top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Nazilli Cumhuriyeti

    Zeki Sarıhan ... Türkiye Cumhuriyeti 98 yaşına basıyor. Bu vesile ile Bütün Dünya Dergisinin Ekim sayısında yayımlanan aşağıda nakledeceğim olayı okumaktan memnun olacağınızı umarım. 1919 yılının mayıs ve haziran ayları. Aydın yöresinde Kuvayı Milliye çeteleri kuruluyor. Bunun için çabalayan bazı subay ve siviller, Kuvayı Milliye birliğinin komutanlığına Demirci Mehmet Efe’yi uygun görüyorlar. Binbaşı Hacı Şükrü Bey, aynı zamanda bir Nazilli Cumhuriyeti kurulmasını, Demirci Efe’nin de bu cumhuriyetin başına geçirilmesini öneriyor. Hacı Şükrü Bey, inatçı, atılgan ve pervasız bir subaydır. Demirci Mehmet Efe’nin güvenini kazanmıştır ve ona danışmanlık da yapmaktadır. Şükrü Bey, vali, kaymakam, bucak müdürü gibi yöneticilerin Millî Kuvvetleri karşılarına almalarına ve Hürriyet ve İtilaf Partisi taraftarlarıyla işbirliği yapmalarına fena halde sinirlenmektedir. SARAY GERİCİLİĞİNE KARŞI CUMHURİYET Bütün çabalarına rağmen ikiliği ortadan kaldıramayınca Demirci Mehmet Efe’nin etkisinden yararlanarak Nazilli’de cumhuriyet ilan edilmesini iyiden iyiye kafasına koymuştur. Türkiye devletinin adı ancak 29 Ekim 1923’te Türkiye cumhuriyeti olacaktır ama Türk aydınları 1919’da da cumhuriyet düşüncesine yabancı değillerdir. Zaten 1789 Fransız İhtilali’nden beri cumhuriyet yönetimleri dünyanın her tarafında kurulmaktadır. Bu düşünce Türk aydınlarını da etkilemiştir. Daha İkinci Abdülhamit zamanında Mithat Paşa, cumhuriyet idaresi kurmaya niyetli diye suçlanmıştır. Türkler tarafından 1876’da Meşrutiyet ilan edilerek cumhuriyete doğru bir adım atılmış, 1908’de İkinci Meşrutiyet Devrimi’yle cumhuriyete gidiş hızlanmıştır. Türkler tarafından ilk cumhuriyet de 1916’da Batı Trakya’da kurulmuştur. Bugünkü Türkiye topraklar içinde gene Türklerin kurduğu ilk cumhuriyet de 1918’de Kars’ta Güneybatı Kafkas Hükümeti’dir. Zaten 1917 Bolşevik devriminden sonra yıkılın Çarlık idaresinden ayrılan ülkelerde hep cumhuriyetler kurulmuştur. Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan bunlardandır. 1920-1922 yılları arasında İç Ege’de Demirci Akıncıları Yunanlılara karşı çete savaşı yürütürken Yunan komutanı bu yönetimi bir cumhuriyet olarak nitelemiştir. CUMHURİYETİN VAKTİ ÇOKTAN GELMİŞTİ Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya’da, Bulgaristan’da, Macaristan, Avusturya’da da cumhuriyet ilan edilmiştir. Türkiye’nin çevresinde olup bitenler elbette gözleri ve kulakları dış dünyaya açık Türk aydınlarının dikkatinden kaçamazdı. Ama İstanbul’da hâlâ bir padişah vardı. Onu devirmek için bir devrim yapmak gerekirdi. Kurtuluş Savaşı işte bu devrimin yerine geçecektir. O hem istilacılardan, hem de padişahtan kurtulmayı sağlayan bir devrim olacaktır. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1919’da Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Bey’in not defterine savaştan sonra yapılacak işlerden biri olarak cumhuriyet ilan edileceğini yazdırabiliyordu. Sivas Kongresi’nin seçtiği Heyeti Temsiliye 1919 yılı sonunda Sivas’tan Ankara’ya gelirken uğradıkları Hacıbektaş’ta, Bektaşi babası, Mustafa Kemal’den cumhuriyet ilan etmesini istemesine bakarak cumhuriyet düşüncesinin halk kitlelerine doğru yayıldığını kabul edebiliriz. 