top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • YAŞAMAK HÜNERDİR BU YANGIN YERİNDE

    Nurten B. AKSOY * -"...babanı hep böyle güleç hatırla..." Metin Altıok- “Ne zaman bir dosta gitsem, evde yoklar” deyip, sonra dostlarıyla bir ateş cehennemindeyken “Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/Yaşamak, insan kalarak” diyebilen, özlemi 31 yıldır yürekleri yakan Metin Altıok, 1941 yılında, Bergamalı Melahat Moral ile matbaa işçisi Süleyman Altıok’un ilk çocukları olarak İzmir Karşıyaka’da doğar. İlk ve orta öğrenimini İzmir Karşıyaka’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde Felsefe okur. 1966 yılında fakülteden sınıf arkadaşı Füsun Akatlı ile evlenir. 1960’lı yıllarda Metin Altıok sürekli resim yapar. Bir de kimselere göstermediği şiirler yazar. Şair yönünü kendisi dışında bilen hiç kimse yoktur; şiirlerini kimselere göstermez ve herkes onu ressam bilir; Çetin Sipahi, Orhan Taylan, Fahir Aksoy gibi ressamlarla karma sergilere katılır. Şiirleri 70’li yıllarda yayımlanmasına karşın Metin Altıok, şiirlerinin kaynakları bakımından 60’lı yılların geç ürün veren şairlerinden biri olarak nitelendirilebilinir. ORMANLARIN GÜMBÜRTÜSÜNDEN Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden, Bir yüzük bükerek hoşça kal sözcüğünden. Bir yüzük yaptım belli belirsiz, Eski bir gramafon sesinden. Bir yüzük serçe parmağın için, Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden. Bir yüzük yaptım terli bir yüzük, Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden. Yanmasını bilen bakır bir yüzük, Evime akım taşıyan elektrik telinden. Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki; Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden. İlk şiir kitabı “Gezgin”de Servet-i Fünun’dan, Ahmet Haşim’den, Ahmet Muhip Dıranas’tan, İkinci Yeniye ve 60’lı yıllar şiirinin bazı ortak söyleyişlerine kadar çeşitli etkilenmeler bulunan; kuşağının en romantik, en duygulu şairleri arasında olan sanatçının dili yalındır. Şiirlerinde benzetmeler yapmayı, anlaşılması güç olmayan simgeler kullanmayı sever. Halk şiiri biçimlerinden de yararlandığı bu kitabıyla, Behçet Necatigil’in de söylediği gibi: “İlk kitabıyla şair olur.” Annesiyle ilişkisinin iyi olmadığını bazı dizelerinde dile getirir şair… “Kötü annem, beni komşunun oğlu kadar seven annem” der. Annesi ‘sevgisizliğin’ ilk imgesi olarak geçer şairin kişisel tarihine. Çocuklarıyla şefkat ilişkisi kurabilmiş bir kadın değildir Melahat Hanım: Eşinin yumuşak başlılığı karşısında otoriter tarafı ağır basan, aynı nedenle hırçınlaşan, maddi zorlukların getirdiği gelecek kaygıları içinde giderek katılaşan ve tüm bunların acısını biraz da çocuklarından çıkaran, zor bir kadındır. SARIL BANA Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hala Sevgiler bekliyor sürekli senden. İnsanın bir yanı nedense hep eksik Ve o eksiği tamamlayayım derken, Var olan aşınıyor zamanla. Anamın bıraktığı yerden sarıl bana. Anıların kar topluyor inceden, Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne. Ama yine de unutuş değil bu, Sızlatıyor sensizliği tersine. Senin kim olduğunu bile bilmezken. Sevgiden caydığım yerde darıl bana. 52 yıllık yaşamında canı ölesiye yansa da bildiğinden şaşmayan, “yedisinde neyse yetmişinde de aynı olan”; ama yetmişinde olmasına izin verilmeyen Metin Altıok’un o yıllarda da ileride de tüm şiirine hakim olacak acı, hep yanı başındadır. Hatta kimi zaman fiziksel boyutlarda… Arkadaşı Mehmet Taner’e anlattığı trajik hikayede olduğu gibi ki bu hikaye, şairin sonu düşünülerek okunduğunda söylenecek söz bırakmaz insana: “Biliyor musun, beni kaynar kazanda kaynattılar” dedi Metin Altıok birden. Yüzü karmakarışıktı… Küçücük bir çocukken, İzmir taraflarında, annesiyle babası tarladaki işleriyle meşgulken, bir ağacın altına bırakmışlar onu. O yaz sıcağında bir akrep tarafından sokulmuş Metin. Akrebin zehrini alsın diye, çevredekiler ateşin üzerine koydukları bir kazan dolusu suya sokup, suyu kaynatmışlar. Gözyaşlarına boğulmuştu, “Küçücük yahu, daha küçücük bir beden suda kaynatılıyor, düşünsene” demişti. Neyse ki babası Süleyman Altıok, mutsuz ailenin ve şairin denge unsurudur. Eşi ne kadar sevgisizse, Süleyman Bey’in de bir o kadar sevgi fazlası vardır. Eksikliği ölüme eş olan… BİR GÜN ÖLÜRÜM uzak, solgun çocukluğum; akşam alacası, kasaba, çatılarda kargalar. hüzünlü gençliğim; sabahçı kahveleri, umutsuz aşklar. bir anı tüneği şimdi yaşadığım geçmiş yıllar. ben derim ki; ömrüm, ömrüm! mumlar neden eriyip sönerler de tersine doğru yanmazlar uzayarak yeniden ve insan doğmak ister mi bir daha ölmek için? ölümü arayarak geçti bunca yılım. kötü annem beni komşunun oğlu kadar seven, yok olan babamdı belki ölüm tutkumu pekiştiren. elbet bir gün ölürüm. ömrüm, ömrüm ve yanan mum kara bir fitil bırakan ardında ne kadar benziyor birbirine. zifiri karanlık gece. mum bitti yanmadı tersine. beyaz mürekkeple yazdım bu şiiri karanlığın üstüne. ben derim ki; geçip gider zaman. geri alınmaz bazı şeyler. ömrüm, ömrüm ve yanan mum biter. soğur cehennem bile. Babasıyla nefes alan Metin Altıok, tavan arasındaki odasında, evdeki mutsuzluktan uzak bir dünya kurar kendine. İlk resimlerinin, ilk dizelerinin kağıtla buluştuğu yer olur odası. Tabaklara gül desenleri çizer. Odanın içinde dolaşarak yüksek sesle şiirlerini okur. Bazen çizgiyle bazen de şiirin, canının çektiği kelimenin arayışıyla saatler geçirir o odada. Belki de ustalık öncesine denk düştüğünden bu çocukluk ve gençlik saatleri, yıllar sonra ilk şiir kitabını çıkardığında “çıraklık dönemi olmayan şair” denecektir kendisine. 1960’lı yıllar… Füsun-Metin Altıok’un evleri hemen her gece yakın dostlarıyla dolar. O evde yeni bir dünyanın düşleri kurulur, edebiyat tartışmaları yapılır ve türküler söylenir her gece. Metin Altıok’un sesi çok güzeldir. İstenir ki hep o söylesin. Ama Ruhi Su gelince hepsi susar; çünkü onun sazı ve sesine hepsi hayrandır. Ve hepsi harıl harıl kitap yazar, kitap çevirir, kitap basar o dönemde. GERİYE KALAN Bir anahtar verdindi bana Kabaran yüreğimi bilerek. Kullanıp durdum onu gönlümce, Aşkıma kenar süsü diyerek; Aşındırdım dişlerini zamanla. Geriye ben kaldım işte. Yalan olur sevmedim dersem; Ama yolcu yolunda gerek. Ey ömrümün uğuldayan durağı; Yanlış hesaptan dönerek, Benli günlerini sil istersen. Geriye sen kaldın işte. 1970’li yıllar; naifliğin yerini sertliğin aldığı bir dönem. Füsun Akatlı, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde doçenttir. Denemeler yazar, eleştiriler yapar, kitaplar çıkarır. Metin Altıok da o süreçte ilk şiir kitabını yayınlar. Türkiye’nin inişli çıkışlı yılları Ankara’daki evi de etkiler. İki sanatçının zorlu üretimleri, yaşam biçimleri evde sorun çıkarmaya başlar, gelgitler yaşanır. 1979’da, Metin ve Füsun Altıok çiftinin yolları tamamen ayrılır. Füsun Akatlı onu yolcu ederken Altıok’un yanında giysileri dışında sadece şiir kitapları vardır: “Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden / Bir yüzük bükerek hoşça kal sözcüğünden”… Kız kardeşi Meral Altıok’a “On taneden fazla şiir kitabı çıkarmayacağım, elli yaşından fazla yaşamayacağım, ölümüm yatağımda sıradan bir ölüm olmayacak.” demiştir Metin Altıok. Dediklerinin hepsi de çıkar ne yazık ki. Metin Altıok bilir gibidir başına gelecekleri. Sadece bu sözüyle değil, şiirleriyle de anlatır, kendisini bekleyen sonu. KOR DÜŞSEYDİ Kor düşseydi keşke yüreğime, Bu yine anlaşılır olurdu. İçimde suyu kesilmiş bir fıskiye, Birdenbire buruşup soldu. Hoşça kal diyebildim güçlükle, Sesimi iğneden geçirerek. Dönüp arkama yürüdüm, Adım adım gittikçe küçülerek. Sen bana bir gurbet sundun, Buğulu çocuk gözlerinle. Öpüp başıma koydum, Sevginin solgun güzelliğiyle. Bingöl’de felsefe öğretmenliği yaparken Metin Hoca’nın öğrencilerine öğüdü ise kendini özetler gibidir: “Çocuklar; sorgulayın, irdeleyin, sorun, sürekli sorun, sakın susmayın; günlük yaşamdan kopmuşsanız, hayattan da kopmuşsunuz demektir.” Bingöl’deyken sınıfın penceresinden, Çapakçur Deresi’nin etrafındaki kavak ağaçlarına dalar sık sık: “Ah kavaklar, acı düştü peşime ardımdan ıslak çalar”. Aklından ille Zeynep geçer; varsa Zeynep, yoksa yine o! Yokluğu acı, kavak ağaçlarına dert yanılan. Öğrencilerine en çok anlattığı da yine kızı Zeynep’tir. Kızını yâd edişlerini ise şöyle tamamlar kimi zaman: “Bingöl’ün karı, dağı, balı meşhur ama benim gönlümde kızımdan daha önemli hiçbir kimse olamaz.” KAVAKLAR Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar… Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omuzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar… Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar. 1993’te dördüncüsü kutlanacak Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gitmek üzere davet alır Metin Altıok. Aydınlık’a yedek yazılarını yazıp bırakır. Akşam evde o güne dek hiç yapmadığı bir şey yapar. Bütün şiir kitaplarını tek tek imzalar eşi Nebahat Çetin adına. Giderken masanın üzerine kendi resmini çizdiği bir kağıt bırakır; eşine döner, “Yandığımın resmidir” der. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Otelinde, yangın öncesi bekleyiş sırasında; üzerlerine binlerce taş yağarken “Burada ölürsek geride kalanlar ne yazar hakkımızda?” diye sorar biri. Metin Altıok şu cevabı verir: “ŞİİR YAZARLAR…” Sivas katliamından (2 Temmuz) ağır yaralı olarak kurtulan, ancak komadan çıkamayarak 9 Temmuz 1993'te Ankara'da vefat eden Metin Altıok'u ve ölüm yıldönümünde o yangın yerinde ölenlerin hepsini saygıyla anıyoruz...

  • ÇOCUKSUN SEN

    Ahmet TELLİ ÇOCUKSUN SEN * 05.06.2022 - I - Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen, Ömrümüzse karşılıksız sorulardı, hepsi bu. Şu samanyolu, hani avuçlarından dökülen Kum taneleri var ya, onlardan birindeyim. Yeni bir yolculuğa çıkıyorum, kar yağıyor, Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte. Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum, Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun, Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı. Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Birisi adres sorsa, önce silaha davranıyorum. Kekemeyim, en az kasabalı aşklar kadar mahçup Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için. Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa, Bir daha doğmamak için. Doğmak diyorsun Ölümlülerin işi, bir de mutlu olanların. Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar, Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa. Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan. Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse. Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Bir kaza olsa, adı aşk oluyor artık. Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık. Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada. Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak, Yumuyorum gözlerimi, gözkapaklarımın içindesin, Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen.. Hiç büyümüyorsun artık, iyi ki büyümüyorsun. Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada Esirgeyensin, bağışlayansın, biad ediyorum. Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil... - II - Çocuksun sen, sesinin çağlayanına düştüm Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ, Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı Nasıl gidip geliyor, gidip geliyorsa öyle. Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar Dursam ölürüm, paramparça olur dünya. Çocuksun sen, sesinin çağlayanına düştüğüm. Uçurum diyordun, bir aşk uçurum özlemidir. Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna, Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak. (Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu Unutmuyorum, unutmuyorum, unutmuyorum hiç) Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor, Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri, Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda, Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum. Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte. Çocuksun sen, alnına kırlangıçlar konan. Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer, Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle, Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum. Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken, Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su. Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç, Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bir elma ağacı. (Soluğunun elma kokması bundandı belki) Bir elma kokusuna tutundum düşerken, Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı Nasıl gidip geliyor, gidip geliyorsa öyle. Çocuksun sen, çocuğumsun.. (Soluğunun elma kokması bundandı belki) Bir elma kokusuna tutundum düşerken Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle Çocuksun sen, çocuğumsun AHMET TELLİ 2 Aralık 1946'da Çankırı’nın şu an Karabük 'e bağlı olan Eskipazar ilçesinde doğan Ahmet Telli, Hasanoğlan ve Kayseri Pazarören, Pınarbaşı öğretmen okullarında eğitim gördü. Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmesinin ardından, Kastamonu , İnebolu , Doğanyurt , Kırıkkale ve Ankara Atatürk Lisesi 'nde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1981'de Gazi Eğitim Enstitüsü 'nde öğretmenken, sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verildi. Aynı yıl, TCK'nın (o zamanlar) 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılandı. 141 ve 146'dan beraat etti. Cigerhun 'un şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giydi Kitapçılık, yayıncılık yaptı, çeşitli yayınevlerinde yönetici ve editör olarak bulundu. 1993'te mahkeme kararıyla öğretmenliğe döndü ve emekli oldu. İlk şiiri 1961'de yayımlandı. 1972'de Cengiz Tuncer'in Kerkenez adlı romanı üstüne yazdığı ilk yazısına Varlık Dergisi Eleştiri Ödülü ikinciliği verildi. 70'li yıllarda daha çok deneme ve kitap tanıtma yazıları yazdı ve kitaplarını 1979'dan sonra yayınlamaya başladı. 1980'de Hüznün İsyan Olur kitabına Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü ( Metin Altıok 'la birlikte); Saklı Kalan adlı kitabına da 1982 Yazko Şiir Özendirme Ödülü verildi. 2010 yılında yayınlanan Nida kitabına da 2011 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü verildi. [2] Özellikle 1972'den sonra, birçok edebiyat dergisinde yazıları, şiirleri yayımlandı. Türkiye Yazıları dergisi (Mart 1983, sayı: 72), Kavram ve Karmaşa dergisi (Ocak - Şubat 2002, sayı:22), Gümüş - Deliler Teknesi eki - (Ocak 2007), Bireylikler dergisi (Mayıs - Haziran 2011, sayı:32) şiiriyle ilgili özel sayılar yayımladılar. 1960 sonrası toplumcu gerçekçi şiirimizin ikinci kuşağında yer alan özgün şairlerden olan Ahmet Telli, sözcük seçimi ve ses tonu bakımından İsmet Özel 'den etkilenirken romantik ve başkaldırıcı şiiriyle bir yandan da Attilâ İlhan 'a yakın bir duruş sergiler. Şiir kitapları Yangın Yılları (1979) Hüznün İsyan Olur (1979) Dövüşen Anlatsın (1980) Saklı Kalan (1981) Su Çürüdü (1982) Belki Yine Gelirim (1984) Çocuksun Sen (1994) Kalbim Unut Bu Şiiri - Seçmeler (1994) Barbar ve Şehla (2003) Yüzünün Doğusu Gül - Gul e Rojhilata Ruye Te - Şiirlerden seçmeler Türkçe - Kürtçe (2005) Nida (2010) Bakışın Senin (2016) Veda Divanı - Toplu Şiirleri (2018) ISBN 978-605-185-224-9 * 2022 HAZİRAN AYI 1. HAFTANIN EN GÜZEL ŞİİRİ

