top of page

Arama Sonucu

"" için 3790 öge bulundu

  • maviADA 2021 Yıllığı

    CEMRE / Ortak Kitap 1 YILLIK 1 ** CEMRE Türanlatı 90 sayfa, ADA KİTAP Bursa, Cemre 2022 Seçki YER ALANLAR Arsen Everekliyan 5 Aycan Aytore 6 Derin Zorlu 13 Fadime Y. Karoğlu 14 Fuat Özgen 22 Niyazi Uyar 30 Nurten B. Aksoy 41 Öner Yağcı 49 Semihat Karadağlı 54 Şenol Yazıcı 63 Yusuf Aksoy 76 Zeliha Aydoğmuş 81

  • maviADA 2022 YILLIĞI

    "Karantina Günlükleri" * Ortak Kitap 2 YILLIK 2 * Karantina Günlükleri Türanlatı 84 sayfa, ADA KİTAP Bursa, Cemre 2022 Seçki YER ALANLAR Aycan Aytore 17 Birgül Kızılkaya 79 Emine Erbaş 80 Fadime Y. Karoğlu 67 Fuat Özgen 58 Gülseren A. Demirtaş 78 Kemal Tekin 30 Moris Karmona 57 Müzeyyen Melik 75 Nebahat Posluk 56 Niyazi Uyar 69 Nurdan Aladağ 72 Nurten B. Aksoy 23 Ruhi Yılmaz 34 Semihat Karadağlı 59 Şenol Yazıcı 7 Yusuf Aksoy 41 Zeki Sarıhan 36 Zeliha Aydoğmuş 51

  • ARKADAŞ

    Niyazi UYAR* Öykü, şiir, deneme derken birden mektup düştü aklıma. Mektup düştü düşmesine de kime, nereye yazacağım? İşte bu sorunun şu an için bir yanıtı yok, satırlar yazılıp çizildikçe olacak mı, bakıp göreceğiz. Başlangıç için yazma moduna geçtim, Çin işi mürekkepli kalemi aldım elime ve başladım yazmaya. Başladım yazmaya derken, bir rutini atlamamak lazım. Her yazıma başlarken önce alt yapıyı hazırlarım, gönüllere seslenen müziği dinler, sonra geçerim yazma edimine. Yakıcı bir tespit: Çağdaş normlardan uzaklaştıkça, geri düşüyoruz; geri düştükçe Araplaşıyoruz. Cumhuriyet Türkiye’si kendini koruyacak koruyucularını yetiştirememiş. Cumhuriyetin nimetlerinden en çok faydalananlar anlaşılan o ki, cumhuriyete inanmamışlar. İnanmamakla kalmayıp sinsi sinsi altını oymuşlar. Artık yolunu, yönünü şaşırmış, eğik bir düzlemde frenleri boşalan bir kamyon gibi hızla gidiyoruz. Bir paragraflık memleket ahvali böyle işte. Şimdi mektubuma başlayabilirim değil mi? 14 Kasım 2024 Salihli Bak arkadaş, Aaaaa mektubun hitabeti kendi kendine çıkıvermiş ortaya, babasız İsa gibi.  Mektuba başlarken inan nereye yazacağımı bilmiyordum can. Mektubun alıcısı, en ücra diyarlarda kendi kendine doğum yapıp göbek kordonunu taşla kesen çilekeş Anadolu kadını gibi çıkıverdi ortaya. Bak arkadaş, Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda ülke nüfusu kırk milyon iken, yedi milyon işçi sendikalıydı, örgütlüydü. 2024 yılında ülke nüfusu, seksen beş milyon. Sendikalı işçi sayısı iki milyon beş yüz bin olduğu, çalışma bakanlığının kayıtlarında görülmekte; o da ne kadar doğru ise... Hak hukuk, adalet, ekmekten daha aziz oldu günlerden geçiyoruz! Hakkın hukukun güdük olduğu, engelli olduğu yerlerde aş ekmek ona paralel yavaş yavaş yok olur. Bak arkadaş, Bir kibirden mi, bir beceriksizlikten mi bilmiyorum, bir kuş misali uçup gidiverdin, aynen 1977’lerin Türkiye’si gibi. Bilememişiz kadrini, bilememişiz kıymetini. Ah ah, az da olsa kör topal işleyen bir demokrasimiz varmış… Ah ah demekle bir şey geçmiyor ele, biliyorum. Akıldan bilimden bilinçlice vazgeçilmiş, hurafe baş tacı edilmiş. İşte bugünlerde yaşadıklarımızın asıl nedeni bu: Yani, akıldan, bilimden vazgeçmek! Geçenlerde bir din bezirganı ne dedi biliyor musun? “Hazreti Muhammet ile Hazreti Meryem cennette evlenecek…Bir başka bezirgân, Cennette bir insan sabah kahvaltısında kırk ton yiyebilecek… Bir başkası cennetteki hurilerle kurulan ilişki sonrası onların tekrar bakire olacağını…” ballandıra ballandıra anlatmakta… Uçkur peşkir işleri güçleri. Bak arkadaş, Sen, sen... mahallelerin Kurtuluş’u, sokakların Beyler'i. Sen var ya sen bir beceriksizlikle, dününü imha etmiş bile olsan, sen var ya sen demokrasi özlemi çeken, ezilen bir ülkenin yurttaşları gibisin aynen! Sana hasret bu yürek, sana hasret bu can, sen can, sen bi tanem, aş, iş, ekmek bekleyen yurttaş gibisindir biliyorum. Sen akıldan, izandan yoksun bir intikam meleğinin esareti altına girmişsindir, biliyorum! Sen kuru bir inat uğruna, intikam zindanlarının içinde yaşamaktasın! Yüreği sevda ile yoğrulmuş bütün aşıklar, bütün canlar senin yasını tuttu, hala da tutmakta, senin hiçbir şeyden haberin yok… Bak arkadaş, Sen, “arkadaş,” derdin arkadaşım demekten korkardın, “im,” iyelik zamirinin sahiplenme takısı yerine kupkuru “arkadaş,” türemiş ismini tercih ederdin, demirden bir duvar örer gibi, aramıza! Bak arkadaş, diyorum ben de senin soğuk tercihine binaen, farkında mısın? Oysa ne derdim ben sana? “Kıymetli arkadaşım derdim, dostum,” derdim; sen soğuk nevale, “merhaba arkadaş!” Bak arkadaş, Doğamıza, yaşam alanlarımıza, çocuklarımızın, torunlarımızın özgürce koşup oynayacakları alanlara aleni tecavüz ediliyor. Dillere pelesenktir, Moğolların Anadolu’yu işgali. Bu işgalle Anadolu talan edilmiş, öyle yazıyor kitaplar. Şimdiki talan Moğol istilasından, talanından daha korkunç… Bak arkadaş, Sana, “can" diyorum, canımdan öte cananım diyorum! Sakın bu mektubu yanıtsız bırakma. Öyle bir mektup yaz ki, ta seksenli yıllarda arafta koyduğun sevdanın, pişmanlığını dile getirsin… Hatta şöyle desin: “Sen benim ciğerparem, gecelerde rüyamdan, gündüzlerde hayalimden çıkmayan biriciğim,” desin. Bak arkadaş, Şimdi biz kaçtayız, bin yılı, iki sefer devirip ikinci bin yılın üstüne bir çeyrek asır koyduk! Türkiye denilen geminin ahalisi, geminin batıya gittiğini sanırken, dümendekiler yelken açmışlar doğuya. Aziz Atatürk’ün kurduğu kurumlar beyaz bayraklarını açıp “teslim teslim” diye biat etmişler çoktan. Bak arkadaş, bak… Ben ve canlarım, yoldaşlarım kalmış yarınlara sahip çıkan. Aşımıza, ekmeğimize zehir koydular, buna sebep her gün azar azar ölüyoruz. İstikbalin teminatı gençler terki diyar etmek için konsoloklarda, elçiliklerde... Bak arkadaş, Yazacak o kadar çok şey var ki, yazdıkça, hatırladıkça sağlığım bozuluyor, tansiyonum fırlıyor. Daha, bir bir haraç mezat satılan değerlerimizden söz etmiyorum bile. Hele tamtakır bırakılan hazineye değinmiyorum bile. Nasıl bir zamana denk geldik böyle? Annesinin dizinden tahrik olan sapıkların videoları sosyal medyada dolaşımda. O kadar azdılar ki, insan çileden çıkıyor. Dokuz yaşındaki kız çocuklarının evlenmesinde bir sakınca olmadığını söyleyen soytarılar, o kadar çok ki yığınla… Bak arkadaş, Nerede düşledin sen beni, nerde düşledim ben seni? Anlatayım mı, anlat dersen anlatayım, anlatayım mı? Yanıtını duyar gibiyim, zaten yanıt vereceğini çok iyi biliyorum. Ben seni nerede düşlüyorum, biliyor musun? Seni mahallelerin Kurtuluşunda, Sokakların Beylerinde tek çekimlik tesbih sayısı numaralı kırmızı tuğlalı eski bir Rum evinde, bana kuru fasulye pilav ikram ederken! Bak arkadaş, Mektuba başlarken kime yazacağım, ne yazacağım diye gidip gelirken benim kafa böyle işte, bak gördün, bu satırlar dökülüverdi. Demiştim ki: Artık bir daha ondan bahsetmeyeceğim, tamam demiştim... olmaz olsun böyle bir tamam, senden kaçış yokmuş, bak çıkıverdin yine karşıma. Ne yalan söyleyeyim kıyamam üzülmene, kıyamam acı çekmene. Bak arkadaş, Satırlarıma başlarken demiştim ya hani, “benim Çin işi mürekkepli kalem,” işte o, yine aldı gitti başını. Aynen öyle oldu, alıp gitti başını. Bak neleri bulup çıkardı, bak neler yazdı, neler? En iyisi birden kesmek lazım. En samimi selam ve sevgilerimle hasretle kucaklarım...  Mayıs 2024 / Salihli

  • ATA ve VATAN

    Fuat ÖZGEN * Yapılması gerekirken başa taç Aptallar zanneder Ata onlara muhtaç Uğraşırlar kesmeye bindikleri dalı Döşenmişken altına çivili halı Bekleyip her şeyi dinden Okumuşu bahseder cahilin ferasetinden Birileri korur iken vatanı Onlar alkışlarlar palavra atanı Ata ki uğruna ömrünü verdi Özgür ve bağımsız ülke onların derdi Ata'nın adından bile korkanlar İzinden gidenler karşısında ne yapar Ufuktan doğunca parlak bir güneş Yarasalar kaçacak delik arar Arada çıksa da hainler Vatanseverler sayesinde yaşar Ülke ve ulus sonsuza kadar

  • Dilin Parmak Uçlarıyla

    Cemal KARSAVRAN * yeşil baharlara vurgundur yüreğim el çekip giderken yolculuklar hazan mevsimidir yaşanılan rüya alemlerinde kalır yasanmış yaşanacaklar eskimiş yada eskimeye yüz tutmuş veda buselerinde kalırlar kalanlarla avunulur her zaman istisnalar var oldukça mutluluğu çekip almak anlarda cımbızla lal olan söylenmezler içinden incitmeden sevgileri dilin parmak uçlarıyla Cemal Karsavran

  • İSTANBULU DİNLİYORUM

    Orhan Veli Kanık * İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgar esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski alemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul'u dinliyorum.

