top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Fakir BAYKURT

    FAKİR BAYKURT'u ANIYORUZ: * 15 Haziran 1929, Akçaköy / Yeşilova / Burdur - 11 Ekim 1999, Almanya * Romanlarına yansıyan muhalifliğini hayatına da taşımayı başaran Fakir Baykurt, 1979'da görevle gönderildiği Almanya'ya yerleşir ve orda ölür. Ancak coğrafya neresi olursa olsun, o, ülkesinin gerçeklerini anlatmaktan, siyasi ve toplumsal mücadeleden vazgeçmez. Dönemin en kalabalık olmasa da en güçlü sendikasının Türkiye Öğretmen Sendikası TÖS'ün başkanı olan, ününü büyük oranda dönemin siyasetinden alsa da Toplumcu - Köy edebiyatı ekseninin doruk noktası olmuş bir eğitimci yazarımızdır. 1980'den sonra, biraz temellerinin, ötekini kolayına kabul etmeyen ideolojik kurgusu, biraz karşı saldırılar nedeniyle sislenip unutulmaya yüz tutan toplumcu Edebiyatın diğer unsurları gibi daha az anımsansa da , yine de 1979'da yerleştiği Almanya'da, Edebiyatımızda "Alman Edebiyatını" başlatan kişi olarak yükseldiğini söylersek yanlış olmayacaktır. Şenol YAZICI YARAN DEDE’NİN TAŞLARI / Olanın yanında olmayan da var, demiştim. Bunların sayısı da epeyce var. Kiminin kökten kesik, hiç olmuyor. Kiminin oluyor, yaşamıyor. Yoluk Fatma’yla İbrişah bunlardan. Yoluk Fatma gebe kalıyor, hatta altı yedi ay da gezdiriyor karnında, ama dokuz aya varmadan çıkarıp atıyor. İbrişah ise dört tane doğurdu bugüne kadar; her biri sekizer ay yaşayıp gittiler dünyadan. Bu ikisi çocuk delisi şimdi köyde. Yana yana aranıyorlar. Hallerine acımayan yok. Kendileri de ellerinden geleni yaptılar. Tekkeden türbeden geç, doktora bile gittiler. Lâkin olmadı, yok bir çare. Vardır ama köyde yok! Karılar temelli kısır olsa, olmuyor denir de umut kesilir. Bunlarınki kafa kurcalıyor. En sonu, Beytullah Hoca buldu çareyi. Hocanın elinde bin hüner. Yıldızlama’ya baka, cin dere, kitap aça sırrına vardı bu işin. Havadis öyle bir duyuldu, öyle bir yayıldı ki, değil bizim köy, bütün komşu köyler Yoluk Fatma’yla İbrişah adında iki garip yurttaşımızın çocuğu yaşamadığını duydu öğrendi bu sayede. “Yıldızlama’ya baktım, öyle göründü. Kitap açtım öyle göründü. Düşe yattım öyle göründü. Cin derdim öyle göründü. Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın gocaları, Yaran Dede’den taş almışlar. Bu taşları götürüp yerine koymadıkça yirmişer dene garı alsalar, yirmi garıdan yirmişer dene çocukları olsa gine bir denesi yaşamayacak!” Hocanın yayınladığı, dağın taşın duyduğu, duyanların yerden göğe hak verdiği bir bildiriydi bu. Konu komşu, daha o gün, iki kocanın başına, çullandı: “Kalk döyüs!..” “Kalk dürzü!..” “Kalkın.” “Durman, nereden aldınız da nereye koydunuz bulun, yerine götürün böyük Ulu’nun taşlarını... Köyün başına kocaman bir belâ açmadan ne yapacaksanız yapın çabuk!..” “Kalk döyüs!..” “Kalk dürzü!..” “Kalkın çabuk!..” Adamlar öte düşündüler, beri düşündüler, böyle bir “cahallık” yapıp yapmadıklarını öldüler hatırlayamadılar. Bunun da çaresini Beytullah Hoca buldu: “Benim yaşım seksen. Babanızın doğduğu günü bilirim. Eyi düşünseniz siz de bilirsiniz emme kafanız kalın. Köye mektap yapıldığı yıl Arif Beyin taşıttığı taşları ne tez unuttunuz? Bugün gibi gözümün önünde... Siz o zaman talebe değil miydiniz?” Durun, dinleyin, demeye kalmadı. Öğretmen İbrahim’i bir tarafa itip koştular okula! Duvarları delik deşik ettiler. Buldukları iki ak taşı Yaran Dede’ye koydular. Koydular da rahat bir nefes alabildiler. Bir daha da böyle eksik bir iş tutmamasına yemin üstüne yemin edip tövbe istiğfarla kurban kestiler. Şimdi bekliyorlar, eğer başka bir kabahatleri yoksa çocukları olacak, yaşayacak! Bu havadisin dumanı üstündeyken, bir ikindi vakti, ayağındaki mestlerinin yırttığını yamatmak için Beytullah Hoca bize geldi. Onun geldiğinde Ramazan uyku çekiyordu. Anam, akşam için yaprak sarması yapıyordu. Ben, anama yardım etmekte olan teyzemin, anadan öksüz, babadan yetim ve genç yaşında kocadan dul teyzemin dizine yattım: “Nedir seninle alıp veremediği Tanrının? Ne biçim iş, ne biçim adalet bu?” diye şakalaşıp duruyordum. Birden giriverdi kapıdan. Nasıl derlenip toparlandık, anam nasıl Ramazan’ı uyardı, bir anda nasıl oldu bunlar? bilmiyorum... Altına minder attık, oturttuk. Elini öptük. “Hoş geldin, safa geldin, evimize bereket getirdin,” dedik. Hiç o seksen yaşın adamı değil. Dinç mi dinç. Kendi yönünde hâlâ kafası işliyor. Söz ettiği konularda onu yanıltmak güç. Okuduğu Arapça ayetleri hiç düşünmeden çeviriveriyor... Ramazan, gitti mestlerin başına oturdu. Biz açtık Yoluk Fatma’yla İbrişah’ın meselesini. Hocanın sözleri hep bana karşı. Anamla teyzem de yedekliyorlar onu. “Hikmet... Hikmeti-hüda... Dağ taş hikmet...” Anam: “Yaa, doğruu... Hikmeti hüda... Doğru...” Hoca: “Dağ taş hikmet dolu... Taş deyip geçenlere bakmayın. Ağaçta bile hikmet var! Bildiğimiz şu karaçalı yok mu, onda bile... Ekiz Ali bir gün Beyönü’deki çalıdan bir dal kesmiş, keser sapı yapmak için. Daha o gün ürüyasında herifin dersini vermişler. Soymuşlar bunu, dömeltmişler, kestiği dalı da getirip... Ekiz Ali terleye terleye zabahı zor etmiş. Tabanı bir çalı emme, düşünmek lazım: Hiç yere göğü yaratan tanrı, yaratır da boş mu kor? Her şeyde bir hikmet mevcuttur. Yerlerin karış karış sahibi vardır. Sahibi Tanrıdır. Tanrı büyüktür. Cenabı rabbülâlemin, bize dört muhafız melek vermiştir. Dördü, dört bir yanımızda bizi gözetler. Bunlar öyle kuvvetli, öyle dikkatli ki, dünyada hiçbir varlıkla kıyaslanamazlar. Sivil pulislere benzerler. Sana görünmeden dolaşırlar yörende, seni güderler...” Anamgil: “Çok şükür!..” diye derin bir nefes aldılar. “Biz bu dört muhafızın nezareti altındayız daima. Yalnız ayakyoluna giderken boşluyor bunlar bizi. Çıktık mı yeniden takılıyorlar peşimize...” Teyzemin aklına geldi birden: “Ayakyolunda bismillâh çekilmeyecek diyorlar, asıllı mı bu?” “Dört adım kala bismillâhını çekeceksin. Varıp oturduğun zaman da hemen destur! diyeceksin. Melekler, bismillâh dediğin yerde kalıp seni bekleyecekler. Şayet bismillâh demezsen melekler sende kalmaz. Onlarla böyle pis yerlere girip çıkmak tehlikeli. Çok uyanık olmalı... Sonra bakın, ayakyoluna varıp oturduğunuz zaman destur çekmeyi unutursanız melekler mesuliyet kabul etmez. Bunu aklınızda eyi tutun... Ha, ne diyordum? Dağ taş hikmet dolu... Her şeyde bir hikmeti ilâhi var. 0 taş orda duruyor emme ne gayeye duruyor? Almalı mı, almamalı mı? Biraz dönüp düşünmeli...” “Canım,” dedi anam, “Arif Beyin hatalı işleri çoğudu. Hiç Yaran Dede’nin taşı alınır mı?” Teyzem: “Emme, dur bakalım,” dedi. “Yaran Dede’den taş almak, tutana tutuyor, tutmayana bir şey yok! Şu Kırali denen dürzüye bakın: Çocukları sıpalar gibi! Halbuysam, yaptırdığı gayfanın taşını hep Yaran Dede’den çekti...” Beytullah Hoca bir başka hikmete geçecekken, sözü anam kaptı: “Tanrı onun da belâsını verir bacım! Merak etme, hem de yakındadır. Çocuklarının sıpalar gibi olduğuna ne bakıyon? Hemi de onun çocukları, gayfayı yaptırmadan doğdu. Çocukları doğmadan yaptırsaydı da göreydik bir...” Teyzem: “Çocuğu çok olan karılar düşürüp de kurtulacağız diye canlarını boşu boşuna tehlikeye atıyorlar demek. Yollasınlar kocalarını, söktürsünler Yaran Dede’den iki taş, tamam...” Hocanın mestleri yamanmıştı. Akşam namazı için bir de abdest alıp kalktı. Merdivenden indirip avlu kapısına kadar geçirdik. “Hikmet, hikmet...” diye, çekti gitti. Anam: “Bunlar mühim şeyler,” dedi. “Bilmişken insan bunları bilmeli...” Gülümsedim. Anam kızdı: “Yılışma deli deli!... Beytullah Hoca bu, gidende bir dene! Onun gibi ilmi derin, onun gibi itikadı kavi bir adam daha var mı? Ne yılışıyon herifin ardından?” * Fakir BAYKURT * Fakir BAYKURT * Yazar ve eğitimci (D. 15 Haziran 1929, Akçaköy / Yeşilova / Burdur - Ö. 11 Ekim 1999, Essen / Almanya). Elif ve Veli Baykurt çiftinin altı çocuğundan biri olan usta edebiyatçı, 1929'da Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de dünyaya geldi. Asıl adı Tahir olan yazar, Akçaköy İlkokulu'nda 1936'da öğrenime başladı. Henüz 9 yaşındayken babası vefat eden Baykurt, kendisini okula göndereceğini söyleyen dayısı Osman Erdoğuş ile Balıkesir'e taşındı. Ancak dayısı okula göndermeyerek, Baykurt'u yanında çalıştırdı. 3 yıl dayısının yanında yaşayan usta edebiyatçı, İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla dayısının askere alınması üzerine Akçaköy'e döndü. Fakir Baykurt, 1942'de ağır bir sıtma geçirdi. 1943'te ilkokul eğitimini bitirdi. Şiir yazmaya bu dönem başlayan yazar, 1948'de Isparta Gönen Köy Enstitüsünden köy öğretmeni olarak mezun oldu. Edebiyatla ilgilenmesi üzerine Köy Enstitüsüne kütüphane başkanı seçilen Baykurt, bu kütüphane vesilesiyle de kendini geliştirme fırsatı yakaladı. "Fesleğen Kokulum" adlı ilk şiiri 1945'te Türk'e Doğru adlı dergide yayımlanan yazarın sonraki eserleri, 1947'de Kaynak dergisinde okurla buluştu. Sonraki yıllarda eserlerinde "Fakir Baykurt" adını kullanmaya başlayan usta edebiyatçı, öğretmenlik serüvenine ilişkin şunları söylemişti: "Öğretmenliğe 1948'de Isparta Gönen Köy Enstitüsünü bitirerek girdim. İlk atandığım Kavacık'ta üç yıl kaldım. Burası Yeşilova ilçesine bağlı, kendi doğduğum Akçaköy'e yakın bir dağ köyüydü. Kavacık'tan sonra sağlık nedeniyle Dereköy'e geçtim. Öğretmenlikte hiç gözden uzak tutmadığım ilke, yüklendiğim görevi mesleksel açık vermeden yapmaktı. 1960 ocak ayında bakanlık buyruğuna alındım. 27 Mayıs 1960 sonrası Milli Eğitim Bakanı Prof. Fehmi Yavuz’la konuşup ilköğretim müfettişi olarak göreve başladım." Akçaköy İlkokulunu (1943) ve İsparta-Gönen Köy Enstitüsünü (1948) bitirdikten sonra beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden (1955) mezun oldu. Yeşilova, Hafik, Konya ve Şavşat'ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Partinin iktidarda bulunduğu 1950’li yıllarda zaman zaman öğretmenlikten alınarak daha pasif görevlere verildi. "Yılanların Öcü"nü tiyatro ve sinemaya uyarlandı Muzaffer Hanım ile 1951'de evlenen Baykurt'un, bu evlilikten oğlu Tonguç ile kızları Işık ve Sönmez dünyaya geldi. Fakir Baykurt, 1953'te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne başladı. Aynı dönem, Gayret adlı dergide yazmaya başlayan Baykurt, bazı yazıları sebebiyle soruşturmaya tabi tutuldu. Baykurt, 1955'te üniversiteden mezun oldu ve Sivas'ın Hafik ilçesine öğretmen olarak atandı. Ankara Piyade Yedek Subay okulundaki vatani görevini 1957'de tamamlayan yazar, askerlikten sonra Artvin'in Şavşat ilçesinde öğretmenliğe devam etti. Köy hayatını anlatan ilk romanı "Yılanların Öcü"nü 1954'te kaleme alan Baykurt'un bu romanı 1958'de Cumhuriyet gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, daha sonra tiyatro ve sinemaya uyarlandı. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açılıp Bakanlık emrine alındıysa da takipsizlik kararı verildi. 1960 İhtilalinden sonra Ankara’nın ilçelerinde ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington Indiana Üniversitesinde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gördü. Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı ve başkanlığına (1965) seçildi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyunu (TÖDMF) genel başkanlığı yaptı. Bir ara Millî Folklor Enstitüsü uzmanlığı (1967) görevinde bulundu. Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotunda (1969) açığa alındı. 1971’deki 12 Mart askeri müdahalesinden sonra TÖS davasından yargılanarak uzun süre tutuklu kaldı, ancak 1975'te aynı davadan yeniden yargılandı ve beraat etti. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü ile Kültür Bakanlığı danışmanlığı (1978) görevlerinde bulundu. SON YILLARI ve ÖLÜMÜ Milli Eğitim Bakanlığınca 1979 yılında Duisburg / Almanya’ya gönderilerek Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşviki ve Bölgesel Çalışma Kurumunda eğitim uzmanı olarak çalıştı. 