top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • İNSANLIK MI?

    Görmezden gelmek Ayyuka çıkan yolsuzlukları Milyarları bulan hırsızlıkları Yoksula yapılan haksızlıkları Ayan beyan hukuksuzlukları Yok saymak Her alandaki eşitsizlikleri Eğitime ulaşmadaki engelleri Sonu gelmez eziyetleri Dayanılmaz işkenceleri Göz yummak İnsanın sömürülmesine Hakların gasbedilmesine Yaşam hakkının yok edilmesine Savaş suçu işlenmesine İnsanlık mı? * Fuat ÖZGEN

  • HAYAL KIRIKLIĞI (2)

    Gittim Gördüm * Bir malı gerçek değerinden fazlaya aldın mı, ne derler, “kazıklanmışsın!” Bu saptama yalnızca ticari alışverişler için değildir. Bu saptama hayatın her alanı için geçerlidir. Birine gereğinden fazla değer verdin mi, yanılırsın, aldanırsın, kazıklanırsın. İnsan diye yolda belde gördüğün, ağzı dili olan, konuşan, yiyip içen, ağlayan gülen, çatal çomağın üstünde kah yürüyen, kah koşan, oradan oraya gidip gelen; fakat nereye ne amaçla, ne için gidip geldiğini bilmeyendir. Kitapların, kutsalında-akutsalında yazan, “insan doğanın en üstün yaratığıdır,” veciz sözünün hakikat olmadığını kanıtlarcasına, öteki insanlara, işkence eder, katleder, aç bırakır, kendi hayvani menfaatleri için (hayvan dediğim için, hayvanlar aleminden özür dilerim) doğayı, ağaçları yakıp yıkar, akan akmayan suları kirletir. Şimdi bu insan denilen varlığa insan demek, hayvanlar alemine hakaret değil de nedir? “Ben insanları tanırım, bu yaşın sahibi oldum, bunca yaşanmışlık, bunca tecrübe varken, insan sarrafı oldum diye “gort gort,” atarken, daha kırk fırın ekmek yemem gerektiğini yeni, daha yeni 2023 ekim ayında öğrendim. “Canım, can kuşum, yoldaşım, her şeyine kefilim dediğim, bizim kız, bizim can, can can… dediklerim öyle benim bildiğim, anladığım kadarıyla hakikatli değillermiş, ben bunu “ekimin ilk gün şamarıyla öğrendim. Ben ona, şunu, bunu yaptım, diyecek değilim. “Gittim, gördüm, yaşadım. İnsanlık, düşünce yoldaşlığında, feodal ilişkilerde hiç değilmiş, ekim şamarıyla öğrendim! Vefa, insan olabilmekte, dost olmanın, arkadaş olmanın erdemine ulaşabilmekte, yani adam olabilmektedir. Hani demişler ya, “Ne insanlar gördüm, üstünde elbise yok, ne elbiseler gördüm, içinde adam yok!” Hakikaten öyleymiş, gittim, gördüm ve anladım ve de öğrendim! Hani Jules Sezar demiş ya, “Geldim, gördüm, yendim!” Ben "yenmek" isim filini, eki, kökü ile birlikte yırtıp atarak, ne diyorum, “gittim, gördüm,” diyorum. Yıllar, yıllar önce, çok yıllar önce yazmaya olan aşkımın ilk örneklerinden birinde “ben insanı severim, ben insanları severim,” demişim. Şimdi kendime bir sorayım, söyle bakalım bay, şimdi her insanı, herkesi seviyor musun,” şimdi bu soruya nasıl bir yanıt verebilirim ki? Daha, daha çok, sevmeyi, öğrenip hayata geçirecekken, yanıtım yazık ki “evet” olmuyor. Çünkü, “gittim, gördüm ve de yaşadım! Canım, can kuşum, kardeşim dediklerim öyle sözcüklerin taşıdıkları manalar gibi değilmiş, onlar, “boş çuval dik durmaz,” misaliymişler. Onlar ne canmış, ne can kuş, ne kardeş ne de yoldaşmış; yaşandı, görüldü, şapka düştü, kel göründü. Bir kez daha anlamış oldum ki, kavramları öyle ulu orta, yerli yersiz kullanıp içeriğini boşaltmamak lazımmış. Gittim, gördüm ve yaşadım. Umut ettiğim, güvendiğim o dağların, o dağ olmadığı bir tatbikat sonucunda sübuta ermiş oldu. O dağ denilen toprak yığıntılarının, köstebeklerin toprak tepesiymiş. Hani toprağı delen köstebek çıkardığı topraklarla -kendine göre- dağlar, dağlar, Uludağlar, Ağrılar, Everestler yaptığını sanırmış ya, sonra da o dağların bir esinti ile tarumar olduğunu yaşayıp görürmüş ya, işte benim dağların da birer köstebek tepesi olduğu ekim tatbikatı ile sübuta ermiş oldu, ne acı! Gittim gördüm ve öğrendim ki, insanlık alemini tanıyabilmek için, değil altmış beş yıl, yüz altmış beş yıl, değil kırk, yüz kırk fırın ekmek yesem de insanoğlunun fendini anlayabilmek, öğrenebilmek için, çok, çok senelere ihtiyacım varmış öğrenmiş oldum... Affet yaşanmışlığım, affet eğitimci mazim, affet onurum, insan olmanın erdemini her daim yücelerde taşıdığım kişiliğim. Daha yürünecek çok yolum varmış, sudan sebeplere, osuruktan tayyarelere ehemmiyet vermemem lazımmış, öğrendim; çünkü gittim, gördüm ve de yaşadım!”

  • SAVAŞI DURDURALIM

    Yusuf Aksoy * Topraklarının büyük bölümü İsrail tarafından işgal edilmiş olan Filistinliler yurtlarında yeniden zulüm ve katliamlarla karşı karşıyalar. Sırtını ABD ve Batılı Devletlere dayayan İsrail’in mevcut ırkçı, faşist rejimi hem İsrail’in demokrasi, özgürlük ve barış isteyen halk kesimleri hem de mazlum Filistin halkı için tehdit ve tehlikedir. İsrail rejimi ve işbirlikçilerinin savaşla var olma arzu ve ideolojileri Ortadoğu coğrafyasından başlayarak dünyanın tümünde barışı tehdit etmektedir. Dünya barışını tehdit eden Emperyalist ülkeler ve taşeronlarının gözü sadece savaştan kazanacakları ‘ganimete’ çevrilidir. Kirli savaşlar, amaca ulaşmak için her şeyin mubah görüldüğü savaşlardır. Elbette ki savaşın her türlüsü kirli ve öldürme üzerine kuruludur. Ancak adı konmamış, doğanın bileşeni olan her canlıyı öldürmekte bir sorun görmeyen, kendinden olmayan herkesi düşman görüp hedef alan saldırıların hiçbir haklı zemini yoktur. Bu yüzden kirli, diye açıklanıyordur. Savaşı ranta ulaşmanın, sömürmenin, talan etmenin bir aracı olarak gören zihniyet bu kirli yolda akla gelmedik kötülükleri kendince meşru bulmakta ve kamuoyunu da buna inandıracak çok sayıda yalan aygıtıyla kontrol altına almaktadır. Bugün İsrail’in de yaptığı budur. Yakın tarihte, ikinci dünya savaşı süresince Nazizm’in zulmüne ve soykırımına uğramış bir halk adına kurulmuş bir devlet başka bir halka zülüm ediyor; çocuk, kadın, yaşlı, hasta, yaralı ayırmadan sivilleri de öldürüyor. Yerleşim alanlarını, kentleri kuşatarak tüm halkı cezalandırıyor, savaş yani insanlık suçu işliyor. Oysaki İsrail devleti ve halkı tarihe hiç ara vermeden, kör sağır ve vicdandan arınmış olmadan bir dönüp bakmalı ve oradan büyük dersler almalıydı, almalıdır. Zulme, soykırıma uğramış bir halk zulme ve soykırıma ilk karşı duracak olan olmalıdır. Barışı, adaleti, birlikte yaşamı, özgürlüğü en çok İsrail devleti ve halkı savunmalıdır. Filistin, özgür olamadan, İsrail dâhil Ortadoğu özgür olamaz. Bu gerçekten yola çıkarak öncelikle Ortadoğu coğrafyasının halkları bu savaşa dur demelidir. Özellikle aydınlar ve sanatçıların kan gövdeyi götürdüğü bu tarihsel koşullarda rehavete kapılma hakları hiç yoktur. Kentler kuşatılmış, bombalar yağdırılırken; içinde yüzlerce annesini, babasını kaybetmiş çocuklar, kadınlar, hasta ve yaralıların olduğu hastaneler, sığınaklar vurulurken uyuyanlar, susanlar, insanlık suçlarını sıradanlaştıran dolaylı suç ortaklarıdır. Bertoldt Brecht bir gün, Hitler’e ses çıkarmayan “makus talihlerine” razı sanatçılara şöyle seslenmişti: “Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz.” Bu eleştiri ve uyarı bugün de geçerlidir. İletişim kanallarının savaş baronlarının kontrolünde olduğu bir dönmede insanlıktan, barıştan, adaletten, hakça bölüşümden ve doğadan yana olan herkesin avazı çıktığı kadar savaşa hayır! diye ayağa kalması bir zorunluluktur. Kimse, bu yaşananlardan uzun vadede kendime bir fayda sağlarım düşüncesine kapılmasın. Gökyüzünden ölüm yağdığı koşullarda susarak, salt yarına şiirler yazmakla, roman kahramanları aramakla, resimler yapmakla, ödüle gidecek senaryolar planlamakla geçecek vakit kötülüğün hanesine yazılmış olacaktır. Bilinsin ve unutulmasın. Yine, Yahudi Soykırımına ve İkinci Dünya savaşının tüm vahşetine tanık olmuş ve karşı durmuş bir sanatçı olarak Brecht’ten alalım dersimizi: “Keşke faşizm olmasaydı ve ben bunları yazmasaydım!” Sanatçılar, aydınlar, eşit, özgür bir yaşamdan yana olan herkes sadece hayatı kutsamalı ve onun için gereğini yapmalıdırlar. Barış için hiçbir zaman geç değildir. Savaşı durduralım ...

  • Niçin KimseSİZ?

    Soluk alınacak, dinlenecek bir yer , ait olma duygumuzu doyurmamızı sağlayan bir birliktelik, yani bir aile yaratmaktı derdimiz. Genetik yapısı, yaşamları farklı , ama özlemleri, düşünsel dünyaları bir birine yakın; kesinlikle sıra insanlardan daha çok duyumsayan ve gören, ama anlatamayan, anlatamadığı için yalnızlık ve kimi de öfke duyan insanlardan bir aile. Yaşam fırtınalı bir deniz. İnsan denizi. Dergi bu denizlerde parlayan, çıkışı işaret eden solgun fenerler olabilir, diye düşünüyorduk. İyi de, dergi zor işti, en başta ekonomik destek isterdi. Güvenecek kimsemiz yoktu. Ararken bulduk. Kimse bizdik. Kimse sizdiniz. *** İkinci "S" si büyük olmayan kimsesizin sözlükteki ilk anlamı en kötüsü; insansız, yalnız, ıssız. İkinci anlam; adamsız, tek başına; bir sonbahar hüznü. Çarpacak duvarlar arayan bir pervasızlık. Düşünsel yapısı, etiği, hazırlanışı olmayan bir kahramanlık. Üçüncü anlam; kendi kendine, yardımsız: Bir bahar telaşı insanlar. Namerde muhtaç olmadan, kendi olanaklarıyla var olmak tek arzuları. Bizim ki, bunlardan biri değildi. Belki hepsi, ama dahası da olmalıydı. *** Bir de kimse var. İnsan, varlık gibi anlamları var. Kimsesizlik edilgenlik, güçsüzlük gibi dururken, kimse, etken ve güçlüdür. Ondan mı, kimsesizliğimizin sessiz çığlıkları içimizde bir ustura ağzı gibi dolaşırken sözcüklere dökülmez, utandırır? Ondan mı, kendi bahçemizde dal olamamışken daha, başkalarının bahçelerinde ağaç olmaya heveslenir, varlığımız pireyken, aslanlara bile kimse olmaya soyunuruz. Çünkü, kimse olmak; onur, ağalık; kimsesizlikse; yarıcılık, onursuzluk gibi durur. Ondan dünya, kör, topal şövalyeler, cömert yoksullarla doludur. Beyoğlu'nda dilenir, Taksim'de sadaka veririz. Ne zaman kimsesizlik ve kimse aklıma gelse, o filmin, Arabesk'in izlerken kahkahalar attıran ama sonradan içinizi kanatan sahnesi aklıma gelir. İstanbul'a kaçan kız rolündeki Müjde Ar'a "orayı" göstermeye hazır, yardımsever(!) ne çok kimse vardır. Ne öyle kimse istiyorduk, ne de öyle kimse olmak. Daha özü kimse istemiyorduk. Kimse sizdiniz, kimse bizdik. Ellerini yüreğinin ve aklının ceplerinde gezdirip kendi rüzgarını yaratabilen herkes bizdendi. Hatta yaratmaya uğraşıp yenilenler de. Ondan kimseSiz *** Tarihi yazan, insanlığın kaderini değiştiren büyük adamlara bir göz atın.Kendilerinden başka kimseleri yoktur. Ne bir kurtarıcı ararlar, ne de çöküntülere uğrayıp teslim olurlar. Kimse varsa, onlar için sadece sahip oldukları güçlerin bir bölümüdür. Kimse yoksa, varlığının bir kısmını kaybetmiş zengin insanlar kadar biraz üzülürler sadece. Çünkü en büyük varlığın insanın kendi iç gücü olduğuna inanırlar. O sayede eğitimsiz bir işçi, dünyanın baş tacı ettiği bir yazara dönüşür, Anadolu bozkırında imparatorluk ordularının kovaladığı bir yalnız adam da çağının en dinamik cumhuriyetinin başkanına. Bu başarılar rastlantısal değildir. Düşünsel temelleri, felsefesi , kimseleri hesaba katan müthiş bir planı ve değişmeyen kuralları olan bir iç gücünden kaynaklanır. O insanlara hasretiz. Ondan, adımız "kimse Siz." *** O zaman çizgimiz ne? Bu soru, bir dergiye ne kadar uygun? Geçmişleri birbirine hiç benzemeyen sadece ortak idealleri yazmak olan insanları bir araya toplamaya çalışıyorsunuz. Onlara koyacağınız her baraj daha azlara inmenize, tüm yeryüzünden bir bölgeye yönelmeyi getirir ki, öyle bir lüksümüz olduğunu sanmıyor, birilerine zenci muamelesi yapmaya gerek olduğunu da düşünmüyoruz. Sanatın ve insanın temel etik değerlerine uyan, estetik kaygısı taşıyan her yapıt, saygıyı hak eder... Ve kuşkusuz üreten insan da. Başkaları, yani daha özele inenler, denizin değil de damlanın öyküsüne kendini vermiş olanlar, evrensel insanın değil de, bir insanın şiirini yazanlar, yüz yıl sonrasını değil de bir sonraki seçimi hesap edenler, zaten kendi dergilerini çıkarmıyorlar mı? Yeterince çizgi oluşturup kendilerinden başka kimseyi tanımadıklarından kimileri, kimsesiz kalmadı mı? Belki de iyi oldu, kendi içimize döndük. Artık kimsesiz. Artık kimse; Siz...Biz... Şenol YAZICI * kimseSİZ DERGİSİNİN SUNUŞ YAZISI KİMSE-SİZ-1.Sayı Kasım-2002 * (kimseSİZ dergisinin eski sayılarını YAZAR ve YAZILARI görmek isterseniz maviMÜZEde bulabilirsiniz.)