  • Bir Şiir Devrimcisi

    Orhan Veli Kanık (13 Nisan 1914, İstanbul – 14 Kasım 1950, İstanbul ), daha çok Orhan Veli olarak tanınan Türk şairdir . Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Şair otuz altı yıllık yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye , deneme , makale ve çeviri alanında birçok eser sığdırdı. SÜREÇ İÇİNDE HAKKINDA maviADA'da ÇIKMIŞ OLAN YAZILARI OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN.

  • Orhan Veli Kanık

    İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir garip Orhan Veli'yim Veli'nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim Urumeli Hisarı'na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum İstanbul'un mermer taşları Başıma da konuyor martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım... Senin yüzünden bu halim. İstanbul'un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne Sevdalım... Boynuna vebalim İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim Bir garip Orhan Veli’yim Orhan Veli Kanık Ben Orhan Veli "Yazık oldu Süleyman Efendiye" Mısra-i meşhurunun mübdii. Duydum ki merak ediyormuşsunuz Hususi hayatımı. Anlatayım: Evvela adamım, yani Sirk hayvanı falan değilim. Burnum var, kulağım var, Pek biçimli olmamakla beraber Bir evde otururum, Bir işte çalışırım. Ne başımda bulut gezdiririm, Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet. ......... 13 Nisan 1914 'te Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nde doğar Orhan Veli. Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir'de geçer. İlkokulun dördüncü sınıfına kadar Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak okur. Ankara’ya taşınmaları üzerine de eğitimine Ankara’da devam eder. Kanık'ın edebiyata olan merakı ilkokul sıralarında başlar. Bu dönemde “Çocuk Dünyası” isimli dergide bir hikâyesi yayımlanır. 1926 yılında, ilkokulun son sınıfında tanışırlar Oktay Rifat ile Orhan Veli. Okulları yan yanadır; ama ortaokulu Ankara Erkek Lisesinde birlikte okurlar. Bu sayede daha çok görüşür olsalar da ancak lise birinci sınıfta canciğer arkadaş olduklarını yazar Oktay Rifat. İkinci sınıfta Melih Cevdet de aralarına katılır. Bu arkadaşlıkların başlaması ile “GARİP” akımının ilk tohumları da serpilir şiir dünyasına. Orhan Veli, 1932 yılında liseden mezun olur, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydını yaptırır ancak 1935 yılına kadar devam ettiği üniversiteyi bitirmeden okuldan ayrılır. Bu arada Galatasaray Lisesinde de yardımcı öğretmenlik yapar. Ankara’ya döndükten sonra arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le birlikte, radikal bir tutumla kendilerinden önce gelen Hececilerin ve Ahmet Haşim’in şiirleriyle Nâzım Hikmet’in toplumcu-gerçekçi şiirlerini reddederek GARİP akımını başlatırlar. Mesela Orhan Veli’nin, Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” mısrasını hicvetmek için yazdığı “Rakı şişesinde balık olsam” her daim dillerdedir artık. Eskiler alıyorum Alıp yıldız yapıyorum Musiki ruhun gıdasıdır Musikiye bayılıyorum Şiir yazıyorum Şiir yazıp eskiler alıyorum Eskiler verip Musikiler alıyorum. Bir de rakı şişesinde balık olsam Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşır. “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırından çektiği kadar; Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkâr da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.” dizeleri kimilerince eleştirilirken kimilerince de Türkçede yazılmış en güzel şiirlerden biri olarak kabul görür. Orhan Veli, 1946 yılına kadar çalıştığı tercüme bürosundaki işinden, bakanlıktaki baskıcı havadan rahatsız olarak istifa eder. Bazıları bu istifanın sebebini onun memuriyete uyum sağlayamaması olarak yorumlasa da ona, belki de evde oturup ekmek parası için şiirler yazmak daha iyi geliyordu. Bütün güzel kadınlar zannettiler ki; Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim. Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin… 1949 yılında çıkan “Yaprak” dergisiyle birlikte Orhan Veli’nin şairliğinin yanı sıra fikir adamlığı yönü de ortaya çıkar. Şairin yaklaşan seçimlerle ilgili fikirleri bu dergide yayımlanır. Aynı günlerde Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nâzım Hikmet’in hapishaneden çıkarılması için açılan kampanyaya katılarak üç gün açlık grevi yaparlar. Orhan Veli, Yaprak Dergisinin kapanmasının ardından 1950 yılında İstanbul’a geri döner. 1950'nin 10 Kasım’ında bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve başından hafifçe yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a döner. 14 Kasım 1950 günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırılır. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamaz ve Kanık’a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulanır, beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşılacaktır. Aynı akşam komaya giren şair, ne yazık ki henüz otuz altı yaşındayken hayata veda eder. Şiirlerinde toplum eleştirisi temasını da sık sık kullanan şair, bu konuyu Namık Kemal, Nâzım Hikmet ya da Tevfik Fikret gibi kendinden önce işleyen isimlerin aksine ironi ve parodi tekniklerini kullanarak işlemişti. Bu tür şiirlerinde sadece durum tespiti yapıp herhangi bir ideolojiyi savunmaması sebebiyle de yaşadığı dönemde burjuva şairi olmakla suçlanmıştı hep Orhan Veli. “Ne atom bombası Ne Londra Konferansı Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna; Umurunda mı dünya…” Ölümünden bu yana tam yetmiş üç yıl geçmesine karşın şairin şiirleri hala dillerde. O, hiç bıkmadan, usanmadan okunmuş, yazılmış ve bestelenmiş şiirleriyle hâlâ yaşıyor… Anısına saygıyla... * İLK YAYIN TARİHİ: 14.11.2020 AZÇOK OKUNANLAR 2024 Kasımında 170 ZİYARETÇİ+ 1 Yorum, 17 Beğeni

  • Sus Artık!

    Yusuf ERBAY * Ey bildiğinden fazlasını konuşan kişi, Sus artık! Sus ki, susmanın tadına varasın. Tükettiğin nefesin zararı hem sana hem banadır. Boş lafla dolduramazsın heybeni. Uçup giden zamandan başka kazancın olmaz. İşe yaramaz sözlerin can kulağımı yaralar. Ey bildiğinden azını konuşan suskun, Yetmez mi derinlerin sarhoşluğu, yetmez mi bencilliğin. Susamış bunca can varken âlemde, Yetmez mi kendi âlemindeki mestliğin. Seyredip durduğunu tarifle ki görmeyene, Bir ümit fışkırsın toprağımızda yeniden. Seyredip durduğunu çiz ki önündeki tabloya, Bilmeyene yol göstersin renklerin. Ey bildiği kadarını konuşan İnsan, neredesin? Seni beklemekle tükendi neredeyse ömrümüz. İn artık dağından, karış aramıza. Çık mağarandan, tebliğ et bize umduğumuzu. Suyumuza kanalım, yolumuza düşelim. Gerçeği duymayan son âdemi bulana kadar, durup dinlenmeyi haram kıl bize!