  • Ayvalık'ta Bir Etkinlik

    Şenol YAZICI * Önceleri, bu işe hevesliyken, bir etkinliğe öğrenme aşkıyla gittiğimde şairi, yazarı, anlatıyı, yaratılan atmosferi, ayağındaki çoraptan bakışlarına kadar kişileri ince ince en yapısalcı bakışla gözden geçirir, sonra da nakış işler gibi eleştirmeye çalışırdım. Sonra sonra yazarın başka bir şey, yazılanın başka bir şey olduğunun farkına vardım. Daha doğrusu on kitabı olan bir insanı bir anlık duruşuyla, yarım saatlik performansıyla, hatta o günlük haliyle değerlendirmenin isabetsizliğini fark ettim. Hadi bakalım, Ahmet Arif'le bir kompartımanda gözünü kapatmadan yarım saat yolculuk yap, sonra da tek şiir kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim'i oku... Belki de sizin doğanıza uymayacak bir yoldaş olacak A. Arif'ten dolayı o muhteşem kitaba ciddi bir haksızlık etmiş olmaz mısınız? Doğrudur, sonuçta o bir tek şiir ya da 80 sayfalık bir kitaptır; çok şeydir, ama her şey demek değildir, ardında bir ömür de olduğunu unutmamalı... ve o ömrün öteki resimlerini görmedin. Şimdi temasal bakıyorum. Yani izlenimci. Ne hissediyorsun? İlle de soracaksam sorularım da basitleşti; güzel anlatıyor mu, yazar mı, değil mi? Oraya kitap okumaya gitmiyorsun, dinlemeye gidiyorsun, amaçladığından bir yarar sağlamalısın değil mi? Buna da gerek yok biliyorum aslında; keyif aldın mı diye sormalı, hayatın bir ayrıntısı sonuçta... Nerde o huy bende? Belki bunun yanıtı aranabilir. Hangi ruh hali sizi bir bu sıcakta şiir dinlemeye götürür. Biliyorum da tanımlayamıyorum. Sonrası bir fırsat bulsam da sırası gelsin de seslendireyim diye kıvrandığım öznel yargılarım, sorularım da var. Kim bir etkinliğe aklını kurcalayanların reçetesini almaya gitmez ki? En başta iyi şiir nasıl yazılır sorusu yok mudur listede? Yoksa estağfurullah, Nurullah Ataç mıyım ki ben; yaratıcılığın cehennemine o olur, bu olmaz diye insan seçeyim. Hadi birbirini kandırmayalım, eminim ki aklınızda hep o soru vardır, çünkü sizin de anlatacaklarınız var: Benden şair, yazar olur mu diye soruyorsanız, uzun uzun tonla para ödeyip yaratıcı yazın kurslarına gitmenize, birilerinin kuyruğuna takılıp vereceği fetvayı ağzınız açık beklemeye hiç gerek yok. Küçük ve basit bir test yeter. Hep derim, anlatma aşkı bir kez size bulaşmasın, artık duramazsınız. Çok değil, bir hafta kimseyle konuşmayın, ama hiç kimseyle... Bir haftanın sonunda önünüze çıkan ilk insana değil, ilk ağaca yedi sülalenizi anlatmıyorsanız bravo. Siz bilinen ölçütlerle kıyaslanamayan, acayip ama muhteşem bir insansınız. Ne var ki sizden değil yazar, iyi bir vakanüvist zor olur. Yazar anlatmayı sevendir, doğru ya da yanlış. Okur ise dinlemeyi ... değil; Aksine iyi okur dinlemeyi hiç bilmez, kendi sorusunu sorabilmek için can kulağıyla dinliyormuş gibi yapar sadece. Aslında hayatın akışında doğru yeri bulup, ahengi bozmayan belli belirsiz ek yeri bıraksa da, muhabbeti zenginleştirme hüneri da olan soruyu bulandır. Bu anlatmayı seven insanların bazıları, paylaşacak anlar birilerini bulamazsalar, kendileriyle konuşmaktan sıkıldıklarından, utandıklarından yazarlar. Bir bölümü yetenekli, ısrarcı, işin ehli çıkar; onlar işte yazar olur. Ötekilerse yani soru soranlarsa yazarlık sırasını bekleyen okurlar... Ama şu kaçamayacağımız gerçeğimizdir; insan anlatmayı sever. Bunu bildiği için de anlatma sırası kendine gelsin diye bize yani anlatılana sabırla katlanır. Bu nedenle herkes az çok yazar şair olma potansiyeliyle doğar. KADER bu tohumu tetikleyebilecek bir yaşam, ki bu daha çok bir travmadır, uygun ve yeterli gün ışığı bulursanız ya gözünüz açık gidersiniz ya da YAZARSINIZ. Her ne durum olursa olsun, ANLATACAK şeyleri olan insanlar güzeldir; kendinizi unutur sıkılmazsınız... Kuşkusuz derdiniz oysa... Konuk şair, belki de işin başından beri sürekli değilse bile zaman zaman maviADA'da yazdı. Ne var ki bir gün bir yerde tanışma şansım da olmadı. Bu programa kadar Facebook'tan da arkadaş olan şairin nerde yaşadığına dikkat etmedim. Ayvalık'ta etkinliği olduğunu duyunca pandeminin çoğalmasına hiç aldırış etmedim, bir maske alıp gittim. Dedim ya bu etkinliklerin güzel yanı kendinizi unutursunuz. Benim de en çok unutmaya ihtiyacım vardı. O arada fark ettim ki şair, uzun yıllar Almanya'da kalmış, şimdi Ayvalık'ta yaşıyordu. Adını sıkça duyduğum SANAT FABRİKASI TİYATROSU'nun yerini zor buldum. Girişi olduğunu sandığım dar bir alanda düzenlenmişti etkinlik. Mevlut Asar program koordinatörüydü, konuk şairden daha çok o yoruldu. Bir buçuk saat süren iki gurbetçi şairin de yer aldığı etkinlikte şiir, şairin okuduğu, doğru yere denk getirilmediğinden kaynayıp giden birkaç şiiri saymazsak çok da yer bulamadı. Daha çok "Ben Almanya'dayken hali" Almanya'ya göç, gurbet izlenimleri, Almanya'da Türklerin geliştirdiği kültür sanat hareketleri... asıl içerik oldu. Yazar ve bir devrin öğretmen hareketi lideri Fakir Baykurt 1979'da Almanya'ya gitmiş ve Duisburg şehrine yerleşmişti. Onunla ortak anılarından söz ettiler. 18 KİŞİ Etkinlik afişini ilk gördüğümde; "Ayvalık bir tatil yeri. Isı gölgede 30 derece, denize gitmek varken kim gelir de şiir dinler?" diye düşünmüştüm. Ama öyle olmadı. Sanat Fabrikası'nın küçük salonunda 18 kişi vardı. Şiir edebiyatın kamberidir, okuru çok, okuyanı en çok sanırsınız, ama ne var ki özveri istediğinizde adınız bir Nazım, bir A. İlhan ya da egemen güçlerin şişirdiği yelkeniyle giden... değilse saygıyla dinleyecek bir kedi bulursanız şükredin. En azından Ayvalıklıların bu ilgisi umut verici... Konuşacak birileri var demektir. HELE HELE, en yetkili ağızlardan "ucube sanat, şiir, roman uyuşturucuya alıştırıyor... "gibi akıl fukarası söylemlerin popüler olduğu günümüzde tüm sanat dalları için var olan ıssızlığı görünce 18 kişi bir mucize gibi görünür. O nedenle küçük salona da ancak sığan 18 kişi, büyük TUYAPlarda boş salonlara konuşan çok şairi imrendirecek gibi. AYVALIK'TA BİR ETKİNLİK II Program işleyişi alçak gönüllü ama bir düzen içinde sürdü, bitti. İnsanlar ellerindeki kitapları imzalatmak için sıraya geçiyordu. Bana da yakışan o olurdu herhalde, birkaç kitap alıp imzalatır, hem de tanışmış olurdum. Hep anlatır, yakınırdım: Etkinliklerimizde gelen kimileri saatlerce oturur, bizden ilgi bekler, yayınevlerinin çayını kahvesini içer, ama tek bir kitap alan çıkmazdı. Bu çeşme niye burda demezlerdi. Öyle içerler ama bir şey diyemezdiniz. Kitap var mı diye etrafıma bakındım, özellikle konuk şairin kitabını arıyordum. Yandaki masanın üstünde kitaplar vardı ama onun değildi, daha önceden hiç duymadığım Mevlut Asar'ın kitapları vardı. Aslında bu program onun adına gibiydi ama... Onun bir kitabını alıp masaya yöneldiğimde yanımdan biri önüme geçti, ASAR'ın kitaplarını imzalatmak için önüne koydu, bir şeyler konuşmaya başladılar. Onu sonraya bırakıp zorunlu konuk şaire yaklaştım: " Kitaplarınız yok mu?" dedim. Ummadığım, nasıl denir, elektrikle karşılaştım. "Bitti," dedi sadece. Yine de şansımı zorladım: " Sizinle tanışıyoruz aslında, " dedim. Biraz daha ilgili mi durdu ne?" Hiç ciddiyetini bozmadan; "Nerden?" dedi. Büyük bir özgüvenle "maviADA'dan, adım Şenol Yazıcı. " Elimi uzattığımdan mecbur kaldı elimi sıktı, o arada da yüzünde bir gülücük şekillendi gibi geldi bana. Dayanamadım, zor kontrol ettiğim ama ettiğim bir öfkeyle: "Mideniz mi ağrıyor? " dedim. Arkadaki gelsin der gibi baktı. "Arkada kimse yok," dedim. Yürüyüp çıktım. İlk işim facebook'tan o konuk şairi arkadaşlığımızdan çıkarmak ve engellemek oldu. Bal döksem yenilmeyecek gibiydiler, Arkadaş olsam ne olacaktı ki? E ve geldiğimde hemen yazıp facebookta yayınladım son bölüm hariç . Çünkü yazarken Ayvalık'la ilgili çok büyük hayallerim olduğunu, burdan o nedenle ev aldığımı, bir görgüsüz köylüyle yaşadığım deney yüzünden silip atmanın anlamsız olacağı, hatta büyük aptallık olacağını düşündüm. Yazı bittiğinde her olumsuzluğa bir kılıf bulmuş, hatta kendimi kötü niyetli bile addetmiştim Hele yazımı paylaştıktan sonra facebookta o mesajı bulunca... Biri tanıdıktı etkinliğin asıl yüzü Mevlüt Asar. Öteki de herhalde MevlütAsar'ın da aralarında yer aldığı bir edebiyat grubunun lideri olduğunu sandığım biriydi. Yazdıklarımı çok beğendiklerini, çok başarılı bulduklarını söylüyor , aralarına katılırsam bundan şeref duyacaklarını söylüyordu ikisi de. Tek farkları Mevlüt Asar çok nazik, biraz çekingen gibi yazarken, İstanbul'daki epeyce parmağını sallayarak emir kipiyle konuşuyordu. Mevlut Asar'a aynı nezaketle yanıt verdim. İstanbul'dakine ise bir yazdım, bir sildim, bir onun gibi parmağımı salladım, bir "kimsin ulan sen" dedim, sövdüm saydım. Bıraktım sonunda, göndermedim sanırım. Çünkü bilmiyorum. Tabi ki her durumda halimden çok şikayetçi değildim. Niye olsun ki, ilk yazdığımla yeni geldiğim bir çevrede olumlu eleştiriler almıştım. Bir grup beni kabul etmeye hazırdı. Gerçi içim o anda bile " Sen edebiyat gruplarının bir menfaat çetesi olduğunu bilmez misin, siyasette de aynı şey yok mu? Sen grupçuluk, hizipçilik yapamazsın, bugün seni bir amaçla nedensiz bir övgüyle göklere çıkaranlar, yarın işlerine yaramadığında gene hiç nedensiz yerin dibine sokarlar, kendini anlatamazsın bile, girme bu işe ," diyorsa da pragmatik yanım ne olacak ki diyordu, hatta olumsuz bakışımdan dolayı beni eleştiriyor, yargılıyordu da. Sonunda ama o kazandı. Geriye sadece bana kötü davrandığını düşündüğüm şair kalmıştı ki fark ettim ki onu sildiğimden pişmandım ve suçluluk duyuyordum. AYVALIKTA ETKİNLİK 3 Her Konuk şairin

