top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Paplo Neruda

    BU GECE EN GÜZEL ŞİİRLERİMİ YAZABİLİRİM Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler" Gökte gece yelinin söylediği türküler Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere Uzaklarda birinin söylediği türküler Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde Bakışlar sanki onu bana getirecekler Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler Şimdi kim bilir kimin benim olduğu gibi Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler Budur bana verdiği acıların en sonu Sondur bu onun için yazacağım dizeler Çeviri: Hilmi Yavuz PAPLO NERUDA 12 Temmuz 1904 - 23 Eylül 1973 * Şilili büyük şair Pablo Neruda, asıl adıyla Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto, 12 Temmuz 1904 tarihinde Şili’nin başkenti Santiago’nun 350 kilometre güneyindeki Parral kentinde doğar. Öğretmen olan annesi, Neruda’nın doğumundan altı hafta sonra tüberkülozdan ölür. Trende kondüktörlük yapan babası, onun işe yaramayan birisi olmasına neden olacağını düşündüğünden edebiyata düşkünlüğüne karşı çıkar. Neruda’nın kendisini korumak için aldığı ilk önlem adını değiştirmek olur. Çok iyi anımsamadığını söylese de kısa bir öyküsünü okuduğu Çek şair Jan Neruda’nın soyadını alır. 1917-20 arasında ilk şiirlerini dener. 1923’te babasının armağan ettiği saati ve elindeki üç beş parça ev eşyasını satarak, bunların geliriyle ilk şiir kitabı Crepusculario’yu (Akşam Alacası) çıkartır. 1924’te yayımlanan Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı isimli kitabı onun adını en çok duyuran kitabıdır. “Yirmi aşk şiiri ve bir umutsuzluk şarkısı adlı bu kitap, acılarla dolu bir bildiri sayılırdı. Gençlik günlerimde de bana ıstırap vermiş tutku ve coşkunluklar, anavatanımın güney bölgelerinin o görkemli doğası bu kitaptaydı. Beğenirim bu kitabı, çünkü melankolinin yanı sıra yaşama sevgisi de vardır. Bir nehir ve bu nehirin denize kavuştuğu kıyılar bana yardımcı olmuştur. Yirmi aşk şiiri aynı zamanda Santiago’daki öğrencilik sokaklarımın, üniversitenin ve sarmaşık kokularına karışan aşkların da bir romanıdır.” Duyasın Diye Beni Duyasın diye beni incelir sözlerim arasıra kumsallarda martıların izleri gibi. Gerdanlık, esrik çıngırak üzümler gibi tatlı ellerin için. Ve uzakta görürüm sözlerimi, bakarım. Benim değil senin onlar. Tırmanırlar eski acıma sarmaşıklar gibi. Tırmanırlar öyle nemli duvarlara. Bu kanlı oyunun sensin sahibi. İşte kaçışıyorlar karanlık inimden. Sen hepsiyle dolusun, seninle dolu hepsi. Senden önce sardılar yerleştiğin ıssızlığı ve benim hüznüme alıştılar sana değil. Desinler isterim şimdi sana demek istediğimi duyasın diye onları beni duyduğun gibi. Bir bunaltı rüzgarı sürüklüyor sözlerimi. Düş kasırgaları deviriyor ikide bir. Başka sesler duyuyorsun acılı sesimde. Eski ağızlardan ağıt, eski işkencelerden kan. Sev beni dost. Bırakma beni. İzle beni. İzle beni dost, şu bunaltı dalgasında. Ama aşkının rengine bürünüyor sözlerim. Sen sarıyorsun işte, sen dolduruyorsun hepsini. Bir sonsuz gerdanlık yapıyorum onlardan üzümler gibi tatlı, beyaz ellerin için. (Çeviren: Sait Maden) Seviyorum Suskunluğunu seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada duyarsın beni uzaktan, dokunmaz sana sesim. uçup gitmiş gibi gözlerin ve ağzın bir öpüşle mühürlenmiş. seviyorum suskunluğunu, çok uzakta görünüyorsun sanki yas tutuyorsun, kumrular gibi cilveleşen kelebek benzeri. uzaklardan duyuyorsun beni, ulaşmıyor sana sesim. bırak da varayım dinginliğine sessizliğinde. ve konuşayım sessizliğinle bir lamba gibi parlak, bir yüzük gibi yalın. gece gibisin, suskunluğun ve takım yıldızlarınla yıldızlarınki gibidir sessizliğin, öyle uzak, önyargısız. seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada uzakta ve hüzün dolu, sanki ölmüşsün gibi. işte o zaman bir sözcük yeter uçarım, uçarım sevinciyle yaşadığının. (Çeviren: Ergin Koparan) Neruda, Yeryüzünde Konaklama kitabında İspanya İç Savaşı’nın ve II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımları, melankoliyi, acıyı, erotizmi, yitik aşkı, belleğin gelgitlerini, yalnızlığı zengin bir metafor örgüsüyle yansıtıyor. Kitap 1925-1945 yılları arasında yazdığı şiirlerini bir araya getiriyor. Bağlaşma (Sonat) Ürkek sayılı gövdenle senin, apansız uzanmış yeryüzünü tanımlayan niceliklere, arkasında günlerin dalaşının, boşlukla ağarmış, yavaş ölümlerle soğuk, solgun uyarıcılarla, yanan kucağını duyarım senin, gezgin öpüşlerini körpe kırlangıçlar yaratan uykumda. Gün olur, çıkar yazgısı gözyaşlarının yaş gibi alnıma, orada çarpar, paramparça ölür dalgalar: ıslaktır devinimleri, çökkün, en son. (Çeviren: Erdal Alova) Pablo Neruda, ülkesindeki ve İspanya’daki faşizme karşı büyük bir siyasi duruş sergiler. Hayatı boyunca ülkesine birazcık olsun eşitlik gelsin diye fakirliğin kökünden kaldırılmasını başarmanın hayalini kurar ve bunun için savaşır. 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerle dayanışmasını yansıtan España En El Corazón (Yürekteki İspanya) adlı şiir kitabını Cumhuriyetçiler cephede iken yayımladı. Neruda’nın şiirleri, cephede elden ele dolaşıp, faşizme karşı ana yurt savunmasında güç verir direnişçilere. Dönüş Sevinci Vatanım, benim vatanım, Sana yönelttim, Akar kanımı. Ben, gözü yaşlı bebek, Anasına dil döken: Yalvarırım dur, Koru, Bu kör gitarayı, Bu yitik alnı. Sana yeryüzünde, Oğullar bulmak için, Çıktım; Ve başuçlarında Bekleyeyim diye: Ak pak adın uğruna, Yer düşenlerin. Körpe ağacından, Bir ev kurmak için, Çıktım; Ve yaralı yiğitlere, Yıldızını götüreyim diye. (Çeviren: Enver Gökçe) Pablo Neruda uzun süre Myanmar, Sri Lanka, Singapur, Arjantin ve İspanya’da konsolos olarak görev yaptı. Neruda’nın bir diplomat olarak hayatı, Michael Radford’un 1995’te çektiği film Il Postino’da (Postacı) işlenmiştir. Diplomat olarak bulunduğu Hindistan ve İspanya’da Federico García Lorca başta olmak üzere pek çok İspanyol şairle temas kurar. İspanya İç Savaşı ve García Lorca’nın öldürülmesi onu çok etkiler. Bu olaylar, önce İspanya sonra da Fransa’da Cumhuriyetçi harekete katılmasına neden olur. 1943’te Şili’ye dönen Neruda, 1945’te senatör seçilir ve Şili Komünist Partisi’ne katılır. Ülkesindeki ve İspanya’daki faşizme karşı büyük bir siyasi duruş sergiler. Neruda’nın ilk eşi Maria Antonieta Hagenaar, şairin hiçbir şiirini adamadığı kadın olarak bilinir. Maria’ya olan aşkı azaldığı sırada tanıştığı ikinci eşi Delia girer hayatına. 45 yaşına geldiğinde ise Neruda iki kadın arasında kalmıştır. İkinci eşi Delia del Carril ile aşk şiirlerinin çoğunu yazdığı şarkıcı Matilde Urrutia… Evli bir şairin gizli sevgilisi olmayı kabul eden Matilde ile ilişkisini Delia’yı yaralamak istemediği için gizli sürdürür Neruda. Delia’ya yakalandığında ise çok üzülür ve tüm şiirlerini yazdığı gibi beyaz kağıt üzerine yeşil mürekkeple yazar veda mektubunu. Neruda “Kaderimdi sevmek ve sonra elveda demek” der bir şiirinde. Şili’nin en büyük yüreği olarak tanınan Pablo Neruda yaşamının son yıllarını, bir balıkçı kasabası olan Isla Negra’da geçirir. Neruda dostlarını asla unutmazdı. Bir dostunu kaybettiğinde adını işte bu evin barındaki kirişlerin üzerine kazırdı. Neruda için yapılmış Isla Negra’daki evde Matilde, 1955’te Neruda eşinden ayrılıncaya kadar iki yıl tek başına kalır. Neruda, Matilde’nin saçlarından esinlenerek Dağınık adını vermiştir eve. Matilde’ye Sone Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman, çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat. Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın, ateş de pay alır kendine soğuktan. Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni, sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak bir yolculuğa yeniden başlamak için: bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni. Sanki ellerindeymiş gibi mutluluğun ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları hem sevmiyorum, hem de sevmiyorum seni. Sevgimin iki canı var seni sevmeye. Bu yüzden sevmezken seviyorum seni ve bu yüzden severken seviyorum seni. (Çeviren: Cevat Çapan) Yüz Aşk Sonesi Sevmiyorum dememden bileceksin sevdiğimi, yaşamın iki yüzü olmasından gelir bu, söz bir kanattır sessizlikten gelen, soğuk değil midir ateşin bir yarısı… Seviyorum işte, başlasın diye seni sevmek, ersin diye nihayete, dahası hiç vazgeçmeyeyim diye: Henüz sevdim diyemem bu yüzden de. Elimde iki anahtar tutuyorum sanki: Biri sevmek seni, öbürü sevmemek, biri mutluluk, mutsuz bir yazgı ihtimali öbürü. İki ihtimali var aşkımın seni severken. Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek, bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek. (Çeviren: Adnan Özer) Matilde Urrutia, Pablo Neruda Nazım Hikmet, Pablo Neruda’nın çok değer verdiği arkadaşlarındandı ve Nazım’ın ölümünün ardından şu şiiri yazar Neruda: Nazım’a Bir Güz Çelengi Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız şimdi Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek miyiz bir daha? Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne yapacağız? Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun birleştiği Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu? Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana Denizden esen acı rüzgar katsaydı önüne onları Bulutlar gibi yaprak gibi uçarlar Düşerlerdi orada, uzakta, Yaşarken kendine seçtiğin Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa (Çeviren: Ataol Behramoğlu) Jorge Luis Borges’le neden anlaşamadığı sorulduğunda ise “Borges’le aramda olduğu söylenen çatışma temel bir çatışma değil; belki yaklaşımlarımızda düşünsel ve kültürel bir farklılık olduğu söylenebilir. Hiç kuşkusuz, hoşgörüyle tartışabiliriz. Benim düşmanlarım başka, yazarlar değil. Benim düşmanlarım emperyalizm, kapitalistler ve Vietnam’a napalm bombası atanlar. Borges değil.” der. Canto General, Türkçe adıyla Evrensel Türkü ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. Evrensel Türkü ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir. Zaten “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der. Doların Avukatları New York’tan geldiklerinde, o emperyalist keşif kolları, mühendisler, istatistikçiler, arazi ölçümcüsü, uzmanlar, ve değer biçtiklerinde fethedilmiş topraklara, kalaya, petrole, muza, güherçileye, bakıra, mangana, şekere, demire, kauçuğa, toprağa, o zaman sarı gülüşlü kasvetli bir cüceye benzer ve verir itaatkar öğüdünü (Çeviren: İsmail Aksoy) 1958’de yayımlanan Kuruntular Kitabı ise, şairin melankolik-ironik ruh yapısının aynası, şiirle düşünmenin olağanüstü bir örneğidir. Neruda “Kuruntular Kitabı’nın havası, ince bir alaycılıkla neşeli bir yaklaşım arasında geziniyor. Şiirimin genel havasından farklı. Kendi kendimi alaya almam da söz konusu burada. Hiç kuşkusuz mizah denen şeyi hedeflediğim yok, zaten beceremezdim. Ama mizahı her zaman düzyazının, romanların ve oyunların temel öğelerinden biri olarak görmüşümdür.” der. Sessizliği Arıyorum Şimdi rahat bırakabilirler. Artık alışabilirler bensizliğe. Kapatıyorum gözlerimi. Beş şey istiyorum yalnız, beş seçilmiş kök. Biri sonsuz aşk. Öbürü görmek güzü. Yaşayamam uçuşan toprağa düşen yapraklar olmadan. Üçüncüsü ağır kış, sevdiğim yağmur, okşayışı ateşin kaba soğukta. Dördüncüsü yaz, karpuz gibi yuvarlak. Ve beşincisi, gözlerin senin. Matildem benim, sevdiceğim, uyumak istemem gözlerin olmadan yaşamak istemem bana bakmazsan: sana ayarlıyorum baharı izlesin diye beni bakışlarınla. Bunlar, dostlarım, bütün istediğim. Hiçbir şeye yakın, her şeye yakın (Çeviren: Erdal Alova) En iyi direniş ve aşk siirlerinin şairi Pablo Neruda, ölümünden üç gün öncesine kadar yazdığı Yaşadığımı İtiraf Ediyorum adlı anılar kitabında, “Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır. Bir şair hayatıdır.” der. “Bir gece Temuco’da kaleme aldığım şiiri de yaşamakta olduğu Montevideo’ya yolladım ve onun etkisinin bu şiirde görülüp görülmediğini sordum. Hemen cevap verdi bana. Bu cevap bir gönül yüceliği örneği idi: “Bu kadar başarılı ve güzel şiire çok az rastladım. Fakat size şunu söylemek isterim ki, mısralarınızda Sabat Erscaty’den bir şeyler var” Bugün onun bu satırlarına minnettarım. Mektubunu, yırtılıp parçalanana kadar günlerce ceketimin cebinde taşıdım durdum. O gece ben boş yere yıldızların etkisi altında kalmış, duygularım bir fırtınayla sarhoş olmuştu. Yanılmıştım. Bunlardan vazgeçmeliydim. Mantık bana adım adım dar patikalarda yolumu bulmama yardım edecekti. Alçakgönüllü olmayı öğrenmeliydim. O geceki şiire benzeyen şiirlerimi bir kenara kaldırıp, attım. Aradan dokuz-on yıl geçtikten sonra yayınlanmışlardı.” 11 Eylül 1973 sabahı sonun başlangıcı olur. Neruda, dostu Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin darbede öldürülmesi üzerine büyük bir kedere kapılır. Neruda anı defterine şunları yazar: “Büyük yol arkadaşım Allende, Şili’nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi. Şili askerlerinin tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi.” Şili bir kez daha ihanete uğramıştı.. Şair üç yıldır zaten hastaydı, doktorlar kansere yakalandığını yalnızca eşine açıklamışlardı. Neruda, sürgüne gitmeden bir gün önce, Allende’nin ölüm haberinden sonra iyice ağırlaşır hastaneye kaldırılır. 23 Eylül 1973’te yaşama veda eder. Neruda’nın naaşı, onun son isteği olarak Isla Negra’ya getirilmiş ve son aşkı Matilde Urrutia’nın yanına defnedilmiştir. Ancak bu ölüm o zaman için bile oldukça şaibeli karşılanmıştı. Ünlü şairin ölümü üzerindeki şüpheler günümüze kadar devam eder ve hatta 2013’te naaşı incelenmek üzere mezarından çıkarılır. Şili dışında ABD, İspanya ve İsviçre’de yapılan incelemeler ve testler sonucunda herhangi bir zehirlenme belirtisine rastlanmaz. KAYNAK: İnternet