  • Bir Yanım Sararan Yaprak Bir Yanım Nar Ağacı

    Görmüşsünüzdür, güz sonlarında... Dünyanın en kanatıcı manzarasıdır herhal, tüketilmemiş, özenle saklanmış, ama ekim zamanında artık fazla geldiği varsayılıp bir yol kenarına atılmış, emsallerinden daha düzgün, daha gösterişli tohuma kaçmış salatalıkları, pancarları... Ya da dallarında patlayıp dökülen kıyamayacağınız narları.. Ömrün GÜZüdür bu; pastırma yazları ne denli uzun sürerse sürsün... Siz, Biz artık o'yuz. Bir ömrü tüketerek, eşkıyadan haramiden, zenginden yoksuldan, hatta tüyü bitmemiş yetimden... çalarak çırparak, sözde ideal yaparak, hatta vatan millet, din adına diyerek, yığdığınız neyiniz varsa önünüzde... Şimdi nerede saklayacağınızı şaşırdığınız, koyacak yer bulamadığınız o değerlileriniz; o çöplük kadarsınız. Arabanız, yatınız, katınız, çoğu çakma idealler için ölüme yolladığınız dostlarınız, ihanet ettiğiniz sevgilileriniz, uzun yol arkadaşlarınız... Nicel, nitel hiç fark etmez; ne kadarsa O'sunuz... Her biri dişinizin kesmediği, elinizin ermediği, birer hayale dönen ANIlarınız kadar bir şeysiniz... Dün en sona kalma saadetinizden dolayı ne kadar şanslı, ne kadar zengin, ne kadar bahtiyardınız... Bugün hüzzamdan bir ince peşrev; dökülüyorsunuz... Bu yaş var ya bu yaş, belki kadınlar daha iyi anlar, bu yaş en acıklı yaş sanki; Ne ömrün yarısı mı?... Çoktan geçilmiştir o yol, ne yaşlılık ne ölüm, ne ayrılık; sadece tanımsız, garip mi garip bir yaş... Kim otuz beşinde, hiç yaşlanmayacağını, ölmeyeceğini sandığı o yaşta, böyle yarasına tuz basılmış gibi, böyle sevdasına seherin erkeninden don vurmuş gibi... hissetmiş ki hayatı?.. Artık hiçbir şey şaşırtıcı ve ürkütücü gözükmemeye başlarken, yani nihayet kabus tüketmiş kendini, gelecek korkusu kalkmış, en büyük, en güzel, en kusursuz olma derdi, bir zamanlar öyleydimler de kalmış, yaşamını özüne ayrıntıda yenilmez olmuşken, bir sigara kağıdı inceliğine döndüğünü ruhunuzun algılarsınız. Tüm bildiğinize ve kusursuzluğunuza karşın artık sizi ince bir yel bile yener... Kimse bilmese de artık eminsiniz; SİZ KAĞITTAN BİR KAPLANSINIZ... Şimdi görürsünüz, önce beyazlar kirlenir. Önce güzeller çirkinleşir, önce güçlüler, önce kahramanlar yenilir. Olması gerek ki önce, sonra yok olsun. Her şey sanılanın aksine kendiyle yarışır. Şaşırır insan, silah zoruyla, dişinizi saçınızı dökerek, bazen de yol arkadaşlarınızın her türlü hakkını çalarak bir ömür diyetiyle ele geçirebildiğiniz yapabilme yeteneğinizin elinizden hırsızlama alındığını algılamaktır bu; DEHŞET VERİCİDİR. Artık tüm yaşıtlarınız, tohuma kaçan her üretici çekirdek gibi, hiçbir zaman olmadığı dende çoğalmaya, kalmaya, kazık çakmaya uğraşırsınız... Sanki siz bugünle yarın arasında son köprüsünüz. Siz olmazsanız, görevinizi yapamazsanız, insanlık sona erecektir. Nedir o görev, bildiğiniz de yoktur ya hala... Bir ülke kurtarmak mı, bir kitap yazmak mı, kendinizi aşacağınızı sandığınız bir aşk, son bir aşk yaratmak mı, yoksa güneşin gözüne, ekmeğin özüne, yolun inişine, yatağın genişine... gözünüzün hasretle meylettiği dar zamanların saadetini sürdürmek mi? Amerika'yı yeniden keşfetmek bile olabilir... Ya da elinizde oltanız, kirlettiğiniz nehirlerin kıyısında olmayan balıkları bekleyen dikilen adamın en çok görülen heykeli olmak mı? Müzeleşmeye uğraşırsınız. Kimsenin bilet alıp girmeyeceği bir müze... Kabuğunu kırmak büyük olmak için artık ne kadar geç değil mi? Özendiklerinizi anımsayın, siz o olacaktınız. Yazık bir tane Spartaküs vardır, bir tek Atatürk... O kadar şansımız da yoktu, siz çöken bir impratorluğun küllerinde Makedonya'da da doğmadınız... Olsun sakın yılmayın. Montaigne ne der, her insanda insanlığın tüm halleri vardır. Yani sizin bir yanınız Spartaküs'ü, bir yanınız Kleopetra'yı saklıyor... O halde, zamanın ellerinde un ufağına dönmeden biz de vardık, demek için son şans... Neden binlerce ağacı yok edip, yüzlerce küçük adamı ekmeksiz bırakıp, insanlığın salt parasal terimlere indirgendiği bir AVM yaptırıp kapısına adınızı kazıtmıyorsunuz? Şimdi, düne kadar, çoğu ayrıntısından kaçtığınız ömrünüz, gençlik resimleriniz, anılarınız hortlar. Daha ötesi, mini etekleriniz, İspanyol paçalarınız, uzun saçlarınız; bütün kahramanlıklarınız ve alçaklıklarınız, hatta yüz yıl öncelerde kalmış sizin yerinize kasap Bahri'yi salt bonfile ve biftekleri için seçmiş sevgilileriniz; son hesapta kazandıklarınız ve kaybettikleriniz, bir muhasebe olarak değil ki kime yararı varsa, işsiz bakkalın veresiye defterinden çalıntı bir döküm olarak dizilir, önünüze... Korkmayın, delirmediniz. Kimseyi de ısırmazsınız, gazozla kandırıp... ya da teneşir paklamayacak sizi... Aslında gerçekten yaşlanmaya geçtiğiniz son güzdür bu; ondan çok hüzünlü ve esriktir. Ondan en çok kadınlar anlar... Onlar en çok bilirler, bir tohumun gizemini, biz kitabını yazsak da... ya da sansak da bildiğimizi... Ama elinizdedir, geçmişe tutundukça ve hele o geçmiş anlamlıysa çokkkk uzun sürer gençliğiniz... Anlamı ise, AS'LOLAN YAŞAMAKTIR, ama önemliyse alacağınız not, siz değil, seyirci biçer o değeri... Garip bir paradoks değil mi; başkalarını takmam, bildiğimi yaparım, dedikçe büyürsünüz, ama gerçek büyüklüğünüz başkalarının yargısıyla belirlenir. Çık işin içinden... Hadi belirle ;doğru nedir? Zor değil aslında, çok da basit. Bildiğinizi okurdunuz ya işte o bildikleriniz ne kadar doğruysa o kadar büyük olacaksınız demektir, yani çapınız kadar... Çünkü sonuçta siz, tek lüksü aklı ve vicdanı olan, o yüzden acı çeken, bir keşkeler bütünü olan zavallı bir insansınız... * Aycan AYTÖRE maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • Bekir COŞKUN

    Kadınlar Gittiğinde... KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar. Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur: Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler... Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar. Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların. Sık sık boynunu büker "sarıkız". O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının. Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz. * Bir kadın gittiğinde... Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci... Bir anne gider... Bir dost... Bir arkadaş... Bir sevgili... Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde. ... Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır. Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz, annesi gitmiştir "geç kalma"nın. Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler. Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında. Bekir Çoşkun /Hürriyet Gazetesi // 20 Temmuz 2006 Bekir COŞKUN * Bekir Coşkun (1945, Şanlıurfa - 18 Ekim 2020, Ankara), Türk gazeteci, yazar. Hayatı 1945 yılında Şanlıurfa'da, memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Şanlıurfa'da tamamladı.[1] Yükseköğrenimini ise Ankara'da Başkent Gazetecilik Özel Yüksekokulu'nda tamamladı. Daha sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Polis muhabirliği ve parlamento muhabirliği yaptı. 1978’de Günaydın gazetesine geçti. Köşesinin adı Dokuzuncu Köy’dü. 1987’de Sabah gazetesinde Onuncu Köy başlıklı köşesini yazmaya başladı. 1993'te Hürriyet gazetesinde geçti. Şu ana kadar yayımlanmış 4 adet kitabı bulunmaktadır: "Dövlet", "Avukatımı İstiyorum", "Pako'ya Mektuplar" ve "Ben Pako". Köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlanmıştır. TRT'de yayınlanan "Pako’ya Mektuplar" adlı dizi başta BBC olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alınmıştır. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen yazar; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Yaz ayları Ayvalık'ın Cunda Adası'nda ikâmet etmekteydi. Bekir Coşkun, 9 Eylül 2009 tarihinde Hürriyet gazetesinden ayrılmıştır. Bekir Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihinde Habertürk gazetesinde köşe yazarlığına başlamıştır.[2] Ancak referandumda AK Parti hükûmetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun'un işine 20 Eylül 2010'da son verilmiştir.[3] Bekir Coşkun, 3 Kasım 2010 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde Onuncu Köy köşesinde yazmaktaydı. Bu gazetede yazmaya devam etmekteyken ayrılmış olup 14 Mart 2013 tarihinde Sözcü gazetesi kadrosuna katılmıştır. Ölümü 2017 yılının Ekim ayında akciğer kanseri tedavisi nedeniyle yazılarına ara veren Bekir Coşkun, o tarihten bu yana sağlığı el verdiği sürece Sözcü gazetesindeki köşesinden okurlarıyla buluşmayı sürdürdü. Son yıllarında akciğer kanseri tedavisi gören Bekir Coşkun 18 Ekim 2020'de Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’nde akciğer kanserine bağlı solunum durması nedeniyle yaşamını yitirdi.[4] Memleketi olan Şanlıurfa’nın Tülmen köyünde defnedildi.[5] Eleştiriler ve Polemikler 3 Mayıs 2007 tarihindeki "Göbeğini Kaşıyan Adam" yazısından ötürü pek çok yazar tarafından demokrasi karşıtı olmakla eleştirilmiştir.[6] 15 Ağustos 2007'de Emin Çölaşan'ın yazılarına son verilmesi üzerine Hürriyet'ten istifa ettiği iddia edilmiştir, fakat 16 Ağustos 2007 tarihli yazısında istifa etmeyeceği mesajını vermiştir.[7] Yazar Bekir Coşkun, başlığı "O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak"[8] olan köşe yazısında, Abdullah Gül'ün şeriat yanlısı biri olduğunu ve bunun geçmişte sarfettiği sözler ile sabit olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Bu yazı üzerine Başbakan Erdoğan "İstemeyen vatandaşlıktan çıkar!" demek suretiyle, büyük eleştiri toplayan bir açıklama yapmıştır.[9] Coşkun, 2 Ağustos 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Gidecek yerim yok[10] yazısı ile cevap vermiş, ayrıca basına verdiği demeçler ile de Nereye gideyim? Deve versin Arabistan'a gideyim[11] diyen hicivli açıklamalarda bulunmuştur. * HAKKINDA YAZILANLARA ÖRNEK Urfa’dan Kaptan Ehliyeti Olan Adam Emin Çölaşan -Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi- Tekneye bindiğinde Ayvalık'ta ve Yunanistan'ın Midilli adasında sirenler çalıyor. Urfalı Bekir kaptanın denize çıkması, acemi sürücünün kamyonla şehir trafiğine çıkıp çılgınca gazlaması gibi oluyor! Başlığı özellikle böyle koydum çünkü Pako, babası Bekir Coşkun'dan daha ünlüdür. Bekir benim oda komşum, dostum, arkadaşım, sırdaşım. Pako ise gazeteye gelmez. Gazetenin bir katını Bekir'le ikimiz paylaşırız. O, ben ve korumalar. Gelip gelmediğini kapısındaki çöp kutusundan anlarım. Kutu kapının önündeyse, henüz gelmemiştir. Çöp kutusunu akşam çıkarken dışarı bırakır, sabah gelince içeri alır. Ona ‘‘Sohbetçi Bekir Paşa’’ diye takılırım. Eğer Osmanlı döneminde Paşa olsaydı, odasındaki ünlü sohbetleri nedeniyle mutlaka bu isimle tarihe geçerdi. Gençlik yıllarında, üniversite okurken Ankara gazinolarında kanun, ud, bağlama, keman çaldı. Zeki Müren'e bile birkaç kez kanunu ile eşlik etti. Sonra gazeteci oldu. Urfa'dan çıkıp kaptan ehliyeti alan ilk kişi Bekir! Kaptanlığı Ankara'da -karada- öğrendi, Ayvalık'ta tekne alıp kullanmaya başladı. Bekir tekneye bindiğinde Ayvalık'ta ve Yunanistan'ın Midilli adasında sirenler çalıyor. Kurtarma botları denize açılıyor, diğer tekneler sahile dönüyor. Urfalı Bekir kaptanın teknesiyle denize çıkması, acemi sürücünün kamyonla şehir trafiğine çıkıp çılgınca gazlaması gibi oluyor! Teknesiyle iki kez karaya, birkaç kez başka teknelere çarptı, yaralılar hastanelerde tedavi gördü. Trap-skit atıcısı, iyi bir silahşör! Atıcılık dalında müsabakalara katıldı. Görenlerin yalancısıyım, bir yarışmada hedef şaşırıp yanlışlıkla hakemleri ve seyircileri vurunca lisansı iptal edildi. Pako'nun babası aynı zamanda marangoz. Evdeki tezgahında marangozluk yapar. Fakat küçük bir kusuru, kullanacağı tahtaları evin dolaplarından koparır. Geçenlerde kitaplığı söküp Pako'ya yeni bir kulübe yaptı. Resim çerçevesi yaparken iki tahtasının eksik olduğunu gördü, yerdeki parkeleri söktü ve akşam karısından zılgıt yedi. Okuyucular bunları doğal olarak bilmez ama ben bilirim. Ertesi gün bana anlatır. Ben Pako ile hiç tanışmadım. Onu hem kendisinin, hem de Bekir'in yazılarından bilirim. Türk basınının ‘‘insan olmayan’’ ilk yazarıdır! Ben Bekir'in yazılarını okurum, içindeki muhteşem mizahı içime sindire sindire bazen gülerim, bazen düşünürüm. Doğrusunu isterseniz, Bekir, Pako'dan daha iyi bir yazardır. Buna karşın sadece pazar günleri yazan Pako için gelen telefon, faks, mektup sayısı, Bekir'e gelenlerden çok daha fazladır. Bekir, bu yüzden Pako'yu hafiften kıskanır ama belli etmez. * Ona hep ısrar etmişimdir: ‘‘Yaşam öykünü kitap yap. Urfalı Bekir'i, en baştan bu yana yaşadıklarını, nereden nereye nasıl geldiğini anlat.’’ O inanılmaz mizah anlayışıyla ortaya tadına doyulmaz bir kitap çıkacaktır ama gerçek bir tembeldir, yapmaz! Bizim meslekte kıskançlık, olumsuz rekabet ve hatta düşmanlık yoğundur. Gerçek dostluğu ender yakalarsınız. Bırakın gazeteciliği, yazarlığı falan bir yana, Bekir benim için gerçek bir dosttur... Ve aynı zamanda doğanın, çevrenin, hayvanların da en büyük dostu, bu kavramları Türk basınına taşıyan ve kamuoyuna tanıtan ilk gazetecidir. Aramızda kalsın, biraz da yağcılığı vardır! Kendisi hakkında bu yazıyı benim yazacağımı öğrendiği günden beri etrafımda dolaşıyor, çaylar ısmarlıyor, ‘‘En büyük Emin Çölaşan’’ diye notlar gönderiyor ve iyi şeyler yazmam karşılığında muhteşem vaatlerde bulunuyor! * DERLEME: Semihat KARADAĞLI

  • İŞGALİYE VERGİSİ...

    “Sorma soruşturma, gündem oluşturma merkezinden geliyoruz. Size birkaç soru soracağız. Boş vaktiniz var mı?” “Pek boş vaktim yok ama sorun bakalım.” “Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Şarkıda belirtildiği gibi, aşk eski bir yalan, Âdemle Havva’dan kalan.” “Hiç âşık oldunuz mu?” “Çok şükür olmadım.” “Niye şükrediyorsunuz?” “Cinayetler aşk yüzünden işlenir çoğu kez. Gençler anne babalarıyla aşk yüzünden bozuşur, aşk yüzünden intihar ederler. Aşk yuvaları bozar, karı kocayı birbirine düşman eder. Aşk evliliklerinin çoğu ayrılmayla sona erer. Geçenlerde bir iş adamı bir kadına tutuldu, gece gündüz onu düşünmekten işini ihmal etti ve iflas bayrağını çekti...” “Kitap okuyor musunuz?” “Böyle bir kötü alışkanlığım yoktur. Okuyup da ne olacak ki? Okuyanları görüyoruz işte! Çoğu işsiz ya da hapiste çile dolduruyor. Okumanın sürünmektir sonu.” “Müzik, resim gibi güzel sanatlarla ilgilendiniz mi?” “Sanat karın doyurmaz. Benim böyle boş şeylerle ilgilenecek boş vaktim yoktur.” “Hiç ağaç dikip çiçek yetiştirdiniz mi?” “Parayı verdikten sonra istediğin ağacı, çiçeği satın alabilirsin. Böyle şeyler yapacak işi olmayanlar, emekliler, köylüler içindir. Ben köyden kente göçtüm, işim gücüm var.” “Doğayı kirletenlere engel oluyor musunuz?” “Başımı belaya mı sokayım canım.” “Toplumsal ve politik olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? “Beni düşünce suçu işlemeye mi teşvik ediyorsunuz?” “Böyle bir amacımız yok. Sadece fikrinizi öğrenmek istemiştik.” “Külahıma anlat onu sen! Ne demişler: düşünen kafalara tehlikeli fikirler üşüşür, büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür. İşte o kadar!” “Gezi...” “Gezi olayları konusunda yorum isteme benden, buz gibi soğurum senden!” “Ben sadece gezip dolaşmayı sever misiniz, nereleri gezdiniz diye soracaktım” “Sana ne bundan?” “Candan bir arkadaşınız, dostunuz var mı?” “Eskiden mahalle, okul, askerlik arkadaşlarım vardı. Şimdi hiçbiriyle görüşmüyorum. Zaten bu dünyada dostluk, arkadaşlık kalmadı artık. Herkes çıkar peşinde, para pul derdinde.” “Sorularınız bitti mi, sonuç ne?” “Sorular bitti. Bu sonuca göre işgaliye vergisi ödeyeceksiniz.” “Niyeymiş o?” “Niye olacak, bu dünyayı boşuna işgal ettiğiniz için!”

  • Boşluğun Fotoğrafı

    Veysel ÇOLAK * Neredeyse hiç dışarıya çıkmıyorum ağır basıyor düşmek, düşürülmek korkusu katil bir kent, tutunacak kuşları yok saklanarak sokağa çıkılmaz ki rahatsız oluyorum herkesin yanımdaki boşluğa bakmasından. Bir zamanlar omuzumdu işçiler sesleri kayboldu kanları emilirken bir maden ocağında çatladı yürekleri gölgeleri silindi caddelerden. Bir zamanlar omuzumdu sevgili yaşatan duyguydu evde ki yemek kokusu pazarda kiraz güzeli, gökyüzünde mavilik şiirlerde ölümsüz bir sözcüktü. Şimdi uzakta, albatroslara özeniyor okyanusları geçebilir mi bilmem cebinde birkaç deniz, aklı Anadolu'da görmemiş ama çeşmelerin kuruduğunu kumru almış fırından, kumruları korkutmuş balkona gelip öyle dediler. Kendimi sevseydim sevimli olurdum öfke olmazdım tepeden tırnağa kolay olurdu "Bana ne?" diyerek gitmek. Bütün gece yıpratılan hayatları okudum sevgiliye gönderdim 'kuş kanadıyla' yanımdaki boşluğun fotoğrafını. Yeryüzü 2023 Veysel Çolak (22 Ağustos 1954), Türk şair. Yaşamı 22 Ağustos 1954'te, Rize'nin İkizdere ilçesine bağlı Cevizlik köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Turgutlu'da tamamlayan Çolak, 1977'de Diyarbakır Eğitim Enstitüsü (şimdiki Dicle Üniversitesi) Türkçe Bölümü'nü bitirdi. 1977'den sonra Malatya, Manisa ve İzmir'de öğretmenlik yaptı. İzmir'de "Dize" adında yerel bir şiir dergisi çıkarmakta olan şair, Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sedikası ve PEN Yazarlar Kulübü üyesidir. Çok sayıda yarışmaya katılan ve ödül kazanan Veysel Çolak, ilk şiirini 1973'te Demokrat İzmir gazetesinde yayımladı. Milliyet Sanat, Yazko, Türkiye Yazıları, Varlık, Edebiyat ve Eleştiri, Adam Sanat ve Dize gibi dergilerde yayımlanan şiirleriyle tanındı. 1974'te Milliyet Sanat Dergisi'nin düzenlediği "Yılın En Başarılı Genç Şairi" yarışmasında finale kalan dört şairden biri oldu.