  • Dağın Efendisi

    HASAN SABBAH * " ...Halife Müstansır'ın ölümünün ardından yerine diğer oğlu Müsta'li-Billah geçer. Sabbah bu durumu kabul etmeyerek diğer oğlu Nizar'ı destekler ve adına hutbe okutur. İsmaililer'in Müstaliyye ve Nizariyye olarak ikiye ayrılmasıyla Sabbah Alamut'ta Nizariler'in lideri konumuna geldi ve Fatımîler ile ilişkilerini koparır. MÜRİTLERİN EĞİTİM ALMASI YASAKTI Nizariler'i Fatımîler'den ayıran en önemli fark Nizariler'e düşman olanların fedailer tarafından öldürülmesinin dini bir vazife olarak kabul edilmesidir. Ayrıca müritlerinin eğitim almasını özellikle yasaklayarak cahil kalmalarını sağlar. Müritlerine cenneti vadediyor ve cennetteki mutluluğu dünyada hissetmeleri için onlara haşhaş içiriyordu ve bu şekilde emirlerini koşulsuz yerine getiren fedailer haline geliyorlardı. " ( Farsça : حسن صباح ; d. Kum , İran – ö. 23 Mayıs 1124, Alamut Kalesi ), Nizârî-İsmaili Devleti 'nin ve Haşhaşî fedai tarikatının kurucusu ve ilk lideridir. Şii mezhebine bağlı olan İsmaililik alt mezhebindendir Aynı zamanda Suikastçılar (Farsça, Haşhaşin) olarak bilinen ve özel olarak eğitilmiş bir grup casustan oluşan istihbarat ekibinin de kurucusuydu. Alamut adında bir dağ kalesini ele geçirdiği için Marco Polo'dan beri Batı'da Dağın Yaşlı Adamı olarak bilinir. Hayatı boyunca birçok akademik konuyla uğraşmıştır. Dini ve askeri liderliğin yanı sıra matematik (özellikle geometri), astronomi ve felsefe (özellikle epistemoloji) konularında deneyimliydi -Hasan Sabbah, kurduğu tarikatın suikaste  dayanan farklı askerî taktikleri ve 34 yıl boyunca dışına çıkmadan yaşadığı rivayet edilen Alamut Kalesi  ile tanınmaktadır.- -19. yyda yapıldığı sanılan temsili bir resmi- YAŞAMI 1046-1047 veya 1053-1054 yıllarında On iki İmam Şiiliği 'nin önemli bir merkezi olan Kum kentinde doğduğu rivayet edilir. Hasan Sabbah, hayatını anlattığı Sergüzeşt-i Seyyidina adlı eserinde Arabistan 'da kurulmuş olan Himyerî Krallığı 'nın soyundan geldiğini ve babasının Yemen 'den Kufe 'ye, oradan da Kum şehrine göç ettiğini belirtmektedir. Babası Ali bin Muhammed, On iki İmam Şiiliğinin önemli isimlerinden birisiydi. Oğlu Hasan'ın felsefe , kelâm , mantık , fıkıh ve matematik alanlarında iyi eğitim almasını sağladı. İsmaili Mezhebiyle Tanışması ve Alamut Kalesi Öncesi Faaliyetleri Din âlimi olmak isteyen Sabbah, tahsilini devam ettirmek için Rey şehrine gitti. 17 yaşına kadar bağlı kaldığı On iki İmam Şiiliği 'nden, karşılaştığı Fatımî daisinin etkisiyle İsmaililik mezhebine geçiş yaptı. Sabbah'taki yeteneği fark eden Irak bölgesi başdaisi Abd'ûl-Melik İbn Attaş , kendisine Fatımî halifesi olan Müstansır 'ın yanına gitmesini ve Darülhikme 'de İsmaili mezhebi hakkında eğitim almasını tavsiye etti. İsfahan civarında iki yıl İbn Attaş'ın vekili olarak davette bulunduktan sonra Azerbaycan , Musul , Sincar , Rahbe , Şam , Sayda , Sur ve Akka üzerinden 1078 yılında Kahire 'ye ulaştı. Burada başdai Ebu Davud tarafından karşılandı ve Halife Müstansır ile görüştü, onun ilgi ve alakasına mazhar oldu. Halife, kendisini vekil olarak seçti ve ileride Horasan bölgesinde dailik yapmasını istedi. . Hasan Sabbah, Halife Müstansır'dan sonra hilâfet  makamına veliaht Nizar'ın geçmesini isterken, vezir ve başkumandan Bedr el-Cemâli  ise Ahmed el-Müsta'li'nin geçmesini istiyordu. Hasan Sabbah'ın muhalefetiyle karşılaşan el-Cemâli , Sabbah'ı önce hapse attı, ardından da ülkeden sürdü veya diğer bir rivayete göre Sabbah Mısır 'dan kaçtı ve 1081 yılında İsfahan 'a ulaştı. 9 yıl boyunca İran 'ı baştan sona dolaşarak Bâtınîliğin  propagandasını yaptı. İran 'ın kuzeyine yöneldi. Özellikle Deylem  bölgesi ile ilgilendi. Bu bölge İslam 'ı zorla kabul etmeyen, toprakları zor fethedilen, savaşçı ve eski geleneğe bağlı yerli bir halkın kontrolündeydi. Bu propagandadan çok etkilenen Gilan , Mazenderan  bölgelerinde 3 yıl boyunca çalışarak dağlardaki savaşçıları ve gönderdiği dailer sayesinde bölge halkını yanına çekti. Sabbah'ın faaliyetlerini izleyen Selçuklu veziri Nizâmülmülk , Sabbah'ın yakalanması için emir verdi. Bunun üzerine Hasan, Kazvin 'e kaçtı. Burada Alamut Kalesi 'ni karargâhı olarak seçerek Nizârî-İsmaili Devleti 'ni 4 Eylül 1090 tarihinde kurdu. Alamut Kalesi Dönemi Sonunda Hasan Sabbah, İran 'ın Kazvin kentinin Elburz Dağları 'ndaki Alamut Kalesi 'nde karar kıldı. Kale, geniş bir vadiye egemen konumdaki büyük bir kayalık üzerine inşa edilmişti. Yaklaşık iki bin metre yükseklikteki bu kale, kayanın tabanının yüzlerce metre üzerinde, yalnızca sarp ve dolambaçlı bir patikadan çıkılabilen bir yerde bulunmaktaydı. Rivayete göre kale, Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmişti. Elbruz Dağları'nı kendi denetimi altına almak isteyen bir kral; eğitimli kartalını salmış, kartal ise bu kayalığa konmuş ve kral da böylece kalenin yapımına başlanmasını istemişti. Ve kaleye "kartalın öğretisi" anlamına gelen "Aluh Amut" ismi verilmiştir. Alamut Kalesi 'ne yerleştikten sonra kaleyi ele geçirilmeyecek ve kuşatmalara dayanacak bir şekilde tahkim ettirdi ve yiyeceklerin uzun süre bozulmaması için depolar yaptırdı. Bundan sonra Alamut'un askerî ve idari merkezi oldu. Halife Müstansır 'ın ölümünün ardından yerine Sabbah'ın muhalif olduğu diğer oğlu Müsta'li-Billah geçti. Sabbah bu durumu kabul etmeyerek Nizar'ı destekledi ve adına hutbe okuttu. İsmaililer 'in Müstaliyye ve Nizariyye olarak ikiye ayrılmasıyla Sabbah, Alamut 'ta Nizariler 'in lideri konumuna geldi ve Fatımîler 'le ilişkilerini bütünüyle kesti. Nizariler 'i Fatımîler 'den ayıran en önemli fark, Nizariler'e düşman olanların fedailer tarafından öldürülmesinin dinî bir vazife olarak kabul edilmesidir. Kimliği Şiîliğin İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye mezhebinin On İkinci İmâmı Muhammed Mehdi ile karıştırılmaması gereken, Zeydî-Alevîler Hanedanlığı mensubu En-Nâsır’ûl-Alevî Li’l-Hâkk soyundan gelen Alevî Mehdi, İran 'ın Elemût Bölgesi 'nde bulunan Elemût (Alamut) Kalesi 'nin son Büyük Selçuklu komutanı idi. Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk , daha 1090 yılına gelinmeden Hasan Sabbah'ın tutuklanması için gerekli emirleri çıkartmıştı. Bu nedenle de Hasan Sabbah, Alamut Kalesi 'nden yaklaşık 60 km uzaklıktaki Kazvin 'de gizlenmekteydi. Buradan kalenin zaptedilmesi ile alâkalı bir takım planlar hazırlamaktaydı. Hasan Sabbah, özel olarak daha önceden görevlendirdiği Hasan el-Ka’ini adındaki casusu aracılığıyla kaledeki muhafızların çoğunu İsmâil’îyye mezhebine döndürmeyi başarmıştı. Bu mühtedilerin tamamını ortadan kaldırmayı planlayan Mehdi, önce kendisini Hasan Sabbah’ın Dâvah hareketini kabullenir ve destekler gösterdi. Bu arada Kazvin 'den gönderdiği bir başka dâî aracılığı ile Hasan Sabbah, kalede bulunan taraftarlarının sayısını iyice artırmayı başarmıştı. 4 Eylül 1090 tarihinde gizlice kaleye giren Hasan Sabbah, kendisini Dihkhudâ ismiyle tanıtarak bir süre burada yaşadı. Mehdi durumu anladığında ise kaledeki muhafızların tamamına yakını İsmâ‘îl’iyye mezhebini kabullenmişler ve Mehdi'yi tamamen kendisini savunamayacak bir duruma düşürmüşlerdi. Alamût Kalesi'nin Teslim Alınması Hasan bin Sabbah tarafından kale Zeydî Mehdi'ye üç bin altın Dinar ödenmek suretiyle teslim alındı. Ödeme İsmaili Dâvah hareketine gönül vermiş "Muzaffer Reis" ismindeki bir Selçuklu subayı tarafından gerçekleştirildi. Kalenin bu şekilde Mehdi'den alınması sırasında ise hiçbir vahşet gerçekleşmemiş oldu. Hasan Sabbah, Alamut'a yerleştikten sonra 34 yıl boyunca buradan hiç ayrılmamıştır. Rivayetlere göre Alamut'taki kendi odasından bile sadece birkaç kez çıkmıştır. Alamut ele geçirildikten sonra civardaki kaleler ve kasabalar üzerinde de denetim sağlandı. Alamut kalesine yönelik ilk saldırılar 1090 yılında Bölge kendisine ikta olarak verilmiş Selçuklu Emiri Yuruntaş tarafından gerçekleştirilmiştir saldırılar Nizarileri zor durumda bırakmıştır zira daha kale yeni ele geçirilmişti ve depolardaki erzak azdı. Garnizon kaleyi terk etmeyi bile düşündü ama Hasan Sabbah Fatimi Halifesi İmam el-Mustansır tarafından gönderildiğini iddia ettiği sahte bir mektubu müritlerine okuyarak kuşatmaya direnmelerini sağladı. Saldırılar sürerken Yuruntaş öldü saldırılar sona erdi. Saldırılar Nizarilere ağır kayıplar verdirmişse de kale alınamamıştır. 1092 yılında Nizamülmülk Sultan Melikşahı ikna ederek Alamut kalesini ele geçirmesi için bir ordu hazırlattı. Emir Arslantaş komutasındaki Selçuklu ordusu aylarca kaleyi kuşattı ancak kale alınamadı. Nizariler Rudbar halkının yardımı ile bir huruc hareketi yaparak Selçuklu ordusunu püskürttü. Emir Kızıl sarık komutasındaki bir başka ordu Darah kalesini kuşattığı sırada Melikşah öldü. Ordu kuşatmaya son verdi. Hasan Sabbah ve fedaileri bu kuşatmaları düzenleyen ve destekleyen kişilere intikam amacıyla suikastlar gerçekleştirdi. Hasan Sabbah döneminde elliye yakın suikast gerçekleştirmiştir. Bunların en önemlisi ve ilki Nizamülmülk 'ün öldürülmesidir. Nizamülmülk başka saldırı planları yaptığı sıralarda suikaste kurban gitti. Diğerleri ise Selçuklu üst düzey devlet görevlileri ve Abbasi din adamlarına yönelik suikastlerdir. Suikastı yapan haşhaşinin adı Alamut'taki şeref listesine yazılırdı. Nizamülmülk'ün öldürülmesi ve ardından Melikşah 'ın ölümü sonrasında Sencer , Berkyaruk ve Muhammed Tapar arasında taht kavgaları başlamış ve Selçuklular gerilemeye başlamıştır. Hasan Sabbah Selçuklu sarayındaki taht kavgalarını kendi lehine kullanmıştır. Ayrıca Hasan Sabbah döneminde başka önemli kaleler de ele geçirilmiştir. Hasan Sabbah Nizamülmülk'ün öldürülmesini şu şekilde yorumlamıştır: " Bu şeytanın öldürülmesi mutluluğun başlangıcıdır" Hasan Sabbah imam olduğunu iddia etmemiştir. Sadece imamın bir temsilcisi olduğunu söylemiştir. Hasan Sabbah döneminin en ilginç olaylarından biri de büyük Sünni tarihçi Alâeddin Atâ Melik Cüveynî 'nin aktardığı olaydır. Cüveynî 'ye göre Muhammed Tapar'ın ölümünden sonra tahta geçen Sencer'e barış elçileri gönderen Hasan Sabbah, tekliflerin kabul edilmemesi nedeniyle saraydan birilerini yanına çekerek sultanın başucuna bir hançer saplanmasını sağlamıştır. Ayıldığında büyük paniğe kapılan Sultan olayı gizli tutmaya çalışmış ancak olayın hemen ardından bir elçiyle gelen mesajda Hasan Sabbah, Ben istemez miydim ki o hançer sert taşa değil de sultanın yumuşacık göğsüne saplansın. demiştir. Bu olaydan sonra İsmaililer , Sencer döneminde oldukça rahatlamıştır. Hasan Sabbah'ın Yazarlığı Hasan Sabbah bir yazardı da. Sünni yazarlar eserlerinden iki parçayı, bir otobiyografik metni ve bir ilahiyat risalesini muhafaza etmişlerdi. Hayatını anlattığı kitabın adı Sergi’ızeşt-i Seyyidinâ’dır. Tarihçi Ata Melik Cüveyni Moğollar Alamut kütüphanesini yakmadan önce kitabı kütüphaneden almıştır. Ölümü: Mayıs 1124'te hastalanıp yatağa düşen Hasan Sabbah, ölümünün yaklaştığını düşünerek halefi olması için Lemeser Kalesi komutanı Kiya Buzrug Ummid'i seçti. Ebu Ali'yi, Kasranlı Adem'in Oğlu Hasan'ı ve ordularının komutanı Kiya Ebu Cafer'i de önüne oturtarak onlara imamın gelip devletin başına geçeceği güne dek Kiya Buzrug Ummid'in liderliğinde uyum içinde çalışmalarını emretti ve 23 Mayıs 1124 Cuma günü öldü. BİR EFSANE 1046-47 veya 1053-54 yıllarında 12 İmam Şiiliği'nin önemli bir merkezi olan İran'ın Kum kentinde dünyaya geldiği söylenen Sabbah'ın tam doğum tarihi bilinmiyor . Zamanın önde gelen okulllarında okuma şansı bulmuştur. Ailesiyle birlikte Rey şehrine gittiğinde burada Şii inancının önderleriyle temas etmiş ve Şiiliği benimsemiştir. Dini çalışmalarını geliştirmek için Fatimilerin hakim olduğu Kahire'ye gitmiştir. İran'a döndüğünde Selçuklu Türk sarayında yüksek bir memuriyetle işe başlayacaktır. Ünlü yönetici Nizamülmülk’ün emrinde çalışmaya başlayacaktır. Bu aşamadan sonra hayat hikayesinde belirsizlik başlar. Bazı iddialara göre Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah birlikte aynı dönemlerde ö ğrencidirler ve kim hayatta en çabuk yükselirse diğerlerine yardım edecektir. Doğum tarihlerine bakınca olanaksız gözüken bu sav kurgu yazarlarının daha çok tercih ettiğidir. Amin Maalouf Semerkant adlı romanını bu efsane üzerine kurmuştur. Bu efsanenin doğruluğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Kesin olarak bilenen ise Hasan Sabbah’ın yoğun dini çalışmalarından sonra örgütlenmeye başladığı ve Alamut kalesini ele geçirip burada üslendiğidir. HAŞHAŞİLER KİMDİR? Hasan Sabbah'ın suikastçilerine verilen addır. Tarih kaynaklarına göre, Haşhaşiler, 1090 yılının eylül ayında İsmaili din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş dini tarikat ve siyasi bir örgüttür. 'Haşhaşiyun' olarak da bilinmektedir. İnsanlık tarihinin en gizemli adamı Hasan Sabbah tarafından siyasi-askeri figürlere yönelik suikastlarıyla devlet yönetimlerini dizayn etmeye çalışmışlardı. Bugünkü İran, Irak ve Suriye topraklarında yaygındı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Topluluk, suikastleriyle tanınırken, iddialara göre suikastlerden önce kendilerinden geçmek için içtikleri haşhaştan isimlerini almışlardır. Topluluğun, Büyük Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, pek çok üst düzey devlet adamını ve Abbasi soyunu öldürdüğü biliniyor. DERLEME,TASARIM: Aycan AYTORE Kaynak: İnternet

  • AĞACIN ŞİİRİ

    Yusuf AKSOY * Kökümle dalımla yaprağımla yemişimle nefes olduğum evren vefa bilmezlerle doldu düşmanlar çoğaldı kalpleri ve zihinleri gibi kapkaraydı yüzleri gölgeme sığınıp sindiğinde iyiler ana toprak su hava ve aş olan ben yaralandım hayat azaldı kırılan dallarımdan zevke bahis olan bedenimdeki yanıklardan kesiklerden sağ kalanları sürgün edilen dost canların ah’larından iyileşirse yaram dost ellerle buluşursa köküm yeniden tomurcuk olacak gülüşüm işte o zaman yuvasından kaçamayan kaplumbağaları aramaya çıkarız arılara çiçekleri çağırırız sincaplara fındık dikeriz yeniden ve zeytin ağacı yan yana düşmana inat, sabah akşam

  • Beş Şiiriyle Nevzat ÇELİK

    AF * duvar duvar duvar sana ne desem ki ah incitmeden gözlerini mahkûmun her taşını kırmalı bir bir gerisi laf-ü güzaf f Nevzat ÇELİK BAHAR AĞRISI bir bahar daha dönüp gidecek kapıdan bir bahar daha sensiz yaşanacak demek bir bahar daha insanlar asılacak şafakta ben en çok şafakları ağlarım Şubat 1982 Nevzat ÇELİK HASRETİN MÜEBBET alnımın en uzun çizgisinde kanayanımsın, ablamsın yokluğun acı bir bıçak gibi düştü de önüme öptüm, dudaklarımda parçalandı gül suretin alnımı ve dudaklarımı ayaza tuttum sonra sarsın diye senin bin müebbetlik hasretin Ekim 1984 ÇİÇEK GİBİ 1 seven güzelim çocuk karşımda duruyor fotoğrafın güneş gibi asmışım ranzama seni         gözlerimi gözbebeklerinde unutup o kadar yakın ve o kadar ürkeksin ki uçacak elimin sana uzanan rüzgârında         sarı saçların tokasından kurtulup kolumu kanadımı kırıyor fakat yüzünün ortalık yerinde buruşan keder tam da gülecekken sımsıkı kapanıp yapışıyor kiraz ağacının bütün kirazı dudakların gözlerinin yemyeşil uğultusu ve pembe buğusu yanaklarının         susup kalıyor apansız Nevzat ÇELİK DİYARBAKIR ÖLÜLERİ I dün gece muştularla yağıyordu havalandırmaya ilk karı martın dün gece yüreğimizde bıçaktı ölüm haberleri diyarbakır'ın asıldı ellerimiz ayasından kasap çengeli mi parmaklıklar daha kaç fırtınayla çarpışacak bu erkek dökümü alınlar Nevzat ÇELİK

