öykü demiryoluyla ilgili. Bunu da toplam öykü sayısıyla oranladığımızda yaklaşık yüzde 14 gibi bir orana denk gelmekte. Dolayısıyla, genele baktığımızda öykülerimin içinde fazla bir yer tutmamakta. Buradan hareketle şunu söylemek istiyorum. İlk cümlemde de söylediğim gibi bu konuyla ilgili özel bir gayretimin olmadığı gün gibi ortada. Öykülerimi okuyan dost ve arkadaşlarım genelde öykülerimi beğendiklerini söylerlerken demiryolu öykülerimi bir başka sevdiklerini söylüyorlardı. Bu sevgi -belki de onların bu zamana dek- Türk Edebiyatında bu tür öykülerle yeterince karşılaşmadıkları ve okumadıkları içindi. Dikkat ederseniz hüküm kurmuyorum, bir olasılıktan söz ediyorum. Hükümlü cümleler kurmaktan her zaman kaçınırım. Bir araya getirmek düşüncesine gelince: Kişisel olarak böyle bir düşünce aklımın ucundan bile geçmiyordu. Demiryolcu bir aileden geldiğim için o zamanlar ailemin yakınları ve akrabalarının çoğu demiryolcu ailelerden oluşuyordu. Başta akrabalarım, köylülerim, dostlarım bu beş kitabımdaki öykülerden bir demiryolu öyküleri adında bir kitap çıkarmamın yerinde ve güzel bir girişim olacağını söyleyip duruyorlardı. Onların bu önerilerini kafamın bir yerine not ettim. Bir süre sonra bu öneriyi yabana atmayıp, ciddiye aldım. Bu öyküleri ayrı bir kitap olarak ortaya koymayı düşünürken, bir gün cep telefonuma WhatsApp’tan atılmış beş adet demiryolu fotoğraflarıyla karşılaştım. Arkasından telefon... Bu kişiden... “Abi.” dedi. “Öykü kitaplarının hepsini aldım, okudum. Çok beğendim. Özellikle demiryolu öykülerini daha çok sevdim” dedi. Sonra bu demiryolcu dostum, öykülerimden etkilenmiş ve vakti zamanında çektiği bu fotoğrafları göndermiş. Bu fotoğraflar öykülerimin geçtiği, durak, istasyon ve demir köprülerle ilgiliydi. Hani bir deyim vardır. “Uyuyan yılanı uyandırmak”. İşte, bu fotoğraflar, beynimin bir kıyısında tasarı halinde duran demiryolu öykülerimi yeniden harekete geçirdi ve bu kitap böylece gün yüzüne çıktı. Fotoğraflara gelince, onu da yine bir deyimle açıklık getireyim. “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.” Demiryolu öykülerinizde sade raylar, trenler ve yolculuk yok. Dönemin siyasi olayları da var. Kahramanlarınız, diyelim ki TCDD memuru dönemin ne kadar parçası? Evet, dediğiniz gibi. Demiryolu öykülerimde sadece rayları, trenleri, yolculukları anlatmadım. Aynı zamanda, öykülerde anlatılan dönemle ilgili ekonomik, sosyal ve kültürel yapılardan da söz ettim. İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre öykülerimdeki kahramanları dönemin koşullarından ayrı tutamazdım. Tutmuyorum da... Tutsaydım öykülerim bu denli gerçekçi olmazdı. Dolayısıyla bu öykülerimde yalnız insanlar değil, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar da gerçekçi bir şekilde yerlerini almışlardı. Ayrıca cinsiyet ayrımı yapmaksızın öykü kahramanlarım dönemin tüm koşullarından şu veya bu şekilde etkilenmişlerdir. Kaldı ki etkilenmemeleri doğa yasalarına aykırıdır. Bilmem anlatabildim mi? Genelleme yapamam ama vakti zamanında benim bildiğim, tanıdığım birçok işçi, memur, şef, amir ve benzeri kişilerin birçoğu (parti adı vermeyeyim) emek ve emekçiden yana insanlardı. Böyle olması, bir ölçüde bu kurumun cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle özleşmesinden ve biraz da Atatürk’ün bu kuruma verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Yani demiryolları sosyalist düşünceye uygun, kamu yararını önceleyen bir yapıya sahipti o zamanlar. Şimdi ne denli o yapıya sahip, bilmiyorum. Kuruluşundan bu yana demiryolları yıllarca kâr amacı gütmemiş, devletin, halkın, köylünün önemli bir ulaşım aracı olmuştur. Öykü kahramanlarım yaşanan dönemlerde dönemin, dönemlerin önemli birer parçası olmuşlardı. Örneğin: Gardıfren Cemal. Devrimci bir gençtir ve 12 Eylül döneminde faşist düşünceli Şeftren Yılmaz’ın iftirasına uğramış ama yılmamıştır. Katar Muayene Şefi Halil Bey. O da öyle. Çıkarcı. Eşi, hakkı olmadığı halde ücretsiz seyahat yapmaya kalkıyor ve kondüktör Süleyman bey buna karşı çıkıyor. Bu nedenle Süleyman bey, Katar Muayene şefi Halil beyin hedefi durumuna geliyor ama o buna boyun eğmiyor. Halil bey sürekli Süleyman beyin bir açığını arıyor ama bulamıyor. Süleyman bey ona bu fırsatı vermiyor, görevini en iyi şekilde yapıyor. Bir de Kondüktör Süleyman bey, trene biletsiz binen babasına hemen kendi cebinden bilet kesip, babasının eline tutuşturuyor ve ininceye dek de saklamasını söylüyor. Az sonra Katar muayene şefi biletleri kontrol ediyor. Bakıyor ki Süleyman bey babasına da bilet kesmiş. Buradan da bir sonuç alamıyor Halil bey. Süleyman beyin alnı açık olduğu için her zaman dik ve ilkeli duruş gösteriyor. EDEBİYATIMIZDA DEMİRYOLU Mazlum VESEK: Daha önce de demiryolu hikayelerini anlatan kitaplar hazırlandı. Ancak sizin öyküleriniz derleme değil. Edebiyatımızda yazılanlara bakarsak demiryolu ile ilgili yazılanları yeterli buluyor musunuz? Nail UYAR: Gözümden kaçmış olabilir. Değerli yazar Kemal Varol’un derleme olan Demiryolu Öykülerinden başka, bir derleme veya başka bir yazar tarafından yazılmış bir kitap var mı? Bilmiyorum. Varsa ne diyeyim? Bu da benim ayıbım olsun. Edebiyatımızda yazılanlara baktığımızda demiryoluyla ilgili yazılan anı, öykü, roman çok yetersiz veya yok desem herhâlde pek abartmış olmam. Çünkü bu tür yapıtlara rastlamadım. Olsaydı, sanırım gözümden kolay kolay kolay kaçmazdı. Haa! Şunu söyleyebilirim. Edebi eserlerin içinde kısmen bu konulara -belki kısıtlı bir şekilde- değinilmiş olabilir. Ama bu tür yapıtlara, demiryolu konulu yapıtlar gözüyle bakmamız yeterli değildir bence. Yazılanlara baktığımızda bu tür öykü ve romanlar yok denecek kadar azdır. Edebiyatçılarımız bu konu üzerine neden eğilmediler, eğilmezler? Onu da bilmiyorum. Koskoca Kurtuluş Savaşı romanlarında bile demiryoluyla ilgili yazılan doğru dürüst bir şey yok. Bu röportajdan sonra bu konuya el atan edebiyatçı dostlar olursa sevinirim. En azından anımsattım diye... Önayak oldum diye... FUAR VE DEMİRYOLU Mazlum VESEK: Türk edebiyatında trenler ve demiryolları üzerine yazılı olan ve sizi en çok etkileyen eserler neler? Öykü olması şart değil. Nail UYAR: Şu an ilk aklıma gelenler Erol Toy’un Acı Para, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde ve Gurbet Kuşları, Ayfer Tunç’un Kapak Kızı romanları; Bekir Yıldız’ın Kara Vagon adlı öykü kitabı da ilk aklıma gelenler. M.V: Öykülerinizde Ege’de epey yer tutuyor. Size göre demiryollarının Ege’de kültürel etkileşim adına en belirgin katkısı ne olmuştur? N.U: Yakın yıllara değin İzmir-Eşme arasında doğru dürüst bir kara yolu ulaşımı yoktu. Alaşehir’den sonra Eşme’ye ulaşım karayolu açısından biraz sıkıntılıydı. Çünkü Alaşehir’den sonra rakım (yükselti) birden artıyordu. Yalnız yükselti artsa amenna, bir de keskin virajlar başlıyordu. Bu virajlar -yokuş aşağı- bazı yolcuların korkulu rüyası oluyordu. Bu nedenle demiryoluyla yolculuk ve eşya taşımacılığı daha güvenli ve daha ucuz olduğu için demiryolu yeğleniyordu. Özellikle yoksul halk için demiryoluyla yük ve yolcu taşımacılığı, bu bölgede halen tercih açısından ön sıralarda geliyor. İzmir’den iç Ege’ye demiryollarıyla ulaşım, karayoluna göre hem daha ucuz hem daha güvenilir olduğu için tercih edilen bir yöntemdi. Yine İzmir-Menemen-Manisa-Turgutlu-Salihli-Alaşehir aralarında tarımla uğraşan halk ve mevsimlik işçiler, ucuz ve güvenli olduğu için halen demiryoluyla seyahat etmeyi yeğliyorlardı. Ayrıca 1990’lara dek Ege Bölgesinde yaşayan halkın birçoğu İzmir Uluslararası Enternasyonal Fuarı’na gelmek için demiryollarıyla seyahat ediyorlardı. Kırsal kesimdeki bu insanların tren yoluyla sağladıkları ulaşım, onların kent kültürüne uyum sağlamalarını da kolaylaştırıyordu. Bu trenler aynı zamanda posta görevini de yerine getiriyorlardı. Hatta bazı trenlerin adı posta treni diye adlandırılıyordu. Örneğin: İzmir-Afyon postası... Afyon-İzmir postası bunlara birer örnektir. Bu posta trenlerinde her türlü eşya taşımak, karayolu taşımacılığına göre daha ucuz oluyordu. ORHAN KEMAL ETKİSİ Mazlum VESEK: “Gurbete Çıkanlar” adlı öykünüz özellikle bir Orhan Kemal kokusu içeriyor. Ne dersiniz, Gurbet Kuşları’nın yolculuğu sürüyor mu? Nail UYAR: İlginçtir. Gurbet Kuşlarını 1980’li yılların başında okumuştum. Oysa ben bu öyküyü Temmuz 1976 yılında yazmıştım. Gurbet Kuşları’ndan değil de bu romanın öncesi olan “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanından esinlendim. İkisi arasında tek benzerlik göç konusu ve gurbetlik. O kadar. Okuyunca sen de ayrımına varmışsındır. Biri büyük bir roman, diğeri öykü... Çünkü bu romanı edinim tarihi 7 Kasım 1974. Benim öykünün (Gurbete Çıkanlar’ın) yazılış tarihi Temmuz 1976. Demek ki ben bu öyküyü Orhan Kemal’in romanını okuduktan bir yıl, sekiz ay sonra kaleme almışım. Yine işin ilginç yanı: Bu öykü gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazıldı. Olayın geçtiği yıl 1975’in Nisan-Mayıs ayları olma olasılığı çok yüksek. Ben o yıllarda Çiğli’de bir fotoğrafçının yanında kalfa olarak çalışıyordum. Ustamın işyerinde (fotoğraf stüdyosunda) olmadığı bir zamanda Sarı kanarya rengi bir Mercedes’le kerli ferli bir adam çıkageldi. Tariş’in inşaat alanında bir iş kazası olduğunu ve bir işçinin ölümüyle sonuçlandığını belirttikten sonra; olay yerinin fotoğrafının çekilmesi gerektiğini söyledi. Hemen olay yerine hareket ettik. Sonra öğreniyorum. Bu adam inşaatın yüklenicilerinden biriymiş. Sözü uzatmayayım, bu öykü buradan doğdu. Biz ulus olarak tarih boyunca göçer olmuşuz ve bu durum iç ve dış göç olarak halen sürmektedir. Toroslarda Sarıkeçili yörükleri de bunun en açık örneğidir. Bunlar halen göçebe olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Dolayısıyla “Gurbet Kuşları’nın yolculuğu sürüyor mu?” sorusunun yanıtına gelirsek, evet halen sürüyor. Bu sorunuzun dışında son olarak şunu söyleyeyim. Yargı içeren cümleler kurmayı sevmem. Sakıncalı bulurum. Bu nedenle son tümcemi sanırım diye kurmak istiyorum. Sanırım benim “Demiryolu Öyküleri” adlı kitabım şu ana dek alanında tek yapıt. Bilmem yanılıyor muyum?