  • Yılmaz GÜNEY

    Canım Sevdiğim Yüreğim * Bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin... Bu parmaklıklar, bu demir kapılar, bu hava, inan... Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü, Bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır... Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu. Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi. Güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdiğim. Damla damla birikiyor insan. Damla damla sevgili... Bir gün akıp gideceğiz hayata... Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin. Benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur... Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde. Yılmaz Güney * ARKADAŞ Filmi Üzerine: Film, YILMAZ GÜNEY sinemasında özel bir yere sahiptir. Şenol Yazıcı'nın deyişiyle " Bana öyle gelir ki sonunda GÜNEY, kovboyculuk oynamaktan, devrimci bir başkaldırının acemice sıvandığı aksiyon filmlerinde rol almaktan, sözü dolaştırmaktan yorulmuş, bıkmış, korkuyu aşmış ya da her ne ise... bir yoluyla siyasete bodoslama dalmış ve toplumun çoğunluğunun canı gönülden istediği, hazır olduğu, meramını direk damardan verdiği filmdir ARKADAŞ. Sonuçta 74 öyle bir milattır; cehennemi zemherilere açılan bir bahar kapısı olacaktır.." Arkadaş, yönetmenliğini, yapımcılığını, senaristliğini ve başrol oyunculuğunu Yılmaz Güney'in yaptığı 1974 yapımı Türk filmi. Büyük bölümü Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde çekilmiştir. Selçuk Orhan'ın 100 Soruda Oğuz Atay adlı kitabında senaryonun bir bölümünü Oğuz Atay'ın kaleme aldığı belirtilmektedir. [1] Baş rol oyuncularından Melike Demirağ, filmde kullanılan Şanar Yurdatapan bestesi Arkadaş şarkısıyla büyük başarı kazanmıştır. [2] Konusu Filmde öğrencilik yıllarından tanışan iki arkadaşın yıllar sonra karşılaşması anlatılıyor. Cemil (Kerim Afşar) zengin olmuş, bir kıyı kentinde bir kadınla evlenmiştir. Âzem (Yılmaz Güney) ise arkadaşının çarpık yaşantısını anlatmaya çalışır. Bu sırada Cemil'in eşinin kardeşi Melike (Melike Demirağ) Âzem'e âşık olur. Filmin sonunda Cemil gerçekle yüzleşmek zorunda kalır. Filmin sonunda Cemil'in kime ateş ettiği ise gösterilmemektedir. Hikâyede Yılmaz Güney arkadaşıyla gönderme yaptığı konu yozlaşmış toplumsal yapıdır. Toplumsal yapıyı sadece eleştirmez, alternatifini de Âzem'in yaşam tarzı ile anlatır. Ödüller 1975 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Yılmaz Güney'in filmleri Endişe, Arkadaş ve Zavallılar "En İyi Film" dalında ilk 3 sırayı paylaştı 1975 yılında Türk Sinematek Derneği’nin 11 sinema yazarıyla düzenlediği “Yılın En İyi Türk ve Yabancı Filmleri” anketinde “En İyi Türk Filmi” seçildi -Yılmaz Güney'in en önemli filmlerinden ARKADAŞ'ı izlemek isterseniz tıklayın.- YILMAZ GÜNEY Yılmaz Pütün, (1 Nisan 1937, Adana – 9 Eylül 1984, Paris), Edebiyat ve sanat insanın ruhuna işlemeye görsün ruhunu teslim edene değin kendisine bağımlı kılıyor dedikleri böylesi bir yaşam olsa gerek. O da edebiyat ve sanat tarihine ismini silinmez harflerle kazıtan Anadolu insanlarından biri. Öyle ki, doğumundan ölümüne değin edebiyat ve sanat alanında pek çok eseri, ülkemizin yasaklarının şiddet kullanılarak uygulandığı tarihlerde, pek çok güçlüğü göğüsleyerek ortaya çıkarmış insanlar arasından bir kimse; Çirkin Kral, Yılmaz GÜNEY! YAŞAMI Güney, 1 Nisan 1937 tarihinde Yenice, Yüreğir, Adana'da dünyaya geldi. Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür. Adana'da büyümüş ve Adana birçok filmine konu olmuştur ve ilk olarak doğduğu topraklarda film sektörüne adım atmış, Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalışmıştır. Daha sonra üniversite eğitimi için İstanbul'a gittiğinde Atıf Yılmaz'la tanışmıştır. Bu zaman zarfında hikayeler kaleme almayı da sürdürmüştür. Atıf Yılmaz'la tanışması sinema sektöründeki çalışmalarının önünü açmıştır. Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin senaryolarını yazarak ve bu filmlerde rol alarak başlar. İlk tutuklanıp hapis cezası alışı 1961yılına rastlar...Yazdığı bir öyküde komünizm propagandası yaptığı ileri sürülmüş ve iki yıllık mahkumiyetle cezalandırılmıştır. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazmış olan Yılmaz GÜNEY, aldığı hapis cezası bittikten sonra çalışmalarına, daha çok macera filmleri çekerek devam eder. Filmlerinin genel temasında, haksızlığa ve sömürüye isyan, otoriteye başkaldırı hakimdir. Yılmaz GÜNEY, 1971 yılında bir kez daha yargılanarak 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edilmiştir. Gerekçe olarak da, Efraim Elrom'un öldürülmesinden sorumlu olan başta Mahir Çayan olmak üzere diğer Türkiye Halk Kurtuluş Partisi üyelerini saklaması ileri sürülmüştür. Hapiste geçirdiği zaman sürecinde yazmaya devam eden Yılmaz GÜNEY, yazdıklarını kendi çıkardığı 'Güney Dergisinde yayınlamış, cezası son bulduğu 1974 yılında ''Arkadaş'' isimli filmi çekerek çok da uzun sürmeyecek olan özgürlüğünü kutsamıştır. 1974 Yılında Yumurtalık ilçesinde Endişe adlı filmi çekerken, ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu gittiği bir gazinoda öldürmek suçundan tutuklanan Yılmaz GÜNEY, 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmıştır. Davalar sonucunda alınan kararla 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. GÜNEY, çektiği Şeytanın Oğlu isimli filminde işlediği hapisten kaçış planını andırır bir biçimde 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden yurt dışına kaçmıştır. Bir günlük izin ile çıktığı hapisten, Antalya'nın Kaş ilçesinden hareketle Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye geçmiştir. Kaçış planının son aşamasında da Fransa'ya geçmiş ve hayatının son gününe kadar orada yaşamıştır. 1983'te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan Yılmaz GÜNEY, 9 Eylül 1984 yılında kansere yenik düşerek 47 yaşında ölmüştür. İlk evliliğini Nebahat Çehre ile yapan Yılmaz GÜNEY'in bu evliliği 1968'de boşanma ile sonuçlanmıştır. GÜNEY, İkinci evliliğini 1970'den ölümüne kadar sürdürecek olduğu Fatoş Güney'le (Jale Fatma Pütün) yapmış, Yılmaz adını verdikleri bir oğulları olmuştur. 1963'de başlayıp 1966 yılında biten Birten Ünal birlikteliğinden de, 1966 yılında Elif adını verdikleri bir kızları olmuştur. Güney'i edebiyat dünyasında tanıtan romanı Boynu Bükük Öldüler olmuştur. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: "Boynu Bükük Öldüler, Nevşehir Cezaevi 'nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altıma sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. Altmış üç haziranında sürgünden döndüğümde, bir gazetede yayınlanması olanaklarını aradım, bulamadım. Altmış altıda, bir arkadaş basmak istedi. O günlerde ünü giderek artan bir sinema oyuncusuydum. Adım 'Çirkin Kral' dı." 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan Boynu Bükük Öldüler (1971) romanı, ilk kez, üçüncü bölümün ortalarına kadar Boynu Bükükler (1966) adıyla çıkmıştır. Sinemacı olarak, 1972'de "Yılın sanatçısı" seçildi. Senaryosunu yazdığı Sürü filmi (1978, 1979) Türkiye'de ve yurtdışında ilgiyle izlendi ve çeşitli ödüller kazandı. Yine senaryosunu yazdığı Yol filmi 1982 Cannes Film Festivali 'nde Büyük Ödülü yönetmen Costa Gavras'la Missing filmiyle paylaşmıştır. Yılmaz Güney'in Edebiyat Alanındaki Eserleri Boynu Bükük Öldüler (roman, 1971, 1972 Orhan Kemal Roman Armağanı), Hücrem (öykü, 1975), Salpa (otobiyografik roman, 1975), Sanık (anı roman, 1975), Arkadaş (senaryo, 1975), Umut (senaryo, 1975, 1970?? Adana Altın Koza Film Şenliği En İyi Film Ödülü), Umutsuzlar (senaryo, 1975), Seyyit Han (senaryo, 1975), Endişe (öykü senaryo, 1976), Selimiye Mektupları (1976), Bir Gün Mutlaka (senaryo, 1976), Zavallılar (senaryo, 1976), Baba (1977), Aç Kurtlar (senaryo, 1977), Oğluma Hikayeler (öykü, 1979), Selimiye Üçlüsü (Hücrem, Salpa ve Sanık adlı kitaplar toplamı), Soba Pencere Camı ve İki Ekmek istiyoruz (roman, 1980), Yol (1982?? Cannes Film Şenliği Altın Palmiye Ödülü) Yunan Bıçağı (film öyküsü). Yılmaz Güney Önemli Filmleri Duvar (1983) Yol (1982) Sürü (1978)(Senarist) Arkadaş (1974) Zavallılar (1974) Baba (1973) Ağıt (1971) Umutsuzlar (1971) Acı (1971) Vurguncular (1971) İbret (1971) Kaçaklar (1971) Yarın Son Gündür (1971) Canlı Hedef (1970) Umut (1970) Piyade Osman (1970) Yedi Belalılar (1970) Aç Kurtlar (1969) Bir Çirkin Adam (1969) Pire Nuri (1968) Seyyit Han (Toprağın Gelini) (1968) Bana Kurşun İşlemez (1967) Benim Adım Kerim (1967) At Avrat Silah (1966)