  • SÜLÜK

    Mehmet ÇOBAN Hava çok bunaltıcıydı. Bölgede temmuz ayının en sıcak günleri yaşanmaktaydı. Burası; Osmanköy, Yağlılar, Kaleoba ve Susuzyayla köylerinin meralarının kesiştiği yerde bulunan Çaltarla’ydı. Mülkiyeti Susuzyaylalı Yusuf Çamlı’ya aitti. Tarlanın, Yağlılar ve Kaleoba köylerine sınır bölümünde mısır ekiliydi. Mısırları domuzlardan, porsuktan, kargalardan ve bilumum zararlılardan korumakla görevli olan Yusuf Çamlı’nın 9-10 yaşlarındaki oğlu Mustafa’ydı. Mustafa, yaşıtlarına göre daha az gelişmiş; cansız, çelimsiz ve bakımsız bir çocuktu. Oysa babası onun köy çocukları içinde; en akıllı, en becerikli, en cesur, en yaman olmasını istiyor ve düşlüyordu. Bunu sağlamak için dedesinden babasından öğrendiği yöntemleri kullanıyor; Mustafa’dan da kendi söylediklerini, öğretmenin dediklerini ve köy imamımın telkinlerini harfiyen uygulamasını istiyordu. Mustafa, okula gitmediği zamanlarda babasına koyun gütmede yardımcı oluyor, şimdi de mısır bekçiliği yapıyordu. Tarladan hiç ayrılmayalı on günü geçiyordu. Annesi ya da babası günde bir kez ona yiyecek getiriyor, bırakıp gidiyorlardı. O gün de geçen günlerden farklı bir gün değildi. Annesi kuşluk vakti Mustafa’ya yiyecek getirdi. Kahvaltısı bitinceye kadar onunla kaldı, torbasına ekmek ve azık bırakarak tarladan ayrıldı. Öğleye doğru sıcaklık artmaya başladı. Mustafa’nın yalnızlıktan çok canı sıkılıyordu. Kendini cezalandırılarak buraya bırakılmış gibi hissediyordu. Okulunu ve arkadaşlarını özlüyor, okulun açılmasını, arkadaşlarıyla oyunlar oynayacağı günü iple çekiyordu. Okul dışında arkadaşları ile buluşup oyunlar oynaması babası tarafından yasaklanmıştı. Oyun karın doyurmazdı. Oyun oynayan çocuklar asıl görevlerini unutup haylaz olurlardı. Mustafa yanlış ve hatalı bir iş yaptığında onu sert biçimde azarlıyor ve aşağılayıcı sözler söylüyordu. Bunları yapınca davranışlarının düzeleceğini sanıyordu. Oysa ki Mustafa olumsuz etkileniyor, eli ayağı dolaşıyor, eskisinden daha çok hata yapıyordu. Cinli Ağıl tarafında bir eşek uzun uzun anırdı. Çolak Himmet’in Yatak Yerinde bir köpek bir süre çemkirdi. Mustafa susadığını hissetti. Çevredeki tek su kaynağı, yegane su içilebilecek yer, Kokulu Çökek’ti. Kokulu Çökek: iki tarlayı birbirinden ayıran deremsi bir yarığın, komşu tarla tarafındaydı. Ününü ve kokulu sıfatını güzel aromasından değil, rutubetli ve ekşi kokusundan almaktaydı. Bünyesinde barındırdığı ve çevresindeki tüm canlılar su ihtiyacını ondan karşılıyorlardı.Su içmek için Kokulu Çökek’e doğru yöneldi. Giderken gözüne büyük bir karınca yuvası ilişti. Yüzlerce karınca harıl harıl yuvaya yiyecek taşıyorlardı. Can sıkıntısından hiç gereği yokken ayakkabının burnu ile yuvayı dağıttı. Çökek’e geldiğinde, Önündeki ihtiyar söğüt ağacından bir kuş havalandı. Söğüdün birkaç dalı bir süre sallandı. O da susamışta dallarıyla sanki suya uzanmış gibiydi. Çökek’in başına geçti. Suyun üst tarafı durgun ve berrak görünüyordu. Eğildi. Bir elini çökek’in bir yanına, öbür elini öteki yanına dayayarak sudan kana kana içti. Susuzluğunu giderdikten sonra işinin başına geri döndü. Bir süre sonra boğazına bir şey takılmış gibi oldu. Tükürdü. Ağzını temizledi. Değişen bir şey yoktu. Ertesi günü tarlaya babası uğradı. Mustafa sıkıntısını ona söyledi. “Aç bakalım ağzını” dedi. Babası. Dikkatle baktı. Manzarayı gördükten sonra, gayet sinirli bir biçimde: “Çökekten su içtin değil mi?” “Ulan ben sana söylemiyor muyum suyu avucunla içeceksin diye, yapışıp öyle içtin değil mi? Boğazını sülük tutmuş. Mustafa’nın başından kaynar sular döküldü. Babası söylenmeye devam ediyordu. Ulan ne kalın kafalı adamsın. Ne söylesek boşuna. Sen adam olursan dağdaki çakallar da adam olur. Ben senin yaşındayken 100 koyun güdüyordum. Babası Mustafa’yı teselli edeceğine korku ve endişesini daha da arttırmıştı. Yusuf Çamlı biraz sakinleştikten sonra, oğlunun sorununu çözmek için onu alıp köyün yakınındaki harman yerine götürdü. Sülüğün tuttuğu yeri bırakması için herkes bir öneride bulunuyordu. Önerilenler uygulanıyordu. Herkes çok meraklıydı. Mustafa’ya ağzını açtırıp bakıyorlardı. Önce ağzına bir alet sokarak sülüğü oradan çıkarmaya çalıştılar. Olmadı. Sonra avuç avuç ağzına tuz doldurarak, tuzun etkisiyle sülüğün tuttuğu yeri bırakacağını varsaydılar. Mustafa için yapılanlar bir işkenceden farksızdı. Çok acı çekiyor, kendini ölecekmiş gibi hissediyordu. Hemen herkes sülüğe odaklanmıştı. Mustafa’nın hayatı tehlikeye girer, kalıcı bir hasar kalabilir gibi düşünceler kimsenin umurunda değildi. Tüm yapılanlara rağmen bir çözüm bulunamadı. Mustafa’ya uygulananlar, onu fiziksel ve ruhsal yönden oldukça yıpratmıştı. Kendinden geçti. Onu bir köşeye yatırdılar. Ölmüştü. Mezarını kazdılar.Gömdüler. Herkes çekildikten sonra mezarda sorgu başladı. Sorguyu yapan elinde devasa bir topuz bulunan bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir devdi. Müslüman mısın? Allah için ne yaptın? Büyüklerinin sözünü dinledin mi? onları üzdün mü? Sorular arka arkaya geliyordu. Müslüman olduğunu kanıtlamak için “kelime-i şahadet “getirmesi gerekiyordu. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne..dedi.Şaşırdı. Arkasını getiremedi. Dev topuzunu Mustafa’ya indirdi. Vücudu zerreler halinde dört bir yana dağıldı. Karıncalar dağılan zerreleri toplayarak tekrar eski haline getirdiler. Mustafa, bir gün önce karıncalara yaptıklarını hatırlayarak yaptığından utandı. Dev sorgulamaya yeniden başlayacaktı ki.. annesinin seslenmesiyle gördüğü kabustan uyandı. Ölmemişti, başına gelen sıkıntıları bir anlığına unutup yaşadığına çok sevindi. Köyde bir çözüm bulunamayınca Mustafa’nın Balıkesir Devlet Hastanesi’ne götürülmesine karar verildi. Mustafa ve babası İvrindi’ye kadar yaya olarak geldiler. Balıkesir’e gidecek dolmuşu buldular. Dolmuşun kalkmasını beklerken Mustafa etrafına göz gezdirdi. Ne çok ev ve araba vardı. Her yer betondu. Köydeyken onun tüm hücrelerine kadar, yeşil yaprak kokusu, kekik kokusu, gelincik kokusu, papatya kokusu sinmişti. Şimdi ilk defa asfalt kokusu, eksoz kokusu ve lastik kokusu ile karşılaştı. Dolmuşa binince bir de bunlara benzin kokusu eklendi. İçi bir tuhaf oldu. İlk defa dolmuşa biniyordu. Dolmuş, ana yola çıkıp hızlanmaya başladığında, pencereden dışarıya bakıyordu. Yolun kenarında ağaçlar hızla geriye gitmeye başladı. Bu durum gittikçe hızlandı. Buna baş dönmesi, mide bulantısı da eşlik etti. Mustafa olacakları engelleyemedi. Bünyesine giren ne kadar zararlı şey varsa dışarı atmak istercesine kustu. Babası çok kızdı ama dolmuştaydı. Kızdığını sadece bakışları ve mimikleriyle belli edebildi. Balıkesir’e geldiler ve sorarak hastaneyi buldular. Dertlerini anlattılar. Onları bir odaya yönlendirdiler. Baba oğul’u beyaz önlüklü birisi güler yüzle karşıladı. Mustafa’yı bir koltuğa oturttular. “Aç ağzını “ dedi görevli. Mustafa açtı. 15-20 saniye sonra sülük bir aletin ucundaydı. Mustafa bir şey hissetmemişti. Görevli: Geçmiş olsun, gidebilirsiniz! Dedi. Mustafa bunca gündür çektiği sıkıntıların hastanede bu kadar kolay ve çabuk çözülmesine hem çok sevindi hem de çok şaşırdı.

  • ATATÜRK’Ü FARKLI ANMAK

    Zeki SARIHAN Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı, Türkiye devletinin kurucu önderi ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 86. Yıldönümünde çeşitli yol ve yöntemlerle anılıyor. Onun yaptıkları ve söyledikleri doğal olarak tartışılıyor. Bu zaten “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmanın bir gereğidir. Atila İlhan, yalnız Batıcı yanıyla övülmesini yetersiz görerek onun anti- emperyalist yanının unutulduğu gerekçesiyle “Hangi Atatürk” kitabını yazmıştı. Taha Akyol ise, Atatürk’ün farklı zamanlarda farklı konuşmalar yaptığını anlatarak bunlara örnekler vermiş ve “Ama Hangi Atatürk?” kitabını yayımlamıştı. Aşağıda vereceğimiz belge, Atatürk’ün zamanında taşıdığı görüşlerden birini içeriyor. Belge, Kurtuluş Savaşı ortalarında Diyarbakır’da konuşlanmış Elcezire Cephesi Komutanlığına Atatürk’ün başında olduğu TBMM Hükümeti tarafından gönderilmiştir. Türkiye Kürdistan’ında Özerk bir yönetim çalışmasına geçilmesini emretmektedir. Bu kararın gerekçesi de anlatılmaktadır. Hükümet milletlerin kendi kaderlerini tayin ilkesini benimsemektedir. Kürdistan’daki özerk yönetimle, İngiliz ve Fransızların Kürtleri elde ederek Türkiye’den koparma projesi önlenecek ve onların Türkiye’ye bağlılığı sağlanacaktır. Günümüzde de Kürtleri Türkiye’den koparmak için çeşitli faaliyetler yürüttüğü konusunda birçoklarında yerleşik bir inanç vardır. Eğer durum bu ise Kürtlerin Türkiye’de kalmasını sağlamak için ne yapmak gerekir? İddia edilen “dış kışkırtmaları” etkisiz hâle getirmek için Kurtuluş Savaşının bu konudaki politikalarına dönülmesi mümkün değil midir? Atatürk’ün 1923 yılına kadarki söz ve yazılarında Kürtlere özerklik konusu birçok kez tekrar edilmiştir. En önemli belge ise Meclis’te kabul edilen 1921 Anayasasındaki ilgili maddelerdir. Atatürk’ün daha sonraki yıllarda böyle düşünmediğini biliyoruz. Ancak bu, onun vazgeçtiği tek düşünce değildir. Türkiye’nin siyasi yapısını 1930’lu yılların uygulamalarına göre düzenlemek zorunda değiliz. Köprülerin altından çok sular aktı. İki dünya savaşı geçirdik. Henüz başaramamış isek de demokrasi ve insan haklarını öğrenmeye çalışıyoruz! Gene de Kürt sorunu yüzünden on binlerce insanı kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Hükümetin bulabildiği çözüm ne yazık ki belediyelere kayyum atamaktan ibaret! Kürdistan Hakkında BMM Vekiller Heyetinin El Cezire Cephesi Kumandanlığına Talimatıdır: Elcezire Cephe Kumandanı Nihat Paşa Hazretlerine. Kişiye özeldir. 1) Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahallî idareler kurulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz hem de dış siyasetimiz açısından adım adım mahallî bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız. 2) Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare etme hakkı, bütün dünyadakabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre, Kürtlerin bu zamana kadar mahallî idareye ait teşkilatını tamamlamış reisler ve ileri gelenleri bu amaç adına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini açıkladıkları zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını, TBMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu amaca dayanan siyasete yönelmesi El Cezire Kumandanlığına aittir. 3) Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel olmak adım adım mahallî idareler kurulması sebeplerini açıklamak ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerinin mülki ve askerî makamlarla görevlendirilerek bize bağlanmasını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur. 4) Kürdistan iç siyaseti, El Cezire Cephesi Kumandanlığı tarafından birleştirilecek ve idare edilecektir. Cephe Kumandanlığı bu konuda BMM Başkanlığı ile haberleşir. Vilayetler tarafından izlenecek hareket çizgisini düzenleyecek ve birleştireceğinden mülki memurların yöneticilerinin bu husustaki mercii de Cephe Kumandanlığıdır. 5) 5) El Cezire Cephe Kumandanlığı, idari ve adli veya mali değişiklik ve düzeltmeye gerek gördükçe, bunun uygulanmasını hükümete önerir. BMM Vekiller Hayati tarafından zatı devletlerine özel olmak üzere Kürdistan hakkında düzenlenen talimat yukarıda olduğu gibidir. (Kaynak: Abdurrahman Aslan, Samsun’dan Lozan’a Mustafa Kemal ve Kürtler, 1919-1923, İstanbul-1991, s. 85-86’dan aktaran Erdoğan Aydın. yakında çıkacak olan Yanlış İliklenen Düğme adlı kitabından)