  • Nail UYAR'dan Bir yeni Kitap Daha

    Okuyorum Yazıyorum * Yayın Tarihi:12.07.2023 ISBN:9786254154980, Dil: TÜRKÇE , Sayfa Sayısı: 87 Cilt Tipi: Karton Kapak, Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı Boyut:13.5 x 21 cm / Nail Uyar KLAROS YAYINLARI * Nail Uyar İzmir'de yaşayan bir yazarımız. Öykü alanında yazan yazarın sekiz kitabı var. UYAR'ın farklı bir türden OKUYORUM YAZIYORUM adlı kitabı çıktı. 2006' da yayınlandığı yıllarda AŞKARAYAN adlı kitabımı beğenmişti Nail UYAR. Kitap ve içinde yer alan öykülerden SES için beni utandıracak dende övgüler yazmıştı. Tanışmamıza da neden olan bu yazıya ve benzeri denemelerine yer verdiği OKUYORUM YAZIYORUM adlı bir kitabı yayınlandı Nail UYAR'ın. Temmuz 2023'te yayınlanan kitapta 1999 yılından bu yana seyrek de olsa yazdığı kitap tanıtım yazılarına, denemelerine ve Makedonya’ya yaptığı gezisine yer vermiş. Kimler var kitapta derseniz not ettiklerimi yazayım. Şenol Yazıcı, Fehmi Salık, Ahmet Günbaş, Oğuz Tümbaş, Mehmet Genç, Selçuk Oğuz, Mehmet Taşar, Duran Aydın, Ramazan Turgut, Cazim Gürbüz, Fatma Türkdoğan... gibi yazar ve şairlerinin yapıtları üstüne yazdığı yazıları ve eleştirilerini okurken yazarın salt bir öykücü değil, iyi bir eleştirmen ve denemeci de olduğunu görüyoruz . Kitabı kitapçılarda bulabileceğiniz gibi internetten ya da yazarın kendi sitesinden de talep edebilirsiniz. Diğer yapıtları, dünya görüşü, sanat anlayışı, yazarın fotoğraf ve ayrıntılı yaşam öyküsünü de bulabileceğiniz site Nail UYAR adıyla yayında.