  • Yılmaz Yeşildağ

    Şair, Yazar, Yayıncı Yılmaz YEŞİLDAĞ'ı da yitirdik. 90 lı yıllarda Öner Yağcı'nın da destek verdiği yine YAĞCI'nın tavsiyesiyle tanıştığım Bumerang yayınlarını kuran, şimdi ülke genelinde yazan çizen birçok yazara ilk kitaplarını çıkarma olanağı sağlayan Yılmaz Yeşildağ, uzun süren amansız hastalıktan kurtulamayarak Salı günü vefat etti. Yazarımız, Çarşamba günü İzmir Şirinyer Yıkık Kemer Camisi’ndeki öğle namazından sonra Buca Yeni Mezarlık’ta toprağa verildi. Yılmaz YEŞİLDAĞ, benim bir kitabımın( Selam Söyleyin Ay Işığına) ikinci baskısını yapmış, yenisini de yazmam için teşvik etmişti. Denilebilir ki "Benim Kimsem Olsana" öykü kitabımın fikir babasıdır. Ne yazık ki basımdayken genç yaşımın hazmedemeyeceği yaşadıklarım, kitabı ondan geri çekmeme neden olacak , ayrılacaktık. Bir süre birlikte çalıştığımız, çıkardığı Edebiyat Gündemi' dergisine de başlangıçtan katıldığım Yeşildağ, sonraki süreçte, ben dahil BUMERANG'ta yer alan hemen hemen bütün yazarlarla yolunu ayırmış, dergiyi kapatmış, yazar olarak yaşamını sürdürmeye başlamıştı . Doksanlı yıllarda internet bu denli yaygınlaşmamış, sihir henüz bozulmamıştı. Yazarlara birer peygamber, yayın dünyasına tanrıların mabedi gibi bakan biz yeni yazarlar, ilk kez o mutfağa girmemize olanak sağlayan Yeşildağ'ı kıyaslayıp takdir edecek olgunluğa sahip olmadığımızdan, yani henüz o denli dayak yemediğimizden, yayın ve pazarlama gerçeğinden, gördüğümüz aç gözlü timsah kapışmalarından, paraya doymayan tüccarlardan irkilmiş, tiksinti duymuş, hıncını ve ihalesini de aslında bize yol göstermeye çalışan, fakat bunu pek becerecek üslubu olmayan, gerçekte paylaşımcı ve çelebi yürekli ama yansıtmayı bilmeyen Yeşildağ'a yüklemiş, küsmüştük. Yanlış anımsamıyorsam ilk kopan Asım Öztürk, Durcan Yaşacan ve bendim. Ötekiler daha bir zaman onunla çalışmıştı. Deprem sonrasında o dönem Edebiyatçılar derneği başkanı olan Burhan Günel'in organizesiyle Zühal Tekkanat'la birlikte İstanbul'dan kalkıp Yalova'da çadırımıza gelip bize geçmiş olsun diyecek kadar da insandı. Ne var ki ancak dergi başlayıp, bu dünyanın nankörlüklerine, kaypak zeminine tanık olup ve yakışıksız kavgalara dahil olunca onu anlamayı başarabilmiş, tümden af edememişsem bile barışmış, birkaç kez de görüşmüştüm. Hatta Niyazi UYAR gibi birkaç kişinin de kitap yapımına da aracılık etmiştim. Dergiyle yayınla işi olmayan ya da yayın dünyası gerçeğini hiç çözemeyen ya da yükselecek daha uyumlu kapılar bulan öteki çoğu yazar, onunla hep küs kalmıştı, çünkü YEŞİLDAĞ'ın yıldızı bir daha o günlerdeki gibi parlamamış, böylece bizde çok hakça işlemeyen hoşgörü şansını da geri alamamıştı. Bu nedenle de hastalığı süresince zaman zaman kendi aramızda konu olsa da ne büyük derneklerin ne de yayın organlarının ilgisini çekemeyip yalnız kalmıştı. Yakalandığı hastalıkla uzun sayılan bir süre boğuşmasına karşın bir yerde hakkında bir yazı da çıkmamıştı. Oysa o dönem başlayan, kitabına yayınlanacak yer bulamayan çok Anadolulu yazara, bugün asla yakalanamayacak bir alçak gönüllülükle destek olmuştu Bumerang, elbette kendince doğru bildiği yöntemlerle... Edebiyat dostlarına ve ailesine baş sağlığı diliyoruz. Şenol Yazıcı *Yılmaz Yeşildağ'la ilgili bilgi için aşağıdaki adrese bakmanız önerilir: Sayfasına biraz önce bakarken beni en çok hüzünlendiren en önemli yan, ömrünün önemli bir bölümünü kaplayan BUMERANG deneyiminden ve o dönem kitaplarından pek söz etmeyişi olmuştu. Görünen Bumerang deneyimine de bizler gibi o da küsmüştü. http://yilmazyesildag.com/

  • Neruda'ya Saygı

    Hastalandığından haberim olmadığı için o gün seni uzaktan da olsa görmeye geldim. Hava güneşli ve sıcaktı ama beklediğimiz çevrili, küçük ve her yanını otlar bürümüş avlu serindi… Neredeyse bütün bir yazı güz karanlığında geçirdiğimizden yadırgamadık. Melek hem incelikli hem coşkun mizahıyla bize çevreyi tanıttı. “Kokteyl’e hoşgeldiniz” dedi, “Burası garden parti için ayrılmış olan yer. Çay veya meşrubat için içeride ayrıca salonumuz var…” Sonra salona geçildi. Seni göremedik ama başka dostları gördük. Bir küçük kız çocuğunun babasına sarılışını izledik. Deniz ve Defne, babanın değerli bir ozanımız olduğunu bilmiyorlardı ama gene de ağladılar. Konuşmaları bir süre izledikten sonra basına ayrılan bölümün arkasındaki daha küçük avluya çıktım, orada volta atarak birkaç sigara içtim. Ayrıldım oradan. Törenlerin hiçbirinin havasından hoşlanmadığımı geçen defa yazmıştım. Düğün, ölüm vesaire… Gerçi bir ilgisi yok ama sanırım bir daha gelmeyeceğim. Şimdi düşünüyorum da, yıllar önce bir kez, bir tek kez, bir törene katılmam olanağı bulunmadığı için üzülmüştüm. 1974’te Krakovv’da, Neruda’nın ölüm törenini gösteren belgeseli izlerken. Eylül sonunda, güneşli bir günde gömüldü Neruda. Tanklar ve tel örgülerle çevrili ıssız Santiago sokaklarından birinde kırk elli kişilik küçük bir topluluk hızlı adımlarla, âdeta koşarcasına yürüdü. Eller üstünde bir tabut. Tabutu izleyenlerin yüzleri neredeyse tek tek belleğimde. Siyah ve zarif yas giysileri içinde birkaç kadın, kır saçlı, zayıf, yüzlerinde ağır yılların çizgilerini taşıyan gururlu erkekler, yoksul ve soluk giysileriyle işçiler ve gerilmiş bedenlerini öfkeyle bastıran gençler. Kimse yoktu ortalıkta. Askerler bile. Arada sırada pancurlu, kapalı pencerelerin birinden bir yasemin dalı düşüyordu topluluğun üstüne ve hemen kuru bir rüzgârın kaldırdığı toza karışıyordu. Düzensiz adım sesleri duyuluyordu yalnızca. Birden tok, kalın, gür bir kadın sesi yükseldi topluluktan: “Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde ptrıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa…” Şiir devam ederken sesin sahibini gördüm. Elli yaşlarında, üstünde yoksul işçi giysileri, ayaklarında postala benzer ayakkabılar bulunan ama gözleri derin bir gülüşle aydınlık, anaç bir kadındı. Şiiri sanki orada bulunanların çok ötesindeki bir yerlere söyler gibiydi. Şiir bitince kısa bir sessizlik oldu. Sonra bir erkek sesi bağırdı: Companero Pablo Neruda! Arkadaşımız Pablo Neruda… Topluluk aynı hızla yürüyordu. Sinler devam etti. “Unutmak Yok Neredeydin diye sorma derim ki ’işte öyle’. Topraktan söz etmeliyim kendini yok eden. Ben yalnızca kuşların yitirdiği şeyleri bilirim geride kalan denizi, kız kardeşlerimin ağlayışını. Neden bu kadar çok bölge var? Neden bir gün başka bir gün birleşir? Karanlık gece birikir ağızda, neden? Neden ölüler vardır? Nereden geldiğimi sorarsan kırık nesnelerle konuşmam gerekecek, acı kapkacakla, kocaman hayvanlarla çürüyüp kokuşmuş ve çorak yüreğimle. Aklıma gelenler anılar değildi, unutulmuşlukla uyuyan sarı güvercin de değil, yaşlı yüzlerdi boğaza sarılmış parmaklardı yapraklardan düşen damlalardı bir de: Günün karanlığı geçti gitti, yaslı kanımızla beslenen. İşte menekşeler, kırlangıçlar, İşte bizi duygulandıran her şey, İşte tatlı kartpostallar zamanla sevimliliğin elele dolaştığı Ama bu dişlerin ötesine geçmeyelim artık Sessizliğin kabuğuna geçmesin dişlerimiz Bilmiyorum çünkü nasıl yanıtlayacağımı: Niçin bu kadar ölü var? Niçin bu kadar çok deniz setleri kırmızı güneşin yol yol çatlattığı? Niçin gemi bordaların vuran başlar? Ve niçin bu kadar çoktur öpüşleri gizleyen avuçlar? Ve niçin bu kadar unutmak istediğim çok şey var?” Bu kez bir başka ses bağırdı: Companero Pablo Neruda… Yolculuk sürüyordu. Ve bütün izleyicilerle birlikte benim de içimde bir özlem: Şu anda orada olabilseydim… Çok iyi hatırlayacaksın. Neruda’nın ölümünden çok kısa bir süre sonra elinde bir “Nouvelle Critique”ie bana gelmiştin. İçinde Ritsos’un, Neruda’nın ölümü üstüne yazdığı olağanüstü güzel bir şiir vardı. Sen yalnız mı çevirdin, yoksa birlikte mi çalıştık, şimdi bilemiyorum. Şiirin bir yerde yayınlanıp yayınlanmadığını da. Ne dersin, o şiiri bu eylülde yeniden yayınlamak gerekmez mi? Evet eylül geliyor. Hem Neruda’nın ölümünün, hem de Şili Darbesinin yıldönümü. Zaman ne kadar çabuk geçiyor… Gülme. Sahiden çabuk geçiyor. İşte yeniden yaklaştı güz. Toprağa düşecek yazın çiçekleri ama yeni tohumlarla birlikte. “Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.-“ İmza: Arkadaşımız Pablo Neruda. Şiirleri, geçenlerde yitirdiğimiz dost Oğuz Akkan’ m 1971’de yayınladığı Hilmi Yavuz çevirilerinden aktardım. Bir de mektubundaki uyarın üzerine Fuentes’in romanını okudum. Artemio Cruz’un Ölümünü. yıllar önce ilk olarak Fransa’da yayınlandığında Merhum Semih Tuğrul bana armağan etmişti. Nedense birkaç sayfa okuyup bırakmıştım. Bu kez okuyunca kendime şaştım. Nasıl yarım bırakılır öyle bir kitaplar… Onat Kutlar Neruda’ya Saygı, 15 Ağustos’82, Yeter ki Kararmasın