1996’da oradan emekli oldu. 1963'ten itibaren ABD, Jamaica, Çin, Avustralya ile Orta Asya ve Avrupa ülkelerini gezip gördü. Son yıllarında Duisburg’da ve Antalya’nın Nebiler köyünde yaşıyordu. Pankreas tedavisi gördüğü Essen Üniversitesi Hastanesi’nde öldü. Cenazesi, 1979’dan sonra sürekli yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi. Fakir Baykurt, edebiyata şiirle başlamıştı. Fesleğen Kokulum başlıklı ilk şiiri Eskişehir'de çıkan Türk'e Doğru adlı derginin Haziran-Temmuz 1945 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Daha öğrencilik yıllarında, Köy Enstitüsü (1945-46) dergisinde ardı ardına şiirler yazmayımlamaya (1946) başladı. Ardından öyküleri ve romanları geldi. Baykurt’un adının dergilerde görünmeye başladığı yıllar, Türkiye'de çok partili demokrasiye geçiş sancılarının yaşandığı bir döneme denk düşer. Özellikle 1950'den sonra, çoğu köy enistitülü pek çok yazar, Kemalist bir bakış açısı ile yeni dönemin siyasi motifini işlemeye başladılar. Bu anlayışla yazılan Mahmut Makal'ın Bizim Köy kitabının (1950) ardından Talip Apaydın'ın Bozkırda Günler (1952) kitabı gelir. Bu yeni akımın, ilk çıkışında Demokrat Partinin popülist siyasetine paralellikler gösterdiği sanılır. Ancak, köy romanlarının öne çıktığı bu dönem, elbette onları yetiştiren köy enstitülerinin modernist ve aydınlanmacı ideolojisini benimser ve naturalizmin izlerini taşır. Fakir Baykurt, köy romanının yaratıcısı değildir ama, o, bu türe gerçekçi-muhalif-devrimci bir içerik kazandırarak, Türkiye'de yükselen sosyalist harekete katkıda bulunmuş ve 1960-70 arasında yazılan Türk romanının önünü açmıştır. Sonraki yıllarda, hikâye, şiir ve düşünce yazılarını Kaynak (1947-55), Yücel (1949), Yeni Ufuklar (1951-76), Varlık (1949-95), Seçilmiş Hikâyeler, Beraber, Yeditepe (1952-85), İmece (1960-70), Fikirler,Yazın, Sanat Olayı, Türk Dili (1965-75), Cumhuriyet (1959-95), Öncü (1960), Yön, Abc, Öğretmen Dünyası (1980-95), Evrensel (1995-96), Türk Dili Dergisi (1984-99) gibi gazete ve dergilerde yayımladı. Baykurt, 1955’te çıkan ilk kitabı Çilli’de, Seçilmiş Hikâyeler ve Beraber dergilerinde yayınladığı öykülerini toplamıştı. Sonraki öykü kitapları Efendilik Savaşı (1959), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), İçerdeki Oğul (1974), ile Yılanların Öcü (1959), Irazcanın Dirliği (1961), Tırpan (1970) gibi romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincinde ve bilinçaltındaki isteklerini, tepkilerini ve çelişkilerini yansıttı. Bunu yaparken halka mal olmuş deyiş özelliklerine ve deyimlere de yer verdi. Bir dönem göç sorununu ele alarak, Almanya’daki Anadolu insanının değişim süreci içinde yeniden biçimlenmesinin getirdiği sıkıntıları, farklı bir kültüre uyum sağlamak için gösterilen çabaları çok boyutlu bir şekilde aktardı. Eserleri edebi değerinin yanı sıra toplumbilim ve halkbilim yönünden zengin bir kaynak olarak görülür. Baykurt’un kullandığı dil doğal, yalın, şiirsel bir halk Türkçesi olarak değerlendirildi. Yazdığı seksene yakın kitabıyla nerdeyse tek başına Türkiye gerçeğini en çıplak biçimiyle yazıya, dolayısıyla edebiyata aktardı. Aynı zamanda meslek alanındaki sivil toplum örgütü çalışmalarıyla Türkiye muhaliflik kültürüne katkıda bulundu. Genel olarak sanatta toplumcu-gerçekçi anlayışın, en çok da Türk edebiyatında "köy romanı" olarak adlandırılan akımın 1980'lerden sonra gözden düşmesi, bir anlamda saldırıya uğraması, bu akımın en önemli temsilcisi olan Baykurt'u da doğrudan hedef olarak almaya başladı. Romanlarına yansıyan muhalifliğini hayatına da taşımayı başaran Fakir Baykurt, biraz da bu nedenle Almanya'ya yerleşti. Ancak coğrafya neresi olursa olsun, o, ülkesinin gerçeklerini anlatmaktan, siyasi ve toplumsal mücadeleden vazgeçmedi. Zaman zaman genel ve yerel seçimler öncesinde kimi şair ve yazar arkadaşları ile birlikte mitinglerde yer aldı, gerektiğinde seçimlerde aday oldu. Birkaç kuşağın bilincine direniş kültürünü aşılayan Baykurt, gözaltılar, tutuklanmalar ve baskılarla dolu hayatında kendi doğrularından taviz vermedi. Fakir Baykurt, altmış beş yaşına kadarki hayat hikâyesini yedi ciltlik anılar kitabında anlattı. Çocukluğundan başlayarak dönem dönem köy enstitüsü, köy öğretmenliği, sendikacılık, emeklilik yıllarını ve Ankara’dan Artvin’e, Sivas’tan Konya’ya ulaşan Anadolu yollarını ayrıntılarıyla anlattığı bu anılar serisinin ilk yedi cildinde, birlikte çalıştığı, fikirlerini paylaştığı dostlarından yer yer söz etmişti. Bu dizinin Dost Yüzler / Portreler (2002) adını verdiği sekizinci kitabında ise kendisi için önem taşıyan insanların hikâyelerini genişleterek, bir anlamda gönül borcu duyduğu o insanları bir kez daha anmak istemiştir. Sinemaya uyarlanan ve Almancaya çevrilen Yılanların Öcü romanıyla 1958 Yunus Nadi Roman Yarışmasında birincilik ödülünü, Sınırdaki Ölü ile 1970 TRT Öykü Ödülünü, Tırpan ile 1971 Türk Dil Kurumu Roman Armağanını,1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülünü, Can Pazarı ile 1974 Sait Faik Hikâye Armağanını, Kara Ahmet Destanı ile 1978 Orhan Kemal Roman Armağanını, Yarım Ekmek ile 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü aldı. Ayrıca, sahneye uyarlanan Sakarca adlı eseri Tiyatro 79 dergisince yılın en iyi oyunu seçildi. Yurtdışında ise Barış Çöreği ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülünü, Gece Vardiyası ile 1985 Alman Endüstri Birliği Kültür-Yazın Ödülünü aldı. Yılanların Öcü adlı eseri 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi. Türk Dil Kurumu, Türkiye Yazarlar Sendikası, Dil Derneği, Edebiyatçılar Derneği ve Alman Yazarlar Birliği üyesiydi. “Baykurt’un öykülerine baktığımızda belli kalıplarda oluşturulmuş tiplerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu kalıplaşmış tipleri kadın, erkek, filozof, idealist tipler olarak sınıflandırabiliriz: “I- Kadın Tipleri: Fakir Baykurt’un kadın tipleri, çalışan, üreten, hayata katılan, çilekeş, yoksul ama yüksek gönüllü kadınlardır. Öykülerde ana, eş, genç kız olarak karşımıza çıkar. (…) Fakir Baykurt öykülerindeki ikinci kadın tipi ‘eş’ olarak karşımıza çıkar. Köyün çetin yaşam koşullarında ezilir. Çoğu zaman sorumsuz, tembel olarak çizilen kocasının da sorumluluklarını üstlenmiştir. “II- Erkek Tipleri: Baykurt’un öykülerinde karşılaştığımız köylü erkek tipleri farklı özellikler gösterir. Yaşlı köy erkeği, yaşamın içinde hâlâ gücü ölçüsünde çalışan, filozof özellikleriyle yansıtılır. Uyumludur. (…) Baykurt’un öykülerinde diğer bir erkek tipi yoksul ve çetin yaşam koşulları altında ezilen çaresiz köy erkeğidir. Ancak yaşamını sürdürmesine yetecek kadar malı vardır.” (Hülya Yazıcı Okuyan) Fakir Baykurt “dilsizleri, derdinden söz edilmeyenleri anlatmayı seçtikten sonra, daha Enstitü'de okurken, ilk şiirleri basılıp adı duyulmaya başladığında, içinden bir söz vermiş: Köyümden, insanlarımdan kopmayacağım. Bunu hiç aksatmadan uygulamış. (…) “Gözümün bebeği, eğitmenliğinin, yazarlığının amacı gerçekleşti: Yaşamınla, sanatınla verdiğin eğitim beni ve benzerlerimi gölgesiz mutlu ediyor, edecek.” (Bertan Onaran) FAKİR BAYKURT ALMANYA ROMANCISI: “Türk edebiyatında ‘köy romancısı’ olarak bilinen ve eserleri çok sevilen Fakir Baykurt, edebiyatımıza yeni bir tür kazandırmıştır: Almanya romanı. (...) Türk romancıları arasında Almanya’nın romanını yazanların sayısı çok değildir. Fakir Baykurt, bu gerçeği ele alan nadir yazarlarımızdandır. Romanlarının başarısını, Türk köylüsünü çok iyi tanımasına, onların sorunlarını bilmesine ve 1979’da başlayıp ölümü ile biten Almanya macerasında oradaki Türk insanlarını çok iyi gözlemlemiş olmasına bağlamak pek yanlış olmaz.” (Sevengül Sönmez) EDEBİ KİŞİLİĞİ: Birçok türde onlarca eser veren yazar özellikle hikâye ve roman türünde başarılı olmuştur. Edebiyatımızda köy sorunlarını toplumcu gerçekçi bir görüşle anlatarak 1950-1970 yılları arasında görülen köy edebiyatının en popüler yazarı olmuştur. Baykurt’un romanlarında anlattığı konular genellikle ezilen, geri bırakılmış köylülerdir. Köylüleri devrimci ve halkçı bir bakış açısı ile kaleme almıştır. Hemen hemen bütün eserlerinde ideolojiyi ön plana çıkarması, düşüncelerinin sanatının önüne geçmesi ve eserlerinde özellikle imamlar ile öğretmenlerin çatıştırılması en çok eleştirilen yönüdür. Romanlarında kullandığı dil, kahramanlarını yerel ağza göre konuşturması son derece başarılıdır. “Yılanların Öcü” romanında Burdur’a bağlı Karataş köyündeki küçük çıkarlar çevresinde çatışan insanların hayatından gözleme dayalı kesitler sunar. “Amerikan Sargısı’nda bilinçlenen köylünün kendilerini sömürenlere direnişleri; Kaplumbağalar’da bir eğitmenin gayretiyle çorak kamu arazisini ıslah eden Ankara yakınlarındaki Tozak köylülerinin topraklarını ellerinden alan yönetime olan kırgınlıklarını anlatır. Romanlarında köy yaşamını, köylünün bilincindeki ve bilinçaltındaki duygularını, çelişkilerini, tepkilerini ortaya koymuştur. Bir dönem, yapıtlarında “göç sorununu” işlemiştir. Basit ve kolay okunur betimlemeler yapmıştır. Türk köylüsünü karikatürize eden yazar, mübalağalı anlatımlara yer vermiştir. Yapıtlarında yerel dili yansıtmıştır. Ağız özelliği taşıyan sözcüklere yer vermiştir. Kısaca özetleyecek olursak; 1950-1970 döneminde etkili olan “köy edebiyatı hareketi”nin önde gelen temsilcisidir. Toplumcu gerçekçi bir yazardır. Gerçekleri kendine özgü bir biçimde anlatmıştır. Yazarın yayınlanan ilk ürünü “Fesleğen Kokulu” adlı şiiridir. “Tırpan”, “Kaplumbağa” gibi romanlarında imgesel öğelerden yararlanmıştır. KİTAPLARI HAKKINDA: Yılanların Öcü: Fakir Baykurt’un, Yılanların Öcü adlı romanı da, toplumsal eşitsizlikleri dile getiren, güçlü ile güçsüzün mücadelesini konu edinen bir köy romanı olarak dikkat çeker. Bayram, köyünün doğru sözlü, bileği kuvvetli delikanlısıdır. Yıllarca bu köyde yaşamış, ömrünü bu topraklarda çalışmaya adamıştır. Az miktardaki toprağıyla geçinmeye, ürününün mahsulünü almak için uğraşır. Fakat bir gün gelir köydeki arkadaşlarından birim olan Haceli, Bayram’ın evinin önündeki boş araziye ev yaptırmak ister. Bayram buna karşı çıkar. Köyün muhtarı bu boş arazinin satılmasına menfaati için, daha olaylar başlamadan önce karşı çıkmadığından, sürekli Haceli denilen o adama destek çıkmak zorunda kalır. İş öyle bir duruma varır ki muhtar Bayram’ı razı etmek için ayarladığı birkaç adamla dövdürtmek zorunda kalır. Buna rağmen Bayram hakkını savunur. Ve yanında her zaman ona destek çıkmış annesini bulur. Bu olaydan bir hafta sonra kaymakamın köye geleceği haberini duyan muhtar onu memnun etmek için bütün hazırlıkları yapar. Bayram’ın annesi haberi duyunca daha kaymakam gelmeden bir gün önce onun geleceği yolda, dövüldükten sonra sakat kalmış olan oğlunu da götürerek beklemeye başlar. Ve onu gördüğünde olup biten her şeyi anlatır. Kaymakam köye geldiğinde, köy muhtarı başta olmak üzere herkesi tersler. Bayram’ın evinin önüne ev yapılmaması için bir belge çıkartarak Bayram’a verir. Fakat bu olayların şokunu üstümden atlatamayan Bayram’ın annesi delirir. Kaplumbağalar: Eser, Fakir Baykurt’un diğer romanları gibi Türk köylüsünün çektiği sıkıntıları ve imkânsızlıkları anlatır. Köylünün, parmaklarıyla kazıyarak ürettiklerini, bürokrasi karşısındaki çaresizliği yüzünden nasıl kaybettiği çarpıcı şekilde anlatılmıştır. Olaylar Anadolu’daki bir Alevi köyünde geçer. Sünni köyleri arasında kalan bu yerde köylüler, şarap üretebilmek için öğretmen Rıza’nın önderliğinde bir bağ oluştururlar. Köylünün “Purluk” dediği bu bağa sıcaktan bunalan kaplumbağalar da gelir. Kır Abbas, hiçbir ücret almadan buranın bakımını üstlenir. Köy artık yeşil bir görünüme kavuşmuştur. Bir gün devlet görevlileri, mal sayımı için köye gelir ve bu bağın devlete ait olduğu kararına varır. Bu arazi yüzünden köylüden ev başına ağır kiralar istenir. Hiç kimseden yardım alamayan köylü, hayvanları bağa sürerek gözyaşları içinde bağın bozulmasını seyreder. Güneşten kaçacak gölgeleri kalmayan kaplumbağalar da köyü terk eder. Eserleri: ROMAN: Yılanların Öcü (1959), Irazca'nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Amerikan Sargısı (1967), Kaplumbağalar (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1997), Eşekli Kütüphaneci (2000). HİKÂYE: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1959), Karın Ağrısı (1961), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), Onbinlerce Kağnı (1971), Can Parası (1973), İçerdeki Oğul (1974), Sınırdaki Ölü (1975), Kalekale (1978), Gece Vardiyası (1982), Barış Çöreği (1982), Duisburg Treni (1986), Bizim İnce Kızlar (1992), Dikenli Tel (1998), Anamla Yıllar, Rur Havzası'nda, Türk Bahçeleri, Ateşdikenleri. HALK HİKÂYESİ: Kerem ile Aslı (1964). ÇOCUK ROMANI: Küçük Köprü (1963), Deli Dana (1963), Yetim Ali (1964), Sınır Kavgası (1964), Topal Arkadaş (1964), Sarı Köpek (1964), Sümüklü Hanım (1964), Ağaç Dede (1964), Sakarca (1975), Yandım Ali (1979), Dünya Güzeli (1985), Saka Kuşları (1985). DENEME-İNCELEME: Efkâr Tepesi (1960), Sendika ve Grev (1969), Öğretmenin Uyandırma Görevi (1969), Türkiye’de Eğitim Çıkmazı (1971), Şamaroğlanları (1976), İfade (TÖS Savunması, 1994), Yeni Kölelik mi? (1996), Türkiye Nereye? (1997), Unutulmaz Köy Enstitüleri (1997), Türkiye’de Köy Enstitüleri (1997), Benli Yazılar (1998), Türk Eğitiminde Emperyalist Etkiler (1999). ŞİİR: Bir Uzun Yol (1989). ANI: Özüm Çocuktur (1998), Köy Enstitülü Delikanlı (1999), Kavacık Köyünün Öğretmeni (2000), Köşe Bucak Anadolu (2000), Bir TÖS Vardı (2001), Genç Emekli (2002), Sıladan Uzakta (2002), Dost Yüzleri (Portreler, 2002). GEZİ: Dünyanın Öte Ucu (1999). GEZİ: Dünyanın Öte Ucu. * DERLEME, DÜZENLEME: Şenol YAZICI