  • ATATÜRK ve ERMENİLER

    Zeki SARIHAN * Dünyaca ünlü bir film şirketinin çevirdiği Atatürk konulu dizinin oynatılmasından ABD’deki Ermeni lobisinin baskısıyla vazgeçilmiş. Diziden yapılan bir derleme yalnızca Türkiye’de gösterilebilecekmiş. Filmi izleyemediğimiz için hakkında bir yargıda bulunamıyoruz. Konusu Atatürk olan film ve belgesellerin beğeneni de eleştireni de çok olur. Can Dündar’ın senaryosunu yazdığı Mustafa filmi hakkında az eleştiri yapılmamıştı. ABD’deki Ermeni lobisinin Atatürk filmine karşı çıkışı Türkiye basınında 1915-16 Ermeni tehcir ve taktiliyle ilgili olduğuna bağlandı. Bu nedenle Atatürk ve Ermeni ilişkileri hakkında birkaç söz söylemek yerinde olur. TEHCİR VE TAKDİLDE ATATÜRK YOKTU Birinci Dünya Savaşı yıllarında tamamen Alman Genelkurmayının sevk ve idaresinde İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından uygulanan Ermenilerin göç ettirilmesi ve bu esnada büyük can kaybına uğramasında Mustafa Kemal Paşa herhangi bir rol almamıştır. Bu dönemin birinci derecede sorumluları ateşkes antlaşmasının hemen ardından Türkiye’den kaçmışlar, birkaç yıl içinde de Ermeni ve intikamcılar tarafından bulundukları ülkelerde öldürülmüşlerdir. (Enver Paşa Orta Asya’da Basmacıların başında Bolşeviklere karşı savaşırken öldü.) Bir hayli yönetici, içinde Ermeni tehcir ve taktili de olan suçlamalarla İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya götürülmüş, yalnız bu suçlamayla ilgili olarak divan-ı harpler de kurulmuş ve sorumlu görünenler çeşitli cezalara da çarptırılmışlardır. Meclis-i Mebusan, savaş yılları hükümet üyelerini Yüce Divana vermek üzere (suçlamaların içinde tehcir ve taktil de vardır) sorgulamış ise de, Meclis feshedildiği için Yüce Divan işi yarım kalmıştır. Bütün bu suçlamalar içinde Mustafa Kemal Paşa’nın adı geçmemiştir. O savaş yıllarında cephelerde komutanlık yapmış ise de tehcir uygulamasından uzak kalmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Enver Paşa’yla geçimsizliği nedeniyle İttihat ve Terakki politikalarında söz sahibi olmadığı biliniyor. Öyle ki, Karadeniz Bölgesi’nde Türk-Rum çeteleri arasındaki çatışmalara son verip burada ateşkes şartlarına uygun bir sükûneti sağlayacak bir komutan seçiminde Mustafa Kemal Paşa’nın bu özelliği rol oynamıştır. “TEHCİR SUÇLULARI YARGILANSIN” Mustafa Kemal Paşa’nın tehcir ve taktil uygulamaları karşısında göze çarpan ilk belge, İstanbul Ali Rıza Paşa hükümetinin delegesi Salih Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın başında olduğu Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliyesiyle 21 Ekim 1919’da Amasya’da imzalanan protokoldür. Bu protokolün bir maddesine göre tehcirde suç işleyenler cezalandırılacaktır. Doğu Ordusunun komutanı Kâzım Karabekir, Ankara Hükümetinden Kars-Ardahan-Batum’u ellerinde tutan Ermenilere karşı askerî bir harekât önerdiğinde Ankara Hükümeti, resmen ve açıkça saldırıya geçilmesinin yeni bir Ermeni kırımı sayılacağı, bunun az çok Türkiye lehine gelişen havayı da söndüreceği cevabını verdi. (6 Mayıs 1920) Ancak bilindiği gibi Sevr Antlaşması üzerine Ankara, İngilizlerin Sovyet Rusya ve Türkiye arasında bir set oluşturmak amacıyla desteklediği Ermeni ve Gürcü hükümetlerine karşı Doğu Harekâtıyla bölgeyi geri almış, Azerbaycan’ın Bolşevikleştirilmesine de yardım etmiştir. ERMENİLERİN ATATÜRK KARŞITLIĞININ NEDENLERİ Mustafa Kemal Paşa’nın Ermeni tehcir ve taktili gerçeğini kabul eden tutumları yanında, bu iddiaları reddeden konuşmaları da vardır. Attila İlhan’ın “Hangi Atatürk?” ve Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk?” kitaplarında da belirttiği gibi Atatürk, siyasetin gereği sayarak farklı zamanlarda farklı görüşler savunmuştur. TBMM, Boğazlıyan Kaymakamı iken Ermenileri katletmekten yargılanıp suçlu görülerek asılan Kemal Bey’i milli şehit ilan edip ailesine maaş bağlamıştır. Ermeni lobisinin Atatürk’e karşı tutumları Ermeni tehcirini reddeden sözlerinden ötürü olamaz. Zira, Ermeni kırımını kabul edenden çok etmeyen Türk siyasetçileri vardır. Fakat Atatürk’ün konumu bunların hepsinden farklıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi, Doğu Harekâtına izin veren hükümetin başında o vardır. Lozan görüşmeleri sırasında Doğu’da bir Ermeni yurdu kurulmasını şiddetle reddeden Türk delegasyonuna emir veren de Mustafa Kemal Paşa’dır. Dolayısıyla, Ermeni lobisince Türk ve Türkiye kavramı Atatürk’te temsil edilmekte olabilir. Ermeni Asala intikamcıları da böyle bir fanatizmle yurtdışında görevli Türk dışişleri mensuplarından birçok diplomatı katletmişlerdi. TARİHİN BIRAKTIĞI KÖTÜ MİRAS Adı ister kırım veya soykırım, ister karşılıklı kıtal (öldürme) olsun, Türk-Ermeni milletleri arasında kötü bir tarihi mirasın koyu gölgesi vardır. Hiçbir ilde çoğunluk nüfusu oluşturmadıkları için, Türkiye’de bağımsız bir Ermenistan kurulması kabul edilemezdi. Fakat, Ermenilerin milli talepleri de reddedilmemeliydi. Doğu Anadolu’da yapılması devletçe kabul edilen 1914 tarihli idari reformun savaş nedeniyle rafa kalkması bu fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. İttihat ve Terakki’nin bu konudaki politikalarını tek uygun seçenek saymak doğru değildir. Öte yandan, ABD Ermeni lobisinin Atatürk filmine tepkisi de buna boyun eğen şirketin tutumu da abestir. Eski yaraları kaşıyıp kanatmak yerine iki millet arasında barış köprüleri kurmanın zamanıdır. (Bu yazıda Kurtuluş Savaşı yıllarında geçen olayların belirtildiği kaynaklar Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabımızda bulunuyor.)

