top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Ay Zamanı

    Şenol YAZICI * Bir küstüm çiçeğidir, ergenliği aşmış yalnızlıklar; Hem herkes, hem her şey olmaya hazır, hem hiçbir şey olmamaya kararlı... öyle kırılgan dururlar... Savrulan sarışın yapraklar gibiyken hayat her ay büyür, her ay tutulur onlar. Ay vurur, gece büyür, bir Kaş mavisi kadar korkunç ve güzel gökyüzü, dünyanın çatısına gerili delik deşik bir örtü, uzar, uzar, uzar… Belki şimdi, sıyrılır yatağından çıplak bir mavi kadın, ki gün görmemiş karanlığıdır, ağır bir zamanında ömrün, hiç sevilmemiş... portakal çiçeklerinden yalnızlık toplar. şimdi en hazanından bir güz ağlar tenimde, ölür gece, sevdam kanar... Biterse ses, ay boşalır yuvasından dökülür suya, söner söner aydınlık, tek bir keman çalmaz, dağılır dört bir yana iç kanatıcı bir kırılganlık; Ay yanar, su yaralar. / * ŞİİRE DAİR: ANTOLOJİ.COM'da iki kez ayın şiiri seçilen bu şiirle ilgili yorumları buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

  • Sen Geldin Sanıyorum

    Fikret KUŞÇUOĞLU * Bir tebessüm, bir müjde bekliyorum her akşam Ne zaman kapım çalsa, sen geldin sanıyorum Anıları peş peşe, ekliyorum her akşam Ne zaman gözüm dolsa, sen sildin sanıyorum Yadigâr kaldı şimdi, yârin bir çift busesi Çınlıyor kulağımda, hüzünlü buruk sesi Vuslat hayali kurmak bir züğürt tesellisi Ne zaman dost arasam, sen kaldın sanıyorum Ömürden saymıyorum, sensiz geçen her günü İçimde gizliyorum, bir yangının külünü Çaresi yok bu aşkı, bir çözümü mümkünü Ne zaman yüzüm gülse, sen güldün sanıyorum Hayallerim düşlerim, hepsi kalmış yarına Bir yığın hüzün dolmuş bu ömrün baharına Mahkûm olduk bir kere, gözlerin esrarına Ne zaman hazan olsa, sen soldun sanıyorum Ateşteyim küldeyim, ıpıssız bir çöldeyim Yangındayım seldeyim, gönüldeyim teldeyim Uzatma şu hasreti, perperişan haldeyim Ne zaman uykum kaçsa sen böldün sanıyorum

  • Sıcak

    Özgür KARAKAYA * "Sıcak, herkese aittir; soğuk, insanın elbisesine göre değişir." Çin Atasözü Sıcaklarda Bu sıcaklarda seni düşünüyorum çıplaklığını boynunu bileklerini minderde ak bir kuş gibi yatan ayağını senin söylediklerini. Bu sıcaklarda seni düşünüyorum bilmiyorum aklımda en çok kalan ne gözümün önüne gelen boynun mu bileklerin mi çıplak ayağın mı bana benim olurken söylediklerin mi? Bu sarı sıcaklarda seni düşünüyorum bu sarı sıcaklarda bir otel odasında seni düşünüp yalnızlığımı soyunuyorum biraz da ölüme benzeyen yalnızlığımı. Nazım Hikmet Bir cismin sıcaklığının ya da soğukluğunun bir ölçüsü olarak tanımlanır. Duyu organlarıyla sıcaklık hakkında fikir sahibi olunabilmektedir. Tahmin de edilebilir. Sıcaklığı ölçen aletlere termometre denir. T ile sembolize edilmektedir. İnsanın içini ısıtan, azı karar çoğu zarardır. Fazlası agresifliği de getirir. Bunaltarak, tembelliğe iter. Haykırmayı da getirir. Göz göze gelme anını anlatır. Samimi ve cana yakınlığı içine alır. Kimi zaman elektrik alınan kişidir. Çekim gücünü de anlatır. Kimi filmlerde cinsel yakınlaşmayı anlatan kelimedir. Yaşamda ise çekiciliğin yanında destekleyendir. Yemekten ağzı yanın yandım demesidir. Yemeklerin lezzeti, kahvelerin sunumu ve yakınlığın dile getirilişidir. Yaz aylarını hatırlatır. Dondurmayı ve serinlenmeyi akıllara getirir. Kışın aranan ve özlenendir. Üşümemeyi de anlatır. Kumsalı denizi hatırlatır. Dar bir odada, esmeyen rüzgarla birlikte çekilmeme durumudur. Yatakta sırılsıklam kalmanıza sebep olur ve uyutmayandır. Oturduğunuz yerden kaldırandır. Giydiğin elbisenin bedenine ve saçların alına yapışmasıdır. Bünyenin her gözeneğinden su fışkırmasıdır. Bolca su tüketmeyi de getirir. Sıcak hava , bıkkınlık, tahammülsüzlük, öfkelenmeyi ortaya çıkarabilmektedir Yaşamı zorlaştıran yönü de vardır.

  • Bornova Kitap Fuarı

    1 Ekim 2023'te maviADA yazarlarından Niyazi UYAR, kitaplarıyla BORNOVA KİTAP FUARINDA... Uzak yakın herkese duyurulur... maviADA'yı da temsil edecek arkadaşımıza başarılar diliyoruz. * Sonunda üstümüzden bu ataleti atıyoruz. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ATALET, tembellikle karşılanıyor. Oysa tembellik hem geçicidir, hem de bedensel bir sonuçtur, ataletse psikolojik; geçici olan tembellik tam karşılamıyor gelir bana, o zaman belki eylemsizlik ... Bu yönlü bakınca sağalmayan büyük bir umarsızlık, şıfasızlık var ATALETTE, yani EYLEMSİZLİK... Tıpkı ülkeler gibi dergiler de insanlarından soyutlanamaz; yani bizde bir hal var. Yine de bilelim; dergileri , çok nedeni varsa bile asıl EYLEMSİZLİK öldürür. Belki benimki de NİKBİNLİK ama maviADA, pandemiyle birlikte girdiği ATALET sendromundan nihayet sıyrılıyor diye umut etmeye mecburum * Şenol YAZICI

  • YİNE DE ŞAHLANIYOR AMAN

    Nurten B. AKSOY Yaz mevsimi bitti, sonbahar geldi, eylül sarhoşluğu filan derken ne takvime bakmışım ne de haftanın hangi gününde olduğumun ayrımındayım. İnsan bazen farkında olmadan zamanın dışına taşıyor demek ki; tıpkı A.H. Tanpınar'ın dediği gibi; "Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpâre geniş bir ânın Parçalanmaz akışında. Bir garip rüyâ rengiyle Uyuşmuş gibi her şekil" Gece saat 12'yi geçti... TV'nin köşesindeki bir tarih çarpıyor gözüme haberleri izlerken; 12 Eylül... Ve bir anda, bir zaman makinesinin içinde 43 yıl öncesine, hatta daha eskilere gidiyorum. Bizim kuşağın çok iyi bildiği o uğursuz günlere, 70'li yıllara yani. Ülkede yaşanan kanlı günler, "yürümekle aşınmayan yollar", kanlı 1 Mayıslar, üniversitelerin önünde patlayan bombalar, yitip giden gencecik canlar, yaşı büyütülerek darağacında sallanan fidanlar, kardeşin kardeşe kırdırıldığı günler... Hepsi bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Bütün bu kanlı karmaşa ortamında öğrenci olmak, üniversitede okumak, her şeye karşın mezun olmak ve gencecik bir öğretmen olarak göreve başlamak... Benim gibi tüm arkadaşlarımın da yaşadığı, zihnimizde unutulmaz izler bırakan yıllar... Ve bir sabah "Yine de şahlanıyor aman / Kolbaşının yandım da kır atı" diye bağıran o Davûdi sesle uyanmak. Radyolardan dinlediğimiz "Ordunun yönetime el koyduğu" haberi ile belki de ilk anda derin bir "oh" çekmek... Bir anda bıçakla kesilmişçesine biten terör olayları, demokrasinin yine yeniden sekteye uğraması ve askeri vesayet günlerinin acımasız, can yakan, canlara kıyan uygulamaları... Ve daha niceleri... Sonra bütün bunları yapanların taltif edilmesi, devletin en üst yönetim kademesine gelip cumhurun başı olması. Yıllar yıllar sonrada bu insanların rütbelerinin sökülüp sözüm ona cezalandırılmaları; ama takdir-i ilahi olarak uzun bir süre bir türlü toprağa ve huzura kavuşamamaları. Bütün bunlar geçiyor gözlerimin önünden, zihnimin içinden bir film şeridi gibi ve içimde bir şeyler cız ediyor. O gencecik insanlar neden öldü, o hayatlar niye zindanlarda çürüyüp yok oldu, anaların-babaların canı neden yandı, diye düşünüyorum... Geçen şu 43 yılda neler neler gördük, ne çok darbe yaşadık sivilinden postmodernine... Aslında bütün bu geçen zamanda en büyük darbe yaşamımıza yapıldı, ahlaki değerlerimize, eğitim sistemimize, doğaya, yaşam tarzımıza ve daha nicelerine... Acımadan yüreklerimize darbe vurdular, halen de vuruyorlar. Birbirimizden nefret eder olduk, birbirimizin gözünü oyar, birbirimizi gammazlar olduk. "Rabbena hep banacı" olduk, sahte dindarlar olduk... Aradan geçen bunca yılda başta yöneticiler olmak üzere hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum hayretle. Örneğin teknolojide çok hızlı yol alınmasına rağmen o teknolojiyi yerinde ve bilinçli kullanmayı bir türlü öğrenemediğimizi, pek çok şeyde sınıfta kaldığımızı görüyorum. Şimdilerde hepimizin bizden daha akıllı telefonları var, her şeyden anında, bir tıkla haberdar oluyoruz, hepimiz birer klavye silahşoruyuz artık. Oturduğumuz yerden asıyoruz, kesiyoruz, vatan kurtarıyoruz, her konuda ahkam kesiyoruz, icabında yangına körükle gidiyoruz. Ülke göz göre göre istila ediliyor, sahte ve cahil din adamları her yerde karşımıza çıkıp yaşamımıza yön vermeye çalışıyor. Siyasiler koltuk derdinde "Sen kazanamadın, ben kazandım; ben en iyiydim, sen kötüydün" diyerek ülkenin içine düştüğü duruma gözlerini kapamışlar birbirlerinin gözünü oyarken ülkenin de temeline dinamit koyuyorlar. "Millet fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş durumda." Ama kimsenin umurunda değil... Zaman değişti, oyuncular değişti; ama oynanan oyun hiç değişmedi. Kirli ve kahpe oyuncular adlarını değiştirip değiştirip yine sahnede yerlerini aldılar. Bir yerlerde yine birilerinin canı yanıyor, analar yine gözyaşı döküyor, çocuklar aç geziyor... Devran değişiyor, yaşananlar değişiyor, cellatlar değişiyor; ama acılar galiba hep can yakarak sürüyor, sürüyor ve sürecek... Yaşadığımız bunca şeyden gördüğüm ve anladığım bir şey var ki bu süreçte bizler sevgiyi unuttuk, barışı unuttuk, bir ve beraber olmayı unuttuk, insan olmayı unuttuk, yaşananlardan ibret almayı unuttuk ne yazık ki...

  • Sanal Dünya

    Fadime Y KAROĞLU * Ne hızlı değişiyor zaman… ve ne çabuk ayak uyduruyoruz her değişime. Onca kıymetlimizi bir kalemde silip atıyor, vazgeçemeyeceğimizi düşündüğümüz neyimiz varsa unutuyor yeniye, çağın getirdiğine dört el sarılıyoruz. Bazen moda, bazen mecbur… Daha dün her sokakta ancak bir kutsal mabet gibi gözüken bir tek telefonlu ev vardı. Asla Kars'taki yakınımızla görüşmeyi başaramazdık., "Adana çık aradan..." demekten... Şimdi evdeki herkesin birer tane... Odadan odaya onunla iletişim kurar olduk. Kırk yılda bir fırsat yaratıp kaçtığımız dağ başlarında elimizde telefonumuz vizyona yeni giren filmleri izliyoruz. Öyle sardı ki bizi yanımızdaki sevgilimizi bile unutup telefona veriyoruz kendimizi, hoş o da son maçlardan gözünü alıp da baktığı yok ya... Hele bilgisayarlarımız, ulusça aradığımızı bulmuştuk. öğrenmesi o denli kolay değildi. bir de pahalıydı, o yüzden zaman aldı. Ama sermaye durur mu kafasına koymuşsa? Bilgisayarsız ev artık çağdışılığa soyunmuş sayılırdı. Öğrenirsek köşe olacaktık. Öğrendik. Yedisinden yetmişine hepimiz birer facebookcu, birer twitci, birer blogcu olduk... Bir devir sevdalarımızın tanığı bir çift gözdü, saçından kıskandığımız aşklarımız vardı. Ne mümkün selamsız sabahsız alnının ortasına ebediyen çıkmayacak bir yaftayı yemeyi göze almadan karşı cinsten birine merhaba demek… Komşusu ölse duymayan insan çağına geçmiştik, gittikçe kalabalıklaşan ve otomatize olan dünyada insan nedir ki? Parası var ve tüketiyorsa insandı. Bizi kalabalık yapan ortak idealler, ülküler devri bitmişti. Ülkesini kurtarayım derken yetmeyen yaşı büyütülüp asılanların duvarlara yazdığı yazılar silinip gitmeden, mezarlarına bile kimse gitmez olmuştu, aramayın bayramda el öpmeye geleni… Öyle yalnızdık… Tabi ki insandık, yalnızlığımızı aşacak umarlar arardık hepimiz. Bir Allaha mahsustur yalnızlık, kulun hükmü nedir ki? Tam o günlerimize denk geldi, bilgisayar ve internet. Üstüne üstlük kullanmayan çağdışıydı, küçük bir kutudan dünyanın bütün gizemlerine ulaşıyordun. Kullanmayan kalmasın diyordu tüm büyüklerimiz, okuma yazma bilmeyen kalmasın der gibi... Her talebimize para istiyorlardı, her tıklamamıza bir bedel... Birilerinin çok kısa zamanlarda dudak ısırtacak paralara kavuştuğunu duyuyorduk, ama bize neydi? O karmakarışık teknolojiye nasıl hükmedecek ne işimize yarayacak, biz onda ne yapacaktık, sorgulayamadık bile, herkes alıyor, bilgisayar maceralarını ballandıra ballandıra anlatıyordu, geri mi kalacaktık. Kaçımız okur yazardı, kaçımız grafiker, kitap yazan, haber takip edendi... Dili bile dilimize dönmemiş teknolojiyi tonla para dökerek aldık, ama hakkını yememeli, üç boyutlu oyunlara gene tonla para sayıp iyi eğlendik. Maaile çağdaşlaşmamızın bu eşsiz anıtını salonlarımızın en göz alıcı yerlerine kurduk, anamızın çeyizimize eklediği örtülerle süsleyerek. Bize sağlayacağı nimetleri dört gözle beklerken üniversiteye hazırlanan, gece gündüz de bilgisayardan bilgi kapmaya uğraşan çalışkan kızımızın internetten tanıştığı bakkal Mahmut'un çırağına kaçması bir iletişim kazasıydı, unutamadığımız, ama aldırmadık. Bilgisayarın başında giderek ağırlaşan, ağrıyan bedenimiz fena kandırıldık diye sinyaller gönderirken o da oldu. Bir tıkla küçük bir camdan binlerce sanal dost, arkadaş, hatta tam beklediğimiz beyaz atlı gibi duran aşklar sızdı dünyamıza, inanılmaz çoğaldık… Çevremiz zaten ıssızdı. herkes herkesle kavgalı hır gür içindeydik. Olan bir kaç merhaba dediğimiz de dünya emek istiyordu. Onlarla mı uğraşacaktık. Dar günde yanımızda olan dostları elimizin tersiyle itip, dünyanın öbür ucunda yaşayan onlarca yüzlerce sanal dostlardan medet umar olduk. İki bini üç bini bulmuştu facebook arkadaşlarımız, hiç bu kadar kalabalık olmamıştık, ama cenazelerimiz neden bu denli ıssız, düğünlerimiz neden böyle coşkusuz anlamıyorduk. Çok düşünmedik üzerinde. Arkadaşlarımız oradaydı işte, masanın üstündeki kutuda, bir tık kadar yakında. Aman, banal komşularla mı uğraşacaktık. O hiç tanımadığımız insanlarla neyimiz varsa paylaşır, yan yanayken, yüzümüzün kızardığı her ne varsa, ortaya döker olduk sonsuz cesaret bulup… Aşık bile olduk, gazeteler boy boy garip öykülerini yazdı bu sanal aşkların, yılmadık. Kâh on sekiz yaşında bir çocuk, kâh ellisinde bir delikanlı oluyor, sanal aşkımızı doludizgin, kaygısız yaşıyorduk. Nasılsa kimse dokunamaz, yargılayamazdı keyfimizi. Yediden yetmişe internet ustası olduk. Kimsenin başka şeye gereksinimi yok, aynı evin içinde ayrı pencerelerden sarkarak bakıyor, ayrı dünyalara gürül gürül akıyoruz. Omurgamızın kilitlendiğinin ayırtına bile varamazken, kocaman bir kör sinek gibi yapıştığımız camdan kurtulmayı düşünmek kimin aklına gelir ki? Sözde sosyalleşiyoruz… Fark etmeden ne az konuşur, ne az görüşür olduk. Okuma alışkanlığının yerini yazının almasına sevineceğiz derken, garip kısaltmalarla sözcükleri ve yazım kurallarını yerle bir ettik… Kime ne ise; durumumuzu, ruh halimizi, tuhaf karikatürler, resimli imgelerle anlatıyoruz. Sıcacık selamlaşmaların yerini “dürt” meler aldı. Canım doğum günü pastası bile kuru cama resim oldu sadece. Oysa aldığımız armağanın janjanlı paketini açmanın heyecanı, teşekkür öpücüğü ya da içten bir gülümseme, “yanındayım” mesajı veren omza dokunma… Ne kadar da sahici değil miydi? Bunca çoğalırken, ayırtına varamadığımız şey, gitgide ıssızlaştığımızdı oysa… Bir tür esaretti belki de. Ya da sanal aşk denilen, çağın hastalığına tutulmanın yeni ismi mi?