  • HAYAL KIRIKLIĞI (1)

    İnsanın hayatta keşkeleri vardır. Bu keşkelerin insandan insana azlığı çokluğu karakterlerin cins cins, tip tip olması gibi, başka başkadır. Bu metinde girizgahı kısa tutup kısa yoldan esasa gelmeye çalışacağım. Benim de elbette “keşkelerim, hayal kırıklıklarım,” oldu ve bunların neler olduklarını sayıp dökecek değilim. Çünkü dünyanın çevremde dönmesinden hiç hoşnut olmam, istemem yani. İstemem istemem, istemem olsun da lakin, azcık istemem de sen yine de yan cebime koy diyelim, şöyle ki, Bursa Eğitim Enstitüsü ikinci sınıfta okuyordum. Okula gitmek için Heykel durağında Nezahat’la otobüs bekliyorduk. O yıllarda otobüse biniş biletlerini otobüsün içinde biletçiler keserdi. Biletçilerin kendi aralarında geliştirdikleri replikleri, “Aka temam, otomatik kapı çapa, bessemak,” repliği İbrahim Bağçıvan’ın hemen her gün tekrarı ile sınıfın diline pelesenk olmuştu. “Otomatik kapı çapa, bessemak!” Kesilen biletler çevrede kirlilik mirlilik oluştururken, mektep medrese görmüşü değil; ama medeniyet görmüşü öyle yola bele atmazdı o bilet çöplerini. Bir gün durakta epey zaman otobüs beklemiştik, beklemekten canı sıkılan Nezahat, cebinde tuttuğu biletleri parça parça ettikten sonra, gayri ihtiyarı tekrar cebine koydu. “Ne yapıyorsun Nezahat, o çöpleri neden cebine koydun?” dedim. Nezahat’ın eli yüzü değişmiş, acaba bir suç mu işledim şaşkınlığı ve muhacir olmanın verdiği yabanlıkla… Sene bin dokuz yüz yetmiş dokuzdur. O zaman yirmili yaşlardan gün almış, deli kanım damarlarımda deli deli dolaşıp durmaktadır. Nezahat, “Ne oldu?” “Hiçççç, çöpleri cebine koydun da!” “Hiç farkında değilim, ben Bulgaristan’da böyle gördüm, yerler çöplük değil ki!” Hayat dersinin alasını almıştım ilgimi çeken, kanımı kaynatan Sosyal Bilgiler öğretmen adayı Nezahat’tan! İnanır mısınız bilmem, o gün bugündür kibrit çöpünü bile atamam yere... Sonra… sonra… siyasal manzara değişince, toparlak yüzlü, kumral düz saçlı, etli burunlu, gülen gözlü ne şişman ne sıska, soğuk kış günlerinde ateşine kurban olacağım, sıcak yaz günlerinde gölgesinde, vur patlasın, çal oynasın, oynayacağım… çal oynasın deyip düğün bayram edeceğim, "düğünü bayramı ne edecen, düğün bayram senin evinde, gir oyna, çık oyna," diyen Celal Yılmaz’ın kulaklarını çınlatırcasına düğün de bayram da benim evimde diyeceğim… Ama olmadı ki, bir de o yörünge değiştirip savrulup gidince… hayal kırıklığım acı olmuş, dermansız bir dert oluvermiş. Nezahat, göçmen kızı Nezahat, hayal kırıklığım, pişmanlığım seni tarihimin tozlu raflarına atıverdiğim gönlümün elifiydin! Öteki hayal kırıklığıma gelince, asıl bu işte bu, bu benimle birlikte aydınlığa, geleceğe, özgürlüğe inanmışların hayal kırıklığı: Ben, bu yaşın sahibi oldum, siyasal arenada hiç bu kadar derin bir duygusal kopuşum olmadığı gibi, tanık da olmadım. Bu ülkenin çok çile çekmiş aydınları, sosyal demokratlarının yaşadığı hayal kırıklığı, tam bir travmadır, son seçimde alınan yenilgiyle(!) Bir oldu bitti ile ülkenin en örgütlü, düşünce dünyama aşağı yukarı hitap eden bu siyasal oluşumun başına getirilmiş biri, o: “Dürüst, hümanist, bu ülkeye fazla, hakiki bir demokrat, demokrasi onun kişiliği ile yeniden tariflenip İslam ülkelerine, az gelişmiş ülkelere rol model olacak biri! O, hak, hukuk ve adaletle bütünleşen biri, artık kavramlar, onun kişiliğiyle sözlüklere yeniden yazılması gerektiği düşünülen biri. Biz Akdeniz insanı, sevdik mi, tam severiz, öyle bir severiz, adamı başımızın üstünde taşırız. Onu da öyle bir sevmiş, öyle bir sevmiş, adını, fotoğraflarını Atatürk’ten, İnönü’den, Ecevit’ten sonra gururla gönlümüze onların yanına asmıştık… Neler, neler demiştik ona dair, “Bizi kurtaracaksa, yalnız ve ancak bu adam kurtarır. Şairler, yazarlar, sanatçılar ona dair ne güzellemeler yazıp çizmişti. Mesela ben, 2023 Haziran ayında onun seçimi kaybetmesine istinaden “AMA O ALEVİ,” başlığı ile yazdıklarım için şimdi diyorum ki: “Unutun onları, silin, yok edin o dediklerimi,” diyorum. Diyorum demesine de Nezahat, kırk beş yıl önceden ses vererek, diyecek ki, “internet dünyasının paylaşımları hiçbir surette yok edilemez!” Gönül dünyamın, hayal kırıklığı Nezahat, beni benden alıp Bursa’nın Hürriyet’inden Uludağ’ın Sarıalan'ına doğru savuruverirken Pirhassan’la, İrbam’la gönül yoldaşlarımız için söyleşiler yapardık, göğe sırım gibi uzayıp giden kestanelerin altında! Şimdi Nezahat gibi Bay KK’de benim için tarif edilemez bir hayal kırıklığıdır. Onun hayal kırıklığı bu ülkenin aydınlık yüzlü insanlarının değil, bizi, Atatürk Türkiye'sini örnek alan ülkeler için de müthiş bir hayal kırıklığıdır. KK’nın seçimi kaybetmesinin bir yanının da mezhepsel olduğunu söylemişimdir öteden beri. Sonuç ne olursa olsun, hangi koşulda nasıl bir siyasal manzara ile karşılaşmış olursak olalım. O düşüncem hiç değişmedi, inancım o ki, bu mezhebin yani Sünni Nakşibendi mezhebinin hakimiyetinden kurtulunmadan, bilimin özgür bir ortamda yapılmasına izin verilmeden değişmesi imkansızdır. Bunun da yirmi, otuz, kırk… yani yakın bir zamanda değişmesi pek ihtimal dahilinde görülmüyor. ... * -devamı bir hafta sonra... 19 Ekim Perşembe günü

  • Hadi Uyan

    -Vladimir KUSH, Surrealist - Hadi uyan Gün ışığı çilemeye başladı başucunda Denizler bir mavilik edindi günden Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu Bu türküyü dinlemeyecek misin ? Hadi uyan! Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine Yoksul olsan da uyan Garip olsan da uyan Mademki güzelsin, güzeli yaşatmak için Mademki iyisin, iyiyi yaşatmak için Mademki umutlusun, umudu yaşatmak için Hadi uyan! Denizi dinle, yaşamak desin Toprağı dinle, barışmak desin Göğü dinle, sevişmek desin Bir plak konmuş gibi gramofona, İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü Uyan diyor uyansana Hadi uyan! Sevdiğim uyan Ne olur uyan! * Metin Eloğlu 11 Mart 1927’de İstanbul’da dünyaya gelir. Çamlıca’da dünyaya gelen şairin çocukluğu burada, gençliği ise Üsküdar’da geçer. Asıl ilgi alanı resme karşı olsa da ÜLKEME ÖZGÜ yaşam rastlantıları onu şair -ressam olmaya götürür. 11 Ekim 1985'te vefat eder.

  • Dünya Kız Çocukları Günü Kutlu Olsun

    Türkiye, Kanada ve Peru tarafından yapılan girişimler sonucunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda 11 Ekim tarihinde kabul edilen "Dünya Kız Çocukları Günü", dünya genelinde kız çocuklarının haklarının korunması ve ayrımcılığın önüne geçilmesi için ilan edilmiş. 2012 yılından beri kutlanan bu özel günde, kız çocuklarının toplumda yaşayacağı sorunları önleme, haklarını koruma ve ayrımcılığa engel olma konularında programlar düzenleniyor ve aynı zamanda konu hakkında dikkat çekici konferanslar yapılıyor. Dünya Kız Çocukları Günü 11 Ekim´de tüm dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. 2012´den bu yana Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Dünya Kız Çocukları Günü olarak kutlanan gün kız çocuklarının ihtiyaç ve zorluklarının altını çizmeyi, kız çocuklarını güçlendirmeyi ve insan haklarını korumayı amaçlıyor.