23 NİSAN 1920 MECLİSİ CUMHURİYETİ İŞARET EDİYORDU 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi de gerçekte bir cumhuriyetten başka bir şey değildir. Seçimlerle oluşmuş bu Meclisin başında artık bir padişah yoktur. Padişah İstanbul’da başka bir hükümetin başındadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstanbul’daki zaten tanımadığı padişahlığı da 1 Kasım 1922’de kaldıracaktır. Şimdi sözü yeniden Nazilli Cumhuriyeti’ne getirebiliriz. Binbaşı Şükrü Bey, Demirci Mehmet Efe’ye şöyle diyormuş: —Efem, Aydın çevresinin kurtarıcısı sensin. Sen burada hepimizin başı, kumandanı, başkanısın. Daima da öyle kalacaksın. Burada efeler teşkilatını kurma zamanı geldi. Ben sana danışmanlık ederim. İstediğin, beğendiğin, namuslu, çalışkan, mert adamları toplar, yeni hükümeti kurarsın. Bundan başka düşmanı buradan atmanın yolu yoktur. Hacı Şükrü Bey, bu düşüncesini bir yandan Demirci Mehmet Efe’ye aşılarken diğer yandan 57. Tümen Komutanı Albay Şefik Bey’e şaka yollu fakat her halde onun tepkisini ölçmek için: — Cumhuriyet ilan edeceğim! demektedir. Şefik Bey, halkın buna henüz hazır olmadığı kanısındadır. Bu nedenle Hacı Şükrü Bey’i bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışır. Fakat Hacı Şükrü Bey, Demirci Efe ile yalnız kaldıkları zamanda ona Cumhuriyet düşüncesini aşılamaktan geri kalmaz. Demirci Efe, bu düşünceye yatkındır, fakat onun ayrıca danışması gereken biri vardır: 57. Tümen Komutanı Albay Şefik Bey. Şefik Bey ona: —Bu düşünce bütün Anadolu’nun düşmanlığını üzerimize davet etmek olur, diyerek Efe’yi bu düşüncesinden vazgeçirtir. "AMAN DİKKAT! CUMHURİYET YAPACAKLAR!" Yerin kulağı var demişler. Bu cumhuriyet niyetleri açıktan açığa dile getirilmese de Nazilli’de bulunan Hürriyet ve İtilaf Partisi taraftarları, Damat Ferit Paşa’ya Aydın Cephesi’nde cumhuriyet kurulacağı bilgisini ulaştırmışlar. Akla gelebilecek bir sorunun yanıtını da verelim. İlan edilmesi önerilen cumhuriyetin başına niçin bu öneriyi yapan Hacı Şükrü veya elinde bir miktar kuvvet bulunduran Albay Mehmet Şefik Bey değil de Demirci Mehmet Efe geçirilmek istenir? Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan facialar nedeniyle halkta askerlerden uzak durma ve onlara güvensizlik düşüncelerini doğurmuştu. Bu nedenle kumandanlar, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında ön plana çıkmamayı tercih etmişler, sivilleri öne çıkarmışlar, onları arkadan desteklemişlerdir. Savaşın başlangıcında işgallere direnme işini büyük ölçüde gönüllü kuvvetler üstlenmiştir. Demirci Mehmet Efe, Nazilli çevresinde tanınan ve kuvvet sahibi bir sivildir. Bu nedenle onu cumhurbaşkanı yapmak istemiş olabilirler. Cumhuriyetin ilan edilişinin 98. yıldönümünde Demokratik Cumhuriyet mücadelemizin başarıya ulaşması için çaba gösterelim. Kaynak: Bilal Cura, “Demirci Mehmet Efe’nin Nazilli’de Kuvayı Milliye Faaliyetleri”, Millî Mücadele’de Nazilli Cephesi ve Önderleri, 2. Baskı, İstanbul 2007, Aydın İli ve İlçeleri Kültür ve Eğitim Derneği Yayını, s. 117-118. (27 Ekim 2011) zekisarihan.com

  • GENÇLİĞE HİTABE