  • 087956'IN SIFIRI

    Tarık BUĞRA * Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam otu­rur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, be­bek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl. Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara ta­şınırım. Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta ka­dar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben; Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl; “Benim de” dedi. Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karı­şık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geli­yordu. O; “Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve “Or­taklaşa bir bilet alın yılbaşı için,” dedi. Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu. İclal’le biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikra­miye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey! Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kâğıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu. On lirayı nereden bulmalı? Borç arkadaştan alınır; ama gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olan! Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmak­ta.. ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve “İşte senin payın" diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter. Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; İclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkın­tıyı artırmakta ne mâna var sanki? Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama... Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden ge­len ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti. Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havâle kâğıdı gelene kadar amcala­ra gidilmeyecek, sonra da İclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak! Tut ki, borç almışım! Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu kadarcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı? Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Mey­danı'nında, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horlanmış. dolaşır­ken. Bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni eko­nomik kaderlere dair felsefeler yürütürken. bu şans bende iken başka ne olsun? İclâl ’le ve annesiyle burun buruna geli­verdik. Çarşıdan dönüyorlarmış. Şey almışlar.. Sonra şey de al­mışlar... Niçin onlara uğramıyormuşum ve; “Biletimizin numarası kaç? Hey ya Rabbi! Beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken baş­ka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam “87956.” Ve İclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddi­yetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi; - "Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz. değil mi anne?" dedi. Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arka­daşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii İclâl gibi bir kı­zın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmen­likle çekip gitti. Arkasından "Hey budala, beni işkenceye gö­türüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana’’ diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette. Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beyni­min içine vurup duruyordu: Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüz binlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii! 87956!.. Ne ahenk; ne kompozisyon; ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak? Birdenbire ve can havliyle, İclâl’e; “Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum. O çoktan ezberlemiş bile -“87956.” “Yanlış" diyorum. “Neden? Sen öyle demedin mi?” “Hayır. ” “Aaa.. vallahi 87956 dedin; hâlâ kulağımda." Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lâ- net! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çeki­ci rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama... dirensem "çıkar da bak bakalım bilete” di­yebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki! Evde İclâl ; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?" diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana: "Yok, canım; mahsus söyledim onu... seni kızdırayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu ki, 87956 olmasın” dedim. Radyo kazanan numaraları okumaya başladı: Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmu­yorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben: Bana o çarpacak, buna, İclâl kadar ben de eminim. Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra: “Evet, muhterem dinleyiciler;  evet, evet;  işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hânesini söylüyorum: Altı!..” Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam edi­yor: “Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir önce­ki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı ala­cak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklıma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün... ” Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle! “Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinle­yiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla...! İclâl ’le göz göze geliyoruz: Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamların ardında masmavi deniz... off Allahım... ne spiker! “...7956!..” Amca da, yenge de... hattâ kedi bile... şöyle bir doğrul­dular. Ve İclâl rüyalaşmış, İclâl ballaşmış, bana gülümsüyor : Ev... Sonra Abant'a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her se­ne... Ve spiker... Esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahro­lası spiker... Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence! Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi... hepsi, her şey vız gelir bana; ama İclâl’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümit şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk... çamlar... mavi ufuk... Abant... bunların hepsi lâf... hepsi lâf” diye bağırmalıyım. Ama geciktim ve spiker... sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkıl­mış ve nâmütenahi melûl bir sesle; “Çıktı, değil mi?” diye inledim. Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir köşk görünüyor, baş­ka hiçbir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra; “İnşallah” dedi. Ona boş gözlerle, aptal aptal baktım. Açıkladı: “Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa..." Birden bire kendime geldim ve; “Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış olmalıy­dım; yenge; “Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da; “Neden?" diye sordu. Hüzünle; “Çünkü" dedim, “büyü bozuldu.” Üçü birden; “Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile; “Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya doğru gitti." Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış! Buzlar dağılmıştı artık. Ama İclâl bir parça üzgündü Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalış­maya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ İclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım. *** Süleyman Tarık Buğra, Türk gazeteci ve roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. Çok yönlü bir yazar olan Buğra, özellikle romanlarıyla tanınır. Küçük Ağa adlı romanıyla tanınmıştır. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanı almıştır. Doğum tarihi: 2 Eylül 1918, Akşehir Ölüm tarihi ve yeri: 26 Şubat 1994, İstanbul

  • Özgürluk

    Paul ELUARD * Okul defterlerime Sırama ağaçlara Kumlar karlar üstüne Yazarım adını Okunmuş yapraklara Bembeyaz sayfalara Taş kan kağıt veya kül Yazarım adını; Yaldızlı tasvirlere Toplara tüfeklere Kralların tacına Yazarım adını Ormanlara ve çöle Yuvalara çiğdeme Çın çın çocuk sesime Yazarım adını En güzel gecelere Günün ak ekmeğine Nişanlı mevsimlere Yazarım adını Gök kırpıntılarına Güneş küfü havuza Ay dirisi göllere Yazarım adını Tarlalara ve ufka Kuşların kanadına Gölge değirmenine Yazarım adını Fecrin her soluğuna Denize vapurlara Azgın dağın üstüne Yazarım adını Bulutun yosununa Kasırganın terine Tatsız kaba yağmura Yazarım adını Parlayan şekillere Renklerin çanlarına Fizik gerçek üstüne Yazarım adını Uyanmış patikaya Serilip giden yola Hıncahınç meydanlara Yazarım adını Yanan lamba üstüne Sönen lamba üstüne Birleşmiş evlerime Yazarım adını İki parça meyvaya Odama ve aynaya Boş kabuk yatağıma Yazarım adını Obur köpekçiğime Dimdik kulaklarına Acemi pençesine Yazarım adını Kapımın eşiğine Kabıma kacağıma İçimdeki aleve Yazarım adını Camların oyununa Uyanık dudaklara Sükütun ötesine Yazarım adını Yıkılmış evlerime Sönmüş fenerlerime Derdimin duvarına Yazarım adını Arzu duymaz yokluğa Çırçıplak yalnızlığa Ölüm basamağına Yazarım adını Geri gelen sağlığa Kaybolan tehlikeye Hatırasız ümide Yazarım adını Bir tek sözün şevkiyle Dönüyorum hayata Senin için doğmuşum Seni haykırmaya Özgürlük çeviri: M. C. Anday - O. V. Kanık PAUL ÉLUARD Paul Éluard, gerçek adıyla Eugène Grindel (14 Aralık 1895, St. Denis - 18 Kasım 1952, Paris), dadacı ve gerçeküstücü Fransız şairdir. 1912'de İsviçre, Davos'taki Clavadel sanatoryumunda verem tedavisi görürken genç bir Rus kızıyla, Helena Dmitrievna Diakonova ile tanıştı, ona Gala adını verdi. Şubat 1917'de evlendiler. André Breton ve Louis Aragon ile tanıştı, her ikisiyle de uzun ve siyasi görüş ayrılıklarıyla gölgelenen bir ilişki kurdu. I. Dünya Savaşı'nda cephede görev aldı ve bu dehşetin anılarını 'Le Devoir' adlı şiir derlemesinde dile getirdi. Savaş sonrasında önce Dada hareketine, sonra da gerçeküstücü akıma aktif olarak katıldı. 1929 yılında Salvador Dalí'yle tanışan karısı Gala, Éluard'dan ayrıldı. Éluard ise 1930'da, Nusch adını vereceği Maria Benz'le tanışıp 1934 yılında evlendi. 1926 yılında diğer gerçeküstücülerle birlikte üye olduğu Fransa Komünist Partisi'nden 1933 yılında ihraç edildi. II. Dünya Savaşı sırasında direniş hareketinin büyük şairlerinden biri olan Eluard, 1942 yılında, içinde ünlü "Liberté" şiirinin de yer aldığı "Poésie et Vérite" adlı derlemeyi gizlice yayımladı. Fransa özgürlüğüne kavuştuktan sonra büyük şöhret kazandı. 1952 yılında bir kalp krizi sonucunda öldü. Éluard, hem aşk hem de devrim şairi olarak 20. yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçıları arasında gösterilir. Fransız Komünist Partisi'ne katılması sonucu gerçeküstücü hareketten kopan şair, şiirlerinde Stalin'i yüceltmiştir. Milan Kundera, anılarında, arkadaşı, Prag'lı yazar Zavis Kalandra'nın idamını Élouard'ın ayan beyan savunduğunu duyduğunda hayrete düştüğünü anlatır. 'La Vie immédiate' (1932), 'La Rose publique' (1934), 'Les yeux fertiles' (1936) ve 'Cours naturel' (1938) yapıtlarından birkaçıdır. kaynak: Vikipedi

  • Eylül'ün Yüzkarası

    Nurten B. AKSOY * Pek çok kültür ve medeniyetin beşiği olmuş, birçok dini bağrında besleyip büyütmüş doğduğum gizemli şehir Mardin'le ilgili silik birkaç anıdan ve Süryani komşularımızdan başka bir şey hatırlamam, ama hiç kimseyi ve hiçbir inancı ötekileştirmeyen engin hümanizmasını anımsarım. Öte yandan neredeyse ömrümün yarısını geçirdiğim İstanbul'un her köşesinde, her taşında anılarım vardır, özellikle çocukluğumun geçtiği Kumkapı ve Beyazıt'ta. 1960'lı yıllar... Bir yokuşun orta yerinde Soğanağa Mahallesi, yokuşu tırmanırsanız Beyazıt'a, o koca İstanbul Üniversitesi'nin önüne çıkarsınız. Yokuşu inerseniz deniziyle, balıkçılarıyla, meyhaneleriyle, kiliseleriyle ünlü Kumkapı karşılar sizi. Şimdilerde dünyanın dört bucağından gelmiş gariban insanların yaşadığı bu bölge, o yıllarda İstanbul'un en seçkin semtlerinden sayılırdı. İnsanları sıcak kanlı, orta halli ve kültürlü insanlardı... Komşular birbirlerini çok sever ve sayardı. Mahallemizde Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt komşularımız vardı; ama kimse kimsenin diniyle, milliyetiyle uğraşmaz; sımsıcak, insancıl ilişkiler içinde geçerdi hayat. Birbirimizin bayramlarını birlikte kutlar; acıyı da sevinci de paylaşırdık. İşte Ermeni, Rum dostlarımı ilk bu çocukluk yıllarımda, bu mahallede tanıdım. Aile doktorumuz işinin ehli, sevecen ve sevimli bir Ermeni doktordu. Evde biri hastalandığında telefon edip haber verirdik, o koca çantasını kaptığı gibi gelirdi. Muayenesini yaptıktan sonra yanında taşıdığı ilaçlardan da verir, içimizi rahatlatır, ücretini alır giderdi; ama son derece mütevazı bir ücret. Bir başka unutamadığım iyi insan ortaokulu okuduğum Gedikpaşa Ortaokulu'nun karşısındaki küçücük kırtasiye dükkanının sahibi Ermeni Agop abiydi. Neredeyse bütün okul ihtiyaçlarımızı ondan alırdık, paramız olmasa da yetmese de her istediğimizi verirdi; güler yüzlü, sevecen bir ağabeydi bizler için. Çok genç yaşta freni patlayan bir aracın dükkanına girmesi sonucu ölmüştü de öz ağabeyimiz ölmüş gibi bütün okul yas tutmuş, ne çok üzülmüş, ağlamıştık ardından. Komşumuz Eğinli Kürt Hatice teyzelerin evindeki Bibi (hala) bir başka dünya tatlısı insandı. 1915 yılındaki o menfur olaylar sırasında henüz yeni doğmuş bir bebekken ailesi tehcire katılan şanssız (belki de çok şanslı) bir çocuk. Kendini ölümden kurtarıp, koruyup kollayan bu ailenin bir ferdi olmuş yıllar boyu, ömrünü onlara adamış, bütün mahallenin Ermeni Bibi teyzesi olmuştu. Sonra Kapalıçarşı'daki kuyumcu Artin Usta... Sekiz on yıl önce tanıdığım bir başka Ermeni dost; öğretmen arkadaşım sevgili Mari ve babası sevgili Rober Usta... Geçtiğimiz yıllarda hayata veda eden Rober Usta yetmişli yaşlarında, işinin ehli, koca gönüllü bir insandı. Bir keresinde atölyesine gittiğimde kendi elleriyle özel olarak yaptığı ve benim çok beğendiğim bir yüzüğü zorla vermişti bana, ısrarla yeterli paramın olmadığını, alamayacağımı söylememe rağmen, o sanat eseri yüzüğü "ben senden para mı istiyorum, ne zaman paran olursa o zaman verirsin" diye taktırmıştı parmağıma. Şimdi o yüzüğü parmağıma her takışımda içim ısınıverir, ısrar ettiği için hep minnetle anarım kendisini... Neyse, şimdi durup dururken bütün bunları niye yazıyorsun diye düşünebilirsiniz. Malum bugün 7, dün de 6 Eylül idi. Yani bu toprakların gördüğü belki de en acı, en karanlık günlerden ikisi. Bu kapkara günlerde; ellerinde kazmalarla, sopalarla, baltalarla sokaklara dökülen binlerce cahilin Gayrimüslimlere, özellikle Rum vatandaşlarımıza ait ev ve işyerlerini yakıp yıktığı, insanlara tecavüz ve darp olaylarının yaşandığı günlerin yıldönümü. Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığı yalan haberiyle galeyana getirilen cahil ve vandal bir kalabalığın Gayrimüslimlere karşı giriştiği yağma ve kıyım bu toprakların yaşadığı en büyük utançlardan biri olarak tarihin kara sayfalarında yerini almış ne yazık ki... Her ne kadar başımızdakiler toplumu "sizinkiler-bizimkiler" diye yaftalayıp içimize kin ve nefret tohumları ekmeye çalışsalar da biz "iyi insanlar" birbirimizi çok seviyoruz. Dilimiz, inancımız, yaşam tarzımız farklı olsa da fikrimiz ve zikrimiz kötü olmadığı müddetçe de hep seveceğiz... En azından ben "Yaradan'dan ötürü Yaratılanı sevmeyi" kendime düstur edindiğim için seveceğim, Tüm insanlara karşı yapılan kötülükleri lanetleyerek ve o kötü insanlara inat... * Fotoğraf: 6-7 Eylül Olaylarından Bir Görüntü

  • Havuçlu Pilav Meselesi

    Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum. Bu kara gün pazar, başka türlü geçerdi. Karımı düşünmek istedim. Hala genç ve güzeldi ve henüz mutfak işlerinden hoşlanıyordu. Şimdi akşam yemeğini hazırlamaya çalışıyordu. Epey çalışmama rağmen onu duygularımda canlandıramadım. Bu fena bir haldi… Ne yapmalı? Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir… Her şey canlanıverdi. İçimde kâinatı güzelleştiren, hayata mana veren o büyülü o heyecan belirmeye başlamıştı. Seslendim – Hürrem Körpecik sesini işittim. – Efendim! Gelsene biraz, dedim. – Ne var? diye sordum. Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri paylaşmaktan başka ne için çağırırdım? – Gel hele, dedim. — Ama yemek yemek yetişmeyecek sonra. Varsın yetişmesin, diyecektim fakat lüzum kalmadı. Keman susmuş bed bir ses hiç sevmediğim bir dilde konuşmaya başlamıştı. Bana içim yeniden boşalıverecekmiş gibi geldi. Mutfağa geçtim keman sesinin getirdiği iştiyak ile ılık hatırayı kaybetmek istemiyordum. O bir şeyler yapıyordu: başını bile çevirmeden, rastgele bir gülüşle: - Ne var diye sordu. – Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum. Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile… Umursamadan: - Ne düşünüyorsun? dedi. Dişlerimi sıktım, birdenbire başını çevirerek! - Ne yapıyorsun orada? diye bağırdı. Ekmek bıçağını almış, havuçlara hücum etmiştim. Ben bunun farkında değildim fakat istifimi bozmadan: -Hiç! dedim. Pilav için hazırlıyorum. Bu esnada: demin ‘havuçlar benden mühim diye düşünüyordum. – Delirdin mi sen, Allah aşkına. İşime daha dikkatle devam ettim. Biraz hırçınlaştı: Sonra bir işe yaramayacak havuçlar Oralı olmadım. Sesini biraz daha yükseltti. – Bırak artık, şakaysa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet sakindi. - Sen bunu eğlence mi zannediyorsun? Oda tıpkı benim gibi sakinleşiverdi. - Demek havuçlu pilav da oluyor?.. İzah ettim: — İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim. — Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz zannediyorsun. — Peki, sen gördün mü? Diye sordu. — Hayır! Dedim, fakat neden olmasın? — Olsa ne çıkar? Sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun? Anlayışsızlığa açıyormuş gibi güldüm. — Beğeniyorum hem de çok beğeniyorum. Hatta daha da çok beğenebilirim. Fakat bu ondan da daha çok beğenilecek pilavı arayışıma mani olabilir mi? Ben iktifa etmenin fazilet olduğuna inanıyorum. İnsanlığı bu hale getiren bu fazilettir. İlmin anası bu fazilettir. Benim istediğim, bu faziletin mutfağımıza da girmesidir. – Bu mutfak sadece benimdir, yani demek istiyorum ki sen şimdi burada fazlasın. Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık vererek ilave etti: - Haydi sen odana git, kitap oku, esne veya uzan! – Pilavı hazırlamadan nasıl giderim canım? dedim. Ve mani olmasına fırsat vermeyecek kadar süratle, fakat sükûnetimi bozmadan pirinci maltızın üstündeki suya salıverdim. Arkasından havuçları boca ettim. Atıldı, fakat geç kalmıştı. Yanakları pençe pençe kızarmıştı. Bu haliyle ilk randevumuzdaki kadar güzeldi. Ve bu hiddetini mağlup edebilmek bana ilk aşkı kadar tatlı gelecekti. Birden bire kucakladım; öptürmedi. Üstelik iki tane de tokat attı. — Sana ne oluyor böyle gözüm? dedi. Fakat dinleyen kim? – Çık buradan. Git diyorum sana! dedi. – Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu sezdiğim için, mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordum. - Demek beni evden kovuyorsun? dedim. - Bunu da nereden çıkardın? Fakat izaha lüzum gördüm: - Mademki öyle istiyorsun, peki. Beni bu kadar anlayışsız mı zannediyorsun? Zaten bu sabahtan belliydi. Sinemaya gidelim dedim, yağmuru bahane ettin. Tavla oynayalım dedim. Okuyacağım dedin. Mademki istiyordun niçin şimdiye kadar durdun. Seni tutan kim, hadi ne duruyorsun vakit kaybetme. Ona gözlerimi kısarak bakarken bıçağı kuvvetle masaya sapladım ve dışarı çıktım. Arkamdan tekrar: - Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere gere ‘git!’ diye meydan okuyor. Fakat olmadı! Sandalyeleri devire devire gittim. Bu sırada ‘dönüşten dönüşe fark var’ diye mırıldanıyordum. Sokak kapısına vardığım zaman mutfağın eşiğine çıkarak: - Pilavı berbat ettin şimdide gidiyorsun, dedi. * Caddeye çıktığım zaman içimde şu zıkkımı adam gibi içmeyi hala öğrenemedim diyecek bir arkadaşa hasret vardı. Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken bir tuhaftı. Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve yepyeni bir yaylada Yağmur ne güzel çiseliyordu. Fakat insanlar bana yabancı bana aldırış etmeyen insanlar. Hâlbuki ben, meselâ şu kadını sevebilirim, şu adamla pekâlâ dost olabilirim, ama onlar geçip gidiyorlardı. Rastgele bir meyhaneye girdim. Büfenin ortasındaki taburelerden birine oturdum. Bir hamlede bütün şişeleri boşaltmak istiyordum. Bir kadeh, bir kadeh daha, bir kadeh daha… Yanımdakiler mesut insanlardı. Hele biri ki beni saadetten kolayca tiksindirebilirdi, çocuklarından, karısından binlerce liradan bahsediyor. Hâlâ isimleri sayıyordu. Büfeci ona votkasıyla birlikte bir parça da limon getirdi. Adam limonu kadehe sıkmak için bir hayli uğraştı. Su yerine çekirdek sıkıyor ve beni eğlendiriyordu. Alay etmek için mükemmel bir fırsattı. Halinden anlamam ama beyefendi dedim. Şu elinizdekinin ilk görüşte limon olduğunu söyleyebilirim. Adam bana tuhaf tuhaf bakarak; Limoncu musun? Dedi. O budala, bu sözdeki nükteyi asla kastetmemişti bana eminim. Fakat gene de çileden çıktım. – Evet, dedim. Ben limon üzerine ihtisas yaptım. İtalya’da, Tirino’da, mektebin bahçesinde seksen yedi çeşit limon vardı! Adamın gözleri hayretle açılmıştı: -Seksen yedi çeşit mi? – Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar, renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar. Büfeci de beni dinliyordu: - Tatları ayrı limonlar da var mı? Diye sordu. Onu ‘sen işine bak’ der gibi şöyle süzerek: - Siz bana bir porsiyon havuçlu pilav getirin! Dedim. –Havuçlu pilav mı? – Sahi dedim siz bilmezsiniz. Pilaki olsun! Yanımdaki adam gözlerini bana dikmişti. Derin derin içimi çektim: - Bu benim karımın, rahmetli karımın yemeğiydi. –Rahmetli mi dediniz? Dik dik baktım: - Bu şaşılacak bir şey mi? Adam kekeledi: - Hayır! Estağfurullah! Gençsiniz de! - O benden gençti. Ve biz beş aylık evliydik. Adam bana karşı bir kardeş kesilivermişti. Bu bana pek dokundu. – Deli gibi severdik birbirimizi… Sonra havuçlu pilav… Gözlerim yaşardı. Garson pilakiyi getirmişti. Fasulyelere kinle, nefretle bakarak: - Ben artık yemek yiyemem ki, dedim! Artık ağlıyordum. * Borcumu o adam ödedi sokağa beraber çıktık. Beni gezdirmek, avundurmak istiyor, ısrar ediyordu. Nihayet hüznüm onu mağlup etti ve ben yalnız kaldım. Oh karıma doğru uçmak istiyordum. İçimde vicdan azabına benzeyen fakat aynı zamanda çılgın bir neşeyi müjdeleyen bir şey vardı. Bir taksiye atladım. Yatak odasına yıldırım gibi girdim onu omuzlarından tutarak var kuvvetimle sardım. Saçları dalgalanıyordu, kurtulmak için çırpınıyor fakat gülüyordu. Bıraktığım zaman: -Sen çıldırmışsın dedi. Öptüm, yüzünü buruşturdu. - Sarhoş! dedi. - Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim. – Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti. Gülerek: - Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. -Vakit bırakmadın ki dedim.