  • Tevfik Fikret

    Nurten B. AKSOY "İki arkadaş; Sultan Aziz tarafından 1800’lerde yapıldığı için onun adıyla anılan Aziziye Karakolunu geçip dar ve bozuk yoldan sarsıla sarsıla Bebek’e ulaşır. Birkaç dakika sonra da Âşiyan’a sapan dik yokuşun başına… – Buradan sonrasını yürüyeceğiz Diyerek arabadan inerler. Otomobilin çıkamayacağı bakımsız ve daracık yokuşu tırmanırken Paşa’nın yaveri de biraz geriden onları izlemektedir. Mustafa Kemal; koluna girdiği Harbiye’den hocasına yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle Fikret’e olan sevgisini anlatır: – Ben inkılap ruhunu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette Âşiyan gelir. Bir de o gün bir sır verir hocasına: Yakında Anadolu’ya gidiyorum.” Bu satırlarla anlatır, Orhan Karaveli, Atatürk’ün Samsun’a çıkmadan önceki Âşiyan ziyaretini. Fikret’i inceleyen birçok eserde belirtildiği gibi Ferdâ, günümüz diliyle YARIN şiirinin; "Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere; Doymaz insan denilen kuş yükselmelere... Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır! " Atatürk için ne kadar önemli olduğunu bu satırlardan da öğreniyoruz. *** Yukarıdaki anıda anlatıldığı gibi; “Ben inkılâb ruhunu ondan aldım.” diyen Mustafa Kemal’in düşünce ve kişilik yapısının oluşumunda, büyük payı olan Tevfik Fikret 24 Aralık 1867’de İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Çankırılı olan babası Hüseyin Efendi, oğlu doğduğu yıl İstanbul’da belediye meclis üyesi ve Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğünde memur olmuştu. Sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Hama, Nablus, Akka, Urfa, Halep mutasarrıflıklarında bulundu. Annesi Hacı Hatice Refia Hanım ise sonradan Müslüman olmuş Sakızlı bir Rum ailenin çocuğuydu. Hac ziyaretine giden annesi Refia Hanım, 1879’da dönüş yolunda kolera nedeniyle ölünce Tevfik Fikret, 12 yaşında öksüz kaldı. Babası, saraya jurnal edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildiği için kız kardeşi ile kendisinin bakımını anneannesi ve büyük yengesi üstlendi. Henüz çocukken annesini kaybetmek, onu hayatı boyunca etkiledi. 19 yıl sürgünde kalan babası da sürgünden hiç dönemedi ve orada öldü. Aksaray'daki Mahmudiye Valide Rüştiyesinde öğrenimine başlayan Tevfik Fikret, çok dindar bir ortamda yetişmekteydi. Okulu, 93 Harbi yenilgisinden sonra Rumeli’den İstanbul’a gelen göçmenlere tahsis edilince öğrenimine Galatasaray Sultanisinde devam etti. Bu yeni okula girişi hayatında bir dönüm noktası oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Öğretmenlerinin teşviki ile yazdığı ilk şiiri Tercüman-ı Hakikat’te yayımlandı. Bir müddet çeşitli devlet dairelerinde memurluk yaptı, ancak sonra istifa etti. İstifası sırasında, gecikmiş maaşlarının ödenmesini 'maaşı hak etmediği' gerekçesiyle reddetti. Bu olay, onun dürüstlüğünü efsane haline getirdi. Hazine tarafından yine de kendisine topluca ödeme yapılınca tüm parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı. 1890 yılında dayısının kızı Nazime hanım ile evlendi. Aynı yıl şiirlerini yayınlamaya başladığı “Mirsad” dergisinin açtığı yarışmalarda iki birincilik kazandı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultaniye (Galatasaray Lisesi) atanması ile yaşamında yeni bir dönem açıldı. İlkokul üçüncü sınıf Türkçe öğretmeni olarak göreve başladığı okulda, Muallim Naci’nin vefatı üzerine edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya devam etti. Hükümetin bütçede kısıntı yapıp memur maaşlarını yüzde on kesmesine tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı, inzivaya çekildi. 1895’te Recaizade Ekrem, Fikret’i bir bilim dergisi olan Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile tanıştırdı ve onları dergiyi bir edebiyat dergisi haline getirmeye ikna etti. Dergi, Tevfik Fikret yönetiminde çıkmaya başladığı 256. sayıdan itibaren bir edebiyat dergisi haline geldi. Şair, 1895 yılının Haziran ayında oğlu Haluk’un doğumuyla baba oldu. O sıralarda sanat yaşamının en verimli devresini yaşamaktaydı. Yönettiği derginin etrafında yenilikçi bir grup aydın toplanmıştı ve dergi, bu sanat topluluğuna ismini verdi. Sanatta hem içerik hem biçimde atılım yapmayı ilke edinen, ağdalı dilleri ve karamsarlığı ile tanınan topluluğun hareketine ise Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) denildi. Bu topluluk, siyasal eylemlerden uzak görünüyordu. Zamanla Fikret’in şiirlerindeki toplumsal boyut arttı, ulusalcılık ön plana çıktı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşında Türklerin büyük bir zafer kazanmasından etkilenerek kahramanlık ve zafer şiirleri yazdı. Tevfik Fikret, 1896 yılı sonlarında Robert Kolej’de Türkçe dersleri vermeye başlamıştı, bu görevi ölümüne dek sürdürdü. Okul dışında kalan tüm zamanını dergiye veriyordu. O günlerde dostu İsmail Safâ’nın evinde okuduğu Abdülhamit karşıtı bir şiiri, gözaltına alınmasına yol açtı, evi arandı, söz konusu şiir bulunamayınca birkaç gün sonra serbest kaldı. Çok geçmeden, Robert Kolej’de bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek gözaltına alındı. Bu olaylar, Fikret’te inziva düşüncesini derinleştirmişti. 1900 yılında ilgiyle karşılanan ilk kitabı “Rübab-ı Şikeste’yi (Kırık Saz) yayımlayan Tevfik Fikret, Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde uyuşamadığı için ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Serveti-i Fünun’un kapanması, baskıcı yönetimden duyduğu karamsarlık, arkadaşları Hüseyin Siret ve İsmail Safa’nın sürgüne gönderilmesi, 1902’de kızkardeşi Sıdıka’yı kaybetmesi, babasının Irak’a sürülmesi ve 1905’te babasını da kaybetmesi, Tevfik Fikret’i çok yıpratmıştı. İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetleyen ünlü “Sis” şiirini 1902 yılında İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı. Sıkıntılar içindeki şair, inziva düşüncesini gerçekleştirmek için Kadırgadaki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’in yamacında, Rumelihisarı’nda planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmaya başladı. Üç katlı ahşap yapının inşaatı, 1905’te tamamlandı. Günümüzde Tevfik Fikret Müzesi olan eve, eşi ve oğlu ile birlikte yerleşti. Toplumla arasına bir mesafe koyabileceği, mesleğine devam edebileceği, ülkenin gidişatını uzaktan izleyip eser üretebileceği bu mekana Âşiyan (yuva) adını verdi. Evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etti. II. Meşrutiyet’in ilanı, Tevfik Fikret’in inzivadan çıkmasını sağladı. Selanikteki İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine Meşrutiyet’in ilanından 13 gün önce “Millet Şarkısı” adlı marşı yazmıştı. Devrimin habercisi olan bu marş elden ele dolaştı. Meşrutiyet’in ilanından sonra “Rücu (Geri Alış)” adlı şiirini yazarak İstanbul’a savurduğu lanetleri geri aldı. 1909 yılında 1905’te istifa ettiği Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. Okulun Beyoğlu'ndaki binası bir yangında yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik Fikret, eski binanın yeniden inşasını çok kısa sürede tamamlattı. Okula getirdiği yenilikler şikayete yol açmıştı. Toplantı salonunu mescidin üzerine yaptırdığı gerekçesiyle basının büyük eleştirilerine uğradı. Tevfik Fikret, Mekteb-i Sultani Müdürlüğü sırasında Darülfünun’da edebiyat dersleri de vermekte idi. 1910’da bu görevinden de ayrılıp yeniden Aşiyan’da inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolejdeki derslere devam etti. Fikret, Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramış, artık İttihat ve Terakki Yönetimi’ne muhalif olmuştu. 1911’de yayımladığı Haluk’un Defteri'nde artık tek umudu olarak gördüğü gençliğe seslenen ve onlara çalışkanlığı, yurt sevgisini öğütleyen şiirlere yer verdi. Aynı yıl yayımladığı “Rübab’ın Cevabı” adlı bir diğer şiir kitabında halkın acılarını konu edinen şiirler vardı. Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren, onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde makine mühendisi oldu. Bir daha ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti. Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakar çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Modern bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak gibi projeleri vardı ama bozulan sağlığı nedeniyle bunları gerçekleştiremedi; son yıllarında çocuk şiirleri yazmakla meşgul oldu. Yalın bir dille ve hece ölçüsüyle yazdığı bu şiirleri 1914’te yayımlanan “Şermin” adlı kitapta topladı. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti. Şairimizi ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz... HÂN-I YAĞMA Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır; Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray, Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var. Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! **** Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) Bir sofracık efendiler yutulmayı bekliyor, Önünüzde titriyor, bu ulusun hayatıdır; Bu ulus ki acılıdır, can çekişmektedir! Ama sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır Yiyin, efendiler yiyin; bu iç açıcı sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu yüzünüzden bellidir; Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir Şu nimetler yığını, bakın, gelişinizle böbürlenir! Bu hakkıdır savaşınızın, evet, o hak da elde bir Yiyin, efendiler yiyin; bu şenlikli sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray, Hepsi sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Hepsi sizin, hepsi sizin, hazır hazır, kolay kolay Yiyin, efendiler yiyin; bu iç açıcı sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! ............................ (Günümüz Türkçesine aktaran Ahmet Muhip Dıranas)

  • Bir Dönemin “Yeni Adana” Gazetesi Bitiyor mu?

    Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr. * 31 Temmuz 2023 tarihli Yeni Adana Gazetesinin Başlığı “BİR DÖNEM BİTİYOR! Yeni Adana Gazetesi 25 Aralık 1918’de başladığı yayın hayatına son veriyor” diyor. Uzun zamandır görüşlerime yer veren gazetemin ekonomik ve sürülebilirlik durumunu az-çok tahmin edebiliyordum. Ancak bu kadar erken baskılı halinde çekileceğini beklemiyordum ve gazeteme de yakıştırmıyordum da. Adana’ya ilk geldiğim 1981 yılından beri takip ettiğim ve çok önemsediğim çağdaş yerel gazetelerin başında gelir. Gazete ile tanıştıktan sonra gazetenin Çukurova bölgesinin kurtuluş savaşına verdiği desteği öğrencinde dahada çok gazeteye destek ve değer vermeye başladım. Kurtuluş Savaşı sırasında zor şartlarda oluşmuş ve 1918'den bu yana 105 yıldır yayın yapan Yeni Adana Gazetesi yayın hayatına son veriyor olması çok sayıda insanı üzmüş ve derinden de düşündürtmüştür. Ülkenin sömürgeci devletler tarafından parsel parsel parçalandığı, Fransızların güneyden kuşattığı Toros Dağlarının eteğindeki Adana’da direnişi örgütlemek ve toplumu bilinçlendirmek Yeni Adana’nın kurucularına ve Yeni Adana Gazetesine nasip olmuştur. Pozantı’da bir tren vagonunda yayım hayatını sürdüren Yeni Adana gazetesi, o dönem mürekkep bulunamadığı için kömür sisi, mürekkep haline getirilerek gazete zor koşullarda yayın hayatını sürdürerek kurtuluş savaşına aktı sunmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında zor şartlarda yayın yaparak bağımsızlık mücadelesine destek veren güzide Yeni Adana gazetesi bugün yazılı yaşamına son veriyor. Çukurova’nın, Adana tarihine damga vuran Yeni Adana gazetesi en her koşulda yaşatılmalıdır. Yaşatılamaması Çukurova’nın, Adananın ve hepimizin ayıbı sayılacaktır. Dijital Teknoloji ve Aratan Yüksek Kâğıt Fiyatları Basına Büyük Zarar Veriyor Cumhuriyet kuruluşu ve ilkeleri ile anlamlandırılan Yeni Adana gazetesine yaşaması yaratılan pahalı girdi, hayat pahalılığı ve teknolojik genleşmelere yenik düşürüldü. Çağımızın değişen teknolojik, ekonomik ve sosyal koşulları maalesef yazılı basının ve diğer görsel basının bağımsız yaşamasını zora soktu. Cumhuriyetin il yıllarında okuma yazmayı ve basını geliştirmek için açılan kâğıt fabrikaları son dönemlerde birere birer kapatıldı veya özelleştirildi. Her alanda petrole dayalı dışa bağımlılık hayatı pahalılaştırdı. Üstüne bir de dijital çağın getirdiği sosyal medya yazılı basını maalesef daha az okunur durma getirdi. Kâğıt fabrikalarını kapatılması ile pahalılaşan gazete, dergi ve kitapların okunurluğu bu yüksek enflasyon koşullarında bir çok kesim için çok zorlaştı. Yeni Adana gazetesi Çukurova Üniversitesi İçin Bir Okuldu 105 yıllık gazetesi bir çok araştırıcı için kaynak niteliğindeydi. Gazete arşivini çok önceleri 199’lı yıllarda Çukurova Üniversitesine bağışladı. Yapılan protokol ile gazete dijitalleştirecekti. Ayrıca çok sayıda hocamız ben dahi görüşlerimizi gazete aracılığı ile paylaşma şansına sahip oluk. Halende Çukurova ile ilgili bir konu olsa başvuracağımız en güvenilir kaynak yine Yeni Adana arşivi olacaktır. Ülkenin, bölgenin ve Adana kentinin sembolü ve değeri olarak görülen gazetenin kapanması bir çok açıdan üzücü ve düşündürücü. Bir yazarı olarak gazetenin basılı halinin sonlanmasından dolayı yerel basından ve haberlerden yokusun kalacağımız için çok üzüntülüyüm. Keşke yapabileceğimiz bir destek olsa da gazeteyi yaşata bilsek. Gazetenin 100 kutlama yıl dönümüze katılmış oradaki yetkililere gazetenin yaşatılması için ne yapılabilir diye sohbetler de etmiştim. Ancak politika ne yazık ki günlük çıkarına bakıyor. Günümüzde her olaya “politika olarak ban ne getiri ne götür” diye bakıyor. Aynı zamanda yazmaya başladığım 1996 yılından günümüze kadar Yeni Adana’yı bir aile yeri olarak gördüm. Yeni Adana ailesinin her kuruluş yıl dönümlerinde bulunmaya çalıştım. Gazetenin yazarları, çalışanları ve okurları arasındaki sıcak bağı hep izledim. En son Adan Gazeteciler Cemiyeti merkezinde yapılan toplantıda yapılan konuşmalar gazetenin kuruluş savaşından günümüze verilen zorlu mücadele ve okurlarının gazeteye olan ilgileri çok net anlaşılmaktaydı. 105 yıldır Çukurova’nın aydınlanmasına katkıda bulunan Yüreğir ailesine ve diğer emeği geçen tüm yazar, dizgi ve lojistik hizmeti veren tüm emektarlara ve de düşünsel, maddi ve manevi olarak destek sağlayanlara saygılar sunarım. 31 Temmuz 2023, Adana ...

  • SESİMİ DUYAN VAR MI?

    Fuat ÖZGEN * Vatan kavramının temeli toprağım Kan pahasına, can pahasına kazanıldım, korundum Ama yele verdiler, sele verdiler, ele verdiler İçim kan ağlıyor Sesimi duyan var mı? Yaşamın kaynağı suyum Pınarım, denizim, gölüm Pislettiler, zehirlediler, soldurdular Can çekişiyorum Sesimi duyan var mı? Olmazsa olmazınız havayım Nefesiniz, geleceğinizim Kirlettiler, virüslediler, kimyasal verdiler Elden gidiyorum Sesimi duyan var mı? Dağda, ovada, bahçede bitkiyim Meşeyim, zeytinim, naneyim, gülüm Kestiler, yaktılar, yaraladılar, kuruttular Her gün azalıyorum Sesimi duyan var mı? Karada, denizde, havada hayvanım Geyiğim, balığım, turnayım Avladılar, eziyet ettiler, yurtsuz yuvasız bıraktılar Acılar içindeyim Sesimi duyan var mı? Konuşan, yazan, dile getirenim Gazeteciyim, yazarım, çizerim Copladılar, gazladılar, hapsettiler Boğuluyorum Sesimi duyan var mı? Çalışan, üreten emekçiyim İşçiyim, köylüyüm, memurum Önümü kestiler, engellediler, emeğimi çaldılar Mutsuzum, umutsuzum Sesimi duyan var mı?

  • 17 Ağustos 1999 Depreminin Yıl Dönümünde

    Deprem Gerçeğini Unutma Unutturma * Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, iortas@cu.edu.tr * Bugün, 17 Ağustos 1999 depreminin 24. yıl dönümü. Bilgi, bilim ve öngörüsüzlükle birlikte bir dizi plansızlıklar sonucu on binlerce insanımızı o zaman kaybettik. En üst perdeden kişisel ve devlet adına verilen sözler, maalesef zamanla unutuldu. Yaşanan 17 Ağustos’tan ders çıkarıp gerekli önlemleri almadığımız için 6 Şubat 2023 depreminde ise daha büyük ve daha ağır kayıplar verdik.6 Şubat'ın üzerinden 6 ay geçmesine rağmen hala sahada gözyaşları dinmedi. Depremin etkisi altında kalarak zorluklarla mücadele eden insanların sorunları hala çözülmeye çalışılıyor. Uzmanların sık sık “Deprem öldürmez bina öldürür” uyarısını 17 Ağustos yıl dönümünde bir kez daha gündeme gerelim. Unutmayalım o insanların yardım isteyen çığlıklarını unutmayalım. Hep beraber yaşadığımız 6 Şubat sabahının beşik gibi sallanan binaların altından zifiri karanlıkta yardım bekleyen on binlerin bağırışları halen kulaklarımızda çınlıyor. Duyduklarımızı unutmayalım! Depremi unutma, unutturma ifadesini sık sık vurgulayalım. Son yıllarda artan yer kabuğundaki tektonik hareketlenmelerin merkezindeki ülkemizde halen deprem gerçeğinin yaratığı yıkımın doğal olmanın ötesinden insan faktöründen kaynaklandığını bütünlüklü olarak tam olarak fark etmedik. Beklenen olası büyük depremlere karşı ülke olarak yönetimler olarak ne fiziki ne de ruhen hazırlıklı değiliz. Dün Aladağ-Adana'da yaşanan 4.6 büyüklüğündeki artçı deprem, insanları bir kez daha endişelendirdi. Ne yazık ki, birkaç duyarlı akademisyen dışında, sorunlar ve alınması gereken önlemler yeterince gündemde değil. Her depremin ardından aynı unutkanlık devam ediyor. Bilimsel bilgi ve ekolojik prensiplere uygun bir yapılanmaya öncelik vermemiz gerekiyor. İnsanlarımızın eğitim seviyesi ve beklentileri ortada. Güvenliğimizi her canlı gibi önemsiyoruz, bu nedenle önceliğimizi net bir şekilde belirlememiz önemlidir. Güvenli yapıları, deprem dayanıklı zeminleri jeoloji, geoteknik ve inşaat biliminin prensiplerine uygun olarak inşa etmeliyiz. Sonrasında deprem anında nasıl hareket edeceğimize dair bilimsel bilgi ve deneyimlere dayalı yaşam stratejilerini öğrenmeliyiz. Vergi veren çalışan bir yurttaş olarak, ülkemizin önceliğinin deprem gerçeği ve buna uygun bir yaşam tarzı oluşturmak olduğunu talep ediyorum. Bir daha insandan kaynaklanan yetersizlikler, ihmaller ve plansızlıklardan dolayı yeni inşaların ölmesini istemiyoruz. Yurttaş olarak vergi veren bir vatandaş olarak verilerimizin öncelikle depreme hazır bir toplum ve deprem dayanıklı yerleşim yerleri için harcanmasını ve bizlere de şeffaf bir şekilde bilgi verilesini talep ediyorum. Yaşananlardan ders alalım. Deprem değil insanın yaptığı deprem gerçeğine uygun yapılmayan binalar öldürür gerçeğini unutma-unutturma. 17 Ağustos 2023, Adana