  • Yalnızca Aşk

    Aydın ŞİMŞEK * Kendine yürümeseydi başlangıcımız Yüzlerinde zamanın karanlık sorusu Sahi siz hiç sorulmamış soruları yanıtladınız mı Yavaşça eğilip ayrılıkların üstüne Biraz akıl sancısı biraz kalp suskusu Dönmeselerdi aynaya ve kırılsaydı en ince yerinden Cam ve saydam. Adını çoktan unuttuğumuz, akıp giden Seveceği kadar sevecekti hepimizi. Kendi adını kendine soran, kendini kendine çağıran: Bilinmedik bir dağ değil bu turaç Küçük ince sızılarla üstüne düşüneceğimiz sokaklar Bütün bayrakların yakılıp yıkıldığı yerdir Benden sana ahşap merdiven, çınar kökü Küçük arsız şiirler yaşlı bir anneye dönüşen Kimim... ceplerim delik üstüne rüzgarsız ve güneşsiz Hangi zamana gitsem, hangi zamanı getirsem Yağmura dönüşemeyen. Her yerde kendi kanımdan bir ölü Biliyorum suçluyumdur nicedir suskuyla Ete kemiğe karışmış o çocuk gibi duran dirim Herkes kendine yürümeseydi, hiç kimse Hiç... yalnızca aşk Dize Dergisi / Temmuz 2001 Aydın Şimşek (d. 1960, Mecitözü, Çorum), Türk yazar, şair, yayıncı. 1980 yılından itibaren Virgül, Varlık, Defter, Fanatik, Damar, Argos, Edebiyat Eleştiri, Agora, Bilim ve Ütopya, Kum, Sanat Olayı, İle, Papirüs, Parantez (Almanya), Visions (Amerika), Kuş (Yugoslavya), Sanat Edebiyat Gazetesi (İngiltere), Cumhuriyet, Cumhuriyet Kitap Eki, Gündem Gazetesi, Radikal Kitap Eki, maviADA vb. dergi ve gazetelerde şiirleri, deneme ve eleştirileri, yazıları yayımlandı. Yazıları ve şiirleri çeşitli dillere çevrildi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde “Yaratıcı Yazarlık” üzerine dersler verdi. Şimdilerde “Deliler Teknesi Sanat ve Edebiyat Dergisi”ni çıkartıyor. Kanguru Yayınları Genel Yayın Yönetmeni.

  • Kanadı Kırık Turna

    Erhan TIĞLI İnme turnam inme sen bu pınara Avcı tuzak kurmuş var yolun ara … İnme turnam inme yolda kış olur Bastığın yerler de donar taş olur (Anonim bir halk türküsünden) Radyoda şen bir ses, “Turnalar uçun” diye şakımaya başlayınca Halil İbrahim keyifle gülümsedi, havaya baktı. Kahvenin önünden geçerken birinin kendisini çağırmaya başladığını duydu. Durdu, sesin geldiği yere baktı: “Ne var, ne istiyorsun?” diye sordu. Hacının Ali’ydi bu. Eliyle işaret ediyor, yanına çağırıyordu, “Gel hele. Bir şey diyecem sana.” diyordu. Halil İbrahim bir “la havle” çekerek oraya doğru yürüdü, sonra durdu: “Söyle hadi ne söyleyeceksen. İşim var” dedi. “Uzak durma öyle. Yaklaş.” Halil İbrahim yerinden kıpırdamadı: “Şimdi burada söyle söyleyeceğini. Hadi çabuk ol, bekleyemem.” diye konuştu. Hacının Ali alayla güldü: “Merak etme, biz adam yemeyiz oğlum. Korkuyor musun yoksa yanıma gelmeye?” Halil İbrahim başını salladı, “Neden korkacakmışım be?” diye homurdandı. Böyle dedi ama ne yalan söylemeli, korkuyordu işte. Ne zaman işe gitmeye niyetlense, kahvenin önünden geçerken bir şey oluyor, şöyle bir uğrayıp çay içeyim, üç beş laf edeyim derken kendini oyun masasının başında buluyordu. Bir iki el oynamak niyetiyle masaya oturuyordu ama oradan saatlerce kalkamıyordu. Bir tılsım, bir büyü vardı galiba bu kahvede, insanları mıknatıs gibi kendine çekiyor, kolay kolay bırakmıyordu… Korkuyordu ya. Gözüm kahveyi, kahvedekileri görmesin diye önüne baka baka giderken şu turnaların da ediverdiği neydi böyle? Hacının Ali de yolunu gözlüyordu herhalde. Ne zaman uyanır, ne zaman kahveye gelir… Kahve kuşu mübarek! “Korkmuyorsan yanıma gelirsin beş dakika,” dedi Ali. “Sana söyleyeceklerim var.” Serde erkeklik var; korkuyorum denir mi? “Kimden korkacakmışım be!” “Benden tabii.” “Senden korkan senin gibi olsun be!” Halil İbrahim korkmadığını kanıtlamak için kahveden içeri girdi, Hacının Ali’nin yanına geldi, “Hadi söyle ne söyleyeceksen. İşim acele” dedi. “Önce otur da bir soluklan bakalım. Acele işe şeytan karışır. Bir çayımızı iç.” Halil İbrahim dudaklarını büzerek bir sandalyeye oturdu. Hacının Ali kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Halil İbrahim öfkeyle, “Bu muydu söyleyeceği be!” diye bağırarak gitmeye davrandı. Öteki koluna yapıştı, “Kaçma, korkak!” dedi. Halil İbrahim yalvarırcasına konuştu: “Yahu işim var. Başka zaman oynarız. Bırak gideyim.” “Hani beni her zaman yenerdin? Halep ordaysa, arşın burada; bilmiyorsan öğren. Gel gene yen. Erkeksen kaçma. Fazla değil, birkaç el oynarız. İşine gene gidersin.” “Karıyı sabah erkenden tarlaya yolladım. Aç gitti zavallı. Azığını ben götürüvereceğim. Bak, azık torbası elimde. Söz verdim erken geleceğime.” “Gene götürürsün canım. Ha bir iki saat aç kalıversin. Hiç oruç tutmadı mı bu? Hem kadınları bekletmek iyidir. Her işini şıp diye yapıverirsen şımarır, tepene çıkar.” “Orası da doğru ya” diye mırıldandı Halil İbrahim. Kabul etmezsem kahvede herkes bana kılıbık gözüyle bakacak. Karısından korkuyor diyecekler, dedikodu edecekler. Şu zevzeğin ağzının payını vereyim de öyle gideyim. Başka türlü susacağı yok. Sağda solda korkuttum, kaçırdım diye övünür. Oyun bitince tarlaya daha hızlı gider, karıyı çok bekletmemiş olurum. Hem erkekliğin şerefini yerine getiririm hem de karıyı memnun ederim. Bekleyiversin biraz daha. Acından ölmez ya. Beni yatakta bekletirken iyi miydi? Bu düşünceyle oyunun başına oturdu. İşini çabuk bitireceğini umuyordu ama kahpe felek gene etti edeceğini. Birkaç oyunu kıl payı verince her şeyi unuttu… *** Kadın, tam tepesinde kor alev bir tepsi gibi ışıldayan güneşe gözlerin kıpıştırarak baktı, elindeki çapayı yere fırlatıp derin bir of çekti. Şu güneş mangal olsaydı, içinde kebaplar cızırdasaydı, doyasıya yeseydi… Of anam of! Beni çile çekeyim diye mi doğurdun? Kader kara yazmış yazgımı, ne yapayım, nerelere gideyim? Güvenme dayına, ekmek al yanına, demişler. Hele erkeklere güven olur mu a akılsız! Güya erken gelecekti, yemin etmiş, söz vermişti. Öğlen oldu geçti, hâlâ meydanlarda yok. Aklım iyiydi. Yanıma peynir ekmek alıp yiyecektim o gelesiye kadar. Kandım işte tatlı sözüne. Neymiş, Pazar ekmeği, helva alıp gelecekmiş. Zahmet etmeme, yük taşımama gerek yokmuş. Sen yemeğini yerken ben çalışırım, demişti bir de. Ne olacak, kahvede oyuna dalmıştır domuz. Kabahat onda değil, bende. Tam bu sırada bir kıpırtı oldu. Umutlandı ama umudu bulutlandı. Kocası değil, kapı komşuları Ahmet’ti gelen. Tarlası da yan taraftaydı hemen. Ahmet çalışırken bir türkü tutturdu, “Turnalar uçun/ Yayladan geçin/ sevdiğim seçin turnalar!” Sesi de güzeldi Ahmet’in. Kendisi de aslan gibiydi maşallah! Pek de çalışkan üstelik. “Allah sahibine bağışlasın” diyeceğim ama karısı öldü ne yazık ki. Nerde benim hımbıl, nerde bu? Benim herif bunun tırnağı bile olamaz. Dur bir sorayım bakayım, belki görmüştür bizimkini. Yolda buraya gelirken görmüş olsa keşke. “Ahmet! Ahmet Çavuş ! Benim Halil İbrahim’i gördün mü gelirken?” Ahmet, kadının yanına geldi, başını olumsuz bir tavırla iki yana salladı: “Görmedim, Ayşe Kadın” dedi. “Gelmez o, gelemez. Boşuna bekleme. Kahvedeki dostlarını bırakamaz. Boşuna bekleme. Onlar senden daha değerlidirler kocanın yanında.” Kadın içini çekti: “Ekmek filan getirecekti de” diye mırıldandı. Ahmet bu lafı duyunca, “Daha önce niye söylemedin? Bende var. Getirivereyim” diye seğirtti. Kadın zayıf bir sesle, “Hiç olur mu, ekmeğin senin yiyeceğin kadardır. Zahmet etme. Ben biraz daha bekleyeyim. Belki gelir şimdi, yoldadır” diyecek oldu. Ahmet elini salladı, “Ne zahmeti bu, dedi. Bende ekmek çok, merak etme. Sana da yeter, bana da. Ne zahmetiymiş bu, ayıp ettin doğrusu. Ben yabancı mıyım yani?” Koşarak azık torbasını alıp geldi. Bir ağacın gölgesine sofrayı hazırladı, buz gibi suyu da unutmadı. Bir yandan sofrayı yayıyor, bir yandan da konuşuyordu: “Hadi gel, nazlanma. Ne demiş atalarımız: Dayak buldun mu kaç, yemek buldun mu ye! Ben yemek getirmeyi unutmuş, senden istemiş olsaydım vermeyecek miydin?” Kadın hayranlıkla adamı süzüyordu. Ne becerikliydi bu böyle. Benimki değil sofra hazırlamak, yardım bile etmez. Şu tertip düzene bak. Kadınlar eline su dökemez vallahi! Adam, kadının sofraya yanaşmadığını, olduğu yerde durup kendisine baktığını görünce kolundan çekti, elinden tuttu, zorla sofraya oturttu. İkisi de bu birden oluveren el ele tutuşmadan etkilendiler, kaçamak bakışlarla birbirlerini süzdüler. Kadın bir ara, “Bizimki beni böyle elin adamıyla yemek yerken görse ne der acaba?” diye mırıldandı, sonra, “Aman, ne derse desin. Adam olsun da karısına baksın. Acımdan ölse miydim yani? Hem o yabancı değil ki, kapı komşumuz. Bunda çekinecek, kötüye yoracak ne var?” diye yemeye başladı. Ahmet gülerek kadına baktı. “Hiç yemiyorsun? Ye, karnın doyur. Yetim sofrası değil bu. Helal parayla alınmıştır hepsi de” diyerek helva paketini açtı, “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” diyerek kadını helva yemeye çağırdı. “Doydum” dedi kadın. “Helva yemeden bırakmam” dedi adam. “Doydum dedim ya canım” dedi kadın. Bu “canım” sözü içine işledi adamın. Helvadan bir parça kesip kadına uzattı, “Al canım al. Utanma. Karnını iyice doyur. Yemeğin üstüne tatlı yemek iyidir” diye konuştu. Kadın almak istemez, erkek yedirmeye çalışırken helva parçalandı, kadının üstüne dökülüverdi. Ahmet, helva dökülen yeri temizlemeye çalışırken elleri kadının iri göğüslerine dokundu. Çoktan beri unuttuğu bir duyguyla heyecanlandı, dokunmasını okşamaya çevirdi. Kadın da bu temastan bir hoş olmuştu. İçinden Ahmet’in okşamayı sürdürmesini istiyordu ama gören olursa ne der, hem ayıp hem günah diye düşünüyordu. Birden ayağa kalkıp kaçmak, oradan uzaklaşmak istedi. Erkek engel olayım derken eli giysiye takıldı, kadının zaten eski ve yıpranmış olan entarisi yırtıldı, gün görmedik yerler ortaya çıktı. Ahmet beyaz tene özlemle, arzuyla baktı. Kendini tutamadı, kadının beline sarılıp onu yere yıktı, öpmeye başladı. Bir yandan da “Çoktan beri yangınım sana. O herif senin gibi güzel bir kadına yazık ediyor. Dengin değil o. Paşalara, beylere layıksın sen. Ziyan oluyorsun onun elinde. Ayrıl ondan, bana var. Allı güllü fistanlar alırım, beşi bir yerde altınlar takarım boynuna. Kollarını bileziklerle donatırım. Tarlaya da yollamam. Evde hanım gibi oturursun. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmezsin” diye konuşuyordu. Kadın bir iki direndi; ama erkeğin mengene gibi sıkan kollarının arasından kurtulamadı. “Ya kocam geliverirse” diyecek oldu. Erkek hemen ağzını kapadı; “O oyun masasından kalkmak bilmez ki. Boşuna bekleme. Ondan sana hayır yok” dedi. “Doğru," dedi kadın kendi kendine. “O böyle okşayıp öpmesini de bilmez. Canı ondan istedi mi hemen üstüne saldırır insanın. Tecavüz eder gibi alır altına, acımasızca çöker, hevesini aldıktan sonra kalkar, kahveye gider ya da sırtını çevirir, yatar, uyur, tatlı bir söz çıkmaz ağzından.” Erkek, kadının direnmeyi bırakmasından, itiraz etmeden yatmasından cesaret alarak, onun iç çamaşırlarını çıkarmaya başladı. Bir yandan kendisi de soyunuyordu. Erkeğin bu kadar ileri gitmesi kadını korkuttu. Böyle ortalık yerde çırılçıplak, kocası olmayan bir erkeğin altında yatmakla ne kadar çok günaha gireceğini düşündü. Yerin kulağı olduğu gibi gözü de vardır. Görenler işin aslını bilmezler de kahpe olarak bakarlardı kendisine bundan böyle. Ne yapsa bu günahtan, bu ayıptan kurtulamazdı artık. Ani bir kararla üstündeki erkeği itti. “Bırak beni!” diye bağırdı. “Azıcık ekmek yedirdin diye beni kullanmaya mı kalkıyorsun? Çekil üstümden. Sen ayıp, günah nedir bilmez misin?” “Onu demin düşünecektin. Beni bu kadar isteklendirdikten sonra işi yarım bırakacağımı mı sandın?” diye bağırdı Ahmet. Beyliği, kibarlığı kalmamıştı artık. Hayvan gibi soluyordu. Kadın çaresizlik içinde sağına, soluna baktı, gözüne iri bir taş ilişti, taşı aldığı gibi bütün gücüyle adamın kafasına indirdi. Adam kanlar içinde yere yığıldı, hareketsiz kaldı. Kadın gözyaşları içinde giyinmeye, üstünü başını örtmeye çalıştı. “Hiç yoktan katil oldum. Ne yapacağım ben şimdi, bu durumu nasıl açıklayacağım?” diye çırpınıp dövünmeye başladı… *** Halil İbrahim, oyun masasından sevinçle kalktı. Hacının Ali’yi yenmiş, er meydanından kaçmayarak erkekliğini kanıtlamıştı. “Aldın mı ağzının payını! Bir daha öyle vakitli vakitsiz ötme. İşte böyle kesiverirler ibiğini!” diyerek gururla yürüdü. Keyifle bir sigara yaktı, türkü söyleyerek tarlanın yolunu tuttu.

  • Kaygısız

    Sarı mimozalar günüydü Canına yandığım bahar! Dünya yansa umursuz... Martı kahkahaları gibi şen, tutkulu Kaygısız... Şimdi Ekim... Kasıma az var! Dökmeyeyim diye Kızıla kesmiş yapraklarımı İnatlaştıkça inatlaşıyorum Güz yeliyle!..