  • AŞAĞI MAHALLE

    Yusuf AKSOY * Osman, o akşam erkenden uyumuştu. Altı yaşına kadar yaşadıkları yukarı mahalledeki evlerinden aşağı mahalledeki yeni evlerine taşınacaklardı. Anne, babası ve ağabeyleri eski evlerindeki eşyaları toplarken Osman da kendi oyuncaklarını topladı. Oyuncaklarını teyzesinin aldığı sarı çantasına yerleştirdi. Çok sevdiği oyuncakları tahtadan treni ve kırmızı topuydu. Yorucu bir günün ardında herkesten önce Osman uyandı. Amcaları ile birlikte kaldıkları evlerinin odalarını son bir kez dolaştı. Eski evleri ahşap şirin bir evdi. Ev, dört oda bir koridor ve mutfaktan ibaretti. Uzun bir balkonu ve büyükçe de bir avlusu vardı. Avluda çiçekleri açtığı zaman mis gibi kokan kocaman bir iğde ağacı vardı. Osman, küçük kardeşi Uğur ile hep o iğde ağacının altında oynardı. Kardeşi ile beraberken top oynamayı özellikle çok severdi. Avluya mahallenin diğer çocukları da geldiğinde avlu şenlik yerine dönerdi. Hemen içlerinden birini ebe seçip saklambaç oynarlardı. Ardından kaçak-polis oyunu gelirdi. Televizyondaki polisiye dizilerden öğrendiklerini bu oyunda uygulamaya çalışırlardı. O zamanlar televizyon yayınlarının yeni başladığı yıllardı. Osmanların yaşadığı Yozgat’ın Şefaatli ilçesinde televizyonu olan sadece iki aile vardı. Bu ailelerden biri Osmanlardı. Almanya’da çalışan amcası oradan televizyon getirmişti. Televizyonlu günler, onların avluya çıkıp oynama zamanlarını biraz azaltmaya başlamıştı. Çizgi filmler çocukları televizyon başında hareketsiz ve paylaşımsız tutmaya başlamıştı. Allah’tan her evde televizyon yoktu. Bu yüzden mahallenin çocukları çoğunlukla sokakta oynuyorlardı. Onların neşeli seslerini duydukça Osman ve Uğur da izledikleri çizgi filmi yarıda bırakıp mahalledeki arkadaşlarıyla oynamaya çıkıyorlardı. Aşağı mahalledeki evlerine taşınma işi o günün akşam saatlerinde tamamlandı. Kocaman bahçesi olan tek katlı, ancak beş odalı bir evdi. Yeni evlerine Osman çabuk alıştı. Kardeşiyle paylaştığı odadaki dolabına oyuncaklarını yerleştirdi. Bahçelerinde kayısı, erik, şeftali ve ayva ağaçları vardı. Bu ağaçlar henüz küçüktü. Büyüdüklerinde bolca meyve vereceklerdi. Osman, taşındıkları yaz mevsiminin bitiminde, Eylül’de, ilkokula başladı. Öğretmenini, okulu, kitapları, defterleri ve rengârenk kalemleri çok sevmişti. Çocuklar okula geliş ve gidişlerde bile oyunu ihmal etmezlerdi. Okula birinci gelmek, okuldan sonra da evlerine koşarak birinci gitmek onlar için çok eğlenceli bir oyundu. Osman okul yolundaki tepeden çantasının üstünde kayarak indiği için diğerlerinden daha önce okula varıyordu.  Bu yüzden yeni alınan okul çantası bir hafta içerisinde kullanılmaz hale gelmişti. Osman okuldan gelir gelmez elini yüzünü yıkamayı alışkanlık edinmişti. Yemekten sonra hemen ödevlerini yapardı. Ödevleri bittiğinde de bahçeye koşardı. Aşağı mahalledeki çocukları tanımadığı için ilk zamanlar sadece kardeşiyle oynuyordu. Osman ve kardeşi Uğur, ağabeylerinin hediye ettiği misketlerle oynamaya bayılırlardı. Oyunda kim yenerse yensin oyun sonrası misketleri kardeşiyle eşit şekilde paylaşırdı. Seksek oynamak da onları çok eğlendirirdi. İlkokulda öğretmeni onlara birçok yeni oyun öğretmişti: Mendil kapmaca, deve-cüce, istop, … Bu oyunlar okula gitmeyi daha cazip hale getirmişti. Osman’ın sınıfındaki Ömer adında bir öğrenci okula çok zor alıştı. Her sabah Ömer’i okula babası getiriyordu. Babası gider gitmez ağlamaya başlıyordu. Sınıfta da tek başına oturmak istiyordu. Zeynep öğretmenleri bu duruma üzülüyordu. Her sabah Ömer’e: “Ömer, yalnız oturmaktan sıkıldığında istediğin arkadaşınla oturabilirsin.” deyip gülümserdi. Yaklaşık iki hafta sonra okullarına Ayşe adında bir öğretmen daha geldi. Ayşe Öğretmen, Gaziantep’in Nizip ilçesinden gelmişti. Şefaatli, ilk görev yeriydi. Ayşe Öğretmen’in kardeşi Hasan da onunla birlikte gelmişti. Hasan, Osman’ın okuduğu 1/A sınıfına kaydedildi ve evleri de Osmanlara çok yakındı. Hasan, evlerinin penceresinden Osmanlar bahçede oynarken hep onları izliyordu. Belki de bu yüzden okulda Osman ile oturmak istedi. Osman ne zaman bahçeye oynamaya çıksa Hasan’ı da çağırırdı. Hasan, bu duruma çok sevinirdi. Aşağı mahallede evlerine yakın bir Kanak diye bilinen bir ırmak ve ırmağın yanında da bir top sahası vardı. Anne ve babalarından izin alabilen çocuklar hafta sonları orada buluşup oyunlar oynarlardı. Birdirbir, uzuneşek ve çelik çomak oyunları en çok sevilen oyunlardı. Oyunlar, çocukların birbirlerini daha yakından tanımalarına, birbirlerini sevmelerine hizmet ediyor ve paylaşabilmeyi öğretiyordu. O senenin şubat tatilinde Osman’ın karnesi hep pekiyi olduğundan Çetin ağabey’i onu sinemaya götürdü. Keloğlan adlı filmi izlediler. Sinema dönüşünde köprüden geçerken Osman, heyecanla ağabeyine seslendi: “Ağabey, yavru köpeğe bak!” . Yerde karın içinde yeni doğmuş, minicik bir köpek yavrusu titriyordu. Osman: “Ne olur onu eve götürelim Çatin abi.” dedi. Ağabeyi yavru köpeği hemen kucağına aldı. Yavru köpek ağabeyin kucağında Osman arkada koşar adımlarla eve gittiler. Yavru köpeğin çok üşüdüğü ve aç olduğu her halinden belliydi. Köpeğe “Bozo” ismini koyup ona süt içerdiler ve onu ısıttılar. Bozo artık Osmanların ailesinin sevgi odağıydı. Bozo çok çabuk büyüdü. Osman ve Uğur’un yanından hiç ayrılmaz oldu. Onların tüm oyunlarına neşe ile katılıyordu.  Özellikle futbol oyununda tüm oyuncular gibi formundaydı ve bir kaleciydi. Tatilin ortalarında Osmanlar bahçede oynarken Ömer bahçe kapısına gelip dikildi. Osman:- “Merhaba Ömer. Bizimle oynayabilirsin.” dedi. Ömer çok mutlu bir şekilde hemen oyunlarına katıldı. O gün dalya (yedi kiremit) ve yakan top oynadılar. Böylece dışarıdan gelen Hasan ve Ömer, tadına doyum olmaz oyunlar sayesinde çok yakın arkadaş oldular. Nisan ayının ilk hafta sonu mahalledeki çocukların geleneksel etkinliği olan Çiğdem-Çiçek  adlı ilkbaharın gelişin kutlama etkinliği unutulmamıştı. Yukarı ve Aşağı mahallenin tüm çocukları cumartesi günü top sahasında toplanmışlardı. Bu yıl ki Çiğdem-Çiçek Etkinliği’ni konuşup görev dağılımı yaptılar. Biri bahçelerindeki odunluktan geniş bir çalı dalı getirecekti. Diğerleri ise okulun arkasındaki tepeden yeni açan çiğdem çiçekleri toplayıp getirecekti. Daha sonra bu çiçekler çalıya tek tek takılacaktı. Öğle saatlerinde çalı mor, kırmızı ve sarı renkli çiçeklerle süslendi. Yaşı büyük olan çocuklar ellerinde çalıyla önde, diğer çocuklar arkalarında her evin kapısında:                                                       “Yağ verenin kızı,                                                        Salça verenin oğlu olsun.” Tekerlemesini söylerlerdi. İhtiyaç eksiklerine göre tekerleme değişirdi: Süt verenin kızı / Ayran verenin oğlu olsun  … Çiğdem-Çiçek etkinliğinin sonunda çocuklar mahallelerindeki evlerden topladıkları tabak tabak yağ, salça, bulgur, tencere ve içi ayran dolu su güğümleriyle etkinlik yemeğinin yapılacağı çeşmenin yanında toplanırlardı. Mahallede o yılki yemek pişirme sırası gelen Fatma Teyze toplanan malzemelerle kocaman bir tencerede pilav pişirdi ve tüm çocuklar afiyetle yediler. Çocuklar karınlarını doyurduktan sonra el ele tutuşarak hep birlikte top sahasına koştular ve akşam vaktine kadar oyunlar oynayıp şarkılar söylediler. Mahalle sakinleri çocukların büyük bir coşku ile kendi çocukluklarının oyunlarını da oynamalarına mutlu oluyorlardı. Mahallenin büyükleri çocukların neşesini, birlikteliğini ve paylaşımlarını gördükçe yarına dair umutlu olduklarını gülen yüzleriyle gösterirlerdi.