    19 Mayıs 1919 tarihi, yok edilmeye çalışılan bir toplumun, ulus olmaya yönelik olarak alın yazısını değiştiren, geleceğine ışık tutan ve tam bağımsızlığını kazanma yolunda atılan milli mücadelenin başladığı tarihtir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın tarihini ve Atatürk’ün Türk Milleti için yaptıklarını hepimiz biliyoruz aslında. Ama bazı şeyleri bilmek yetmez, özellikle bazı dönemlerde onları hep canlı tutmak, yaşamak ve yaşatmak gerekir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk: 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında: “Büyük Nutuk”unu okurken; sonuç bölümünü, anlattıklarının bir özeti olarak “Gençliğe Hitabe” şeklinde bitirmiş ve vatanı gençliğe emanet etmişti. Bu emanete sahip çıkmak, yaşananları ve yaşadıklarımızı unutmamak için bir kez daha hatırlamak istedik Gençliğe Hitabeyi. CUMHURİYETİMİZİN 100 YILI KUTLU OLSUN *** Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve hârici bedhahların olacaktır. (bedhah: kötülük isteyen, kötü kişiler, düşman) Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! (şerâit: koşullar) Bu imkân ve şerâit, çok nâ-müsait bir mahiyette tezahür edebilir. (nâ-müsait: uygun olmayan, elverişsiz) İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. (mümessil: temsilci) Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. (Cebren: zorla, zorbalıkla, bilfiil: gerçek anlamda) Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. (gaflet: boş bulunma, dalâlet: sapkınlık, doğru yoldan ayrılma) Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. (müstevli: yayılımcı, emperyalist, tevhid: birleştirme) Millet fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. (fakr u zaruret: Yoksulluk ve çaresizlik) Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! (Mustafa Kemal Atatürk) MUSTAFA KEMAL ATATÜRK * Düzenleyen: Nurten B. AKSOY

  • Love Story

    yukarıdaki fragmanı sevmişseniz şimdi yandaki resme TIKLAYIN Reklamları can sıksa da,tıklamakta inat ederseniz, 3 reklamdan sonra TÜRKÇE DUBLAJ olarak açılıyor.... * LOVE STORY...- AŞK Hikayesi -1970 ABD yapımı ROMANTİK - DRAMATİK Özgün adı LOVE STORY olan film Kasım 1971'de Türkiye'de de gösterime girmiştir. Film birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de gişe rekorları kırmış, haftalarca gösterimde kalmıştır. Özgün senaryosunu Erich Segal'ın yazdığı filmi Arthur Hiller yönetmiş, önemli rollerinde Ali Mac Graw, Ryan O'Neal, Ray Milland ve Tommy Lee Jones oynamışlardır. Filmin unutulmaz tema müziğini FRANCİS LAİ bestelemiştir ve bu çalışması ile 1971'de En İyi Orijinal Müzik Akademi Ödülü kendisine verilmiştir. Bu aynı zamanda filmin aldığı tek OSCAR ödülüdür. Film 6 dalda daha Oscar'a aday gösterilmişti. Köklü ve zengin bir aileden gelen Oliver Barrett IV (Ryan O'Neal), aile geleneğini devam ettirerek kendisinden öncekiler gibi Harvard Üniversitesi'nde hukuk okumaktadır. Bir gün Radcliffe Kolejinde müzik öğrencisi olan işçi sınıfından Jennifer Cavalleri (Ali MacGraw)'ye aşık olur. Çift evlenmeye karar verir, ancak Oliver'ın babası Oliver Barrett III (Ray Milland) bu evliliğe onay vermez ve oğlunun harçlığını keser, ayrıca onu mirasından da mahrum edeceğini söyler. Oliver'ın babasının maddi desteği olmadan Harvard'a devam etmesi çok zordur. Hayata sıfırdan başlamak zorunda kalan yeni evli çift Oliver'ın okul masraflarını karşılamak için farklı işlerde çalışmaya başlarlar. Bu arada çocuk istedikleri halde gebe kalamayan Jennifer'in yapılan tetkikler sonucunda lösemi hastası olduğu anlaşılır. VEE... BU FİLMİN UNUTULMAZ MÜZİĞİ ...SHIRLEY BASSEY SESLENDİRİYOR... TEK PARÇA filmi maviADA FARKIYLA İZLEYİN...