  • kanayan

    minicik elleri tel örgülerde kanayan çocuk al götür beni yurtsuz kalayım oralarda azgın dalgalarda çığlık çığlığa çırpınan çocuk sahillere savrulup yüzükoyun yatan çocuk damla susuz kalayım çöl olsun tüm coğrafya fotoğraf makinesine ellerini kaldırıp teslim olan çocuk sana hak görülen benim bedelim olsun indir ellerini kurşuna dizilen ben olayım yırtıyorum kimliğimi kalırsam az insan kalayım

  • Bir Asrın Şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca

    Nurten B. AKSOY “İnsanın şiirleri insanın alın yazısıdır, isteseniz de istemezseniz de size kendilerini yaşatırlar” diyen, “Türkçem, benim ses bayrağım” diye haykıran bir koca şair! FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA * 26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da doğdu. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey’in oğludur. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana Ortaokulu’ndan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi’nde 1933 yılında tamamladı. 1935’te piyade subayı göreviyle Doğu ve Orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini dolaştı. Ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle 1950 yılında askerlikten ayrıldı. 1952 – 1960 yılları arasında Çalışma Bakanlığı’nda İş Müfettişi olarak çalıştı. Buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray’da “Kitap” kitabevini açtı ve yayıncılığa başladı. Ocak 1960 – Temmuz 1964 yılları arasında dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi çıkardı. İlk yazısı 1927’de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâyedir, İstanbul dergisinde 1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri çıktı. Bugüne kadar kendisine birçok ödül verilen şair 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En iyi Türk Şairi” seçildi. Fazıl Hüsnü Dağlarca Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyesiydi. Dil Devrimi’ne ilişkin düşüncelerini Türk Dil Kurumu Koçaklaması’nda şöyle dile getirmiştir: “Türk Dil Kurumunu kurarken Mustafa Kemal’in tek mutsuzluğu vardı; Türkçeyi sevdiğini, daha Türkçe söyleyememek, kimilerinin şimdi tek mutluluğu var Türkçeyi sevdiklerini daha Osmanlıca söylemek…” “Türk şiirinin büyük şairi” olarak tanımlanan Dağlarca, 94 yaşında zatürre tedavisi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Evini Kadıköy Belediyesi‘ne bağışlayan Dağlarca, Mühürdar Caddesi’ndeki evinin müzeye dönüştürülmesi için vasiyette bulunmuştu. 20 Ekim 2008’de Karacaahmet Mezarlığına defnedildi. ÇOCUK KUŞ Bir kuştu, Allı allı bir kuş. Her tüyüne bir çiçek bağladılar Uçmadı o. Bir kuştu, Mavili mavili bir kuş. Her tüyüne bir boncuk bağladılar Uçmadı o. Bir kuştu, Yeşilli yeşilli bir kuş. Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar Uçtu o. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın gençlere şiir için neler söylediğine Ahmet Yıldız’ın Dağlarca’nın ölümünün 4.Yılında yazdığı bir yazısından alıntı yaparak bakalım: “Büyük şiir, Türkçenin dibine varmaktır; çünkü Türkçe daha dokunulmamış bir gömüdür. Hangi ülke dile el atmış ve çözmüşse o uygar olmuştur. Uygarlığı dil ile birlikte ele almak gerekir. Türkçe muazzam bir dünyadır, çok başka bir şeydir… Kim ki konuşması gereken yerde güzel Türkçeyi kullanmaz da susar ya da Arapça, Farsça konuşur; ki onlar yaşamlarını yok etmişlerdir. İnsanın şiirleri insanın alın yazısıdır. İsteseniz de istemezseniz de size kendilerini yaşatırlar. Şiiri seversen şiir de seni sever. Gerçek şiir büyük bir coğrafya ve tarihtir. Önceyi, bugünü ve sonrayı da kapsar. Asıl şiir, beyindeki değişik katmanların birbirini anlamasıdır.” Fazıl Hüsnü bir anısında şöyle anlatır: “Cemal Süreya benim şiirimi ikiye ayırmış; sezgi dönemi, akıl dönemi. Tabii benim için iyi duygularla bir şeyler söylemiş. Oysa benim şiirimde akıl makıl yoktur! Bir otun ne kadar aklı varsa şiirimde o kadar akıl vardır. Benim şiirimde yaşamın doğallığı vardır. Ben bir bitkiyim, bir ağacım… Yeşil, sarı, kahverengi filan olurum. Ben bir ağaçtan başka bir şey değilim. Yemin ediyorum. Doğadaki bütün yaratıklarla ben eşitim.” Ayhan Bozkurt’un kaleminden: “İyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.tir Git!” Bu sözleri hiç unutmadım. Bu şiir yazanlara ders olsun! Kadıköy’deyim… karşımda bir başka şair arkadaşım aynı zamanda yayıncım oturuyor. İlk kitabım çıkacak… Ödül almışım… Artık şairliğim tescil olacak! Bu sırada oturduğumuz yerin hemen önünden ‘biri’ geçiyor. Biri diyorum çünkü o geçen adamın Fazıl Hüsnü Dağlarca olduğunu o ana kadar bilmiyorum. Arkadaşım; “Bak, şansa bak, Dağlarca geçiyor” dedi. İlk defa görüyordum, hem de bu kadar yakından. Hemen masadan kalkıp yanına koştum. Koluna girip; “Hocam merhabalar, nasılsınız?” diye sordum. Kalın gözlük camının arasından bana sertçe baktı. Elindeki bastonun yardımıyla beni biraz itip, -Kimsin sen, diye sordu, sert bir ifadeyle. -Şairim, dedim. İşte o an olanlar oldu… Bastonunu kaldırdığı gibi kafama geçirdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Ardından bastonla rastgele vurmaya başladı. “Hocam, özür dilerim, ben…” diyecek oldum. O durmadan vuruyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. -Ben 100 yaşına gelsem şairim demem kendime, s.tir git. Demez olsaydım… Pişmandım, farkına varmıştım ama iş işten geçmişti. Dağlarca vurmaya devam ediyordu hem de nereme denk gelirse; -Şair olmak kolay değildir, iyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.tir git! Çevreden insanlar girdi araya, kurtardılar beni bastonun darbelerinden. Sonra o bağıra çağıra yoluna devam etti. Arkasından öylece bakakaldım… Aradan uzun bir zaman geçti. Ölmeden iki üç ay önceydi, ziyaretine gittim. Kadıköy’deki evinde uzun uzun sohbet ettik. “Şairlik halim selimliktir” dedi. Öfkeliydi; “bu halk var ya, kişilik sakatlığı yaşıyor, şiirden ne anlar, ben ne diyorum ki… Sen şairsen bir namazın en önemli rekatındasındır yazarken” dedi. Bana kızdığı günü dün gibi hatırladı, gülümsedi. “Sana açıkça bir şey ifade edeyim” dedi. “Artık dünya üzerinde şiirin pek önemi kalmadı. Bu çağın getirdiği bir durum. Biz şiirle yazışırdık. Yazdığımız şiirler merak edilirdi, elden ele dolaşır okunurdu. Şimdi böyle bir dünya yok… Samimi olmam gerekirse, sinemayla uğraş. Şiir yazma demiyorum ama pek ehemmiyet arz etmeyecektir, en geçerlisi bu…” Kadıköy Fazıl Hüsnü Dağlarca sokağında yürüdüm… Avazım çıktığı kadar bağırmak istedim usta şairin dizelerini… Biz de yüz yaşındaki bu koca çınarı ölüm yıl dönümünde saygıyla anıyoruz… Şiirleri ebedi, ruhu şâd olsun… BU ELLER MİYDİ Bu eller miydi masallar arasından? Rüyalara uzattığım bu eller miydi? Arzu dolu, yaşamak dolu, Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan? Bilyaların aydınlık dünyacıkları Bu eller miydi hayatı o dünyaların? Altın bir oyun gibi eserdi Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı. Topraktan evler yapan bu eller miydi Ki şimdi değmekte toprak olan evlere. El işi vazifelerin önünde Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi. Kaybolmus o çizgilerden Falcının saadet dedikleri. O köylü çakısının kestiği yer Söğüt dallarından düdük yaparken… Bu eller miydi kesen mavi serçeyi? Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık. Yorganın altına saklanarak Bu eller miydi sevmeyen geceyi? Ayrılmış sevgili oyuncaklardan Kırmış küçücük şişelerini. Ve her şeyden ve her şeyden sonra Bu eller miydi Allah’a açılan?

  • Fakir BAYKURT

    Fesleğen Kokuluma * Fesleğen kokulum, seni rüyamda: Kâh testi elinde pınar yolunda Bizim mahalleden geçer görürüm. Kâh yeşiller demet demet elinde Bahçemizde derip kaçar görürüm Kâh düğün gününde, şenlik yerinde Ortada kıvrakça döner görürüm. Kâh bir kuşluk vakti serçeler gibi Aşkımın dalında konar görürüm. Kâh Gartotlak’taki çadırınızda Koyun, keçi, inek sağar görürüm. Kâh Gökbayır’daki taşın dibinde Başımı dizinde okşar görürüm. 1945, Türk'e Doğru, Fakir Baykurt * "İlk yayımlanan şiirim Fesleğen Kokuluma adını taşır. Eskişehir’de yayımlanan Türke Doğru dergisinde çıktı. Dergiyi Ümit Yaşar’ın babası Lütfü Oğuzcan çıkarırdı. Köy Enstitüleri Dergisi’nde, Yücel’de, Varlık ve Fikirler dergilerinde şiirlerim, yazılarım çıktı.” Gönen Köy Enstitüsü’ne gelen İsmail Hakkı Tonguç’un “Şiir yazan var mı içinizde?” sorusu karşısında arkadaşlarının da yönlendirmesiyle şiirlerini okuyan Baykurt’un yazdıkları Tonguç tarafından alınıp Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayımlanır. Baykurt’un o dönemdeki şiirlerinin adları: Boşa Çıkan Beddualar, Vazgeçtim, Keziban Abam, Adı Batası Şiir, Gönen Mektubu’dur. Fakir BAYKURT Fakir Baykurt, 1929 yılında Burdur'da dünyaya geldi. Asıl adı Tahir'dir. Öğrenimine Akçaköy İlkokulu'nda başladı. Küçük yaşta babasını kaybedince dayısının yanına Balıkesir'e gitti ve burada dokumacılık yaptı. İlköğrenimini tamamladıktan sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü'ne kaydoldu. Burada şiire olan ilgisi belirginleşmeye başladı. Artık şiir yazmaya da başlamıştı. İlk şiirini "Türke Doğru" dergisinde yayınladı. Köy Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra Yeşilova'daki bir köy okulunda öğretmenlik yapmaya başladı. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'ne girdi ve buradan başarı ile mezun oldu. 1958 yılında ilk romanı "Yılanların Öcü" ile Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde birinci oldu. Cumhuriyet gazetesindeki yazıları ve "Yılanların Öcü" romanı nedeniyle bir süre açığa alındı. Daha sonra Ankara İlköğretim Müfettişliği görevine atandı. 1965 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Başkanı oldu. "Tırpan" ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü, "Can Parası" ile Sait Faik Hikaye Armağanı'nı, "Kara Ahmet Destanı" ile Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, "Yarım Ekmek" ile Sedat Simavi Roman Ödülü'nü kazandı. Almanya'ya devlet tarafından görevle gönderilen Baykurt, burada Pestalozzi Okulu'nda emekli oluncaya kadar öğretmenlik yaptı. 1999 yılında Almanya'da vefat etti. BAYKURT'UN YAŞAM KAVŞAKLARI **1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başladı. İki yıl sonra babasını kaybetti ve eğitimini yarım bırakarak Balıkesir iline bağlı Burhaniye'de yaşayan dayısının yanında dokumacılık yapmaya başladı. II. Dünya Savaşı başlayınca dayısının askere alınması üzerine köyüne dönerek okula devam etme imkânı buldu. Bir yandan ırgatlık, çobanlık, suculuk, köy kâtipliği yaparak eğitimini üç yıl kesintiden sonra okulu kendi köyünde tamamladı.[6] 1942 yılında kaydolduğu Gönen Köy Enstitüsünde bulunduğu dönemde şiir yazmaya başladı.[1] *İlk şiiri Fesleğen Kolum, Eskişehir'de çıkan Türk'e Doğru dergisinde yayımlandı. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak dergilerinde şiirleri yayımlandı. Bu yıllarda şiirlerinde, daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullandı.[7] *Ortaöğrenimini 1948 yılında tamamlayarak köy öğretmeni oldu. Beş yıl Yeşilova ilçesinin Kavacık ve Dereköy köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. Bu dönemde arkadaşları ile Ege ve Göller Bölgesi Türkiye Köy Öğretmen Dernekleri Federasyonu'nu örgütledi.[8] 1951 yılında Muzaffer Hanım'la evlendi.[9] Bu evlilikten kızları Işık (d. 1957) ve Sönmez (d.1958) ile oğlu Tonguç (1962) dünyaya geldi.[1] *1953 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Edebiyat Bölümü'nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu (1955). Önce Sivas Lisesi'ne atandı ve yıl sonunda Hafik'de açılan ortaokula aktarıldı. Aynı yıl ilk kitabı olan Çilli 'yi, mektup yoluyla tanıştığı Samim Kocagöz'ün desteğiyle yayımlattı.[6] 1957 yılında askere alındı. Sivas Lisesi'ne atandığı ve bir otelde kaldığı sırada yazmaya karar verdiği ve kendi yaşamından yola çıkarak kurguladığı "Yılanların Öcü" adlı romanını askerliği sırasında izin günlerinde yazdı. *Yılanların Öcü romanı ile 1958 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde aralarında Halide Edib Adıvar, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Haldun Taner'in de bulunduğu Seçiciler Kurulu tarafından Yunus Nadi Ödülü'ne değer görüldü.[10] Eser, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Yılanların Öcü'nün tefrika edilmesinden sonra dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin talimatıyla Baykurt ve gazete hakkında soruşturma açıldı; savcı tarafından takipsizlik kararı verildi. Baykurt, bu olaydan sonra zaman zaman Cumhuriyet gazetesinde yazılar yayımlamaya başladı. *Askerliğini Konya Astsubay Okulu'nda tamamladıktan sonra [6]Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanan Baykurt, 1959 yılında köy yaşamının sertliğini, yoksulluk, cahillik, sömürü, taassup ve batıl inançları anlatan Efendilik Savaşı adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl Cumhuriyet'teki bazı yazıları ve Yılanların Öcü romanı nedeniyle öğretmenlikten alınıp Ankara'da Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü'nde görevlendirildi ve bir süre sonra açığa alındı. 27 Mayıs 1960'tan sonra Ankara İlköğretim Müfettişliğine atandı. Efkar Tepesi adlı kitabı 1960'ta yayımlandı.[11] *1961'de bütçe görüşmeleri sırasında Meclis'te ve Cumhuriyet Senatosu'nda[12] Yılanların Öcü romanıyla ilgili tartışmalar yapılmış, "kuvvetli sol görüşler taşıdığı" öne sürülmüş ve oyunun provaları durdurulmuştur.[10] Eser, 1962'de filme uyarlandı. Sansür Kurulu tarafından filmin Türkiye içinde ve dışında gösterilmesi reddedilen film, Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e izlettirildi. Cumhurbaşkanının destek vermesine rağmen gösterime sokulmayan filmi mecliste milletvekillerinin izleyip gösterim iznine karar vermesi kabul edildi.[10] Gösterilen tepkiler ve yaşanan tartışmalar üzerine mecliste planlanan gösterim yapılmadan sansür kaldırıldı. Ankara'daki Ulus sinemasında yapılan gala gecesinde Fakir Baykurt, saldırganlar tarafından hırpalandı. Altmışa yakın sinema, filmin gösteriminin yapıldığı ilk gün saldırıya uğradı.[13] *1962 yılında Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca'nın Dirliği kitaplarını yayımlayan yazar Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek, Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi gördü. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim Müfettişliği görevini sürdü. Onuncu KöyBulgarcaya çevrildi ve kitapları Bulgaristan'da Türkçe olarak da basıldı. Yılanların Öcü ile Irazca'nın Dirliği de Almanya'da, Die Racheder Schlangen adıyla basıldı. Bu dönemde Yılanların ÖcüRusçaya da çevrildi. *1965 yılında Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu içinden gelen 92 öğretmen ile birlikte Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)'nın kuruluşunda yer aldı ve sendikanın ilk genel başkanı seçildi.[10] *Bu arada ilköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak 1966 yılında yeni kurulan Millî Folklor Enstitüsü'ne uzman olarak atandı. Kaplumbağalar ve Amerikan Sargısı romanları yayımlandı. 1967 yılında Onuncu Köy Rusça'ya çevrildi. TÖS'teki çalışmaları nedeniyle sık sık kovuşturma geçiren yazar Gaziantep'in Fevzipaşa ilçesinde Gaziantep Fevzipaşa Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine gönderildi.[6] Ünlü romanlarından biri olan ve bir genç kızın yaşlı bir ağa ile evlendirilmeye karşı çıkarak var olma mücadelesi verişini konu edinen Tırpan 'ı 1967 yılında Fevzipaşa'daki görevi sırasında kurguladı.[6] *Baykurt, 1969 yılında dört günlük Büyük Öğretmen Boykotu'nu gerçekleştirmek için TÖS yöneticileri ile birlikte Türkiye'yi dolaştı. Eylem, Türkiye'deki tüm öğretmenlerin %70’ini oluşturan 109bin öğretmenin katılımı ile 15-18 Aralık'ta gerçekleşti.[14] Eyleme katıldıkları için 50.300 öğretmen kovuşturma geçirdi. Baykurt da öğretmenler boykotuna katıldığı için 1969'da bir kez daha açığa alındı; Tırpan adlı romanını bu sırada tamamladı. Bu romanı TRT Roman Ödülü ve Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'ne değer görüldü. 1970 yılında ayrıca "Sınırdaki Ölü" ile de TRT Öykü Ödülü'nü aldı. Danıştay Kararıyla göreve geri döndü. Ankara'ya ODTÜ Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. *12 Mart 1971 Muhtırası'ndan sonra TÖS Davası'nda bir numaralı sanık olarak yargılanan Baykurt, uzun süre tutuklu kaldı. Tutukluluğu sırasında kapatılan TÖS'ün yerine arkadaşları ile sendikanın yerine bir dernek kurulması için çalıştı. Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kuruldu.[8] TÖS Davası bitmeden kamuoyunun baskısıyla af yasası çıktı. Ancak Baykurt ve arkadaşları aftan yararlanmayı reddetti ve tutuklulukları devam etti.[8] Tutukluluğu sırasında 1971'de Tırpan adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazandı. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarıldı. Can Parası (1973), Köygöçüren (1973), İçerdeki Oğul (1973) kitapları yayımlandı. Can Parası, Sait Faik Ödülü'ne değer görüldü. 1975 yılında Askerî Yargıtay’da TÖS Davası'ndan beraat etti. cezaevinde iken kurguladığı Keklik romanını cezaevinden çıktıktan sonra yazıp yayımladı.[6] *1976 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan emekli olan Baykurt, Madaralı Roman Ödülü'nün kuruluşuna yardımcı oldu. 1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katıldı ve Yayla romanı basıldı. Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na katıldı ve Almanya, Hollanda ve İsviçre’ye geziler yapıp göçmen işçilerle iletişim kurdu. Sakarca (1976) oyunu 1978 yılında Sakarca İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Kara Ahmet Destanı ile 1978 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazandı. 1978'de Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda danışmanlık yapmaya başladı.[15] Anadolu Garajı ve Tırpan kitaplarını yayımladı. *1979’da devlet tarafından Almanya, Duisburg’a gönderilerek ‘Yabancı Çocuk ve Bölgesel Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak çalıştı.[6] Rur Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan bir programda görev aldı. *Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere 1979'da tekrar Almanya'ya gönderildi ve Duisburg şehrine yerleşti. Bu dönemde ODTÜ’de öğrenci olan oğlu Tonguç, ertesi yıl kızı Işık tutuklandı. *Almanya’daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri "Gece Vardiyası", işçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri "Barış Çöreği" adıyla yayımlandı. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda’da iki dilli olarak yayımlandı. 1983 yılında Yüksek Fırınlar kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç’la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapan Baykurt, Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana’ya giderek Lev Nikolayeviç Tolstoy’un Yurtluğu’nu ziyaret etti. *Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında, bugün Literaturcafé Fakir Baykurt adıyla varlığını sürdüren Duisburg Edebiyat Kahvesi'ni kurdu. Bir Uzun Yol’un Almanca’sı “Ein langer Weg” adıyla yayımlandı. *Baykurt, 1999 Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir milletvekili Adayı oldu. ÖLÜMÜ 11 Ekim 1999 Pazartesi günü tedavi gördüğü Almanya’da Essen Üniversitesi Kliniği’nde pankreas kanserine yenik düşerek hayatını kaybetti. Ülkesine getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. * DERLEYEN,DÜZENLEYEN: Şenol YAZICI