  • Nevzat Çelik Gözaltına Alındı

    Şafak Türküsünün Şairi Nevzat Çelik, İzmir'deki orman yangınıyla ilgili sosyal medya paylaşımı gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. İfadesi alınan Çelik daha sonra serbest bırakıldı. Nevzat ÇELİK: "HİÇ Mİ ELEŞTİRMEYELİM, NE İSTENİYOR" Beşiktaş maçını izlerken kapının sertçe çalındığını ve gözaltına alındığını belirten Çelik, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda "Dün gece. Saat: 21.45… Beşiktaş-Antalya maçını izlemek üzere tezgâhımı kurmuşum. Hakem düdüğünü ağzına götürmüştü ki... Kapı sertçe çaldı. Yakalama tutanağıyla geldiler. Haklarını teslim etmeliyim, polisler çok nazikti. Evet, adım Nevzat Çelik'ti. Emniyete davet edildim. Çağırsaydınız gelirdim, dedim… İhtimal onlar da gecenin bir vakti göreve çağrılmış… Gerekçe: 16 Ağustos'ta X'te yaptığım , 'Canım #izmiryanıyor. Gâvur İzmir değil, #TürkiyeYanıyor!' paylaşımım. İfadem alındı. Hiç mi görmeyelim, duymayalım, konuşmayalım? Hiç mi eleştirmeyelim? Ne isteniyor? Mahalle yanarken hep saçımızı mı tarayalım? Peki, nasıl insan kalalım? Güzel günleri de görmek umuduyla " ifadelerine yer verdi. ERDOĞAN'I AĞLATAN ŞİİRİ YAZMIŞTI Nevzat Çelik, Ahmet Kaya'nın seslendirdiği 'Şafak Türküsü' şiirinin yazarı... CumhurbaşkanıErdoğan, 12 Eylül darbesi döneminde asılan Necdet Adalı için yaptığı konuşmada "Şair Nevzat Çelik'in Necdet Adalı için yazdığı o ünlü şiir bu zamansız ölümü en güzel şekilde resmediyor. Gerçekten çok duygusal. Beni burada arama anne kapıda adımı sorma, saçlarını yıldız düşmüş koparma anne, ölümü özledim anne...." demiş ve devamında gözyaşlarına hakim olamamıştı. NEVZAT ÇELİK Nevzat Çelik (d. 15 Mayıs 1960; Boyabat , Sinop ), Türk şair ve romancı. Hayatı 1960'ta Boyabat 'ta doğan Nevzat Çelik, 1965'te ailesiyle birlikte İstanbul 'a geldi. Mart 1980 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu Grafik bölümü birinci sınıfta okurken tutuklandı. Dev-Sol davasından idam istemiyle yargılandı. 1984'te Şafak Türküsü  adlı şiir dosyası Akademi Kitabevi Şiir Ödülü  alarak kitaplaştı. 1985 yılında İTÜ İşletme Fakültesi Öğrenci Derneği tarafından ülke çapında yapılan şiir yarışmasına bir şiiri ile katıldı ve bu yarışma 1986 yılında sonuçlandı, Çelik'in şiiri yarışmaya katılan 1350 kadar şiir arasından ilk ona girdi ama birinci olamadı. 1987'de Müebbet Türküsü adlı şiir kitabı Poetry International ve Hasan Hüseyin Şiir Ödülünü aldı. 4 Aralık 1987'de Metris Cezaevi 'nden tahliye oldu. 1990'da iki şiir kitabı daha çıkardı; Suda Seken Hayat ve Yağmur Yağmasaydı . 1998 Ekim ayında Sevgili Yoldaş Kurbağalar adlı şiir kitabı, 2005 Nisan'ında ise ilk romanı Bağışlanmış Hüzün yayımlandı. Şiiri Şafak Türküsü 'ndeki en güzel şiirlerinden birini ("Elma") Hasan Hüseyin Korkmazgil 'e adamış olmasına rağmen, ilk iki kitabıyla daha çok Ahmed Arif ve Nâzım Hikmet şiirinin etki alanlarında görünüyor, zekice buluşları ve uyak bulmadaki özgün becerisiyle dikkat çekiyor, kuşağından en çok Ahmet Erhan 'la ortak tema ve söyleyiş alanlarını paylaşıyordu. Bu ilk kitabının olağanüstü başarısına karşın uzunca bir süre yeni ürün vermedi ya da çalışmalarını yayınlamadı. 1990 başlarında yayınladığı kitaplarıyla, kendisini yinelemediği, yeni şiir alanlarına açıldığı, şiirini ses ve tema özellikleri bakımından genişletip zenginleştirdiği görüldü. Bu dönem şiirlerinde Attilâ İlhan etkileri görülüyordu. Sevgili Yoldaş Kurbağalar ise şiirini her anlamda yenileyip geliştirmeyi başarmış bir şairin olgunluk dönemi ürünleri sayılabilir. Bu kitabındaki şiirlerin İkinci Yeni şiirinin olumlu özelliklerini de özümsediği görülüyor. Bu özellikleriyle Nevzat Çelik sadece kendi kuşağının değil günümüz Türk şiirinin en dikkate değer şairleri arasındadır. Eserleri Şiir Şafak Türküsü (1984) Müebbet Türküsü (1987) Yağmur Yağmasaydı (1990) Sevgili Yoldaş Kurbağalar (1998) Suda Seken Hayat (1990) Roman Bağışlanmış Hüzün (2005) Öykü Sen Giderken (2006) "Sen Giderken" 2011 yılında "Leke" adıyla yeniden yayınlanmıştır. * KAYNAK: Vikipedi PEKİ O TÜRKÜ NECDET ADALI İÇİN Mİ YAZILDI? Bu sorunun yöneltildiği Nevzat Çelik, konuyla ilgili açıklamasında şu ifadelere yer vermişti: "Necdet Adali'ya atfen yazılmış bir şiir değil. İnternetteki bir yanlış bilginin maalesef Başbakan'ın elinde de çoğaltılmış hali. Şiir idam olgusunu işleyen, anneye seslenen 12 Eylül'de çocukları içerde olan annelerin evlerinden, mutfaklarından, tarlalarından çıkıp mücadeleci bir kimlik kazanan annelere aynı zamanda ithaf edilmiş bir şiirdir. Kişiye özel olarak yazılmış bir şiir değildir. Biliyorsunuz maalesef artık bilgiler internet üzerinden alınıyor işin kolayına kaçıyorlar dolayısıyla oradaki bilgilerin doğru olup olmadığını teyit etmiyorlar. Ellerine bir kitap almış olsalardı açıp baksalardı orada Necdet Adalı'ya diye bir atıf olmadığını görürlerdi. Buna birçok yerden bakılabilir sonuç itibari ile şiir şairinden çıkar mı bunu herkes istediği gibi okuyabilir. Fakat bu sonuçta amaca yönelik bir okuma olduğu için şiirin ne kadar amaçsallaştığını görüyoruz." * Kaynak: İNTERNET

  • Yıldızlı Gece

    Yıldızlı Gece ( Felemenkçe : De sterrennacht ), Hollandalı art izlenimci ressam Vincent van Gogh tarafından yapılan yağlı boya tablo. Haziran 1889'da yaptığı tabloda ressam, sanatoryumdaki odasının doğuya bakan pencereden görünen Saint-Rémy-de-Provence köyünün gün doğuşundan hemen önceki görünüşünü resmetmiştir. Tablo, 1941 yılından beri New York 'taki Museum of Modern Art müzesinin kalıcı koleksiyonunda bulunmaktadır. Van Gogh'un en ünlü eserlerinden biri olan Yıldızlı Gece , aynı zamanda Batı kültürünün en ünlü tablolarından biridir. Vincent van Gogh Yıl 1889 Tür Yağlı boya resim Boyutlar 73,7 cm × 92,1 cm (290 in × 363 in) Konum Museum of Modern Art , New York Vincent van Gogh  : (30 Mart 1853 - 29 Temmuz 1890), Hollandalı  ard izlenimci ressamdır . Batı dünyası  sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biridir. On yıldan biraz fazla bir süre içinde aralarında 860 yağlı boya tablonun da olduğu 2.100 kadar resim ve çizim çalışması üretti ve bunların çoğu yaşamının son iki yılında yapıldı. Bunların arasında manzaralar , natürmortlar , portreler  ve otoportreler  bulunmaktadır ve modern sanatın  temelleri sayılan cüretkâr renkler ile canlı, fevrî ve ifade dolu fırça darbeleriyle ayırt edilirler. 37 yaşında yıllardır süren psikolojik rahatsızlığı ve yoksulluğun ardından trajik bir biçimde kimilerine göre intihar, kimilerine göre bir cinayet sebebiyle silahla yaralandıktan otuz saat sonra hayata veda etti. Üst orta sınıf  bir ailede doğan Van Gogh çocukken ciddi, sessiz ve saygılıydı ayrıca resim de yapmaktaydı. Gençliğinde sanat simsarı  olarak çalıştı, ancak Londra 'ya gönderildikten sonra bunalıma girdi. Döndükten sonra Belçika 'nın güneyinde Protestant   misyoner  olarak çalıştı. Sağlığı bozulup yalnızlık içinde yaşadıktan sonra ebeveynlerinin yanına döndü ve 1881 yılında resim yapmaya başladı. Küçük kardeşi Theo  tarafından maddi olarak desteklendi ve ikisi yıllarca mektupla yazıştılar . Çoğunlukla natürmortlar ve çalışan köylülerin tasvirlerinden oluşan ilk çalışmalarında daha sonraki eserlerinin ayırt edici niteliği olan canlı renkler görülmez. 1886 yılında taşındığı Paris 'te, izlenimci hassasiyete karşı tepki gösteren ve aralarında Émile Bernard ile Paul Gauguin 'in de bulunduğu aVangart üyeleriyle tanıştı. Çalışmaları geliştikçe natürmortlara ve yerel manzaralara yeni bir yaklaşım getirdi. Resimlerinde daha parlak renkler kullanmaya başladı ve daha sonra 1888'de Fransa 'nın güneyinde kaldığı Arles 'da ustalaşacağı kendine özgü bir üslûp geliştirdi. Bu dönemde zeytin ağaçları , selviler, buğday tarlaları ve ayçiçekleri de tuvallerine konu olmaya başladı. Psikotik epizodlardan ve delüzyonlardan muzdarip olan Van Gogh zihin sağlığından endişe duymasına rağmen fiziksel sağlığını ekseriyetle ihmal etmiş düzgün beslenmemiş ve aşırı alkol almıştır. Gauguin ile arkadaşlığı bir ustura ile yolunu kesmesi ve öfke nöbeti sonucu kendi sol kulağının bir kısmını keserek yaralaması sonucu sona ermiştir. Bir dönem Saint-Rémy 'de olmak üzere akıl hastanelerinde kalmıştır. Hastaneden kendi isteğiyle ayrıldıktan sonra Paris yakınlarında Auvers-sur-Oise 'da Auberge Ravoux 'ya taşındı ve homeopati uygulayan doktor Paul Gachet tarafından tedavi edilmeye başladı. Depresyonu devam etti ve 27 Temmuz 1890'da bir altıpatlarla kendini göğsünden vurdu. İki gün sonra yaraları nedeniyle öldü. Yaşamı boyunca başarısız olan Van Gogh'a deli gözüyle bakılıyordu. İntiharından sonra şöhret kazanan ressam, halkın imgeleminde tipik yanlış anlaşılmış dahi, "çılgınlık ve yaratıcılığın bir arada olduğu söylemlerini" gösteren bir ressam olarak yer almıştır. Resim üslûbunun ögeleri fovistler ve Alman dışavurumcuları tarafından kullanılmaya başladıktan sonra 20. yüzyılın başlarında ünü artmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda çok yaygın bir eleştirel, ticari ve popüler bir başarı yakalayan Van Gogh sorunlu kişiliğinin romantik, azap çeken sanatçı idealini simgelediği önemli ama hüzünlü bir ressam olarak hatırlanmaktadır.

  • Tüm Zamanların En Yakışıklı Aktörü Öldü

    ALAİN DELON * Aycan AYTORE * Sinema sanatının en uzun süreli "dünyanın en güzel adamı" olarak gündemde olan ünlü Fransız aktör Alain Delon, 88 yaşında hayatını kaybetti. Aktörün ölüm haberi, ailesi tarafından duyuruldu. Fransız sinemasının dünyaya kazandırdığı tüm zamanların en yakışıklı erkek aktörü Alain Delon, ülkesi Fransa'daki Douchy kasabasında 88 yaşındayken hayatını kaybetti. Delon'un AFP'ye ortak açıklama yapan 3 çocuğu, "Alain Fabien, Anouchka ve Anthony yayınladıkları basın bildirisinde " Babamız Alain Delon'un ölümünü duyurmaktan derin üzüntü duyuyoruz. Üç çocuğu ve ailesiyle birlikte huzur içinde hayata veda etti. Ailesi olarak, bu son derece acı verici yas döneminde mahremiyetine saygı göstermenizi rica ediyoruz, ” dediler. EN SON POLİS OPERASYONUYLA GÜNDEME GELDİ 2019 yılında felç geçiren ve daha sonra sahnelerden uzaklaşan Delon en son polis operasyonuyla gündeme geldi.  Geçtiğimiz aylarda aktörün Paris'in yaklaşık 135 kilometre güneyindeki Douchy-Montcorbon'daki evinde yapılan aramada 72 silah ve 3 binden fazla mermi ele geçirilmişti. Oyuncunun sağlığı, 2019'da felç geçirmesinin ardından daha kötüye gitti. Fransız medyasına göre Delon'un, açıklanmayan başka bir ciddi rahatsızlığı olduğu iddia edildi.   ZOR ÇOCUKLUK Sinemanın gelmiş geçmiş en yakışıklı aktörlerinden biri olarak hafızalarda yer eden Alain Delon ya da tam adıyla Alain Fabien Maurice Marcel Delon, 1935 yılında dünyaya geldi. Anne ve babası daha o küçükken ayrıldığı için zor bir çocukluk geçirdi. Kariyerine 1957 yılında Sois Belle Et Tais Tou adlı filmle başlayan Alain Delon, 2012 yılına kadar da kamera karşısına geçmeyi sürdürdü. SİNEMANIN USTA YÖNETMENLERİYLE ÇALIŞTI Sadecefiziği ile değil oyunculuğuyla da çok başarılı olan Delon, etkileyici kariyeri boyunca Luchino Visconti, Jean-Pierre Melville ve Michelangelo Antonioni gibi sinema dünyasına yön veren yönetmenlerle çalışma fırsatı buldu. Sadece filmleriyle değil özel hayatıyla da hep gündemde oldu Alain Delon. 1954 ile 1969 arasında Nathalie Delon ile evli kalan Delon, daha sonra da Rosalie van Bremen, Mireille Darc ve Romy Schneider ile yaşadığı aşklarla çok konuşuldu. Özellikle J.P. Belmando ile başrolünü Paylaştığı Borsalino, Kiralık Katil... gibi gişe rekorları kıran filmlerde oynadığı sert adam karakteriyle büyük bir şöhrete ulaşan aktör, Fransız sinemasının altın çağının yıldızıydı. BÜYÜK AŞK Delon ile Romy Schneider'ın aşkı belgesel filmlere bile konu olmuştu. 1958 yılında ‘Christine’ filminde rol aldığında ilk kez Fransız sinemasının yakışıklı oyuncusu Alain Delon ile karşılaştı ve ona aşık oldu, onun için Fransa’ya yerleştiğinde Almanya’ya ihanetle suçlandı. Fransızların ‘yüzyılın aşkı’ dedikleri ilişki, 1963 yılının son günlerinde Alain Delon onu terk edene kadar beş yıl sürdü. İLİŞKİLERİ YÜRÜMEDİ Dünyası yıkılan Romy Schneider çaresiz annesinin yanına Berlin’e döndü. 1966 yılında kendinden 14 yaş büyük yönetmen Harry Meyen’le evlenerek çocuklu ve ‘mutsuz ev kadını’ oldu. Derken Alain Delon yeniden sahneye çıktı! Tek bir telefonu, Romy’nin her şeyi bırakıp oyunculuğa dönmesine yetti. Birlikte, gişe rekorları kıran La Piscine / Sen Benimsin’i (1968) çektiler. Ama aşkları uzun ömürlü olmadı. 15 YILLIK AŞKINI SON YOLCULUĞUNA UĞURLADI Schneider'ın yanı sıra Alain Delon en çok konuşulan bir başka ilişkisini de Mireille Darc ile yaşadı. Onunla 15 yıl birlikte oldu. Ayrılmış olsalar da 2017'de hayata gözlerini yuman Darc'ın cenaze törenine katılanlardan biri de Alain Delon'du. Aktör geride kalan büyük aşkını, izleri yüzünden bile okunan bir üzüntüyle son yolculuğuna uğurladı. BEŞ YILLIK EVLİLİK Alain Delon 1964 ile 1969 arasında Nathalie Delon ile evli kaldı. Çiftin bu evlilikten Anthony adında bir oğlu dünyaya geldi. Alain Delon, ötanazi konusunda en büyük çocuğu Anthony'den destek istedi. Fakat bu teklifi reddedildi. 59 YAŞINDAKİ OĞLUNDAN DESTEK İSTEDİ Alain Delon ile Nathalie Delon'un evliliklerinden Anthony Delon adında 59 yaşında bir oğlu var. Alain Delon'un Rosalie van Breemen ile ilişkisinden Anouchka adında 33 yaşında bir kızı bulunuyor. Aktörün yine var Bremen ile ilişkisinden de 30 yaşında Alain-Fabien Delon adında bir oğlu var. OLAYLI BİYOGRAFİ Alain Delon 2000'lerin başında yayınlanan biyografisiyle de gündeme gelmişti. Bernard Violet'nin kaleme aldığı Delon'un Sırları adlı kitap, oyuncunun az kişi tarafından bilinen özelliklerini de gözler önüne seriyordu. Delon kitabın yayınlanacağını öğrendiğinde engellemeye çalışmış bunun için yasal yollara başvurmuştu. Fakat bütün çabaları boşa gitti ve kitap yayınlandı. ORDUDAYKEN CEZAEVİNE GİRDİ Bu kitaba göre Delon, 14 yaşında kısa metrajlı bir filmde rol aldı. Bu arada da Fransız Şarküteri Konfederasyonu'nda staja başladı ve bir diploma sahibi oldu. Fakat onun istediği bu değildi. Annesinin ikinci eşi, ona orduya katılmasını önerdi. Delon bunu kabul etti ve ordudaki görevi nedeniyle Hindiçin'e gitti. Fakat askerlik sırasında radyo aksamı, tabanca ve cip çaldığı için hapis cezası aldı. Sonunda 1956'da ordudan atıldı. Paris'e dönen Alain Delon, bu dönemde hayat kadınlarının yardımıyla yaşadı. GAYRİMEŞRU OĞLUYLA HİÇ İLGİLENMEDİ, ONU ANNESİ BÜYÜTTÜ Violet'nin kitabına göre Delon o yıllarda Nico olarak tanınan bir şarkıcıdan Ari adında bir çocuk sahibi oldu. Fakat onunla ilgili hiçbir sorumluluk almadı ve çocuğa annesi ile üvey babası baktı. Hiç ilgilenmediği oğlu Ari'yle yıllar sonra annesinin cenaze töreni için gittiği kilisede karşılaştı. Bu arada Alain Delon'un Nathalie Delon ile evliliğinden dünyaya gelen oğlu Anthony de babasıyla iyi geçinemediklerini anlatmıştı yıllar sonra. Kiralık Katil ve Borsalino gibi gişe rekorları kıran filmlerde oynadığı sert adam karakteriyle büyük bir şöhrete ulaşan aktör, Fransız sinemasının altın çağının yıldızıydı. Böylece çocukluk ve gençliğimizin büyük idolü Alain Delon da yok artık. Kimler gelip kimler geçmedi ki... Sinema en özellikli, en karizmatik, en güzel yüzleri toplayıp öğüten bir değirmendir. * DERLEME ve TASARIM : Aycan AYTORE KAYNAK: Vikipedi, İNTERNET