  • LAİKLİK: SEN SAĞ BEN SELAMET

    Zeki SARIHAN * Laiklik, ülkemizin yıllardır tartıştığı konuların başında geliyor. Bunun güncel nedeni, özellikle bugünkü iktidarın devlet işleriyle din işlerini birbirine karıştırması, toplumu muhafazakârlaştırmak için devletin bütün olanaklarını kullanmasıdır. Türkiye’nin bir laiklik sorunu gerçekten vardır. Yapılacak şey, laiklikten sapmayı amaçlayan her uygulamaya karşı anında ve çekinmeden karşı çıkmak, daha uzun vadede de laik bir iktidarı yani halkı başa geçirmektir. Bunu yaparken bazı kavramları yerli yerine oturtmak da zorunludur. Her şeyden önce kabul edilmelidir ki laikliğin en güçlü koruyucusu halktır. Dünyanın hangi milliyet, din ve mezhebinden olursa olsun bütün halklar laiktirler. Bu Orta çağ’da da böyleydi, günümüzde de böyledir. Halk kitleleri, günlük yaşamlarını sağlayabilmek için doğada ve işyerlerinde didinip dururlar. Laik olmayan ise bir kısım dinci organizasyonlardır. En göze çarpan örneklerden birini verelim: Afganistan halkı laiktir. Laik olmayan devleti ele geçirmiş olan bir medreseli “Taliban” grubudur. IŞİD gibi Ortadoğu’da cirit atan dinci örgütler de laikliğe düşmandır. Yoksa İran ve Arap toplumları değil. Devlet ve halk ayrı ayrı kavramlardır. Devleti ellerinde tutanlar dinci olunca halk da dinci olmaz. Bunun bizim toplumumuz tarafından bilinebilecek örnekleri Selçuklu ve Osmanlı toplumu ve devletidir. Bu iki devlet de bir yandan dünyevi törelere göre uygulamaya yaparken, bazı konularda da dini referans olarak alıyorlardı. Din onların anlayışında kendi iktidarlarını ayakta tutmaya yarayan bir araçtı. Bir bireyin bir yaratıcıya inanması ve dâhil olduğu dinin ritüellerini yerini getirmesi onun laikliğe karşı olduğunu göstermez. Yeter ki, devlet işlerinin de dinî emirlere göre yürütülmesini istemiş olsun. Halkların ve bu arada Türkiye halkının böyle bir talebi olmamıştır ve bugün de yoktur. Onlar zaten devletin kendi örgütleri olmadığını ve kendi çıkarlarına göre örgütlenmediğini bilirler, en azından sezerler. Üstelik, geldiğimiz noktadan sonra Şeriat kurallarının devlet hayatında kullanılması halk kitlelerinin çıkarlarına aykırıdır. Günümüzde cariyeliği, çok kadınla evliliği, mirastan erkeklerin iki, kadınların tek pay almasını kabul eder? Kim fethedilen toprakların bazı kişiler arasında paylaşılmasını, fethedilen halkın malının, kadınlarının helal olduğunu mantığına sığdırabilir. Bazıları, burjuva aydınlanması ve laiklik kavramlarının aynı olduğunu, bilgisiz insanların laik olmadığını savunuyorlar. Burjuva aydınlanmasından geçmiş bir toplum laiklikle yönetilmeyi ister. Sosyalist aydınlanmadan geçmiş bir toplum ise hem laikliği, hem halk egemenliğini savunur. Fakat öğrenim görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen, bir de dindar olan insanların laik olamayacağını söylemek doru değildir. Ölçü devletin din esasına göre örgütlenip hüküm yürütmesini isteyip istememekte düğümleniyor. “Müslüman laik olamaz, laik de Müslüman olamaz” sözüne yıllar önce bu nedenlerle karşı çıkmıştım. “Şeriatçı” denilebilecek olanların dışında hemen bütün Müslümanlar laiktir. Onların din konusunda devletten isteyebileceği şey, devletin dinlerine müdahale etmemesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında devletin laik olduğu hükmü vardır. Ancak daha baştan beri buna aykırı uygulamalar da devam etti. Devletin içinde din işlerine bakacak bir başkanlığın bulunması, kentlerdeki camilerde imamların maaşlarını devletin ödemesi laikliğe aykırıdır. Yıllarca (Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da) halk kendi camisini kendisi yapıyor, imamlar da bu görevi gönüllü olarak yerine getiriyordu. İmam olabilmek için namaz kıldırmasını bilmek yeterlidir. Eskiden ve şimdi daha çok olmak üzre okullarda din derslerinin bulunması da laikliğe aykırıdır. Devlet televizyonlarının dini yayınlar yapması da. Cumhuriyet, Sünni İslam’ı zımnen devlet dini yapmış ve onu denetim altına almıştı. Böylece cemaatlerin büyüyüp yaygınlaşmasının önüne geçmek istemiştir. Geldiğimiz noktada bunun başarılamadığı görüldü. Cemaatler hem kendi örgütlerini ve çalışmalarını genişlettiler hem de devleti denetimleri altına aldılar. Türkiye Cumhuriyeti eğer hâlâ resmen bir din devleti olamamışsa bunu halkın direncine borçluyuz. Bu halk kavramının içinde yalnız Aleviler veya dindar olmayan nüfus değil, geniş bir Müslüman nüfus da vardır. Uzlaşmayı nerede sağlayabiliriz? Bu konuda devletle halk arasında bir uzlaşma şarttır ve sorunun altından ancak bu yolla çıkabiliriz. Devlet, hiçbir dinin devleti değildir. O vatandaşların dünya işleriyle uğraşacaktır. Her klasik devlette olduğu gibi vergi alacak ve bütçenin dağıtımıyla ilgilenecektir. Vatandaşları askere alacaktır. İç güvenliği sağlayacak, okullar açacak, bayındırlık işleriyle uğraşacak, Asayişi ilgilendirmediği sürece yurttaşların din işlerine karışmayacaktır. Vatandaşlar da hiçbir biçimde devletten dinle ilgili bir talepte bulunmayacaklardır. İmamların ve camilerin giderlerini Alevilerin Cem Evleri için yıllarca yaptığı gibi isteyen yurttaşlar karşılayacaktır. Herkes istediği dini seçebilecek ve çocuklarına bu dinin kurallarını öğretebilecektir. Dolayısıyla okullarda zorunlu veya seçmeli din derslerine gerek kalmayacaktır. Okullarda ancak bilim ve teknik okutulabilir ve bunlar çağdaş bilim esaslarına aykırı olamaz. Dinî bayram günlerinin tatil olması, halkın çoğunluğunun bayramlaşma geleneğini devam ettirmesinden ötürü sayılacaktır. Dilimize Fransızcadan girmiş Laik sözcüğü zaten ruhban olmayan halk demektir. Fransız İhtilali, kilisenin egemenliğine son vererek burjuvazinin iktidarını sağladı ve laikliği bir devlet sitemi olarak kabul etti. (O dönemde burjuvazi de halktan sayılıyordu.) Bugün de laiklikten anlamamız gereken budur. Yani bir halk iktidarının devlet sistemi. Din-devlet işleri kökünden ayrılırsa buna herkesin razı olması gerekir. Buna yalnız, devletten nemalanan bir ruhban sınıfının ve dini politik bir araç olarak kullanmak isteyen politika bezirgânları karşı çıkacaktır. Onların direnişi de ancak bu sağlam ilke ile boşa çıkılabilir. Sonra sen sağ ben selamet. Bugün 4 Eylül. Sivas Kongresinin yıldönümü. Bu tarihî olaya bir de bu gözle bakalım. Bu kongre din işleri için mi toplanmıştı, dünya işleri için mi? Alınan kararlar içinde din kurallarının uygulanmasını isteyen tek bir madde var mıdır? Erzurum Kongresi ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı gibi. (4 Eylül 2023)

  • ADIM SONBAHAR

    Nurten B. ASOY * "Yine hazan mevsimi geldi / Yine yapraklar rüzgarların peşi sıra gidecek..." şarkısının sözleri gibi hazan mevsimi gelip çattı işte. Sonbaharın ilk ayı eylül, yani hazan mevsiminin başlangıcı. Evet günler kısaldı, gittikçe daha da kısalacak, yaz günlerinin o kavurucu sıcakları geçecek yavaş yavaş. Önümüzdeki günlerde bunaldığımız bu havaları özlemeye başlarız; gri beyaz bulutlar gökyüzünde dans etmeye başlar, yağmurlar mazgalları tıkalı sokakları, caddeleri doldurur yine... Uzun zamandır sararmaya başlayan yapraklar rüzgarların peşi sıra dört bir yana savrulur gider... çünkü bir ayrılış, bir veda mevsimidir sonbahar... Şöyle bir düşündüm de eskiden hazan mevsimini bu kadar sever miydim, yoksa yıllar ilerledikçe mi bazı şeyleri farklı algılamaya başladım. Hani "Günler kısaldı, Çamlıca'nın ihtiyarları / Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları" demiş ya üstat Yahya Kemal, belki ben de o yüzden Çamlıca'nın ihtiyarları gibi geçmiş sonbaharları hatırlamaya başladım. Çocukken, gençken ya da yoğun çalıştığım yıllarda mevsimler pek bir şey ifade etmezdi benim için. Sonbahar, okulların açıldığı, tatilin bittiği mevsim olduğundan pek de sevmezdim onu, çünkü yaza veda demekti sonbahar. Kış ile ilkbahar ise zaten okulda geçtiğinden hiç önemli değildi, nasılsa günler hep koşturarak geçiyordu. hem hayatın bunca hay huyu arasında bırakın mevsimleri, yaşadığım günleri bile fark edemezdim o zamanlar... Oysa şimdi unumu eleyip eleğimi astığımdan mıdır nedir her şeyi daha farklı algılar oldum. Artık her anın, her günün, her mevsimin farklı bir anlamı var benim için, şöyle bir hesap yaptığımda elimde kalan anların gittikçe tükendiğini görüyorum. Belki de onun için her şeyi, her nefeste, her adımda dolu dolu yaşamak istiyorum. Artık sonbahar en sevdiğim mevsim; uçuşan bulutlarıyla, esen rüzgarlarıyla, serin nefesiyle, savrulan yapraklarıyla eşsiz bir güzellik sunuyor ruhuma ve huzur veriyor. Tam seyrana çıkıp salınma mevsimi; ama ah şu pahalılık olmasa... Aslında sonbaharın diğer adı hazan mevsimi, yani hüzün dolu, ayrılık dolu bir yaprak dökümü zamanı... Çünkü doğa eylülle birlikte yavaş yavaş güzelliklerinden sıyrılıp bir başka giysiye bürünüyor. Sarının her tonu var bu giyside, hatta toprak rengi bile var. Ama olsun bülbüller daha hazin şakısa, martılar yorgun yorgun kanat çırpsa, ağaçlar yitip giden yapraklarının ardından mahzun mahzun baksa da sonbahar yine de bir başka güzel... Her haliyle, her şeyiyle, her anıyla bir başka güzel sonbahar benim için... Aslında kısaca sonbahar ben, ben sonbaharım... Her ne kadar bu yıl sonbaharın tadını çıkaramayacak, bir dostumla dökülen yaprakların altında yirmi beş lira olan çayımı yudumlarken sohbet edemeyecek olsam da çare yok, geçmiş sonbaharların anılarıyla avunacağım artık... Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • GÜNDÖNDÜ

    Fadime Y. KAROĞLU * Güneşi sevdiğimdendir Günebakan çiçeklerine öykünüp Yüzümü güne dönüşüm. Süt çekirdeklerini Koklayıp, dişleyerek İçini mideye indirişim. Özünü güneşten alan, Hafifçe gülümseyen Sarı yapraklı başını Saygıyla eğerek Güneşi selamlayan Gündöndüler, Sizin zamanınız, Açın gün ışığına Tüm kapılarınızı!..

  • "Haydi Abbas Vakit Tamam"

    Şiirinin Kısa Öyküsü * “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” deyip yolu tamamlayamadan 46 yaşında hayata veda eden Cahit Sıtkı’yı tanımayanımız yoktur. Yalnızlığın, hüznün, romantizmin şairi olan Cahit Sıtkı’nın pek çok şiiri, tıpkı “Otuz Beş Yaş” şiiri gibi zihinlerin bir yerlerine kazınmış ya da adını bilmediğimiz şiirlerinin can yakan dizelerinden kimileri mıh gibi saplanmıştır yüreğimizin bir yerlerine. İşte şairin o şiirlerinden birinin “Haydi Abbas Vakit Tamam” şiirinin öyküsü… Diyarbakır’ın köklü Pirinççizadeler ailesinden olan, edebiyatımızın en güçlü kalemlerinden Cahit Sıtkı iyi bir eğitim alır ve çeşitli gazetelerde, dergilerde öyküler, şiirler yazar. Eğitim için gittiği Fransa’dan, 2. Dünya Savaşının çıkmasıyla geri döndüğünde Ege’nin küçük kentlerinden birinde askerliğini yapar. Ünlü “Haydi Abbas” şiiri, işte bu askerlik döneminin belki de en güzel ürünüdür Yıl 1941… Cahit Sıtkı Edremit-Ilıca, Sahil Muhafaza Taburunda yedek subay olarak başlar askerliğine. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya bir emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini isteyen Cahit Sıtkı, kendisine emir eri seçmek için sırayla isimlere bakarken birden bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas… Bu isim şairimizi çocukluk günlerine götürür ve büyük annesinden dinlediği bir masalı anımsatır. Askerliği bittikten sonra 1944 yılında Cumhuriyet Gazetesine yazdığı bir yazı, Türk şiirinde efsane olacak şiirinin yani “Haydi Abbas” şiirinin özüdür aslında. Çocukken büyükannesinden dinlediği bir masaldan söz ederek başlar yazı: “Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza aşık olur ve sevgilisini bulmak ümidiyle yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felaketler gelecektir, pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış; Abbas, demen kafi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder. Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.” Cahit Sıtkı, büyük annesinden dinlediği ve etkilendiği bu masalı hiç unutmamıştır. Olayın devamını gazetedeki yazısında şöyle anlatır şairimiz: “Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabatlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmetler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: “Acaba?” dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.” Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert, yiğit biri selam çakıp, “Abbas oğlu Abbas, emret komutan!” der. Aslında sakat eli yüzünden çürüğe ayrılmış bir askerdir Abbas. Aralarında söyle bir konuşma geçer: -Nerelisin? -Memleket Mardin, kaza Midyat komutan. -Sen benim emir erim olur musun? -Sen bilir komutan! Askere eşyalarını toplamasını ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını söyleyen şairimiz, zamanla Midyatlı bu askerin zekiliği ve sıcaklığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı’nın tüm ihtiyaçlarını ondan herhangi bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Zamanla aralarında komutan-asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur Cahit Sıtkı’yla Abbas’ın. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten çok etkilenen Cahit Sıtkı zaman zaman karşısına alıp dertleşir onunla ve bu Anadolu çocuğunun ruhundaki gizli şeyleri keşfeder. Akşamları rakı sofrasını kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas komutanına. Aralarındaki duygu bağları iyice güçlenir. Yıldızlı bir yaz gecesinin bir keyif sofrasında, çakır keyif Cahit Sıtkı’nın aklına önce İstanbul, sonra da Beşiktaşlı sevgilisi düşer. -Sen İstanbul’u bilir misin Abbas? -Bilir komutan. -Orada bir Beşiktaş var bilir misin? -Bilir komutan! Ben orada acemi birlikteydim. -Orada benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp onu getirir misin? -Elbet komutan! Bu meltemli geceler Su sesi, ay ışığı Uzayan türküleri Cırcır böceklerinin, Bu cümbüş, bu muhabbet Bu tatlı uykusuzluk Hep senin şerefine Esmer güzeli yârim…” Bu arada şairin "Esmer güzeli yârim" dediği Beşiktaşlı sevgilisinden de bahsedelim: Cahit Sıtkı’nın şiirindeki sevgilisinin de yazdığı aşk mektupları gibi hayali olduğu söylenir. Ancak Cahit Sıtkı’nın teyzesinin oğlu, Avukat Reşid İskenderoğlu 1993 yılında yayımladığı anılar kitabında, yıllar sonra ‘Beşiktaşlı Sevgili’nin izini bulduğunu, kendisi ile görüşmek istediğini, ancak olumsuz yanıt aldığını anlatır. 2004 yılında 93 yaşında hayata gözlerini yuman, anne tarafından şairin akrabası olan Vedat Günyol’un anlattığına göreyse Cahit’in yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgili meğerse kendisinin kız kardeşi Mihrimah Hanım imiş… Bunu, yıllar sonra, bir gün birlikte Paris’te dolaşırlarken Cahit Sıtkı bizzat Vedat Günyol’a itiraf etmiş. Vedat Günyol o gün çok hayıflanmış; “Ah Cahit, keşke o zaman söyleseydin, seni kız kardeşimle evlendirmeye çalışırdım…” demiş. Biz tekrar Cahit Sıtkı ile Abbas’a dönelim, o keyif akşamının ertesi güne… Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar: -Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın? -Ben İstanbul’a gidecek komutan! -Ne yapacaksın sen İstanbul’da? -Sen söyledi bana. Ben gidecek sana sevgiliyi getirecek! Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır. Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur yine ve Abbas’ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kağıda döker! Haydi Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı; Dinsin artık bu kalp ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; Tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, Göster hükmettiğini mesafeye Ve zamana. Katıp tozu dumana. Var git, Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan…