  • Hersek Lagünü'nde Bir Edebi Gün

    Fuat ÖZGEN * *Etkinliğe katılan yazar ve şairler toplu halde* *Lagünde Kuşlar... Arkada 500 yıllık Hersekzade Ahmet Paşa Camii. * 22.YALOVA ŞİİR AKŞAMLARI 11.KARDEŞ KENTLER BULUŞMASI * Üyesi olduğum Yalova Şairler ve Yazarlar Derneği ev sahipliğinde 7, 8, 9 Ağustos tarihlerinde Hatay, Bursa, Muğla ve Kocaelili sanatçıların katılımıyla bir etkinlik düzenlendi. Katılımcı kentlerden Yalova, Bursa, Kocaeli ve Hatay deprem acısını yaşamış, Muğla ise geçen yıl yangınlarla boğuşmuştu. Etkinlik 7 ağustosta Yalova Kent Müzesi’nde açılan resim ve kitap sergisiyle başladı. Sinevizyon gösterimi, şiir sunumları ve müzik dinletisiyle sürdü. İkinci gün Altınova Karadere’de araştırmacı yazar Fikri Baştürk’ün kişisel müzesi, Subaşı Göç Müzesi gezildi. Subaşı Belediyesi Kültür Merkezi’nde araştırmacı yazar Mahmut Günay’ın tarihi sunumu, şiirler ve müzik dinletileriyle sürdürüldü. Yalova’daki Yürüyen Köşk ziyaretiyle gezi sona erdi. Son gün Altınova’daki tarihi ve turistik mekanlar gezildi. Sonra Hersek Lagünü’ne gidildi. Kuş gözlemevinde açılan kuş konulu resim sergisi gezildi. Toplantı merkezinde kuş şiirleri, kuş öyküleri okundu. Kuşlar gözlendi. Müzik dinletileri, plaket sunumları yapıldı. Etkinlik konukların yolcu edilmeleriyle son buldu. “Sevinçler paylaşılınca artar, acılar paylaşılınca azalır.” derler. Acılar yaşamış kentlerin sanatçıları bir araya gelerek acılarını resimleriyle, şiirleriyle, öyküleriyle, anılarıyla paylaştılar. Kuşların canlılığıyla, güzelliğiyle duygu değişimi yaşadılar. Sanatsal birikimler, kitaplar paylaşıldı. Dostluklar kuruldu, pekiştirildi. Etkinlik, katılımcılara bir terapi oldu aynı zamanda. * HERSEK LAGÜNÜ Yalova ilinin Altınova ilçesinde bulunan ve 872 hektarlık alana sahip olan bu göl 30.12.2022 tarihinde koruma altına alınmıştır. Aynı zamanda Türkiye’de başka örneği olmayan ailelere ve engellilere hizmet veren bir koruma alanıdır.[1] Bu göl Yalakdere’de bulunan alüvyonların Marmara Denizi’ne dolmasıyla meydana gelmiştir.[2] Hersek Lagünü Gölü de Marmara Denizi’nin güney kıyısında yer almaktadır. Bu gölün derinliği 60 cm olarak tahmin edilmektedir. Kış aylarının sert geçmesi ve gölün bu aylarda donmasından ötürü bu göl başta ördek olmak üzere birçok canlı türünün yaşamı için elverişlidir. Kış aylarının aksine yaz aylarında da birçok canlıya ev sahipliği yapar. Özellikle kuşların göç olarak tercih ettiği ve üreme dönemlerini bu göl çevresinde geçirmesinden ötürü kuş türleri için de büyük öneme sahiptir. Fırtınalı havalarda kıyı şeridinden göle taşan deniz suları, göl yüzeyine düşen yağışlar, lagünün güneyinde kalan arazilerin boşaltma suları ve yüzeysel akışlar gölü beslemektedir. Özellikle deniz ile lagün arasındaki kıyı şeridinde üreyen önemli kuş türleri bulunmaktadır: Kara gagalı sumru, Poyrazkuşu, Akdeniz Martısı, Gümüş Martı ve Küçük Halkalı Cılbıt’tır. Lagün kış mevsiminde barındırdığı flamingo sayısı ile de Marmara bölgesinde önem arz etmekte olup 2013-2014 kışında 1000’i aşkın flamingo tarafından ziyaret edilmiştir. Bölgede yapılan kış ortası su kuşu sayımlarında ve diğer gözlemlerde toplam 245 tür saptanmıştır. Kaynak: Wikipedia