  • Kuzguncuk'ta Bir Melek

    Nurten B. AKSOY * Sonbaharın hüzünlü ve soğuk havasına rağmen sararan, rüzgarla savrulan yaprakları, kuru dallarıyla kalan ağaçları görmek, için Kuzguncuk'a gitmeye karar verdim. İstanbul'un Moda'dan sonra en çok sevdiğim semti belki de Kuzguncuk. Üsküdar'ın tepelerinden aşağı doğru süzülürken, rantçıların ve açgözlü inşaatçıların henüz eline düşmemiş, bahçesinde ağaçları, rengarenk çiçekleri olan, tavukların, kedilerin koşturduğu tek katlı evler karşılar önce sizi burada. Sonra görkemli ahşap köşkler ve taş evler... İcadiye Caddesinin iki yanına dizilmiş ulu çınar ağaçlarının gölgesine sığınarak o dik yokuşu indiğinizde sevgiliye kavuşmuş gibi Boğaz'ın masmavi sularıyla göz göze gelirsiniz. Kuzguncuk'un o ünlü, üç İlahi dinin sembolü olan ibadethanelerinin (cami-havra-kilise üçlüsünün) önündeki küçük parkta çayınızı yudumlarken beyaz kanatlı martılar başınızın üstünde uçarak adeta hoş geldin der size. Birazdan kavuşacağım Kuzguncuk'un hayaliyle Bağlarbaşı'nın arka sokaklarından yokuş aşağı ilerlerken, yürüdüğüm ıssız sokakta, bahçe içindeki bir apartmanın kapısı ilgimi çekti. Evin kapısının önünde, tam eşiğin üzerinde küçük bir şey uzanmış yatıyordu. İlk bakışta ne olduğunu anlayamadım, irice bir kedi ya da köpek diye düşündüm. Ama dikkatle bakınca küçücük bir çocuğun taş eşiğin üstünde, yüzükoyun ve boylu boyunca yattığını gördüm, sanki uyuyordu... Etrafa bakındım önce, birileri var mı diye, ama hiç kimseler yoktu ortada... Yavaşça çocuğun yanına yaklaşıp kolundan tutunca, uyanır gibi oldu. Küçük iki-üç yaşlarında çelimsiz ama sevimli bir kız çocuğuydu. Kırgın ve öfkeli, kocaman kara gözleriyle baktı yüzüme... "Neden burada yatıyorsun, taşa yatılır mı hiç, üşürsün..." dedim. Umarsızca omuzlarını silkip, başını çevirdi öbür tarafa. Eğildim, kucaklayarak kaldırdım yerden. "Neden burada yatıyorsun, annen nerede?" diye sordum. "Ben anneme küstüm, onunla konuşmuyorum" dedi. "Neden küstün annene?" diye sordum. "O benim simidimi yedi, küstüm ben ona" dedi... Bu arada sokak o kadar ıssızdı ki ne gelen vardı ne giden. Bir korku sardı içimi, çocuğu bırakıp gitmeye gönlüm razı olmadı. "Nerede oturuyorsun sen?" dedim, "Uzakta," diye cevap verdi. "Hadi gel, seni annene götüreyim," dedim. itiraz etti, "İstemiyorum, o beni sevmiyor" dedi küskün bir sesle... O küçük kızı ikna etmek için uzun bir süre dil döktüm, "Annen çok üzülür, ağlar, hadi gidelim" diye yalvardım adeta. Neden sonra ikna oldu, elimi tutarak benimle geldi. Apartmanın bahçesinden çıkarak yürümeye başladık. 4-5 bina sonra bir bakkalın önüne geldiğimizde kapıda duran bakkala; bu çocuğu, annesini tanıyor musunuz, diye sordum. Adam arsız arsız sırıtarak "He tanıyoruz, bizim kız, annesi de burada içeride..." diye cevap verdi. Şaşırdım, "peki bu çocuk bir evin kapısında, taşta yatıyordu, haberiniz var mı?" dedim. Bu arada başı bağlı, gençten bir kadın geldi yanımıza, o da sırıtıyordu. "Sen annesi misin, bu çocuğun nerede olduğundan haberiniz var mı?" diye biraz öfkeyle sordum. "Bi şeycik olmaz, o öyle hep küser bana, gider" diye cevapladı kadın. Sabrımın sınırına gelmiştim. Bakın, dedim; "Ben yarım saattir bu çocuğu ikna etmeye çalışıyorum... Ya benim yerime kötü niyetli birileri olsaydı ve bu çocuğu alıp gitseydi, ne olacaktı... Ruhunuz bile duymayacak, kim bilir bu çocuğun başına neler gelecekti," dedim. Biraz sarsıldı kadın, çocuğunu kucağına aldı, ama çocuk hâlâ küstü annesine ve bence yerden göğe kadar da haklıydı. Bir anne bu kadar umarsız, bu kadar rahat olabilir miydi? Ayaküstü sarıldım o minicik kıza, annesine yerine ulaşıp ulaşmadığına emin olmadığım nasihatvâri bir iki şey söyledim. Küçük kıza el sallayıp uzaklaştım oradan. O dik yokuştan aşağı doğru inerken yarının "DÜNYA KIZ ÇOCUKLARI GÜNÜ" olduğunu düşündüm, sonra bazı hayatların ne kadar ucuz olduğunu... Kuzguncuk'ta deniz kıyısında martıları seyredip çayımı yudumlarken Reisin "En az üç çocuk yapın," tavsiyesi geldi aklıma. Öyle ya sokakta tek başına büyüdükten sonra üç olsa ne çıkar, on üç olsa ne çıkar... Küçücük kız çocuklarının kocaman adamlarla evlendirildiği, gözünü kan bürümüş katillerin açtığı savaşlarda (kız-erkek) çocukların öldürüldüğü ya da tacize uğradığı bir dünyada böylesi günlerin olmasının hiçbir şey ifade etmediğini düşündüm. Yola çıktığımda bulutların arasından göz kırpan güneş batmış, hava buz kesmişti sanki bir anda. Güneşin önünü kaplayan kara bulutları geleceğimizi karartmaya çalışan kara düşüncelere, cehalete, hepimizi esir alan vurdumduymazlığımıza benzettim. İçimi kapkara bir hüzün kapladı. Sonbahar hüzün mevsimi değil miydi ki zaten? Hem bu ülkede ya da dünyada "kız çocukları gününü kutlasak ne olur, kutlamasak ne olur...

  • Barışa Düşenler

    Ölüm ve zulüm yurtsuz olsun diye geceyi yırtarak geldi apak kanatlılar Uykusuz sabah vakti kan revan içinde yüz dört parça oldu kanlı tuzaklarda Binlerce yıldır gülen zeytin ağacının kanayan zeytinleri gibi saçıldılar yere Acı bir zılgıt sesiyle doğruldular birden kan revan içinde omuz omuza canlar Kucaklaştılar bin yıllık acıyla sımsıkı barışa adanmış yüreklerle göğe dönerek çatlattılar gri göğü çığlık ve ağıtlarla Karanlığa inat, mavinin en koyuluğunda, yüz üç kızıl Simurg oldu ahir zaman kahramanları Barış ve aşk ile yıkanmış kardelen betimli hayatı öldüren nefretin elinden sonsuz söküp almaya

  • EN MÜKEMMEL DİN HANGİSİ?

    Biraz da ezber bozalım-15 Mümin Müslümanlar, İslamiyet’in en mükemmel din olduğuna inanırlar. İleri sürdükleri gerekçeler arasında onun en son gelen din olduğunu da söylenir. Teknoloji gibi kültür ve inançlar da evrim geçirdiğinden en son gelenin öncekilerden daha mükemmel olması da doğaldır. Fakat dünyada bilim insanları olsun, çeşitli dinlere mensup ilahiyatçılar olsun bir araya gelip “Hangi din daha mükemmel” olduğu gibi bir saptamada bulunmuş değildir. Çünkü bu tamamıyla inanç alanına giriyor. Her insan bir kültür ve inanç iklimine doğar. Onun manevi varlığı bu iklimde biçimlenir. Türk ana babadan doğan ve bir Türk mahallesinde büyümüş kişi, nasıl ömrü boyunca bu kimliğinden sıyrılamazsa, hatta vatandaşlığını değiştirse bile Türklükten kurtulamazsa, Müslüman bir ana babadan doğan ve Müslüman bir çevrede büyüyen kişi de Müslüman sayılır. İnsanların milliyetini değiştirmesi nerdeyse imkânsızsa, din değiştirmesi de o kadar zordur. Gerçi, zor karşısında gerek milliyetini, gerek dinini değiştiren, başka milletler veya dinler tarafından asimile edilen topluluklar görülmemiş değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Nitekim mevcut dinlerin mensuplarının ataları da başka bir dine inanıyorlardı. Ancak bu din değiştirme süreci uzun bir zaman alır ve günümüzde toplu bir din değiştirmeye rastlanmıyor. Bu olaya Türkiye’de en son 1915-1916 Büyük tehcirinde ölümden kurtulmak isteyen Ermenilerde ve kısmen Rumlarda rastlanmıştı. Bunların bazıları ise görünüşte Müslüman olmakla birlikte kendi ibadetlerini gizli gizli yapmışlardır. Hatta üzerlerindeki baskı hafiflediği bir zamanda eski dinine geri döndüğünü ilan edenler olmuştur. Günümüz dünyasında çeşitli dinlere mensup toplulukların ve kişilerin evrimi, din değiştirme değil, laikleşme yolunu izliyor. Bilimler ilerledikçe, özellikle evrenin var oluş sırları çözüldükçe insanlar kafalarındaki sorulara kutsal kitaplardakinden farklı yorumlar bulmakta, dini ritüelleri yerine getirenler azalmakta, dünyanın “küçülmesi” ile de farklı din ve inançlara saygı yayılmaktadır. Buna karşılık insanlığa ilk ve Ortaçağ’ın bir armağanı olan dinler kaybolmuyor. İnanç coğrafyalarında da sınırlar ortadan kalkmıyor. İçlerinde farklı dinlere mensup küçük topluluklar barındırsalar da Edirne’den berisi, Arap yarımadasına ve Orta Asya’ya doğru Müslüman, öte tarafı Hıristiyandır. Çin ve Hindistan’da, Japonya’da daha başka dinler vardır. Fakat bazı İslam topluluklarını saymazsak bütün bu ülkelerde laik bir devlet düzeni, hatta laik bir yaşam vardır. Yetişkin olduğunda, mensup olduğu dini bırakıp başka bir dinde geçen insanlar olsa da bunların sayısı devede kulak bile değildir. Din değiştirmelerinin nedenini de gerçekte bir çıkar kaygısına yormak hiç yanlış olmaz. Bir Türk kızına âşık olduğu için onunla evlenmek isteyen bir Hıristiyan’ın Müslüman olması veya bunun tersi, bulunduğu çevreye uyum sağlamak için din değiştirmeler bu cinstendirler. Kendi dinini ilkel görüp başka bir dini daha mantıklı, onun mensuplarını da daha madeni gördükleri için din değiştirenlere rastlıyoruz. Çağımızda Hıristiyan dünyası daha medeni ve daha zengin olduğu için, bunu Hıristiyanlığın daha iyi bir din olduğuna yoranlar var. Bu aslında bir cehaletin eseridir. Bu ileriliğin nedeni Hıristiyanlık olmadığı gibi, İslam toplumlarının geri kalmış olmasının nedeni de Müslümanlık değildir. Bu, tarih boyunca rastlanan uygarlık merkezlerinin çeşitle nedenlerle yer değiştirmesinden ibaret bir olaydır. Mezopotamya, Çin, Mısır, Yunan, Latin, Emevi ve Abbasi dönemlerindeki uygarlıkları düşünelim. Bunlar o toplumların mensup oldukları dinler öyle emrettikleri için parlamadılar, aksine onların din anlayışlarını bu uygarlıklar doğurdu. SEN NASIL ANLIYORSAN DİN ODUR? Din değiştirmeye cesaret edememekle birlikte okumuş Müslümanlar arasında “Türkler de keşke Hıristiyan olsaydı” diye düşünenler var. Böyle bir düşünce ancak Bektaşi şakalarına konu olabilir. Hani Osmanlı yobazlığı zamanında oruç tutmadıkları görülen Bektaşi ile Hıristiyan karakola düşerler. Bektaşi’ye iyi bir dayak atarlar fakat ötekinin Hıristiyan olduğu anlaşılınca ona dokunmazlar. Bektaşi karakoldan çıktıklarında Hıristiyan’a “Dininin kıymetini bil!” der. Kim bilir Hıristiyanlarda da Müslümanlık için böyle ne espriler vardır. Hangi din daha iyidir? Bu soruya Kitabı Mukaddes’i baştan ayağa okuduğum zaman kendi kendime yanıt verdim. Özellikle Tevrat’taki kastlaşma ve özellikle kadınların durumu ve dini ayinlerin fazlalığı karşısında dehşete kapıldım. İsa adına havarilerin kurduğu din olan Hıristiyanlığa gizlice girmiş olanlara Roma zalimleri, ne vahşetler uygulamadılar? Aynı zalimler ve onların ardılları, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra zulümlerinden vaz mı geçtiler? Bu “Bir yanağına vururlarsa öteki yanağını da sen çevir” diyen din, bağnaz kilise elinde ne hale geldi? Hem kendi halklarına hem de sömürgeleştirdikleri halklara kan kusturmadılar mı? Günde baş vakit namaz kılmasanız, oruç tutmasanız da din değiştirmeye kalkmayın! Müslüman sayılmanız için Müslüman bir ana babanın evladı olmanız, ezan sesleriyle birlikte yaşamanız, belli zamanlarda aşure yapıp komşulara dağıtmanız, öldüğünüzde cenaze namazınızın bir cami veya cem evinde kılınıp Müslüman mezarlığına gömülmeniz yeter. Müslüman olmak kötü bir şey değil ki. Ezeni ezileni olmayan eşitlikçi, demokrat bir toplum kurmak istedin de İslamiyet mi engel oldu? Laboratuarlarda sabahlamak istedin de Hazreti Muhammet “yapma” mı dedi? Bunlar senin anlayışına bağlı. Sonuç olarak insanlar dinlerini, hangi dinin daha iyi olduğunu araştırarak seçmezler. Bir dinin atmosferi içinde doğup yaşadıkları için o dinden sayılarlar. Aralarında farklılıklar bulunsa da dinlerin birbirine üstünlükleri yoktur. Herkesin dini kendine. Çalışıp yorulursan, zenginlikler yaratırsan, barışı, eşitliği savunursan dinin de seninle birlikte yükselir. Değilse seninle birlikte dinin de batar. Orta Doğu çöllerinde olduğu gibi. (28 Kasım 2017)

  • Yalnız Kalan

    - Vakitsiz giden şairlere- Yusuf Aksoy * 1 Kentlerin orta yerinde yalnızlığa aldırmadan gezinirken tek başına bu nasıl gitmedir ardına bakmadan çağıran sokaklara sırtını dönerek daha dünkü elem taze iken onu katlamanın manası nedir şuracıktaki mutluluktu çabalanan yasaklı aşkların hiç olmamış saymak istediğin hani onlara seslenecektin arka sıralarında dizelerinin gecelerinde uyanılmaz mevsimlerdeyiz unutma sakın an gelir dizelerinin geçtiği yerler ateşböcekleriyle dolar kan ter içinde kağıt kaleme sarılı elin yine sabırsızsın belli sabırsızca akıp giden yıllara söyle hadi Haykırarak hangi bilinmeze yolculuktur engelleri yıkarak bağıra çağıra gidilen * Yusuf AKSOY, kalp ve us'a dokunuşlar, 21.sayfa, 2023, klaros