  • Toros Canavarı

    Aziz NESİN * Söylene söylene karakola geldi. Başkomiserin odasına girdi. Odada yalnız nöbetçi memur vardı. Memur uykulu gözlerini ovuşturdu. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, Nuri Pakyürek’e baktı. Nuri Pakyürek’in ta burnunun dibine sokulmuş, inceden inceye yüzünü inceliyordu. Sonra birden masasına fırladı. Masanın gözünden bir fotoğraf çıkardı. Bir fotoğrafa, bir Nuri Pakyürek’in yüzüne bakıyordu. Nöbetçi memur telefona yapıştı. Numaraları çevirdi. Sonra konuşmaya başladı: – Alo… Alo… Neresi? Evet… Evet efendim. Toros Canavarı’nı yakaladık Beyefendi. Toros Canavarı efendim… Kendisi… Herhalde evrak dosyasını çalmak için gelmiş. Karakolu basmak niyetiyle… Ben bizzat kendim yakaladım… Yirmi kişi gönderseniz yeter Beyefendi. Teşekkür ederim. Teveccühünüz… Hiç merak etmeyin, kaçırmam efendim. Nuri Pakyürek, sekiz ay cezaevinde kaldı. Cezaevindeki en azılı katiller, ipsiz sapsızlar bile ondan çekiniyorlar, korkuyorlar, ona saygı duyuyorlardı. Sekiz ay sonra serbest bırakıldı. Neden mi? Çünkü Toros Canavarı en son suçunu iki yıl önce işlemişti. Geçen yıl da Af Kanunu çıkmıştı. Nuri Pakyürek evine gitti. Evde onu herkes saygıyla karşıladı. Bu saygı sevgiden değil, korkudan geliyordu. Karısı, – Ah kocacığım!.. diye atıldı ama, o kadar işte… Sonra hemen geri çekildi. Yanına yaklaşamadı. Onları evinden çıkarmak isteyen ev sahibi, – Amanın, ocağına düştüm… Kıyma bağa Nuri Beğ… diye yalvarıyordu. Kira mira istemem canım. Aramızda teklüf mü var. Bu ev ha senin, ha benim… Bir sabah gazeteler Toros Canavarı’nın ikinci kez yakalandığını yazdılar. Bu ikincisi gerçek Toros Canavarı’ydı. Sorgusunda şöyle dedi: – Daha yakalanmazdım ama, isteyerek yakalandım… Baktım ki bir zibidiyi Toros Canavarı diye ortaya çıkardınız. Herif benim namımı kullanıp duruyor. Buna artık dayanamadım. Mehpare Hanım: – Ben o sünepenin bu işleri yapamayacağını zaten biliyordum, dedi. Ev sahibi de haber almış, o sırada biriken kiraları istemeye gelmişti. Pakyürek ailesi ve ev sahibi, sevinç içinde Nuri Beyin odasını açtılar. Mehpare Hanım, kollarını açarak, – Ah kocacığım!.. Sen değilmişsin… Sen canavar değilmişsin!.. diye odaya girdi. O sırada Nuri Pakyürek, duvar aynasında yüzünü seyrederken acayip sesler çıkarıyordu. Kapıyı açanların üstüne yürüdü. Hepsi korkarak kaçıştılar. O günden sonra Nuri Pakyürek’i Toros Canavarı olmaktan hiç kimse kurtaramadı. Canavarlık çok mu hoşuna gitmişti, yoksa gerçekten canavar mıydı, burası anlaşılamadı. AZİZ NESİN: 20 Aralık 1915'te Heybeliada'da doğmuş, 6 Temmuz 1995, Alaçatı'da hayatını kaybetmiştir. Asıl adı Mehmet Nusret Nesin olan, bilinen adıyla Aziz Nesin, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan Türk mizah yazarıdır. Çok yönlü yazıları ve şiirlerinden daha çok güncel yaşamı hicveden küçük öyküleriyle, keskin ironik toplumsal, siyasi eleştirileri ve yergileriyle tanınmıştır. Nevi şahsına münhasır denilen, belki de dünyada tek örnek olan, ülke koşullarının özellikle yoz siyasetin ürettiği karşı duruşlu bir yazardır ve toplamda tam 8 milyon kitap satmıştır. Buna korsan satışlar dahil değildir.

  • ABBAS

    Cahit Sıtkı TARANCI * Çocukken büyük annemden dinlediğim masallardan biri, aklımda kaldığına göre, şöyleydi: "Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza âşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidi ile yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir. Pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: ... — Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış? "Abbas!" demen kâfi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder. Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın. Ve şehzademiz ninenin elini öperek yoluna devam eder." *** Yedek subaylığımı yapmak üzere kıt'aya gittiğimde, bölük komutanım, emir erimi bizzat seçmemi tembih etmişti. Fakat nasıl seçersin? Bölük erlerinden hiçbirini henüz tanımıyorum ki! Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabadlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmedler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: "Acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim. Mahfelde yemeğimi yedikten sonra, o saatte kasabanın nispeten en serin yeri olan parka yollandım. Baktım arkamdan bir er koşarak geliyor. Yol üzerindeki ilkokulun önünde durdum. Geldi. Mükemmel bir esas vaziyeti; kıyak bir selâm; ve Anadolu kokan, saffet hazinesi bir ses: — Emrine geldim komtanım! Hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, merd gözler. — Adın ne oğlum? dedim. — Abbas oğlu Abbas, komtanım! — Memleket neresi? — Vilâyet Mardin, kaza Midyat, köy Cobin. Çakı gibi asker vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. Yalnız Türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. Ziyanı yok. Onun bu halinde de bir şirinlik var. Tekrar soruyorum: — Sen kaç aylık Abbas? — Ben ihtiyat Komtanım! Âlâ! Parka doğru yürüyoruz. O, solumda ve bir adım geriden geliyor. Askerlikte usul böyledir. Madun, mafevkinin daima bir adım solu gerisinde gider. Peki bu aslan parçası eri nasıl emir eri yaparsın? Yazık değil mi? Ona hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? Kıt'aya gelmeden evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duymuştum, Anadolu uşakları emir erliğini pek istemezlermiş! Onurlarına dokunurmuş! Ve bunun için, emir erleri umumiyetle sakatlar arasından seçilirmiş! Dönüp tekrar Abbas’a baktım, sakata pek benzemiyordu. Parkta havuzbaşının gölgeli bir yerinde oturduktan sonra, karşımda esas vaziyetinde duran Abbas’a: — Sen sağlam yoksa sakat? dedim. — Ben sakat komtanım! — Ulan senin neren sakat? Sol kolunu gösterdi. Anladım, çolakmış! Mademki vaziyet bu merkezde, değil mi? — Sen benim emir eri olur, Abbas? dedim. Hiç kıpırdamadan: — Olur komtanım! dedi. *** Abbas emir erim oldu. Oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim. Yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. Memnun olduğunu her halinden seziyordum. Abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. Öğleyin de, sefertası ile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. Ve akşamları, ben tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplayarak, evden bir yere kımıldamazdı. Söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından o mes'uldü. Vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de otomatik bir surette yapıyordu. Kendisine çok iyi muamele ettiğim halde disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "Abbas!" demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima emre intizaren, kılı kıpırdamadan. Beni siyanet etmesini de bilirdi. Onu çarşıya, jilet, mektub kâğıdı veya sigara veyahud yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de ucuzunu almağa çalışırdı. Abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? Ve kırk para artsa, getirir iade ederdi. Ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün terzisine götürür, ütületirdi. Ev dışında da Abbas’ın koruyucu kanadlarını üstümde hissederdim. Herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı. Akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye — meselâ sigara, meselâ mendil— ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. Bermutad esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan: — Buyur komtanım! derdi. Emir eri değil Hızır! Bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı. Ben de gülerdim. Memnuniyetimden. Abbas’a karşı kalbim minnet ve şükranla doluyordu. *** Bir yaz akşamıydı. O gün tümen komutanının huzurunda sıkı bir teftiş vermiştik. Subayı, eri, hep beraber, bir hayli ter dökmüştük. Eve, pestilim çıkmış bir halde dönüyordum. Bir kırk dokuzluk çekmeden bu yorgunluğu çıkarmağa imkân yoktu. Aşağı odada, söküklerini dikmekle meşgul emir erime seslendim. — Abbas! Tahta döşemede kalın ve ağır bir postal sesi! Merdivenlerden hızla çıkıyor. İşte karşımda: — Buyur komtanım! — Al şu iki buçuk lirayı. Bana bir 85'lik (o zaman kırk dokuzluk ancak 85 kuruş olmuştu.) Şaban ustadan pişkin bir kebab, güzel bir domates ve hiyar salatası ve yoğurdu bol bir patlıcan kızartması. Haydi bakalım marrrş! — Başüstüne komtanım! Sol ayağı üzerinde tam bir dönüş yaptı ve çıktı. Hava kararmak üzereydi. Az sonra minareleri fabrika bacalarından ayırt etmek mümkün olmayacaktı. Kerahat vakti çoktan gelmiş sayılırdı. Bereket versin Abbas eli çabuk kişidir. Bir çeyrekte döndü. Masanın üzerine günü geçmiş bir gazete yayarak nevaleyi düzdü. Baktım buz da almış. Emir eri dediğin böyle olur. Sırtını okşamaktan kendimi alamadım: — Aferin be Abbas! Memnuniyeti sesinde bir: — Sağol komtanım! çekti. Az sonra da şiş kebabını getiriyordu. Buzlu rakıdan bir yudum; sonra çatalını şişkebap, patlıcan kızartması ve salata tabaklarında şöyle bir dolaştırıver! Ve arkasından çek birinci nevi sigaradan bol bir nefes! Ve kaldır başını, bak gökyüzüne! Oh! Yıldızlı bir yaz gecesidir. Rüzgâr da çıktı. Bir Fransız şairinin, ölümden sonra yaşamak hasretini anlatan o canım şiirini mırıldanıyorum: "Yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!... İih..." Abbas’la konuşmak istedi canım. Aşağı doğru seslendim. Meğer o, belki bir şeye ihtiyacım olur diye, kapı arkasında bekliyormuş! Hay Allah senden razı olsun! Abbas’a: — Otur! dedim. Utandı, kızardı, süklüm, püklüm oldu, fakat oturmadı. Bir erin komtanı karşısında oturmayacağını Abbas pek iyi bilirdi. Ben de ısrar etmedim. Yalnız, rahata geçmesini söyledim. Geçti rahata. Kadehimden bir yudum alarak: — Abbas! dedim. — Buyur komtanım! — Askerlik nasıl? — Çok iyi komtanım! — Memleketten mektup geliyor? — Yoh komtanım! — Niye ulan? — Ben de yazmıyor komtanım! — Sen niye yazmıyor Abbas? Köyde senin karı var, çoluk çocuk var. Sen merak etmez hiç? — Ben merak eder, eder komtanım! Ben yazdı beş ay var. Cevab yoh. Şimdilik ben de yazmıyor komtanım! — Hakkı var Abbas’ın! Ara beni, arayayım seni! Bahsi değiştirdim: — Sen beni seviyor Abbas. — Helbet seviyor komtanım! — E... Niye seviyor? — Sen iyi komtanım! (Elile kalbini göstererek), sende kalb temiz komtanım! Hoşuma gitti. Emir eri tarafından sevilmek bir subay için büyük mazhariyet ve bahtiyarlıktır. Dayanamadım: — Yaşa be Abbas! — Sağol komtanım! Abbas’la böyle muhabbet ederken bir yandan da kadeh üstüne kadeh yuvarlıyordum. Bir ara, İstanbul gözümde tüttü. İstanbul ve ilk sevgilim! Gençliğimin en güzel günleri! Şehzadeliğim tuttu, Abbas’tan medet ummak sevdasına düştüm. Abbas’a: — Sen İstanbul’u bilir? dedim. Beni ne derece memnun ettiğinin farkında olmayarak: — Bilir komtanım! dedi. — Sen Beşiktaş gördü? — Gördü komtanım! Ben muvazzaf yaptı Orhaniye kışla. — Ben seni İstanbul’a göndersem gider? Benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüme baktı. Ona emniyet telkin etmek için: — Yarın alay komtanından izin alır, seni İstanbul’a yollar Abbas! — Beni kimse yok İstanbul, komtanım! — Beni kimse var Abbas! Sen gidecek İstanbul’a! — Baş üstüne komtanım! — İstanbul’a gitti. Karaköy var. Sen biliyor? — Biliyor komtanım! — Sen tramvay binecek, Beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. Orda var bir kız, beni sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen kaçıracak o kız, getirecek bana! Abbas da karısını komşu köylerinden birinden kaçırmıştı. Beni anlayabilirdi. Hem anlamasa, değil mi ki komutanı idim, emrediyordum, dinlemesi lâzımdı. O askerliğin bu tarafını da bilirdi. Nitekim: — Baş üstüne komtanım! dedi. *** Ertesi sabah, bermutad Abbas beni uyandırdı. Kahvemi içtim, giyindim. Tam sokak kapısından çıkarken gözüm odasına ilişti. Baktım Abbas’ta bir yol hazırlığı var. Hâlbuki ben unutmuştum bile! Meğersem o, İstanbul seyahatini — hatta belki kız kaçırma teşebbüsünü bile— ciddiye almıştı. Keyfi kaçmasın diye mi yoksa kendimi bile bile aldatmak için mi bilmiyorum, ona: — Abbas! dedim. — Buyur komtanım! — Bu ne Abbas? — Ben İstanbul gidiyor. Sen söyledi komtanım! — Sen beni sevgili getirecek? — Helbet getirecek komtanım! Akmayacak cinsten yaşlar toplandı gözümde! Elimle sırtını okşadım ve bir şey ilâve etmeden kapıyı çekip sokağa fırladım. Yolda düşünüyordum: "Canım Abbas! Hayırlısı ile şu dünya vaziyeti bir düzelse de, seni memleketine, tarlana, çiftliğinin çubuğunun başına, çoluk çocuğunun yanına göndersek! Bana gelince, tıpkı o şehzade gibi, birbirine çaktım mı, "Lebbek sultanım!" diye gaibden çıkıveren Abbas benim neme yetmez!

  • İSTER İSTEMEZ

    Fuat ÖZGEN * Ülkemin göçmen deposu yapılmasına Kimliğimizin yok edilmeye çalışılmasına İster istemez öfkeleniyorum. Eğitimin bilimsellik ve çağdaşlıktan uzaklaşmasına Sürekli geriye gitmesine İster istemez üzülüyorum. Kendisi açlıkla, yoksullukla boğuşurken Zenginin savunuculuğunu yapanlara İster istemez gülüyorum. Kadınların, sürekli hak kaybına uğrarken, Haklarını gasbedenleri övmelerine İster istemez şaşırıyorum. Gençlerin geleceğe güvenimizi güçlendirmesi gerekirken, Vurdumduymaz davranmaları nedeniyle İster istemez kaygılanıyorum. Kendilerinden hizmet beklenirken “Birinci vazifem koltuğumu korumaktır.” diyen yöneticilerin Kişiliksiz, bencil davranmalarına İster istemez sinir oluyorum. Bütün olumsuzluklara karşın Kocatepe önünde otobüsü durdurup Yolcularını saygı duruşuna çağıran sürücü gibileri gördükçe İster istemez umutlanıyorum.

  • Fikret KUŞÇUOĞLU'yla “Okur Yaratmak”