  • Muhteşem Bir YARINın Miladı

    Nasıl başladıysa öyle; şevksiz, heyecansız , öyle de bitti seçim. Sonucundan da bir şey anlamadık, anlamlandırmaya uğraşıyoruz. Çok da gerekli sanki. Kim kazandıysa kazandı... Yarın eski seçkinlerin yanına irili ufaklı birkaç yeni seçkin daha eklemiş olacağız. Dün giymeye pantolonu olmayanların, yarın yatlarının katlarının, ayakkabılarının ve kutularının hesabını yapacağız, hepsi bu... Bırak seçilmeyi, seçilen uzak bir akraba tanıdığı bile olmayan 80 milyon, ne oluyor size ya? Ki bir şey de olmadı zaten. Son sayımda 82 milyon demişlerdi ya nufusu, işte bu nufusun 2 milyonu aday ve yakınları ve onlardan beslenenler iyi gürültü kopardı, biz de eski alışkanlık kaptırdık kendimizi sürüye. Bizi ilgilendiren ne peki? Bu seçim ülkemizin tarihinde olumlu bir milat olur mu? O işte... Bana kalsa çok bir şey değişmez, daha iyisi ellerinden gelse 16 yılda yaparlardı. Ama bana kalsa... Ben zaten arızalıyım. Beni yönetecek olanın seçkin, benden bilge, hatta filozof, hatta aristokrat insanlardan olmasını isterim, en bilgesinin de başkan. Yani ütopik... Oysa bizimki gibi seçimler en iyiyi seçmek için yapılmaz, örneği, benzeri çok olanı seçmek için yapılır. Rüya görmemeli, AKPnin çizdiği profilin benzeri daha çok bu toplumda, önce onu görmeli. Kimseyi "uzay, kuantum, bilim, sanat," heycanlandırmadı, ama "kek ve yuvarlanacak çimenler,"sevimli gözüküyor. Akledip "bedava halk plajlarını" biri vaat etseydi, gör sen... Yani bizimki demokrasi... Çok sesli, çok özgürlüklü... Herkesin özgür olduğu ortamda beklentiler, çarpacak çok fazla sınıra sahip demektir. Yine de enseyi karartmadan iyi, güzel düşünmek lazım. Derler ya olacak dersen olur... Sonuçta herkesin yakındığı iktidar, vaatleriyle gene herkesi ikna etmeyi başarmış ve oyları toplamıştı. Ya da halk ne dolara, ne işsizliğe, ne soğana... aldırmamıştı. İşin doğrusu yaygın halk kitleleri, AKPnin tabana yaydığı sosyal hakları, ekonomik kazanımları, var sayılmayı sevmişti, bu nedenle aksayan yanları, sıkıntıları da görmezden gelmiş, katlanmaya hazırım demişti. Muhasebesini yerel seçimlerde görürüz. Dip dalgası beklenen SAADET Partisi dalgaya dönmeden dipte kaldı. Yine de üç milletvekillini meclise sokmayı başardı. Süpriz yapacağı umulan İYİ Parti meclise girmeyi başarmıştı ama öngörülen başarıyı da yakalayamadı. Çok engeli aşarak katıldığı seçimde iddialı bir beklentiyle yükseltilen Akşener, görünen kadınlardan da destek alamadı. Oysa Türkiye'nin vitrininde bir kadın cumhur hoş durabilirdi. Bitti denilen MHP de dimdik ayakta, hem de safra atmış bir vaziyette... AKP dayanışması işe yaradı, anlaşılan partinin kaybettiği puan MHP'ye kaydı. Hem de destek ve denetleme göreviyle... Destek anlaşılır da denetleme?.. Gerçi Bahçeli bakarsın o denetlemeyi de en iyisinden yapar, hepimizi utandırır. İnşallah diyelim. Bir umuda öyle ihtiyaç var ki... Öteki Cumhurbaşkanı adayları da yüzde onu bile bulamayınca sosyal demokrat CHP adayının %30'u gurur okşasa da işlevsiz kaldı. Bizse hala ayılamadık, bir yana ülkenin ekonomik halini koyuyoruz, öte yana muhalefet adayının mitinglerindeki meydanlara sığmayan kalabalıklarını düşünüyor, bu sonuç nasıl oldu diyoruz. Öyle ya kedi buysa, et nerde? Halkın ilgisini çekmeyi başardılar, ama o kadar kaldı. Dinlediler ama sonuçta yeni bu, ne çıkar