  • Genco Erkal’ın Ölümü Vesilesiyle

    SOSYALİZMİN KOYUSU * Zeki SARIHAN Geçen hafta oyuncu Genco Erkal’ın aramızdan ayrıldı! Onun gibiler için “öldü” demek doğru değil. Çünkü insanlığa hizmet etmiş, “Büyük insanlığın” kurtuluşu için çalışmış olanların bedenleri toprağa karışsa da yapıtlarıyla çok uzun yıllar yaşayacak. Genco Erkal, yalnız tiyatro yeteneği ile anılamaz. Çünkü bu yeteneği taşıyan çok oyuncu vardır. Erkal bu yeteneğini acı çeken, baskı altında olan, adalet mücadelesi veren insanların kurtuluşu için kullandı. Eczacı bir arkadaşım geçen yıl “Hangi sınıfa girdiğimi merak ediyorum” diyerek benden bir yorum sormuştu. Ona okuyup diploma sahibi bir aydın olduğunu, aydınların malları ve mülkleri ne olursa olsun hizmet ettikleri sınıftan sayılacağını söyledim. Burjuvazinin, feodallerin olduğu gibi emekçilerin de aydınları vardı. Artık sınıfını belirlemek onun kararına bağlıydı. Türkiye çok sosyalist aydın yetiştirdi. Modern çağda Batı’da gelişen işçi sınıfı hareketleri Marks-Engels gibi aydınları, Komünist Enternasyolalleri doğurdu. Bu akım Türkiye’deki aydınları da etkiledi. Özellikle 1917 Bolşevik devrimi, dünyanın düzeni gibi zihinleri de sarstı. Anadolu’da 1920 solculuğunu besledi. Aydınlar, aynı zamanda zoru gördükleri zaman saf değiştirip burjuvazinin tarafına geçmeleriyle de tanınırlar. Türkiye’deki solcu aydınlar da kısa sürede sistemin bir parçası haline geldiler. Ama vazgeçmeyenler de vardı. Nazım Hikmeti herkes duymuştur da Tokat Mebusu Nazım Bey’i duyanlar azdır. Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi direnen birçok şairimiz, yazarımız var. Ceyhun Atuf Kansu, Cahit Külebi de açıkça Marksist olduklarını, hatta Külebi tersini söylese de onların da sosyalist bir ruh taşıdıkları şiirlerinin temasından ve söyleyişlerinden anlaşılır. 2004’te 90 yaşına girmesi nedeniyle Fazıl Hüsnü Dağlarca için toplantılar yapıldı. Ulusal Eğitim Derneği olarak onun için Ankara’da kendisinin gelemediği bir Onur günü düzenledik. Sonra dört arkadaş İstanbul’da evine giderek onur plaketini kendisine sunduk ve Öğretmen Dünyası’nda yayımlanmak üzere bir mülakat yaptık. 24 Aralık 2004 günü kendisine sorduğum sorularda biri şu idi? “Sosyalizm için ne düşünüyorsunuz?” Verdiği yanıt aynen şöyle: “Ben sosyalizme, hatta koyusuna da inanırım. Sosyalizme geçmeden kalkınma olmaz.” “Sosyalizmin koyusu”nun ne olduğunu sormamız gerekmezdi. Arif olan anlardı. Sosyalizm, üretim araçlarının ortak mülkiyeti, bunun “koyusu” ise “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini kabul eden, özel mülkiyeti, sınıf ayrıcalıklarını reddeden bir sistemin adıdır. Türk burjuvazisi, feodallerle iş birliği yaparak, servet ve mülklerini, yani sömürülerini korumak ve çoğaltma için bu kavramlara öyle bir yasak getirmişti ki, Öğreten Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” adlın şiir kitabını bile yasaklayıp kendisini cezalandırmıştı. Fakat gerçeklerin, hele deryalar gibi geniş bir sınıfa dayanan sınıfsız toplum düşüncesinin, en olumsuz koşullarda bile kardelenler gibi başını uzatma niteliği vardır. Yalnız Türk edebiyatı değil, bir bütün olarak sahne, sinema, resim, müzik, mimari alanlarında ve daha kapsamlı olarak da felsefe ve siyasette yön verici bir gücü vardır. Geleceği kuracak olanlar da onlardır. Bakmayın geçmişte ve günümüzde büyük şirketlerin ve mülk sahiplerinin iktidara kene gibi yapıştıklarına. Bunu maddi varlıklarına ve devlet aygıtına dayanarak yapıyorlar. Genco Erkal’ın sanatı, aydınlar arasında derin bir hayranlık uyandırmıştı. Bu nedenle ölümünün ardından epey yazı yazıldı. İktidar çevrelerinin bu konuda susmayı seçmiş olmalarının da bir anlamı var. Sınıf düşmanları ölmüştür. Herhalde kendisine devlet nişanı verecek değillerdi… Genco Erkal’la yalnız bir kez yüz yüze görüştüm. Ankara’da bir oyunundan sonra yakaladım. Yabancı dille eğitime karşı aydınlardan imza topluyorduk. Gösterdiğim metni hemen imzaladı. Çok sevinmiştim. Fakat ertesi gün arayarak imzasının yayımlanmamasını istedi. Gerekçe olarak yabancı dille eğitim yapan bir okulun mezunuydu. (Robert Kolej) Yanlış anlaşılabileceğini söyledi. Bu tip okullara karşıydık. Fakat Genco’nun, bu tutumunu bu yakınlarda anlayışla karşılamak gerektiğini düşündüm. Çünkü, Türkiye’de sahnelediği oyunları Amerika, Fransa gibi ülkelerde o milletlerin kendi dillerinden oynadığını öğrendim. Devrimi Fransızlara ve Amerikalılara kendi dillerinden anlatmak da önemli bir iştir. Zaten yabancı diller bunun için öğrenilmeye değer. En son onu Ankara’nın Çayyolu semtinde kurulan tıklım tıklım dolu bir açık hava sahnesinde izledim. Çankaya Belediyesi örgütlemişti. Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı oynarken Ankara’nın üstünde bir sosyalizm rüzgârı estirmişti. Onun “sosyalizmin koyusu”nundan yana olduğunu ses titreşimlerinden bile anlamak mümkündü. İktidar başkalarının elindeyse, sanat da emekçi ideolojisinin elindeydi. Bu da bizim için az şans değildir. (8 Ağustos 2024) zekisarihan@gmail com

  • İzmir'de Devrekli Bir Sanat Emekçisi: İbrahim Tığ

    Semihat KARADAĞLI * Dün uzaklarda Devrek'ten edebiyatın sanatın karıncası dergilerin yok olmaya başladığı bugünlerde inatla mücadele eden Şehir dergisinin genel yayın yönetmeni, bir çok araştırma yazısı ile edebiyatın değerlerini yöresel türküleri unutulmaktan kurtaran  şair, yazar, araştırmacı, mimar İbrahim Tığ'ın Kanguru Kültür Merkezinde söyleşi ve imza günüydü. Sıcağa rağmen toplantıya katılan birbirinden değerli edebiyat konukları ile çok güzel bir söyleşi oldu. Devrek’in genç yaşta yitirdiği ve Kelebeğin Rüyası isimli filme hayatı konu olan Rüştü Onur’un ve bölgede yaşayan madende çalışanların yaşamlarını, bu kitabın oluşmasında yaptığı araştırmalar, edebiyatın değerli şair ve yazarlarından olan Müfide Güzin Anadol’un şiirleri bunların nasıl derlendiği, tesadüfen ulaştığı bir gazete küpüründen Müfide Güzin Anadol’un sadece gazetede  yayınlanmamış “Adaşım” isimli romanın izini nasıl sürdüğü, Ankara, İstanbul milli kütüphanelerinde aylar süren araştırma sonucunda romana ulaştığını, bunu eşi ile birlikte gazete görüntülerinden bilgisayara aktarmaları, derlenen yöresel türküler ve anıları üzerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saat sanatla dolu dolu bir gün geçirdik.   maviADA yazarları Semihat KARADAĞLI( sol başta) evsahibi Aydın ŞİMŞEK, İbrahim Tığ (sol baştan 5. ) ve Yusuf AKSOY( sağ başta) konukların bir bölümüyle birlikte. .. Maviada dergimizin de yazarı, şairi olan İbrahim Tığ’a sanata, edebiyata şiire verdiği emekler için teşekkür ediyoruz. Kalemi hep yazsın.

  • İbrahim'in Şiiri

    * Yusuf AKSOY * bir yol başlangıcıydı bir nehir olup akmak akmak ardına bakmaksızın dağları çevreleyen ovaları yeşerterek acelesi vardı coşkun ırmağın Munzur içlerine aktı hızla hızına yetişemez oldu yola çıkacaklar zindanın cellatları kuşattı karanlıkta nehri Nehir beton duvar içinde esir oldu birden ancak, geçtiği her kırdan her ovadan cevhere bulaşmıştır bedeni beden çelik çelik suyunu daha da derinden alır zindanda beden beş parça edilir ‘ser verip sır vermez’, adı İbrahim kızıl kana boyar zindanı ve zulmü on parça eder yıkar geçer zindanı sonra teslim olmaz okyanusa dönüşen nehir akar akar akar ve yarın kalan tüm duvarları da yıkar vicdan, olmazsa isyan yıkar bir evladın kanlar içinde yitik kokusu ve sarılmak sımsıkı dağlanmış vücuduna anlatılmaz bir ihtilal haykırışı olur sustu sanılan halkın canlı belleğinde gece vardiyalarına sığmaz olanlarla denize çevrilecektir yeni nehir yolları kucak kucak kır çiçekleri gelecek mayıs tohumlarının düştüğü topraklardan

  • KRİMİNAL AŞK

    Zeliha AYDOĞMUŞ * kriminal bir aşktı bizimkisi önce ilkbahar ardından sonbahar suçüstü yapardı hep güneşten bulutun bilinç altında sek yağmur yediveren ten kesişimlerimiz hep çiçek kokardı ve bir gülüşte kesmişler bizi ülküsü yüksek sosyete bir düşte ciğersizleri elimizde ev yapımı şarap dilimiz günyüzü görmeyeninden sövgüde ıslık ışığa fırtına Pandoranın kutusundan fırladı; haydarın yüksek basınçlı öpüşü şimdi kaburgamızda vay anammm! bak yaaa yine şiire karışmışız *