    SÖYLEŞİ * Yazmaya başladığımda öncelikli hevesim bir kitap yayınlamaktı. Sonra hapse girecektim... Modaydı ya... O romantizmle borç harç parasını denkleştirip kitabı bastırdığımda beni daha acil bir sorunun bekleyeceğini düşünemezdim. Zaten ben yazıncaya değin 141, 142 kalkmıştı, hapis fanteziydi ama daha acil ve daha acıklı ve gerçekçi bir sorunum vardı. Bize yetmeyen daracık evlerimizde koca bir odayı ayırdığımız basılı kitaplar, yerine, yani okura nasıl ulaşacaktı? Hiç aklıma gelmeyen bu soru, yaşadıklarımdan sonra o zaman bu zamandır "mıh gibi" aklımdan çıkmaz. Hatta kitaplarım yayınevinden çıkmaya başladığı, yani okura ulaştırma işinin daha profesyonel birilerinin derdi olduğu zamanlarda bile bulduğum çözüme inanamaz uykularımı kaçırırdı. Biliyor musunuz laf aramızda yayınevi deneyiminden de çok mutlu olamadım, çünkü para hiç alamadım, ancak etkinliklere gittiğimde ondan istediğim kitaplar karşılığında ödeşiyorduk. Başlangıçta çok zoruma giden bu çözümü bazı yazarların hiç bulamadıklarını sonradan öğrenecek, dosya çalışması yaptığımızda Cengiz Aytmatov gibi bir dünya devinin bile ülkemdeki yayınevlerinden bu yönlü yakındığını bizzat ağzından duyacak, halime şükretmeyi alışkanlık haline getirmeyi deneyecektim. Çok zamandır yeni bir kitap yapmadığım halde ne zaman yapmayı düşünsem tüylerimi diken diken eden bu sorunun çözüm yolunu hala bulamadım. Hatta bugün maviADA'nın yazarlarının her yeni kitap yapışında benden yardım istiyorlar diye sanmam ve kendimi sorumlu hissetmem de bundandır. Dedim ya ben iflah olmaz bir romantiğim. Sonra dergi yapmaya başladık. Bu daha canlı, kitaba göre anında yanıt alınabilen bir alan olduğundan daha da heyecanlıydı. Ne var ki kendi özelliklerinden "okura" yani paraya duyduğu ihtiyaç daha netti. "Dergi istiyorsanız, iyi yazmanız yetmez, parayı bulacaksınız," der gibiydi. Akletmemiz zor olmadı. İç çamaşırı satacak halimiz yoktu ama, bilgimiz, kültürümüz ve kitaplarımız vardı, onları satacak, para bulacak, sonra dergi yapacak, ama sonuçta gene parasız kalacaktık. Ne ütopyaymış di'mi ? O zamanlar yöneti kadrosunda kitapları olan bir bendim dergide, ötekilerin de olsun diye çırpınıyordum ama kitap denilince hemen olmuyordu. İstanbul'a, Yalova'ya, İzmir'e, Çanakkale'ye... velhasıl gitmediğim yer kalmadı o meçhul okuru bulmak için. Para kazanmadık mı? Kuşkusuz evet, ama bunu yapan bir ben, gittiğim yerler de uzak, masraflı olunca sermayeyi her seferinde kediye yükleyip dönüyordum. Olsun namımız artıyordu. Yazarlar için de nam ne kadar önemlidir bilen bilir. Hala çıkış yolunu arıyorum. Bulsam belki yeniden yazmaya şevkle sarılacağım. Fikret KUŞÇUOĞLU bu anlamda dikkatimi çekti. İyi bir örnek olabilirdi OKUR YARATMAK konusunda. Okuyunca iyi de bu yazar da yazmakla, kitap üretmekle kalmamış, bilfiil onu okurun ayağına götürüyor, bu iyi örnek değil diyenleriniz çıkacaktır. O zaman baştan almalı dersi: Bu ülke bize, öz çocuklarına bir şey öğretti. Ne kadar yetkin ve donanımlı olursak olalım, ürettiğimiz ne kadar eşsiz ve değerli olursa olsun, şımarmayalım diye, asla bize ödül verilmeyecek, zor koşullarda yaşamayı öğrenelim diye de kimse bizim altınımız bile olsa satın almayacak ve biz mezarda bile geçimimizi, ekmeğimizi çıkarmak için uğraşacaktık. Yani haram kursağımızdan geçmeyecekti. Bu da bizi mezarda bile onurlu, gururlu, ama hareketli yani etken yaşamaya mecbur edecekti. İşte sağlıklı yaşamak ve ahret buydu. Çevremizde mangırlarını altın diye satan, her yaptığı alkışlanan, her ürettiği satın alınan, cahil cühela ama mahkemeye kadı, liyakatsiz ama medreseye hoca olan sağdan soldan o kadar insan var diyorsanız, o onlara bir kıyak değildi, belalarını erkeninden bulmaları için Tanrı tarafından verilmiş, uygulaması bize düşmüş bir cezaydı. Şimdiki gösterişlerine bakma, derler ya ; zulmün artsın, işte bu yüzden: Zulmün artacak, sen iyice kuduracaksın, Allah bile sana kızacak, belanı da verecek... Siz siz olun peşin yargıya kapılmayın, önce okuyun. * -Fikret KUŞÇUOĞLU, her yaştan okura seslenen kitaplarını imzalarken- Sizi yaz boyu burada deniz kıyısındaki küçük tezgâhınızın başında gördüm. Arkanızda dünyanın en güzel manzaralarından birkaçı, Marmara Denizi, Adalar, İstanbul silueti olsa da onlara sırtınızı dönüp küçük tezgâhınızı dolduran kitapları elden geçirirken önünüzden biri, herhalde potansiyel bir okur geçerse mırıldanarak, konuşur gibi “Ben yazdım” diyordunuz. Oltaya çağrı gibi… İşe yaradığını gördüm bizzat. Size ve kitaplarınıza yakalandım. İyi ki de yakalanmışım. Sizi öyle tanıdım. Böylece on kitaplı, birçok ödüllü, şiirleri bestelenmiş bir şair ve uzun yıllar okul müdürlüğü yapmış bir eğitimci olduğunuzu, yılın yarısını karşıda, İstanbul’da yarısını da Yalova’da geçirdiğinizi öğrendim. Karşılıklı kitap ve dergi alışverişi yaptığımız zamanlarda okurlarınızla diyaloglarınıza tanık oldum. Her akşam gelip geçerken tezgâhınızdaki kitapların azalışını takdirle izledim. En güzeli ilerleyen yaşınıza karşın işlek bir zeka, gurur ve kibirden arınık olaylara uyum yeteneği, doğru yerde inisiyatif alabilme özelliği, düzgün bir biçimde kendini ifade edebilme becerisi… Bu özellikler belki iyi şairlik için gerekmiyordu, ama ikimizin bu söyleşiyi sağlıklı biçimde yapabilmesi için çok gerekliydi ve daha önemlisi bu satış işinde başarının, yani esnaflığın olmazsa olmazı da herhalde bunlardı. Evet, kitabın okunmadığı, hele şiirin gençleri içki ve uyuşturucuya alıştırdığı en yetkili ağızlarca savlandığı bir ülkenin bir kıyı şehrinde bütün varsayımları altüst edip inadına siz başarıyordunuz. Sırrını merak ettim. Bunlar benim şahsi izlenimlerim. Gerçeği ben ve okurlarım, daha önemlisi kitaplarının satmayışından, dolaysıyla okura ulaşamamaktan yakınan maviADA yazarları, sizden öğrenecekler. Belki de hepimize bu yönlü çok yardımınız da olacak. Şimdiden teşekkürler. Şenol YAZICI * Şenol YAZICI: Kimdir Fikret KUŞÇUOĞLU? Nerede doğdunuz, çocukluğunuz, eğitim hayatınız, çalışma hayatınız nerelerde geçti? Yazar olmak düşüncesi sizde nasıl gelişti? İlk yazı deneyimleriniz? İlk kitaplarınızı nasıl yaptınız? Fikret KUŞÇUOĞLU: Merhabalar Şenol Bey, belleğinizde bir etki alanı oluşturarak beni izlediğiniz, benimle söyleşi yapmaya karar verdiğiniz ve hakkımdaki beni onurlandıran tahliliniz için teşekkür ediyorum. 1948 yılında Adıyaman İli Besni İlçesinde doğdum. Çocukluğumda, mahallemiz ve ilçemizle sınırlı küçücük bir dünyamız vardı. Gerçi o yıllarda herkesin dünyası küçücüktü, yeni yerleri görme, gezme gibi olanaklarımız yoktu. Bunları söylerken aklıma Yusuf öğretmenim geliverdi birden. İlkokulda, Yusuf öğretmenim denizlerimizi anlatıyordu, ’’çocuklar kimler denizi gördü’’ sorusunu sorunca sınıfımızdan tek bir parmak kalkmamıştı. ‘’Gözlerinizi kapatın, çok büyük ve derin bir su düşünün, orası denizdir’’ demişti. İlköğrenimimi Besni’de, orta öğrenimimi Adıyaman Lisesinde tamamladım. 1967 yılında Erzurum Eğitim Ens. Edebiyat Bölümünden mezun oldum. Daha sonra lisans tamamladım. İlk görev yerim İslahiye Ortaokulu Edebiyat gurubu öğretmenliğiydi. Söyleşimizi destekleyici olduğu için ilk görev yerimle ilgili birkaç söz etmek isterim. Öğrencilik hayatımdaki sıkıntıları, imkânsızlıkları bir tarafa bırakmış, yeni bir hayata başlamıştım. İslahiye’nin gençleriyle kısa zamanda içli dışlı olmuş, ben onlardan, onlar da sanki benden biriydi. Gençler geceleri lokantaya takılıyorlar, içiyorlar, insanın içini karartan uzun yanık havalar dinliyor, ah vah çekiyorlardı. İçlerinde benim yaşlarımda Sarhoş Mehmet adında biri vardı, bana Kemalettin Kamu’nun Bingöl Çobanları’nı nerden bulabileceğini sordu, anladım ki gençlerde şiir merakı vardı. Konuştuk, anlaştık, akşamları benim bekâr evinde toplanmaya karar verdik. Toplantıda herkes bir yerlerden bulduğu şiirleri okuyordu, içki masalarından kalkmış, Mehmet Akifleri, Yahya Kemalleri, Bedri Rahmileri konuşur olmuştuk. İslahiye’den sonra Şarkikaraağaç Lisesi Edebiyat öğretmeni, Gaziantep Gazi Ortaokulu Türkçe öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görev yaptım. Yolumuz İstanbul’a düştü. Halkalı Ortaokulu Türkçe öğretmeni, Küçükçekmece Lisesi Edebiyat öğretmeni, Fatih Kız Lisesi Edebiyat öğretmeni, Özel Eseyan Ermeni Kız Lisesi Edebiyat öğretmeni olarak çalışma hayatıma devam ettim. 1980 yılında Küçükçekmece İlçesi Kumsal Ortaokulu’na okul müdürü olarak atandım. Kumsal Ortaokulu adeta 2. Yuvam oldu, aynı okulda 27 yıl görev yaptım, öğrencilerimin çocuklarını okuttum, mutlu huzur dolu bir eğitim öğretim ve yöneticilik hayatım oldu. Yazar olma düşüncesine gelince, aklımda böyle bir düşüncem yoktu, anlık olaylar beni buralara sürükledi, sohbetimiz okunduğunda yazar olma düşüncemin olup olmadığı daha net anlaşılmış olacaktır. İlk yazı deneyimlerim İslahiye Ortaokulunda görev yaptığım yıllarda başladı. İlçede bir gazete çıkıyordu. Bu gazetede neden benim de bir yazım olmasın dedim, sorumlu müdürüyle konuştum, yazılarımı beğendiler, İslâhiye’nin Sesi Gazetesinde edebiyat köşesinde, haftada bir yazılarım çıkmaya başladı. O gazetelerden birkaçı şu an arşivimdedir, zira ben geçmişime çok bağlı bir insanım, rahmetli babacığımın yazdığı 1971 tarihli mektuplar, tanışma ve nişanlılık döneminde eşime yazdığım aşk mektupları muhafaza altında bulunmaktadır. ‘’İlk kitaplarınızı nasıl yaptınız’’ sorusuna gelince, lise yıllarından beri yazdığım şiirlerim vardı, dost meclislerinde okurdum, öğretmen arkadaşlarım bu yönümü biliyorlar ve beğeniyorlardı. Okulumuzun Türkçe öğretmeni Fikrîye Hanımın, büyük kızım Selvihan’ın ve sınıf öğretmeni olan Serpil öğretmenin, eşimin ‘’Kitap çıkaralım,’’ ısrarıyla, ARAYIŞ eserimi hayata geçirmiş olduk, yıl 1998. -Fikret KUŞÇUOĞLU ve eşi sahilde kitaplarının başında- Çeşitli gazete dergi ve antolojilerde şiirlerim yayınlanmaya başladı. Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Ansiklopedisinde biyografime yer verildi. On yıl süreyle şairler kadrosunda yer aldığım, Size sanat edebiyat dergisinin 2001 yılı Mayıs sayısında şair/ yazar Ferit Ragıp Tuncor’un kaleminden edebiyat dünyasına tanıtıldım. Arayış’ı, İzi Kalacak, Çiçek Açtı Şiirler, Düşlerimi Aşkın Yordu, Sevginin Adı Şiir, Sonbahar Yüzlüm, Umuda Yelken Açtık, Günaydın Şiir, İçimdeki Fırtına, Gülümse Çocuk’’ eserlerim takip etti. Şenol YAZICI: Sanat ve şiir anlayışınız nedir? Kendinize idol aldığınız yazar ve şairler var mı? Fikret KUŞCUOĞLU: Sanat ve Şiir Anlayışım: Yaptığımız işin en iyisini yapmak zorundayız, şiirse şiir, romansa roman en kalitelisini yazmak zorundayız. Bu gün sadece iki edebiyat portalından söz edeceğim, 'Antoloji Com'da 54.000, Şiir Defterinde 102 .000 şair yazar kayıtlı. Bu kadar şair yazar Çin'e bile çok değil mi. 'Şiir okunmuyor,' diyorlar, siz okuyucu profilini bilmezseniz, şiirde zorlama yaparsanız, Ali’nin altına Veli’yi, onun altına deliyi yazarsanız elbette okunmaz. Şiirde tek düzelilik olmaz, tema değişiklikleri ve zenginlikleri olmalıdır. Sadece serbest ölçü, sadece aruz, sadece hece ölçüsüyle yol alınmamalı, yani okuyucuyu sıkmamalıdır. Şair gündemin içinde olmalı, bir siyasi akımın temsilcisi olmamalıdır. Kendime idol aldığım yazar ve şairler. Adıyaman Lisesinde öğrenciyken Davut Sulari’yi, Erzurum’da da Aşık Veysel’i, Aşık Talibi Coşkun’u dinledim. Şiirlerimdeki halk şiiri esintileri, bu ustalarımın yansımalarıdır derim. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın şiirleri hep ezberimdeydi, bu şiirler coştururdu yüreğimi, şiirlerimdeki Çağdaş Türk Edebiyatı yansımaları da değerli hocamızdan kaynaklanmaktadır. (İstanbul’da, birçok şiir dinletisi platformunda saygıdeğer Bekir Sıtkı Erdoğan hocamla birlikte olmamın onurunu yaşamışımdır ) Yahya Kemal’in şiirlerinden, akıcı üslubundan, şiirlerinin içine gizlediği, şiiri şiir yapan musikisinden çok etkilenmişimdir. Şenol YAZICI: Gördüğüm kadarıyla şiirlerinizde gündemi takip önemli bir yan: Özgecan’dan Aybike öğretmene, İstanbul’un revaçta semtlerinden, torun Kaya Alp ve Defne'den, yurtlarda yanan çocuklardan, köy ebelerinden, madencilere değin her konu var. Kuşkusuz evrensel insan paydamız olan aşk da… Yani Orhan Veli de olduğu gibi gündelik yaşam şiirinize girmiş, denilebilir, sizinkinde tek fark ölçülü ve uyaklı olması. Bu konuda neler söyleyeceksiniz. Fikret KUŞCUOĞLU: Şairin Ülke gündemini özellikle takip etmesi gerektiğine inanıyorum. 301 Madenci şehit olmuşsa maden ocağındaki ihmali dillendirmek zorundayım. Çerkezköy kaymakamı denetim sırasında ayağa kalkmayan vatandaşımıza ‘’İndir şu arka ayaklarını, ’’ diye hakaret etmişse ‘’Kalbimizi Kırdın Sayın Kaymakam ’’ şiirimi yazmak bir vicdan borcumdur. Birileri Atatürk’e hakaret etmişse, ‘’Taş Düşsün Başına Atatürk Kadar, ’’ şiirimle bu yobazlara cevap vermek vatandaşlık görevimdir. Bir vekil ‘’ Ben onun ayakkabılarını yalarım,’’ dediyse, 'Ayakkabı Yalama' şiirimi yazmak, öğretmeni sınıftan kovan kaymakama, 'Öğretmeni Dersten Kovmuş Kaymakam' şiirimle haddini bildirmek, deprem çadırları satılmışsa bunu hicvetmek bir sanatçının asli görevi olsa gerek. Madendeki ihmali seslendirmem, valinin hoyratça kullandığı üslubunu eleştirmem, öğretmeni dersten kovan kaymakamı kınamam, yalakalığı ayıplamam değil bir sanatçının, sıra bir vatandaşın bile yapması yazması gereken konular değil mi? Aşka gelince elbette başat konumuz. Kültür Bakanlığınca satın alınan Gülümse Çocuk kitabımı incelerseniz görülecektir, o kitabı sadece çocuklara, eğitim öğretim konularına ayırdığım için kitapta aşka yer vermedim. Oysa aşk, hayatın olmazsa olmazıdır bence. ‘’Düşlerimi Aşkın Yordu ‘’ kitabımı sadece aşk konusuna ayırmıştım, bu kitaptan 15 şiirim TSM makamlarında bestelenmiştir. Serbest ve hece ölçüsüyle yazar, her ikisini de kullanırım, Otuz kadar aruz ölçüsüyle yazdığım şiirim de bulunmaktadır. Önemli olan şiiri nesir haline getirmemek, imgeleri, içeriğindeki musikiyi yok etmemek, sürükleyici bir üslup kullanmaktır. Şenol YAZICI: Artık ülkemizde hem ulusal, hem de uluslararası yayın tekelleri var. Yazarlar, yazmaktan daha çok kitaplarını okura ulaştıramamaktan şikayetçidir. Siz yazdıklarınızı, kitaplarınızı okurlara nasıl ulaştırıyorsunuz? Fikret KUŞÇUOĞLU: Kitaplarımı yayınevleri satıyor, bu şekilde ulaşıyorum okurlarıma. Bireysel siparişler olursa, ben karşılıyorum. Okullarda yıllarca şiir dinletileri sundum, öğrencilere şiir sunumlarımla ulaşıyorum. Ayrıca İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğünün Avcılar İlçesi temsilcisi olarak ‘’YAZARLAR OKULLARDA’’ projesine katıldım, böylece 500 kitabım da okuyucuyla buluşmuş oluverdi. Şenol YAZICI: Okurlarınızın belki de sizinle ve şiirlerinizle ilk kez karşılaştığını düşünürsek tanınmadığınız bir yerde bu satış başarısını neye borçlu olduğunuzu düşünüyorsunuz? Fikret KUŞÇUOĞLU: Evet, buna satış başarısı diyelim mi, demeyelim mi, cevabını sizlere bırakıyorum. Çiftlikköy Sahilinde 45 gün süreyle akşamları 20/23 saatleri arasında eşimle birlikte kitap tezgâhımızın başındaydık. İlk gün 7 tane kitap satışımız oldu, moralimizi bozmadık, bu işin olacağı düşüncesini hep canlı tuttuk. 29 Ağustos dâhil, toplamda 962 kitap satışımız oldu, 30 Ağustos’ta Sahil’e veda ediyorum. * Diyelim ki bu bir satış başarısı. Bunu neye borçluyum. Öncelikle beni yalnız bırakmayan, beni her koşulda destekleyen değerli eşime borçluyum. Yani sizi bir destekleyeniniz olmalı diyorum. Okuyucu psikolojisini iyi tahlil etmeme borçluyum, diksiyonuma, şiir yorumcusu olmama borçluyum. Şenol YAZICI: Siz de onları tanımadığınıza göre okur olabileceklerini, kitaba yakın durduklarını nasıl anlıyor ve o öngörüyle “Bunları ben yazdım,” diye mırıldanıyordunuz? Fikret KUŞÇUOĞLU: Bazen mırıldanıyor, bazen coşuyordum, yüksek sesle şiirler okuyordum, şiir bitiminde alkışlanıyordum. Bir hanımefendi, ‘’kitap almayacaktım, çok güzel şiir okudunuz, gittim, fazla uzaklaşmadan döndüm ve kitabınızı almaya karar verdim,’’ dedi. Bir başka hanımefendi’: "Üç günden beri ben yazdım, bu kitapları ben yazdım diye bağırıyorsun, ver bakım bir tane, ne yazmışsınız bir bakayım,’’ dedi. Kitap tezgâhıma gelenlere sürekli olarak, kitaplarımı alın demiyorum, inceleyiniz diyorum, telkininde bulunuyordum, içeriği hakkında bilgilendiriyordum. Benimle diyaloğa girenler birkaç kişiyi istisna edersek mutlaka kitap alıyorlardı. Şenol YAZICI: Bu girişimcilik kadar medeni cesaret de isteyen bir iş? Böyle bir deneyiminiz daha önceden var mıydı? Nasıl aklınıza geldi? Belediyeden izin nasıl aldınız? Fikret KUŞÇUOĞLU: Yaşam boyu satış yapma gibi bir deneyim olmamıştı. İlk günümde hayal ettiğimin çok çok altında 7 adet kitap satışım oldu. Bu yedi kitabımdan alanlardan biri de az ötemdeki mısırcıya yardım eden gözlük camları kalın takriben kırk yaşlarında bir beyefendiydi. İki kitabımı aldı, her ne kadar ‘’hediyem olsun’’ dediysem de kabul etmedi, bana yapacağı ödeme belki de yevmiyesinin tamamıydı, içim acıdı ama böylesi nefsi tok, günlük gelirini kitaba yatırım olarak yönlendiren kişileri gördükçe, canlı tutmak istediğim okuma umutlarım da artmış oluyordu. Hele hele beyefendinin ‘’emeğe saygı’’ cevabı beni derinden etkilemişti. Zabıta gelir endişem hiç olmadı. ‘’Bir öğrencim beni görür’’ kuşkusunu hiç taşımadım, zira yaptığım iş bir kültür hizmetiydi, tam aksine keşke öğrencilerimle karşılaşsam diyordum, o da oldu. Bir hanımefendi kitabımı inceledikten sonra ‘’siz Fatih Kız Lisesinde çalıştınız mı ‘’sorusunu yöneltti, evet deyince, siz benim öğretmenimsiniz dedi, her ikimiz de çok mutlu olmuştuk. Eşim hem dün, hem de bugün hep yanımdaydı. Tezgâhımda yazmış olduğum on kitabımdan beş çeşidi mevcuttu, kendisi okuyucularımla iletişim kuruyor, kitaplarım hakkında bilgiler veriyordu. Biz ayrılmaz ikiliydik, bu proje zaten eşimin eseriydi, eşim destek ve umut vermese kesinlikle başaramazdım. İlk işim Belediyeye gitmek oldu. Önce danışmaya başvurdum, amacımı anlattım, bunun için Mayıs ayı gibi bir zamanda dilekçe vermem gerektiğini, talep ettiğim yerlerin ücretle kiralandığını, bu işlere de Zabıta Müdürlüğünün baktığını söyledi. Umudumu kaybetmedim, belki bir çaresi bulunur düşüncesiyle Zabıta Müdürlüğüne yöneldim. Kendimi tanıttım, projemi anlattım, yanımda getirdiğim 5 çeşit kitabımı takdim ettim. ‘’Siz bir kültür hizmeti sunmak istiyorsunuz, böyle bir istekle ilk kez karşılaşıyoruz, talep ettiğiniz kapalı mekânımız yoktur, sizi Sahilde uygun bir alana yerleştirir, işgaliye parası da almayız’’ dediler. Zabıta müdürü ve yardımcısı tarafından çok iyi karşılanmıştım. Kısacası insanlık ölmemiş, emekliye saygı bitmemiş dedirttiler bana. Elbette bu güzelliğin altında şaire yani sanat ve sanatçıya saygı, öğretmene hürmet kavramları yatıyordu. Şu bir gerçek; aynı çalışmayı İstanbul’da yapamazdım. Araç park sorunu, gidiş dönüş çok yıpratıcı olacağından dolayı hiç düşünemem, asla yapamam. Şenol YAZICI: maviADAlı yazar ve şairlere okura ulaşmak yönünden neler öğütlersiniz? Fikret KUŞÇUOĞLU: Yazanlara yaptığınız işin en iyisini yapınız derim. Siz sahaya inmişseniz, her türlü eleştiri sizi bekliyor, bunlara hazır olacaksınız. Okurun biri, 'Kitabınızda Atatürk yoksa alırım, ben Atatürk’ü sevmiyorum,' dedi. Nedenini sordum ısrarla. ‘’Ezanı Türkçe okuttu ‘’ dedi. Ben de ona, bu düşüncenizi açıklayabilmenizi bile Atatürk’e borçlusunuz, dedikten sonra sohbete başladık, bu diyalogdan sonra 2 adet kitabımı satın aldı, güler yüzle yanımdan ayrıldı. -Son kitabı GÜLÜMSE ÇOCUK- Okuyucuyla bir gönül bağı kurmak zorundasınız, benden kitap alanlar tezgâhım önünden geçerken hal hatır soruyor, eşim yanımda yoksa, merak ediyor, soruyor, kurulan bu gönül bağından dolayı, ben de okuyucularım da ziyadesiyle mutlu oluyoruz. Benimle bu söyleşiyi yaptığınız için size ve MaviADA okuyucularına en kalbi teşekkürlerimi iletiyor, Yalovalı okurlarıma iyi ki varsınız diyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