kimbilir dediler, herhalde... Rahmetli Osman Bölükbaşı'ya da öyle yaparlardı: Güzel anlatırdı. Herkes gelir dinler, ama kimse oy vermezdi. Şimdi CHP herzamanki gibi seçim sonuçlarıyla başkan yemeye uğraşıyor. Oysa Ekmellettin İhsanoğlu bu kadar çırpınmadan bile %38 almıştı. Çatı aday filan dersiniz şimdi... İyi düşün MHP oylarını... Bıraksak mı kendimize yalanı? Allahtan HDP barajı aştı, muhalif destek oylarıyla... Yoksa Demirtaş gibi %8'lerde kalsaydı o da, milletvekilleri AKPye yazılacağından hükümet, destek ve denetlemeye ihtiyaçsız tam hükümet olacaktı. Ne değişti o zaman? Bunun yanıtı herhalde kışın görülecektir. Doğrusu insanın canı, ne seçimden, komplo teorilerinden, oyunu artıran partisinin cumhurbaşkanı adayına gittiği yorumlanan bir sözle " koltuk düşkününü sevmem" diyerek tavır koyan, ama kendisi tüm başarısızlığına karşın her sabah, her akşam koltuklarını "ictima"ya çıkarıp sayan parti başkanından, ne de ülkenin dehşetli kopacak fırtına toplayan ekonomi havasından söz etmek istiyor. Herkesin konusu oyken, sen aşktan, edebiyattan söz edemezsin ya. Ayrıca, nasıl 60 milyon oy birkaç saatte sayılıp dağıtıldı anlamasak da kafa göz yarılmadığına göre kabul etmeli ki ülke tarihinin en medeni geçen seçimlerinden biri de gerçekleşti, hem de görülmemiş bir katılımla. Yani halk anladı aslında: Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimiydi bu; parlamenter düzeni terk ettik, başkanlığa geçtik... sen hiç mi değinmeyeceksin? Bir şeyler yazmalı... Sahi öyle oldu değil mi? Kabul etmeli ciddi bir riskti. Bunca sorunun ortasında, hele yeni seçime onca zaman varken seçim kararı iktidar için risk, ama görünen büyük bir siyaset mühendisliğiydi. Bu "siyaset mühendisliği" yeni bir deyiş, iyi de tuttu. Ne var ki ben olan bitenin onun eseri olduğunu hiç sanmıyorum. MHP'nin bu sonucu alacağını kimse öngöremedi çünkü. Bu da işi bitirdi. İyi partiyi de meclise soktu seçmen, onu da... Aynı mecliste iki milliyetçi misyonlu parti, toplam %21-22 oyla... Benzer anlayışı da barındıran HDP'yi de sayarsak %33, ne oluyorsa?... Başkanlığı getirirsek sorunları ancak hallederiz diye erkeninden yapılan seçim, kimbilir kaç milyara mal oldu zaten açık veren bütçeye, yani zavallı halka? Devlet dediğin maddi yönden halkın parasıyla ayakta durur. Yoksa seçim vaatlerinde tüm vergileri de kaldırdık söylemi de olurdu. Olsun, ne önemi var, nur topu gibi başkanlığımız var. Çözülmeyen bütün sorunlar çözülecek, ırmaklardan süt, gökten dolar ve soğan yağacak... 16 yıldır çoğunluk ellerindeyken neredeydiler, diyerek nifak sokma, boyacı küpü mü bu, önce yağmur toplamalı... 23'ü bekle, olmadı 53'ü bekle...71 olmaz mı? Bir gün olur... Muhalefet adayları sevinmeli, kazansalardı asla çözemezlerdi; bu enkazın altından ancak faili çıkar, o da belki... Çıkamazsa yeni bir senaryoyla yeni seçimler yaparız olur biter. Bu hep böyle olmadı mı? Öyküler geliyor aklıma, ilgili ilgisiz... Umut ve vaatlerle yapılan seçimler, eli böğründe kalan vatandaş... Boşver öyküleri, bırak soyağacına bakmayı, düşün az yeter, atı alan Üsküdar'ı geçti bile, sonuçta biz Adem'den kardeş değil miydik? Hava da anamız... Habil Kabil'i anımsatma şimdi... Olumlu bak... Partilerimiz de öyle, hepsi aynı kökten değil mi? İttihat ve Terakki... Yoksa sen Kurtuluş Savaşının "Galip Hocası" Celal Bayar'ın İttihat ve Terakki'den gelerek 15 yıl CHPli, 1940'larda çok partili rejime geçilince Demokrat Partili olduğunu bilmiyor muydun? İthal edilip ülkeye getirilmiş sonra da parti kurup Paşa'yı koltuğundan indirdiğini mi sanıyordun? 