  • SORUMLU DEĞİL MİYİZ

    Şenol YAZICI * Buldukları her yazılı kâğıdı, sonra klâsikleri okudular. Ne anne vardı onları anlayacak, ne baba, ne de çevre. Okumak olmanın yoluydu. Okumak kendini yaratmaktı. Gazap Üzümleri'nde hasta bir adamı, genç göğüsleriyle emziren anneydi hepsi; kız ve erkek. Kahvelerin, cafe olmadığı günlerdi. Babaların Tanrıdan sonra geldiği, ama gerçekten "baba" olduğu zamanlardı. Gene de iş dönüşü meyhanede iki tek attı diye kıyameti koparırdık. Anlaşılmaz bir müzik eşliğinde çoluk çocukla, saygın, eğitimli, yetişkin insanların birlikte kafa çekmesinin doğal olduğu barlara henüz geçilmemişti. Yaşlıların taze ergin rolüne soyunmaları ve en birinci çağdaş sayılmaları, yaş dönümlerinin, ikinci gençlik diye adlandırılması, ne sosyal insanlar diye alkışlanması da sonradandır. Yaşlanmak saygınlıktı. Saygınlık hiç ödülü olmayan bir onuru ya da yükü taşımak demekti; küçükleri sevmek, korumak... Şimdi ilköğretim andı gibi gelse de. Sokakta gördüğün, konuştuğun insan belli ederdi kendini. Bu okumuş, bu umur görmüş, bu adam... dedirtirdi. O zamanlardı. Ayaklarında cızlavut lâstikler, sırtlarında yamalı ceketler vardı. Arka mahallelerden, köylerden okumaya, salt okumaya değil, çağdaş kentli olmaya gelirlerdi. Ufukları enginlerdi. Çıkmayan, güdük kanatlarıyla okyanuslar aşacaklardı. Yaşanacak çok şeyler vardı. Şu bu olmak değildi önemlisi ya da zengin… Köylülüğün geri kalmışlığını aşmak, yapısal özelliklerini terk etmek, çağdaşlığın akılcı, sistemli, birleştirici düşünce dünyasına taşınmak, uygar ülkenin yapıtaşlarından biri olmak; yeterince onur değil miydi? Mağaradan çıkan insanın binlerce yılda ulaşabildiği en son nokta olan saygın bir kentli olmayı bir başarırlarsa, nasılsa yeteneklerinin karşılığını ödemez miydi dünya? Bunun yolu da köyle kent arasındaki var olan, biçimsel olarak yüz yıl, anlayış ve birikim olarak beş yüz yılı aşmaktan, kentin birikimini edinmekten yani okumaktan geçiyordu. Okuyorlardı: Tolstoy’u, Gorki’yi, Steincbeck'i, Hemingway'i... Spartaküs'te insan onuru için çarmıha gerilmeyi göze aldılar, Hacı Murat'ta ülkesi için ölmeyi... Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da, dünyanın öteki ucundaki bir insanın acısının kendi acıları olduğunu duyumsadılar. Gazap Üzümleri'ndeki hasta erkeği emziren genç anneydi hepsi; kız ve erkek. Genç kadından süt emen erkek olmayı hiç düşünmediler. Ya da tanımadığı ergin bir erkeği emzirme fantezisini... Öyle vericiydiler. Öyle kolay gözüküyordu kentli olmak, çağdaşlaşmak… İyi bir sıçrayışta aşılacak dende kolay… Kitaplarda, filmlerde büyük emekler istese de hep iyiler kazanıyordu. Devlet malından, tüyü bitmemiş yetim hakkından hanlar, hamamlar yapanlar yoktu. Yüksek ederle mal satan, toplumsal sorumluluğuna ihanet edenler, kuş yuvasını bozan sevgisiz, yitik çocukları anımsatıyordu. Onlara ancak acınırdı; yatacak yerleri bile yoktu. Alın teriyle kazanan babalarının neden yatları, katları, ikinci evleri olmadığını sorgulamadılar. Çalsa çırpsa, boyasa beyaz eşeği, satsa siyah diye düşünmediler. Düşünmek bile aşağılıktı. Parasını denkleştiremediklerinden seyredemedikleri, ama ezberledikleri afişlerden, izleyen arkadaşlarının anlattıklarından çok iyi bildikleri, hep akılla, erdemle, çağdaşlıkla donanımlı iyilerin kazandığı filmleri vardı. Dünyayı da öyle bildiler. Direnirse iyilik, er ya da geç kazanırdı. Alamadıkları kitaplar, özendikleri giysileri, önünde yutkunup durdukları lokantalar, yaşamadıkları gençlikleri vardı… O dünya güzeli, ihaneti bir iki yanı keskin kılıç sayan sevgililere alınmamış armağanlar vardı. Ve ertelenmiş sevdaları... Gün olacak çatalı bıçağı öğreneceklerdi. Şimdi yürümeyi bilmiyorlardı, her ışıklı kavşakta, hey köylü, başka Ankara yok, diye bağırılıyordu arkalarından, ama gün olacak çiftetelliyi aşacak, ışıklı sokaklarda valsin kanatlarıyla uçacaklardı. Kuşkusuz annelerin ilkel ama candan türkülerini bileceklerdi, ama Bolero'yu, Ay Işığı Sonatı'nı da ıslıkla çalabileceklerdi. Köylülüklerinden hiçbir yerde utanmayacaklardı. O bir başlangıçtı, kelebek kozadan çıkmaz mıydı? Geldiği kültürü dayatarak değil, onu aşarak, rahat, güvenli, elleri kolları fazla gelmeyen uygar insanlar olacaklardı. Camiye mayoyla, denize elbiseyle girmeyeceklerdi. Yükselişin yolunun, yetenekli birilerine kara çalmaktan, dinleri, inançları kullanmaktan, size umut bağlamış çıkıp geldiğiniz sılanızın insanlarını tavuk gibi yolmaktan, sevmediğini pusuya düşürmekten geçtiğini düşünmeyeceklerdi. Şimdi değiştirilecek benlikleri, kurtarılacak yarınları ve ülkeleri vardı. Elbet seveceklerdi, sevmeyi öğrendikleri zaman, hakkını verebilecekleri zaman... O zaman, eskimesin diye hiç kullanmadıkları beyaz, ipek mendillerini sakladıkları gibi saklanan sevgililerine ömürlerini adayacaklardı. Ne var ki, şimdi erkendi. Fethedilecek, tüketilecek insanlar değillerdi sevilenler çeteleye atılan çizik değildi. Sevda, kazanamadığınız özgüveni bir başkasını tüketerek kazanmak da değildi. Kabuk değiştirmek gibi, deri değiştirmek gibi öyle zor ve acılıydı değişmek, ama değiştiler. Ülkülerin öğretildiği, öğrenmeyenin ayıplandığı günlerdi. Ondan seçici, soylu, verici oldular. Ondan mı çabuk kandılar, o hamlığın üstüne bildikleri mi fazla geldi ne, imrendikleri uygarlığa farkında olmadan düşman oldular. En seherinden bir şey olmaya soyunduk ve yangınlara çırılçıplak yakalandık. Bundan daha önemlisi Mustafa Kemal’den beri hiç anlamadığımız, hatta günahtır, safına bile yerleştirdiğimiz, ama dayatana hürmeten ezberlemeye çalıştığımız, bıraksalar hatmedeceğimiz kesin olan moderniteyi tam kalbinden yedik. Ki cumhuriyetin gerçek ruhuydu modernite… Kaç kez avuç içlerinizi alkıştan kızartarak izlediniz o filmi? Anımsarsınız, köylü kahramanımız kent giyneğine bürünüp feodal ahlâkını dayatıyordu şehre ve kazanıyordu. Türkülerimizde, şiirlerimizde kadın erkek birlikte çekilen halaylardan söz ettiğimizi unuttuk. Çok eşliliğin, ensestin, çarpık ilişkilerin kırsal kesimdeki yaygınlığını, köylü kurnazlığının darbımeselliğini de… Karısının arkadaşıyla dans etmesine izin veren kentli erkeğe ahlâksız gözüyle bakıp nasıl öfkelenmiştik. Kentte her yabancı erkek, dünyayı kendine benzeyen çocuklarla doldurmaya kararlı 'Susuz Yaz'daki Erol Taş, her yabancı erkekle konuşan kadın da, Sezar deneyiminden sonra Romalının tadına delirmiş Kleopatra'ydı. Her film çıkışında bir türlü sizi arasına almayan büyük şehrin insanlarına, sokaklarına küçümsemeyle, iğrenmeyle nasıl bakıyorduk? Ne kadar kendine inanmış, ne kadar yürekliydik, değil mi? Son Amerika'yı biz keşfettik sanıyorduk. Oysa daha kaç Amerika varmış değil mi? Şimdi düşünüyor musunuz, aslında biz evrensel sosyalizmi bile köy giyneğine sokmayı başarıp giyinmiştik? Artık tek doğru köyden gelendi. Feodalitenin öğretilmeyen, anlaşılmayan, çünkü çıkarlara göre durmadan değişen, ancak ezberlenen, çoğu içgüdüsel ahlâkı, kentin öğretilen yarar ilkeli ahlâkını yenecekti. Yüz yıllardır uyuyan eziklik uyandı, yargı kolaydı; kentli çürümüştü. Ondan bizi öğrenmeye, kendine benzemeye zorluyor, beceremezsek dışlıyordu. Ne arka mahallenin dev varoşlar olmaya dörtnal gittiği düşünüldü, ne de kentli olmanın insanın ulaşabildiği uygarlık ölçütlerinden biri olduğu. Bir gün bu savunmanın çeteyi, lâhmacunu, jiletçiyi, bir karmaşayı besleyen garip bir etik yapıyı üreteceğini kimse düşünemedi. Oysa deneyimimiz vardı. Tıpkı Moğol istilasında Tanrıdan başka sığınacağı kalmayan Anadolu gibi kaos karşısında çaresizleşen genel halk katmanlarının savunmayı en ilkele kurup en baştan başlayacağını da düşünemedik. Her birimiz öğrenmekte güçlük çektiğimiz uygarlığa tavırlı, yerine ne koyacağımızı bilmeden yok etmeye kararlıydık. Yerine konulacağı hala bulamadık. Bulamadığımız için önce ülküleri yok ettik. Daha da kötüsü, o ülküleri işimize gelen her kılığa sokarak insanlara dağıttık, yalan yanlış anımsadıklarımızı inananlara ezberlettik. Geride ne var? Başkalarının yaptıklarından söz etmeyin. Biz uygarlığın yanında değil miydik? Sarılacak bir arka mahalle veya köy ahlâkımız da yok artık. Dahası onlar, arka mahalledekiler de, köydekiler de yok. Üretim güçlerini ele geçirmiş, aydınlık sokaklara taşınmışlar. Kullanmasını bilmedikleri uçağı, tekerleklerinin her biri bir tarafa giden eski Skoda kamyonetleri gibi kendi yöntemleriyle sürüyorlar ve tıpkı eskiden olduğu gibi başkasına hiç katlanamıyorlar. Sıra kent sokakları, kentli için zulüm. Bu inanılmaz Moğol saldırısına dayanamıyorlar, kaçıyorlar; son sığınaklarına, adalarına çekiliyorlar. Ve artık çok azlar. Dün, kentli sadece küçümsüyor ve uzak duruyordu bizden. Bunlarsa dayatıyor, istemeseniz de yaşamak zorunda bırakıyor. En garibi, dayattıklarını, çağdaşlık ve demokrasi diye adlandırıyorlar. Ayırt ediyor muyuz? Çoğunun diploması var; konumları, kariyerleri, çoğunun dört elle sarıldıkları partileri, ideolojik bir geçmişleri var. Söze inançlarınızın anahtarıyla başlayıp kendi alt kimliklerinden gelen her şeyi, alacalı bir boyaya sokup kurtuluşun, hatta çağdaşlığın tek gereği diye dayatıyorlar. Alkış da alıyorlar. Hepimizin bir yanı arka mahalleden geliyor, hepimizin bir yanı soğanın cücüğünü çekiyor, ondan. Çürütüyoruz, ne varsa çürütüyoruz; ulaştığımızı da, geldiğimiz yeri de. Bıraksanız tek başlarına, gerçekten güzel olabilecek her bir şeyin genetik kodlamasını değiştiriyoruz. Türküye Mozart katıyoruz, Vivaldi'ye arabeski. Sonra karşısına geçip ürettiğimiz bu ucubeye alkış tutuyoruz. Bunların yavaş gelişen demokrasi ve çağdaşlığımızın adımları olduğundan dem vuruyoruz. Güç onlarda artık. Arzu edilen yer burası mıydı? Artık filmler, kitaplar bile sizi anlatmıyor, farkında mısınız? Artık, garip şivesi ve kılığıyla uyum sağlayamayan, davranışlarıyla gülünç durumlara düşen köylünün öykülerine değil, özenle yaşamak için dağ başları arayan kentlinin acıklı öykülerine gülüyoruz. Yarın ne olacak, seçkin olmaya çalışan, binlerce yılda oluşturduğu ama birkaç yılda kaybettiği yaşam alanlarını geri almaya çalışan kentli, gasp edilen haklarından söz edip ayağa kalkarsa ne yapacaksın? Erinçle kemanını çalmayı arzu eden kentsoylu kalabilmiş bir genç ki enderdir, çünkü onlar da yaşayabilmek için bozuldu, ayağa kalkarsa onun bu mücadelesini alkışlayacak mısınız? Şimdi, o filmi ve o kahramanı düşünüyor musunuz; üzerinden bize uydurarak yozlaştırdığı ideolojiyi aldığınızda geride ne kaldığını? Kim bilir belki mevsimiydi, belki denk gelmişti. O garip devrim, 60 rüzgârı belki de bu toprağa atılan en lânetli(!) tohumdu. Ektiği özgürlük ortamı çok derinlerimizde saklanan ama hazır olmadığımız soylu, kahraman ve insan ruhunu uyandırdı; keşfetmeye, donatmaya ve ona dört el sarılmaya götürdü bizi. YÜZYILLARDIR açlığını yaşadığımız, ama ancak damla damla sızan ışıkla avunduğumuz, aralamakta sıkıntı çektiğimiz o kapıyı açmadık, kırdık; bizi kör eden güneşe boğulduk. Sonra da hep olan oldu, kurallar işledi; bindiğimiz dalı kesmeye başladık. Ne dersiniz, epey sorumlu değil miyiz? * 1999, Yalova, Haberci Gazetesi 2002 Güney Dergisi 2003, Bursa maviADA Dergisi, 2005 Damar, AykırıSanat Degileri /23.06.2020

  • Erich Fromm - Karen Horney Kişilik Kuramları

    Erich Fromm Erich Fromm, Almanya'da, sosyoloji ve psikoloji eğitimi gördükten sonra, psikanaliz alanında eğitim almıştır. Kültür süreçleri ve toplumsallaşmaya önem verdiği için, sosyal çalışma açısından görüşleri anlamlıdır. Sosyal çalışmada, çevresiyle birlikte kişi odağı içinde, kültürel süreçler ve toplumsallaşma, incelenen mesleki alanlardır. Fromm'a göre, insan tarihsel ve bireysel gelişim süreci içinde, geliştikçe kendini yalnız ve soyutlanmış hisseder. Bu durum kaygı yaratır. Kişi egemen olma, yok etme, robotlaşma gibi savunma düzeneklerini kullanarak kaygıdan kurtulmaya çalışır. Fromm, kişilik gelişmesinde kültürlenmeye ve toplumsallaşmaya önem vermiştir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Karen Horney Karen Horney, Freud'un analitik kuramı paralelinde bir süre çalıştıktan sonra, kendi kuramını oluşturmuştur. Horney oluşturduğu kuramında, kişilik ve davranış oluşumunda, kültür ve toplumsal çevreye öncelik tanımıştır. Bu yönü ile Horney'in kuramı, sosyal çalışma açısından, mesleki uygulama yönüyle anlamlıdır. Horney, çocuğun doğduğu andan başlayarak yabancı, düşman bir dünya karşısında, yalnız, yardımcısız ve çaresiz olduğunu bu durumdan kaygı duyduğunu ileri sürmüştür. Bu kaygıya "temel kaygı" adını veren Horney, bunun çocukluk döneminden başlayarak kişilik bütünlüğü üzerinde etkili olduğunu ileri sürer. Horney temel kaygının gelişmesinde en önemli etken olarak kusurlu anne-baba tutumlarını göstermiştir. Bu tutumları aşırı koruyucu, başat, rededici, ürkütücü, tutarsız vb. anne-baba tutumları şeklinde ayırarak incelemiştir. Ailenin ve çevrenin ilgisiz, soğuk, yetersiz ve tutarsız davranması sonucu çocukta çevreye karşı saldırgan ve düşmanca duygular uyanır. Temel kaygıdan kurtulmak için, sevgi, boyun eğme, içe dönme, güçlü olma gibi davranış biçimleri ortaya çıkar (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Horney'in anne + çocuk ve çevre arasındaki ilişkiler hakkında geliştirdiği kuramı, istismar konularına açıklık sağlayıcıdır. Geliştirilen kavramlar, istismar bulguları açısından da anlamlıdır. Freud uygunculuğundan (ortodoksi) uzaklaşarak Adler psikolojisindeki bazı kavramları özümleyen Horney'in S. Freud'le olan anlaşmazlığı kadın cinselliği konusunda ortaya çıkar. Horney, Freud'ün kadındaki penis arzusu kavramını eleştirir. Libido gelişimiyle ve nevrozlarla ilgili Froudçu kuramları bir yana iterek kültür ve çevrenin bu görüngülerin oluşmasındaki rolü üzerinde durur (Gürün, 1991). Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • BEYCELİ KÜLTÜR MÜZESİ