  • Unutulmaz Bir Eğitimci-Fakir Baykurt

    Nurten B. AKSOY * Bugün ölümünün 24. yıldönümünde, tüm öğretmenlerin örnek alması gereken bir eğitim savaşçısının yani Fakir Baykurt’un yaşam öyküsünü anlatacağız. Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de doğar. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte “1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk, köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş, haziran ortasıdır…” sözlerinden 1929 yılının Haziran ayı ortalarında doğduğu varsayılmaktadır Annesinin adı Elif, babasının adı Veli olan çocuğa, doğduğunda savaşlarda vurulup geri dönmeyen amcasının adı olan Tahir adı verilir. Tahir 1936 yılında Akçaköy İlkokulu’na başlar ve iki yıl sonra babasını kaybeder. Babasının ölümünden sonra dayısı Osman Erdoğuş tarafından Balıkesir’e bağlı Burhaniye’ye götürülür ve orada dayısının yanında dokumacılık yapmaya başlar. Dünya Savaşı’nın başlaması ile dayısı askere alınır ve Tahir, Akçaköy’e dönerek okula devam etme imkânı bulur. 1942 yılında ağır bir sıtma geçirir bu dönem aynı zamanda şiir yazmaya başladığı dönemdir. İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü’ ne gitmeye başlayan yazarımızın köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar, kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçeye çevrilen klasiklerle tanışır. Fakir Baykurt köy enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şöyle dile getirir. “Köy enstitüsü benim için olağanüstü bir fırsat oldu. İlkokulu bitirdikten sonra gidebileceğim başka hiçbir okul yoktu. Ailemin gücü yetmezdi. Ben okumak istiyordum ve enstitü benim gibi köy çocuklarını çağırıyordu…” O yıllarda Dünya Klasiklerini döne döne okuyan Fakir Baykurt. “Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın diye. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katarlardı…” diye anlatır bu tanışıklığını. Bu yıllarda Bursa Cezaevi’nde olan Nazım Hikmet’in şiirleri ise el altından yayılmaktadır. Fakir Baykurt da bu dönem Nazım Hikmet’in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar. “Kitaplıkta Nazım Hikmet’in kitapları yoktu. Yasaklandığını öğrenince Denizli Çivril’in bir köyüne gidip onları buldum. Nazım’ın yedi kitabını kendi yaptığım defterlere kitap harfleri ile yazıp defalarca okudum…” diye anlatır o yasaklı günleri. Köy enstitüsü yıllarında ilk şiiri “Fesleğen Kolum” yayımlanır. Edebiyata olan ilgisinden dolayı enstitüde de kitaplığın yönetimine seçilir ve daha fazla okuma fırsatı bulur. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak Dergisi’nde şiirleri çıkar ve bu yıllarda önce şiirlerinde, daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başlar. İşte Fakir Baykurt’un bu öğrencilik yıllarında köy enstitüleri üzerindeki baskılar artar ve tüm enstitülere daha baskıcı yönetimler atanmaya başlar. Ayrıca enstitüler daha önceki birçok özelliğini de yitirmeye başlamıştır. Eski öğrencilerin yaşam alışkanlıkları yeni yönetimlerce sorgulanmaya başlanır. Fakir Baykurt da yeni atanan müdürle sorunlar yaşar ve defalarca kovuşturmaya maruz kalır. Buna rağmen 1947 yılında Köy enstitüsünü başarı ile bitirir ve Yeşilova’nın Kavacık Köyü’ne öğretmen olarak atanır. 1951 yılında Muzaffer Hanım’la evlenir. Öğretmenliği Dereköy’e aktarılır. Üzerindeki baskılar devam ederken savcılıkça evine baskın yapılır ve kovuşturma geçirir. 1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girer ve bir sene sonra bu sefer Gayret Dergisinde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılanır. 1955 yılında Gazi Eğitim Enstitüsünü de başarı ile tamamlayarak Hafik’te açılan ortaokula atanır. Aynı yıl ilk kitabı olan “Çilli” yayınlanır. 1957 yılında askere alınır ve askerliğini öğretmen olarak tamamlar. İlk kızı Işık bu yıl dünyaya gelir. 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü, Yunus Nadi Roman Ödülünü kazanır. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet gazetesi kovuşturma geçirir. Baykurt bu dönemden sonra Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başlar. Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu’na öğretmen olarak atanır ve ikinci kızı Sönmez dünyaya gelir. Ancak Cumhuriyet’teki bazı yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık emrine alınarak cezalandırılır. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960’ta Ankara İlköğretim müfettişliğine atanır ve aynı yıl Efkar Tepesi adlı kitabı basılır. Altmışlı yılların başında Yılanların Öcü adlı romanı tiyatroya ve filme uyarlanır. Tiyatro gösterimi yasaklanır, film ise ancak zamanın cumhurbaşkanının konuya el koyması ile gösterime girer. Ancak filmin gösterimi sırasında olaylar çıkar. Bu arada ayrıca yazarın Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca’nın Dirliği kitapları yayımlanır. Bir sene sonra yazarın oğlu Tonguç dünyaya gelir. Fakir Baykurt bu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek, Indiana Üniversitesi’nde göze, kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi görür. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim müfettişliği görevini sürdürür. Bu arada romanları çeşitli dillere çevrilir. 1965 yılında TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) kuruluşuna katılır ve genel başkan seçilir. 1966 yılında İlköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak yeni kurulan Milli Folklor Enstitüsüne uzman olarak atanır. Kaplumbağalar ve Amerikan Sargısı romanları yayımlanır. Yazıları ve TÖS’teki çalışmaları yüzünden sık sık kovuşturma geçiren Baykurt’un yaşamı bundan sonra sürekli kovuşturmalar ve sürgünlerle geçer. 1971’de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde Baykurt iki kere gözaltına alınır. Aynı yıl Tırpan ile Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanır. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazarın yurt dışına çıkışı da yasaklanır. 1974 yılında Can Parası adlı kitabı ile Sait Faik Ödülü’nü kazanır. Askeri Yargıtay’da TÖS Davası’ndan beraat eder. 1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katılır. Almanya, Hollanda ve İsviçre’ye geziler yapar, göçmen işçilerle iletişim kurar. Bu arada oyunları Devlet Tiyatrolarında sahnelenir. Pek çok ödül alır. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya’ya gider. Duisburg şehrinde yaşamaya başlar. Ruhr Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan RAA programında görev alır ve bir İngiltere gezisi yapar. . Almanya’daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri Gece Vardiyası adıyla, İşçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri de Barış Çöreği adıyla basılır. Çileli yaşamı boyunca onlarca kitap yazan, çeviriler yapan; yurt içinde ve dışında pek çok etkinlikte sesini duyurup, eğitim sorunlarına çözüm arayan Fakir Baykurt, 1995 yılında Almanya’da öğretmenlik yaptığı okulundan emekliye ayrılır. Ardında kendi fikirlerini devam ettiren üç evlat, yüzlerce öğrenci, pek çok kitap ve ödül bırakan, 'Köy Edebiyatı Hareketi'in önde gelen temsilcisi ve bir eğitim savaşçısı olan FAKİR BAYKURT 11 Ekim 1999 günü tedavi gördüğü Almanya’da pankreas kanserine yenik düşerek hayata veda eder. SAYGIYLA ANIYORUZ…

  • Mutsuzluğun Niyeti

    Fuat Özgen * Alnımdan öpüyor Kalın dudaklarıyla Beni seviyor gibi Gözlerime dikiyor Kızarmış gözlerini Bekliyor gözyaşlarımı Kalbimi dinliyor Kepçe kulaklarıyla Mutlu oluyor Ritim bozukluğundan Korkularımı kamçılıyor Ağzından çıkanlarla İçimi kanatmaya çalışıyor Kazma dişleriyle Düşürmeye çalışıyor beni Çelme takıp Ayaklarıyla Beynimi kuşatıyor Uzun saçları Ruhumu sarıyor Güçlü kolları Kendine arkadaş arıyor