  • Ayşemayşe

    Metin ELOĞLU * Tüyü bitmemiş yetimliğimde miydin neydin, oysa babam yine sağ Ama adın Ayşe'ydi, ya da Ayşemayşe'ydi ki Seni sırtımda bir küfe ana-kız gibi sevdim Değdim de denebilir - bakışıyorduk ya - Kış aksırığı hohlanmış ellerine Sonra senler bir başıboşluğa tüydü gitti Çalpara eteklerin çapraz ellerimde Sen de öyle mi yap dedim kendi kendime Coş savrul koşukoşuver esri - Ne haddime? - Ne haddime mi Oh, her çimdik morartısına indiğimde Bir dişi çukur - çıkmak belki de - Basamaklar noksandı hep Tabanlarımla merdiven iç içe Yepyeni bir göz takınıyordum tez Senin senden önceni görmeyesiye Adın Ayşe miydi, Ayşemayşe miydi ne Kıraça daldım çok, kireç kerpice som buğday ekercesine Yufkayı un-ufak edercesine, ne ki en acıkımlık Gölgesinde bir leş yatırın çınarına ilk balta bu sevi İçi vıyıl vıyıl kurt, o da bir çeşni Ama kıç cebinde hep o yassı şişe İlle seni övdüm seni bildim seni sevdim yaşadım Yani bir gidişat ki pırnakıl bencesine Herkese duyur emi Ötesi tüm Ayşemayşe Ha, bir de dulun penceresine tırmanmıştım yaz serinliğinde İbrişim dokurcasına keten kenevir yerine Ah ödünç Ayşe, ah yaşamın eğirdiği kıvrak yün Kâh kendini didiklercesine edindiğim büklüm filoş Dur, tâ gitme Bülûğ gövdede bir yanı gevşek örgüm Varını nakışlarcasına mıydı beni sevmen Alı al moru mor kilimler saçağında Bir azman çiçek gibi bükülmezliğimde, hoş Dipdiri sırmayı tiftikleyip de püskül kılmacasına Sımsıcak, yorgan-döşek, bitirim Maraşları Muşları hep geze geze İstanbul'dan hiç mi hiç çıkmadım Nice senler saysam yol boyunca sevdiğim Tepeden tırnağa Ayşemayşe Sana bağdaş kuruşlarım mı, tuzuyaş'ın biriydim Hep o ben yaşımda İster şuydun de, ister buydun; doğrusu Metin Eh, bana bir türkü şimdi, ilki Karacaoğlan'dan Hasan yanım hâlâ çocuk tâ Alamanyalarda Özetliyeyim mi? Bu bir sevi tınazı Ve de ben kırık-dökük bir yaba. Metin ELOĞLU (d. 11 Mart 1927, İstanbul - ö. 11 Ekim 1985, İstanbul), Türk şair ve ressam. Hayatı 11 Mart 1927'de doğdu. Bulgurlu ve Kısıklı ilkokullarında ve Üsküdar Sultantepe Ortaokulu'nda okudu. Ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1943’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. Akademi'de Ş. Toray, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Z. Kocamemi’nin atölyelerinde çalıştı. 1946’da siyasi nedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’de Akademi’ye dönüp konuk öğrenci olarak derslere devam ederken askere alındı; disiplinsizliği yüzünden aldığı uzatma cezaları nedeniyle askerliği ancak beş yılda tamamlayabildi. Askerden sonra İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü'ne bağlı Yıldız'daki bir bölümde çalışmaya başladı. Buradaki işinden de kısa bir süre sonra ayrıldı. Yaşamının geri kalanında resimlerinin geliriyle ve süsleme çalışmaları yaparak geçimini sağladı.[1] Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servetifünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı. 1943’te İzmir’de basılan Kovan adlı dergide de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı" şiirine yer verildi. Ressam olarak lekeci bir anlayışla soyut ve figüratif çalışmalar yaptı. "Genelev", "Çıkmaz Sokak", "Gecekondu Sofrası" gibi büyük kompozisyonlar, İstanbul görünümleri ile yazar ve şair portreleri yaptı. Çok sayıda sergi açtı. 1967’de düzenlenen 1. DYO Resim Sergisi'nde ve 1976’da yapılan İstanbul Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü.[2] Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil, Nil Meteoğlu ve Nil Etemoğlu imzalarını kullandı.[3] 1955-1962 yılları arasında Yeditepe dergisine resim eleştirileri yazdı KİTAPLARI: Eloğlu'nun ilk kitabı Düdüklü Tencere, Orhan Veli'nin 'Şoförün Karısı', 'Dedikodu' (bkz. Garip) ve 'Tahattur', 'Altın Dişlim', v.b. gibi, lumpen ortatabakanın dilini ve duyarlılığını yansıtan şiirlerinden esinlenmiş bir şairin ürünlerini içeriyor. Fakat yine bu kitabında Nazım Hikmet'in 'İnsan Manzaraları'nı bilen bir şair de seziliyor. Eloğlu ilk kitabıyla, lumpen çevrelerin, kenar mahalle insanının dilini, sözcüklerini, duyarlılığını, çok başarılı bir konuşma dili, edası ve özgün bir ironiyle yansıtmayı başarıyor. Orhan Veli'de dilsel alanda kalan bir tutumu geniş bir alana çıkararak şiirimize yeni bir ufuk kazandırıyor. Sultan Palamut'ta konuşma dilinin engin tatlarını, edalarını, tonlamalarını çok başarıyla kullanan bir şair kimliğiyle şiirini geliştiriyor. Şiire ustalıkla özümsetilmiş bir argo, humor ve ironi'yle, yeni şiirimize getirdiği olanakların alanını daha da genişletiyor. Horozdan Korkan Oğlan'da gittikçe artacak olan dil soyutlamacılığının, kurmaca bir dil yaratma eğiliminin ilk belirtileri var. Yine de bu kitabına bir denge ve sentezin ürünü diyebiliriz. Türkiye'nin Adresi'nde İkinci Yeni'ye (Ece Ayhan vb.) yakın bir dil deneyciliğinin ürünleri yer alıyor. Behçet Necatigil'in son şiirlerini andıran bir dilci tutum bu. Denebilir ki bir kavramı irdeliyor, sözcük birimlerine indirgiyor, sonra en güç anlaşılır biçimde olabildiğince uzak çağrışımlarla geri kuruyor (bu tutumuyla Türkiye'nin Adresinde olduğu gibi, yine Ece Ayhan'a yaklaşıyor). Metin Eloğlu, ilk kitaplarıyla, kendi dönemini ve kendinden sonraki kuşakları büyük ölçüde etkilemiş bir şair. Humor, ironi ve toplumsal eleştiriciliğiyle Can Yücel, Cemal Süreya v.b. şairleri, lumpen çevrelerin, orta tabakanın dilini şiirleştirmesiyle dolaysız konuşma tonu ve yine ironi ve toplumsal eleştiricilik özelliğiyle Ataol Behramoğlu'nu etkilemiş olduğu söylenebilir. Vedat Günyol onun şiirini şöyle değerlendirir: "Metin Eloğlu, şairâneliği ellerinin tersiyle şiirden atıp, senli benli günlük konuşma dilini benimseyen Garipçileri de aşarak, ayıp kavramına bir doğallık, bir bağışlanırlık, hatta hatta bir sevimlilik kazandırır. Şair, kitaplarına koyduğu adlarla da sürdürür bu çabasını: Düdüklü Tencere'nin ardından gelen Sultan Palamut (1957), Odun (1959), Horozdan Korkan Oğlan (1961), Ayşemayse (1968), şiiri 'havalarda uçan nazenin bir balon' sayan gülünç anlayışı yıkmaya çalışır. Adeta sille tokat verip veriştirerek. Türk şiirinin bu bıçkın, bu hırçın, bu külhan ağızlı uçan şairi, zamanla, hele Odun'dan sonra, yavaş yavaş yatışıp, toplumsal eleştiriden uzaklaşarak, mizah ve yergiden yine de kopmadan, daha bir ölçülü, daha bir özenli dille kişisel yaşantılara, daha çok kendi yaşantısına, aşklarına, tutkularına, özlemlerine döner, yer yer dilin kurallarını çiğneyip yeni sözcükler yaratarak. (Çalakalem, 1977) Mehmet H. Doğan ise onun şiiri ve şairliğini şöyle değerlendirir: "Metin Eloğlu ilk şiirinden son şiirine kadar, kendi içinde değişmesine karşın hep kendi kalan ender şairlerden biridir. İçinde yer aldığı şiir akımları -ne "Garip" ne de İkinci Yeni- onun şiirine damgasını vuramamış, tersine o bu şiir akımlarını bir yanıyla beslemiş, zenginleştirmiştir. 1960'tan sonraki şiirlerinde bu kendine özgülük daha da belirginleşir. Bugün, görünce hemen tanıyıverdiğimiz bir Eloğlu şiiri varsa, bu, 40 yıllık şiir işçiliğinin, sabırlı, an misali çalışmanın ürünüdür: hiçbir sözcüğü, hiçbir dizeyi, hiçbir imgeyi rastlantıya bırakmayan; ince dikenli tellerle örülü; kimi yerde alay, yergi, kimi yerde acıyla dolu bir şiirdir bu. Kendi kurallarını kendi koyar, kendi dilini kendi yaratır. Anlaşılmak için büyük çaba göstermez, ama bir yerde "anlamla oynamayın" demeyi de unutmaz. Kendince açık, girdisi çıktısı olmayan bir şiir. İlk üç kitabını kapsayan birinci dönemde Eloğlu "işlek bir İstanbul Türkçesi kullanır, bütün İstanbulluların basa basa kullandıkları sözcüklerin en usta istifini yapar, ikinci dönemin Eloğlu'su ise dilin kaldırabileceğinden çok dile yaslanmıştır (Doğan Hızlan, Papirüs, Kasım 1966). Eloğlu bu dönemde sık sık iki anlamlı bileşik sözcüklere, gündelik dile en alışılmadık, en gizli, en az işlenmiş ama işlenebilir, ilk bakışta garipsenen, ama yinelendikçe insana daha bir yakın gelen kullanımlara başvurur. Bu şiirin özünü, insanoğluna yakıştıramadığı hamlıkların, yozlukların kıyasıya eleştirisi; her gün bin türlüsü içinde yaşadığımız çelişik durumlar, şaşırtmacalar, acılar, pişmanlıklar, kafa tutmalar, öfkeler, sitemler; ölüm korkusu, yaşamın ve doğanın doyulmazlığı; arkadaşlıklar, dostluklar, sevdalar ve ilk bakışta Eloğlu şiirinden beklenilemeyecek gibi gelen umut ve İnsana güven oluşturur." Derleme, Düzenleme: Aycan AYTORE

  • Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

    Çakırın Destanından / - Vuzuh, el ve ayak halinde onu rahatsız ediyordu. Karar vermişim, öleceğim, Büyük sular arasında, korkusuz. Nur ile, uzak yazılar ile, Bir muska gibi boynumda kalacak, Bu husus. Senelerce evvel, tohumların mavi zamanından evvel, Karar vermişim, gece kuşlarının müsaadesinde, Etrafıma boş ve büyük kadehler dizeceğim. Ve seyredeceğim onları sultanlar gibi; Kurumuş ölülerin içmek hevesinde. Havadan hafif ve bazı kadınlardan daha eski, Çırılçıplak doğduğumuza dair; Cihan boyunca, şehirlerle, dağlarla devam eden, Vaktin nebatlarla sallanan güzelliği, Bir yadigârlık ki bilinir. Aklın zina olduğu yerde, Taşlar, odunlar gibi yavaş. Tarihin beyaz ve aydınlık havasından, Karar vermişim, öleceğim, Büyük hayvan iskeletleriyle sırdaş. * "Uzun sayılabilecek bir ömür (94 yıl) yaşayan Dağlarca'nın şiirlerinde, özellikle ilk dönem, belki Necip Fazıl, Tanpınar, F. N. Çamlıbel etkisiyle, baskın tema meta­fizik, ruh, Tanrı, ölüm ve sonrasıydı. Edebi bakımdan bakarsak geçen 20. yüzyıl, "Dağlarca Yüzyılı" sayılsa haksız olmaz. 1914 yılında doğan şair, 1927 yılında bir yarışmada ödül alan bir öyküsü ile edebiyat dünyasında boy gösterdi, yüzyılın sonuna değin de üretmeyi sürdürdü. Şiirleriyle gündem de olmayı başardı. Ümit Yaşar'dan sonra, Çocuk ve Allah kitabıyla tanıştığım ilk şairim olan Dağlarca'da gözlemim şudur. Kimi zaman kiracısı olduğu ev sahibini keser sapıyla döven fütursuz, ötekinin yargısına çok aldırış etmeyen, bildiğini okuyan yurdum insanı insan tiplemesine karşın, yasalar karşısında belki memur bir aileden gelmesi ve asker olması nedeniyle uyumlu yurttaş, başkaldırmayan, yasaları zorlamayan, kısaca hep yeşil ışıkta geçen olağan vatandaş örneklemesi de vardır. Dönemin özelliği en pipirikli iktidarların olduğu zamanda yazmasına karşın, onca şiirinin içinde bir tek HOROZ şiiri soruşturmaya uğramış, ona da kovuşturmaya gerek yoktur denilmiştir. Okul etkinlikleri ve törenlerde hiç korkmadan, soruşturmaya uğrarım diye kaygılanmadan şiirlerini kullandığım Dağlarca, en sancılı dönemlerde doğup (1914) yaşamasına karşın, çağdaşları öteki şair ve yazarlar gibi moda olan akımların peşinde koşmaz. "Türkçem benim ses bayrağım," diyen hükümetleri bazı bazı bu nedenle eleştiren, devletle bir sıkıntısı olmayan şairin, makbul şair sayılmasına, ders kitaplarında yer almasına karşın, yine de iktidar ya da güç yanlısı, devletçi bir yanı da olduğu söylenemez. Bu yönlü en özgün örnek olduğu hissi bende hakimdir. Belki bu yüzden Dağlarca, Atatürk gibi gençliğimin değil, olgunluğumun keşfettiği enginler, tatlar arasında yer alacaktır. Şenol YAZICI "2007 yılına kadar yayınlanmış 60'tan fazla şiir koleksiyonuyla Türkiye Cumhuriyeti'nin en üretken Türk şairlerinden birisi olan Dağlarca, dönemin en ünlü ödüllerinin yanında Struga Şiir Akşamları Altın Çelenk Ödülüne de layık görüldü. 1971 yılında Şilili şair Pablo Neruda'nın aldığı Nobel Edebiyat Ödülü için hazırlanan listede adaylardan birisi olduğu 50 yıllık İsveç Akademisi arşivlerinin 2022'de kamuoyuna açılması ile ortaya çıktı. " Kaynak: Vikipedi Fazıl Hüsnü DAĞLARCA Şair (D. 26 Ağustos 1914, İstanbul – Ö. 15 Ekim 2008, İstanbul). Süvari Yarbayı Hasan Hüsnü Bey'in oğludur. İlk öğrenimini babasının görevi nedeniyle Konya, Kayseri ve Adana / Kozan’da, ortaokul öğrenimini Adana ve Tarsus ortaokullarında yaptı. Kuleli Askeri Lisesini (1933) ve Kara Harp Okulunu (1935) bitirdikten sonra piyade subayı olarak orduya katıldı. Doğu Anadolu, Orta Anadolu ve Trakya'nın çeşitli yerlerinde görev yaptı. II. Dünya Savaşı yıllarını Trakya'da bölük komutanı olarak geçirdi. Bu dönemde kendi deyimiyle "22 çocuğun çeşitli nedenlerle mezarlıklara göçtüğünü" izledi. Orduda zorunlu hizmet süresi olan 15 yılı doldurunca, önyüzbaşı rütbesindeyken askerlikten ayrıldı (1950). Bir yıl Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalıştıktan sonra, Çalışma Bakanlığı İş Müfettişliği göreviyle İstanbul'da bulundu (1952-60) ve emekliye ayrıldı. İstanbul Aksaray'da Kitap Kitabevi’ni kurdu (Aralık 1959), kitapçılık ve yayıncılık yaptı. Bu arada Türkçe adında aylık bir dergi çıkardı (43 sayı, 1960-64). Horoz başlıklı şiiri nedeniyle hakkında dava açıldı, ancak bu dava takipsizlik kararı ile sonuçlandı. 1970'te sahibi bulunduğu yayınevini kapattı. Bundan sonra herhangi bir işte çalışmadı. Dağlarca'nın edebiyata olan ilgisi çok genç yaşlarda başladı; henüz 13 yaşında bir ortaokul öğrencisiyken Yeni Adana gazetesinin öğrenciler arasında açtığı bir hikâye yarışmasında birincilik kazandı (1927). İlk yazısı sayılabilecek bu hikâye aynı gazetesinde yayımlandı. İlk şiiri ise (Yavaşlayan Ömür) 1933'te İstanbul dergisinde çıktı. 1934'te Harp Okulu öğrencisi iken Varlık dergisinde yayımlamaya başladığı şiirleriyle edebiyat dünyasında adını duyurmaya başladı. Daha sonra şiirleri İstanbul, Varlık, Kültür Haftası, Aile, Türkçe, Edebiyat Dünyası, Yelken, Papirüs, Militan, Sanat Emeği, Sanat Olayı, Milliyet Sanat, Gösteri, Yücel, İnkılapçı Gençlik, Türk Dili, Yeditepe, Yenilik, Kültür Haftası, Çağrı, Devrim, Vatan, Ataç, Türk Yurdu, Yön, Devrim ve Cumhuriyet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk şiir kitabı Havaya Çizilen Dünya (30 Ağustos 1935) Harbiye'den subay çıktığı gün yayımlandı. Bu kitaptan önce ise 1934’te Varlık dergilerinde Sandallar, Göçsem, Bu Dağlar, Arkasından adlarını taşıyan dört şiiri yayımlanmıştı. Bu şiirlerde özgün bir buluş ya da özellik olduğu pek söylenemez. Ancak bu şiirlerde, hece ölçüsünü kullanma tekniği yönünden ve seçtiği sözcükler bağlamında Faruk Nafiz Çamlıbel'in açık etkisi görülmektedir. Buna rağmen, ilk kitabını oluşturan şiirlerinde Çamlıbel'in etkisinin giderek azaldığı ve şairin ölçülü, uyaklı, âşık tarzı bir şiir denemesine giriştiği görülmektedir. Buradaki şiirlerinde o yıllarda Varlık dergisinde sıkça görünen Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve bir ölçüde de Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirlerinde rastlanılan "ölüm, zaman, rüya, şekil, kâinat" gibi kelimeler ve kavramların öne çıkmaya başladığı söylenebilir. Yine de bu kitapta yer alan şiirlerinin Türk şiirine yeni bir duyarlık ve ses getirdiği genel olarak kabul edilmiştir. Çeşitli konuları işlediği lirik ve epik şiirlerinde geliştirdiği kendine özgü şiir diliyle kendinden sonraki birçok şairi, uzak çağrışımlar bağlamında da olsa etkiledi. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şair kişiliğini bulma yolunda büyük bir aşama olduğu kabul edilen ikinci kitabı Çocuk ve Allah (1940) adını taşır. Bu kitapta yer alan çoğu şiiri de 1935-36 yıllarında yazılmıştır. Birçoğu ilk kez Varlık ve özellikle de Kültür Haftası dergilerinde (14 şiir) yayımlandıktan son­ra kitaba alınmıştır. Bu şiirlerle ilgili olarak yaygın görüş; yirmili yaşlarındaki çok genç bir şairin kendi şiir dünyasını kurmaya yönelik çabalarının övgüye değer olduğudur. Bu kitap, dil ve yapı bütünlüğü bakımından Türk edebiyatının önemli eserlerindendir. Ancak bu kitabındaki şiirlerinde, kaynağı özellikle Ne­cip Fazıl Kısakürek ile Ahmet Hamdi Tanpınar’a dayanan şiirsel etki ile meta­fizik, ruh ve sezgi konularının tartışıldığı Ağaç ve Kültür Haftası dergisi çevresinde yer alan Peyami Safa ve Mustafa Sekip Tunç gibi yazarların düşünsel etkisi olduğu söylenebilir. Çünkü Dağlarca'nın Çocuk ve Allah kitabında yer alan ve Kültür Haftası dergisinde de yayımlanmış olan şiirlerinde sıkça karşılaşılan "sükûn, ruh, günah, ebediyet, ayna, ruh, Allah" gibi kavramlar ve bazı temalar, daha önce Necip Fazıl Kısakürek ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinde de görülmektedir. Ki­tapta yer alan diğer şiirlerde, genç şairin Necip Fazıl Kısakürek’in söz­cükleriyle düşünerek, şiirini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tamlamaları ile zenginleştirmeye çalıştığı görülür. Cemal Süreya ise söz konusu benzerlikle ilgili olarak şöyle der: “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın çıkışı hece şiirinin iyice tıkandığı, olanaklarını yitirdiği bir sıraya rastlıyor. Cahit Sıtkı Tarancı gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ilk şiirlerinde Necip Fazıl etkisini görüyoruz. Havaya Çizilen Dünya’da ki bazı şiirler buna tanıktır. Ne var ki bu etki öyle büyük bir etki değildir; daha çok biçimde görülmektedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca ilk yazdıklarında bile şiirsel ağırlığı, çok ayrı ve kendine özgü bir yöne yıkmayı bilmiştir. Geçenlerde Havaya Çizilen Dünya'yı yeniden okudum; etki konusundaki eski kanım daha da zayıfladı. Havaya Çizilen Dünya'daki şiirle Necip Fazıl'ın şiirleri arasında şöyle temel bir ayrım var: Necip Fazıl'ın şiirinde mutlak değerlerin birbirleriyle, daha çok da insanla ilgileri söz konusudur; şiiri anlatan biri vardır; kendim üstün-insan olarak görmeyi seven, güzel bir karabasan içinde bulunan bir adamdır bu. Evrenin sonsuzluğundan, eşyadan ödü kopan, ordan kendini alıp alıp insanların dünyasına çarpan, dünyada tükenen, tükenirken de öğünen bir adam. (...) Fazıl Hüsnü'nün çıkışında ise apayrı bir görünüm var; o evren içinde olmaktan çok doğa içindedir; eşyayı neşeye yaslı bir çeşit gururla algılar; eşya karşısındaki ilk şaşkınlığının hemen ayrıntıların somut ilişkileriyle doldurur. Eşya, Fazıl Hüsnü'de ‘beşerî bir sıla gibidir’. Bu bakımdan Havaya Çizilen Dünya'daki şiirlerle Necip Fazıl'ın şiirleri arasındaki benzerlik daha çok ele aldıkları konuların, temaların dış benzerliği oluyor. Zaten o günlerdeki bütün yeni şairlerin ortak konuları, temalarıydı bunlar.” . Ahmet Kabaklı da, Dağlarca'nın tümüyle içe dönük bir rüya ve hayal şairi olmadığını belirtmektedir. Şair dış âlemi realist ya da nesnel bir gözle algılamamakla bir­likte onunla ilgisini de hiçbir zaman kesmez. Tanpınar gibi o da ne büsbütün içe, ne de dışa dönük bir tiptir. Pek çok şiirinde de görüleceği üzere, onun temel duygusunu kozmik dünya ile insan arasındaki ilişki oluşturur. Yine Kabaklı'ya göre, Türk edebiyatında hiçbir şa­ir, insanla kozmik âlem arasındaki ilişkiyi onun kadar de­rinden hissetmemiş, zengin ve muhteşem hayallerle anlat­mamıştır. Fazıl Hüsnü de bu şiirlerde "insanın dünya ve ev­rendeki yeri üzerine çocuksu bir şaşkınlıkla eğildiğini" söy­lemektedir. Kimi eleştirmenlerce Dağlarca'nın şiirinin üç devre geçir­diği belirtilmektedir: "Sezgisel dönem" (1935-45), "geçiş dönemi" (1945-55) ve bugüne uzanan "akılcı dönem." Şükran Kurdakul ise, Fazıl Hüsnü'nün değişik dönemlerinde şiirine kaynak olan duyarlıkların üç yönde geliştiğini belirtmekte­dir. Birincisi, tek olarak insanın evren karşısındaki şaşkınlı­ğını, yalnızlığını, korkularını ölüm gerçeğine karşın yaşar­ken duyduğu bunalımları, doğasal görkemin yansımalarını işlemeye çalıştığı daha çok içe dönük şiirler; ikincisi, insanın doğa ve aykırı toplum güçleri, kurulu düzenin görünen, gö­rünmeyen yasaları içinde günlük yaşamlarını saran sıkıntı ve acıları, yoksulluk ve yoksunlukları, buhran ve patlamaları işlediği dışa açık, toplumsal şiirler; üçüncüsü ise destanlar ve çocuk şiirleri. Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Aç Yazı (1951) ve Asû'daki (1955) şiirlerde genel görünüşleriyle insan-doğa, insan-evren ilgilerinin ağır bastığı temalar işlenmektedir. Daha'da doğayla birlikte toprağın üzerinde yaşayanlar, yaşanan dönemin yanı sıra geçmiş zaman da şiire girmeye başlamıştır. Kişi, doğa ve evren karşısında yine "meçhul"ün baskısını duymaktadır. Doğa, dağ, yeşil, kuş, karınca, ağaç, evren, gök, yıldız, sonsuzluk, insan halleri çoğu defa yine rüya ve uyku sözcükleri ile karşılanır. Bu anlamda Çocuk ve Allah’ta karşılaşılan sözcükler ve tanımlar Daha'da yine temel öğeler halinde görülmektedir. Çakırın Destanı'nda yaklaşık olarak her yedi sekiz dizeden birinde ağaç, rüya, gece, uyku, ölüm, dağ, kuş ve yıldız sözcüklerinden birinin bulunması rastlantı değildir. Kendisinin de "Ağaçlar, dağlar, denizler / Yani her gün yazdıklarım" diye nitelediği ortamdan çıktığı ya da bu öğelere asıl araç gözüyle bakmadığı yerde, şiir imgelerle zenginleşmektedir. Asû'da "ölüm, ölüm düşüncesi, korkusu, ölüler, ölümden sonra yok olmayı sindirememek, Tanrı'ya sığınmak zorunluluğu" birbiriyle iç içe girmiş temalar halinde görünmektedir. Asû’yu oluşturan şiirlerde "zaman" gece, çağ, vakit, gün; "uzay" evren, uzaklık, boşluklar, sonrasızlık; "ölüm" varlık, uyku; "doğa" yeşil, yeşillik, dağ, kuş, ağaç sözcükleriyle anlatılır. Diğer şiirlerinde de büyük oranda rastlanan sözcüklerdir bunlar. Bu anlamda Asû'da şairin alışılmış şiirleri ile yenileri yan yanadır. Bu kitapta yer alan Merihliye Sesleniş, Asû, Asû'nun Oğlu gibi şiirleri alışılmışın dışında, özgün ve etkili şiirlerdir. Dağlarca'nın Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), Dışardan Gazel (1965), Yeryağ (1965), Kazmalama (1965) kitaplarında insan-toplum, insan-doğa ilişkilerine dayanan temalar işlenmektedir. İnsanların acıları, yalnız bırakılmışlıkları, yoksullukları daha çok saptama düzeyinde girer şiirlerine. Soyut sözcükleri hemen hemen terk eder, halkın dilini aramayı amaçlar. Köy insanının yaşamını o yörenin insanlarının kullandığı sözcüklere başvurarak yerel anlatımlarla zenginleştirmeye çabalar. Bu dönem şiirlerinde genel olarak söyleyiş olanaklarını zenginleştirmek için folklora başvurduğu söylenemez; şairin halkın dilini kullanma çabalarına karşın, geleneksel halk biçimi şiirlerinden yalnızca türküye yaklaştığı görülmektedir... 1960'lara kadar "saptama gerçekçiliği" düzeyindeki şiirine hikâye etme tekniği egemendir. Özellikle Toprak Ana'da sıkça gözlemlenebilen bir tutumdur bu. Şair dizedeki değişik ses olanaklarını deneyerek, çizimler yaparak, çevre tasvirlerine özen göstererek konusunun zorunlu kıldığı ayrıntılarla şiir öğeleri arasındaki uyumu yitirme tehlikesini önlemeye çalışır. Bunu başardığı yerde yeni bir toplumsal şiirin yetkin, unutulmaz örneklerine ulaşır. Aç Yazı'daysa bireysel düşünce ve duyarlıkların toplumsal düzeye çıkması daha değişiktir. Toplumsal olaylardan, sorunlardan çok, kişisel duyarlıklar yol verir şiirlere. Tekilden çoğula doğru gelişen şiirler ile bireysel durumları yansıtanlar kesin çizgilerle ayrılmaz. Etkisini içerik-biçim bütünlüğünden alan, evrenselin uğultusunun duyulduğu çok sesli şiirlerin yanında, gücü yine uyaklara ve alışılmış Dağlarca sözcüklerine dayanan şiirler de bulunmaktadır. Dağlarca, 1960'lardan sonraki şiirlerinde ise ülkede ve dünyada yaşanan toplumsal değişime paralel olarak, iç ve dış sorunlara daha duyarlı, ulusal çıkarlara sahip çıkma bilincinin geliştirildiği, sömürüye ve ezilen halkların mücadelesine yakınlık duyan ve emperyalist baskıya karşı çıkan şiirler kaleme almıştır. Vietnam Savaşımız (1966) adlı kitabında ise savaşan Vietnam halkına duyduğu yakınlığı dile getirir. Bu dönemde ülkeyi ve hatta dünyayı ilgilendiren her türlü toplumsal olay şiirlerine girer. Güncel yurt ve dünya sorunları karşısındaki tepkilerini yansıtan bu şiirlerinde, Kıbrıs olaylarından ulusal petrol sorununa, seçim ve grevlere kadar değişik konuları işlerken, küçük bürokratlardan Almanya'ya göç eden emekçilere kadar geniş bir kesimdeki insanların şiirini yazar. Aylam / Uzay Çağında Olmak (1962) kitabında, dünyada görülen uzay çalışmalarının, insanın yeni dünyalar aramasının verdiği heyecanı, kendince oluşturduğu bir “uzay dilinin” yabansı sözcükleriyle anlatmayı tercih eder. Dağlarca'nın başka bir özelliği de destan şiirini yeniden gündeme getirmesidir. Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ve elbette Mustafa Kemal'i eylemi içinde şiirleştirerek değerlendirmesi, topluma uzanan gür bir sesin yankısını sağlamasıdır. Bir toplumu ulus yapan bütün acıların yaşıyla zaferlerinin sevincine şiirinin kanatlarıyla konar (R. Mutluay). Önce Çakır'ın Destanı (1945) ve Üç Şehitler Destanı’nda {1949} Kurtuluş Savaşı konusuna bağlı temaları işleyen şair, daha sonra İstiklal Savaşı / Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı / İnönüler (1951), Yedi Memetler (1964), 19 Mayıs Destanı (1969), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973) gibi kitaplarında aynı konuyu tarihsel gelişimi içinde ele alarak, başlangıç ve zafer arasındaki önemli olaylar, savaşlar çizgisi düzeyinde sürdürmüştür. Mustafa Kemal'in kongreler evresindeki girişimleri, örgütlenme aşaması, İnönü ve Sakarya savaşları, cepheler, cephe gerisi, askerler, savaşa gönüllü olarak katılan vatanseverler genellikle özerk parçalar halinde görünen şiirlerle verilmek istenmiştir. Olayları ve tarihsel bilgileri sergileme kaygısının ağır bastığı kesimlerde, savaşan insanın varlığını belirleyecek bölümlerin zayıflığı ve bazen de bu anlamda yapaylığı destanın özünü de yaralar. Bu nedenle ne kadar geniş olursa olsun, parça-bütün birlikteliği için gereken bağlamların zayıflığı, özerk parçalarda şairin başka ürünlerinde de sık rastlanan buluşlar, deyişler, benzetmeler, sözcükler, destanları oluşturan parçaların ortak özellikleri gibi görünür. Dağlarca'nın önemli bir özelliği de, şiirlerinde çocuğu en çok konu edinen şair ve çocuklar için çok sayıda şiir yazmış olmasıdır. "Çocuklarda" dizisi olarak yayımlanmış yirmiden fazla kitabı bulunmaktadır. Bu şiirlerinde yıldızları, kuşları, okulu, doğayı, ama asıl olarak hiçbir şeye indirgenemeyecek sonsuz bir evreni anlatır. Bu şiirlerinde çocuklar arası bir dünyanın içtenliğini yansıtmaya çalışmıştır. Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaşadığı dönemde yurtta ve dünyada olup bitenleri izlemiş, şiirle “tarihsiz bir dünya tarihi” tutmuştur denilebilir. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en verimli şairlerinden biri olan Dağlarca'nın bir özelliği de şair/birey olarak bütün yaşamını şiire adaması, kendisini anlatmak için başka hiçbir türe atlamayışı, şiir dışında bir yol düşünmeyişidir. Başka sanatçıların başka türlerde yapmayı yeğledikleri birçok çalışmayı o hep şiirinde yapmayı istemiştir. Böylece zayıf ürünlerle dolu dönemler de yaşar, ama vazgeçilmez ısrarı ve birikimiyle düzeyini aşar. Düş gücüyle kendine özgü alegoriler, semboller yaratır, tasarılar atar ortaya. Ama ayağı hep yurdunun, insanlığın yaşadığı ortamın toprağındadır. Dağlarca'nın şiirleri pek çok dile çevrilmiş, ayrıca Alman Türkolog Giselle Kraft tarafından şair üzerine Dağlarca'da Hayvan Sembolü adlı bir doktora tezi hazırlanmıştır. Çakırın Destanı kitabında yer alan bir şiiri ile 1946 CHP Şiir Yarışması’nda üçüncülük ödülünü, Asû ile 1956 Yeditepe Şiir Armağanını, Deli Böcek ile 1958 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, 1966 Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turan Emeksiz Armağanı, 1973 Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması Üstün Onur Ödülünü, 1974 Struga / Yugoslavya 13. Şiir Festivali Altın Çelenk Ödülünü, Milliyet Sanat Dergisi 1974 Yılın Sanatçısı Ödülünü, Horoz kitabıyla ile 1977 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyasını ve Türkiye Yazarlar Sendikası Onur Madalyasını aldı. 1967'de International Poetry Forum / Uluslararası Şiir Forumu (Pittsburg / Amerika) tarafından "Yaşayan En İyi Türk Şairi" ve TÜYAP 1987 İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008 günü İstanbul’da vefat etti. 20 Ekim 2008'de Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi. Kadıköy'de yaşadığı Mühürdar Caddesi'ndeki evini Kadıköy Belediyesi'ne bağışlayarak ölümünden sonra müze haline getirilmesini vasiyet etmişti. “Öteki şairlerimizin arasında bir şair değil, öteki şairlerimize benzer bir şair değil, hepsinden ayrılıyor. Eskilere uymadığı gibi, yenilere de uymuyor, konuları başka, aradığı başka, dili başka. Bunların hepsini de kendi yaptı, daha doğrusu durmadan yapıyor, her kitabında yapının biraz daha belirdiğini, ışığa çıktığını görüyoruz." (Nurullah Ataç) “Dağlarca’nın son iki başyapıtı ‘Uzaklarla Giyinmek’ (Sığmazlık Gerçeği, 1990) ile ‘İmin Yürüyüşü’ (Biçimlerle Soyunmak, 1999), bu fenomenolojik (genèse’i) vurgulamaktadır. Madde-öncesi varlık, madde, duyumsayan canlı, imge, imgelem boyutlarının art arda gelmesinden ve iç içe geçmesinden oluşan bir türemeyi söz konusu etmektedir. Yaşamın şairi Dağlarca, tam da yaşamın şairi olduğu için, yaşamın bağlantıda olduğu bütün varlık katmanlarının da şairidir. ‘İmin Yürüyüşü’nde belirgin bir biçimde söz konusu olan im, imge, imgesel, imgelem boyutları, bütün varlık katmanlarının birliğini dile getirme işlevine sahiptir. “İmgelem, evrensel birlik ile örtüşüyor. Burada, hemen ‘idealist’ bir bakış açısı sezinlemek yanlış olur. Dağlarca’nın imge anlayışı ‘maddesel’dir (özdeksel). Bunu ‘İmin Yürüyüşü’ belirgin bir biçimde ortaya koyacaktır. İmgede, yine kaynağı özdeksel olan bir zorunluluk ve bir özgürlük vardır.” (Ahmet Soysal) “Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en verimli şairlerinden olan Dağlarca, şiirinin tematik olarak çok yönlü eğilimi içinde engin bir duyarlığa yaslanarak lirik, epik, metafizik, haması, mistik, politik, dramatik, epigramatik, satirik türlerde ürünler verdi. Bireyselle toplumsalı iç içe verirken, ulusallıktan evrenselliğe ulaşan şiir çizgisinde sağlam bir tema, dil, imgelem örgüsü kurdu. Yoğun duyarlığı, sezgi ve usa dayalı yalın, içten bir söyleyişle geliştirdi şiirini. Düş ve imgelem gücü, yurt ve insanlığın gerçekliklerini dile getirmede şiirini zenginleştiren en önemli öğelerden sayıldı. Us, sezgi ve gözlem bileşimiyle kurduğu şiirinin söyleyiş ve çağrışım gücü, onun özgün yanını oluşturdu. Son dönem şiirlerinde, günceli evrensel boyutlarda toplumsal eleştiri düzeyinde işledi. Türkçeyi kullanmadaki yetkinliği, dilin zengin olanaklarından yararlanarak genişlettiği şiir evreninin yanı sıra Türk dilinin gelişmesinde bilinçli bir dil işçiliği yaptı. Türk şiirine yeni bir duyarlık, biçim ve öz anlayışı getirdi. Kendine özgü bir dil ve şiir evreni kurdu.” (Feridun Andaç) ESERLERİ: ŞİİR: Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taş Devri (1945), Üç Şehitler Destanı (1949), Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklal Savaşı-İnönüler (1951), Sivaslı Karınca (1951), İstanbul Fetih Destanı (1953), Anıtkabir (1953), Asû (1955), Delice Böcek (1957), Batı Acısı (1958), Mevlânâ'da Olmak: Gezi (1958), Hoo'lar (1960), Özgürlük Alanı (1960), Cezayir Türküsü (Fransızca, İngilizce, Arapça çevirileriyle, 1961), Aylam (1962), Türk Olmak (1963), Yedi Memetler (koçaklama, 1964), Çanakkale Destanı (1965), Dışardan Gazel (1965), Kazmalama (1965), Yeryağ (1965), Vietnam Savaşımız (İngilizce çevirisiyle 1966), Kubilay Destanı (1968), Haydi (1968), 19 Mayıs Destanı (1969), Vietnam Körü (destan oyun, 1970), Hiroşima: Atom Bombasının 25. Yılı (Fransızca, İngilizce çevirileriyle, 1970), Malazgirt Ululaması: 26 Ağustos 1071-1971 (1971), Kınalı Kuzu Ağıdı (1972), Bağımsızlık Savaşı (1973), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973), Horoz (1977), Hollandalı Dörtlükler (1977), Çukurova Koçaklaması (1979), Çıplak (1981), Kaçan Uykular Ülkesinde (1981), Yunus Emre'de Olmak (1981), Nötron Bombası (1981), İlk Yapıtla 50 Yıl Sonrakiler (1985), Dişiboy (1985), Takma Yaşamalar Çağı (1986), Uzaklarla Giyinmek (1990), Dildeki Bilgisayar (1992), Gazi Mustafa Kemal - Eylemlerde - 10 Kasımlarda (1998), O'1923 - Tapınağa Asılmış Gövdeler (1998), Seviştilerken (1999), İmin Yürüyüşü / Biçimlerle Soyunmak (1999), Ötekinde Olmak (2000), Dün Geceki / En Sevmek (2000, Şeyh Galib’e Çiçekler). ÇOCUK ŞİİRİ: Açıl Susam (Üsküp 1967), Dört Kanatlı Kuş (şiirlerinden seçmeler, 1970), Kuş Ayak (1971), Arka Üstü (1974), Yeryüzü Çocukları (1974), Yanık Çocuklar Koçaklaması (1976), Balina ile Mandalina (1977), Yaramaz Sözcükler (1979), Göz Masalı (1979), Yazıları Seven Ayı (1980), Şeker Yiyen Resimler (1980), Yazıları Seven Ayı (1980), Cinoğlan (Nasrettin Hoca'nın çocukluğu, 1981), Hin ve Hincik (1981), Güneş Doğduran (1981), Kaçan Ayılar Ülkesinde (1982), Dolar Biriktiren Çocuk (1999), Başparmak (1999), Bitkiler Okulu (1999), Orta Parmak (1999), Serçe Parmak (1999), Yüzük Parmağı (1999), Gösterme Parmağı (1999), Oyun Okulu (1999), Okulumuz 1’deki (1999), Okulumuz 2’deki / Kanatlarda (1999), Okulumuz 3’teki (1999), Cin ile Cincik (2000), Cincik (2000). SÖYLEŞİ: Yapıtlarımla Konuşmalar I (1999), Yapıtlarımla Konuşmalar II (2000). / Bu bölüm BURADAN alıntıdır. * Derleme, düzenleme: Şenol YAZICI