    - Objektiften Beyceli İlkokulu- Zeki SARIHAN * Epeydir zihnimi meşgul eden bir soru var: Köyümde bir etnografya müzesi açılamaz mı? Köye gittiğimde arkadaşlarla konuşuyorum. Bu kez muhtara da anlattım. Köyümüzde taşımalı eğitimle boş kalan ilk ilkokul Millî Eğitim tarafından onarımdan geçirilerek kullanıma hazır hale getirildi. Buraya “Beyceli Yaşam Merkezi” levhası da açılmış. Ancak ne için kullanılacağı konusunda açık bir bilgi yok. İlçe Millî Eğitim Müdürlüğüne giderek müdür yardımcısından bilgi aldım. Binaların hazineye ait olduğunu, kullanılmasının Millî Eğitime bırakıldığını, buralarda ihtiyaca göre çeşitli kurslar açabileceklerini söyledi. Boş sınıflardan birinin etnografya müzesi olarak kullanılmasına da karşı çıkmadı. Köydeki arkadaşlar da daha önce yetkililerle görüşmüşler fakat net bir bilgi alamamışlar. Köylerde müze açmanın yasal ve idari birçok zorlukları olduğu anlaşılıyor. Kültür Bakanlığı kendi yönettiği müzeler ve kişilerin açtığı müzelere önemli kayıtlar koymuş. Öyleyse bunlara “Müze” adı vermeden de köyün kültür varlıklarını koruma altına almanın ve ziyarete açık hâle getirmenin yolu bulunmalı. KÜLTÜR VARLIKLARINI KORUMAK Geçmiş kültür varlıklarını koruyamayan ve tarihiyle bugünü arasında bağ kurmaktan aciz bir toplum, köksüz bir kalabalıktan başka bir şey olamaz. Böyle bir duruma toptan zorunlu göçler, soykırımlar ve Moğol istilası gibi ne varsa yakıp yıkan, taş üstünde taş bırakmayan vandallıklar sebep olabilir. Türkiye, kültür varlıklarını koruma ve bunları müzelerde toplama işine çok geç başladı. Ancak köy müzeciliği henüz emekleme aşamasında bile değil. Ülkemizde bazı köylerin aydınlarının çabalarıyla bu varlıklar bir köy konağında veya boşaltılmış okulunda sergileniyor. Fatsa ilçesi köylerinde ise böyle bir merkez yok. Geçmişte sosyal uyanışta ve kültürde öncülük yapmakla övünen Beyceli köyü bu konuda da önderlik yapmalı. Ev ev gezilerek eski kültür varlıkları saptanmalı ve sahipleri ikna edilerek toplanmalı ve koruma altına alınıp sergilenmeli. Bir kara saban, boyunduruk, övendire, bir dokuma tezgâhı, değirmen taşı, dibek, 19. Yüzyıldan kalma bir gelinlik, bir idare lambası, çıkrık, kağnı arabası, keşkek kazanı belki bulunabilir ama bir çarık bulmak herhalde imkânsızdır. Onu da aslına uygun olarak yeniden dikmek mümkün. Yakında köyde bir at nalı bulmak bile mümkün olmayacak! Bir köy kültür merkezinde yanız eskiden kullanılmış eşya değil, köy tarihini, coğrafyasını ve kültürünü anlatan başka materyallere de ihtiyaç var. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nda şehit olanların listesi bunların başında gelir. (Şu anda camide bulunuyor.) Köyle ilgili kitaplara da bir raf ayrılmalı. Bunların sayısı şimdiden dokuzu, onu buluyor. Köyle ve ailelerle ilgili en eski fotoğrafları da büyütüp sergilemek gerekir. Köyde yetişen bitki çeşitlerinin kurutulmuş bir koleksiyonu neden olmasın? Görüldüğü gibi, önemle ele alınırsa değil okulun bir odasına, bir okula bile bu materyalleri sığdırmak mümkün olmaz. KÖY AYDINLARINDAN ÖNCÜLÜK BEKLENİR Böyle bir isteğin köylülerden gelmeyişine ve kültür merkezini ziyaret için kuyruğa girmeyeceklerine bakıp işi önemsememek olmaz. Daha 1963’te açtığımız ve Fatsa’da ilk olan Beyceli Okuma Odası’nın hayata geçmesinde olduğu gibi böyle şeyler için aydınlar öncülük yapar. Köylüler burayı yılda veya birkaç yılda bir gezseler yeter. Köye gelen yabancılar için de övünçle gösterilecek bir yer olur. En önemlisi bunları kayıt ve korum altına almaktır. Arkadaşlardan (Emekli öğretmenler Necati ve Hamdi Sarıhanlar ve mühendis Mustafa Hatiboğlu) ile muhtar Mustafa Cezan’dan rica ettim. Ele geçirdiğiniz kültür varlıklarını şimdiden okulda toplayarak işe başlayalım. Gerisi arakadan gelir. Umarım yetkililer de gerekli desteği verirler. 16 yıl kadar önce “Çocuk ve Vatan-Beyceli Köyünde Son Yüz Yıllık Değişim” kitabım için belge toplarken köy muhtarından muhtarlıkta bulunan belgeleri istedim. Belgelerin bir çuval içine doldurulmuş olduğunu gördüm. Bu belgelerden biri 1948’den başlayan İhtiyar Heyeti Karar Defteri idi. Köye ikinci gidişimde yeni muhtardan çuvalı istedim. Karar defteri kayıplara karışmıştı! Fatsa Kaymakamlığına gönderdiğim bir dilekçede muhtarlıklara bir yazı gönderilerek köyleri ile ilgili belgeleri korumaları emrinin verilmesini rica ettim. Zira köylülerden okumuş kişiler çoğaldıkça her köyün tarihinin yazılacağına inanıyorum. Ben bu belgeler sayesinde 1930’larda ve 40’larda köylülerimizin kaç kuruş salma parası verdiğini biliyorum ve bunu yayımladım. Gelecek yıl, Beyceli Kültür Merkezinden fotoğraflar yayımlayabilme umuduyla. (19 Eylül 2023)