1937'de yani Atatürk döneminde Bayar başbakan oldu, Atatürk ölüp de yerine İnönü geçince doğal olarak istifa etti, ama İnönü sürdürmesini istedi. İnönü cumhurbaşkanı, o başbakan olarak birlikte çalıştılar. Hepsi yetenekli, yurdu için savaşmış, emek vermiş insanlar, elbette semeresini de görmek ister; ama taht bir tane, liderlik tek, geriye tek seçenek kalır, ayrıl ve ortam müsaitse çoğunluğu sağla ve sen iktidar ol. Sonra Bayar, yeni bir parti kurdu, İnönü'yü tek adamlıkla eleştirip iktidar ve son tek adam oldu, on yıl başüstünde taşıdılar partisini, sonra da astılar. Öyle deseler de kanma; halk asmadı hoş. Başka bir iktidar heveslileri yağlı ipi çekip, biz daha iyisini yaparız deyip...yaptılar. Halk figüran... İktidar güçlü bir karizma ama aynı zamanda dikenli yol… Demokrasinin böyle bir güzelliği var: O ortamı yaratır, olanağı verir, işine gelmeyen de onu indirmeye uğraşır. Sonra eşyanın doğası, o da parçalanır ya da çoğalır ya da ürer, her kardeş aynı mı? Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Nizam, MHP, Halk Partisi, DSP, ANAVATAN, AKP... daha onlarcası, kimler geldi kimler geçti. Belki gözü başka renk, dünyaya bakışı başka, çözüm önerileri başka... Ama tek ortak yan var; hepsi aynı kökten geliyor, hepsi kardeş... Hepsi CHPnin çocukları... Hepsi de yasalardan güç alarak kuruluyor, devlet ve vatandaş desteğiyle büyüyor, senin benim vergimle seçimlere girerken devlet desteği alıyor, maaşlarını yine devletten alıyor, bir seçilirse harika bir emeklilik onu bekliyor, kimi muhalefette kalırken kimi yönetici seçiliyor, vatandaşı iyi yönetsin diye haklar ve yetkilerle donatılıyor. Yani hepsi meşru, hepsi kardeş... Peki bazıları nasıl üvey kardeş yapılıyor dersen çok basit: Kazanmak ve yönetici olmak için... Çünkü yönetmenin paradan öte dayanılmaz bir karizması ve sınırsız olanakları var... Onca stresine karşın politikacılar neden uzun yaşıyor diye, bir düşünsene... O zaman ötekini ne kadar karalarsa, seçecek kitleye o kadar iyi görünecek. Yani bütün tiyatro bu: Yoksa al birini vur ötekine... Boşversene ne dediğine: Ne yaptığına bak, ne yapabileceğine, liyakatına... Konumuz demokrasiyse bu ülkede 80 milyon insan varsa, 80 milyon farklı düşünce ve parti olması bile doğalken o kötü, bu makbul ne demek? Meclis niçin? Adam sokakta olay yaratmasın, gelsin tartışsın, öğrensin, öğretsin,diye… Meclis maarif mektebi mi, herkes aynı ağızdan konuşsun? Karalama niye? Ortam demokratik, medya tarafsız, uygulamalar şeffaf ve halk uyanıksa, bu karalamalara hiç bakmıyor, çünkü doğru bilgilenmiş, yaptığına yapacağına bakıyor. Ama değilse ortamı şaibeler, söylentiler, karalamalar kaplıyor. Yazık ki bizim ülkemizde de hala etkili oluyor. Geçmiş dönemlerde bir fısıltıyla, tek duyumla olan katliamları anımsa... Bir koltuk için yapar mı deme, yapar mı yapar... Hem de kardeş mardeş bile bakmaz... Ne var ki yapabilmesi için sen bir sürüye dönmelisin, inisiyatifsiz bir sürü... Takılıp kalma... Birilerinin de istediği bu; kamplaştırmak, fanatik taraftarını yaratıp kendi parsayı toplarken seni derde sokmak. OYun var, iyi