  • HAK HUKUK

    6306 SAYILI KETSEL DÖNÜŞÜM YASASI * 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” özellikle deprem bölgesi olan ülkemizde depreme dayanıklı yapıların yapılmasını sağlamak amacı ile çıkarılmış bir yasadır. Ülkemizin deprem kuşağında olması nedeniyle yaşanan 1999 depremi sonrasında çıkarılan yasa ve yönetmelikler ile bu konuda bazı düzenlemeler getirilmiştir. Riskli yapıların ve rezerv alanda bulunan yapıların yeniden yapılaşması sürecinde 6306 sayılı yasa ve buna bağlı çıkarılan yasa ve yönetmelikler dikkate alınarak yapıların yıktırılması ve yeniden yapılaşması sağlanmaktadır. Bu hafta özellikle gündemde olan ve arsa sahipleri bakımından önem arz eden riskli yapı ve rezerv alanlarda sözleşme imzalamayan 1/3 paya ait arsa sahiplerinin 2/3 çoğunluk tarafından paylarının satışının yapılmasına dair düzenlemenin değiştirilmesine dair yasa değişikliği gündemdedir. Meclise sunulması beklenen yasa tasarısında sözleşme çoğunluk oranını 50+1'e çekerek sözleşme imzalamayan %49 a ait payın satışının gündeme gelmesi söz konusu olacaktır. Ayrıca bu konuda yapılacak olan tebligatlarla ilgili de e-Devlet üzerinden ilan, muhtarlıklara askı, evin üzerine ilan, bildirim gibi süreci "sürelerin kısaltılmasına" dair düzenlemelerin gelmesi beklenmektedir. İlerideki yazılarımda riskli alanlar, rezerv alanlar, alınan kararlar, itiraz ve dava yolları, dikkat edilmesi gereken hususlar, yüklenici ile yapılacak sözleşmelerde dikkat edilmesi gereken hususlar ve diğer konulara ilişkin sorulara dair açıklamalar yer alacaktır. TEBLİGAT İLE İLGİLİ DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER Öncelikle sahip olduğunu gayrimenkuller ile ilgili e devlet üzerinden giriş yaptıktan sonra wep tapu uygulamasına giriş yaparak bilgilerinizi güncellemeyi, bilgilerinizi güncelerken mutlaka kendi adınıza bir telefon ve e-mail adresini bilgi güncelleme sırasında doğru kayıt etmeyi ve sizden habersiz kimsenin tapu kaydınıza girmemesi bakımından da sms etkinleştirmeyi ihmal etmeyin. Bu bilgileriniz doğru kayıt edildiği zaman tapunuza giriş yapıldığında, tapunuzda herhangi bir işlem yapıldığında size sms yolu ile ve e mail ile bilgi gelecektir. Gelen mesajın ne olduğu konusunda bilginiz yeterli olmadığı takdirde bir hak kaybına uğramamak için bir uzmana danışın. Sahip olduğunuz ancak eski yıllarda alınması nedeniyle TC kimlik numaranızın işlenmediği bir tapu kaydınız var ise wep tapudan yapacağınız müracaat ile ada parsel bilgisi ile tapunuzun bilgilerini güncellemeniz mümkündür. Yine bir yakınınızdan tarafınıza intikal eden bir gayrimenkul olması durumunda bu gayrimenkulü mirasçılar adına intikal ettirmeyi de ihmal etmeyiniz. Yine adınıza gönderilecek tebligatların tarafınıza doğru ulaşması bakımından mernis (Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi) te kayıtlı tebligat bilgilerinizin doğru olmasına da dikkat ediniz. 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” 6 maddesi 1 fıkrasında “Bu çerçevede riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarında uygulama yapılan etap veya adada, riskli yapılarda ise bu yapıların bulunduğu parsellerde, yapılar yıktırılmadan önce, parsellerin tevhit edilmesine, münferit veya birleştirilerek veya imar adası bazında uygulama yapılmasına, ifraz, terk, ihdas ve tapuya tescil işlemlerine, yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hasılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine, yapının paydaşı olup olmadıkları gözetilmeksizin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karara katılmayanların arsa payları, Bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek ve bu değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılır.” Şeklinde düzenleme bulunmaktadır. 6306 sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliğinin 15/A maddesinde (1) Riskli alanlar, rezerv yapı alanları ve riskli yapıların bulunduğu parsellerde hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile alınan karara katılmayan maliklerin arsa paylarının satışı için; a) Maliklerin en az üçte iki çoğunlukla anlaştıklarına dair anlaşan maliklerce imzalı karar tutanağı veya anlaşan maliklere ait sözleşme veya vekâletname örnekleri gibi belgeler, (DEĞİŞİK BENT RGT: 06.01.2023 RG NO: 32065) (KOD 5) b) Maliklerin en az üçte iki çoğunluğu ile karar alındığının ve anlaşma şartlarını ihtiva eden teklifin noter vasıtasıyla veya 7201 sayılı Kanuna göre karara katılmayan malike bildirilerek kabulü için on beş gün süre verildiğine dair belgeler, c) Üçte iki çoğunlukla alınan karara katılmayan maliklere ait taşınmazların Sermaye Piyasası Kuruluna kayıtlı olarak faaliyet gösteren lisanslı değerleme kuruluşlarına tespit ettirilen değerine ilişkin belgeler, ç) Satışı yapılacak arsa paylarının maliklerinin tebligata elverişli adres bilgileri, yer alacağı düzenlenmiştir. YAPI MÜTEAHİTLERİNİN SINIFLARI VE YAPILAN SÖZLEŞMELER Müteahhit kelimesi; “üstlenici, taahhüt eden” anlamlarına gelmekte ve müteahhittin görev kapsamını belirtmektedir. Müteahhitlik belgesi “Yapı müteahhitlerinin ekonomik, mali, mesleki ve teknik yönden yeterlilik seviyelerini belirlemek üzere yapılan sınıflandırma sonucu tespit edilen belge grubudur. Buna göre; A, B, B1, C, C1, D, D1, E, E1, F, F1, G, G1, H ve GEÇİCİ olmak üzere 15 ayrı Müteahhitlik belgesi grubu bulunmaktadır.” Bu sınıflar ve yeterlilik belgeleri ve bu belgelere göre üstlenebilecekleri inşaat alanı da bu belgelere göre belirlenmektedir. “Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı” tarafından her yıl müteahhitlerin sahip oldukları sınıfa göre üstlenecekleri azami iş miktarını göstermektedir. Örneğin 2023 yılı listesine göre H sınıfı müteahhitlik belgesine sahip bir yüklenicinin ÜSTLENEBİLECEK AZAMİ YAPIM İŞİ MİKTARI (TL) YAPI YAKLAŞIK MALİYET ESASLI) 13.012.500,00 TL olup GRUBUN TEK PARSELDE ÜSTLENEBİLECEĞİ MAKSİMUM İNŞAAT ALANI (M2) YAPI SINIFI VE YAPI YAKLAŞIK MALİYET ESASLI (2023) değerleri ise IIIA: 2.829 IV B: 1.606 IIIB:2.049 IV C:1.475 IVA:1.907 VA:1.222 m2 dir. 6306 SAYILI YASANIN 6 MADDESİ VE YÖNETMELİĞİN 15/ A MADDESİNE GÖRE SÖZLEŞME İMZALAYAN MÜTEAHİTLERİN SINIFI VE YAŞANAN SORUNLAR. Yukarıda izah edildiği üzere arsa sahiplerinin çoğu sözleşme düzenlerken müteahhidin sahip olduğu belge sınıfını ve şirketin ekonomik durumunu bilmeden, bu belge ile yapabileceği inşaat m2 sinin ne olduğunu, belgesinin bu inşaatı yapma bakımından yeterli olup olmadığını bilmeden sözleşme imzalamaktadır. 2/3 arsa sahiplerinin veya yeni yapılacak düzenleme ile belirlenecek sayıya göre yeterli çoğunluğun sağlanıp sağlanmadığı kontrol edilirken yüklenicinin sahip olduğu belge ile bu inşaatı yapıp yapamayacağının da kontrol edilmesi gerekirken bu belgeler kontrol edilmeksizin yasanın 6 maddesi ile yönetmeliğin 15/a maddesine göre sözleşme imzalamayan arsa sahiplerinin paylarının satılmasına karar verilmesi usule yasaya aykırıdır. Arsa sahipleri sözleşme imzalamadan önce müteahhitlik belgesinin sınıfını araştırmamakta ve sözleşme yaptığı yüklenicinin belge sınıfına göre inşat ruhsatı alıp alamayacağını incelememektedir. Yüklenici ile yapılan bu sözleşmeler çoğunlukla “arsa payı karşılığında kat karşılığı ve satış vaadi sözleşmesi” niteliğinde olması sebebiyle sözleşmenin geçerli olması için resmi usulde yani noterde düzenlenmesi gerekmektedir. Ne yazık ki arsa sahipleri yüklenicinin müteahhitlik belge sınıfını araştırmadığı gibi bu konu ne noterlikte ne de Çevre ve Şehircilik bakanlığı tarafından sözleşme imzalamayanların arsa paylarının satışı aşamasında da dikkate alınmamaktadır. Bu durumda ancak inşaat ruhsatı alma aşamasında yüklenicinin belgesinin yeterli olup olmadığına bakılmaktadır. Özellikle inşaatın yapılması deprem bölgesinde olan ülkemizde birçok arsa sahibinin mağdur olmasına sebebiyet vermektedir. Yasanın 6 maddesine ve yönetmeliğin 15/A maddesine “riskli yapı veya rezerv alanda arsa sahiplerinin sözleşme imzaladıkları müteahhidin sahip olduğu sınıfın, inşaat alanının m2 ve imar durum belgesi dikkate alınarak yeterli olup olmadığı Çevre ve Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından denetlenir. Sözleşme imzalanan yüklenicinin müteahhitlik belgesine "bu inşaatı yapmaya yeterliliği olmadığının tespit edilmesi durumunda kanunun 6 maddesi ile yönetmeliğin 15/A maddesine göre satış işlemine başlanamaz. “şeklinde bir düzenleme eklenmesi yerinde olacaktır. Zira burada Çevre ve Şehircilik Bakanlığının sözleşme yapanların da yapmayanların da haklarını koruması bakımından düzenlenen sözleşmelerde sözleşme yapılan yüklenicinin sözleşmeye konu alanın büyüklük durumuna göre yüklenici müteahhit tarafından inşaatı yapıp yapmama yeterliliğinin sorgulanması gerekmektedir. Aksi takdirde Bakanlık tarafından müteahhitlik belgeleri ile yapabilecekleri inşat alanı belge sınıfına uymayan yüklenici ile arsa sahiplerinin sözleşme imzalama gibi bir zorunlulukları ortaya çıkacaktır ki bu durumda yapılan işlemler yasa ve düzenlemeler ile çelişecektir. Bu nedenle yapılacak olan yasa değişikliğinde rezerv alanlarda ve riskli yapılarda sözleşme imzalayan yüklenicilerin belge sınıflarının kontrol edilerek 15/a maddesinin uygulanması kentsel dönüşümde yaşanacak sorunların da azalmasına neden olacaktır. Kentsel dönüşüm deprem kuşağında yaşayan ülkemizde bir çoğumuzu ilgilendiren bir düzenleme olduğundan önümüzdeki günlerde de yasada yapılması düşünülen yasal değişiklikler üzerinde de gelişmeleri değerlendireceğiz. Hepinize sağlıklı günler. 14.10.2023 Av Semihat KARADAĞLI Görsel: Maraş Depremi internetten alınmıştır. Av. Semihat KARADAĞLI KİMDİR: 1.4.1963 yılında İzmir Çeşme Alaçatı'da doğdu. İlk ve ortaokulu Alaçatı'da okudu. Liseyi İzmir İnönü Lisesinde bitirdi. 1980 yılında Ege üniversitesi Hukuk fakültesine kayıt oldu, Dokuz Eylül Üniversitesine dönüşen fakülteden 1985 yılında mezun oldu. Aynı yıl meslektaşı Nedim Karadağlı ile evlendi, 1986 yılında kurdukları büroda serbest avukat olarak çalışmaya başladı. Halen aktif olarak avukatlık yapmaya ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarında ve sosyal projelerde çalışmaya devam etmektedir. Bir kızı ve bir oğlu olan, eşi Nedim KARADAĞLI'yı 2023 yazında yitiren KARADAĞLI, İzmir'de yaşıyor.