  • Şili'ye Duyarlık

    Ne kadar sıksa saflar, ne kadar hacimliyse Zulmün karşısında o kadar amansız durur! (Seyyit Nezir) 300 yıl süren Şili halkının bağımsızlık mücadelesinde kara bir isim Pinochet. Avrupalılardan sonra ABD emperyalizmine karşı Şili halkının sempati ve oyunu da kazanmış Salvador Allende’yle 4 bin’e yakın Şililinin katili. Allende ise sömürge ve borç batağına saplanmış politik çalkantılar içindeki Şili’de çok kısa bir zamanda üretimi arttırarak, enflasyonu düşürebilen, işsizliği yok ederek ekonomik başarılara ulaştırmış ve emperyalizme karşı geleneksel demokrasinin oluşumunda rol oynamış bir liderdi. 1970’li yılların başında dünya gerçekten ilginç bir deneye tanık olmuştu. Allende önderliğinde seçimle işbaşına gelen Halk Birliği iktidarı tekellere karşı ardarda reformlara girişmiş, emekçi halktan yana başarılı adımlar atmıştı. Buna karşılık ITT olmak üzere bundan rahatsız olan çokuluslu şirketler ise Allende hükümetini düşürmek için üstüste darbe girişimleri tezgahlamıştı. 11 Eylül 1973 sabahı işbirlikçi diktatör yandaşlarıyla birlikte gerçekleştirdiği ABD parmağı açık darbeyle binlerce ilericinin ve Başkan Allende’nin katledilmesinden sorumlu olacaktır. Şili deneyimi bütün dünya sınıflar tarihi için emekçilerin çıkartacağı derslerle doludur. Uluslar arası burjuva tekellerinin tezgahladığı darbe insanlık adına kara bir leke ve bir örnektir… Güney Amerika’ya Avrupalıların ilgisi daha yy’lar önce başlamıştı. Şili de 16.yy’dan itibaren ilgi odağı haline gelmişti. Şili başkenti bile zengin yer altı kaynakları yüzünden iştahı kabarmış sömürgeciler tarafından kurulmuştu. Avrupalı işgalci güçler 1540 yılında bu ülkenin topraklarına da ayak basmışlar bakır, altın, nitrat gibi değerli madenlerine el koymak için özellikle verimli orta kesimleri seçmişlerdi. İspanyolların kurduğu Şili’nin bugünkü başkenti Santiago’nun da bulunduğu bu bölgelerden ülkenin gerçek sahipleri olan yerliler daha güneye sürülmüşlerdi. İspanyolların Şili’de hakimiyeti 1810’a kadar devam eder. Bu tarihten sonra İspanyollara başkaldıran Şili halkı 1818’de bağımsızlık kazanmayı başarır, bir yanı Ant Dağları bir yanı Büyük Okyanus’la çevrilen Şili ülkesi kurulur. Beyazlarla yerli kadınlar arasındaki evliliklerden melez bir ırk doğmuş olmakla birlikte Şili halkı Araukanya’daki yerli kültüre de bağlı kalmıştır. Şili’deki bağımsızlıktan sonra kiliseyle milliyetçi kesim arasındaki uyuşmazlıktan liberal yeni bir yönetici sınıf ortaya çıkar. 1860 sonrası ülkede Manuel Montt’un daha katı yönetimine karşı gelişen bu liberal-muhafazakar kanat egemen olur. Laik radikallerin de bu ittifaka katılmalarıyla Şili dünyaya açılır, başkanlığa José Joaquín Pérez getirilir. Ortaya çıkan oligarşi yolculuklar yapıyor daha sonra yeni kültürel, siyasi, edebi bilgilerle ülkeye geri dönüyordu. Bu tür gezilerde daha sonra geniş ekonomik imtiyazlara kavuşan İngilizlerle yakın ticari ilişkiler de kuruluyordu. Gümüş, kömür gibi madenlere karşılık demiryolları, limanların yapımı vs. için yardım alınıyordu… 1860 ve 70 arası dünyanın en büyük bakır üreticisi olan Şili ödemeler dengesinde açık vermekten kurtulamıyordu. Üstelik bu açık Bolivya ile Peru sınırındaki nitrat madenleriyle kapatılmak istenince iki ülkeyle de savaşa girilmişti. 1879’da başlayan savaş tam 5 yıl sürdü. Sözde savaşı kazanmasına rağmen bundan Şili ekonomisi zayıf düşmüştü. 1891’de José Manuel Balmaceda hükümeti bütün nitrat madenlerini devlet yönetime sokmayı denedi. Oligarşi buna istekli olmadığından daha zayıf bir merkezi yönetim için ülkede kısa süren bir savaş çıktı. Bu iç savaş Balmaceda’nın kendi sarayında intiharıyla son bulmuştu. 1891’den itibaren Şili’de parlamenter demokrasiye geçildi ve böylece oligarşi ekonomik ve politik açıdan ayrıcalıklı konumunu sağlamlaştırdı. Bu tarihten sonra 1920’lere kadar alt-orta sınıflar büyüyerek bu oluşumu temsil edecek yeni siyasal partiler ortaya çıkmaya başlayacaktı… 1888’den itibaren bu oluşumlara yeniler eklendi, Liberal kanattan kopanlar Radikal Partiyi kurdular ve Radikal Parti kısa sürede güçlenip orta sınıfı temsil eder hale geldi. İdeolojik olarak evrimci bir sosyalizme dayanıyordu. Nitrat ocaklarında çalışan madencilerle kamu kuruluşlarında çalışan emekçilerin ücret artışlarına dönük yaptıkları ilk grevler de bu döneme rastlamıştı. 1900’den itibaren artan grevler ve maden işçilerinin hoşnutsuzluğu yeni bir partinin doğuşuna zemin hazırladı, 1912 ‘de de Sosyalist Parti kuruldu ve özellikle maden bölgelerinde tabanı hızla gelişti. Hiç kuşkusuz biraz daha radikalleşmiş sol partilerin ortaya çıkışında tek etkili sebep yalnız toplumsal tabandaki orta ve alt katmanlardaki gelişim değildi, yönetici sınıflar ülkenin sosyal ve ekonomik sorunlarını geçiştiriyor çözmekte yetersiz kalıyordu. Böylece kentli proletarya ile sanatkarları temsil eden Demokratik Parti orta sınıf ve maden emekçilerini temsil eden Sosyalist Parti karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Öte yandan Şili’nin büyük miktarlarda borçlandığı ülkeler arasına ABD’de katılmıştı. Bu ülkelerden alınan borçlar üretime dönük gerekli yatırımlara değil eski borçları kapatmak için kullanılınca Şili ekonomisi daha büyük krize girmişti. Ekonomi gittikçe bozuluyordu. 1920-1938 arasında orta sınıftaki hoşnutsuzluk kendileri de birer orta sınıf üyesi olan askerlere de sıçradı. Bu dönem boyunca “sol” cuntacılık ve faşist hareketler Şili siyasetinde kendini ağırlıklı olarak hissettirdi. Meclisten reform istenirken senatör ücretlerindeki artışların tartışılmaya başlanması ordunun hükümete ültimatom vermesine yol açmıştır. Meclis reforma zorlanmış ve 16 sosyal reform yasası 3 gün içerisinde çıkartılmıştı. Sivil iktidara 1 yıl sonra yönetim yeniden geri verildi ve 1925’te tekrar parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüş oldu. Bu yıllar Şili’de bunalım yıllarıydı, reformlara rağmen oligarşinin politik gücü ve etkinliği kırılamamıştı. 1929’daki dünyadaki büyük ekonomik kriz Şili’yi de vurdu. Nitrat ve bakır ihracatı düştü. Buna karşılık egemen sınıf eski gücüne kavuştu. 1938’de işçilerin de desteğinde orta sınıfı temsil eden Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Radikal Parti’den oluşan sol koalisyon (Halk Cephesi) başkanlık seçiminden zaferle çıktı. Seçimlere büyük bir katılım olmuştu ve halkın katılım oranındaki yükseklik politize oluşundaki en açık göstergeydi. Latin Amerika’da böylesi bir örnek ilk kez gerçekleşiyordu ve Şili demokratik seçimlere ilk örnek oluşturuyordu… Karşılıklı uzlaşma ile devlet yönetimindeki konumu ve son çare olarak askerleri çağırmama konusunda anlaşan sivil güçler 1973’teki kanlı darbeye kadar ülkede ordu etkisinden yalıtılmış bir parlamenter sistemin kurulmasını da sağladılar. Sol koalisyonun başarısı üzerine İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerine rağmen ülkede ekonomik, siyasal istikrar sürdü: Üretim artışı oldu, borçlar düştü, eğitim ve toprak reformu başarıyla sonuçlandı. Ancak savaş ve iç sorunlar ülkeyi sağ kesimin etkisi altına sokmuştu. 1948’de yürürlüğe giren “demokrasiyi savunma” adı altındaki kanun Şili Komünist Partisi’ni yasadışı ilan etti. Parti liderleri tutuklandı. 1950’lerden itibaren ABD ile ilişkiler sıklaştırıldı ve Şili’deki yatırımları artmaya başladı. Teknik ve akademik elemanların ABD’ye gönderilmesiyle iki ülke bağı güçlendirildi. Ekonomik gelişme ve kentleşme orta kesimin biraz daha durumunu düzeltmesine nazaran alt sınıfa yaramadı. Yoksullar daha da yoksullaştı. 1952 seçimlerinde birçok kesim tarafından desteklenen Carlos Ibáñez del Campo yönetime geldi, ancak onun reformları da yeterli başarıyı sağlayamadı. Aşırı ve merkez sağ partilerin yetersizliği ve oy kayıpları sosyalistlerin popülerliğini arttırdı. KP’ye yeniden yasallık kazandırıldı ve 1958’de toplam oyun yüzde 11.7’sini elde etti. 1964’te sol tehlikesine karşı birleşen sağcı partiler Küba’ya bir alternatif yaratmayı deneyen ABD’nin de desteğini aldı ve Hristiyan Demokrat Parti adayı Eduardo Frei Montalva yüzde 56’lık bir oyla başkan seçildi. Frei “özgürlük içinde devrim” sloganıyla reformlara girişerek ithal ikameci sanayi modeline bir son vermeyi denedi ve özellikle toprak reformu sırasında sol partilerden büyük destek gördü ancak sanayinin gelişmesi için dış yatırımlara açılma politikası La Piranas (Pirana Balıkçıları) adı verilen güçlü bir sanayi ve finans burjuvazisinin meydana çıkmasına yol açtı. Bu yeni zümrenin bir yandan tarım reformuna karşı olan oligarşiyle mücadelesi diğer yandan yönetimle ilişkilerindeki belirsizlik Unidad Popular’a iktidar kapısını araladı ve sol gelenek Şili’de kendi rönesansını yaşamaya başladı. 1964-70 arası dönemde daha da kronikleşen ülkedeki ekonomik buhran Frei karşısında daha tutarlı yeni bir seçenek güç ve program ortaya çıkarmıştı; Salvador Allende Gossens’in yeni Halk Birliği programı “Unidad Popular”. Ve 1970 seçimleri sonunda Sosyalist, Komünist ve Radikal partilerden oluşan ve partilerinden ayrılan Hristiyan Demokratların da destek verdiği Allende başkanlığa geldi… Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Şili’nin ilk Marksist başkanı olan Salvador Allende 20 Haziran 1908’de liman kenti Valparaiso’da dünyaya gelmişti. Annesi koyu bir Katolik babası ise özgürlük yanlısı bir avukattı. Dedesi ise daha o zaman Kızıl Allende lakabıyla biliniyordu. General Bernardo O'Higgins Riquelme yanında bağımsızlık mücadelesine katılmış laik bir doktordu ve parlamento üyeliği de yapmıştı. Allende de dedesinin yolundan giderek ilk olarak doktorluk mesleğini seçti. Yüksek öğretime başlamadan önce askerlik yapmış bu sırada bir eleştiri nedeniyle hapis cezası almıştı. 1926’da dedesinin yolunu izleyerek hem tıp eğitimine başladı hem de aktif olarak politikaya atıldı. Başkent Santiago’da Şili Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanlığına seçildi. Ardından Üniversite Konseyi Üyesi ve Öğrenci Federasyonu İkinci Başkanı oldu. Bir süre sonra siyasal faaliyetlerinden dolayı okuldan uzaklaştırıldı.Hayatını kazanmak için bir yandan da çalışmaya koyulmuştu. Ünlü şair Pablo Neruda ile arkadaşlık kurdu: Bir solukta mümkün değil anlatmak sana istediklerimi anla beni dostum duymasan da sözlerimi ne ağlayıp duruyorum, ne uykudayım seninleyim seni görmeden ne zamandır ve sonuna kadar. Biliyorum, düşünen vardır Pablo ne yapıyor diye. İşte buradayım. ararsan beni bu sokakta bulacaksın kemanımla hazırlanırken şarkıma ve ölüme. diyen ünlü şair Pablo Neruda ile arkadaşlığı işte bu yıllara dayanır Salvador Allende Gossens’in… 1932 yılında üniversiteden mezun olan Allende ailesinin politik ünü dolayısıyla sık sık iş değiştirmek zorunda kalır. Sonunda bir morgta çalışması Şili’nin toplumsal durumu üzerine radikal görüşler edinmesine yol açar. Başarılı bir sosyal tıp uzmanı olan Allende Şili Tıplılar Birliği adını alan meslek örgütünü kurar, ancak aklı politikadadır. 1933 yılında kuruluş çalışmalarına katıldığı Sosyalist Parti’den 1938’de milletvekili olup henüz 29 yaşında parlamentoya girer. Şili Komünist Partisi 1921’de Luıs Emılıo Recabarren’in kurduğu Sosyalist İşçi Partisi’nin devamıydı. Özellikle sendikal faaliyetlerde bulunan KP 20’li yıllarda sonra birçok defa yasadışı ilan edilmesine rağmen işçiler arasına kök salmayı, örgütlemeyi başarabilmişti. 1933’te birçok sosyalist ve devrimci parti, eğilim ve grubun birleşmesiyle oluşan Sosyalist Parti ise 1959’dan itibaren Castroculuktan esinlenmeye başlamıştı. İçinde kısa adı MİR olan Devrimci Sol harekete sempati duyan hatırı sayılır bir grup vardı… 1959’daki Küba devriminden etkilenmiş radikal öğrenci hareketinin sözcüsü olan ve silahlı mücadeleyi benimseyen devrimci ve tutarlı yapısıyla MİR hem öteki silahlı gruplardan hem de diğer Castrocu hareketlerden farklılıklar taşıyordu. Birçok kesimin içinde varolduğu MİR Unidad Popular’a dahil değildi. !970 seçimlerinden önce Salvador Allende lehine eylemlerini durdurmuştu çünkü UP’nin programı Hristiyan Demokratların başlayıp ta bitiremediği bütün reformların yerine gelmesini özellikle toprak reformuyla başta bakır madenleriyle sanayinin millileştirilmesini ve eğitimle sağlık alanında halkçı düzenlemeleri öngörüyordu . Şili siyasal hayatında 1938’de başlayan ve askeri müdahalelere son veren halk cepheleri döneminden bu yana hep umutla beklenen fakat birtürlü gerçekleştirilemeyen hedeflere erişmeyi vaat ediyordu. Program yeni bir geçiş ekonomisini yani karma ekonomiyi içeriyordu. İşçilere, köylülere, kamu çalışanlarına, meslek gruplarına ve işadamlarına kadar geniş bir kesimi hedefliyordu. Ancak doğal olarak seçimle gelen zafer ve alınan anayasal yetkiyle elde edilen taviz Allende’nin sosyalist partisinin hedeflere ulaşılmasını ve sürecin sosyalist perspektifinin güvence altına alınmasını sağlayacak, geçmiştekinden daha yüksek kapasiteli, devrimci bir sınıf ideolojisi ve politikasına karşılık gelebilecek hareket alanını da daraltıyordu. UP’nin programı 1971 boyunca öngörüldüğü şekilde gerçekleştirildi. 1972 ortalarına gelindiğinde devletleştirmeler ve tarım reformunun hızlandırılması sonucunda işsizlik büyük ölçüde yokedilmiş sanayideki kapasite kullanım oranı yüzde 75’ten 90-100’lere kadar yükselmiştir. Asgari ücret arttırılmıştı, başta işçiler olmak üzere halkın alım gücü yükseliyordu, enflasyon ise yüzde 8’e indirilmişti. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda küçük üreticinin orta çaplı tüccarın ve sanayicinin karında hızla bir artış sağladı. UP ittifakı öyle güçlenmişti ki Nisan 1971’deki yerel seçimlerinde oyların yüzde 49.75’ini alarak büyük bir zaferle çıkmıştır. Sol oylar ise yarıyı aşmaktaydı... 1970 başkanlık seçiminde yüzde 36.3’lük oyla seçilen Allende 1,5 yıllık iktidar dönemi boyunca gelir dağılımının düzeltilmesi ve reformlar konusundaki parlak başarısına rağmen ABD’nin alışılmış ambargosu ve tertiplediği sağ terör yüzünden tırmanan olaylar bahane edilerek ordunun kanlı darbesiyle sona erdirildi. General Augusto Pinochet’nin dikta dönemi başlamıştı. 11 Eylül sabahı eğitim tatbikatını paravan olarak kullanan Pinochet’nin komuta ettiği ordu sivil iktidara el koymuştur. Söz verildiği gibi anayasal sınırlar içinde kalınmamıştı ve Şili Ordusu ABD ile Yahudi tröstlerin çıkarları için, askeri-polisiye ve istihbarat kuruluşlarınca desteklenip örgütlenen bir darbeyle kendi geleneğine de ihanet etmişti (cunta darbeden sonra 40 Amerikan holdingine bağlı 300 şirkete maden ve diğer iş kollarındaki şirketleri geri verdi)… Kısa sürede binlerce insan öldürülmüştü. Binlercesi de stadyumlara dolduruldu. Bir milyondan fazla insan başka ülkelere irtica etmek zorunda kalıyordu. 11 Eylül sabahı Şili Halkı Salvador Allende’nin sesini son kez radyolardan duydu: “Size seslenmek için bir daha elime fırsat geçeceğini sanmıyorum. Acı konuşmayacağım ama sözlerimin Şili askeri olarak and içenlere bu andı tutmadıkları için ahlaki bir ceza olmasını dilerim. Bana gösterdiğiniz bağlılık ve duyduğunuz güven için hepinize teşekkür ederim. Her zaman yanınızda olacağım, en azından anılarım yanınızda olacak. Şili’ye ve onun geleneğine inanıyorum. Bizden sonrakiler bu karanlık ve acı günü yenmesini bileceklerdir. Sizler çok geçmeden özgür insanların daha iyi bir toplum kurmak için yürüyeceği yolları açacağına inanın. Yaşasın Şili.” Seçimle açılan yol ve barışçıl geçiş çıkmaza girmişti. 11 Eylül sabahı hükümetin elinde kalan 2 radyodan yayın kesilene kadar Şili Halkına hitaben konuşma yapan devlet başkanı Allende başkanlık sarayına yapılan saldırıda silahı elinde ölecekti. Salvador Allende Modena Sarayı’nda elinde silah intihar etti dediği darbecilere karşı savaşarak can vermiş ve Şili deneyi acımasızca ezilmişti. Pinochet rejimi 11 Eylül’deki yy’ın en kanlı darbesinden sonra tam anlamıyla bir insan avına çıkmıştı, başlarda 3 bin olduğu söylenen ölü sayısı 30 bini bulmuştu. Sözde Marksist kanseri kazımak için savaş veriliyordu halka karşı. Mahalle baskınları oluyor, toplu tutuklamalar katliamlar yaşanıyor, insanlar işkence merkezlerine dolduruluyordu. Allende’yi destekleyen sanatçılar sürgüne uğruyor, halk başka yerlere sığınıyordu. 1970’lerde UP ve Allende’nin yanında yeralan Şili’deki geleneksel Latin kültürden doğan müzik toplulukları ABD emperyalizmine karşı mücadelenin simgesi haline gelmişlerdi. La Segunda Independencia (İkinci Bağımsızlık)’da adını Che’nin savaştığı Bolivya’daki dağlardan alan İnti-İllimani “Bir Amerikalıyım ben ülkem önemli değil” diyor ve tüm Orta ve Güney Amerika’yı kuzeyin gölgesine karşı tek bir ulus olarak birleşmeye çağırıyordu. Victor Jara ise Allende’nin seçim kampanyalarında aktif bir rol oynamıştı. Quilapayún’ın Şarkısında “El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido” yani “Birleşen Halk Ölümsüzdür” sözleriyle Unidad Popular’ın adeta marşı dile geliyordu. Darbeden sonra tutuklanan Victor Jara onbinler gibi Santiago Ulusal Stadyumuna kapatıldı. Her zamanki arkadaşı gitarıyla şarkılarını söylemeye başladı. Nöbetçilerin ateş tehdidine rağmen, tutuklular da şarkıya katıldılar. Jara’nın direnci karşısında öfkeli faşistler ellerini ezip kırdılar. Gitar çalamıyordu artık, ama zayıflayan bir sesle şarkı söylemeye devam ediyordu. Katiller Bir dipçik darbesiyle de kafatasını parçalayıp tutuklulara ibret olsun diye tribünlerin önüne astılar. Victor Jara, Şili Stadyumu'nda katledilmeden önce bestelediği son şarkısında, ölümün yanıbaşında stadyumda yazıp bestelediği ve daha sonra serbest bırakılan bir tutuklu tarafından dışarıya ulaştırılan “Şili Stadyumu” adlı şarkısında gelecek için dayanışmanın ve umudun dizelerini haykırıyordu: Beş bin kişiyiz burada Şehrin bu ufak kıyısında Beş bin kişiyiz Kim bilir kaç kişidir Bütün şehirlerde ve bütün ülkede Tohum eken ve fabrika işleten Yalnız burada on bin el … Ne zor şarkı söylemek Şarkı dehşetinki olunca Yaşadığım dehşet Öldüğüm dehşet Kendimi böylesi bir kalabalık Ve bu şarkımı çığlıkların ve Sessizliğin noktaladığı böyle çok Sonsuzluk anı içinde bulmak Gördüğümü hiç görmemiştim Hissetmiş ve hissetmekte olduğum Yeni bir anın doğumu olacak Şili’de olup biten ve yaşanan kanlı darbeden sonrası tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tepki gördü. Şili duyarlılığı tüm dünyayı sardı. Birçok şair-yazar Şili’yle ilgili düşünceleri kaleme aldı. Bunlardan biri de şair Seyyit Nezir idi. 70’lerin başında dünyanın tanık olduğu bu olay karşısında kendi kurduğu Broy yayınlarında ilk şiir kitabı “Şili Duyarlılığı”nı yayınladı. Dört bölümden oluşan tek ve uzun bir şiirdir Şili Duyarlılığı, tıpkı Şili’deki acılardan, kayıplardan, yaşananlardan doğan ve yeniden doğumu bekleyen bir destan gibiydi: Şili’de hayat Gebe Ve halk Olduruyor umudunu durmadan Böyle giderse Doğurtacak Bu iktidar Mutlak … Bu kitap şairin çağına karşı sorumluluğunun gereğini yerine getirmek amacıyla şiirleştirdiği yaşananları insancıl-evrensel yönleriyle işleyen iyi bir örnek ve Şili halkının acılarını ülkemize taşıyarak onlarla paylaşmamızı sağlayan sosyal-politik bir misyon yüklendi. Kitabın arka kapağında bulunan yazı Şili Duyarlılığı ile ilgili olarak “Şili gerçeğinden yola çıkıyorsa da faşizmin saldırısıyla yüzyüze gelinen her yerde, insani değerleri savunma direnişinin destansı öyküsü olmayı başarıyor” deniyordu. Allende önderliğinde Halkçı UP iktidarı tekellere karşı başarılı adımlar attı. 70’ler sadece Şili için değil bütün dünyaya ilginç bir örnekti. Başta ITT, Anaconda ve Kennecott gibi ABD ve Yahudi tekelleri Allende hükümetini düşürmek için türlü dolaplar çevirmişlerdi. Onbinlerce Şililinin ölümünden sorumlu işbirlikçi darbeciler Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri Korvalan’ı da tutuklayıp ülke dışına sürgün ettiler. Friedman modeline can yeleği gibi sarılan askeri yönetim ülkeyi borç batağına sapladı. Şili ekonomisi 1973’ten itibaren başlayan monetarist uygulamalar yüzünden 1980’lerin başında iflasın eşiğine getirildi. Tekellere ve IMF’ye bağımlılık arttı. Buna karşılık politik gücünü yitirmiş dikta önce düzmece bir referandumla 1978’e kadar sahte halk iradesiyle sonra da sandıktan hayır oyları çıkınca 1988’e kadar kendi rızasıyla varlığını sürdürdü. Yeniden bir darbe ve sıkıyönetim denemesine girişmeye cesaret edemeyen yüzsüzlerin başı 10 Mart 1998’de yani tam 10 yıl sonra ordu komutanlığı görevini bırakmak zorunda kalmıştır. 18 Temmuz 1998’de Roma’da imzalanan ve insanlık ve savaş suçu işleyenlerin yargılanması için uluslar arası mahkeme kurulmasını öngören sözleşme çerçevesine göre Şili diktatörü de İspanyolların isteği üzerine yargılanmak üzere bulunduğu Londra’dayken 16 Ekim 1998’de İngilizlerden iade edilmesi istenmiştir. 25 Kasım 1998’de ise savunulacak tarafıyla artık dokunulmazlık hakları da kalmayan diktatör için serbest bırakılma talebine rağmen soykırım, adam kaçırma ve işkence suçlarından dolayı yargı yolu açılmıştır. 10 milyonluk bir ülkede onbinlerce insanın katline neden olan ve binlerce kişiye de işkence yaptırdığı bilinen bu kişi elbette yargılanmalıydı. Augusto Pinochet Ugarte döneminde öldürülen bir generalin kızı babasının Pınochet’nin 1974 Eylül ayında yaptığı bir toplantıya katıldığını ve bu toplantıda Pinochet’e diğer generallerle birlikte gizli polis teşkilatı DİNA hakkında kaygıları olduğunu belirttiğini söylüyordu. Öldürülen generalin kızı bu uyarılar üzerine Pinochet’nin çok kızdığı ve “Ben DİNA’lıyım” diyerek konuştuğunu ifade ediyordu. 90 yaşını aşmış Pinochet 1973’te yaptığı kanlı darbeyle 1990’a kadar süren diktatörlüğü döneminde binlerce solcu muhalifin ölümünden binlerce kişinin ağır işkencelere uğramasından sorumludur. Bugün Şili’de cumhurbaşkanlığına seçilen sosyalist Michelle Bachelet 11 Eylül 1973’te düzenlenen darbeyle öldürülen sosyalist Allende’yi destekleyen General Alberto Bachelet’in kızıdır. 32 yıl sonra Şili’de çok şey değişti, köprünün altından çok sular aktı. Bugün darbeci general evinde göz hapsindeyken sosyalistler gene Şili’nin geleceği için mücadeleye devam ediyor. Başka yerlerde ABD ve işbirlikçileri yaptıklarıyla böbürlene dursun Bolivya, Venezuella, Peru, Arjantin, Brezilya ve Uruguay’da sıcak rüzgarlar esiyor. Ve Neruda’lar, Jara’lar, Allende’ler yeniden görev başında…