  • EDEBİYAT ve SÖYLEŞİ

    Edebi Röportajlar Üzerine… 1 Roma İmparatorluğu döneminde kullanılan haber levhaları, Acta Diurna (Acta Publica), ilk günlük gazete ya da resmi gazete olarak kabul edilir. Roma döneminde yönetim ve halk arasında haberleşme Acta Senatus, Acta Urbis, Acta Publica adı verilen resmi gazete niteliğindeki bültenlerle sağlanırdı. Eski Çin’de hanedanlık tarafından Dibao adı verilen resmi gazeteler yayınlanırdı. Ortaçağda 14. Yy’da aristokrasinin kullandığı haber kâğıtları, matbaanın icadı, 17. Yy’dan sonra ticari kapitalizmin gelişmesiyle burjuvazinin kullandığı haber kâğıtları günümüzdeki gazeteleri ortaya çıkarmıştır. Gazete kelimesi ilk kez 1536’da Venedik’te kullanılmıştır. Günümüzdeki anlamda ilk gazete ise 1605’te Johann Carolus tarafından Strasborgh’da Almanca “aller Fürnemmen und gedenckwürdigen Historie” adıyla yayınlanmıştır. Bilinen en eski dergi, 1663'te Hamburg’da yayımlanan edebiyat ve felsefe dergisi Erbauliche Monaths Unterredungen'dir. Magazine (dergi) ismini ilk kullanan Edward Cave’nin editörlüğünü yaptığı 1731'de Londra’da yayınlanan ve ilk genel kültür dergisi The Gentleman’s Magazine’dir. Arapça kaynaklı makhazin (ambar) isminden türemiş askeri kökenli materiel (askeri ambar) İngilizce isim kökenidir. Resimli haber dergilerinin öncüsü ise Berlin’de 1892’de yayınlanan Berliner Illustrirte Zeitung’tur. Dergi haftalık olayları fotoğraflarla yayınlanan röportajlarla birlikte vermekteydi. Modern gazetecilikle beraber röportaj türü de gelişmiştir. Osmanlı Devleti’nde yayınlanan ilk gazete 1795’te Pera’da (Beyoğlu) Fransa elçisi Verninac-Saint-Maur tarafından kurulan Bulletin de Nouvelles’tir. 1828'de yayınlanan Vekâyi-i Mısriyye Osmanlı Türkçesi'yle yayın yapan ilk gazetedir. Takvim-i Vekayi 11 Kasım 1831'de yayımlanmaya başlanan ilk Osmanlı resmi gazetesi, 31 Temmuz 1840 tarihinde İngiliz diplomat William Churchill tarafından kurulan Ceride-i Havadis ilk yarı resmi Osmanlı gazetesidir. Osmanlılarda ilk dergi 1849’da yayınlanan Vekayi-i Tıbbiye, ilk resimli dergi ise 1862’de yayınlanan Mir’at’tır. İlk özel gazete ise 22 Ekim 1860'ta Şinasi ve Agah Efendi tarafından çıkarılan Tercüman-ı Ahval’dir. Türkiye’de edebiyatçıların öncülüğünde gelişen gazetelerde röportaj yazı türü de yer almaya başlamıştı. Arapça bir kelime olan mülakât, karşılıklı buluşmak, görüşmek demektir. Türkçede bunun için görüşme, söyleşi ya da konuşma terimleri önerilmiştir. Günümüzde mülakat yerine Fransızcadan Türkçeye giren "reportage" kelimesinin Türkçe telaffuzu olan röportaj kullanılmaktadır. Röportaj kelimesi, Latincede “getirmek, toplamak” anlamlarında kullanılan “reportare” kelimesinden gelir. Kendi uzmanlık alanlarında tanınmış kişilerle hayatları, çalışmaları, eserleri ya da istenilen herhangi bir konuda sorulu-cevaplı olarak karşılıklı konuşmaların yazıya geçirilmesine mülâkat denir. Mülakat sözcüğüne karşılık günümüzde söyleşi anlaşılmaktadır. Röportaj ise mülakatı da içeren edebi bir yazı türüdür. Seyahatnameler röportajın ilk örneklerini oluşturur. Türkçe sözlükte röportaj kısaca “Bir olayın yakınına gidip atmosferi vererek gerçekleştirilen tanıklıktır.” Modern anlamda 19. Yy’da ortaya çıkan yazım türü olan röportajın tarihi Halikarnassos (Bordum) doğumlu Herodotos’a hatta MÖ. 9.Yy’da İzmir’de yaşadığı sanılan Homeros’a kadar uzanmaktadır. Antik çağın diğer ozanları da gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlatarak çeşitli halk ve ülkeler hakkında toplumsal ve coğrafi bilgileri geleceğe taşıdılar. Türk edebiyatında röportaj türünün ilk örneklerinin Evliya Çelebi tarafından verildiği görüşü yaygındır. İkinci örnek ise Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki adlı eseridir. Ruşen Eşref Ünaydın, Türk edebiyatında sanatçıyla söyleşi türünün ilk örneğini vermiştir. Ünaydın’ın ilk defa 18 Ocak 1917’de Abdülhak Hamid’le Türk Yurdu dergisinde yaptığı söyleşi ise ilk edebi söyleşidir. Ünaydın, 1914-1918 yılları arasında ikisi kadın 18 sanatçıyla edebi ziyaret ve söyleşi gerçekleştirmiş, bu söyleşiler Servet-i Fünun ile Türk Yurdu dergilerinde “Edebi Ziyaretler ve Mülakatlar” başlığıyla yayımlanmıştır. Vakit gazetesinde devam eden söyleşiler, 1918’de de Diyorlar ki adıyla bir kitapta toplanmıştır. Söyleşi gerçekleştirdiği edebiyatçılardan bazıları, A. Hamid Tarhan, Nigâr Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim’dir. Yazarlarla birlikte söyleşi yapılan ortamla ilgili gözlem ve betimlemeler de vermektedir. Genelde soru-yanıt yöntemiyle söyleşen Ünaydın’ın görüşmelerini röportaj değil edebi söyleşi diye nitelemek gerekir. Röportajda söyleşide olduğu gibi yüz yüze konuşma zorunluluğu yoktur, farklı kaynaklardan bilgi derlemek, yakınlarıyla görüşme yoluyla gerçekleştirilebilir. Röportaj söyleşiyi de içermekle beraber araştırma ve soruşturmayı da gerektiren bir gazetecilik faaliyeti sayılmaktadır. Ünaydın’ın 1918’de Yeni Mecmua’da yayınlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülâkat” başlıklı yazı dizisi röportajın toplumsal ve siyasal içerik kazanmasına katkı sağlamıştır. Bu görüşmenin yayımlanmasıyla röportaj türüne yönelim artmıştır. Dünyada ilk edebi söyleşi örneğini Fransız yazar Jules Huret 1981’de L’Echo de Paris gazetesinde yayımlamıştır. Huret, edebiyatçılarla yaptığı 65 söyleşiyi 1913 yılında Enquête sur l'évolution littéraire adlı kitapta toplamıştır. Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Baydar’la yaptığı söyleşide Jules Huret’in röportaj kitabından habersiz olduğunu belirtir (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İletişim Yayınları, 2015, s. 328). “Türk Edebiyatında ‘Edebi Röportaj” adlı makalesinde Edebi röportajların geniş bir kaynakçasını da veren Nuri Sağlam, edebi röportajın Batı kaynaklı olmadığını, merak sonucu ortaya çıktığını ifade eder (Türk Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 4, sayı 8, 2006, s. 415-478). Ruşen Eşref Ünaydın’ın röportajları Ruşen Eşref Ünaydın Bütün Eserleri adıyla Necat Birinci ve Nuri Sağlam tarafından hazırlanarak Türk Dil Kurumu Yayınları tarafından 2000’de yeniden yayımlanmıştı. 14 ciltlik eserin birinci cildinde Diyorlar ki, ikinci ciltte ise Atatürk’le yapılan röportajlar yer almaktadır. 1997’de İsmail Parlatır, İnci Enginün, Orhan Okay, Zeynep Kerman, Kâzım Yetiş ve Necat Birinci’nin Güzel Yazılar, Röportajlar adıyla hazırladıkları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 43 röportajlık edebi röportaj antolojisinde Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki’de yer alan Ahmet Haşim’le yaptığı röportajı ilk sıraya yerleştirilmiştir. Edebiyat sorunları hakkındaki görüş ve düşünceleri yansıtan yapıtıyla zamanın genç kuşaklarını da etkileyen Ünaydın, sonraki yıllarda benzer söyleşiler yapılmasına öncü olmuştur. Kitapta söyleşi yapılan sanatçılar karikatürist Cem ‘in (Cemil Cem) çizdiği birer karikatürle yer almaktadır. 1932’de gazeteci-yazar Hikmet Feridun Es dönemin önde gelen 43 edebiyatçısıyla kısa röportajlar yapmış ve Bugün de Diyorlar ki adıyla kitaplaştırmıştır. Ünaydın’ın yolunu izleyen Es, Falih Rıfkı Atay ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi seçkin edebiyat ustalarıyla yapılan anket derlemesiyle “edebiyat söyleşisi” alanında ilk yapıtlardan birini ortaya koymuştur. Nusret Safa Coşkun Açıksöz gazetesinde 1936 yılında milli edebiyat konulu röportajlar yapmış, bu röportajlar 1938’de Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz? adıyla yayımlanmıştır. Kitapta, 29 şair ve yazarın yanıtına yer açılmıştır. Şaban Özdemir, Nusret Safa Coşkun’un yayınlamadığı röportajların devamını derleyerek kitabı 2018’de yeniden yayımlamıştır. Bu kitapta ise 46 şair ve yazarın görüşleri yer alır. 1942’de öykülere 1 ay gibi çok kısa bir süre ara verdiği dönemde Haber Akşam Postası gazetesi için muhabirlik yapan Sait Faik Abasıyanık, mahkemelerdeki röportajlarını kendi gözlemlerini de katarak “Mahkemelerde” başlığı ile yayınlamıştır. Abasıyanık’ın 28 mahkeme röportajı 1956 yılında Varlık Yayınları tarafından Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılmıştır. Mahkemelerde tutuklananların öykülerini kaleme alan Sait Faik, Şahmerdan kitabında da yer alan öyküsünden yargılanmasından sonra gazete muhabirliğini pek uzun sürdürmemiş, ancak, 1947’de Yedigün Dergisi'nde yayınlanmış 8 röportajına 1955'te Tüneldeki Çocuk adlı kitabında yer vermişti. Sait Faik’i Yorumlayanlar Eleştirinin Eleştirisi (2020) adlı kitabında Mehmet Rifat, Sait Faik ile Sabri Esat Siyavuşgil’in yargılanmasıyla ilgili, “Sait Faik’in ‘Çelme’ başlıklı hikâyesi ikinci kez 1940’ta Varlık dergisinde yayınlandığında, derginin sahibi ve mesul müdürü Sabri Esat’tır. Hikâye aracılığıyla halkı askerlikten soğutmakla suçlanan Sait Faik ile Sabri Esat ‘Divanı Harb’i boylarlar. Savunma sonucunda da ikinci duruşmada beraat ederler.” demektedir. 1950-1960’lı yıllarda röportaj türünde eserler altın çağını yaşamıştır. 1953 yılında Varlık dergisinin yayımladığı Edebiyatçılarımız Konuşuyor dönemin şair ve yazarlarıyla yapılan konuşmaları içermektedir. Kitapta yazılı olarak verilmiş sorulara yazılı yanıtlar alınmış 20 röportaja yer verilmektedir. Şair ve yazarlar doğum tarihlerine göre sıralanmış her röportajın başına da sanatçının birer portre fotoğrafı ile kısa birer biyografisi konmuştur. Gazeteci yazar Mustafa Baydar 1960’da yayımlanan Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar’da 1950-1960 arası Halide Edip Adıvar’dan Tahsin Yücel’e eski ve yeni parlamaya başlayan 50 sanatçıyla yaptığı söyleşiyle edebi söyleşi türünün önemli bir eserine daha imza atmıştı. Röportajların kimi gazete ve dergilerde kimisi de ilk defa bu kitapta bir araya toplanmıştır. Baydar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yaptığı röportajı da Zoraki Diplomat’ın Dedikleri (1970) adıyla yayımlamıştı. Şair gazeteci Halit Gavsi Ozansoy da anket ve gazete röportajlarıyla tanınır. Röportajlarla başladığı söyleşi türünü 1962’de edebiyatçılarla yaptığı söyleşilerle sürdüren Ozansoy’un 2016’da Beş Kuşak Konuşuyor ve 40 Yıl Sonra Diyorlar ki adıyla röportajları Ali İhsan Kolcu tarafından kitaplaştırılmıştır. Gazete röportajlarıyla tanınan Necmi Onur’un Yeni Gazete’de Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor başlığıyla röportaj dizisi (1970-1971) yayınlanmıştır. 1976’da Yaşar Nabi Nayır Edebiyatçılarımız Konuşuyor’daki 20 röportaja 23 röportaj ekleyerek Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor’u yayımlar. Muzaffer Uyguner’in yayına hazırladığı Sait Faik Bütün Eserleri Açık Hava Oteli Konuşmalar Mektuplar adlı kitapta “Konuşmalar” adlı bölümde Sait Faik’le yapılmış bir kısmı edebî, 15 kısa röportaj bulunmaktadır. 1980’de Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan kitabın “Röportajlar” alt başlığı altında da Sait Faik’in gezdiği çeşitli sanat müzeleriyle ilgili görüşleri yer almaktadır. Sait Faik’le yapılan röportajlar 2005’te Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Hikâyecinin Kaderi-Bütün Yapıtları: Yazılar adlı kitapta da yer almıştı. Refik Durbaş, Ahmed Arif’le uzun bir söyleşi gerçekleştirmiştir. Söyleşi önce Cumhuriyet gazetesinde daha sonra Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu (1990) adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. Kitabın ilk baskısı Cem Yayınevi tarafından yapılmıştır. Oktay Rifat’ın 1992’de yayımlanan Konuşmalar adlı kitabının ikinci bölümünde şairle yapılan 22 söyleşi yer almaktadır. Etem Çalık 1993’te Edebi Mülâkatlar adıyla çeşitli dergilerde yayımlanmış mülakatlar arasından seçtiği 37 mülakatın yer aldığı bir edebi röportaj antolojisi yayımlamıştır. Şiiri ve şairi tanımanın en güzel yolu şairin dizeleriyle yapılan gezidir. Halil Korkmaz, Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki (Yön Yayıncılık, 1993) adlı edebi söyleşi kitabında röportaj yaptığı şairin kendi dizelerinden örnekler üzerinden şairlere sorular yöneltmiştir. Oktay Akbal’ın 1979 yılında yaptığı daha önce herhangi bir dergi ve gazetede yayımlanmamış röportajları 1999’da Çağdaş Yayınları’ndan Şairler ve Ben adlı kitapta “Altı Şairle Söyleşi” başlığıyla yayımlanmıştı. Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Salâh Birsel, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu ve Cahit Külebi’yle yapılan röportajlar Akbal’ın şiir üzerine yazılarını da topladığı Adam Yayınları’ndan 1982’de yayımlanan Önce Şiir Vardı kitabında da yer alır. Behçet Necatigil’le yapılan röportajlar Düzyazılar 2 adıyla “Konuşmalar Konferanslar” alt başlığıyla Cem Yayınları tarafından 1983’te yayımlanmıştı. 1999’da da Düzyazılar II adıyla Yapı Kredi Yayınları’nda yeniden yayımlanmıştır. Kitapta Necatigil’le yapılan 33 röportaj yer bulmaktadır. Hikmet Altınkaynak, 2000’de Yeni Bin Yılın Edebiyatçıları Söyleşiler kitabında 53 edebiyatçıyla yaptığı röportajı bir araya getirmiştir. Bir bölümü gazete ve dergilerde yayımlanmış bir bölümü de ilk kez bu kitapta yer almıştır. Mehmet Nuri Yardım, 2000’de Romancılar Konuşuyor’da 54 romancıyla yapılan röportajları bir araya getirmiştir. 2001’de de Kelâm ve Kalem Konuşmalar adlı kitapta düşün insanlarıyla yaptığı 35 röportajı derlemiştir. Kaan Özkan’ın Tahsin Yücel’le yaptığı 7 röportaj 2001’de Görünmez Adam: Tahsin Yücel Kitabı adıyla yayımlanmıştır. 2003’te Feridun Andaç’ın yayına hazırladığı Sözcüklerin Diliyle Konuşmak Tahsin Yücel ile Yüz Yüze adlı kitapta da Tahsin Yücel’le yapılmış röportajlar bulunmaktadır. Öztürk Emiroğlu, 1950-1980 yılları arasında Hisar dergisinde yayımlanmış röportajları 2001’de Hisar’da Kültür ve Sanat Konuşmaları adıyla bir kitapta toplamıştır. Zeynep Aliye 2001’de kimiyle yüz yüze görüşerek kimiyle görüşmeyip bilgi vermekle yetindiği 28 edebi röportajın yer aldığı Yüz Yüze Edebiyat Söyleşi adlı bir röportaj kitabı yayımlamıştır. Adnan Benk kurup yönettiği Çağdaş Eleştiri dergisinde yayımlanmış söyleşilerini 2001’de Çağdaş Eleştiri Söyleşiler Yazılar adıyla derlemiştir. Selim İleri, Attilâ İlhan’la yaptığı söyleşileri 2002’de Nâm-ı Diğer Kaptan “Attilâ İlhan’ı Dinledim” adıyla kitaplaştırmıştır. Attilâ İlhan´ın yıllarca asistanlığını yürüten Belgin Sarmaşık ise Attilâ İlhan’la yapılan söyleşileri 2004’te Attila İlhan: Açtırma Kutuyu - Röportajlar - 1 (1946-1983) ile Söyletme Kötüyü - Röportajlar 2 (1983-1987) adlı iki kitapta toplamıştır. Ece Ayhan 1993’te Şiirin Bir Altın Çağı adlı kitabının içinde yer alan çeşitli sanatçılarla yaptığı söyleşileri 2002’de Hay Hak! Söyleşiler adıyla başka bir kitapta daha toplamıştır. Kitapta toplam 35 söyleşi yer alıyor. Sermet Sami Uysal, 1954 yılında dönemin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşileri 2004’te Eşlerine Göre Ediplerimiz adıyla aynı adla bir kitapta toplamıştır. Mustafa Armağan, Refik Ahmet Sevengil’in 1935 yılında Her Gün Bir Ediple adıyla yayınladığı gazete röportajlarını 2004’te aynı adla kitaplaştırmıştır. Kitapta sırasıyla Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Etem İzzet Benice’ye 19 edebiyatçıyla yapılan söyleşi yer almaktadır. Tahsin Yıldırım da Ziya Osman Saba’nın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış söyleşilerini 2004’te Konuşanlar, Bir Hüzünle Sesinde adıyla derlemiştir. Seval Şahin Gümüş, Berna Moran’la çeşitli dergilerde yapılan röportajları 2004’te Edebiyat Üzerine Makaleler /Röportajlar adıyla kitaplaştırmıştır. Sâmiha Ayverdi evinde yaptığı sohbetleri sonra röportaj şeklinde kaleme alarak 2005’te Mülâkatlar adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabında Salih Zeki, Ömer Rıza Doğrul, Behçet Yazar, Enis Behiç Koryürek, Safiye Erol ve Burhan Toprak gibi yazarlara yer vermiştir. 2007’de gazeteci yazarlarla yapılan sohbetleri Vasfiye Özkoçak Babıâli Sohbetleri: Ustalar, Ustalarını ve Anılarını Anlatıyor adıyla kitaplaştırmıştır. Doğan Hızlan, 1997’de edebiyat dünyamızın tanınmış isimleriyle radyo ve televizyon sohbetlerini ve söyleşilerini, Söyleşiler, 2018’de Yazı Kalır adıyla bir araya getirmiştir. Yazar eleştirmen Feridun Andaç da 1997’de yazın ve kültür yaşamımızın seçkin adları ile yapmış olduğu söyleşileri Söz Uçar Yazı Kalır Bu Günün Yazın ve Kültür Coğrafyası adıyla yayımlamıştır. Siyaset, magazin, kültür, sanat, spor ve iş dünyasının ünlüleriyle röportajlar yapan Nuriye Akman 2000-2004 arasında gazetelerde yayımlananları derleyerek Mayın Tarlası Sınırı Zorlayan Sorular (2002) ve Başka Sorum Yok (2004) adıyla yayımlamıştır. Nuriye Akman, Füsun Özbilgen, Leyla Umar gibi yazar ve gazeteciler de röportajlarıyla tanınmaktadır. 2 Söyleşi mi Röportaj mı? Hikmet Çetinkaya’ya göre röportaj yazısı günümüzde pek bilinmemekte röportaj dendiğinde söyleşi anlaşılmaktadır. (Söyleşi mi, Röportaj mı?, Atilla Girgin, Der Yayınları, 2007) Röportaj gazeteciliğe en yakın tür olarak görülmekte, gazetecilik ve edebiyat arasında bir yerde duran bir yazı türü olarak tanımlanmaktadır. Röportaj makale, deneme, sohbet, fıkra, eleştiri ve haber yazısı gibi bir gazete metni (yazısı) türü olarak edebiyattan beslendiği için bir edebiyat dalı olarak da kabul edilmektedir. Sözlükler röportajı konusu bir soruşturma ve araştırma olan gazete ya da dergi yazısı diye tanımlıyor. Edebiyat kurgusal, röportajlar bazen fotoğraflarla da belgelenen gerçekçi metinlerdir. Röportajcı olaya kendi görüşlerini de katar ve yorumlayarak hikâye eder. Söyleşi ve Röportaj arasındaki farkları da şöyle sıralayabiliriz: Röportajın en belirgin özelliği gözlem ve tanıklığa dayanmasıdır. Röportaj söyleşiyi de içerir, söyleşi röportaj içermez. Röportaj soru-yanıt aktaran metinlerden oluştuğu kadar gözlem, tasvir (betimleme) ve öznel (kişisel) ifadelerden de oluşmaktadır. Söyleşi genellikle en az bir kişiyle ve yüz yüze yapılır, röportajda ise birden fazla kişiyle görüşme yapılabilir veya konuşmadan da bir kişinin portresi yazılabilir. Röportajda özne olmayabilir hatta bir çiçek, bir hayvan, bir mekân üzerine yazılabilir. Söyleşi röportaj yapılan kişiyi merkeze alır, görüşmeci mümkün olduğu kadar geri plânda kalır. Röportajda duygu, düşünce ve yorumları yansıtmaktan kaçınılmaz, öyküleme üslubu vardır. Söyleşide konuşulan kişinin düşünceleri yer alır, röportajda yazı üslubu öne çıkabilir. (Soru Sorma Sanatı, Dünyada ve Türkiye’de Röportaj ve Söyleşi Geleneği, Sedef Kabaş, Doğan Kitap, 2009) Röportaj, inceleme, araştırma ve gözlem gerektiren konularda kaleme alınmış yazı türü olarak tanımlanır. Basın sözlüğünde soruşturma ve araştırma yöntemiyle hazırlanan haber yazısı olarak ifade edilir. Röportaj, bir yazarın yazısını okur karşısında “konuşur gibi” kaleme aldığı, okura sorular soruyormuşçasına yine kendisinin yanıtladığı canlı ve içten bir anlatıma dayalı yazı türüdür. Edebiyatçılara göre röportaj edebiyat sanatının bir kolu, edebi bir türdür. Röportajın öykü, roman, deneme ve gezi yazısıyla kesişen yanları vardır. İlgi çekici konularda, sorunları, kişi, yer ve olayları yerinde tanıtma amaçlı, belge ve resmi belgelere de dayanan, görsel öğelerle de desteklenmiş yalın (açık) ve anlaşılır bir dille yazılmış öğretici nitelikli bir yazı türüdür. Önemli bazı yazarlarımız röportajlarını kitaplaştırmışlardır. Milliyet Sanat Dergisi röportaj özel sayısında (Sanat Dergisinin Soruşturması: Röportaj Yazarları, Röportajın Bir Edebiyat Dalı Olduğunda Birleşiyor, sayı 147, 29 Ağustos 1975, s. 6) röportaj hakkında Hikmet Feridun Es, “Haber dediğimiz nesnenin ‘olmuştur’, ‘bulmuştur’, gibi tel örgüleri ile sınırlandırdığı alanın öbür yanında ise röportaj başlar. Ve ‘olmuştur’, ‘bulmuştur’ diye anlatılandan da daha ‘insan ilgisi’ ve ayrıntılara girerek…” demektedir. (Milliyet Sanat dergisinden aktaran, F. Damla Kayayerli, Türkiye’de Röportaj Geleneği Bağlamında Yaşar Kemal’in Röportajları Üzerinden Nitel Bir Değerlendirme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya Ve İletişim Sistemleri Yüksek Lisans Programı, 2012, s.12) Hikmet Feridun Es, haberin sınırlandırdığı alanın öbür yanına geçip ayrıntılara girdiğinde röportajın başladığını dile getirmiştir. Yaşar Kemal’e göre, “Haber gerçeğin kaba yansıması; röportajsa yaşamın özüne doğru iniştir. Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik, onun edebiyat gücüdür.” (Milliyet Sanat, 1975, s. 8) Naci Sadullah Danış, röportajla ilgisi olmayan yazı türünün neredeyse bulunmadığını ifade ederken Nâzım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı “ ile “Taranta Babu'ya Mektuplar” adlı şiirlerini, şiir biçimine sokulmuş röportaj olarak değerlendirir. Tanıklık ve gözlem sonucu elde edilen gerçek veriyi edebiyattan güç alıp anlatma sanatıdır röportaj. Röportajın özellikleri genel hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Gerçeklikten yola çıkan anlatım biçimi, tanıklıktan yararlanma, öznel bir doğruluğu sunma ve edebiyattan beslenme. Söyleşi gerçeklerden ayrılamaz ve kurgusal olamaz. Haberde verilmeyen ayrıntıları kapsayan röportajın söyleşiden farkıysa yazım tekniğidir. Gazete yazım türleri arasında en sübjektif (öznel) olanı olarak gösterilir. Röportajcı fotoğraf makinesinin objektifi gibidir gerçeği kişisel görüşlerini katarak sübjektif bir doğruluk ölçütü içinden geçirip habercilik işleviyle gerçek biçimde yansıtır. Olayı yansıtırken içerikte nesnellik, üslupta öznellik vardır. Röportajcılar kurgusal anlatım biçimi olan romanı geçmişin edebiyatı, röportajı ise bugünün yazı türü olarak ifade ederler. Röportaj sadece fikirlerin aktarımı değil çevrenin betimlenmesi, tasvir edilmesi yani bir tür canlandırmadır. Röportaj konularına göre çeşitli türlere ayrılmaktadır: Portre röportajları, gezi/izlenim röportajları ve konu/haber röportajları. Türkiye’de röportajın tarihine bakıldığında mülakat kavramı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Portre röportajlarında görüşülen kişinin tanıtılması amaçlanır. Bu alanda ilk örnek edebi röportaj türündeki Diyorlar ki de bir portre röportajdır. Mülakatçılık üzerine Ruşen Eşref Ünaydın, “Bir konuşmayı, renklerini ve vasıflarını belirterek canlandırmak için konuyla ilgili konuşanın kişiliğini biliş, eserini tanıyış, görüş tarzını kavrayış, konuşma tarzındaki özelliği seziş gibi âdeta ressam meziyetleri diyebileceğim birtakım tasvir kabiliyeti bir araya getirilmezse, mülakatçılığın ne demek olduğunu denememişlerse başkaları ağzından ziyafet çekme hükmüne bağlanıverecek derecede basit görünür de sanılan başarılı bir sonuç elde edilemez.” demektedir. (Ruşen Eşref Ünaydın’dan Hasan Âli Yücel’e “Diyorlar ki” İçin Bir Mektup, Nuri Sağlam, Kitabevi Yayınları, 2001, s. 127) Çoğu röportajlar, gezi yazısıyla iç içe sunulur. Bütün gezginler birer röportajcıdır da denebilir. Bu tür röportaj yazıları gezi/izlenim röportajı türü içine girmektedir. Seydi Ali Reis’in Çağatayca yazılan 1554 tarihli Mir'atü'l-Memalik (Memleketlerin Aynası) adlı eseri ilk Türk seyahatnamesi, Evliya Çelebi Seyahatname’si ise ilk Türk röportaj örneği olarak kabul edilmektedir. Gezip gördüğü yerlerin toplumsal yaşamını ve sorunlarını anlatır. Nâmık Kemal’in 1867 ramazanına ait gözlemlerini aktaran “Ramazan Ta'rîf-i Ahvâline Dair Mektup” başlıklı üç sayılık bir seri makalesi “mahallî röportaj” türünün ilk örneğidir. Basiret gazetesini yayımlayan Ali Efendi ‘nin daha sonra İstanbul Mektupları adıyla basılan (hazırlayan Nuri sağlam) 1870-1878 arasında kaleme aldığı Şehir Mektubu başlıklı yazıları, Ahmet Rasim’in 1912’de yayınladığı Şehir Mektupları da şehir yaşamının konu edildiği röportaj türünün ilk örnekleri sayılabilir. Cenap Şahabettin, Falih Rıfkı Atay, Hikmet Feridun Es gezi yazılarındaki röportajlarla dikkat çekmektedir. Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi yazarlar gezi izlenimlerini yazarken röportaj yöntemini kullanmışlardır. Röportaj yazısı araştırmacı gazeteciliğin bir yan koludur. Konu haber röportajlarıysa bilgi ve detay içerir. Araştırmacı gazetecilik de bu türden röportajları içermektedir. Savaş röportajları bu türün arasında sayılabilir. Times gazetesi savaş muhabiri William Howard Russell ilk savaş röportajı örneklerini vermiştir. Ekim Devrimi ve Rusya’daki iç savaşı aktaran ve bu konu hakkında yazılmış Dünyayı Sarsan On Gün’ün yazarı Amerikalı gazeteci John Reed, İspanya iç savaşını izleyen, Guernica’nın bombalanışını dünyaya duyuran The Times savaş muhabiri İngiliz gazeteci George Lowther Steer, Vietnam savaşını aktaran Seymour Myron Hersh de örnek gösterilebilir. Röportajlar anlatım biçimlerine göreyse, öyküleyici, betimleyici, açıklamalı ve tartışmacı olarak türlere ayrılmaktadır. Kısaca röportajlar, okuyucuyu ortamla bütünleştiren, zaman ve mekânın içindeymiş gibi hissetmesini sağlayan bir anlatım biçimiyle verilmektedir. Bu türde eserlere Söyleşiler (Nurullah Ataç), Eşref Saat (Şevket Rado), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (Melih Cevdet Anday), Muharrir Bu Ya (Ahmet Rasim) gibi yapıtları örnek verebiliriz. Röportaj yazısı yazarları arasında da Cenap Şahabettin, Attilâ İlhan ve Hasan Ali Yücel gibi isimler sayılabilir. Nurullah Ataç, 1942-1945’te Cumhuriyet gazetesi ile 1945-1953’te Ulus gazetesinde yazdığı 90 yazıyı 1962’de Söyleşiler’de biraya getirmiştir. Ulus’ta yayımlanmış olanlarında bir varlıkla konuşur gibi sorular sorup kendi yanıtlayarak yazılarına bir röportaj havası vermiştir. Çağdaş Röportaj Türkiye’de 1950 sonrası gelişmiştir. Yaşar Kemal Türkiye’de çağdaş röportajın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yaşar Kemal’in Bir Bulut Kaynıyor (1974) adlı röportaj kitabında Çetin Altan, Abidin Dino ve Sait Faik yer almışlardı. Gazetede yayımlanan röportajlarıyla Fikret Otyam ve Orhan Kemal gibi yazarları etkilemiştir. Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın röportaj yazılarında Anadolu’daki toplumsal sorunlar gözlemlere dayanıp irdelenerek edebi bir dille aktarılmıştır. Yaşar Kemal’in röportaj yazıları Bu Diyar Baştan Başa adıyla yayımlanmıştır. Yaşar Kemal, röportajı Binbir Çiçekli Bahçe (2009) adlı kitapta “haberin varamadığı yere yere varandır” şeklinde ifade ederek şöyle diyordu: “Ben Vietnam savaşını ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem televizyon filmlerinden de öğrenmedim; ancak Vietnam savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.” (s. 115) 1960’lardan sonra önemli röportaj örneklerini verenler arasında, Halit Çapın, Yılmaz Çetiner, Nail Güreli, Cengiz Tuncer, Mete Akyol, Necmi onur, Kerim Korcan, Mustafa Ekmekçi, Dursun Akçam, Erol Toy gibi isimler sayılabilir 1955’te Çukurova Yan Yana ila Yaşar Kemal, 1959’da Ha Bu Diyar ile Fikret Otyam ve 1964’te İç Göç ile Tahir Kutsi Makal çağdaş röportaj türündeki ilk kitap örneklerini verdi. Fakir Baykurt, 1980 sonrasında kaleme aldığı öykülerde yurtdışında yaşayan işçilerin sorunlarını öykülerde geçen insanların anlatımlarından yararlanarak röportaj-hikâye üslubuyla kaleme almıştır. Ancak günümüzde sanat ve edebiyatla haşir neşir olmayan, kitap okunmayan bir ortamın doğal sonucu olarak da araştırma, inceleme ve soruşturmalara dayanan bilgi, birikim ve emek gerektiren bir yazın türü olan röportaj yazıları gazetelerde eskisi kadar yer bulamamaktadır. Röportaj yazınının sürdürülmesi “röportaj bal gibi edebiyattır” diyen Yaşar Kemal gibi ustaların açtığı yolda çaba göstererek ilerleyebilecek toplumsal sorunlara da daha duyarlıklı ve toplumsal olaylara derinliğine inebilecek gazeteci ile yazarların ilgi göstermesiyle mümkün olacaktır. 3 Edebi Söyleşilerinden Örnekler, Görüşler… Çağının sorunlarını biliyorsan sanatçısın, değilsen ne ozan ne sanatçı ne de insansın. (Tahsin Saraç) Sınıflarını edebiyat derslerinin kazandırdığı itibarla geçtiğini söyler Yakup Kadri Karaosmanoğlu. (Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yayınları, 1976, s. 9) Her şey edebiyatı sevmekle başlar diyor Ahmet Hamdi Tanpınar ve ekliyor “Gençlere verecek tek nasihatim, bir jurnal (günlük) tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır.” (s .53) “Dışarıya kapalı bir dille yazıyoruz (…) Bizim en büyük sorunumuz kendimizi beğenmememiz, okumamamız. (… ) Gençler iki büyük madeni buldular: Halkın Dili ve Halkın Kendisi. “ (Ahmet Hamdi Tanpınar) Toplumun yarınına karıncalar gibi çöp taşımakla mutluyum.” (s. 89) diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca ve ekliyor “Dile, toplum sorunlarına bütün eli kalem tutanların eğilmelerini isterdim. “(s. 91) “Politika dışı kalmak, Fransızca deyimiyle apolitik bir varlık olmak insanın elinde değildir. Bu bakımdan her yazar her ozan gibi, geniş anlamda ben de politikanın içindeyim. “ (Oktay Rifat) “Ozanın dili, kişiliği demektir.” (Melih Cevdet Anday) “Her yeni şiir derinlerdeki içgüdülerin, tutkuların yeni biçimlerde verilişidir.”(s. 121) diyor Behçet Necatigil ve ekliyor “Önemli olan şairler değil, şiirler.” (s. 125) “Soyut devimsiz olandır. Evrense baş döndürücü bir devim içinde. Her şey geçip gidiyor.” (Orhan Hançerlioğlu) “Her sanat, alıcısını da elbette kendisi yetiştirir.”(s. 142) diyor Cahit Külebi ve ekliyor “Doğuda, hele bizde ozanlar her zaman boldur. Sıkıntılarını şiirle anlatmak isteyenlerin sayısı azaldıkça; buna karşılık, şiiri yazmadan da sevenlerin sayısı arttıkça, o ölçü kadar bizde kendimizi Batılılaşma yolunda ilerlemiş sayabiliriz. Elbette ki bu durum kendiliğinden gerçekleşemez. Her alanda olduğu gibi, işin temeli eğitim düzeyimizin yükselmesine bağlıdır.” (s. 143) “Şiir edebiyatın özüdür. Benim için nerde bir roman, öykü, oyun ya da deneme varsa orda bir şiir sorunu da vardır.” (s. 155) diyor Sabahattin Kudret Aksal) ve ekliyor “Yaygındır şiir, vardığı sonuç yönünden yaygındır. “ (s. 156) “Batının üç dört yüzyılda yaşadığı bir şiir serüvenini biz bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde yaşayıvermişizdir. Geliştirmeden, iyice içimize sindirmeden yaşamış, tüketmeden bırakıvermişizdir.“ (Sabahattin Kudret Aksal) Şiddet ve acıklı karakterlerin kesin hatlarla çizilmiş olduğu konuların kötü edebiyat denilen şeye dâhil olduğunu ifade eden Oktay Akbal, “Öyle sanırım ki, en büyük sanatçılar bile hayatları boyunca en başarılı eserlerini veremediklerinden şikâyet edip durmuşlardır.” (s. 175) diyor. “Kemal Tahir Bey Batı’dan kültür emperyalizmi olarak üstümüze çöken üstyapı kopyacılığına karşı direkt olarak halkla bağlantılı olmayı, Selçuklu olsun, Osmanlı olsun, hepsini batıdan gelene yeğlemeyi öneriyor. Ben, geçmişten elimizde kalanı değerlendirmek konusunda onlara katılıyorum ama ulusal ve yeni bileşimi yapmak için bu malzemenin yeterli olduğuna inanmıyorum.” (s. 194) diyen Attila İlhan, batıdan alacağımız pozitif kafanın elimizdeki ulusal malzemeyi değerlendirme olanağı sağlayacağına inandığını belirtiyor. Dili hep araç bilip özene bezene kullanmayı yeğleyenlerden olduğunu belirten Metin Eloğlu, “Her ‘gerçek’ etkiler kişiyi; bu etkilenişler yeni bir ‘gerçek’e dönüşürken de en doğru çizgisini kendi çizer.” (s. 212) diyor ve ekliyor “Ozan şiirle savaşamaz; tüm boğuşmaları kendisiyle, gerçek Ben’iyledir. Dil’i zorluyorsa, imgeleri şımartıyorsa, ses tellerini dikenliyorsa, o kavganın buyruğuyla oluyor bu; ‘Şairâne işgüzarlık’tan değil...” (s. 215) “Şiirin hammaddesi sözcüklerdir. Bununla birlikte, çoğu öznel durum ve deneyleri anlatmakta dil epeyce yoksuldur.” (s. 219) diyen Osman Türkay, “Bu dil yoksulluğu içinde şiir, gene de sözcüklerin anlatamayacağı bir evren kurar, tıpkı müzik gibi.” (s. 220) diye de ekliyor. Türkay’ın açıklamasına göre duygu ve aklın birlikteliğini en uygun ifade eden biçim, şiir... Şairin işinin soyutu somutlamak olduğunu belirten Edip Cansever, “kısaca, şiirsel sözün yaşamdaki yerini bulmasını sağlamak” (s. 228) diye ekliyor. “Çağındaki sorunların bilincindeysen çağının sanatçısısın, yok eğer, insanlık onurunun kurtarılması savaşında gencecikler başak gibi biçilirken, sen şiirinde ince dizersen, çağ dışı kalmışsın demektir; dolayısıyla ne ozan, ne sanatçı, ne de insansın.” diyor Tahsin Saraç (s.242) Özdemir Asaf 1978 yılında yayımladığı Yalnızlık Paylaşılmaz’daki şiirlerinde yalnızlık teması işler. Şiirle özdeyişin yine iç içe olduğu görülür. Ne var ki, artık özdeyiş şiirdeki öz duygu ile bütünleşmiştir. Şair, kitaba “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur” diye başlamaktadır. “Şiirin karşısında çaresiz ve zavallı bir düşkündür şair; bir cüzzamlı!.. Şairin belleğindeki yara bir türlü kabuk bağlamaz, zamanın irini sızar durur yüzlerine” diyor Osman Hakan A. (Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki, Halil Korkmaz, Yön Yayıncılık, 1993, s.12) Osman Hakan A., “Tarih ve toplumun özüne yerleştirdiği şiiri, bir “Bayram” ve “Mutlak zamanın tortusu” olarak adlandırır Octavia Paz.”diyor. Hippocrates’in şu sözünü de anımsatıyor, “Sanat sonsuz, hayat kısa”dır. (s. 10) Şairlerin yazmadıkları şiiri aradığını belirtir Sunay Akın. “Çünkü şairin en güzel şiiri henüz yazmamış olduğu şiiridir!” (s. 14) İlk Nobel - Ödüllü Meksikalı, evrensel şair-düşünür-romancı Octavia Paz’ın dediklerini anımsatan Sunay Akın da, “Octavio Paz, tek bir şiirin varlığından sözedilemeyeceğini, her şairin yazdığı ayrı ayrı şiirlerin olduğunu söyler.” (s. 14) diyerek, ayrı ayrı şiirlerin tek bir şiirden daha önemli olduğuna dikkat çekiyor. Ve “12 Eylül sonrasında kitap okuyan insanlar topluma yazı dışı insanlar tarafından ‘yasa dışı’ olarak tanıtılmadı mı?” (s. 14) diye soruyordu Akın. Şairler bize lâzım ve onlar genç ölmemeliydi; 12 Eylül’ün yasadışı ilan ettiklerini aramıyor mu insanlık şimdi? Mutlu bir aşk mı düşlediğin Açıkmavi bir mutluluk mu? diye soruyor şair Hüseyin Alemdar bir şiirinde. (s. 20) Ve herşeye Yetişme duygusu. (Ataol Behramoğlu) dizesi için “Yine bizim kuşağı ve sonrakilere özetler” diyen Ataol Behramoğlu, “Ne Yağmur… Ne Şiirler…” adlı şiirindeki “Hayatımızın kanadığını görmüyor musun” dizesi için de, “60’lı yılların militan gençliğine ve bir sonrakilere ağıt.” (s. 33) diyor ve ekliyor: “Kanımızla Yazılmıştır Hayatın destanı.” “Şiir umuttur.” diyor Nevzat Çelik, “Belleksiz insan yenilir! Şiir de!” (s. 51-s. 53) Susmak İlk şiir Şiir- İkinci ağlayıştır. (Kubilay Köseoğlu) Kubilay Köseoğlu “Aşk, gizlerimizin, bir başkasının gizleriyle gizlice buluşmasıdır.” (s.92) diyor belki de Jean Paul Sartre’ye öykünerek . Sartre, Bulantı adlı romanda, “Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkûmdur.” der. “İki fırtınanın tam ortasındaki uçurumda doğuyor şiir.” (s.92) diyerek ekliyor Köseoğlu: “Bilgeler, peygamberler, filozoflar, şairler, bilginler… “Önceden gören sonraya kalan insanlar… “Kartal görkemiyle yalnız gökyüzünde, kanatları güneşe dokunsa da.” (s. 95) Ya şiir, neyi değiştirir, bilincin Andacı olmazsa bize. (Mustafa Köz) Marks’ın “Yaşamımızı belirleyen, bilincimiz değil; bilincimizi belirleyen, yaşamın kendisidir” sözünü anımsatan Mustafa Köz, ““Şiir, yaşamın orijinidir. Tek sözcük bile yaşanana denk düşer çoğu zaman.” diyor. (s. 99) Şiir eylemin önünde gider ama duyarlılıklarımızı bilince dönüştürmek gerekir diyor şair Mustafa Köz ve ekliyor: “Bilince dönüşmeyen sayıklamalar, mırıldanmalar ise şiir değil, ‘karınca duası’dır”. (s. 99) Şiirlerinde hep sevda, umut ve arkadaşlığı aradığını belirten Cahit Külebi sevmekten ve yoksunluktan yana şiir yazmasını şiirinin karakteristiğine bağlar. “Şiir kahve içmez, cinayet işler. “ (Özkan Mert) “Çünkü şiir dünyaya bir sataşmadır.” diyor Özkan Mert. (s. 108) “Evet bir çağsonu estetiğiyle kirli sularda yüzüyoruz. Her şey geçti… Dostluk, aşk, gelecek, tatlı sohbetler…” diyen Lale Müldür “aşkın nasıl bir şey olduğunu” anımsamamızı da istiyor. (s. 110) “Şairin eylemi zaman-dışı’dır. Her şair sadece bulunduğu an’a ait değil, bununla beraber, geçmişe ve geleceğe aittir.” (Hasan Öztoprak) Her şiirin sonunda bir çığlıktır beklenen (Sennur Sezer) Sennur Sezer, “Ne kaldı sizden, insanlardan, aşktan, şiirden… Arıyorum. Sesinizi duyamıyorum. Afişler, reklamlar, sağır bir duvarlar dizisi örtüyor. Şiirin üstünü de. Bu yüzden şiiri kazıyorum, biriktiriyorum. Arındırmaya çalışıyorum. Üstündeki küften, boş sözlerden özentiden.” diyor (s. 129) ve ekliyor: “Bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz: Üret, tüket, üret… Suratını değiştir, elbiseni, papucunu, yürümeni. Ama yaşaman aynı kalsın. Gök daralsın. Soluğunu tut. Modası geçti insan olmanın. Ekrana bak. Televizyonun ekranına. Bilgisayarın ekranına. Yanıt orada. Çözüm orada. İnsan yüzü yok. Yasak. “Ben aşkı düşünüyorum. İnsanı vareden olguyu. Tırnaklarımla kazıyarak çevremizi saran karanlığı. Yaşasın diye bir sap papatya, bir kök karanfil, bir çocuk sesi. Soruyorum, ne kaldı geriye bunca yaşanandan?” (Sennur Sezer) “Şiir çaredir, çaresizlik gibi de yaşanır.” (Afşar Timuçin) “Çokları aşk diye yalanı yaşadı. Oysa bizim her tutkumuzda yer yerinden oynardı.” (s. 133) diyen Afşar Timuçin, “İnsan tek başına hiçtir. İnsan bir başkasıyla bir olduğu, başkalarıyla yanyana geldiği ölçüde insandır” diye de ekliyor. (s. 134) “Devlerle cüceler aynı şeydir. Önemli olan insan boyutlarında olmak. Gerçek düşünce ve gerçek sanat insan boyutlarındadır. Duyguları, düşünceleri, çabayı, amacı bölüşebildiğimiz ölçüde insanız. İnsan bölüştükçe insanlaşır, kendinden verdikçe. “ (Afşar Timuçin) “Şair, dünyadan hiçbir şey beklemeden dünyayı sonuna kadar yaşayabilen böylece de sonuna kadar ölebilen kişidir.” diyor Mehmet Yaşın. (s. 140) Hasretinden Prangalar Eskittim, Ahmed Arif’in hayattayken yayımlanan tek şiir kitabıdır. Ahmed Arif bu yapıtıyla toplumcu-gerçekçi şiirimizde büyük bir iz bırakmış, edebiyatımızın unutulmaz şairleri arasına girmeyi başarmıştı. 1968’de ilk baskısını Bilgi Yayınevi’nin yaptığı kitap farklı yayınevleri tarafından da defalarca basıldı. Belinde Diyarbekir kuşağı Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra Yürür namus bildiği yolda... Yürür yine de yalınayak ve ayakları yanarak. (Ahmed Arif) Ahmed Arif, “Ben şiirleri bekletirim. Mesela şimdi 20 yıldır hiç dokunamadığım şiir var. Öyle kalsın. Damıtılsın. Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm buluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben buna çok saygı duyarım.” (Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu, Refik Durbaş, Piya Kitaplığı, 1997, s. 23) “Otuzüç Kurşun”u bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Klasik ağıt. Bizim Türkçemizde sözlü ağıtlar var ya, şivan. Öyle kaleme aldım. Yayımlayacağım filan hiçbir zaman aklıma gelmedi.” (s. 27) “Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim. “Kimin hasretiyle’ diyorlar. (… ) Tabii sevgili de var bunun içinde. (…) Ama bunun yanında bizim halkımızın mutluluğu, gelecek bakımından güvenli bir hayata kavuşmasının hasreti de olacaktır.“ (s. 73) İki yaprak arasında kıyılmış Bir parçası var kalbimin İncecik, ak kağıtlara sarılır, Dar vakit yanar da verir kendini, Dostun susan dudağına… (Ahmed Arif) “Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu… Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz. İnsanoğlu şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri… Bu yüzden ozanlar bir çeşit evliya, ermiş, peygamber sayılmışlardır eski zamanlarda. Bugün bile gerçek ozanlar toplumların öncüsü sözcüsü, yol göstericisi oluyorsa bunu, şiirin evrensel diline, gücüne borçludurlar… Onlar insanlık ulusunun, bir gün er geç kurulacak o büyük, tek ulusun, tek toplumun öncüleridir.”(Önce Şiir Vardı, Oktay Akbal, Adam Yayıncılık, 1982, s. 7) Şair ve çevirmen Erdoğan Alkan, Arthur Rimbaud'nun yaşamı, sanatı ve tüm şiirlerini incelediği Ateş Hırsızı (Broy Yayınları, 1993) adında bir biyografik kitap yayınlamıştı. Alkan, şiir akımlarını ve şiirin temel konularını ele aldığı önemli bir yapıta daha imza atar: Şiir Sanatı. Kitapta, Rimbaud’nun şair Paul Demeny’ye yazdığı mektuba da yer verir. Rimbaud, Demeny’ye şiir hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bilici olmak, görülmezi gören olmak gerekir diyorum. Tüm duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle bozup değiştirerek kendini bilici, görülmezi gören kılar ozan. Sevginin, acının, çılgınlığın bütün biçimlerini bozup değiştirmekle kendini bilici kılar; tüm ağuları kendi arar, onları kendinde tüketir ve bunların ancak özünü alıkor. Dille anlatılmaz bir kıyınçtır ki bu, burada ozanın artık büyük bir inanca, tam insanüstü bir güce gereksinimi vardır, bu acıda ozan ayrıca herkes arasında büyük hasta, büyük cani, büyük lanetli olur, -ve de yüce Bilgin! ... Demek ozan gerçekten ateş hırsızıdır.” (Şiir Sanatı Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık, 1995, s. 154)