  • YOL AYRIMI

    Niyazi UYAR * Bir şey olmanın icapları vardır, onları yerine getirmeden bir şey olunmaz. Bu meslek sahibi olmak içinde böyledir, insan olmak için, ulus olmak, devlet olmak içinde böyledir! İnsan olmak, sonra da birey olmak her şeyden önde gelir. Önce insan olmak, birey olmak lazım. Sen, sahiden haktan hukuktan, adaletten yana isen, başkasına saygı duyabiliyorsan, insansın demektir, birey oldun demektir. Ulusların ulus olabilmesi, devletlerin devlet olabilmesi, ancak ve ancak onu meydana getirenlerin birey katarına çıkabilmesi ile mümkündür! İnsanın birey olabilmesi, demokrasi ile yönetilen ülkelerin olmazsa, olmazıdır. Demokrasi, özgürlük bambaşka bir şeydir. Onun kıymetini inşallah kaybedince anlamaz insanlık, yoksa giden gider Afganistan'da, İran'da olduğu gibi! Çünkü o, ekmek, hava, su kadar gereklidir. İnsanların bana neciliği, duyarlı yurttaşları da hiç hak etmedikleri bir yönetime mahkûm ediyor! İnsanın insan gibi yönetilmesinin önündeki en büyük engel birey olamayanlar, kolay kandırılan çoğunluktur. İnsanın kendi kendine ettiğini, cümle alem bir araya gelse yapamazmış. Bu açmazı, insan ruhundaki tembelliği, bireyciliği iyi analiz eden, sermaye, emrindeki güçleri çok iyi kullanarak, toplumun aydınlanmasına, onların hakikaten iyi bir yurttaş gibi yaşamasına izin vermiyor. Zaten, insanın insan gibi yaşayabilmesi antidemokratik, teokratik ülkelerde imkansızdır. Çünkü o yöneticilerin istediği, kendilerine tabi, söyledikleri her türlü yalana kanan bir kitle yaratmaktır, bunun için oluşacak dirençleri acımazsızca bastırır. Yetkileri elinde bulunduran siyasal iktidar, kolluk kuvvetlerini, adli makamları, hatta basın yayın organlarını öyle bir kullanır... Ve gerektiğinde her türlü hileye başvurur aynen Muaviye gibi. Hani Muaviye'nin erkek deve, dişi deve hikayesi vardır ya! Küfelinin erkek devesini, Şamlının, bu dişi deve benim deyip sahiplenmesi gibi. Hikaye kısaca şöyledir: Küfeli, Ali taraftarı, Şamlı da Muaviye taraftarıdır. Şamlı, bu dişi deve benim deyip sahiplenmek ister. Küfeli, bu deve benim, üstelik de erkek, der. Olayı kadı olan Muaviye’ye gidip anlatırlar. Muaviye, devenin Şamlıya ait olduğunu söyler. Hatta derki gel bunu ahaliye de soralım, der. Ahaliye sorarlar. Muaviye! “Bu dişi deve, Şamlınındır değil mi?” der. Onlar da evet, bu dişi deve Şamlının," der. “Bak gördün ya her dediğime inanan emrimde binlerce insan var. Bu devenin erkek olduğunu ben de biliyorum, sen de biliyorsun. Selam söyle Ali’ye, tedbirini ona göre alsın!” Yönetenlerin amacı işte böyle bir kitle yaratmaktır. Onlar okuyup yazan, sorup sorgulayan, düşünen insanı sevmez, onların istediği: “Evet efendim, sepet efendim, siz daha iyi bilirsiniz efendim, emredersiniz efendim…” Böyle insanlarla bir arada yaşamak, cehennemin dibinde yaşamak değil de nedir? Görünen şu ki, ülkemiz de böyle bir yol ayrımına iyiden iyiye girdi. Toplumsal dayanışmayı, bir arada yaşama reflekslerimizi, yok ettiler, her şey mubah oldu, yalan, dolan her şey! Görüyorsunuz, yalanları, kışkırtmaları, her gün bizi, birbirimize düşürmek için, insanların doğuştan getirdiği farklılıkları kaşıyorlar durmadan. Goebbels tarzı bir algı ile en adi yalanları söyleyip adeta seçime değil de savaşa gidiyoruz. Bakın en kutsal değerlerimiz, yalanlarla nasıl tahrip ediliyor, bir arada yaşama, millet olmanın temeline dinamit koyuyorlar her gün! Yazımın mihenk taşını iki anekdota dayandırıp bir şeyler yazmayı düşünürken, benim mürekkepli kalem alıp başını gitti yine. Diyecektim ki, Stalin’in tavukları. Hani Stalin bürokratlarını çağırıp zulmünün gerekliliğinin bir örnekle kanıtlamak istemiştir ya! Amacı, halka ne kadar çok zulüm yaparsan, halk o kadar çok biat eder. Bunun için yanındakilerden bir tavuk getirmelerini ister. Tavuğu getirilir! Stalin, tavuğun diri diri tüylerini yolar. Bağrış, çığırış, tüysüz, cascavlak kalan tavuk, sağa sola deli danalar gibi koşturur. Stalin tavuğu çağırır avucundaki yemden verir. Yemi yiyen tavuk, onun peşinden ayrılmaz olur. İşte böyle insan da acaba tavuk gibi midir? Diğer anekdot, “celladını kurtarıcı olarak görenler, aynen kasabın bıçağını yalayan ahmak koyunlara benzer,” derler… Bu iki örneği güncelleyip bugüne indirgeyecektim, mürekkepli kalemin gemini asıldım, bıraksam kendi haline neler yazacak kim bilir? Demokrasi, hakikaten çok kıymetlidir, insan hayatında su, ekmek, hava ne ise demokrasi ve özgürlük de odur. Hak, hukuk, adalet, demokrasidir, insan olmaktır. Aziz Atatürk’ün, bin dokuz yirmilerde bizi cumhuriyetle tanıştırması, çağdaş batı ülkelerini hedef olarak göstermesi, kadınımıza insan olmanın vasıflarını vermesi fevkalade değerlidir. Hoş bazı kadınlarımız ne yaptıklarını bilerek veya bilmeyerek, ilkel çağdışı bir anlayışa inanmışlar nankörlük yapıyor. Onları fazla değil, bir ay Afganistan’a göndermek lazım... Demokrasiyi hazmetmek, demokrat bir insan olmak, öyle akşamdan sabaha olacak şey değildir. Emek ister, birikim ister. Bakın Asya ülkelerine, İran’a, Afganistan’a, Pakistan’a… Arap yarımadasındaki devletleri saymıyorum bile. İran’ın, Afganistan’ın, Pakistan’ın yetmişli yıllardaki sosyal yaşamına, o yılların belgeleri, fotoğraflarına bir bakın bir de bugünlerine! Kadınlar sokağa çıktı diye sokak ortasında kırbaçlanıyor. Küçük küçük çocuklar burkaya sokulmuş, sakal kesmenin yasak olması sebebiyle küçük erkek çocuklar, seyrek seyrek pis sakal bırakmak zorunda kalmışlar… Bin dokuz yüz yirmi üçte rejimin adını, Cumhuriyet olarak belirleyen kurucu irade ve Aziz Atatürk, sonraki yıllarda insanımızı kulluktan alıp birey katarına çıkarmak, bazı batı ülkelerinden önce ileri hamleler yaparak, kadınımıza, insanımıza hak ettiğini kendi eliyle teslim etmiş! Ancak ne acı değil mi, emeksiz yemek olmazmış, bu haklara kolay sahip olan insanımız, özellikle soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız, insan gibi yaşamanın kıymetini bilemediler… Önümüzdeki günlerde, Mayıs’ın on dördü, bir kavşak noktası, bir yol ayrımıdır! Bakalım nasıl hayat bulacak, millet kendi eliyle, kendi geleceğini, hepimizin geleceğine dair nasıl bir karar verecek göreceğiz? İnşallah elimiz kırılsaydı, demezler, inşallah cehennem ateşini harlandıracak bir edinim içinde olmazlar. Benim en çok ağrıma giden, kadınların, kendi yaşamlarını yıllardan beri hüküm süren erkek hegemonyasına bile bile teslim etmeleri. Ve ve ve ve, kimi siyasetçilerin maddiyat uğruna, kişisel egoları uğruna, çapsızlıklarından ötürü hepimizin geleceğinin cehennem ateşinde daha çok yanmasına, vesile olmaz! Anam derdi ki Allah versin zevalcıklarını toprak doyursun gözlerini!