  • Cahit Sıtkı Tarancı

    Nurten B. AKSOY Yaş otuz beş, yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider .......... “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” deyip yolu tamamlayamadan 46 yaşında hayata veda eden bir şairi, Türk Şiirinin en tanınmış isimlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’yı ölüm yıldönümünde analım istedik… 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır’da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım’dır. Ailesi, ona “Hüseyin Cahit” adını verdi. Akrabaları “Pirinççioğlu” soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “Tarancı” soyadını aldı. Bilmem ki hatıralar, Ne istersiniz benden, Gelir gelmez sonbahar? Bu kanat çırpış neden? Cama vuracak ne var Ey eski hatıralar Sanmayın güller açar, Bülbül değildir öten; Bu rüzgâr başka rüzgâr. Ne istersiniz benden, Bilmem ki hatıralar, Gelir gelmez sonbahar? 1931’de girdiği Mülkiye Mektebi’nden sevmediği için ikinci senenin sonunda atılınca Yüksek Ticaret Okulu’na girdi, ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank’ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda kaldı. “Ömrümde Sükût” adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi’nde iken yayımlandı. Karabük’e atanması üzerine Sümerbank’ta başladığı memuriyetten ayrıldı; çalışma hayatını öykülerini yayımlamakta olduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde sürdürdü. Cumhuriyet Gazetesi sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi’nin desteği ile üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris’e gitti. Oradayken Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı, bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam etti. Paris’teki öğrenciliği sırasında Oktay Rıfat ile tanıştı. O yıllarda ailesi artık İstanbul’a yerleşmişti; bir süre babasının Eminönü’ndeki ticarethanesinde çalıştı, ancak içki sorunları yüzünden babası ile arası açılınca Ankara’ya gitti ve çeşitli devlet kurumlarında memurluk yaptı Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet ölümden olsun. Otuz Beş Yaş” şiiri ile 1946’da CHP Şiir Ödülü’nde birincilik aldı ve yurt çapında tanınan bir şair oldu. Çalışma Bakanlığı’ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlendi. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” adlı kitapta topladı. 1953 yılında geçirdiği bir krizden sonra felç oldu. Yatağa bağlı ve yarı bilinçli durumda olan şairimiz İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi gördü. Bir yıl kadar Diyarbakır’daki baba evinde bakıldı. 1956 yılında tedavi ettirilmek üzere devlet tarafından Avrupa’ya götürüldü. Kendi ifadesi ile yolun ikinci yarısını tamamlayamadan, 12 Ekim 1956’da Viyana’da öldüğünde 46 yaşında idi. Cenazesi Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. Ve gönül Tanrısına der ki: – Pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden! Bir arkadaşı anlatıyor: “Cahit Sıtkı, Galatasaray’da bizden dört beş sınıf büyüktü. Alt sınıflarda okuyan bir akrabasını görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye’nin en ünlü şairlerinden biri oldu. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı.” "En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi’nin arkasındaki yardan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman’ı heyecandan öldürecek durumlara sokmuştu. Yaşamının tek yaramazlığı belki de bu olmuştur." Cahit Sıtkı Tarancı öncelikle Otuz Beş Yaş şiiriyle anılır edebiyatımızda. Düz yazılar, mektuplar, öyküler yazmış olmasına rağmen şairliği daima ön planda olmuş ve bu durum öykülerini gölgede bırakmıştır. Kırk altı yaşında yaşama veda eden Cahit Sıtkı Tarancı’nın öykü türüne yoğun emek verdiği halde bu öykülerinin yıllarca gazete sayfalarında kalarak kitaplaşamaması, onun öykücülük yönünün tanınmasına uzun süre engel olmuştur. Ölümünün 50. yıldönümünde (2006) ilk kez bu öykülerin önemli bir kısmı derlenmiş ve o unutulmaz “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirinden gelen adla, Can Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Öldük, ölümden bir şeyler umarak. Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Nasıl hatırlamazsın o türküyü, Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, Alıştığımız bir şeydi yaşamak... Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; Yok bizi arayan, soran kimsemiz. Öylesine karanlık ki gecemiz, Ha olmuş ha olmamış penceremiz; Akarsuda aksimizden eser yok. Cahit Sıtkı’nın “Beşiktaşlı Sevgili” dediği, şiirindeki sevgilinin de yazdığı aşk mektupları gibi hayali olduğunu söylerler. Cahit Sıtkı’nın teyzesinin oğlu, Avukat Reşid İskenderoğlu 1993 yılında yayımladığı anılar kitabında, yıllar sonra Beşiktaşlı Sevgilinin izini bulduğunu, kendisi ile görüşmek istediğini, ancak olumsuz yanıt aldığını anlatır. 2004 yılında 93 yaşında hayata gözlerini yuman, anne tarafından şairin akrabası olan Vedat Günyol’un anlattığına göre Cahit’in yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgilisi meğerse kendisinin kız kardeşi Mihrimah Hanım imiş… Bunu, yıllar sonra, bir gün birlikte Paris’te dolaşırlarken Cahit Sıtkı bizzat Vedat Günyol’a itiraf etmiş. Vedat Günyol o gün çok hayıflanmış; “Ah Cahit, keşke o zaman söyleseydin, seni kız kardeşimle evlendirmeye çalışırdım…” demiş.

  • Halikarnas Balıkçısı

    Nurten B. AKSOY * 17 Nisan 1890 tarihinde, Osmanlı’nın son köklü ailelerinden Kabaağaçlızade Şakir ailesine mensup olan babasının görev yaptığı Girit’te dünyaya gelir. Babası Girit ve Atina’da elçilik, valilik görevlerinde bulunan Mehmet Şakir Paşa, annesi ise Giritli Sâre İsmet Hanım’dır. II. Abdülhamit devri sadrazamlarından olan amcası Cevat Şakir Paşa’nın iki evliliğinden de çocuğu olmadığından ve doğacak çocuğu kendi çocuğu gibi benimsediğinden, kendisine amcasının ismi verilir. Cevat Şakir, altı çocuklu ailenin en büyük çocuğudur. Kendisi gibi diğer kardeşleri de sanatta çok yeteneklidirler. Kardeşlerinden Fahrelnisa Zeyd resim alanında, Aliye gravür alanında üne kavuşur; Hakkiye’nin kızı Füreya Koral, ilk Türk kadın seramikçi olurken, Fahrelnisa’nın çocukları Nejad Devrim ressam; Şirin Devrim ise tiyatrocu olur. Cevat Şakir, çocukluk hayatının ilk yıllarını babası Şakir Paşa’nın elçi olarak bulunduğu Atina’da geçirir. İlköğrenimini Büyükada’da, orta ve liseyi 1907’de Robert Kolej’de tamamlar. İngilizceden tercüme olan ilk yazısı aynı yıl İkdam Gazetesi’nde yayımlanır. Lise öğreniminden sonra İngiltere’de denizcilik öğrenimi yapmak ister ama ailesinin ısrarı ile Oxford Üniversitesi’nde tarih öğrenimi görür. 1913’te İtalyan bir hanımla evlenerek bir müddet İtalya’da kalır ve burada resim öğrenimi görür. İstanbul’a döndüğünde gazete ve dergilerde yazılarını yayınlamaya başlar. Bir müddet sonra (1914 yılında) maddi sıkıntı içine girdiğinden, Afyon’a giderek babası Mehmet Şakir Paşa’nın Kabaağaçlı Çiftliği’ne yerleşir. Burada bir süre yaşayan Cevat Şakir, çiftlikte babasıyla yaşadığı bir tartışma anında silahla babasını vurarak öldürür. Bu olaydan sonra cinayet iddiasıyla yargılanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Cezasının yedi yılını çektikten sonra, baş gösteren verem hastalığı nedeniyle tahliye edilir. 1925 yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayınlayarak, resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları hazırlayarak temin eder. Türk basınında kapakçılığın gelişmesinde katkısı vardır. Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak” tan suçlu bulunur. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istenirse de, Kılıç Ali Bey’in önerisiyle kalebentlikle Bodrum’a sürülür ve üç yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum’da tamamlar. Cezasının son yarısını İstanbul’da tamamladıktan sonra, doğal güzelliklerine hayran kalarak çok sevdiği ve halkıyla kaynaştığı Bodrum’dan uzak kalamaz ve Bodrum’a yeniden dönüp yaklaşık yirmi beş yıl kalır burada. Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum’da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalışır. Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazar. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir’in üç evliliğinden beş çocuğu olur. Çocukları ortaöğrenim çağına gelince, o yıllarda bu kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle ailesi ile İzmir’e taşınır. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliği yaparak sürdürür, rehberlik kurslarında da dersler verir. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanserinden vefat eder. Vasiyeti üzerine Bodrum’a gömülür. Kabri Bodrum Gümbetteki Türbe Tepesi’nde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerdedir ve burada bir de adına Halikarnas Balıkçısı Müzesi kurulmuştur. Cevat Şakir özellikle 1926’dan sonra deniz hikâyeleriyle tanınır. Konularını Ege ve Akdeniz Bölgesi kıyıları ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkarır. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitoloji hazinesinden ilham alarak, denize karşı sonsuz bir hayranlıkla şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirir. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapılagelen Halikarnas Balıkçısı’na Kültür Bakanlığı tarafından 1971 yılında Devlet Kültür Armağanı verilir. Cevat Şakir Bodrum’da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirir. Bu Mavi Yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakıdır. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemekti. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Oysa ki bugün yapılan mavi yolculuklarda her türlü lüks mevcuttur. Bu yolculuklar yazarın edebî eserlerini de büyük oranda etkilemiştir. Ölüm yıldönümünde Halikarnas Balıkçısı’nı saygıyla anarken onun Bodrum için yazdığı şiiriyle noktalıyoruz yazımızı. Bodrum’da Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin, Sanma ki sen Geldiğin gibi gideceksin Senden öncekiler de Böyleydiler Akıllarını hep Bodrum’da Bırakıp gittiler… Okumak isterseniz diye eserlerinden bazılarını da şuraya not edelim: Ege Kıyılarından, Mavi Zamanlar, Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri….

  • Yeni Yayın Dönemine Başlarken maviADA Dergisi

    2002'de Bursa'da başlayan, zaman içinde ülke sınırlarını aşan, bağımsız yayıncılığı ülkü edinen maviADA o gün bugündür çizgisinden ödün vermedi. YAZ 2019 sayısında maviADA, kurucusu Şenol YAZICI'nın ağzından kendini, vizyonunu, hedeflerini nasıl tanımlıyor, okuyalım mı? " ... Dergimize isteyen herkes katılabilir. DERGİ, hayata bakışta çağdaş, akılcı ve bilimsel bir çizgiye bağlı olsa da ne siyasi ne de edebi bir misyon üstlenmez, taraf olmaz. maviADA'NIN TEMEL AMACI, benzer düşüncede insanları bir araya toplamak, kültür sanat temelli olumlu bir uğraş kazandırmak, yaşama karşı koyma güç ve yeteneklerine katkıda bulunmak, bu alanlarda yetkinleşen ve ustalaşan üyelerine de destek vermektir Katılan ürünlerin kültür sanat düşünce alanında estetik ve yetkin olması beklense de, belli bir düzey tutturan, kötü niyet taşımayan, başkalarını da ilgilendirecek HAYAT ve SANAT alanlarında sıradan çalışmalar da yer alır. .. Çünkü maviADA iyi bilir ki HAYATta her güzellik; bebeklikten olgunluğa, acemilikten yetkinliğe, sıradanlıktan seçkinliğe, basitten sanat yapıtına her şey ama her şey öğrenmeyle başlar." Bugün de tarz ve anlayışını değiştirmedi maviADA...ve 21 yılda bu çağrıya uyan ünlü ünsüz binlerce insana hizmet verdi, el uzattı dergimiz. ...ve yeni döneme aynı ideallerle başlıyor. * Günümüzde süreli yayıncılık yapmak zor. Dergilerden uzun süreli olanlar iyice azaldı. Her gün bir derginin yayın hayatına son vermek zorunda kaldığını okuyor, duyuyoruz. Hele basılı dergilerde durum daha kötü. Kâğıt, mürekkep, elektrik, baskı makineleri, emekçi ücretleri almış başını gitmiş. Derginin basımını, dağıtımını karşılamak olanaksız. Basılı dergiler reklamla dolu. Sponsorlarsa derginin yayın politikasında etkili olmak istiyorlar. Alanın dışından desteklenen bir derginin özgür olması mümkün değil, alanın içinden de destek gören bir dergiyse o anlayışın reklamcısı olmak zorunda... maviADA Dergisi, 2002'den bu yana uzun soluklu bağımsız bir dergi olma özelliğini koruyor. Bu anlamda onun kadar ömürlü çok yaşıtı yok. İyi bir birikimi var. Belli aşamalardan geçti, deneyimler kazandı. Uzun süre basılı dergi olarak çıkarken internet dergiciliğini de sürdürdü. Epey zamandır düzenli internet yayıncılığını benimseyen dergi bu arada zaman zaman basılı olarak da çıktı, ne var ki artan maliyetler nedeniyle geçen yıldan itibaren tek bir sayı, yıllık olarak basıldı. Bir çok ünlü derginin soyunduğu İnternet dergiciliği seçimleri değil ama artan maliyetler mecbur ediyor. Kuşkusuz kağıdın tadı yok. Böylece dergiler ekonomik sıkıntılarını bir ölçüde azaltıyor, yaşayabiliyorlar. WEB sayfası ve alan masraflarını da bir avuç üyesi üstleniyor. Basılı bir derginin maliyeti ortada, binlerce lirayı buluyor. Kargo ederleri dayanılmaz. Eskiden destek veren bir kültür bakanlığı vardı, şimdi?.. En babayiğit derginin abone sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Bütün emek onun için... Oysa internet dergisi binlerce insana ulaşıyor ve en önemlisi yüz yıl sonra bile adınızı yaşatıyor, kaybolmuyor. maviADA Dergisi yetkili yazarları her hafta bir yazı eklemekle yükümlü, dergi üyelerine serbest zamanlar yaratabilmek için bu disiplini yazları azaltıyor, "serbest yayıncılığa" çeviriyor, Yaz döneminde kışa daha güçlü girebilmek, güç toplamak için düzenli yayına ara veriliyor, dileyen, paylaşmak isteyen yayın yapıyor. Şimdi güçlü bir solukla, heyecanla yayın yaşamını sürdürüyor. Bir dergiyi dergi yapan salt yazarları değil, okurlarının da kalitesidir. maviADA sayfalarında 10.000'den fazla üye var, derginin yazarları da ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar, her hafta yazılarını düzenli yetiştiriyorlar. Bu yazıların paylaşıldığı sosyal sitemiz ADA GÜNLÜKLERİ 4000 ve maviADA Dergi grubunda ise 700 üye var. Ana facebook sayfamız Mavi Ada ve Mavi Işık ta ise 7-8 000, ya bizim sayfalarımızdaki okumuş, yazmış arkadaşlarımız? Yine de maviADA okurlarının sayısını ve yorumlarını görmek pek olanaklı değil. Bazı beğenileri görebiliyoruz. Sağolsunlar, kimseyi düşünmek, okumak, yazmak ilgilendirmiyor sanki. Belli ki yaşanan sıkıntıların da etkisi var bunda. İnsanların büyük yüzdesi ekmek derdinde. Beğeniler çoğu üç dört kişide kalıyor, olanlar da gerçekten bir beğenmeyi belirtmek için mi, yoksa ayıp olmasın, benim yazım da beğenilsin diye mi yapıldığını anlamak zor. Hoş bazen yazının yazarının bile beğeni koymadığını düşününce... Yorum yapmak daha belirleyici olabilir. maviADA Dergisi’nde hemen her türde yazı yazan yazarlarımız var. Şiir, öykü, anı, masal, fabl, söyleşi, deneme, fıkra, makale, eleştiri, gezi yazısı, biyografi bu türlerden bazıları. Bazen de yazarlarımızın çıkmış kitapları, elektronik kitap biçiminde sizi bekliyor olabilir. maviADA’da toplum yaşamının her alanı ve kesitiyle ilgili, insana dokunan- yazılar yer alıyor. Toplumbilim, kültür, sanat, edebiyat, çevre… ele alınan alanlardan bazıları. Yeni dönemde hukuk yazılarımız da var. Ayrıca söyleşiler, özel günlerde, anılası kişilerle ilgili alıntılar, çalışmalar, yorumlar da yapılıyor. maviADA Dergisi yazarları dil ve anlatım konusunda da oldukça titiz davranıyorlar. Dergi okurlar için adeta bir dil okulu, yazarlık atölyesi niteliğinde. Üyesi olsun olmasın her yeni yazara her kültür sanat etkinliğine umut olmaya çalışan maviADA dergisi kitap tanıtımlarını ücretsiz yapıyor, etkinliklerinizi duyuruyor, yazılarınıza yer veriyor. Üyelerinin sosyalizasyonuna da değer veren maviADA toplu etkinlikleri bu anlamda önemsiyor. En son etkinliğini 2020'de Yalova'da yapan dergi pandemi döneminde bu anlamda geri kaldı. Yine de 2023 Eylül'ün de üyelerinin yeni çıkan kitaplarıyla kitap fuarlarında yer alışıyla yeniden herkesi bir heyecan sardı. - Organizasyonunu Şenol Yazıcı'nın yaptığı, moderatörlüğünü Fadime Y. Karoğlu'nun üstlendiği maviADA 2020 Yalova Etkinliği- Kişilerin ve derginin de tanıtımına katkısı olan yeni etkinlikler planlamalı. Bu amaçla ortak kitap şeklinde yıllık dergimizi de yapmalı, fırsatları değerlendirerek dergiyi tanıtmalı, okur ve yazar sayısını arttırmalıyız. maviADA, okurlar için bir okul olmanın yanında “okuyucu adası” olmalıdır. Yeni yayın döneminde maviADA’ya emek veren yönetici ve yazarların yüreklerine, ellerine sağlık ve güç, kalemlerine kuvvet, okurlara bol okumalar dilekleriyle… Fuat ÖZGEN 13 Ekim 2023 Yalova

bottom of page