  • BEYOĞLU BEYOĞLU

    Nurten Bengi AKSOY * Beyoğlu Tarihi Yarımada ve Haliç'in karşısında gelişen bölge, öteden beri Yunancada “Karşı yaka, öte” anlamına gelen Pera adıyla anılmış. Beyoğlu adının ise Kanuni döneminin Venedik elçisi A. Giritti'nin oğlu Luigi Giritti'nin Taksim dolaylarında bir konakta oturmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Sonraları ve günümüzde Beyoğlu diye bilinen bu bölgeyi ve birbirinden ilginç öykülerini buraları hem gezelim hem anlatalım. Hepimizin bildiği gibi İstanbul neredeyse kuruluşundan bu yana; çok sayıda dil, inanç ve etnik kökene sahip insanın gelip geçtiği, yerleştiği hatta kuşaklar boyu yaşadığı bir dünya kenti. İşte İstanbul'u İstanbul yapan bu çoğulcu ortamda Rum, Ermeni ve Musevi topluluklarıyla Levantenler; Osmanlı İmparatorluğunun Batıyla sıkı ilişkiler içinde olduğu 19. Yüzyılda kent içinde özellikle Fener, Kumkapı, Balat, Galata, Pera gibi belirli bölgelerde ilginç yaşam biçimleri ve çevreler yaratmışlar. İşte bu bölgeler arasında İstanbul'un kozmopolit geçmişindeki yoğunluğunu fiziksel olarak günümüze en çarpıcı biçimde aktaran bölge Galata ve onun uzantısı olan Pera'dır. Osmanlının Metrosu Karaköy'e geldiğinizde eğer vaktiniz azsa ya da yokuşu çıkmaya üşeniyorsanız, İstiklal Caddesi'ne ulaşmanın en kolay ve kısa yolu hepimizin bildiği gibi Tünel'dir. İçeriye girdiğinizde hafif bir rutubet kokusu gelse de burnunuza duvarlardaki rengarenk çini panolar ve bir de kuş gibi uçarcasına İstiklal Caddesi'ne çıkmanın keyfi ferahlatıverir içinizi. 90 saniye gibi kısa bir sürede Galata ile Beyoğlu'nu birbirine bağlayan bu yeraltı yolu, 1863'te Londra'da hizmete giren yeraltı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen dünyanın en eski 2. yeraltı toplu taşıma sistemidir. 17 Ocak 1875'te açılan ve toplam uzunluğu 573 metre olan Tünel'in inşaatına 1871'de başlanmış ve inşaat 1874'te tamamlanmış. İlk yapıldığı yıllarda halatlarla çekilen vagonlar artık elektrikle çalışmakta. Eğer Beyoğlu'nu tam anlamıyla gezmek isterseniz Tünel'e filan binmeden yürüyerek çıkmalısınız yukarıya; çünkü asıl ara sokaklar sürprizlerle doludur. Tünelin yanından geçip Bankalar Caddesine geldiğinizde sizi 1800'lü yıllardan kalma pek çok bina karşılar. Bunlardan en ilgi çekici olanı, eski Selânik Bankası olarak da bilinen tarihi Generali Sigorta binası. 1880'li yıllarda inşa edilen binanın tarihi Selanik'in tanınmış tüccarlarından Alatini kardeşlerin merkezi İstanbul'da bulunan bir Osmanlı Bankası kurmasıyla başlamış. Daha sonraları birçok bankaya ev sahipliği yapan bina şimdilerde günün modasına uygun olarak butik otele çevrilmiş. Kamondo Merdivenleri Generali binasını biraz geçince sağ tarafta Galata'ya doğru yükselen Kamondo Merdivenlerini görürsünüz. Bu merdivenleri 1850'li yıllarda bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan ve İstanbul'un modernleşmesinde çok önemli katkıları bulunan Kamondo Ailesinden Abraham Salomon Kamondo "Art Nouveau” tarzında ve helezon biçiminde yaptırmış. Merdivenlerin yapılış amacı ise Abraham Salomon Kamondo'nun ve çocuklarının iş yerine ya da okullarına rahatça ulaşmasıymış. Kamondo merdivenlerinden Kuledibi'ne çıktığınızda sol tarafta Sankt Georg Avusturya Lisesini, sağ tarafta yine aynı isimli hastaneyi görürsünüz. Geçmişi 1300'lere uzanan, St. Georg Kilisesinin de içinde bulunduğu bina kompleksi 1882 yılı Kasım ayında imzalanan bir anlaşma ile satın alınmış ve Almanca konuşan Katolik çocuklar için bir ilkokul ve yetimhane olarak bugünkü binasında hizmet vermeye başlamış. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında zaman zaman kapatılan okul, günümüzde eğitim ve öğretimine devam etmekte. Okul ve hastaneyi geçince küçük bir cami karşılar sizi. İstanbul'un fethinden sonra Pera'da yaptırılan ilk cami olan Bereketzâde Camii. 1948 yılında yıktırılan bu cami, 2006 yılında aslına uygun olarak yeniden yaptırılıp ibadete açılmış. Galata Kulesi Yokuştan biraz daha yukarıya çıkınca İstanbul'a tepeden bakan mağrur haliyle Galata Kulesi görünür. Dünyanın en eski kulelerinden biri olan Galata Kulesi, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiş. 1204 yılında IV. Haçlı Seferinde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında “İsa Kulesi” adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmış. Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyılda yenilenen kule bir müddet rasathane olarak kullanılmış. Galata Kulesi denince aklımıza ilk gelenlerden biri; Hezarfen Ahmet Çelebi'nin Okmeydanı'nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi'nden Üsküdar-Doğancılar'a yaptığı uçuştur. Bir başka olay ise, intihara eğilimi olup sık sık intihara kalkışan şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın oğlu Vedat'ın “Baba, intihar öyle edilmez böyle edilir” diyerek kuleden atlayıp intihar etmesidir. Beyoğlu'nu dolaşırken hemen her sokağın içinde ya da caddede kocaman görkemli kiliseler görürsünüz. Bunlardan en göz önünde olanlar İstiklal Caddesinde bulunan Santa Maria Draperis Kilisesi, Saint Antonio Kilisesi ve Aya Triada Kilisesidir. Bunların yanında yine sokak aralarına sıkışmış küçüklüğüyle İslamiyet'teki tevazuyu simgeleyen camiler de çıkıverir karşınıza; Müeyyedzâde Camisi, Şahkulu Camisi gibi. Ayrıca bu semtte azınlıklara ait olan ve halen eğitimine devam eden Eseyan, Zapyon ve Zoğrafyan gibi tarihi okulları da ziyaret edebilirsiniz. Galata Mevlevihanesi Galata Kulesi civarından ayrılıp Tünel'e doğru çıkarken sağ tarafta, müzik aletleri satan dükkanlar arasına sıkışmış gibi duran Galata Mevlevihanesi çıkar karşınıza. 1491 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılan mevlevihane, günümüzde Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet göstermekte ve haftanın belli günlerinde burada sema gösterileri yapılmaktadır. Divan Edebiyatının son büyük şairi Şeyh Galip'in mezarı ile Halet Efendi Kütüphanesi de Mevlevihane'nin bahçesindedir. Kırım Kilisesi Tarihi dokusu ve kültürel yapısı ile beraber Kırım Kilisesi Beyoğlu'ndaki önemli yapılar içerisinde yer almaktadır. Osmanlı-Rusya arasında gerçekleşen Kırım Savaşında, Rusya'nın Akdeniz'e inmesini istemeyen İngiltere, Fransa ile Sardinya, Osmanlı'nın yanında bu savaşa katılır. Savaşa katılan İngiliz askerlerin anısına yaptırılmış olan Kırım Kilisesi, 1868 yılında inşa edilir. Sultan Abdülmecit tarafından İngilizlere verilen arazi üzerine gerçekleştirilen Kırım Kilisesi, günümüzde hala düzenli olarak dünyanın her yerinden turist çekmeye devam ediyor. Narmanlı Han (Eski ve Yeni Hali) Tünel'den Taksim'e doğru yol alırken, şimdilerde sözüm ona restore edilerek acımasızca, adeta katledilen, bir zamanlar bahçesindeki onlarca kediden dolayı “Kedili Han” da denilen görkemli bir bina görürsünüz İstiklâl Caddesinin sol tarafında, . 1831 yılında inşa edilmiş olan bina, 1880 yılına kadar Rusya Büyükelçiliği ve ardından 1914'e dek Rus hapishanesi olarak kullanılmış, daha sonra Narmanlı ailesinin mülkü olmuş. Kimler gelip geçmemiş ki buradan; Ahmet Hamdi Tanpınar 1944-1951 yılları arasında burada oturmuş ve eserlerinin bir kısmını burada yazmış mesela… Ondan başka Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ressam Aliye Berger de burada yaşamışlar. Türkiye Ermeni basınının önemli yayın organlarından Jamanak'ın merkezi de uzun süre burada bulunmuş. Cadde boyunca yürürken tarihin sayfaları arasından sanki size el sallayan ve yapılan restorasyon çalışmalarıyla günümüzde de yaşatılmaya çalışılan karşılıklı iki pastane görürsünüz; Lebon ve Markiz Pastaneleri. Bir zamanlar Markiz Pastanesinin ilk yerinde Lebon Pastanesi varmış. 19. Yüzyıl ortalarında Fransız Büyükelçiliğinin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılan bu pastanenin pastaları o kadar meşhurmuş ki Orient Expres (Şark Ekspresi) ile İstanbul'a gelen misafirler öncelikle Lebon'a uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurt dışına Lebon'dan pasta götürenler bile olurmuş. Lebon Pastanesi daha sonra yolun karşısına taşınmış ve 1940'larda kapanmış. Müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi sanatçıların da bulunduğu Lebon'a zamanında şapkasız beyefendi ve hanımefendiler giremezmiş. İstanbul tarihinin önemli mekanlarından biri olan ve 1940 yılında Lebon'un yerinde açılan tarihi Markiz Pastanesi de Lebon gibi edebiyatçıların, üniversite hocalarının ve İstanbul'un yeni kentsoylularının tercih ettiği bir yer olmuş. Şimdilerde de bir dilim pasta yemek isterseniz uğrayabileceğiniz farklı birer mekan olarak hizmete devam ediyor bu pastaneler. Taksim'e doğru giderken İstiklal Caddesi'nin başlarında, yolun sağ tarafında bulunan ve İstanbul'un ilk betonarme yapılarından olan Mısır Apartmanı'nın yapımına Osmanlı devlet adamı, Mısır eyaleti yöneticilerinden Abbas Halim Paşa tarafından 1905 yılında başlanmış ve inşaat 1910 yılında tamamlanmış. Türk Edebiyat tarihinde önemli yeri olan Mısır Apartmanında, İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Âkif Ersoy ve bir diğer Türk şair Mithat Cemal Kuntay bir müddet yaşamış ve burada ölmüşler. Ayrıca Atatürk'ün diş doktoru da bu apartmanda olduğu için Atatürk'ün de bu binaya ziyaretlerde bulunduğu bilinmektedir. Mekteb-i Sultanî veya Galata Saray Lisesi İstiklal Caddesi'nin tam orta yerine geldiğinizde sağ tarafta, koca duvarları ve muhteşem kapısı ile Galatasaray Lisesi karşılar sizi. Eğitim hayatımıza adını altın harflerle yazdıran bu seçkin okulun tarihi, hepinizin bildiği gibi çok eskilere dayanır. Osmanlı padişahı II. Bayezid tarafından 1481 yılında Galata Saray-ı Hümayûn Mektebi adıyla kurulan bu okul Osmanlı saray eğitiminin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Kurum Enderûna üst düzeyde eğitimli görevli yetiştirdiğinden, Mekteb-i Sultanî ve Galata Sarayı Ocağı gibi adlara da sahipti. Günümüzde Fransızca eğitim veren Galatasaray Lisesi; Tevfik Fikret, Timur Selçuk, Barış Manço, Candan Erçetin, Şevket Altuğ ve niceleri gibi pek çok ünlüyü de yetiştiren köklü bir eğitim kurumu olarak eğitim ve öğretime günümüzde de devam etmekte. Çiçek Pasajı İstiklal Caddesi'nde kimi meyhaneleri, kimi sahafları, kimi de hediyelik eşya ve giysi satan dükkanlarıyla ünlü dokuz adet tarihi yapılı pasaj var. Bunların en ünlülerinden biri tabii ki Çiçek Pasajı. Yapımı 1876 yılında biten binanın altında, o dönemde moda olan Paris tarzında düzenlenmiş dükkanlar, üstünde ise lüks daireler varmış. Bugün sazlı-sözlü eğlencelerin adresi olan Çiçek Pasajı'nda artık eskisi gibi çiçekçiler yok, ama birçok meyhane meraklılarını eğlendirmeye devam ediyor. Tabii ki Beyoğlu'ndaki bütün pasajları tek tek anlatmamız mümkün değil ama; 1871 yılında dönemin ünlü bankerlerinden Rum asıllı Hacopulo tarafından yaptırılan Hazzopulo Pasajı da en az Çiçek Pasajı kadar ünlü İstiklal Caddesi'nde. Özellikle öğrencilerin ve gençlerin müdavimi olduğu, “Çaycı Mustafa Amcası” ile bilinen pasaj, Namık Kemal‟in İbret Gazetesi'ni burada çıkarması ve Jön Türklerin buluşma noktası olması bakımından da siyasi tarihimizde ayrıca önemli bir yere sahiptir. Beyoğlu'na gelip de bugün bir sanat merkezi olan Pera Müzesi'ni gezmemek ve hikayesini anlatmamak olmaz. Haliç'e tepeden bakan Tepebaşı'nda, ünlü Orient Expres'in (Şark Ekspresi) yolcuları için yapılan bu lüks otel 1895 yılında açılmış. PeraPalace Hotel, İstanbul'un en ihtişamlı yapılarından biri olarak açıldığında, birçok ilkleri de bünyesinde barındırıyormuş; mesela İstanbul'da Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, ilk elektrikli asansörün ve ilk akar sıcak suyun bulunduğu binaymış otel. Türkiye'nin Avrupa standartlarındaki ilk oteli olan Pera Palace Hotel, kuruluşundan itibaren tarihi olaylara tanıklık ederek kent kültürünün çok önemli simgelerinden biri haline gelmiş. Pera Palace, 1917 yılından itibaren pek çok kez Mustafa Kemal Atatürk'ü de ağırlamış. Şimdilerde ise dünyaca ünlü pek çok sanatçının eserlerinin sergilendiği bir sanat merkezi olarak hizmet veriyor. Dingo'nun Ahırı Bugün İstiklal Caddesi'nin simgesi olan ve caddenin ortasında bir aşağı bir yukarı salınan nostaljik tramvayların İstanbul'daki geçmişi neredeyse 150 yıl öncesine dayanıyor. 1871 yılında ilk olarak İstanbul'da hizmete giren tramvayları, elektrikli hale dönünceye kadar “katana” denilen güçlü atlar çekermiş. İşte Şişhane-Taksim arasında çalışan bu tramvayların atlarının bakıldığı Taksim'deki ahırı “Dingo” isminde bir vatandaş işletirmiş o zamanlar. Gün boyu ahıra o kadar çok girip çıkan olurmuş ki “Dingonun ahırı mı burası?” diye bir deyim yerleşmiş dilimize, geleni gideni çok olan yerleri anlatmak için. Bugün tramvayları çeken atlar yok ama tramvayın peşinden koşup beleş seyahat eden birçok çocuk var İstiklal Caddesi'nde. Yolumuza devam ederken bir yandan da “Kimler gelmiş, kimler geçmiş buralardan” sorusunu tekrarlıyoruz içimiz sızlayarak… İstiklal Caddesi bir anı, tarih ve kültür yumağı ama nedense birilerinin gözleri hep buralarda… İşte bu gözlerin üzerinde olduğu binalardan biri Cercle D'orient binası ve içindeki Emek Sineması. 1875 yılında Ermeni bir vatandaş tarafından yaptırılan bu görkemli binanın yerinde şimdilerde koca bir AVM yer alıyor. Kentsel dönüşüm adıyla katledilen tarihin, yerinden edilen değerleri arasında neler yok ki… Rebul Eczanesi, İnci Pastanesi, Sahaf Librairie de Péra, RobinsonCrusoe Kitabevi ve daha niceleri… Aslında koskoca bir tarih ve mekan bu kadar kısa vakte sığdırılamaz tabii ki…Buralarda anlatılacak daha pek çok mekan ve anı var; ama günlük rotayı tamamlama vaktimiz geldi. Taksim Meydanı'na doğru yol alırken bir yandan da uzak ve yakın tarih geliyor aklımıza 6-7 Eylül olayları, Gezi olayları ve yitip giden canlar… "Beyoğlu da İstanbul da her şeye rağmen direniyor kendini yok etmeye çalışanlara!” derken o güzelim Cumhuriyet Anıtı'nın arkasındaki beton tarlasına takılıyor gözlerimiz ve yolun da sözün de sonuna geldiğimizi anlıyoruz böylece… Bir başka rotada buluşmak dileğiyle…

  • Bornova Kitap Günleri

    Yusuf AKSOY * Birincisi 2019 yılında gerçekleştirilen ve Bornovalıları kitaplarla ve sanatla buluşturan Bornova Kitap Günleri’nin dördüncüsü 29 Eylül günü başladı. 8 Ekim’e kadar devam edecek olan 4. Bornova Kitap Günleri etkinlikleri Bornova Büyükpark içinde gerçekleşiyor. Bu yıl organizasyonda 60 yayınevi, 400 yazar ve 600 bin kitap yer alıyor. Bornova Belediyesi’nin ‘Kültür Kenti Bornova’ vizyonuyla hayata geçirdiği Bornova Kitap Günleri çok sayıda kitap ve sanatsever İzmirliyi Bornova’da buluşturacak. Birçok yazarın konuk olacağı etkinlikte imza günleri, söyleşiler, konserler, paneller ve şiir dinletilerinin yanında atölye çalışmalarına da yer veriliyor. Alt yapısı gayet iyi hazırlanmış olan Bornova Kitap Günleri Etkinliğinin örnek alınarak yaygınlaşması dileğimizin burada tekrarlanmasında fayda buluyorum. Aklı yoran bir hızda ilerleyen bir bilişim çağındayız. Özellikle okumanın gereksiz bir zaman kaybı gibi addedildiği, uç bir değer olarak görüldüğü, kitap başta olma üzere basılı tüm yayınlara neredeyse sırt dönüldüğü bir dönemde Kitap Günleri gibi etkinlikler yazın emekçilerinin nefes aldığı, umudunu tazeleyip motive olduğu, kitapların da okuyucuyu adeta sarmaş dolaş dansa davet ettiği günler oluyor. “Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya” diyen sevgili Gülten Akın’nın sesine kucak açan kitapseverlerin varız diye ortaya çıkması hali kulede bir güzellik oluyor böyle zamanlarda. 4. Bornova Kitap Günleri etkinliğine İzmirli maviADA yazarlarından ben ve Niyazi Uyar Akdoğan Yayınları Standında 1 Ekim Pazar günü imza etkinliğimizle katıldık. Burada Akdoğan Yayınları İzmir koordinatörü sevgili Hatice Eğilmez Kaya’nın bize karşı gösterdiği yakın ilgi ve dayanışmasına teşekkür etmeden geçemeyiz. Yazar ve sanatçıların sınırları çizilmiş aidiyetlerle birbirinden uzaklaşması, birbirine yabancılaşması şeklindeki kümelenme kültürlenmesine karşı, maviADA’lılar olarak farklı bir duruş sergilemekteyiz. Rekabet yerine dayanışmayı esas alıyoruz ve birlikte tartışarak özne kimliğinden uzaklaşmadan kolektif içinde daha iyiye ulaşma adına mevcudu aşmayı hedefliyoruz. -1 Ekim 2023 Bornova Kitap Fuarı- Eşit yurttaşlardan oluşan bir toplum olma özelliklerimizi kaybetmeye başladığımız son yıllarda farklı birer birey olmamız yolunda da her türlü manipülasyon üzerimizde deneniyor. Özgürlüklerinden feragat etmiş, susan, sinen, okumayan, sorgulamayan, salt biat eden birey olma dayatması gözle görülür bir gerçekliktir. En tehlikelisi de hafızasızlık ve her şeyi hızla tüketme halidir. Hafızası zayıflatılmış birey amaçsızca ve hızla tüketerek değer yargılarını da yok etmektedir. O, farkında olamadığı hızda tükettikçe muktedirler iktidarlarını beynin hücrelerine kadar yaygınlaştırmaktadır. Bu hiçleştirme sürecinin panzehri ise hiç kuşkusuz hafızayı korumak ve kurtarmak olacaktır. Bunun reçetesinin başında da kitaplar ve okumak olacaktır hiç şüphesiz ki. Bornova İmza etkinliğimizde kitapseverlerle buluşurken karşılıklı yüzlerimiz gülüyordu. Kitapla, onu üretenle buluşmak okuyucu için ‘bir yeniden mutluluk’ aracı olurken, yazan için de boşuna yazmamış olmanın keyfine doyum olmuyor elbette ki. Verili koşullarda hangi nicellikte gülen güzlerle buluşacağız kaygısını biz Bornova’da biraz da olsun yendik diye düşünüyorum. Biraz’ı, arayı çok açmadan büyütebildiğimiz oranda yüklendiğimiz sorumluluğu yerine getirmede daha sahici olabileceğizdir. Unutmayalım, biz yazma heveslileri çağın sadece tanıkları değil özneleriyiz. Kitaplarımızı savunurken okurun bilinçle yaptığı tüm özgür edimlerini de savunmalıyız. Özlemini duyduğumuz yaşamı savunmak için ilk adımları atan gönüllülerden olmalıyız. Yazdıklarımız gibi yaşayabildiğimiz oranda bize benzeyenler çoğalacaktır. O zaman kitap da aşkla kucaklanacaktır. Yaşasın Kitaplar, Yaşasın Okuyucular ... * 2 Ekim 2023 -1 Ekim 2023 Bornova Kitap Fuarı-