  • Çocuk ve İlk Gençlik Edebiyatı Kültürü Ders Notları

    Yıllarını çocuk ve ilk gençlik edebiyatına adayan, Çocuk Edebiyatı Yazarı ve Çocuk Vakfı kurucusu Mustafa Ruhi Şirin, Çocuk ve İlk Gençlik edebiyatı için 1977'den bugüne tuttuğu ders notlarını herkesin yararlanması için vakfın sitesinde yayınladı. Ulaşmak için tıklayın.

  • VAZGEÇ

    Bilerek, isteyerek sürekli Kandıran, aldatan, hak yiyenler Helâllik istiyor, “Allah affetsin,” diyorlar Allah’ı mı kandırdınız? Niçin sizi affetsin? Kandırmaktan, aldatmaktan, hak yemekten vazgeçin Mağduriyetleri gidermeyi seçin. Boşa konuşmayı geçin. * Fuat ÖZGEN

  • Yusuf AKSOY'un İkinci Kıtabı Çıktı

    "hayatı yeniden korlaşan aşka dönüştürecek boşuna yazılmamış sımsıcak şiirlerle tertemiz sabahlar aşkına dövüşmek için dokunma vakti hayata dair ne varsa artık" Yusuf Aksoy Kalp ve Us'a Dokunuşlar Klaros Yayınları Yazar : Yusuf Aksoy Klaros Yayınları Stok Kodu : 9786254155475 Boyut : 13.5x21 Sayfa Sayısı : 90 Baskı : 1 Basım Tarihi : 2023-07 Kapak Türü : Ciltsiz Kağıt Türü : 2. Hamur

  • Esra Odman İYİER'in Kitabı BOŞLUK Çıktı!

    2012 sonrası maviADA Dergi yayın kurulunda yer alan, sayfalarımızda zaman zaman güzel öykülerini okuduğunuz Esra Odman İyier'in kitabı BOŞLUK yeni baskısını NOMOS KİTAPtan yaptı. Yakında internet ve seçkin kitapçılarda * "Sen bedenime sahip olurken ben ruhunu satın almıştım. İkinci eller pazarında çok iş yapacağa benziyorsun adamım, bilmem farkında mısın? " Sağlam bir anlatım, özgün bir ritim, doğru yere oturmuş sözcükler...ve ötekini öldürebilecek ne varsa yüklenmiş bir imge ırmağı. Tek başına yeter aslında. Esra Odman İyier'in dili, kadim anlatıcıların zenginliğini, çok zamandır kadın anlatıcıların saplanıp kaldığı evrensele ulaşmayan iç bayıltan kısırlığı aşmış, dünya caddelerinde güvenle dolaşmaya hazır özgüveni taşıyor. * Şenol YAZICI, maviADA Dergisi, 2012

  • HUZUR

    Nurten Bengi AKSOY * Masmavi denizin ortasında Issız bir adada olsam bir başıma Ne yalan ne de riya olmasa yanıbaşımda... Birkaç yeşil ağaç, yüzlerce kitap Gökyüzünde kanat çırpan yavru martılar Bir de denizde süzülen mavi yunuslar Kendimle baş başa, bir lokma bir hırka Rüzgarlar esse delice, kabulüm fırtına bile Yeter ki ruhum huzura erse...

  • Günaydın

    Çatma kaşlarını gülümse biraz Seher vakti esen yele günaydın Sabrı hoşgörüyü özümse biraz Ovaya vadiye çöle günaydın Ermez akıl evrendeki sırlara Uzak kaldım kardelene kırlara Selâm olsun doruktaki karlara Eğiten öğreten dile günaydın Bir lokma, bir hırka, bir eski aba Mağrur olma sakın sığmaz adaba Denize, balığa, kuma, merhaba Toprağa can veren ele günaydın Açlığı tokluğu bilmeli yoku Çile tezgâhında dostluğu doku Biraz Mevlâna’yı Yunus’u oku Tomur tomur açan güle günaydın Yakın ol insana, hem sev hem sevil İlimin âlimin önünde eğil Adam olmak öyle hiç kolay değil Mızrabın sırdaşı tele günaydın * Fikret KUŞÇUOĞLU

  • HEPİMİZ SUÇLUYUZ

    Nurten Bengi AKSOY Seçimiyle, bayramıyla, dolarıyla, avrosuyla uğraşırken koca bir yaz daha rüzgar gibi geçti. Eylül oldu, sonbahar tüm hüzünleri toplayıp geldi ve her zamanki gibi yine okullar açıldı. Ama güzel ülkemin her yanı toz duman, hiçbirimiz yarın ne olacak bilemiyoruz, önümüzü göremiyoruz ya da görmek istemiyoruz... Otuz üç yıl öğretmenlik, bir o kadar yıl da annelik, daha doğrusu ebeveynlik yapmış emekli bir eğitimci olarak benim de eğitim ve öğretimle ilgili bir şeyler söylemek geldi içimden... Belki beni ukalalıkla belki de geri kafalılıkla suçlayacaksınız, ama varsın olsun. Ülke olarak bugün geldiğimiz durumdan başımızdakilerin olduğu kadar ben de suçluyum, sizler de suçlusunuz, hepimiz suçluyuz... Sessiz kaldığımız için, her şeye sadece kendi penceremizden baktığımız için, her şeyi hep biz bildiğimiz için... Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün; kaç anne-baba akşam eve gelip işlerini bitirdiğinde ya da boş zamanlarında elindeki telefonla yatıp kalkmak yerine kitap okuyor, kaç anne-baba araba kullanırken telefonuna bakmıyor, kaç baba maç izlerken ya da trafikteyken en sunturlu küfürleri savurmuyor? Hangi anne-baba göstermelik hayvan sevgisinden önce İNSANI SEVMEYİ öğretiyor çocuklarına? Kaçımız evdeki artık, bozuk yemekleri sokaklara koyarak etrafı kirletmenin "hayvan sevgisi" olmadığını anlatıyor, kaçımız yaşadığı her şeyi sosyal medyada paylaşmanın ayıp ve sakıncalı olduğunu söylüyor çocuklarına? Sanırım anne-babalar epey zamandır EN İYİ OLMA yarışındalar. Çocuklarının en iyi eğitimi almaları için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar... Oysa iyi ana-baba okulun kapısında beklemekle, çocuğu her yere taşımakla, çocuğun her istediğini koşulsuz yerine getirmekle, her istediğini almakla; "sakın kendini ezdirme, hakkını kimseye yedirme, sadece sen iyi, güzel, çalışkan ol" demekle olmuyor. Çocuklarımız sevmeyi, paylaşmayı, saygıyı, nerede, nasıl davranacaklarını öğrenmeden, ne kendilerine ne de bir başkasına güvenmeden büyüyorlar ne yazık ki... Hepimiz şu anda eğitim ve öğretimin geldiği durumdan şikayetçiyiz. Hepimiz ülkemizin koyu bir karanlığa doğru gitmesinden endişeliyiz. Hepimiz sosyal medyada "Atatürk'e, onun ilkelerinin ve Cumhuriyetin" ipine sarılıyoruz tüm gücümüzle. "Okulun ilk günü çocuklarınızın defterlerine İSTİKLAL MARŞI'mızı ve GENÇLİĞE HİTABE'yi yapıştırın" diyoruz heyecanla. Oysa yıllar önce öğrencilerime "Gençliğe Hitabe'yi ve İstiklal Marşı'nın" tümünü ezberletip anlamını öğretmeye çalıştığımda bırakın öğrencileri, veliler tarafından, hatta bazı öğretmen arkadaşlarım tarafından eleştirilip şikayet edilmiştim; bu kadar uzun şeyleri öğretmeye ne gerek var diye... Montaigne'nin DENEMELER'ini okuttuğumda soruşturma geçirmiştim. Ne yazık ki biz her şeyin değerini onları yitirdiğimizde anlamaya başlıyoruz. İçimizi acıtan bir başka konuysa 23 Nisan, !9 Mayıs, 29 Ekim gibi Milli bayramlarımızın artık okullarda eski coşkusu ve görkemiyle kutlanmaması... Peki biz değil miydik derslerimiz provalar yüzünden geri kalıyor diye feryat eden ya da çocuklarımız yorulmasın diye sahte sağlık raporları alan, bayramlardan bir gün önce tatile kaçan, bayrak törenlerinden önce okula gelip, trafiğe kalmamak adına çocuğunu kaçırırcasına okuldan alıp giden... Biz neye, ne kadar sahip çıktık ki şimdi şikayet ediyoruz... Atatürk, Cumhuriyet ve vatana sahip çıkmak sosyal medyada sürekli Atatürk, bayrak resimleri ve kallavi sözler paylaşıp, herkese de "bunu illa sayfanızda paylaşın" diye direktif vermekle olmuyor. Ahhh ah, çok bilmiş sevgili anne babalar, siz değil miydiniz okula gelip "benim çocuğumun saçına-başına, kılığına kıyafetine karışmayın" diye ahkam kesenler. Şimdi mutlu olun, artık okullarda kimse kimsenin kıyafetine karışmıyor. Ama benim sokaklarda gördüğüm çarşaflı kadınlar, tesettürlü gencecik kızlar kadar, kasıklarını açıkta bırakan, yatakta bile rahat giyilemeyecek kıyafetlerle ortalarda dolaşan yeni yetme kız çocukları da içim sızlatıyor. Henüz 14-15 yaşında saçı başı boyalı, yüzü gözü makyajlı, elinde sigara tüttüren çocuklar hiç mi içinizi acıtmıyor. Anne baba olarak küçücük çocuklarınızı erişkin gibi süsleyip sokağa salarken çok mu mutlu ve modern oluyorsunuz? Çocuklarımızı ne kadar denetleyebiliyoruz, onlara ne kadar örnek olabiliyoruz, diye düşündünüz mü hiç. Ceplerine koyduğumuz dolgun harçlıklarla, şatafatlı telefonlarla, markalı giysilerle gönlümüzü rahatlatmak kolay mı geliyor acaba çoğumuza? Ne yazık ki milli ve manevi duygulardan yoksun kayıp ve cahil bir nesil yetişiyor ve bizler buna bilerek veya bilmeyerek alkış tutuyoruz. Yıllarca Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, dershane ve özel okul olmak üzere çeşitli okullarda öğretmenlik yaptım. Ayakkabı boyayarak okuyan öğrencilerim de oldu, annesi-babası bilmem hangi şirketin yönetim kurulunda olan zengin çocuğu öğrencilerim de... Devlet okullarındaki kimi genç öğretmen arkadaşlarım "bu kadar maaşa ancak bu kadar çalışılır" diyerek (elbette haklı olabilirler ama!) hiçbir zaman gerçek öğretmenlik yapmadılar, ellerini taşın altına sokmadılar, özel ders derdine düşüp asli görevlerini ihmal ettiler. Ama şimdi baktığımızda en çok onlar yakınıyor bugünlere gelmemizden. Sorgulanması gereken bir başka şey de ilkokuldan üniversiteye kadar neredeyse her sokakta bakkal dükkan açar gibi açılan özel okullar, "para veriyoruz, istediğimiz her şeyi yaptırırız" diyerek her şeye müdahil olan veliler, onların karşısında eğilip bükülen, şirinlik yarışına çıkan veya çıkmak zorunda bırakılan ve kimsenin zaptedemediği, çığırından çıkmış çocuklar... Şişirilen notlar, her sınavda bütün BİRİNCİLERİ çıkaran okullar ve hiçbir işe yaramayan allı pullu, içi boş diplomalar. Ve çoğu bu tip eğitim kurumlarını bitirip yönetime talip olan kifayetsiz muhterisler... Yıllar önce nice övgülerle çağrılıp ancak 2 yıl çalıştığım bir özel okulda, bir kodaman velinin çocuğuna, karnesinde BEŞ değil de hakkı olan DÖRT'ü verdiğim için "hoca'nım kendi ayağımıza kurşun mu sıkacağız" diyerek işime son vermişlerdi. Diyeceğim o ki bizler en muhafazakarından en modernine, en cahilinden en aydınına kadar, işimize geldiği gibi, yeri geldiğinde hiçbir yanlışa ses çıkarmazken, ucu bize dokunduğunda doğru olan her şeye itiraz eden, ahkam kesen insanlar olduk ve böyle olmaya devam ettiğimiz sürece, yani "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" dedikçe karanlıklarda kalmaya mahkumuz... Uzun ve zalimce bir yazı oldu biliyorum, kendimin de "sütten çıkma ak kaşık" olmadığını bildiğim kadar. Ben de insanım ve mutlaka öğretmen olarak da anne olarak da kim bilir ne hatalarım oldu. Ama hep kendimi eğitmeye, hatalarımı törpülemeye çalıştım. Artık okullar açılıyor diye hiçbir heyecan duymuyorum ve böyle bir ortamda öğretmenlik yapmadığıma da şükrediyorum. Ama yeni bir eğitim ve öğretim yılına başlayan tüm öğretmen ve öğrencilere bu yozlaşmış yap-boz eğitim sistemi içinde başarılar ve sabırlar diliyorum... Tüm yaşama şevkimi yitirdiğim ve ülkemden umudumu kestiğim şu günlerde biraz dertleşmek istedim sadece. İnsan yaşlandıkça galiba biraz sivri dilli ve pervasız oluyor. Sürç-i lisan ettimse affola! Not: Bu yazdıklarımdan görevini layıkıyla yapan tüm anne-babaları ve eğitimci dostları tenzih ederim...