  • Charles Baudelaire

    Kuğu Victor Hugo'ya. I Andromakhe, sizi düşlüyorum! O çayı, Acınızın sınırsız görkemiyle dul iken Işıldayan zavallı ve hüzünlü aynayı, Yalancı Simoeis’i, gözyaşıyla beslenen, Bolluk getirdi hemen verimli belleğime Tam geçtiğim sırada ben yeni Carrousel'den. Eski Paris yok artık (bir şehrin biçimi de Çabuk değişir, yazık! bir faninin kalbinden). Ancak zihnimde kalmış barakalar mevkii, Kurulmak için hazır çadırlar ve kalaslar, Camlarda parıldayan bir yığın eski püskü, Ve otlar, bataklıkta yosun tutmuş kayalar. Orda vardı eskiden bir hayvanat bahçesi; Orda gördüm, bir sabah, soğuk gökler altında İş saati, çöplüğün meydana getirdiği Çıt çıkmayan havada karanlık bir kasırga, Orda gördüm, kaçmıştı kafesinden bir kuğu, Kaldırıma sürterek perde ayaklarını, Beyaz teleklerini yerde sürüklüyordu. Susuz çay yakınında açarak gagasını Yıkıyordu, asabi, tozda kanatlarını, Ve diyordu, yüreği dolmuş doğduğu gölle : “Gök, ne zaman gürlersin? ne zaman yağarsın, su?” Bu bahtı kara, garip ve uğursuz söylence, Bazan bir göğe doğru, Ovidius’u andırıp Göğe doğru, alaycı, zalimcesine mavi, Gergin boynu üstünde aç başını uzatıp Tanrı’ya sitemlerde bulunuyordu sanki! II Paris değişiyor, ne ki hiçbir şey değişmedi İç dünyamda! Saraylar, yapı iskelesi, taşlar, O eski mahalleler, benim’çin alegori, Ve taştan daha ağır bende aziz anılar. Ve Louvre’un önünde de bir imge ezer beni: Çılgın haliyle büyük kuğuyu düşlerim, ki Sürgünler gibidir o, hem gülünç, hem de yüce, Ve dinmez bir arzuyla kemirilmiş! ve sizi, Andromakhe, büyük kocanın kollarından Düşmüş pespaye hayvan, ellerine Pyrros’un, Boş bir mezar yanında esriyip boyun kıran, Hektor’un dulu, yazık! karısı Helenos’un! Düşünüyorum, zayıf, veremli zenci kızı, Tepinerek çamurda fersiz gözle arayan. Afrika’nın kaybolmuş ceviz ağaçlarını Sisin sonsuz duvarı arkasında yer alan; Asla bulunmayacak bir şeyi yitireni, Ve boğulurcasına gözyaşı dökenleri Ve Acı emenleri, tıpkı dişi kurt gibi! Çiçek gibi kurumuş sıskacık öksüzleri! Ve böylece zihnimin sürüldüğü ormanda Eski bir Anı üfler borudan nefesini, Düşünürüm o yitik tayfaları adada, Tutsak ve mağlupları!... ve daha nicesini! * Kötülük Çiçekleri (kitabından) * Charles Pierre Baudelaire (9 Nisan 1821; Paris - ö. 31 Ağustos 1867;(Paris), Fransız şair, deneme yazarı ve sanat eleştirmenidir. 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden olmasının yanı sıra, Edgar Allan Poe'nun eserlerini çeviren öncü sanatçıdır. En ünlü eseri olan lirik tarzdaki Kötülük Çiçekleri'nde; 19. yüzyılın ortalarında Paris'te yaşanan hızlı sanayileşmenin, güzelliğin doğasını nasıl etkilediğini yansıtan şiirlerine yer vermiştir. Baudelaire'nin son derece özgün nesir şiir tarzı; Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé... gibi kendinden sonraki dönem sanatçılarını da oldukça etkilemiştir. Hayatı 9 Nisan 1821'de Paris'te doğdu. Mutsuz bir çocukluk geçirdi. Babası 1827'de öldü. 1839'da okuduğu okuldan disiplinsizlik yüzünden atıldı. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Quartier Latin'de bohem bir hayatı seçti. Burada frengiye yakalandı. 20 yaşında Hindistan'a gitmek üzere yola çıktı. 1842'de Fransa'ya döndü. Sonradan metresi olan Jeanne Duval ile tanıştı. Babasının mirasını aldı ancak bu parayı hesapsızca harcadığı için ailesi miras hakkını geri aldı. 1846'dan sonra Kötülük Çiçekleri kitabına girecek şiirlerini yazmaya başladı. 1847'de Edgar Allan Poe'yu keşfetti ve eserlerini Fransızcaya çevirmeye başladı. 1848'de Fransız Devrimi'nde devrimcilerin yanında yer aldı. 1857'de Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) (Elem Çiçekleri) kitap olarak yayınlandı, içindeki altı şiir kamu ahlâkına aykırı bulunduğu için Baudelaire hakkında dâvâ açıldı, satanist olmakla itham edildi. 1860'ta Yapay Cennetler'i yayınladı. Bu eserde de uçlarda gezinen bir kişilik sergiledi. Bir tür otobiyografi olan Apaçık Yüreğim üzerine çalıştığı ve 1862'de "Paris Sıkıntısı" adıyla düz yazı şiirlerini yayımladığı sırada frenginin yan etkileri giderek kendini daha fazla hissettirmeye başladı. İki yıl kaldığı Belçika'dan dönüşünde felç olan sanatçı, 31 Ağustos 1867 tarihinde Paris'te 46 yaşındayken öldü. Mezarı Paris Cimetière du Montparnasse'dadır. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal-1857) ve Paris Sıkıntısı (Le Spleen de Paris-1869), Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzları olur. Gerek klasik geleneğe, gerekse egemen çağdaş zihniyetlere karşı isyanı ve gerçekliğe kafa tuttuğu imgelemi, zamanında şiirlerinin yasaklanmasına kadar varan düşmanlıklar uyandırır. Sonradan bu başkaldırı ve imgelem, avangard sanat ve edebiyatın çekirdeğini oluşturacaktır. * Kötülük Çiçekleri,Kitap, 1857, Fransa * (Orijinal adı: Les Fleurs du mal), Charles Baudelaire tarafından yazılan kitap. Gerek Fransız edebiyatı'nda, gerekse dünya edebiyatında çok önemli bir yeri vardır. İlk olarak 1857'de Fransa'da yayımlanmıştır. Eserdeki şiirlerin ana teması genel olarak melankoli, şeytan ve erotizm üzerinedir. Eserin ilk baskısı temel olarak 5 kısma ayrılmıştır: Spleen et Idéal (Melankoli ve Mükemmeliyet) Fleurs du mal (Kötülük Çiçekleri) Révolte (İsyan) Le Vin (Şarap) La Mort (Ölüm) İlk baskının yayımından sonra, şair ve yayıncıya, İkinci İmparatorluk rejimi tarafından eserin "toplumsal değerleri aşağılaması" nedeniyle dava açıldı. Bu davanın sonucunda Charles Baudelaire 300 Frank para cezasına çarptırıldı. Eserdeki 6 şiir, Fransa'da 1949'a kadar yasaklandı. Bu sırada Victor Hugo kitaptaki "Le Cygne (Kuğu)" adlı şiirin yazın dünyasına yeni bir soluk getirdiğini açıkladı. Temyizin sonucuyla 1861'de 32 şiirin daha eklendiği, yasaklanan 6 şiirin kaldırıldığı ve yeni bir kısmın; "Tableaux Parisiens (Paris Tabloları)" dahil edildiği 2. bir baskı yayımlandı. Charles Baudelaire'in ölümünden sonra 1868'de önsözünü Théophile Gautier'nin yazdığı ve bazı yayınlanmamış şiirleri içeren 3. bir baskısı yayınlandı. * KAYNAK; Vikipedi * Derleyen, Düzenleyen: Aycan AYTORE

bottom of page