  • YAĞMUR

    Dışarıda yağmura bak! Damla damla ıslatıyor yerleri. Dinle o meşhur sesini, Duyuyor musun ? Okşuyor yerleri, Ağaçları, yaprakları. Sonra bu okşama hızlanıyor, Daha, daha hızlanıyor. Adeta, dövercesine, Yerlere vuruyor. Yaprakları, Ağaçları hırpalıyor. Sonra, sonra birden ufak damlalar toplanıyor, Sanki; bir dereymişçesine diz boyu akıyor. İşte, yine öyle bir geceydi; Gece karanlık, yağmur hızlı, Yerler çamur, ağaçlar vurgun. Gidiyorum düz ve karanlık bir yolda. Sonra aniden durdum; ‘Neden’ dedim, ’Neden’ kaçıyorum. Evim sıcak aydınlık. Herkes uyuyor, ben niye dolaşıyorum. Düşündüm!... Ben; şimşekten, gök gürültüsünden, Yağmurdan ve selden değil, Kendimden kaçıyordum kendimden. Aniden duraladım, Kendime ‘yazık sana’ dedim. ‘Çocuklar bile senin yaptığını yapmaz.’ ‘Utan’ dedim ’utan’ kendi kendime. Sonra geldiğim yolları, geri gitmeye başladım. Evime yaklaştıkça, korkum azalıyor, Kaçma hevesim kalmıyordu. ‘Başarıyorsun’ dedim kendi kendime, ‘Devam et başaracaksın’. Duraladım birden, evime beş adım kala. ‘Ya başaramazsam’ diyordum. Sonra ,büyük bir cesaret ve azimle, İleri atıldım, Kapıyı açıp içeri girdim. Birden ferahladım. Baba yadigârı koltuğuma , Şöminenin karşısında oturdum. Sıcaktan uyumuşum. Uyandığım da; kahve fincanı yerde, Közler sönmek üzereydi. Yağmur dinmiş, tarlaları sel almıştı. O gece iyi ki evdeydim, Yoksa, o çılgın sel sularında Ölecektim… * İrfan ŞİPAK 'Biz Bir Başkaydık Baharda' adlı kitabından

  • Üşüyorum Baba

    Dün, dedemle parka gitmiştik baba: Kızlı erkekli, irili ufaklı çocuklar vardı, Sanki bir bayram yeriydi orası. Dedemin bakışları üstümdeydi yine, Gözlerim hep seni, seni aradı baba Yaşıtlarım” baba baba” dedikçe, İnan ki bir şeyler koptu içimden. Görünürde hiçbir eksiğim yok, yok ama, Düşlerim yarım yırtık, umutlarım kırık, Ölü müsün, diri misin, Anlayamadım be baba Herkes eğlenirken, göğsüm sıkışıyor, Minnacık kalbim ağrıyor, çok çok ağrıyor baba Az sonra, küçücük bir kız çocuğu geldi yanıma: “Senin baban var mı, hadi göster bakalım” dedi, Seni sordu tanırcasına, şaşırdım, donakaldım baba, En hassas yerimden vurulmuştum, Var mısın yok musun, Ben de bilmiyorum ya, İlk suçumu, ilk günahımı işledim, İlk yalanımı söyledim: Sen beni istemesen de "Babam var, beni seviyor," dedim. Sen babasızlığı bilemezsin baba, Dört duvarın yüzüme akseden sessizliğini, Yüreğime gömdüğüm hıçkırıklarımı bilemezsin, Ki, yarısında sen, yarısında annem, Hayatım koskoca bir yalnızlık, İçimde uçurumlar, tarifsiz bir boşluk, babasızlık, Ağız dolusu baba diyemeden, Yaşamaksa bu, hem sürünüyor, hem yaşıyorum baba Geçen hafta anneler günüydü baba. Seninle el ele olmayı öylesine çok istedim ki baba, kalbim çırpındı durdu, Dedemin getirdiği solgun gülü verdim anneme, Olmadı baba olmadı, yüz dede bir tek baba etmiyor İçim burkuldu, yüreğim kanadı baba Üç hafta sonra babalar günü, Herkes sarılacak babasına, Öldüyse çiçek koyacak mezarına, Yaşıyorsa sımsıkı sokulacak babasına. Öpücükler konduracak yanaklarına, Sen ölü müsün, yoksa sahiden yaşıyor musun baba. Minnacık yüreğim sancıyor, çok sancıyor baba Düşünüyorum da günün birinde, İlkokul öğretmenim bir ödev verir de, Derse ki, baba sevgisini içeren, İçli bir kompozisyon yazınız Ne düşünecek, ne söyleyecek, ne yazacağım baba; Senin için yaşıyor mu, öldü mü diyeceğim, Yoksa yine koskocaman bir yalan mı söyleyeceğim Kanıyor minnacık yüreğim, vallahi kanıyor baba; Üşüyorum, dün gibi sevgisizlikten üşüyorum baba

  • Türkçemiz Tehlike Altında

    Fuat ÖZGEN * Güzel dilim, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “ses bayrağım” dediği Türkçem son zamanlarda bozulmakta, kirlenmekte, hatta horlanmakta. Görsel ve yazılı medyada yanlış kullanımlar, özensizlikler var. Yazım kurallarına uyulmuyor. Bu da izleyiciler üzerinde kötü etki yaratıyor. Dil, anlaşma, anlatım aracıdır. İlk insanlar işaretlerde anlaşıyorlardı. Sonra işaret dili geliştirildi. Yıllar içinde dil gelişti, iletişim kolay ve doğru sağlandı. Ancak günümüzde internette emoji denilen simgelerle ilk insanların anlaşma biçimine döndük. Bozuk kısaltmalar da cabası. Cümle kurmaktan, konuşmaktan, yazmaktan kaçınıyoruz. Argolarla dolu bir internet dili oluşturuldu. Dilimiz bir dönem Arapça ve Farsçanın, bir dönem Fransızcanın etkisine girdi. Fuzuli, Mevlâna gibi ünlü sanatçılar Farsçayı kullandılar. Ama Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan gibi sanatçılar Türk dilini kullandılar. Halk arasında ve sözlü edebiyatta daha çok Anadolu Türkçesi kullanıldı. Osmanlılar Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir dil kullandılar. Tarih boyunca dilimizi korumak için çabalar da vardır. Karamanoğlu Mehmet Bey 13 Mayıs 1277’de ünlü fermanında: “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye” diyerek dilimize sahip çıkmıştır. Son zamanlarda Arapların ülkemize ilgilerinin artması ve toplumda fazla yer almaları Arapça kullanımını da artırdı. Ticaret amacıyla Arapça tabelalar, Arapça bilen satış elemanı istihdamı yaygınlaştı. Bazıları Arapçanın Kur’an dili olmasından da yararlanarak Arapça kullanımını savunmaktadır. Oysa Arapça bizim gırtlak yapımıza uygun değildir. Tevcidle Kur’an okuyabilmek için din adamları uzun yıllar eğitim alıyorlar. Kimi dilciler Türkçeyi fakir, Arapçayı zengin dil olarak görüyorlar. Oysa Atatürk: “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demiştir. Dil Devrimini yapmış, Türk Dil Kurumu’nu kurmuş, kendisi de dil çalışmalarına bizzat katılarak sözcükler türetmiş, kitaplar yazmıştır. Dil birliği, ulusu oluşturan özelliklerin başında gelir. Ulusun birliğini ve bütünlüğünü sağlayan en güçlü bağdır. Ulusları parçalamak, bölmek isteyenler topraklarına, kültürlerine olduğu kadar dillerine de saldırırlar. Yabancı dil bilmek güzeldir. Ama kendi dilinden vazgeçmek, onu aşağılamak kendi kuyusunu kazmaktır. Türkçeyi kullanan Türk gibi, Arapçayı kullanan Arap gibi düşünür. Uyanık olmalı, dilimize sahip çıkmalıyız.

  • Düşünce

    durdu.. durdu... düşündü yıllar vardı geride kalan acaba.. söylesem mi.? düşündü.. ve dedi kelimeler dilinde dolanırken seviyor seviyordum seviyorum yıllar vardı geride kalan ve de hala içimde sancısı on yıl dedi. ah etti durdu.. düşüncelere... * Cemal KARSAVRAN

  • BEYCELİ KÜTÜPHANESİ

    -Beyceli Okuma Odası (1963), - Zeki SARIHAN * Benim gözlemlerime göre tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylüler kitap okumazlar. Gözleri de böyle bir şeye alışık değildir. Gündüz yaptıkları beden işinden yoruldukları için gece erkenden yatarlar. Bilgi kaynakları kitaplar değildir. Kahvehane sohbetleri, televizyon ekranları ve cep telefonlarıdır. Buna rağmen, köylüleri okumaya alıştırmak için bazı girişimlerde bulunan okumuşlar eksik olmaz. Kendileri okumaya düşkün oldukları için köylülerin de bu nimetten uzak kalmaları içlerini sızlatır. Çünkü gazete, dergi, kitap okumak aydınlanmanın en önemli işlerindendir. Özellikle matbaanın bulunuşundan beri bu böyledir. Ama matbaa sanki köylüler için bulunmamıştır. O, memurların, öğrencilerin ve bir kısım aydının hizmetinde bir makinedir. Buna rağmen her köyde bir okuma odası bulunmasında yarar vardır. Halkevleri döneminde bazı köylerde halk odaları vardı ve burada kitap bulundururdu. Halkevleri kapatılınca bunların yerinde yeller esti. Çünkü kitaplık isteği köylülerden gelmiş değildi ve bunlar olmasa da olurdu… BEYCELİ OKUMA ODASI Akpınar Öğretmen Okulu beşinci sınıftayken, köyde okumuş birkaç kişi ile de iş birliği yaparak Beyceli’de bir Okuma Odası açtık. Biriktirdiğim 300 kitabı buraya verdiğimi hatırlıyorum. Sonra gazetelerin okuyucu mektupları köşesine yazdığımız çağrı ve çeşitli kurumlara gönderdiğimiz yazılarda kitap bağışında bulunulmasını istedik. Böylece kitap sayısı 2.000’i buldu. Boş duran bir yapıyı bunun için düzenledik. Köylülerden tek tük kitap alan olmadı değil ama asıl okuyucularımız çocuklardı. Sonra bu kitaplar okula taşındı. 12 Mart karanlığından sonra Beyceli Kalkındırma Derneği gibi okuma Odası da söndü gitti. 1965-1967 yıllarında Yassıtaş Köyünde öğretmenlik yaparken çıkardığımız İleri Köy gazetesi ve Fatsa Köycülük Derneği olarak köylerde kitaplık açma kampanyasında bulunmuş, beş altı köyde köy bakkallarına emanet edilen birer kitaplık da açmıştık. Amacımız her köyde bir kitaplık açmaktı. Tabii bunların da hiçbirinden bir eder kalmadı. Gel zaman git zaman Hacettepe Ders Araçları Servis Şefi Günal Sarıhan’ın girişimiyle Beyceli’de yeniden bir kitaplık açıldı. Mescidin yanı başında küçük betonarme bir odada açılan okuma odasının adı bu kez Öğretmen Ömer Sarıhan Kütüphanesi idi. Ömer Sarıhan Fatsa’da öğretmenlik yaparken genç yaşta ölmüştü ve kütüphane onların köydeki evlerinin hemen karşısında mülkiyeti onlara ait bir arsada açıldığı için bu ad verilmişti. Bu kütüphanenin sorumlusu kimdi? Öğretmen Necati Sarıhan, buradan öğrencilere bir hayli kitap verdiğini söylüyor. Ancak 12 Eylülün uğursuz günlerinde uzak yerlere sürüldüğünden kütüphanenin sahipsiz kaldığı, giden kitapların geri gelmediği anlaşıldı. Mescidin imamları da orayı tabutluk yaptılar! Bu durum Beyceli köyü için yüz karası bir durumdu. Beyceli köyü bu hallere mi düşecekti! ÜÇÜNCÜ AÇILIŞ Yanını yöresini ot bürümüş bu küçük yapıyı, Ömer Sarıhan’ın yeğenlerinden İstanbul’da çalışan denizci Can Arıca geçen yıl onarttı. Masa sandalye aldırdı ve başta bankalardan aldığı kültür yayınlarını gönderdi. Kütüphanenin kışın kapalı kalacağı açıktı ama yazın onunla ilgilenecek kişiler vardı. Evi kütüphaneye yakın Fatma Türkmen Sarıhan yazları köyde kaldığı sürece burası ile ilgileneceğini söylediğinden kendisine bir anahtar verildi. Başlangıçta günde bir saat kütüphaneyi açıyor, özellikle birkaç çocuğa kitap veriyordu. Asıl okuyucu kendisiydi. Sonra çocuklara anahtarı da vermeye başladı. Bu kız çocukları işi kavramışlardı ve kütüphaneyi hevesle silip süpürüyorlardı da. Geçen yaz olduğu gibi bu yaz da köyümü ziyaretimde bazı günlerimi orada geçirdim. Bu daracık mekân, değerli kitaplarla sanki insanın içini açan koskoca bir çiçekli âlemden farksızdı. Burada okumadığım ve okumam gereken ne kadar güzel kitaplar vardı! Kitaplığın balkonuna masa ve sandalye koyarak orada okumayı tercih ettim, yoldan geçenler buranın açık olduğunu görerek belki uğrarlar, kitap da alırlardı... Birkaç kişi uğramış olsa da arabaları ve motorlarıyla önündeki yoldan vızır vızır geçenlerin çoğu bana el sallamakla yetindiler! Kütüphanenin henüz suyu ve elektriği yok. Yanı başındaki mescitten bunları almak mümkün. Kitapları saydım. Henüz demirbaş defterine girmemiş ve kaba bir tasnife göre dizilmiş 955 kitap 11 takım ansiklopedi var. 15,5 ay içinde buradan yararlananların sayısı 20 kişi, alınan kitapların sayısı ise (bir kısmı tekrar olmak üzere) 123. Hiç yoktan iyi değil midir? Kimse uğramıyor diye kütüphaneyi açık bulundurmamak iyi sonuç vermez. Açık olmayan bir dükkâna kimse uğramaz. Köylülerde okuma alışkanlığı yaratmak kolay değilse de imkânsız değildir. Bunun için hangi kitaplardan başlamak gerektiği konusunda onlara kılavuzluk yapmak gerekir. (25 Eylül 2023) zekisarihan.com -Öğretmen Ömer Sarıhan Kütüphanesi (2023)-

  • Bornova Kitap Fuarı Açılıyor

    maviADA Yazarları Yusuf AKSOY ve Niyazi UYAR, 1 Ekim 2023'de fuarda Akdoğan Yayınevi Standında * 4. Bornova Kitap Günleri 29 Eylül - 8 Ekim Bornova Belediyesinin evsahipliği yaptığı, ilki 2019 yılında gerçekleştirilen ve Bornovalıları kültür sanatla buluşturan Bornova Kitap Günleri’nin 4. başlıyor. 60 yayınevi, 400 yazar ve 600 bin kitap yer alacağı kitap günlerinde imza günleri, söyleşiler, konserler, şiir dinletileri, atölye çalışmaları gibi bir çok etkinlik düzenlenecek.