  • Hak Edilmiş Bir Ayrılıksa Zaman

    Şenol YAZICI * 17 Ağustos 1999 Deprem'i Anısına * İnandıkların da terk etti seni, şimdi en büyük fırtınasına yakalanmış bir çöl gibi, öyle yalnızsın. Bu yalnızlığı ancak çocuklar anlar. Bir çocuklar bilmez: Gün olur, hak edilmiş bir ayrılıktır zaman. Hoş gör. Mavzer kurşununa namı yürüsün diye göğüs geren dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr; korktuk, kaçtık; yine de giderken içimiz sızladı inan. Hani zorun dağlar kadardır fakat boğazından bir kıl ustura geçer, ağlayamazsın. Bunu da bir biz biliriz, bir de altın kafesteki bülbül. Çiz bunun altını ve unutma: Sen vatan oldun artık; ayrılırken duyumsadığın acı değil midir, kimliksiz kentleri vatan yapan? Acı çekiyorsun değil mi? Sen acıyı bilmezdin oysa. Ne dersin, güzel dağlarına bahar gelir mi yine? Büyük vuruşla paramparça olmuş yüreğini onarabilecek misin yeniden? Binlerce ay yüzlü çocuk doğurabilecek güvercin yürüyüşlü bir kızdın. Akıl dışı bir kürtaj bereketli yarınlarına saldırdı. Artık, kurumuş ırmaklarınla sana yol verecek tek enginlik çöller kaldı, neylersin? Ağlıyor musun? Oysa, ağlamak ne kadar yabancıydı sana. Bak bahar gelecek, nevruzlar sarar mı dağlarını yeniden? Çimenlerine su yürüyüp kıyamet gibi çiçek keser mi yüzün? Güneş, Safran sırtlarından Paşaköy’e uzayan Gökkuşağı Yolunda ya da Kurtköy dağlarında unutulmuş oyunları oynayan şımarık bir çocukken, dağ yollarında teslimiyete inat sevdalar yeşerten yaşam kaçkınlarının türküleri söylenir mi yine? Bir daha düşer mi cemre? Düşmese de olur aldırma. Sılayı yaratan sevdasıdır insanın, anılarıdır gömdüğü. Eski nalbant yeni ev yapıcının, üç kuruş daha fazla kazanma hırsını doyurmak için yangınlara, yıkımlara, dozerlerin çelik bıçaklarına; kefensiz ölümlere teslim ettiği çocuklarıdır. Artık mecburuz: Ölsek de ruhumuz sana bağlı kalacaktır. Kendi diyarlarımızda ekmeğimiz yoktu, çoğumuzun. Adam da sayan yoktu ya. Sayılsak, sen de ne işimiz vardı? Sen, dünya güzeli ufacık bir kasabaydın. Yazık ki, bize dayatacağın kuralların yoktu. Sevdin bizi. Bu kadar sevilmeye alışkın değildik, bunca önemsenmeyi ummazdık. Sen de karnımız doydu şükür. Doydu ama unutamadık: Sen yabandın, sen eldin; sen bizim değildin ve biz senden değildik: Sen gurbettin. Niçin insanın kanında karnının doyduğu gurbetten nefret vardır? Senden nefret ediyorduk. Seni yok ederek yaşıyorduk. Çaplarımızı aşan bir hırsla, birbirimizi çiğneyerek tırmanma derdindeydik. Gündemi biz belirliyorduk. Okuma yazma bilmeden medreseye hoca, alim; hak hukuk bilmeden kadı oluyorduk. Ya bir partiyi ya bir inancı ya etnik kökenleri ya da geldiğimiz şehirleri kullanıyorduk. Gariptir, senin öz çocuklarının kimisi de el veriyordu bize. Ender de olsa, karşımıza kimi erdemli insanlar da çıkıyordu, dur diyen . Oysa, bilmiyorlardı, aynı çıkarlara kilitli biz, ne kadar çoktuk. Kazanamayacakları kavgalara tutuşuyor; çoğu yeniliyor, çoğu küsüyor, çarmıhları sırtlarında dolaşıyordu. Sen insafımıza kalmıştın. Gerekeni yaptık. Su kaynayan tarlalara imarsız, plansız gökdelenlerimizi kurduk. Allah kerimdi. Dedik ya, mavzer kurşununa karşı koyan dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr, bir de çağını bitirmiş, ama sana dayattığımız yaşam tarzımız. Neden insaf edelim ki? Sen tükenirsen, çok Yalovalar, Gölcükler, Sakaryalar… vardı bu ülkede. Hem giderek büyüyen, kendi aristokrasisini yaratacak gibi duran sende, yarın acımasızlığımız yetse de, çapımız yetmeyebilirdi. Gün bu gündü. Seni düşünen yoktu. Sen de dünyalığını tutan, ezilmişliğin öcünü, sonradan görmüşlüğün kıyıcı bıçağıyla gene senden alıyordu. İlk onlar gitti. Kimi deprem görmüş yerlerde iş adamları, ekmeğini yedikleri kentlere depreme dayanıklı konutlar, yeni fabrikalar kuruyordu. Seninkiler, dün zenginlik ve gösterişleriyle burnundan kıl aldırmayanlar, yıkılan bir konutla nesi varsa tükenmiş gibi ağlayarak el açmış, yardımda önceliği kapma derdindeydi. Çoktan bitirdikleri geçmişlerine şimdi iç burkan gerekçeleri de vardı, tüm geçmişlerini aklayacak: Deprem. Onlar da gitti. Geri gelirler diye korkuyorsun biliyorum. Kuşkun olmasın gelecekler. Sen kendi kurallarını oluşturmuş, aristokratlarını yetiştirmişsen, hemşerilik bilinciyle donanmış, seni vatan bilen yurttaşların varsa, duracakları yeri bileceklerdir. Yoksa dukalar ve uşakları hep olacaktır. Artık seni sıla bilenlerin var. Bu bayramda doğup büyüdükleri yere gitmeyecekler; sana, sevdiklerinin mezarlarına geleceklerdir. İyi davran onlara. Sen onlarla birlikte yarınını kuracaksın. Onlarla tüm Türkiye’de anlatılan acıklı olsa da güzel bir masalsın. Sen topraksın. Binlerce yıldır ne yaralar gördün, onardın. Büyük olmak, büyük bedel ister. Hele vatan olmak… oğullar, kızlar vermek demektir, gözbebeği anıları gömmek demektir. Dünyanın öte ucunda olsanız bile görünmez, ama çelik bağlarla sana bağlı sevdalılar demektir. Yurdumun dört yanında senin ekmeğini yemiş, sana emek verip gitmek zorunda kalmış insanların var. Sende sevdalarımız, sende mezarlarımız var. Yıkımsa yıkım, artık bahar gelmeli. Sen demez misin, en azgın zemheri, bir minik kardelene yenilir gider? Hadi açtır kardelenleri, dağlarıma bahar gelsin. Doğacak çocuklarımız var ve söyleyecek sevda türküleri… Bir ölüm nedir ki? Sen milyonlara gebe anasın: Vatansın. Bizi de anla ve hoş gör; GÜN OLUR, HAK EDİLMİŞ BİR AYRILIK OLUR ZAMAN, ondandır gidişimiz; çiğ süt emmişliğimizden değil. *Şenol YAZICI, Ocak 2000, İzmir