  • EYLÜLDÜ

    Eylüldü Dalından kopan yaprakların Sararan yanlarına yazdım adını Sahte bir gülüşten ibarettin oysa Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu… Eylüldü Di ‘li geçmiş bir zamandı yaşadığımız Adımlarımızın kısalığı bundandı Bundandı gözlerimin durgunluğu Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan Ellerin kadar ıssız Sen kadar zamansız molalar veriyordum Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz Eylüldü İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman En çok sesini aradım Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ Gözlerini sildi zaman Dedim ya… Eylüldü. Savruluşu bundandı kimsesizliğimin… Cemal Süreya

  • ÖYLE İŞTE

    Salkım söğütlerin Suyu yalayan yeşil şavkı Ördeklerin başını okşuyor Martılar uçmayı unutmuş Ördeğe öykünüyor… Taş kaldırımlı Sokaklar, Nicedir görünmediğinden Dem vuruyor. İz süren bulutlar köpüklü, Sensizliği, Sessizliği haykırıyor. Sen gidiyorsun görünmeden Tersine tersine akıyor dere. Bense, Dolanıp dolanıp Dönüyorum Hep SANA!

  • Seni – Yalnız Seni

    (1861 – 1941) Rabinranath TAGORE * Seni – yalnız seni der yüreğim Yalnız seni – yalnız seni – yalnız seni Günümde gecemde nice tutkularım Seni der – yalnız seni – yalnız seni Bir ışık dileği şavklanır karanlıklarda Derininden derininden seslenir bilincin Yalnız seni der – yalnız seni – yalnız seni Nasıl çarparsa vargücüyle karayel Durgunluğa suskunluğu -son- diye Öyle çarpar aşkına başkaldırışım Öyle çarpar – öyle ses verir acılı : Yalnız seni der – yalnız seni – yalnız seni – yalnız… (Tarık Dursun K çevirisi) Rabindranath TAG 1861’de Kalküta’da doğdu. Zengin bir Brahman’dı. Edebiyatla çocuk yaşta ilgilendi. 1878’de İngiltere’ye gitti. Londra’da University College’da hukuk öğrenimi yapmak istiyordu. Ama kısa süre sonra Hindistan’a döndü ve ilk kitabı Bir Şairin Masalı’nı yayımladı. Tagore, 1913’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. İki yıl sonra da Sir unvanıyla ödüllendirildi. Resim ve müzikle de ilgilendi, sanatın bu dallarında da eserleri vardır. 1941'de vefat etti. Nobel ödüllü Hintli şair Tagore’u Türkçe’de okumamızı sağlayan başlıca kişi hiç kuşkusuz politik kimliğinin dışında edebiyatçı yönüyle de tanıdığımız siyasetçi Bülent Ecevit olmuştur.

  • Bilim Kandırıldı mı?

    Prof Dr. Ibrahim ORTAŞ * On Bin Adımlık Yürüyüş Önerisi Doğru Değilmiş. Meğer Arkasında Bir Şirket Varmış Bilimsel çalışmaların en önemli özelliklerinden biri kuşkuculuktur. Sebep-sonuç ilişkisine bağlı deterministik yaklaşımda her araştırma bulgusu ve sonucu yeniden gözden geçirilmesi işin doğası gereğidir. Araştırma insan sağlığını ve yaşamı üzerine yapılıyorsa tabii ki kuşkuculuk daha da önem kazanmaktadır. Her bilim insanı temelde bu ilkeyi kabul eder ve araştırmalarında uygular. Tabii her aklı başında kişi bu durumu fark eder ve de önemser. Her önüne gelen haber, bilgi ve enformasyona analiz etmeden güvenmez ve inanmaz. Bilim kandırıldı mı? İnsan sağlığı en çok önemsememiz gereken konuların başında geliyor. Çünkü öbür tarafım ölüm gibi ciddi bir korku var bedenimizde. Yıllardır çoğumuzun önemsediği sağlıklı yaşam için günde 10 bin adım atılması şartı ve önerilerinin gerçek olmadığı bilimsel araştırmalar ile belirlenmiş durumda. Herkese Bilim ve Teknoloji dergisi (Sayı 387, 7 Eylül 2023) yapılan bir meta analizi sonucu bu savın kuşkulu olduğunu gösteriyor. HBT dergisinin bu sayısındaki “ 10 bin adımlık yürüyüş önerisi pek de doğru değilmiş” yazıda; Halen birçok doktor arkadaşımızın kemerine veya koluna takılı küçük bir alet, şimdilerde ise teflonlardaki bir uygulama ile 10 bin adım sayısını belirten aparat/araçları biliyor/görüyoruz. Tabii doktorlara güveniyoruz. Anlaşılan onlarda yanıltılmış. Meğer işin içinde yine bir şirket, yine bir pazarlama tekniği ve yine o “para” denilen insanı insanlıktan çıkaran “o çıkar ilişkisi” varmış. Yazıda “10.000 adımlık kural şimdiye kadar bilimsel olarak kanıtlanmış değil, daha çok bir Japon firmasının pazarlama stratejine uzanıyor. Tokyo’daki 1964 Olimpiyat Oyunları’yla birlikte Yamasa firması ilk taşınabilir adımsayarı satışa sunmuştu. Aşağı yukarı “on bin adım sayan” anlamına gelen Manpo-kei ile üretici on bin adımın sağlıklı bir yaşam biçimini yansıttığını öne sürünce çabucak genel bir öneriye dönüşmüştü”. Ancak yıllar sonra bu tez sonunda 227.000 kişinin verilerinin meta analiz çürütülmüş sonucunda oldu. Bilimin doğasında kuşkuculuk ve yanlışlanabilirlik ilkesi vardır Bilim kuşkuculuk sayesinde geçmişte yapılmış birçok doğru bilgi sanılan teoremi ve hipotezi yeniden inceleyerek yanlışlardan kendini arındırmıştır. Bilim bu bağlamda eleştiriden kaçınmıyor ve kendini her zaman sınatıyor. Karl Popper "teoriler ispatlamak için değil, yanlışlamak için çalışılmalı” der. Bir teoremin doğruluğunu araştırmak yerine onu yanlışlamaya çalışmak bir şekilde birçok önermeye ve yeni araştırmaya dayanacağı için kuram birkaç yönden sınamış olur. On bin adım yürümenin yararının olup olmadığının yeniden sorgulanması doğru bilinen bir bilginin yeniden mercek altına alınmasını sağlayarak bilimin ilkesel işleyişini göstermektedir. Sağlık ve gıda sektöründe ciddi etik sorunlar yaşanıyor Ancak önemsediğim diğer konu ise bilim insanlarının insanlık için çabalarına karşın, diğer inşaların bu bilimin bulgularını çıkara dönüştürmeleri, hem de toplum sağlığını bozacak kadar etik değerlerden kopmalarındadır. Bilimsel araştırmalarda en fazla etik sorunların sağlık ve gıda sektöründe yaşandığını biliyoruz. Çünkü gerçekten ciddi paralar dönüyor ve birçok açgözlünün iştahını kabartıyor. İşin arkasında karteller, holdingler var. Ancak çıkarları için insanlığı denek olarak kullanmaları çok acı verici. Hele hele sağlık bilimcilerini kullanmaları hem acı hem, ahlaki değil hem de derman arayan insanın doktora güvenini sarsıcı niteliktedir. Tabii bu işe başta sağlıkçıların sonrada biz sade vatandaşların bilerek bulaşmamak gerekir. İnsanın bugün çıkar ilişkilerine yenik düşen ve de kendi doğasında çok olmayan bu denli aç gözü, yalancı, ihtiyacından fazlası için diğer canlıların (cansızlarında) sağlığını ve varlığını tehlikeye atan tutumunu uzun zamandır kritik ediyorum. İnsanlığın bugün yaşadığı birçok sorunlarının altıda yatan ancak insanın fabrika ayarlarında çok da olmayan bu kadar yüksek ben ve çıkar ilişkisi maalesef dünyayı yaşanamaz hale getirdi. Biyoloji, ekoloji okuryazarlığı mutlaka öğretilmeli İnsan sağlığını ilgilendiren, biyoloji temelli fizyoloji, psikolojisinin yeniden bilimsel bilgi yolu ile ortaöğretim ve üniversitelerde öğretilmesinin yararlı oluğunu hep vurguluyoruz. Önce kendimizi (beden ve ruh yapımızı) keşfetmeli, sonrada diğer canlıları anlamak için biyoloji, ekoloji okuryazarlığı mutlaka sağlamalıyız. İnsanlığın bu kadar çığırından çıkmış halleri temel bilgi yoksunluğundan ve yaratılan düşmanlaştırılmış kaygılarından kaynaklandığını düşünüyorum. Yazıyı önemsedim. Sabah sizler ile paylaşmak istedim. Gününüz aydınlık olsun. Yürüyüşünüzden kopmayın, sağlığınızdan taviz vermeyin. Önce sağlık ve esenlik diyelim. Bilimsel düşünme ilkesi gereği kuşkuculuğu bilerek ve bilinçle kullanalım. Her şeyden de kuşkulanmayalım. Ancak her anlatılana da inanmayalım. 11 Eylül 2023, Adana

  • GİDENLER

    Fuat ÖZGEN * Geldikleri gibi mi gidiyorlar? Ne zaman, nereden, niçin gelmişlerdi Yeterli miydi kaldıkları? Üzülmek mi gittiklerine Sevinmek mi bilmem Arkalarından su mu atmak Tef mi çalmak… Neler bıraktılar arkalarında? İsteyerek mi aralarında? Neden gitmeleri gerekiyordu? Gitmelerini kimler bekliyordu Gidenler gitsin Bize yeter kalanlar mı diyordu

bottom of page