  • 10 KASIM 1948 LONDRA'DA BİR ANMA KONUŞMASI

    Sir Percy Loraine * 1933-1939 yılları arasında İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapan Sir Percy Loraine, 10 Kasım 1948 günü Atatürk’ün 10’uncu ölüm yıldönümünde, BBC Radyosu’nda yayınlanan bir anma konuşması yapmıştır. Loraine’in Atatürk hakkındaki bu tarihi tanıklığı, 18 Kasım 1948 günü The Listener dergisinde "Kemal Atatürk as I Knew Him" (Bildiğim Kadarıyla Kemal Atatürk) başlığı ile ayrıca basılmıştır.1 Sir Percy Loraine, 10 Kasım 1948 günü BBC Radyosunda yayınlanan bu konuşmasını çoğaltmış ve başta Cambridge, Oxford olmak üzere önemli pek çok üniversitenin kütüphanelerine, bakanlıklara ve diplomatlara göndermiştir. Ayrıca bu konuşmanın pek çok basın organında basımına izin vermiştir. Loraine, Atatürk hakkında yapmış olduğu bu konuşma karşılığında BBC yönetimi tarafından kendisine takdim edilen ücreti Türk-İngiliz dostluğunu ve kültür ilişkilerini derinleştirmesi için Londra Türk Halkevi’ne bağışlamıştır.2) Kemal Atatürk öleli on yıl oluyor. Kavga ve çekişmelerle, insanlığın geleceği hakkında duyulan umut ve korkularla dolu on yıl. Bu süre İçinde kadın erkek, küçük büyük hemen herkesin yaşayışında değişmeler oldu, ama benim Atatürk'le ilgili anılarım tazeliğinden bir şey yitirmedi. Yiğit, vakur, dimdik bir adamdı; kusursuz giyinirdi. Biçimli bir yüzü, duru mavi gözleri, çalı çalı kaşları vardı. Yer yer sert çizgili olan bu yüz hemen her zaman ağırbaşlı ve ciddiydi. Bakışlarında, her hareketinde, hatta hareketsiz duruşunda büyük bir canlılık göze çarpardı. Zihni de vücudu da kurulu bir yay gibi her an harekete hazırdı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra askerî üniformasını çıkarmış, bu şerefli üniformayı bir daha tören ve geçitlerde bile giymemiştir. Bu gibi durumlarda her zaman sade bir gece giysisi, silindir şapka giyer ve nişan olarak yalnız Kurtuluş Savaşı'nın altın madalyasını takardı. Seçkin bir adamdı; eşine kolay rastlanmayan bir adam. Tehlikeden korkmaz, güçlüklerden yılmak nedir bilmezdi. İçgüdü gibi bir şeyin yardımıyla (buna bir ad bulamıyorum, çünkü başka kimsede benzerini görmedim) bir meselede neyin önemli, nelerin önemsiz olduğunu çarçabuk ve kolayca kestirirdi. Sorumlulukları ağırdı; ancak O bunların hepsini kabul eder, başkalarının sırtına yüklemeye bakmazdı. Sorumluluktan korkmaz, kaçınmaya çalışmazdı. Onun saygısını kazanabilmek için sizin de yüksek bir sorumluluk duygunuzun olması gerekirdi. Tartışmayı çok sever ve bunu insanları zihin ve karakter bakımından ölçüp tartmakta bir yol olarak kullanırdı. Yumuşaklık etmez, yargılarında kolay kolay yanılmazdı. Dürüstlükten yana kusursuzdu; apaçık görüşlerinin, çevresindekiler üzerinde elektrikleyici bir etkisi vardı. Doğa ona büyük bir irade gücü vermiştir; ama öyle sanıyorum ki, O bu gücü hep bilinçli bir disiplinle kullanıyordu. Hayatın uzun, bitmez tükenmez bir sınav olduğunu pekiyi biliyordu. Atatürk bu sınavda verilecek cevapları öğrenmeyi bir an olsun elden bırakmamıştır. Kemal Atatürk'ün en sevdiği konuşma yolu, Bakan arkadaşlarını da ayırmaksızın çevresindekileri, görüşmek istediği kimseleri psikolojik ve bilimsel bir sınavdan geçirmekti, Verilen cevaplar kadar karşısındaki kimseyi de dikkatle incelediği sezilirdi. Kimi zaman sorular yağdırır, kimi zaman da uzun uzun kendi görüşlerini açıklardı. Sonra soru dolu bir duraklama, çatılmış kaşlarını altından o duru mavi gözlerin altından insanın içini okuyan bir bakışı... Bu bakışın ne demek istediği anlaşılırdı. Bu, kem küm etme demekti; karşılıklı konuşuyoruz şurada; biliyorum, güç durumdasın, ama ben her şeye “evet efendim” diyenlerden hiç hoşlanmam. Düşündüğünü açıkça söyle. Belki de boş değil söyleyeceklerin. Görelim bakalım. Peki ne yaptı Atatürk? O parlak askerlik kariyerinin dışında neler başardı? Mutlak bir yönetimin küllerinden ve zihniyetinden yepyeni bir devlet çıkardı. Felaketlerle dolu bir savaşta artık her şeyin kaybolur gibi olduğu bir sırada Onun Türk halkına inancı bir an bile sarsılmadı. Bu savaş, övünç verici bir askeri geçmişe sahip bir ulus için çok acı bir denemeydi. İşte Atatürk, Türk halkının kendi kendine olan güvenini yeniden canlandırdı, zihinlerini özgürlüğe kavuşturup güçlerini harekete geçirdi. Eskimiş bir geçmişi gömüp ulusuna geleceğin kapılarını açtı ve bu ulusa sonuna kadar inandı. Atatürk'ü diktatör sayanlar olmuştur. Bence bu hem yanlış hem de yanıltıcı bir görüştür. Kabul edelim ki, günümüzde 'diktatör' sözcüğünün yeterli bir tanımı yapılmış değildir, ama Hitler'e, Mussolini'ye diktatör denmesine hiç kimsenin karşı çıkabileceğini sanmıyorum. Öyleyse Kemal Atatürk neden aynı gruba girmiyor? diye bir soru sorulabilir. Bunun birçok nedenleri vardır. Bir kere Atatürk bilinçli olarak, kendi yokluğunda uygulanacak bir düzen kurmaya, kendinden sonra sürecek bir hükümet ve yönetim sistemi yaratmaya çalışıyor; görüşlerini zorla kabul ettirmekten çok doktrinlerini öğretmeye ve ülkülerini açıklamaya uğraşıyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında arkadaşlarıyla hazırladığı tasarıya göre; egemenlik Büyük Millet Meclisinindi; halk tarafından seçilen mebuslar dört yılda bir Cumhurbaşkanını seçmekle görevliydi ve Meclis belli yasama ve yürütme yetkilerine sahipti. Devrimler hiçbir zaman yumuşaklıkla olmaz; bu yüzden başlangıçta, Anayasanın ve organlarının yürürlüğe girmesinden önceki günlerde, Atatürk'ün zaman zaman kendi inisiyatifine dayanarak kesin hareket etmek zorunda kaldığı olmuştur. Gene de kanunlara aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıştır. Büyük Millet Meclisi'ne karşı büyük bir saygısı vardı. İç işlerde başlıca amacı, o sırada pek işlemezse de ileride durumun gerektirdiği şekle uyup gelişebilecek esneklikte bir siyasal düzen ortaya koymaktı. Pek çok kimsenin sandığı gibi sağa sola emirler yağdırmak şöyle dursun, Atatürk, Bakanları her zaman kendi sorumluluklarını yüklenmeye zorlardı. Öyle sanıyorum ki, eğer yaşasaydı belki bir sonraki Cumhurbaşkanı seçiminde adaylığını koymayıp, kurduğu düzenin kendisinin yokluğunda gereği gibi işleyip işlemeyeceğini görmek için bir köşeye çekilecekti. Ancak arkadaşları ve danışmanları bırakır mıydı, bunu kestirmek güçtür. Onun bütün tutumu şuydu: Kendisi Cumhurbaşkanı olarak devletin başıydı; memleketin yönetimi, Büyük Millet Meclisine karşı Anayasa'yı uygulamakla görevli olan hükümetin göreviydi. Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, bugün bizim halk idaresi diye bildiğimiz yönetim için zaman ve halkın daha hazır olmadığını biliyordu. Halk, Sultanlık ve İmparatorluk devrinin gelenekleriyle yoğrulmuş bir durumdaydı; bu alanda İttihat ve Terakki günleri de bir değişiklik getirmemişti. Onun için önce hem bu halk, hem de kabinede görev alan Bakanlar, Anayasanın kendilerine yüklediği yeni sorumluluklar konusunda eğitilmeliydi. Bu arada bir yandan da işlerin yürütülmesi, Türkiye'nin modern, ilerici bir devlet olarak ihtiyaçlarının incelenmesi ve bu ihtiyaçların eldeki kaynakların yettiği ölçüde karşılanması gerekiyordu. Hepsinden önemlisi, uzun ömürlü bir iktisat sistemi kurmak şarttı ve Atatürk daha 1923 yılında, çekinmeden, ulusuna, böyle bir sitsem on yıl içinde kurulmadıkça Kurtuluş Savaşı'nda katlanılan sıkıntıların, gösterilen çabaların boşa gideceğini söylemiştir. Kemal Atatürk'ün ileriyi görüşü o kadar keskin ve isabetli, olayların alacağı yön, halkın duyguları ve Türkiye'nin dış ilişkilerini gerekleri konusundaki sezişi o kadar doğruydu ki, çevresindekiler kendilerine güç ve karışık gelen meselelerde ne yolda hareket edeceklerini Ona danışırlardı. Bu gibi durumlarda karşısındakine her zaman yardıma hazırdı, ancak emretmez, sadece yol gösterirdi. Peki, dış siyasette Atatürk diktatörce denebilecek neler yaptı? Hiç. Komşuları yeni Cumhuriyetin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı gösterdiği sürece, O da barışçı, uzlaşıcı, savaşı önleyici, dostça bir siyaset güttü. Rusya ile olan çekişmeler durduruldu; Yunanistan'la olan kavgaya son verilip yakın işbirliğine geçildi; yalnız Bulgaristan'ın katılmadığı Balkan Antlaşması’yla Balkanlar’daki anlaşmazlıklar bir çözüme bağlandı. İran, Irak ve Afganistan'la yapılan Sadabad Saldırmazlık Paktı Türkiye'nin doğu sınırlarında barış kesinlikle sağlandı. Fransa ile ilişkiler iyi ve dostçaydı; Faşist İtalya'yla normal, İngiltere'yle tam bir uzlaşmayla kalınmamış, bugün sürdürüldüğüne çok sevindiğimiz yakın ve dostça ilişkiler de geliştirilmiştir. Ve son olarak, Atatürk Türkiye'sinin kendi sınırları konusunda güttüğü siyaset, bu sınırların değişmez olduğudur.Bütün yukarıda saydıklarımızın diktatörlük siyasetiyle bir ilgisi var mıdır? Bu sorunun cevabı elbette ‘hayır’dır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mustafa Kemal'in ortaya koyduğu eser, zaman karşısında geçirdiği sınavı başarıyla atlatmış ve atlatmaktadır. Bugün Türkiye sağlam temellere dayanan bir ülke olmakta kalmayıp, felaketlerle dolu, kararsız dünyamızda bir denge unsuru olmaktadır. Ne istediğini biliyor; dostlarını biliyor ve çizdiği yolda kararlı adımlarla ilerliyor. Antlaşmalarına sadıktır... Bu konuşma için hazırladığım plan, dinleyicilerime Atatürk'ün bir portresini çizmek, Cumhuriyetin kurucusu olarak başardığı işleri kısaca anlatmaktı. Onun özel hayatından pek söz etmediğim ileri sürülebilir. Ancak bunun bir nedeni vardır. Bir kere bir büyükelçinin görevli bulunduğu ülkenin Devlet Başkanı ile olan ilişkileri ister istemez resmîdir. Atatürk için bu özellikle böyleydi; çünkü O, resmî ziyaretlerin gerektiği durumlar dışında elçilerle görüşmez, özel davetlerde bulunmazdı. Ne kıskançlıklara, ne çekememezliklere yol açacağını pekiyi bildiğinden, hiç kimse için bu kuralın dışına çıkmazdı. Sonra Atatürk, diplomatik temsilcilerin kendisine değil, Dışişleri Bakanına başvurması gerektiğini açıkça belli ederdi. Bu kesin tutumunun haklı nedenleri vardı, çünkü kendisinin dışarıya karşı Cumhurbaşkanı olarak görevleri icra değil, temsil görevleriydi. İcra görevi Hükümete aitti ve diplomatik temsilcilerle yapılan görüşme ve konuşmalar hakkında Cumhurbaşkanına bilgi vermek gene Hükümetin yapması gereken bir işti. Gene de, İtimatnamemi sunuşum, Kralın tahtp çıkışını haber verişim gibi resmî ziyaretlerde, söyleyeceklerimi söyleyip ödevimi bitirince oturmamı söylerdi ve konuşurduk. Dışişleri Bakanı da hazır bulunurdu. Şüphesiz bunlar pek seyrek olaylardı; ama ben bu konuşmaları ilgi çekici ve çok faydalı bulurdum. Konuşmamız pek resmî geçerdi ancak gene de ara sıra kişisel bir yakınlaşma olur, birbirimizi ölçüp tartmak için fırsat bulmuş olurduk... Genel olarak Türkçe konuşurdu; ben bu dili pek az bildiğimden Dışişleri Bakanı tercüme ederdi. Arada bir Fransızca kullandığı olurdu; Fransızcası akıcı değildi ama meramını anlatabilirdi. Yılda bir kere kabul verirdi, o da 29 Ekim Cumhuriyet bayramının akşamı. O sabah, Büyük Millet Meclisinde üniformalarını giymiş yabancı devlet elçilerini ve elçilik ileri gelenlerini sırayla huzura alıp, tebrikleri kabul etmiştir. O günün akşamı bakanların, mebusların, yüksek rütbeli subay ve memurların, tanınmış kişilerin ve kordiplomatiğin hazır bulunduğu büyük, zengin bir davet düzenlenirdi. Kordiplomatik mensupları ayrı bir odaya alınır ve orada Cumhurbaşkanı kendisine çok yakışan o ağırbaşlı haliyle herkesi ayrı ayrı selamladıktan sonra bir koltuğa oturur, yaveriyle hazır bulunanlardan bazılarını çevresindeki topluluğa katılmaya davet ederdi. Sabahın erken saatlerine kadar süren bu akşam, Atatürk'ün akşamıydı. Çok eğlenirdi, ancak gene de daha önce sözünü ettiğim sınav usulünü büroda de elden bırakmazdı. Bu bayram akşamlarından sonuncusu 29 Ekim 1937'de idi. O gün beş saat kadar Atatürk'ün yanında kaldım; bu benim için, Onun zihnini bir konuya verebilmekteki olağanüstü gücünü görmek bakımından büyük bir fırsat oldu. Çevresine her yeni gelen kimseye söyleyecek, ya da ondan sorup öğrenecek bir şey buluyordu. Konuşması bir an bile sudan, hafif konulara yönetmedi. Söylediği her sözün güttüğü bir amaç vardı; sözlerinin gerisinde sürekli bir maksat, yorulmak bilmeyen bir soruşturup öğrenme isteği sezilirdi. Konuşmamda sizlere Atatürk'ün kahvaltıda neler yediğinden, elbiselerini kime diktirdiğinden, ne marka diş macunu kullandığından niçin söz etmediğimi artık anlamışsınızdır sanırım. Ben de bilmiyorum ve zaten ne önemi var bunların? Ben burada Atatürk'ü bir insan olarak ele aldım ve bu konuda son bir söz söyleyeceğim. Yumuşak bir adam değildi, çünkü hayatı çetin mücadelelerle yoğrulmuştu. Fakat âdildi. Kesin düşünceleri vardı, ancak başkalarını dinlemeye her zaman hazırdı... Çevresinden bağlılık bekler ve bunu hak ederdi. Kazandığı kuvvet hiçbir zaman başını döndürmedi. Küçüklük nedir bilmezdi. Her şeyden önce Türk ulusunun iyiliğini düşünür ve bunu barışta, güvenlikte, ilericilik ve kardeşlikte bulurdu, savaş ve fetihte değil. Sert görünüşüne, çabuk duygulanan bir kimse olmayışına rağmen çevresinden saygı görmek İhtiyacını derinden duyduğunu sanıyorum. Serinkanlılıkla düşünebilmek insanlara karşı duygusuz olmak değildir.3 *** Kaynak 3-Türk Dili Dergisi, Cilt XIV, Sayı 158 (1 Kasım 1964), s.109-113’te yayınlanan Ünal Aytür tercümesinden aktarılmıştır. 1-Loraine'’in 10 Kasım 1948 Anma Konuşması, Türkiye'de ilki 1981'de Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılında Kemal Atatürk as i Knew Him) ve diğeri 1998'de Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılında (Sir Percy Loraine's Address on Atatürk 10 November 1948) Ankara'da The British Council tarafından İngilizce olarak iki kez yayınlanmıştır. 2-Esra Sarıkoyuncu Değerli, "Bir İngiliz Diplomatın Gözüyle Mustafa Kemal Atatürk", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Cilt XXIII, Sayı 67-68-69 (Mart-Temmuz-Kasım 2007), s. 209. * EKLEYEN; Uğur ÖZIŞIK