  • Taşrada Aydın Olmak

    Selma ERDAL * Hrant DİNK’in ardından 19 Ocak 2009 günü ulusal basının televizyon ekranlarından; “20 Aydının korunacağı”na ilişkin bir duyuru vardı. Kimdi bu aydınlar? Türklük’e, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne haka[1]ret edenler/aşağılayanlar, ayrılıkçılık/bölücülük yapanlar; özetle 301’den yargılananlar… O günlerde şöyle bir düşündüm; kendimi sorguladım, yargıladım, özüme baktım, sözüme baktım… Sonuç; bu koşullar[1]da örneğin ben aydın sayılmazdım… Ne akademik kariyer, ne ulusuna hizmet ne de ulusal değerlere hakaret çabaları, 301’lik girişimler de olmayınca bir insanın aydın sayılması mümkünsüz görünüyor . 11 Eylül 2012 sabahı ecnebinin Golden Horn dediği Haliç boyunca yaptığım yürüyüşten dönüyorum. Haliç İskelesi’nin karşısında, Osmanlı Türk mimarîsinin günümüze kalan örneklerinden üç, beş ev var. Onarılmış, kültür mirasımız, bizden öncekilerden. O evlerden birinin önünde yetmiş yaşlarında, sakallı bir zat-ı muhterem; karşısında da siyah pardesülü, türbanlı on yedi yaşlarında iki genç kız... Sakallı kendinden geçmişçesine anlatıyor, türbanlılar dinliyor sessizce. Birkaç adım sonra yanlarından geçiyorum ve duyuyorum; sağlam çekirdek ve sağlam meyveler üzerine yaşlı adamın öğütleri. Diyor ki sağlam çekirdekten, sağlam meyveler ürer; belli ki konu kadınlar ve aile içindeki önemi… Ve adama göre sağlam çekirdek olarak gördüğü/algıladığı bu kızları uyarıyor şevkle… Çok önemli değil ama kızlar; toprak… Tohum ya da sağlam çekirdek; erkek olmaz mı asıl? Ebetteki bu söyleşide; doğru tanımlamalar, yerli yerinde kullanılmış kavramlar değil önemli olan… Önemli olan; kendi dünya görüşlerine, değerlerine ilişkin bilgi birikimlerini gençlere aktarmak, onlara öğütler vermek, onları uyarmak için çırpınan, çaba gösteren bu insanlar… Rahatsız olsanız da takdir etmemek elimde değil. Kendi düşüncelerini empoze etmek, karşı devrimi yapılandırmak için hiç boş durmuyorlar. Bu arada bizim entelektüellerimiz, aydınlarımız, kafayı bulandırmış, içki masalarında ülkeyi; rakısına, viskisine meze yapmış çakır keyif… Batı’ya, Batılı’ya öykünmekte, halkından yakınmakta, ama bildiğini halkından sakınmakta… Siz hiç aydınlıkçı, Cumhuriyetçi, çağdaş uygarlık düzeyine erişme savında bulunan birini; gençleri karşısına alıp da, onlara saygı duyup, öğütler verdiğini, gelecek için yönlendirdiğini, birikimlerini onlarla paylaştığını gördünüz mü, hiç böylesi bir söyleşiye tanık oldunuz mu? Özellikle de taşrada… Benim izlenimlerim iyi değil, bu konuda. İlk gençlik yıllarımda tanıdığım ilk aydın, sanatçı ; Nazım Usta’nın Bursa Hapishanesinde öğrencisi olan Ressam İbrahim BALABAN’dı… BALABAN ailesiyle; Bursa İpekçilik’den komşuyduk çocukluktan, ergenliğe geçtiğim yıllarda… Onunla ilgili anımsadığım pek de güzel anılarım yok yaşadıklarım arasında… Balaban konuşup bizleri aydınlatmak bir yana; selam bile vermezdi kimseye ve kapkara gözleri, uzunca kıvırcık saçlarıyla ürkütürdü mahallenin çocuklarını… Oyun oynadığımız arsaya evini yaparken, elinde kürek bizleri kovalardı… Oysa insanlarla ilişkilileri vardı ki , evi dolar, taşardı her gün; konukları olurdu tiyatrocu, sanatçı, yazar, çizer takımından. Öte yandan bizlere korku salardı kız, oğlan her birimize…Öyle ki on yedi yaşımda, liseyi bitirdiğim günlere değin; yolda gördüğümde bile ürkerdim ondan…Değil ki bizlere sokulacak, sanatını anlatacak ya da Nazım Baba’dan söz edecek; olanaklı mı?... Eşi bile annelerimizi konuk etmeye, onlarla komşuculuk oynamaya çekinirdi; o günlerde a-sosyal kavramını bilmediğimiz için, hapisten de çıkmasına bakıp bir cani gibi görürdük onu… Ne zaman ki evlilik nedeniyle İstanbul’a taşındım, onu da Bursa’da bıraktım, bir gün eşimin getirdiği bir kitabı okuyuncaya değin hiç anımsamadım… İZDÜŞÜMLER adlı bu kitabın yazarı; Bursa’nın SEÇ köyü’nden İbrahim BALABAN… Ressam… ve kitapta da anlatılan Bursa damında yattığı mahpusluk günleri, Nazım’la yaşadıkla[1]rı… Kız kaçırma nedeniyle adam yaralamaktan sabıkalı bir suçlunun, Nazım’ın yontmasıyla bir aydına dönüşünün/dönüşümünün serüvenini anlatıyordu Bursa’dan komşumuz olan ve biz mahalle çocuklarına ancak korkutucu yüzünü gösteren bu adam… Ne var ki görmek de gerekir, ondan bir sanatçı yaratan da Nazım Hikmet, işte asıl aydın. İşte toplumsal yaşamdan karşılaştığım iki ayrı örnek, insan ilişkileri bağlamında… Birisi; yeterli ya da yetersiz olduğuna aldırmadan gençlere öğütler veriyor, özveriyle… Diğeriyse çok özel bir insanın, Nazım Hikmet bu, dile kolay, yetiştirdiği bir adam; ama mum dibine ışık vermez atalar sözüyle birebir örtüşen tutum ve davranışlarıyla uzak bir adam konumunda… Kuşkusuz BALABAN tek örnek değil; pek çok örnek verilebilir aydın kavramıyla örtüşen bireyler arasından… Ne yazık ki gerçek aydınlar kopuk, uzak olunca halktan; vasatın egemenliğine geçti bu ülke, aydınların değil onların sözüne duyarlı oldu bu halk… Aydınlar ulusuna, halkına kuşbakışı, teğet geçmekten bile uzak… Ve böylece kuruldu tuzak; aydınlığa… Bilgileri, becerileri kendinden menkul adamlar ve kadınlar türedi; onların sözleriyle karardı ortalık… Ve karşımıza çıktı pek çok sayıda; ilim, irfan sahibi görüntüsünde, ulema oldukları savında pek çok ucube yaratık… Başı sarıklı, sırtında cüppe ya da Araplar’a özgü beyaz entari… Saç, sakal birbirine karışmış… Elinde, kolunda, boynunda; otuz üçlük, doksan dokuzluk ya da dokuz yüz doksan dokuzluk tespih ve ahkam kesmek[1]te… Ve yazar olmak… İstanbul’da dükkan kiracımız; yanında gençler çalışıyor… Kızlar telefon başında, bağlantılar kurup; siparişler alıyor… Ardından dükkânda bulunan bir takım kitaplar paketlenip, Anadolu’nun değişik illerine gönderiliyor. Sordum bir gün; siz ne iş yapıyorsunuz burada diye. Yanıtladı: -Ben yazarım, kitap yazıyorum. Yazdığım kitaplar da Anadolu’ya dağılıyor… Ne güzel dedim; ben de yazma uğraşı içindeyim ama siz kitaplı bir yazar bile olmuşsunuz, benden öndesiniz. Ne tür kitaplar yazıyorsunuz diye sorduğumda da “dini” kitaplar, yanıtını aldım. -Öyle mi? İlahiyatçı mısınız? Akademik kariyeriniz İlahiyat Fakültesi’nden mi ?... Yanıtladı: -Yooo…Yalnızca İmam Hatipliyim…Yazdığım kitaplar da bizlerden önce yazılmış olan din ulemalarının kitaplarından, ilmihallerden, yorumlardan yararlanarak yazdığım kitaplar… -Bir bakıma araştırma, inceleme kitapları yazıyorsunuz demek ki, tez yazar gibi, değil mi ?...Alıntıların kaynağını gösterip, yazarların adlarına da kitabın sonunda yer veriyorsunuzdur sanırım… -Yooo…Yalnızca anladığımı ve okuyucunun anlayacağı şeyler yazıyorum, sonra da kendi adımla yayınlıyorum… -Bu durumda yaptığınız; intihal olmaz mı? Aşırma, çalma, hırsızlık olmaz mı? Üstelik de gerçek bilgi de değil; sizin anladığınız, algıladığınız ki bu da Nasreddin Hoca’nın tavuk suyu çorbasının suyunun, suyunu içmek gibi bir şey ya da ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin yazı yazma, harfleri öğrenme sürecinde; kitaplarında bulunan okuma parçalarını birebir olarak defterlerine geçirmeleri gibi bir şey… Orada yapılan eylem; sanal sosyal medyadaki kopyala-yapıştır uygulamasının bir bakıma ilk örneği… Ama bir de işin içine sizin anladığınız, algıladığınız kadarıyla kitap yazılmasının bir çeşit suyunun, suyunun aktarılması/aşırılması durumunda neyi, ne kadar öğrenebilir, yazdığınızı ileri sürdüğünüz kitabı oku[1]yan/okurunuz? Üstelik de din gibi; her an saptırılmaya, sömürülmeye açık bir alanda böylesi bir yanlışlığın yapılması, toplumsal yaşamda çığ gibi büyüyen yanlışlıklara, yanılgılara, çarpıklıklara neden olmaz mı? Bağnazlık virüs gibi yayılırken; oldu mu şimdi sizin bu yazarlığınız/yazar kimliğini kullanarak, toplumun yumuşak karnı din konusunda yaydığınız olumsuz dışsallıklar?... Üstelik de amacınız para kazanmak; halkın bilinci/bilinçaltı karışmış, kirlenmiş, yozlaşmış umurunuzda değil… Ne bir sorumlu olarak sizin, ne de bir denetçi olarak yetkililerin umurunda değil görünüyor. Böylece Anadolu, ozanlarının aydınlığından ve özellikle de hoşgörüsünden her geçen gün daha çok uzaklaşı[1]yor… Günümüzde Anadolu’da ya da diğer bir deyişle taşrada aydın olmak, bilge olmak, yazar olmak; artık kimlerin elinde?... Kuşkusuz karanlık kalemlerin… Üstelik bu karanlığın yayılmaya başladığı mekan da aydınlığın mekanı olan İstanbul; çünkü artık İstanbul olmuş taşra…Ve giderek taşralaşan İstanbul’a, başkaldıran taşradan atılan taşlarla, kim bilir ve de umalım ki değişir bir şeyler, yeniden koşarız aydınlığa büyük bir aşkla ?...▲ İstanbul, 13 Eylül 2012 * maviADA Dergisi, SAYI:27, GÜZ 2012 * Dergiyi Okumak için TIKLA

bottom of page