  • YUSUF AKSOY’DAN KALP VE US’A DOKUNUŞLAR!..

    Yusuf Aksoy, 1965, Yozgat doğumlu, halen Almanca öğretmenliğini sürdüren bir şair. Kalp Ve Us’a Dokunuşlar*, onun ikinci şiir kitabı… Kitaba ve şiire egemen olan felsefeyi, “tüm canlıların eşit hakları için yola koyulmak” şeklinde özetleyebiliriz. Kitaptaki şiir toplamına baktığımızda bunu açık seçik duyumsayabiliyoruz. Daha net söylersek, şairimiz, daha iyi bir dünyayı amaçlayan bir şiirden yana. Bu açıdan insanı ve şiiri emekle taçlandırmaya çalışıyor: ”mor çiçekli dağlar senle var aşk patika yollarında güleç ümit senin asi gözlerinde senle anlamlı deli rüzgârlar” (s:10) Aksoy’un şiirlerinde yakın zaman öncesindeki toplumu etkileyen inişli çıkışlı olayları görmek mümkün. Örneğin, Ağır Sancı’daki şu dizeler koronavirüslü salgın günlerinden kalma: “sıra kime gelir sabaha kim kalır ne acımasız sorulardır böyle beti benzi solduran dört duvarlar arasında” (s:12) Yeni Yıl şiirine geldiğimizde, söz konusu ölüm kasırgası karşısındaki savrulmaların acısı bir daha kuşatır bizi. Öncelikle “rüyaya yatacak yer yok bu yıl da” (s:19) ürpertisiyle karşılanan yeni yıl burukluğunun ucunda yine salgın haberleri yer almakta: “ha bir de salgın sıradaki ki bilinmeden salıp duruyor gelinmez yollara zehrini” (s:19) Tüm bu olumsuzluklarla geleceği karartmıyor şair. Bizzat üstüne yürüyor salgınların, saldırıların, türlü savrulmaların. Çünkü insanın bir özelliği de umut eden bir yaratık olması!.. Her ne kadar adı Suskunluk olan şiirde “alır gider başını hayat ta ötelere / tarumar olur şiirlere yazdığımız günler” (s:35) karamsarlığına kapılsak da Umut şiirinde palazlanan birlik ve dayanışma dilekleri uzantısında düştüğümüz yerden kalkmayı başarabiliyoruz yine: “sonra en ağırken bile bedenimiz ayarlı saatlerden önce kalkabilmektir ayağa” (s:32) Sessizlik içindeki suskunluğu da aynı doğrultuda değerlendirmek gerek kuşkusuz: “susma bitmesin insan yanın” (s:39) “İnsan” diye avazlandığımızda, şöyle bir soruyu da dahil edebiliriz büyük destanımıza tartışmasız : “Küle dönmüş bir hayatın utancı kimedir” (s:59) Çünkü insandan umut kesildiğinde çok şey boşlukta kalır. Umarım varolussal bir çığlık olarak ortalığa düşen bir başka ardışık soruda kendimize gelme olasılığı giderek artsın: “sen nesin ki kaleminle fırçanla sesinle soluğunla yaşamı çoğaltan değilsen” (s:42) Aksoy’daki yaşam ve insan sorgulaması, asla umuttan/dirençten ayrı tutulamayan ve unutulmaya terk edilemeyen bir karakter taşıyor. Hızla ben’den biz’e evrilen yenilgilerin soylu hüznünde yepyeni başlangıçlara yönelik bir çağrı var: “Gezi, dara kim düşerse biz varız, diyenleriz yurdudur artık” (s:51) Böyle bir yurdun arka yüzünde yazılmamış bir şiir gibi duran solgunluğu çözdüğümüzde, Kalp ve Us’a Dokunuşlar’la insanlık dersinde önemli mesafeler alırız. Sözgelimi dersimize ‘aşkla başlamak, -toplumsal sevgi bağlamında- bize çok özel bir derinlik katar: “Aşk hepten yalınayak ve yurtsuz atık yalınayak ve yurtsuz çünkü kaldırımlarda esmer yüzlü çocuklar” (s:72) Dahası Aksoy’un kitap adından hareketle, kalple us arasında gelgitsel bir olay olduğunu söyleyebilirim şiir için. Ne var ki eninde sonunda bilinen us’tan sıyrılır şiir, giderek farklılığına özgü kalbi bir kimlik kazanır. Sözcüklerin tatlandırılmış ya da aşkla kendinden geçmiş halidir bu. Böyle bir havayı yakalamak için bir parça bire bir gerçekliğe dayanan anlatıdan uzaklaşarak içselleştirmeyi yoğunlaştırmak, öykülemeyi kısmak, ünlü bir şairin “nesnelerin ironosi” şeklinde ifade ettiği dönüşümsel bir dile doğru yelken açmanın gerekli olduğu aşikardır. Sözcüklerin harmanında, kalbe ve usa dokunmanın yalınlığı peşimizi bırakmasın yeter ki! * * Kalp ve Us’a Dokunuşlar -Yusuf Aksoy, Klaros Yayınları, 1.basım, Temmuz 2023

  • Havuçlu Pilav Meselesi

    Tarık BUĞRA * Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum. Bu kara gün pazar, başka türlü geçerdi. Karımı düşünmek istedim. Henüz kendi, güzeldi, şimdi akşam yemeğini hazırlamaya çalışıyor ve henüz mutfak işlerinden hoşlanıyordu. Epey çalışmama rağmen onu duygularımda canlandıramadım. Bu fena bir haldi… Ne yapmalı? Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir… Her şey canlanıverdi. İçimde kâinatı güzelleştiren, hayata mana veren o büyülü o heyecan belirmeye başlamıştı. Seslendim – Hürrem Körpecik seni işittim. – Efendim! Gelsene biraz, dedim. – Ne var? diye sordu. Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri paylaşmaktan başka ne için çağırırdım? – Gel hele, dedim. — Ama yemek yemek yetişmeyecek sonra. Varsın yetişmesin, diyecektim fakat lüzum kalmadı. Keman susmuş bed bir ses hiç sevmediğim bir dilde konuşmaya başlamıştı. Bana içim yeniden boşalıverecekmiş gibi geldi. Mutfağa geçtim keman sesinin getirdiği iştiyak ile ılık hatırayı kaybetmek istemiyordum. O bir şeyler yapıyordu: başını bile çevirmeden, rastgele bir gülüşle: - Ne var diye sordu. – Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum. Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile… Umursamadan: - Ne düşünüyorsun? dedi. Dişlerimi sıktım, birdenbire başını çevirerek! - Ne yapıyorsun orada? diye bağırdı. Ekmek bıçağını almış, havuçlara hücum etmiştim. Ben bunun farkında değildim fakat istifimi bozmadan: -Hiç! dedim. Pilav için hazırlıyorum. Bu esnada ‘havuçlar benden mühim diye düşünüyordum. – Delirdin mi sen, Allah aşkına. İşime daha dikkatle devam ettim. Biraz hırçınlaştı: - Sonra bir işe yaramayacak havuçlar Oralı olmadım. Sesini biraz daha yükseltti. – Bırak artık, aklanmaksa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet sakindi. - Sen bunu eğlence mi zannediyorsun? Oda tıpkı benim gibi sakinleşiverdi. Demek havuçlu pilav da oluyor?.. İzah ettim: — İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim. — Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz zannediyorsun. — Peki, sen gördün mü? Diye sordu. — Hayır! Dedim, fakat neden olmasın? — Olsa ne çıkar? Sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun? Anlayışsızlığa açıyormuş gibi güldüm. — Beğeniyorum hem de çok beğeniyorum. Hatta daha da çok beğenebilirim. Fakat bu ondan da daha çok beğenilecek pilavı arayışıma mani olabilir mi? Ben iktifa etmenin fazilet olduğuna inanıyorum. İnsanlığı bu hale getiren bu fazilettir. İlmin anası bu fazilettir. Benim istediğim, bu faziletin mutfağımıza da girmesidir. – Bu mutfak sadece benimdir, yani demek istiyorum ki sen şimdi burada fazlasın. Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık vererek ilave etti: - Haydi sen odana git, kitap oku, esne veya uzan! – Pilavı hazırlamadan nasıl giderim canım? dedim. Ve mani olmasına fırsat vermeyecek kadar süratle, fakat sükûnetimi bozmadan pirinci maltızın üstündeki suya salıverdim. Arkasından havuçları boca ettim. Atıldı, fakat geç kalmıştı. Yanakları pençe pençe kızarmıştı. Bu haliyle ilk randevumuzdaki kadar güzeldi. Ve bu hiddetini mağlup edebilmek bana ilk aşkı kadar tatlı gelecekti. Birden bire kucakladım; öptürmedi. Üstelik iki tanede tokat attı. — Sana ne oluyor böyle gözüm? dedi. Fakat dinleyen kim? – Çık buradan. Git diyorum sana! dedi. – Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu sezdiğim için, o da mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordu. -Demek beni evden kovuyorsun? dedim. - Bunu da nereden çıkardın? Fakat izaha lüzum gördüm: - Mademki öyle istiyorsun, peki. Beni bu kadar anlayışsız mı zannediyorsun? Zaten bu sabahtan belliydi. Sinemaya gidelim dedim, yağmuru bahane ettin. Tavla oynayalım dedim. Okuyacağım dedin. Mademki istiyordun niçin şimdiye kadar durdun. Seni tutan kim, hadi ne duruyorsun vakit kaybetme. Ona gözlerimi kısarak bakarken bıçağı kuvvetle masaya sapladım ve dışarı çıktım. Arkamdan tekrar: - Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere gere ‘git!’ diye meydan okuyor. Fakat olmadı! Sandalyeleri devire devire gittim. Bu sırada ‘dönüşten dönüşe fark var’ diye mırıldanıyordum. Sokak kapısına vardığım zaman mutfağın eşiğine çıkarak: - Pilavı berbat ettin şimdide gidiyorsun, dedi. * Caddeye çıktığım zaman içimde şu zıkkımı adam gibi içmeyi hala öğrenemedim diyerek bir arkadaşa hasret vardı. Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken bir tuhaftı. Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve yepyeni bir yaylada Yağmur ne güzel çiseliyordu. Fakat insanlar bana yabancı bana aldırış etmeyen insanlar. Hâlbuki ben, meselâ şu kadını sevebilirim, şu adamla pekâlâ dost olabilirim, ama onlar geçip gidiyorlardı. Rastgele bir meyhaneye girdim. Büfenin ortasındaki taburelerden birine oturdum. Bir hamlede bütün şişeleri boşaltmak istiyordum. Bir kadeh, bir kadeh daha, bir kadeh daha… Yanımdakiler mesut insanlardı. Hele biri ki beni saadetten kolayca tiksindirebilirdi, çocuklarından, karısından binlerce liradan bahsediyor. Hâlâ isimleri sayıyordu. Büfeci ona votkasıyla birlikte bir parça da limon getirdi. Adam limonu kadehe sıkmak için bir hayli uğraştı. Su yerine çekirdek sıkıyor ve beni eğlendiriyordu. Alay etmek için mükemmel bir fırsattı. Halinden anlamam ama beyefendi dedim. Şu elinizdekinin ilk görüşte limon olduğunu söyleyebilirim. Adam bana tuhaf tuhaf bakarak; Limoncu musun? Dedi. O budala, bu sözdeki nükteyi asla kastetmemişti bana eminim. Fakat gene de çileden çıktım. – Evet, dedim. Ben limon üzerine ihtisas yaptım. İtalya’da, Tirino’da, mektebin bahçesinde seksen yedi çeşit limon vardı! Adamın gözleri hayretle açılmıştı: -Seksen yedi çeşit mi? – Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar, renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar. Büfeci de beni dinliyordu: - Tatları ayrı limonlar da var mı? Diye sordu. Onu ‘sen işine bak’ der gibi şöyle süzerek: - Siz bana bir porsiyon havuçlu pilav getirin! Dedim. –Havuçlu pilav mı? – Sahi dedim siz bilmezsiniz. Pilaki olsun! Yanımdaki adam gözlerini bana dikmişti. Derin derin içimi çektim: -Bu benim karımın, rahmetli karımın yemeğiydi. –Rahmetli mi dediniz? Dik dik baktım: - Bu şaşılacak bir şey mi? Adam kekeledi: - Hayır! Estağfurullah! Gençsiniz de! — O benden gençti. Ve biz beş aylık evliydik. Adam bana karşı bir kardeş kesilivermişti. Bu bana pek dokundu. – Deli gibi severdik birbirimizi… Sonra havuçlu pilav… Gözlerim yaşardı. Garson pilakiyi getirmişti. Fasulyelere kinle, nefretle bakarak: - Ben artık yemek yiyemem ki, dedim! Artık ağlıyordum. * Borcumu o adam ödedi sokağa beraber çıktık. Beni gezdirmek, avundurmak istiyor, ısrar ediyordu. Nihayet hüznüm onu mağlup etti ve ben yalnız kaldım. Oh karıma doğru uçma istiyordum. İçimde vicdan azabına benzeyen fakat aynı zamanda çılgın bir neşeyi müjdeleyen bir şey vardı. Bir taksiye atladım. Yatak odasına yıldırım gibi girdim onu omuzlarından tutarak var kuvvetimle sardım. Saçları dalgalanıyordu, kurtulmak için çırpınıyor fakat gülüyordu. Bıraktığım zaman: -Sen çıldırmışsın dedi. Öptüm, yüzünü buruşturdu. - Sarhoş! dedi. - Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim. – Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti. Gülerek: - Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. - Vakit bırakmadın ki dedim.

bottom of page