  • Sarı Gülü Sever miydin?

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e, Şenol YAZICI * Hiç aklıma gelmedi, birileri yazmışsa da görmedim. Sen hangi gülü severdin? Ölümünde başucunda olduğu anlatılan bahar dalını biliyorum, ama aşkın A'sı olan gül benim merak ettiğim. Sanki sana sarı gül yakışırdı. Gözlerine, o görkemli maviye en çok gidenin sarı olmasından değil, saçlarının sarılığından da değil; üstüne kitap yazdıracak bir derinliğe sahip tek güldür sarı da ondan, öyle düşündüm. Hani hüzündür, keskin bir jilet gibi yüreğini büyüten, ama ardını bırakmadan düşlere boğan... Hani ardından bin yıl gidip ulaşamadığın sevgilindir ay ışığında mehlika sultan gibi hep erişilmez, hep yükselen... Hani sevmektir, aşktır, insanın dışarıya verdiği kabuktan, vesikalık resimden öte kalbidir, insanı cümle yaratıktan üstün kılan kalbi. Bir ortak paydamız olsun istiyorum. Sarı gülü sever miydin? Senin sevdiğin vatanı, yurttaşı, bilimi bildik, sevdiğin aklı, çağı, kitabı, giysiyi, yatağı, alfabeyi, müziği, dansı... bildik, yenilmiş, her şeyini kaybetmiş, içten ve dıştan ihanete uğramış bir ulusun mazlum ama onurlu duruşunu gösterdin, ezberledik; anlıyorduk hep bize bir şey öğretmek içindi gösterdiğin; senin gibi güveneceğimiz komutanlar bulunca iyi askerdik belki, ama uzak bırakıldığımız çağı zor öğreniyorduk, o nedenle bizden adam yaratmaya çalışmakla geçti ömrün, ama senin kalbini bilmemize olanak kalmadı ya da istemedin ya da istemediler. Kimbilir belki de şık durmaz, büyük komutan ımajını zedelerdi, bu insani ilgi, ondan mı? İyi de hangi kadını ne kadar sevdin, kaç şişe içtin?.. herkesin derdiyken de mi? Samimi olmalı, senden sonrakilerin içini boşatıp , kendilerini de katıp bilin diye dayattıkları Atatürkçülüğü sevemedim, ben seni insan olarak tanıdıkça, nedenini niçinini anladıkça sevdim. Kısmet olmadı Gazi Mustafa Kemal, bir zamanların bataklık olan tapulu toprağında, ama senin emekle bozkırda cennete çevirdiğin çiftliğinde cömert sofrana oturma onuruna erişemedim. Belki kalbini hissetmem mümkün olurdu, ama ... Hiç öğrenemedim, sen sarıgülü sever miydin? * Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek...Bunu hoyratça savrukça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmak isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu,’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün. Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Ama bizde hele bir kesimde Çanakkale Savaşı önemli, ama sensiz, niyeyse... Kurduğun ülkende seni görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı, kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin kaybeden koca bir ulusu? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, çiçekle karşılasınlar diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gidişindeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile Kürtlerden oldurdukları ordu salındı üstüne, iki halkı birbirine kırdıracak nefret tohumları ekerek. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak...Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil. Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun, düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanım’ın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin.Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar,dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar.Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün. Genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar genç Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları... sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri (…) kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır, dedin . Konu vatansa ne kırmaktan ne kırılmaktan korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı, sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı. Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, insanlığımdan dehşete düşüyorum. Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı... Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hattı müdafaada yenilse de sathı müdafaada ölümsüzdür. Su geri akmaz, tarih de… * Yine soracağım aynı soruyu; beni bağışla. Sen sarı gülü sever miydin? Aramızda insani bir payda yaratması, bana adam gibi adamlara benzemenin müthiş gururunu duyuracak olması bir yana, anlatılacak bir öyküsü olması bir yana, bana öyle gelir ki, o arayışın, yüksekleri özlemenin, olanaksızı istemenin, cesaretin de sembolüdür, sana en çok da o yakışır. * ( 10.11.1998), YEREL GAZETELER, YALOVA,

  • Atatürk'ün Ardında Bıraktığı Miras

    * Prof. Dr. İbrahim Ortaş, * Ölümünden 86 yıl sonra, ilkeleri ve düşünceleri bu denli önemsenen, halen dikkate alınan çok az lider kalmıştır dünyada. Yirminci yüzyıla başarıları ve çok yönlü kişiliği ile damgasını vurmuş olan Atatürk, yalnızca toplumumuzda değil, dünyanın dört bir yanındaki mazlum milletler tarafından da sevgi ve saygıyla anılmaktadır. Bir insanın, düşünceleri, önerileri ve öngörüleriyle sürekli anılması, onun evrensel bir öneme sahip olduğunu gösterir. Bu nedenle, her yıl 10 Kasım, kuru bir anma günü olmaktan çok ötededir; toplumun içtenlikle kutladığı, Atatürk’ün düşüncelerinin önemini daha iyi anladığı bir gündür. Atatürk’ün kısa sürede gerçekleştirdiği işler ve miras olarak bıraktığı eserler, bugün dahi önemi hakkında yapılan konuşmalar ve tartışmalarla canlılığını korumaktadır. Peki, Atatürk'ün insanlığa ve toplumumuza bıraktığı miras nedir? Her şeyden önce, dünyanın merkezinde yer alan heterojen ve çok kültürlü bir topluma bağımsız, laik ve demokratik bir Cumhuriyet bırakmıştır. Dünyada pek çok ülke kadın haklarını gündemine dahi almazken, Atatürk, kadın-erkek eşitliğini toplum yaşamına kazandırarak insanların yasalar önünde eşit olduğunu göstermiştir. Belki de hepsinden önemlisi, onun "biricik mirasım" olarak nitelediği "bilim ve aklın yol göstericiliği" ilkesidir. Aydınlanmanın temeli, egemenliğin kan bağı ile babadan oğula geçen yönetimden, halkın seçme ve seçilme özgürlüğüne dayalı bir yönetim anlayışına geçiştir. Bu anlayış, toplumun her alanda eşit yurttaş olarak ülkenin iradesinde etkin olmasını ve düşünce ile inançlarının serbestçe ifade edilmesini sağlar. Aydınlanmacı yaklaşım, aynı zamanda ülkenin tam bağımsız olmasını, başka ülkelerin etkisinden uzak kalmasını ve özgürlüğünü içerir. Atatürk, "Benim temel mirasım, aklın ve bilimin temel yol gösterici olarak kabul edilmesidir" demiştir. Aklın ve bilimin yol göstericiliği metodolojisi benimsendiğinde, diğer sorunlar daha kolay çözülebilir. Eğer bireyin zihinsel altyapısı aydınlanmacı felsefeye göre şekillenmişse, insanı insan olarak görmekte ve akıl ile bilimin yolunda analitik düşünceyle sorunların çözümünü kavramışsa, bu kişi uygarlaşma ve gelişme yolunda ilerliyor demektir. Bu yol, aklın özgürleşmesini sağlayan aydınlanma felsefesiyle kavranmaktadır. Atatürk, bir düşünce ve eylem insanı olarak çağının sorunlarını iyi analiz etmiş ve toplum olarak kaçırdığımız Rönesans ve Sanayi Devrimi'nin yarattığı aydınlanmanın kapısını eğitim yolu ile açmıştır. Bu, özellikle Batı Asya ülkeleri içinde yalnızca Türkiye için büyük bir kazanımdı. Bu nedenle Atatürk, yüzyılın devlet adamı olarak dünya liderleri arasında çok saygın bir yere sahiptir. Bazı uzmanlara göre halen geçen yüzyıldan günümüze liderler arasında açık ara en etkili ve çok yönlü lider konumdadır. Özetle Atatürk, temelde; Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı bağımsızlığı, Eşitsizliğe karşı yasalar önünde eşitliği, Akıl ve bilimin insan yaşamında ve kamu yönetiminde yöntem olarak benimsenmesini, Eğitim ve bilime dayalı sanayileşmeyi, kalkınmayı ve refah toplumu olmayı, Otoriterliğe, totaliterliğe ve saltanata karşı "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesini vurgulayarak demokrasiyi ve bağımsızlığı anayasal cumhuriyet yolunda tesis etmeyi miras bırakmıştır. Ölümünün 86’ci Yılında Halen Onu Arıyoruz Ancak, coğrafyamızdaki insanların bu kazanımın gelişme ve yaşam kalitesini artırma açısından ne kadar önemli olduğunu tam olarak kavradıkları söylenemez. Atatürk ve arkadaşları, ülkenin en önemli sorununun eğitim yetersizliği olduğunu görerek eğitimi temel amaç olarak belirlemişlerdir. Eğitim birliğinin sağlanması ve alfabenin değiştirilmesiyle eğitimin yaygınlaşması sağlanmış; Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması, sanayileşme ve tarımsal kurumların geliştirilmesi gibi pek çok yenilik gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün 14 yıllık aktif yöneticilik döneminde attığı temeller, bugün önemini daha da iyi hissettirmektedir. En önemlisi, aklın ve bilimin yol göstericiliğini topluma rehber olarak sunması, Cumhuriyetin geleceğini gençlere, TBMM’nin geleceğini ise çocuklara emanet etmesi, kurumsal bir sahiplenmeyi göstermektedir. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ifadesinin tüm toplumca anlaşılması dileğiyle, Atatürk’ün anısını derin bir saygıyla yad ediyoruz.