  • Orhan Veli ve Garip Şiiri

    Tamer UYSAL * Toplumcu Şiirimizde Garip İzleri… Tamer UYSAL * “Bu umut özgür olmanın kapısı; Mutlu günlere insanca aralık. Bu sevinç mutlu günlerin ışığı; Vurur üstümüze usulca ürkek”... (Oktay Rıfat) Her geçen gün biraz daha fazla baskı altına alındığımız toplumsal koşullarla yaşamaktayız. Ekonomik koşullar, hayat pahalılığı, sık sık karşılaştığımız zam haberleri, enflasyon denilen canavar ve bir türlü sonu gelmeyen ekonomik paketler hangimizi garipleştirmiyor ki? Hangimiz biraz garip, hangimiz biraz şair değiliz? Aziz Nesin’in “Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir” demesi belki de bundan… Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Ali Oktay Rıfat’ın 1937’de Varlık dergisindeki çıkışları Orhan Veli’nin öncülüğünde “Garip” olarak meyvesini vermişti. Orhan Veli “İstanbul Türküsü” adlı şiirinde şöyle diyordu: İstanbul’da, Boğaziçi’nde, Bir fakir Orhan Veli’yim; Veli’nin oğluyum, Târifsiz kederler içinde. Urumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da bir türkü tutturmuşum: "İstanbulun mermer taşları; Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları; Gözlerimden boşanır hicran yaşları; Edalı’m, Senin yüzünden bu hâlim." "İstanbulun orta yeri sinama; Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama; El konuşur, sevişirmiş; bana ne? Sevdalı’m, Boynuna vebâlim!" İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim; Bir fakir Orhan Veli; Veli’nin oğlu; Târifsiz kederler içindeyim. Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri sanat çevrelerinde sevildiği kadar eleştirilmiştir de… Şair Murathan Mungan’ın “Bir Garip Orhan Veli” adlı oyunu ilk kez 1981’de, daha sonra da defalarca sahnelenmiş, şiirleri de her dönem ilgi görüp tartışılmıştır. Son şiirinin karalamasını bir diş fırçasına saran Orhan Veli’ninki kısacık bir yaşamdı… Ardında etkili ve güzel şiirler bırakan Oktay Rıfat’ı 1950 yılında kaybetmişiz. Şairliğinin yanı sıra roman yazarı, denemeci ve oyun yazarı olan Melih Cevdet Anday’ı ise 2002’de çok yakın bir tarihte kaybettik (Kasım ayı içinde yitirilen Orhan Veli ile Melih Cevdet’in anısına geçtiğimiz günlerde de İstanbul’da bir şiir dinletisi gerçekleşti). Doğum tarihleri gibi ölüm yıldönümleri de yakın olan iki şairimizin anısına Garip şiirine farklı bir başlıkla bakmak yararlı olur umarız… Garip şiir akımı ile ilgili birçok eleştiri yapılmıştı. Türkiye’ye arabesk ve argo dilin garip şiiriyle girdiği söylenmişti. Acaba bu böyle mi? Arabesk, kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlar. Kırdan kentlere göç sonucunda özellikle kentlerde kır özelliği taşıyan ve kent sorunlarını da en çok hisseden insanların yaşadığı varoşlar ve gecekondu arabeskin çıkıp ülkeyi sardığı önemli bir geçiş kültürünün ürünü olmuştur. Şiir akımı diyoruz, fakat Metin Eloğlu gibi Garip’ten etkilenmiş bazı şairler bile Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir anlayışlarının bir akım olmadığını öne sürmüşlerdi. Garip şiiri birçok şair tarafından olumlu ya da olumsuz biçimde eleştiri aldı. Kimine göre şiirimize değişim ve yeni bir soluk getirmiş, şiire olan ilginin çoğalmasını sağlamıştı. Metin Eloğlu, Erdoğan Alkan gibi şairler, yazarlar Garip’in şiire olumlu olumsuz özellikler kattığını belirtmişlerdir. Erdoğan Alkan arabesk tutumla Garip şiiri arasında bir yakınlık duyumsarken, Metin Eloğlu Garip’in bir akım olmadığını, şiirimizde yavanlıkları, yıpranmışlığı, boşunalığı öteleyen doğal bir aşama olduğunu söylüyordu… Metin Eloğlu’na göre Garip’in tutumunu anlamayanlar onu bir moda sanarak değerlendiriyor, gerçek kökenini sezenlerse onu ustaca yorumlayanlar, katkıda bulunanlar oluyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Orhan Veli’yi yenilikçi olarak değerlendirmekle birlikte popülizmin temsilcisi olmakla nitelendiriyor ve şiirde yarattığı tipi benliksiz, sadece varolmakla yetinen birisi olarak görüyordu. Ancak Tanpınar’a göre de Garip akımı şiirde, hem dilin hem de amacın birlikte değişmesini istiyordu. Orhan Veli, ilk önsözlerinde, yazılarında hiçbir çizgi sorununa değinmiyor, salt şiirin şaşmaz ilkelerini tanımlamaya çalışıyordu. Aslında bu ilkeler, yasallaşamaz, kurallaşamaz, çağdaş, gündeş ilkelerdi. Metin Eloğlu’na göre bu açıdan şiirimize sarılanlar bir gelişim gücünü yansıtabiliyor ama ille de kendi toplumsal, düşünsel, sanatsal kişiliklerini, özgünlüklerini saptayarak var kılınmışa öykünmeden… O dönemden adları anılanlar da onlardı, değerleri anlaşılan da onlardı… Zira Metin Eloğlu’nu tanımlarken de Garip’ten etkilenişini, özgünlüğünü korumuş olmasına bağlayanlar vardı. Örneğin onunla konuşan Behzat Ay gibi… Garip ülkeye soktuysa ya da en azından ilk olarak oraya uzanıyorsa, arabeske biraz değinmek gerek; Kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlayan kırdan kente göçle özellikle varoşlarda başlayan arabesk önemli bir “geçiş kültürü” sayıldı. Bu saptama sosyolog Emre Kongar’a ait. O zaman varolan istatistiksel bilgiler halen 3 kişiden birisinin gecekonduda yaşam sürdüğünü göstermekte idi. Bu oran 20-25 milyon kişiye karşılık olduğuna göre tutulmasının nedeni kolaylıkla açıklanabilirdi de... Garip şiiriyle gecekondu şarkıları (sadece gecekonduların mı, o da tartışılır ya) arasında bir bağlantı kurulmasına dönersek; Orhan Veli’nin 1936-37 yılları arasında şiirlerini yayınlamaya başladığı sıralarda Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel döneminde klasikleri çeviren yazarlar arasında bulunduğu da kayda değer. Göç ile arabesk olgusu ise özellikle 1950’lerden sonra başlıyor… Çağdaş şiirimiz Nazım Hikmet’in ilkini yurtdışında yayınlandıktan sonra 1929’da Türkiye’de çıkmış ikinci şiir kitabı “835 Satır”la başlar. 1941 yılında görünen Garipçiler ise şiire yenilik ve yaygınlık getirmiş, şiiri geniş kitlelere benimsetmişti. Ancak birinci yeni olarak da adlandırılan Garip’in ardından Nazım Usta’yla başlayan toplumcu şiire yeniden dönülmüş, 1950’li yılların sonundaysa İkinci Yeni adıyla farklı bir şiir anlayışı gelişmiştir. Fakat 1970’li yıllarla beraber bu şiir akımını da terkeden veya içinde yeralmak istemeyen şairler toplumsal sorunlara dönük toplumcu şiiri öne çıkarmışlardır. 1940-50’li yıllar faşizmden bütün dünyanın giderek bütün insancıl değerlerin etkilendiği yıllardı. Türkiye’de sanat-edebiyat alanında o yıllarda şiirimiz de iki kümeden oluşuyordu. Bunlardan biri toplumcu şiirimize göre farklı, küçük burjuva içerikli Orhan Veli ile yandaşlarının Garip Şiiri, ikinci küme ise toplumcu şiir; topluma yönelik devrimci şiirdi. İkinci gruba girenler bilimsel bilgiyi genç yaşta sindirmiş dünyadaki devrimci eylemle birleştirmiş Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi şairlerdi. Onlar faşizme karşı pratikte de direniyor ve emekçi kitlelerin yaşamlarını ileriye götürecek devrimci bildiriyi sağlam bir estetik yapıyla okura sunuyordu. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın Türkiye’deki toplumsal koşulların dayatması ile gerçeküstücülük ve dadaizm şiir akımının etkisinde şiirler yazdıklarını görürüz. Bu etki Fransız şairlerden yapmış oldukları çevirilerle başlar ki bunlar içerisinde başı çekenler Charles Pierre Baudelaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarmé ve Gerard de Nerval olur. Orhan Veli’nin 1936-1937 yılları arasında yazdığı bazı şiirlerde bu izleri açıkça görmek mümkündür. Ancak bu şiirler tamamen yazınsal kurallar ve kalıplar içinde yazılmış yani ölçülü ve uyaklı şiirlerdi. Fakat 1937’den sonra yazdığı şiirlerde gerçeküstücülüğün ve dadaizmin etkilerini görürüz. Orhan Veli’nin şiirindeki bu değişimin nedeni Garip’in önsözünde kendisinin de belirttiği gibi ölçü ve uyağı kaldırmak, eski biçimleri atmak, özde şiiri burjuva beğenisinden kurtararak daha geniş kitlelerin yani halkın beğenisine sunmaktı. Tıpkı sembolist şair Rimbaud’nun gibi, İsviçre’de de bir grup genç şair toplumsal kurumlara başkaldırdılar ve bu başkaldırı Fransa’da 1916’da her şeyi alaya alan bir tarz olarak şiire girmişti. 1924’te de Andre Bréton öncülüğünde yine Fransa’da ilk bildirisini yayınlamış olan gerçeküstücülük yani sürrealist şiir akımı ortaya çıkmıştı. Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ı etkileyen bu iki şiir akımı başlangıçta iç içe geçmiş ve benzer özellikler gösteriyordu. Gerçeküstücülük giderek toplumsal gelişmelerin ve sanattaki arayışların etkisiyle değişir. Önceleri bireyci ve imgeci olan bu tarz 1930’lardan sonra ikinci gerçeküstücülük bildirisinin yayınlanmasıyla toplumsal ve gerçekçi bir biçime dönüşür. Louis Aragon ve Paul Eluard’ın başını çektiği bu ikinci gerçeküstücüler çıkardıkları dergiye de “Devrimin Hizmetinde Gerçeküstücülük” adını verirler. Orhan Veli, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday da bu ikinci gerçeküstücülüğü izlerler. Onlar da artık toplumsal baskıların etkisiyle toplumcu dizeleri ancak bireyci olanların arasına da olsa sıkıştırıp şiirlerinde kullanmaya başlarlar. Sovyet devriminin şairi Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin deyişiyle şiir toplumsal bir soruna çözüm getirmeliydi. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın çabaları Türkiye’ye böylesi şiir getiriyordu. Üstelik şiiri getirmekle kalmıyor, Eluard ve Aragon gibi gerçeküstücülükten kopan iki büyük şairin etkisiyle Türkiye’de eleştirel gerçekçiliğin zeminini de hazırlıyordu. Garip şiirini Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yaşadığı toplumsal koşullara bakarak ele almakta yarar var. Türkiye’de komünistlerin baskı altına alınıp ağır bedeller ödediği yıllar onları gerçeküstücülüğe zorlar. Aslında eleştirel gerçekçiliğe bir adım olan ikinci gerçeküstücülük Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte Nazım Hikmet’in şiirlerinde görülür. Nazım Hikmet kendisine yönelik yapılan değerlendirmeye karşılık “Mayakovski’den etkilendiğim ileri sürülüyor, eğer etkilendiğim bir şair varsa o Mayakovski’ den çok Paul Éluard olabilir” diyordu. Eleştirel gerçekçi şiirden etkilendiğini belirtiyordu. Oktay Rıfat da “Ben materyalist ve sosyalistim” diyor ve sanata bakışını açıklıyordu Varlık dergisinde. Eleştirel Gerçekçilik, İkinci Gerçeküstücülük ile Sosyalist Gerçekçilik arasında bir sanatsal tutumdu. Ve bu tutumun adı da Fransa’da Paul Éluard ile Louis Aragon tarafından konmuştur. Atom insanlığı tehdit etmeye başlamış uygarlığın yerini barbarlık almıştır. Sanayileşme yüzünden göç büyük bir sorundur. Bütün bu dış etkenler ve sorunlar gerçeküstücü ozanları etkiler. En çok da kendi iç dünyalarını, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımını etkiler. Peki nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan? Tabi bilinçaltını boşaltarak. Yani acı gerçeklerle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşleri kaynaştırarak. Gerçeküstücüler 1924 tarihli Birinci Gerçeküstücülük Bildirisi’nde şiir etkinliğini şöyle tanımlıyorlar: “Gerçeküstücülük şimdiye dek ihmal edilmiş belli çağrışım biçimlerinin yüce gerçeğine, rüyanın büyük gücüne, düşüncenin özgür oyununa inançtır. Tüm diğer ruhbilimsel mekanizmaları yıkmak ve yaşamın temel sorunlarının çözümünde başka ruhbilimsel mekanizmaların yerini almak amacını güder”. Tanımdan şu sonuç çıkartılabilir: Düşünce gerek yazılı veya sözlü gerekse başka bir tarzda olsun aklın denetimi olmadan, hiçbir estetik amaç ve toplumsal kural tanımadan doğrudan aktarılıyor. Böylece bilinçaltındaki ürünler özgürce verilebiliyor. Peki bilinçaltı sanatta neden böyle birden ağırlık kazanıyordu? Çünkü gerçeküstücülüğün doğduğu, sürdüğü yüzyılda bunalım ve çelişkiler keskinleşmiştir. Gerçeküstücülüğü ortaya çıkartan André Breton ve Louis Aragon’un; her ikisinin de tıp öğrencisi olmaları da rastlantısal değil. Bu dönemin koşullarının ortaya çıkarttığı bir şey. Breton 19 yaşında askere alındığında Birinci Dünya Savaşı sürüyordu. Tıp öğrencisi olması 1915 yılında askere alınmasından sonra çeşitli nöro-psikiyatrik kliniklerde çalışarak ruh hastaları üzerinde inceleme olanağı bulmasını sağlamıştır. André Breton, Louis Aragon, Philiphe Soupault, Robert Desnos ve Paul Éluard gibi ozanların içinde yeraldıkları gerçeküstücülük, kurucularının ve bu akımı tutmuş olanların savlarına göre “gerçek yaşamı deneme ve anlatma biçimidir”. Şiirde Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud’nun önceden sezdiği şeyi, yaşamın tüm yanlarını, görünümlerini üstlenen bir varolma davranışını eylemli olarak ele geçirmenin deneysel başlangıcıdır. Gerçeküstücülük alışılmamışın doğurganlığıydı. Şiirsel değeri bilinmeyeni işleme tekniğinden gizemli iletişimlere göre evren ve insan bilincinin kilit altına aldığı tüm öteki şeyleri işleme tekniğinden doğuyordu. Gerçeküstücülükten önce onunla paralel gelişen başta Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın da etkilendiği bir akımın, dadaizmin öncüsü Tristan Tzara’nın deyişiyle yaşama bir başkaldırı değil toplumun tüm değer yargılarına, sanatına bir başkaldırıdır. Gerçeküstücülük nasıl geleneksel ve aktüel olanı aşarak bilinçaltının, düş ile hayal gücünün özgürlüğünü isteyen bir görüşse dadaizm de insanların yıkılışından, dünyadaki karışıklıktan umutsuzluğa düşmüş hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucunda ortaya çıkmış bir görüştür. Dadaist görüş fazla uzun ömürlü olamadı. Yerini gerçeküstücülüğe bıraktı. Öte yandan Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile gerçeküstücülüğün Türkiye yazınına da girmesini sağladı, tabi ardından eleştirel gerçekçiliğinde. Dadaizmin amacı, savaşa etken bir tavırla karşı çıkmak, savaşa neden olan burjuvazinin yozlaşmış değer yargılarına ve bozulmuş yapısına onur ve ahlaka uygun yeni bir anlam kazandırmak olarak özetlenebilir. Dadaistlere göre, insancıl olan her şeyin üstüne çöreklenip onu örten ve gizleyen aşırı duyarlılık ve yapmacıklık, yukardan atıp tutan kötü bir zevk sanatın her alanında egemen olduğundan burjuvaziye ait bütün kurum ve kuruluşlarla birlikte sanatının da yıkılması gerekmekteydi. Orhan Veli 1941 yılında yazdığı ve Garip Şiirinin manifestosu sayılan önsözde görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan ve yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan şiirde değişmeyen tek şey egemen sınıfların zevkine hitap etmiş olmaktır. Egemen sınıfları yaşamak için çalışmak zorunda bulunmayan insanlar teşkil ediyor, şiir de onların zevkine sunuluyordu. Ama yeni şiirin dayandığı zevk artık azınlığın oluşturduğu o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşama hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Fakat bu kitlenin ihtiyaçlarını eski edebiyatın aletleriyle anlatmak demek değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hâkim kılmaktır. Şimdiye kadar edebiyatımıza şekil veren bütün kalıpları atmalı, yapıyı temelinden değiştirmeliyiz”… Orhan Veli yazısında sembolistleri birinci sürrealist manifestoda sözü edilen ruhsal otomatizmi salt sözcük oyunlarına başvurarak düşünce ve sanatın çıkış noktası olarak ele almalarını eleştiriyor, zekâ hokkabazlığına düşmek yerine bilinçaltını kullanmakta ustalığın mühim olduğunu belirtiyordu. O’na göre şiirde şairânelik değil tamamındaki anlam önemliydi. Melih Cevdet Anday, Garip şiirini düşünceden yola çıkan duygu yüklü şiir olarak tanımlandırıyor ve “Telgrafhane” adlı şiirinde; Uyuyamayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o eski sen değilsin Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin, Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın Düzelmeden memleketinin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku girmez ki Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur metin sade Çalacaksın diyordu. Garip’te biçimden öte toplumsal koşullara karşı gittikçe özellikle Melih Cevdet Anday’la artan bir tepki vardı. Sonuç olarak da evrim geçirdi ve tarih içinde yer aldı. Doğal olması gerektiği gibi yerini toplumcu şiirimize bıraktı. Tepkilerimizin özünde varolması gereken aldatıcı, yanıltıcı, sabun köpüğünden olmamak, kalıcı, temel bir direnç gösterebilmek değil midir? Buna bir tür başkaldırı da denebilir. Şiirde de, sanatta da, soluklandığımız her alanda zaten yaşamak gecenin tüm karanlığına rağmen buğulu bir cama güneşi çizebilmektir, özetle Albert Camus’nun dediği gibi “Yaşamak Direnmektir”… Temel Kaynak: Şiir Sanatı, Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık 1995 (Yeni baskı İnkılap Kitabevi 2005). 14.11.2022

  • Ernest Hemingway

    Nurten B. AKSOY * Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı ünlü romanında “Özgürlüğü, insan onurunu sevdiğim gibi seviyorum seni, tüm insanların çalışma hakkını, aç kalmama hakkını sevdiğim gibi seviyorum seni.” diyen; basit yazma tekniği ve sade üslubuyla 20. yüzyıl kurgu romancılığını etkileyen, Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibi Ernest Hemingway’in çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilir. Efsane o ki herhangi sıradan bir gün, bir toplantıda, onu çekemeyen edebiyatçılardan biri Hemingway'e ne derece yetenekli olduğunu sorar, Hemingway de ''Senin hayal bile edemeyeceğin kadar.'' diye yanıt verir. Bunun üzerine muhatabı ona, 10 kelimeyi geçmeyen, etkili bir hikaye yazıp yazamayacağını sorar. ''Eğer bunu yazmayı becerebilirsen ve buradaki herkesi derinden etkilersen yeteneklerin önünde saygıyla eğileceğim.'' der. 10 kelimeye bile ihtiyaç duymayan Hemingway 6 kelimelik bir dram öyküsü yazar. Orada bulunan herkesi etkileyen bu öykü şöyledir: "Satılık bebek Patikleri. Hiç giyilmedi.'' 20. yüzyıl ABD yazarları arasında çok büyük bir ün kazanan öykü ve roman yazarı Ernest Hemingway, doğum yeri olan İllinois'de öğrenim görür. Daha ortaokuldayken yazmaya başlar, liseyi bitirir bitirmez de Kansas'ın önde gelen gazetelerinden Kansas City Star'a muhabir olur. Bir görme bozukluğundan dolayı askere alınmadığı için I. Dünya Savaşı sırasında ABD Kızılhaç örgütünde cankurtaran sürücülüğü yapar. 1918'de henüz 19 yaşındayken Avusturya-İtalya sınırında yaralanır. Savaşta tanık olduğu olaylar ve özel yaşamına ilişkin anılar yaşam boyu belleğinden silinmez ve yazılarına esin kaynağı olur. İyileştikten sonra dönemin Fitzgerald, Stein ve Ezra Pound gibi yazarlarından gördüğü destekle ilk öykü derlemesi olan "Zamanımızda" isimli kitabını yayımlar Hemingway, 1926'da yayımlanan “Güneş de Doğar” romanında olduğu gibi, ilk romanlarında I. Dünya Savaşı'nın altüst ettiği bir dünyada yaşama yenik düştükleri duygusuyla ülkelerinden kopmuş, amaçsız, YİTİK KUŞAK’tan insanları anlatır. İtalya'da I. Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarından esinlenerek yazdığı “Silahlara Veda” savaşla aşkın iç içe işlendiği umutsuz ama güçlü bir romandır. Hemingway yapıtlarında mücadeleci, yenileceklerini bilseler bile, yiğitçe direnerek yaşamlarına anlam vermeye çalışan kişilerin portrelerini çizer. Romanlarında anlattığı yaşama savaşını kimi zaman doğal güçlere karşı verilen mücadeleyle simgeler. "Öğleden Sonra Ölüm" ve Afrika'nın Yeşil Tepeleri buna örnektir. İspanya İç Savaşı sırasında çok sevdiği bu ülkeye savaş muhabiri olarak giden Hemingway, Cumhuriyetçilerin yanında yer alarak General Franco'ya karşı mücadeleye katılır. Madrid'in kuşatılmasıyla ilgili olarak "Beşinci Kol" adıyla bir de oyun yazar. Gene İspanya İç Savaşından esinlenerek 1940’ta kaleme aldığı eseri “Çanlar Kimin için Çalıyor” satış rekorları kırar ve yazarına Pulitzer Ödülü'nü kazandırır. . İspanya'dan ayrıldıktan sonra Küba'ya yerleşen Hemingway Afrika'da safari gezilerine çıkar ve bir uçak kazası atlatır.İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra'da savaş muhabirliği yaptığı sırada gizli bilgi toplama, gerilla taktikleri gibi konulardaki deneyimleri ve gözü pekliğiyle dikkatleri çeker. Hemingway, kendisine 1953 Pulitzer Ödülü'nden başka 1954 Nobel Edebiyat Ödülü'nü de kazandıran İhtiyar Adam ve Deniz (1952) adlı uzun öyküsünde okyanusta dev bir balık avlamayı başardıktan sonra, tüm çabasına karşın bunu köpekbalıklarına kaptıran yaşlı balıkçı Santiago'nun direnişini anlatır. Savaş, boğa güreşi, avcılık, kayak, gezi gibi konulardaki yazılarına temel oluşturan serüvenlerden büyük tat alan Hemingway yaşamı tutkuyla sever, coşkuyla yaşar, buna karşın ölümün gölgesi düşüncelerinden hiç gitmez. Yapıtlarında özlü ve çarpıcı bir dil kullanan ve olayların bağlantısını büyük bir titizlikle kuran Hemingway ardında yayımlanmamış pek çok taslak yazı bırakır. Bunlardan bir bölümü kendi eliyle yaşamına son verdikten bir süre sonra yayımlanır. Eserleri: Yaşlı Adam ve Deniz, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Afrika'nın Yeşil Tepeleri, Irmaktan Öteye, Ağaçların İçine, Kadınsız Erkekler, Akıntı Adaları, Tehlikeli Yaz, Silahlara Veda, Güneş de Doğar, Kilimanjaro'nun Karları, Kazanana Ödül Yok, Ya Hep Ya Hiç, Paris Bir Şenliktir, Yazma Üzerine, Öğleden Sonra Ölüm, Varlık Yokluk, Askerin Dönüşü Devran Buyurdu Bize Devran buyurdu bize şarkı söyleyin Ve kesti dilimizi kökünce Devran buyurdu bize su gibi akın Ve tıpa soktu tüm deliklerimize. Devran buyurdu bize kalkıp oynayın Ve iğneli fıçıyı giydirdi bize. Ve sonunda ey devran! al sana, Dışkının dik âlâsı, buyursana. Ernest Hemingway Paris 1922 Çeviri: Tuğrul Asi BALKAR

  • Ernest Hemingway

    Esra Odman İyier * Edebiyatın bu karizmatik büyük yazarının kötü aşıklarla ilgili bir çok özelliği de taşıdığına inanmak zor. Eşlerinden bir olan Martha Gellhorn evliliklerinin sonuna doğru ünlü bir yazar olan kocası Ernest Hemingway’dan bedensel ve zihinsel kötü muamele gördüğü iddiasıyla olaylı bir biçimde boşanacaktır. Dev romanları olan, Nobel, Pulitzer ödülleri sahibi, dünya çapında bir romancının aslında kadınlarını nasıl hayal kırıklığına uğrattığını anlatır edebiyatın dedikoduyu seven kimi araştırmacıları. Doktor bir babayla opera şarkıcısı bir annenin oğlu olarak 21 Temmuz 1899'da Şikago yakınlarında Oak Park'ta dünyaya gelen Hemingway, burada; babası, annesi, dört kızkardeşi, bir hemşire, bir de kadın aşçıdan oluşan kadınlar ordusuyla birlikte yaşıyordu. Doğal olarak evi kadınlar yönetiyordu. Kız kardeş çok olunca, elbise bolluğundan mı bilinmez, annesi, Ernest'e birkaç yıl boyunca kız elbiseleri giydirilmişti. -Yaralı ve asker Ernest-, Amerika, tarihinin en büyük ekonomik krizine girince, parasal durumu berbat olan babası 1928 yılında intihar etti. Ernest Hemingway'in babası gibi, kız kardeşlerinden ikisi ve kendisi de intihar edecektir. Ernest, 18 yaşında Kansas City Star gazetesinde başladığı eğitimini, I. Dünya Savaşı'nda Kızılhaç örgütüyle birlikte sağlık memuru olarak İtalya'ya gitmek üzere bıraktı. Savaşta ağır bir şekilde yaralanan Hemingway, iyileştikten sonra piyade birliğine gönüllü olarak katıldı. Bu yaralanmayla ölüm korkusuyla tanıştı ve bu bütün yapıtlarının konusu haline geldi. Hemingway, 1920'de evlendiği Hadley Richardson ile birlikte Toronto Star Weekly gazetesi için dış ülke muhabiri olarak Avrupa yolculuğuna çıktı. Birlikte bir çocuk sahibi oldu ve 1924'te boşandı. İkinci evliliğini gazeteci Pauline Pfeiffer ile yaptı iki çocuktan sonra 1940’ta boşandı. 1921'de Türk-Yunan savaşında savaş muhabiri olarak bulundu. Bir yıl sonra da Mussolini'nin Roma'ya yürüyüşünü anlattı. Amerikalı yazar Gertrude Stein ile arkadaş olunca Hemingway edebiyata yönelmeye heveslendi. Bunun ilk semeresi In Our Times (Zamanımızda, 1924) adlı kısa öykülerden oluşan bir kitaptı. Hemingway, 1939'da Küba'ya taşındı. Bir yıl sonra gazeteci Martha Gallhorn ile evlendi. Martha Gellhorn İspanyol İçsavaşı sırasında, sevgilisi Ernest Hemingway’ın Madrid’de yaşananlarla ilgili rapor istemesiyle bir anda kendini savaş muhabiri olarak bulur. Bu, onun gazetecilik kariyerinin başlangıcı olacaktır. Böylece Gellhorn kendini, bombalar altında hayatta kalmaya çalışan masum siviller hakkında yazmaya adar. O döneme kadar savaş muhabirliği erkekler tarafından yapılan bir meslekken, Martha’nın korkusuzluğu ve kendini işine adaması onu bu alandaki en önemli isimlerden biri yapar. Taktikler ve istatistikler üzerine haber yapan meslektaşlarının aksine, o savaşın siviller üzerindeki yıkıcı etkisini yazmaya odaklanır. İspanya İçsavası’yla başlayan, II.Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, daha sonra Guatemala ve Panama’daki Amerikan Savaşları hakkında yazılarının ana teması hep bu olur. Ancak Martha, bu başarının bedelini özel yaşamında çok ağır şekilde öder. Ernest Hemingway ile olan evliliğinin sonuna doğru kötü muameleye maruz kalır ve boşanır. Ama bu boşanma çok çalkantılı bir şekilde gerçekleşir. 20. Yüzyılın en büyük savaş muhabiri olmak için çok çalışan Martha Gelhorn 1998 yılında, 89 yaşında Londra’daki apartman dairesinde hayata veda etti. Ernest dördüncü evliliğini 1946'da Mary Welsh ile yapar. Yine 1940 yılında For hom the Bell Tolls (Çanlar Kimin İçin Çalıyor) adlı başarılı romanı ortaya çıkar. Hemingway toplum adına sorumluluk üstlenmeyi kabul ederek, 1942'de Amerikan Deniz Kuvvetlerine girer ve istilâ birliklerinin muhabiri olarak 1944'te Fransa çıkartmasına ve Paris'in kurtuluşuna katılır. 1953'te Pulitzer Ödülünü aldıktan sonra 1954'te Nobel Edebiyat Ödülüne lâyık görülür. Arteriyosklerozlu, tutkulu avcı Hemingway yedi yıl sonra, 2 Temmuz 1961'de, 61 yaşında, Ketchum/Idaho'da kendini avcı tüfeğiyle vurarak yaşamına son verir. Ernest Hemingway, maço dış görünüşüne uygun şeyler söyleyip öyle de yaşamıştır. Arkadaşlarına, kendisini müthiş bir âşık olarak tanımlardı. Hatta Paris'te, genç bir adamken, Thornton Wilder'a, içindeki arzularının çok fazla olduğunu, libidosunu sakinleştirmek için sık sık ilâç kullandığını da anlatmıştı Bu anlattıkları ailesinden alınan bilgiye ters düşüyordu. Ailesine göre, lise üçe kadar kız arkadaş edinmemişti. Hemingway, her ne kadar öyle değilmiş gibi konuşup davrandıysa da, sıradan ilişkilerle pek arası olmadığı kayıtlara geçmiştir. Beraber olduğu kadınlara karşı dominant bir erkek olan Hemingway, erkekle kadın arasında ilişkide, yönetimin erkekte olması gerektiğini savunmuştur. Bu düşüncenin temelinde, çocukken, kadınlar tarafından yönetilen bir evde büyümüş olmanın; olgun erkek olduktan sonra çıkan içgüdüsel isyanı olduğu düşünülmektedir. Dört karısından üçü, cinsel hayatlarında onun dominantlığını kabullenmişti. Ne var ki kabul etmeyen biri vardı. Üçüncü karısı Martha Gellhorn. Hemingway, seyahatlerinden yazdığı mektuplarda, çok değişik kadınlarla aşklar yaşadığını anlatırdı dostlarına. Afrika'ya safariye gittiğinde, siyah kadınlardan bir haremi olduğunu bile yazmıştı örneğin. Hemingway'in kadınlar hakkında olur olmaz yer ve zamanda, gereğinden fazla konuşması, yakın dostlarına onun erkeklikle ilgili bir sorunu olduğunu düşündürmüştü. Bunun yanı sıra, eski hocalarından biri olan Gertrude Stein; Ernest'in içinde, uyuyan bir eşcinsellik taşıdığını ima etmişti. Hemingway'in müze olan Key West'teki evinde, ziyaretçilerin arasında dolanan 60 kadar kedi yaşıyor şimdilerde. Bu kedilerin yarısının altı parmağı var. Rivayete göre bir deniz kaptanı, Key West'teki ilk yıllarında Hemingway'e altıparmaklı bir kedi vermiş, bu kediler zaman içinde çoğalmışlar…