  • Ay Oğul Ay Kemal'im

    HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL * Sen hep Samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay Kemal’im Hele bir de buralara Çık hele bir Çık hele bir Kemal’im! Yol uzak Hane viran Dersen eğer Kemal’im! Dilediğin yere çık Çık hele bir Çık hele bir Kemal’im! Gör ki ne haldedir 'Ey Türk Gençlik' in Gör ki ne haldedir 'Bu yurdun efendisi' Gör ki ne haldedir 'Bursa'da dediklerin ' Sen hep Samsun'a mı çıkarsın ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de oralara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im Kimi kurşun sıkar, kimi cop sallar Kimi akar okulların kapılarından Defteri kan, kitabı kan, günaydını kan Böyle mi doğmuştu güneş Samsun'dan Ekmeksizler okul diye meleşir Bir kalemi yedi kardeş üleşir Ölen ölür, ölmeyenler ağlaşır Bu muydu beklediğin Kurtuluş'undan? Sen hep Samsun'a mı çıkarsın Ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de okullara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im. Pamukta, tütünde neler dönüyor Demirden, petrolden kimler vuruyor? Millet ucun ucun akmış gidiyor 'Benim bu gidişe aklım ermiyor' Vahdettin döküntüsü fetva veriyor. Derdim çoktur, hangisine yanayım? Hangi bir kurbana ağıt düzeyim? Ne yöne gittik ki geldik bu yana? Kemal'im Kemal'im tatlı Kemal'im, Kılıcı belinde atlı Kemal'im. Sen hep böyle heykelde mi durursun? Sen hep böyle NUTUK'ta mı durursun? Sen hep böyle Samsun'a mı çıkarsın? Ay oğul, ay Kemal'im. Hele bir de kahvelere Irgat Pazarlarına Hele bir de zindanlara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im Yazın gel, güzün gel, zemheride gel Zemheri soğuk dersen Kemal'im Azıcık beride gel, Gel de anlasınlar sen kimin Kemal'isin Ağanın mı, beyin mi, beyoğlunun mu? Gel hele bir Gel hele bir Gel de anlasınlar sen kimin Kemal'isin. Gel de bir gör hallerimizi Kimler çalıp çırpar ellerimizi Yunuslu, Pirsultanlı dillerimizi. Sen hep Samsun'a mı çıkarsın? Ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de her yere Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im. Çık ki her yer Samsun olsun Kemal'im Çık ki her yer Samsun olsun Kemal'im…

  • SOMA FACİASI

    ... karadeniz derler bir kara derya abanmış üstüne kozlu’da çocukların kömür müdür yürek midir ocaklardaki ağıt mıdır figan mıdır bacalardaki zonguldak zonguldak vurur yüreğim zonguldar dertlerim günde beş öğün katarlanır albayraklı cenazelerim kimi ağlar ekmek ekmek, ne bilem kimi ağlar okul okul, ne bilsin ne bilsin grizuyu grevi sendikayı, kemal’ım ne bilsin yoksul yetim? sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım hele bir de kömürlere çık hele bir çık hele bir kemal’ım! … Hasan Hüseyin Korkmazgil *** Soma Faciası, 13 Mayıs 2014'te Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlan madencilik kazasıdır. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçmiştir. Soma Holding şirketlerinden Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında, patlamaya elektrikli ekipmanların sebep olduğundan şüphelenilmiştir. Yangın, vardiya değişimi sırasında meydana gelmiş ve 787 işçi patlama sırasında yer altında kalmıştı. 17 Mayıs 2014'te, bu faciada toplamda 301 kişinin hayatını kaybettiği ve içeride kimsenin kalmaması sebebiyle kurtarma çalışmalarının sona erdiği açıklanmıştı... Bu kazada hayatını yitiren tüm madencileri rahmet ve saygıyla anıyoruz...

  • İlk Yıldızı Bekledim

    Yusuf ERBAY * İlk yıldızı bekledim senin yerine Ülkeri, demirkıranı, çolpanı. Her akşam başka adla çıktı karşıma Senin bir ismini dahi bilmezken.   Kaybolanlar kısmına yazıldı adım Senin yüzünden yitirdim kendi izimi İçime giden yanlış yollara saptım. -saçak desenli / karanlık örtülü-   Susuz dağlarda bekledim senin yerine Her sabah başka isimle söndü yıldızım Mavi yıldız, tan yıldızı, seher gülü…

  • ACELESİ OLANLAR İÇİN KAFKA

    KAFKA ESERLERİNDEN ÇOKAZINI YAYINLANMAYA DEĞER BULMUŞTUR *   - Franz Kafka o kısacık hayatına yaklaşık kırk eser sığdırmıştır. Bunlar arasında tamamlanamamış üç romanı Amerika, Dava ve Şato’nun yanı sıra dokuz büyük öyküsü “Hüküm”, “Ateşçi”, “Dönüşüm”, “Ceza Kolonisinde”, “Akademi İçin Bir Rapor”, “İlk Istırap”, “Küçümen Bir Kadın”, “Bir Açlık Sanatçısı” ve “Şarkıcı Josefine ya da Fare Halkı” da bulunmaktadır. Franz Kafka’nın eserleri toplam 3400 sayfayı bulmaktadır. Kendisi bunların sadece 350 sayfasını yayımlanmaya değer bulmuştur. Franz Kafka çok çelimsiz biriydi. Öyle çelimsizdi ki hayatı boyunca kendisinden daha zayıf biriyle karşılaşmadı. Dışarıdan bakıldığında yaşamı da pek renkli sayılmazdı. Franz Kafka 3 Temmuz 1883 günü tüccarlık yapan Hermann Kafka ile kızlık soyadı Löwy olan Bayan Julie Kafka’nın ilk çocuğu olarak Prag’da dünyaya geldi. Kafka Berlin’in dışında Münih, Zürih, Paris, Milano, Viyana, Budapeşte, Venedik ve Verona’da bulundu. Kafka Yahudi’ydi. Kuzey Denizi’ni, Baltık Denizi’ni ve İtalya’nın Adriyatik kıyılarını gördü. Kafka’nın hayatında aşk hiç eksik olmamıştır; en tutkulu ilişkisi bir gazeteci olan ve bavul taşıyarak para kazanan Milena Jesenská ile yaşadığı, en mutlu olanı ise Dora Diamant ile yaşadığıdır. Franz Kafka üç kez nişanlanmıştır: iki kez memure Felice Bauer’le, bir kez de Praglı bir sekreter olan ve daha sonra da tuhafiyecilik yapan Julie Wohryzek’le. Franz Kafka kimya, Germanistik ve sanat tarihi eğitimi almış, sonra da hukukta karar kılarak bu alanda doktorasını tamamlamıştır. Franz Kafka yaşamının azımsanmayacak bir bölümünde vejetaryen beslenmiştir. Franz Kafka Hellerau mobilyalarını severdi. Franz Kafka’nın göz rengi tam olarak bilinmemektedir. Franz Kafka’nın üç kız kardeşi vardı. Franz Kafka, İş Kazaları Sigorta Şirketi’nde avukatlık yaptı. 1 Temmuz 1922’de emekliye ayrıldı. Kafka’nın en iyi arkadaşları arasında Max Brod, Ernst Weiß, Milena Jesenská, Robert Klopstock ve Oskar Baum sayılabilir. Franz Kafka hayatı boyunca her gün en az bir mektup yazmıştır. O mektuplardan her biri, okumakta olduğunuz şu metinden en az on kat daha üstündür. Franz Kafka o kısacık hayatına yaklaşık kırk eser sığdırmıştır. Bunlar arasında tamamlanamamış üç romanı Amerika, Dava ve Şato’nun yanı sıra dokuz büyük öyküsü “Hüküm”, “Ateşçi”, “Dönüşüm”, “Ceza Kolonisinde”, “Akademi İçin Bir Rapor”, “İlk Istırap”, “Küçümen Bir Kadın”, “Bir Açlık Sanatçısı” ve “Şarkıcı Josefine ya da Fare Halkı” da bulunmaktadır. Franz Kafka’nın eserleri toplam 3400 sayfayı bulmaktadır. Kendisi bunların sadece 350 sayfasını yayımlanmaya değer bulmuştur. 1915 yılında, ödüle layık görülmediyse de, Fontane Ödülü’nün maddi kısmı Franz Kafka’ya aktarılmıştır. Franz Kafka hem hastalık hastasıydı hem de tüberkülozu vardı. Franz Kafka uzun süre sanatoryumlarda kalmış olmasına rağmen, orada bile kendisi kadar zayıf birine rastlayamamıştır. Franz Kafka Prag, Zürau ve Berlin’de yaşamıştır. Franz Kafka’nın babasıyla sorunları vardır. Franz Kafka 3 Haziran 1924’te Viyana Kierling’de hayata gözlerini yummuştur. Franz Kafka zayıflığını, hayatı sürdürmek için zaruri olmayan her şeyin akıp yazdıklarına karışmasına bağlamıştır. Karla Reimert Şipşak Kafka

bottom of page