  • Ernest HEMİNGWAY

    Yaşlı Adam ve Deniz, Çanlar Kimin için Çalıyor, Silahlara Veda... gibi eserleriyle tanınan Ernest Hemingway, 20. yüzyılın ünlü Amerikan yazarları arasında yer alır. K ariyerine bir gazeteci olarak başlamış, sonrasında ise boksörlükten boğa güreşçisine, savaşan askerden ajanlığa, yazarlığa, avcılıktan aile babalığına... pek çok farklı kimliğe bürünmüştür. Başından dört evlilik geçen Hemingway'ın, diğer özelliklerinin yanında iyi bir aşık olduğu da söylenir. Savaşta y etkisi olmadığı halde "düzensizler" denilen bir grup insana önderlik de etmiştir. Yakın arkadaşı Dublinliler, Ulysses gibi romanların yazarı James Joyce ile birlikte sayısız kavgaya da karışmış, ömrünün bir döneminde genetiği bozuk, onlarca mutant kediyle birlikte yaşamıştır. Adrenalini ve heyecanı seven ve hayatı hep dolu dolu yaşayan Hemingway, hayatının son dönemlerinde ise tıpkı Elvis Presley gibi paranoya kapılacak; FBİ tarafından takip edildiğini söylemeye başlayacaktır. Yakınları bu düşüncelerini, ünlü yazarın aklını yitirmesine bağlamış, hatta onu bir psikiyatri kliniğine yatırmışlardır. Yaşadığı zihinsel çöküş sırasında birkaç kez intihar girişiminde bulunan Hemingway , sonunda başarılı olmuş ve kendi elleriyle hayatına son vermiştir. Sonradan bir FBİ yetkilisini açıklamalarıyla ortaya çıkacaktır ki Elvis Presley'i de takip eden FBİ, KGB ajanı olduğunu bildiği HEMİNGWAY'ı gerçekten takip etmiştir. Yazar, eserlerinin yanında sıradışı yaşamıyla da akıllara kazınmıştır. YAPITLARINA ÖRNEKLER: Basit yazma tekniği ile ön plana çıkan Ernest Hemingway, diğer özelliklerinin yanında yazar, araştırmacı ve gazetecidir. * KISA ÖYKÜ: Anlatılan bir olaya göre Hemingway, arkadaşlarıyla öğle yemeği yerken ortaya bir iddia atılır. İddia ise ‘bir peçeteye en az kelimesiyle bir hikaye’ yazabilabilir mi, üzerinedir. Hemingway peçeteye hızlıca bir şeyler karaladıktan sonra arkadaşlarına uzatır. Peçete de altı (6) kelime vardır: " For Sale Baby shoes. Never norm. " Bu hikayeyi okuyan Hemingway’in arkadaşları ve edebiyat dünyası o gün bugündür o metni dünyanın en güzel ama en küçük hikayesi ve hatta en küçük ilk romanı olarak kabul eder. Türkçesini de verelim bakalım, siz ne dersiniz? "SATILIK: Bebek Patikleri. Hiç giyilmedi." * HEMİNGWAY'ın "BİR BAŞKA ÜLKEDE" ADLI ÖYKÜSÜNÜN YERALDIĞI SESLİ KİTABI DİNLEYEBİLİRSİNİZ Ernest Hemingway Kimdir? Ernest Hemingway kimdir denildiğinde çoğu kişinin aklımıza aynı şey geliyor; yazar kimliği. Ernest Hemingway Amerikalı ünlü bir yazardır. Ancak o, bu yanıttan çok daha fazlasıdır. Zira adrenalini fazlasıyla seven Ernest Hemingway, ömrünü yalnızca yazarak geçirmemiş, gerçekten yaşamış. Diğer bir ifadeyle, hayatın seyircisi olmak yerine onun gerçek bir oyuncusu olmayı tercih etmiş. Ömrü boyunca pek çok farklı hobi edinmiş ve hepsine tutkuyla sarılmış. Sanatın yanı sıra spor ve politikayla da uğraşmış. Hatta ünlü kişilik bir dönem KGB için ajanlık yapmış. Anlayacağınız, Ernest Hemingway yaşantısı bile en heyecanlısından birkaç roman olacak şaşırtıcı bir adamdır . Ernest Hemingway’in Hayatı Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Ernest Hemingway, 21 Temmuz 1899’da Chicago’nun batısındaki Oak Park’ta dünyaya gelmiş. 4 kardeşi olan Hemingway’in 1 erkek, 2 tane de kız kardeşi varmış. Babası bir tıp doktoru olan Clarence Edmond Hemingway , annesi ise eski bir müzisyen olan Grace Hall Heminhgway imiş. Annesi sayesinde müzikle küçük yaşlarda tanışmış ve aldığı eğitimle çello çalmayı öğrenmiş. Çocukluğunda da hayata sıkı sıkıya bağlı olan Hemingway, yaz tatillerinde ailesi ile birlikte Michigan Gölü kıyısındaki evlerine gidermiş. Ve burada yetişkin bir adamken de ilgilendiği, avcılık, kampçılık, balıkçılık gibi açık hava sporlarıyla uğraşırmış. Franz Kafka ve Nietzsche gibi pek çok ünlü yazarın aksine varlıklı ve kültürlü bir aile içerisinde sağlıklı bir çocukluk geçirmiş Ernest Miller Hemingway. Lise yıllarına geldiğinde ise kalemini kullanmaya başlamış. Cephede Ağır Yara Aldıktan Sonra İyileşme Döneminde Olan Ernest; İlk makalesini bir okul dergisi olan Trapeze’de yayınlayan genç Ernest, dönemin ünlü köşe yazarlarından Ring Lardner’i takip etmiş ve hayranlığını yazılarında kullandığı “Ring Lardner Jr.” takma adıyla belli etmiş. 1917 yılında liseden mezun olan Hemingway, ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, hayatının her döneminde yapacağı gibi kendi bildiğini okuyarak üniversiteye gitmemiş. Bunun yerine; Kansas City Star isimli bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başlamış. Maceracı kişiliğinin arzularına hiçbir zaman ket vuramayan Hemingway, muhabirlik yaptığı dönemde orduya katılmak için başvurmuş ancak sol gözündeki bozukluktan dolayı I. Dünya Savaşı’na dahil olamayarak hayal kırıklığına uğramış. Ardından Kızılhaç’ın gönüllülerine katılmak için listeye yazılmış ve bu kez istediğine ulaşarak gönüllü ambulans rak Paris’e gitmiş, sonrasında ise Alman sınırlarındaki İtalyan birliklerinde görev yapmaya başlamış. Henüz yirmi yaşını bile doldurmayan genç adam cephede 6 ayını doldurmak üzereyken, az ilerisinde patlayan bir top ile ağır yara almış. İtalya’da Aşık Olup Evlenme Teklif Ettiği Hemşire Agnes von Kurowsky; Yardım etmeye çalıştığı İtalyanlardan bir tanesi ölürken, diğeri ise bacaklarını kaybetmiş. Başka bir askere yardım etmeye çalışırken ise bacaklarından yaralanmış. Olayı ağır yaralı atlatan Hemingway , daha sonra gazetelerde kahraman olarak ilan edilmiş ve Gümüş Madalya ile onurlandırılmış. İtalya’da bir hastanede tedavi altına alınan Hemingway, 6 ay boyunca burada kalmış. Ve kendisinden 5 yaş büyük bir hemşireye Agnes von Kurowsky’ye aşık olmuş. Kurowsky’e evlilik teklif eden ama reddedilen genç adam, büyük bir üzüntüyle memleketine dönmüş ve yaşadığı aşk, ileride yazacağı ünlü romanı Silahlara Veda’nın ana konusu olmuş. 1919 yılında teğmen olarak terhis edilen Ernest, Amerika’ya geri dönmüş ama hemen iş hayatına başlamamış. Bir yıl boyunca sakatlığından dolayı ordudan aldığı para ile geçinmiş. 1921 yılında Hadley Richardson ile tanışıp evlenen Hemingway, aynı yıl Chicago’ya taşınmış. Kısa süre sonra da Toronto’da Daily Stars isimli gazetede iş bularak, Paris’e taşınmış. Burada; aralarında daha sonra sıkı dost olacağı James Joyce’nin de olduğu, Ezra Pound, Scott Fitzgerald ve Gertrude Stein ile tanışmış. Ve edebiyata yönelmesi için onlar tarafından teşvik edilmiş. 1922’de savaş muhabiri olarak İstanbul’a da gelen Hemingway, ülkemizde bir ay kadar kalmış ve İzmir Yangını ile ilgili haberler yapmış. Ernest Hemingway’in İlk Eşi Hadley Richardson; 1923’te eşiyle birlikte Amerika’ya dönen Hemingway , aynı yıl ilk kez baba olmuş. Ve Hemingway eşiyle, John Hadley Nicanor “Jack” Hemingway ismini verdikleri oğulları dünyaya geldikten kısa süre sonra sonra yeniden Paris’e taşınmış. 1923 yılında yaşanan bir diğer önemli olay ise Hemingway’in Üç Öykü ve 10 Şiir isimli ilk kitabını yayımlaması olmuş. 1925 ile 1929 yılları arasında, yazarlık döneminin en önemli eserlerini vermiş ve ilk büyük çıkışını 1926 yılında yayımlanan Güneş de Doğar isimli kitabıyla yapmış. Kendine has üslubu ve yeteneği ile beğenilen Hemingway , 1927’de yayımladığı Kadınsız Erkekler ile kısa öykünün üstadı olarak anılmaya başlamış. 1929’da ise İtalya’da aşık olduğu hemşireden esinlenerek yazdığı Silahlara Veda’yı yayınlatmış. 1927’de eşinden ayrılan Hemingway, zaten aşk yaşadığı Pauline Pfeiffer ile hemen evlenmiş ve 1940 yılında, başka bir kadına aşık olana kadar Pauline ile evli kalmış. İkinci oğlu Patrick, zor bir doğumun ardından Kansas City’de dünyaya gelmiş. İkinci oğlu Gregory’nin dünyaya geldiği 1931 yılı ise aynı zamanda babası intihar ettiği yıl olmuş. Bu olay Hemingway’i derinden etkilemiş. Maddi sıkıntı çeken babasının ölüm haberi, Hemingway’i depresyona sürüklemiş ve yazar olarak ünlenen adam eski hayatına bir dönem ara vermiş. Ernest Hemingway ve İkinci Eşi Pauline Pfeiffer; Oğulları ile birlikte evde vakit geçirmenin yanı sıra sık sık alkol almaya başlayan Hemingway, yazmaya da ara vermiş. 1930’lı yıllarda yazlarını Florida – Key West, kışlarını ise avcılık ve balıkçılık yaptığı Wyoming’de geçirmekteymiş. Ve 1931 yılında kendisine hediye edilen beyaz renkli genetiği bozuk kedi, onu bu nadir türlere aşık etmiş. Snawball adını verdiği kediden sonra, yaklaşık 50 genetiği bozuk kedi daha sahiplenmiş ve Key West’teki evinde onların özgürce yaşamasını sağlamış. Günümüzde müze olarak kullanılan evde hala Snawball’un torunları var ve bu özel hayvanların “Hemingway’in Kedileri” olarak anılıyor. 1933’te eşi Pauline ile birlikte Afrika’ya bir safari macerasına gitmiş. Ve bu yolculuk Ernest’in 1935 yılında yayımlayacağı Afrika’nın Yeşil Tepeleri isimli eserinin kaynağı olmuş. Aynı seyahat Klimanjaro’nun Karları ile Francis Macomber’in Kısa Mutlu Yaşamı öykülerine de ilham vermiş. Afrika’dan döndükten sonra Pillar adını verdiği bir balıkçı teknesi almış. Teknenin donanımını epey geliştiren Hemingway, Pillar ile sık sık avlanmaya çıkmış. Hobi olarak başladığı uğraşında epey profesyonelleşen Hemingway, 1938 yazında tam 52 tane kılıçbalığı yakalamış. Ernest Hemingway, Çok Sevdiği Mutant Kedileri ve Oğulları ile Birlikte; 1935 yılında yakaladığı köpekbalığı da dillere destan olacak türdenmiş. Teknesine çıkardığı köpekbalığıyla o kadar boğuşmuş ki sonunda silahıyla köpekbalığıyla birlikte kendisini de vurmuş. Hatta Hemingway’in balıkçılığı o kadar efsane olmuş ki Fidel Castro onun için 1960’da Küba’da bir turnuva bile düzenlemiş. İşte Ernesy Hemingway’in Pillar isimli teknesiyle çıktığı avlar, Yaşlı Adam ve Deniz isimli eserinin de ilham kaynağı olmuş. 1936 yılında savaş muhabiri Martha Gellhorn ile tanışıp onunla İspanya’ya giden Hemingway, burada Amerika Gazeteler Birliği adına çalışmış. Gellhorn ile farklı yerlerde çalışmalarına rağmen sık sık bir araya gelen ikilinin arasında yeni bir aşk doğmaktaymış. İspanya’da bulunduğu 2 yıl boyunca boğa güreşi tutkusunu da ihmal etmeyen savaş muhabiri yazar, zeki ve özgür ruhlu Gellhorn’a iyice bağlanmış. Ernest Hemingway Üçüncü Eşi Martha Gellhorn ile; Geri döndükten sonra eşinden ayrılmak isteyen yazar, Pauline’den uzaklaşmak için 1939’da Küba Havana’da bulunan bir otele yerleşmiş. Martha da peşi sıra sevgilisinin yanına gitmiş. 1 yıl sonra Pauline’den boşanan Hemingway, Havana yakınlarında bir çiftlik satın almış ve üçüncü eşi Martha ile orada yaşamaya başlamış. Aynı yıl, en başarılı ve ünlü eserlerinden biri olan “Çanlar Kimin için Çalıyor” yayımlanmış ve bu kitabı yaratıcısının Pulitzer Ödülü’ne aday gösterilmesini sağlamış. Ancak ödülü kazanamamış. Ardından yeni eşi ile birlikte ülkeyi işgal eden Japonları izlemek için Çin’e gitmiş. Daha sonra, Küba’ya geri dönen ikili, 1944’te ise savaş muhabiri olarak Avrupa’da görev almış. 22. alayla birlikte seyahat eden Hemingway, Rambouillet kasabasındaki operasyonlardan birini yönetme iznini koparmış. Ve aradan çok fazla zaman geçmeden küçük bir gruba gizlice liderlik yapmaya başlamış. Hemingway’in emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren üyelerin sayısı arttıkça, örgüt " düzensizler" olarak anılmaya başlamış. Bir savaş muhabiri olmasına rağmen albay üniforması giyen Hemingway, bunun yanında birkaç kez "düzensizleri" savaşın içine sokmuş. Ve Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı davrandığı için askeri mahkemede yargılanmış ama bir şekilde paçayı kurtarmayı başarmış. Yeniden savaş alanına dönen Hemingway, savaş bittikten iki yıl sonra ise bronz madalya ile ödüllendirilmiş. Ernest Hemingway ve Son Eşi Mary Walsh; Bu sırada Martha ile de ayrı kalan Hemingway savaştan sonra Londra’ya geri döndüğünde Time dergisi muhabiri Mary Welsh ile tanışmış. Ve çift 1946’da evlenerek Küba’ya yerleşmiş. Burada bozulan sağlığı yüzünden sıkıntı çeken Hemingway, Küba’da bulunduğu yıllarını sık sık balığa çıkarak, avlanarak ve doğayla iç içe olarak geçirmiş. PULİTZER ve NOBEL ÖDÜLÜ 1952 yılında Yaşlı Adam ve Deniz isimli eserini kaleme alan Hemingway’in kitabı 1953’te Pulitzer, 1954 yılında ise Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş. Seyahatlerine dördüncü eşi Mary ile devam eden Hemingway, geçirdiği iki uçak kazası ve aşırı alkol tüketiminin etkisiyle hem fiziksel hem de zihinsel olarak kötü dönemler geçirmeye başlamış. Durumu 1928 yılında Paris Ritz Otel’e bıraktığı iki sandığı bulup anılarını yazmaya çalışmasıyla daha da kötüleşmiş. Idaho’da ev alan Hemingway, yeni evinin yanı sıra Küba’ya gelip gitmeye devam etmiş. Ernest Hemingway’in Mezarı; Küba’da değişen rejimden sonra tamamen Idaho’ya yerleşen Hemingway, bu dönemde paranoyak düşünceler içerisine girmiş. Ajanların onu izlediği, FBI’ın her an peşinde olduğu gibi sözler etmeye başlamış. Gerçi Hemingway’in bu sözleri pek de paranoyakça değilmiş. Zira ünlü ismin ölümünden yıllar sonra, Elvis Presley de dahil pek çok ünlü ismi mercek altına alan FBI görevlisi J. Edgar Hoover , Hemingway’i takip ettiğini açıklamış. Ayrıca ünlü kişiliğin, bir dönem KGB için çalıştığı da yıllar sonra edinilen bilgiler arasındaymış. Her neyse, eşi ve yakın dostları onun zihinsel sağlığından şüphe ederken, Hemingway’in bir gün evinin mutfağında intihar etmek üzereyken bulunması şüpheleri daha da güçlendirmiş. Bunun üzerine yazar, psikiyatri kliniğine yatırılmış. Hatta o dönemin popüler tedavi yöntemine, elektro şok tedavisine tabi tutulmuş. Taburcu olduktan iki gün sonra yeniden intihar girişiminde bulunmuş ve ne yazık ki bu kez başarılı olmuş. Silahını ağzına dayayarak ateş eden Hemingway, 2 Temmuz 1961’de tıpkı iki kardeşi ve babası gibi intihar etmiş vaziyette bulunmuş. Ernest Hemingway Eserleri Bir roman ve hikaye yazarı olan Ernest Hemingway’nın Yaşlı Adam ve Deniz, Çanlar Kimin için Çalıyor, Afrika’nın Yeşil Tepeleri, Irmaktan Öteye Ağaçların İçine, Varlık Yokluk, Ya Hep Ya Hiç, Kadınsız Erkekler, Akıntı Adaları, Tehlikeli Yaz, Silahlara Veda, Güneş de Doğar, Kilimanjaro’nun Karları, Kazanana Ödül Yok, Paris Bir Şenliktir, Yazma Üzerine, Öğleden Sonra Ölüm, Askerin Dönüşü, Beyaz Filden Tepeler... isimli eserleri bulunmaktadır. Yaşlı Adam ve Deniz Hemingway’in Küba’da kaleme aldığı bu eser, birçok ödül kazanmıştır. Ünlü ismin Pillar isimli teknesiyle çıktığı balık avlarından esinlenerek yazdığı Yaşlı Adam ve Deniz’de Kübalı bir balıkçı olan Santiago’nun maceraları anlatılmıştır. İncil’den ögelerin de bulunduğu eserde Hemingway, olayları ve kahramanları sembolik bir şekilde işlemiştir. Çanlar Kimin için Çalıyor Hemingway’in en ünlü romanlarından biri olan Çanlar Kimin için Çalıyor’da ise savaşın ne kadar anlamsız olduğu üzerinde durulmuştur. Başarılı yazarın her zamanki gibi sade bir dille yazdığı eser, 1943 yılında beyaz perdeye de uyarlanmış, ayrıca kitabın adı Metalllica’nın meşhur şarkılarından biri olan şarkının adı da olmuştur. Güneş de Doğar 1926 yılında yayımlanan Güneş de Doğar isimli eser ise Hemingway’in ilk büyük romanı olduğu için önem taşımaktadır. Ülkemizde ilk defa 1955 yılında yayınlanan eser ayrıca Time dergisinin 1923 ile 2005 yılları arasında yazılmış en iyi 100 İngilizce roman listesinde de yer almıştır. * Bu yazı ve fotoğraflar İNTERNETten Aycan AYTORE tarafından derlenmiştir.

  • Hiçliğin Tadı

    CHARLES BAUDELAİRE- * Ey hüzünlü ruhum. İhtiyar budala. Kanının kanatlarında hırçın bir kıvılcım yanardı, Umudun mahmuzu yavaşça dokunsa şaha kalkardın. Ey şimdi her adımda derin derin soluyan hasta İşe yaramaz beygir Uzan olduğun yere dayanmasını bil. Sönmeyen yanı var mı dünyanın... Ruhum, acılarını örtün. Ağır mermer tabutlarda uyanacak zamandır. Yenilmiş yaralar içindesin kocamış bunak Artık ne kavganın tadı ne de aşkın dinmeyen fırtınası ulaşmaz sularına. Elveda kavalın türküsü Flütün iç çekici elveda Somurtkan ve karanlık kapılarımı çalmayın artık Ey hazların derinliği duyumların ateşi elveda.. Ruhum sevgili baharının bitti. O çılgın kokuların tükendiği zamandır.. Ayaklarımın altında yusyuvarlak dönüyor dünya Issız dağların karlı ağzında donmuş bir yolcu derinlere kayıyor Geçmişin titreyen eli sazdan örülmüş rüzgarlı kulübesi Gerek yok sığınmaya Ey her solukta gövdemi yutan zamanın muazzam ürperişi Ruhum dünyanın çığlarını çağır. Seni sarıp döne döne götürecektir zaman. * Charles Baudelaire 9 Nisan 1821’de Paris’te doğar. Altı yaşındayken babasını kaybeder. Annesi daha sonra general olacak Binbaşı Aupick’le evlenir... Böylece döneminin en iyi şairlerinden biri olacak Baudelaire'in trajedisi başlar, öyle ki “Bir devrim olsa da General Aupick’i kurşuna dizsek” diye yazar bir şiirinde. Bu nedenle de mutsuz bir çocukluk geçirecektir. Okuldan atılır, uyuşturucuya alışır, bohem bir yaşam sürer ve genç yaşta 31 Ağustos 1867 (46 yaşında) frengiden ölür. Düzyazıları da şiirleri kadar efsane denilecek dende ün yapan şair, başlangıçta romantik akımda yazmış, sonradan Rımbaut ve Valery'le birlikte sembolist olarak anılmışsa da çok yönüyle bağımsız, özgün şairlerden biridir. Yazdığı Kötülük Çiçekleri şiir dalında bir başyapıttır. Üzerine 250'den fazla çalışma yapılmıştır. Türk şairleri, özellikle Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl'ı... ciddi olarak etkilemiş, hatta kimi dizelerinin Bodler'in dizelerine tıpatıp benzediğini iddia edenler de çıkmıştır. * 09.03.2018

  • ÖZGÜR DÜŞÜNME

    Fuat ÖZGEN * Düşünme için beynin varlığının yeterli olduğu düşünülür. pek çok canlıda beyin vardır. Ancak insanlar düşünebilir. Düşünme için beynin varlığı ve insan olmak da yetmez. Beynin iyi beslenmesi, doğuştan getirilen düşünme gücünü arttırır. iyi beslenemeyen toplumlarda sağlıklı, verimli, yararlı düşünmenin olmamasının nedeni budur. Beynin salt besinlerle beslenmesi de yeterli değildir. İnsan bilmediğini düşünemez, ancak bazı şeyleri hayal edebilir. Doğru, verimli düşünebilmek için iyi bir eğitime, verilere sahip olmak gerekir. Alınacak eğitimin bilimsel olması zorunludur. Çünkü, çeşitli amaçlar doğrultusunda, beyinler kolayca yıkanabilir, düşünceler aşılanabilir. Mankurtlar, fanatikler, yobazlar yönlendirmeler sonucundaki koşullandırmaların ürünleridir. Bilgisizlik beynin, düşünmenin en büyük düşmanıdır. Bilgisizler, bilgisizliklerinin ayırdında değildirler. Bilmediklerini bilmezler. Ünlü düşünür Sokrates "Tek şey biliyorum, o da hiç bir şey bilmediğimdir" diyerek kendi bilgisinin yeterliliğinden kuşkusunu dile getirmiştir. Kimileri başkalarının düşüncelerini, kendi düşünceleriymiş gibi aktarırlar. Çevrenin düşünmeyi etkileyici özelliği vardır. Bilgisizler, tutucular arasında sağlıklı düşünmek olanaksızdır. Özgür düşünebilmek için kişinin tam özgür olması, bilimsel eğitim alması, beynin iyi beslenmesi; çevrenin, dinin, kültürün, geleneklerin... etkisinden uzak kalması gereklidir. Beynin zaten çok küçük bir kısmı kullanılıyor. O da heba edilmemelidir.

  • OLMAZ NİGAR

    Niyazi UYAR  * Olmaz Nigar,       Bugün de böyle olsun,               Varsın uğramasın,                    Keman kaşlım,                            Sevdalım,                                     Dersen,                                               Olmaz Nigar!   Olur mu Nigar,                     Kim kavuşabilmiş ilk aşkına?                          Sen bakma,                                   Her şey dengi dengine dediklerine,                                                 Davul bile dengi dengine uydurmasına…                                                                 Ferhat’a dağları deldiren sevdasıydı,                                                                                Onlar dengi dengine miydi?                                                                                        Olmaz Nigar!   Tamam, teslim oldum artık böyle dersen, Deme, Sen hiç kavganın neferi olmadın mı, Sen hiç karanlıkların Güneşi olmadın mı? Olduk, hem de ne olduk, Biz kıraç toprakların ayrık otuyuz,   Teslim olmayız!                                                                                                       Dinle Nigar, Hangi seven almış mı gönül muradını, Her biri yanıp kül olmuş aşk ateşinde, Demişler! Dinleme, geç onları! Sen, sen olmayınca, Olamayız cana can, Sen, sen olacaksın, Setbaşı köprüsünden Bursa Ovası’na baktığımız Nigar olacaksın! Olmalısın!   Dinle Nigar,           Kaç sefer geldin dünyaya,                       Bir daha mı geleceksin,                                Kavlin mi var,                                            Kavlin olsa ne yazar,                                                  Kim durmuş kavlinde?   Olmaz Nigar, Bak geçip gitmekte zaman, Bak geçip gidiyor ömrün! Baharın olmuş çoktan karakış,  An gelecek göçüp gideceksin.   Dönüşün olmayacak, Gidenler gelmez geri, Gittin mi gelmek yok, Dönüşün yok, Alamadan gönül muradını, Toprak olacaksın. Gelirse bir gün aklın başına, Emin ol, Ben olmayacağı Bıraktığın yerde…                                                                                                                                                  Temmuz 2024 / Salihli              * Şiirin videosunu izlemek isterseniz VİDEOYA tıklayın

bottom of page