düşün, tercihini yap kullan, gerisine bakma. Yarın CHP de başka parti doğurur, AKP de... Kim ölümsüz ki? Hayırlı olsun de geç... * Anlamaya, çözmeye, doğruyla yanlışı ayırt etmeye, doğru tavrı belirlemeye bazen ne akıl yeter, ne sezgi. Sürü seni sel gibi sürükler. Ama bir şey var ki seni kurtarabilir, akıl yürütmen, yani fikrin... Hiç önemli değil, bu iktidarla da olur diyebiliriz. Bize ne, el alemin yönetme aşkı, kim olursa olsun demek zor değil; Ahmet, Mehmet... Yeter ki bizden topladıkları vergilerin hakkını versinler, günümüzü güzel ve güvenli yaşatsınlar, geleceğimizi güzel kurgulasınlar, hepsi bu... Yapmazlarsa bir dahaki seçimde biz onları indirmeyi biliriz. Yani bilirdik diyelim... Bunu anlamak o denli zor mu? * Geçen 100 yıla bakınca seçimlerde hayli zorlanmışız. Kubbede hoş bir seda bırakan çok insan yok... İyiler kadar basiretsiz ya da kindar ya da gözü aç kişiyi bizi yönet diye seçmişiz. Ya da iyi başlamışlar ama ardı öyle gelmemiş... Hadi kurtuluş ve kuruluş yılları fedakarlık yıllarıydı, katlanmamız gerekliydi, ya sonra?.. Birileri alabildiğine zenginleşirken, geniş kitleler ya masallarla avuntuda ya da hep zorda... İnsanız sonuçta; hata da bizim... Bakarsın artık bakış değişir. Bakarsın dolacak havuzu kalmamıştır kimsenin ya da dışlanmıştır öyleleri, herkes dersini almıştır; halkının yaşam standartlarıyla, inançlarıyla uğraşmaktan vazgeçer ve bir yerden başlar iktidar... Çağdaş, özgür bir ülke için emek verilir. Hem Cumhurbaşkanı da öyle demedi mi? “Yeni dönem, daha fazla demokrasi dönemi, daha güçlü hukuk devleti dönemi olacaktır. Daha geniş özgürlük dönemi olacaktır. Yargının daha bağımsız hale geldiği bir dönem olacaktır.” Her şey geride kaldı, vakit tamam, yeniden başlıyoruz... Güzel günler göreceğiz çocuklar. "Motorları maviliklere süreceğiz..." Şimdi olur mu? İçişleri bakanı olarak dikkate almanız gereken kişinin, şehit cenazelerini CHP'ye yasaklayan çıkışına, MHP'nin 70'e yakın gazeteciyi isim isim "husumet besleyenler" diye duyuran gazete ilanlarına bakınca...ne bileyim, kolayca olur diyemiyorum. Hele 16 yılda gelinen nokta düşündürüyor, yine de umudu yitirmeyelim. Sonuçta bir yıl sonra yerel seçimler var, şimdi halkın verdiği oy da ortada, umdukları gibi değil, halk onlara kendi denetmenlerini de yarattı; artık koalisyon dönemi. Başkanlık sistemi belki biraz tolere eder, ama çatlak sesler başlarsa... Hem istedikleri her türlü yetkiyi, gücü, başkanlık da dahil bu toplum onlara verdi, artık sığınacak bir bahane, talep edecek ek bir güç kalmadı. ANAP'ın en güçlü döneminde sarsılışı 1989 yerel seçimleriyle başladı. Halkın tokatı hiç belli olmaz. Başarı şımartırsa dönüşümsüz bir yenilgiye dönebilir. Akıllı olmalı... Neyse iyi bakalım, İYİ OLSUN... Bakarsın bu ilkyaz dersini almış, olgunlaşmış güçlü bir iktidarın ellerinde gelişen muhteşem bir YARINın miladı olur.

  • "Yarın Cumhuriyeti İlan Edeceğiz.”

    “Efendiler! Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.” 28 Ekim 1923 Mustafa Kemal Atatürk Ulu Önder Atatürk bir gün öncesinden böyle diyordu. Turgut Özakman ”Şu Çılgın Türkler” isimli kitabında CUMHURİYETİN DEVRALDIĞI MİRAS'ı şöyle anlatır: 13 milyon nüfus, ilkel bir tarım, sıfıra yakın sanayi, madenlerin çoğu, limanlar ve var olan demiryolları yabancı şirketlerin yönetiminde. 153 ortaokul ve lise, sadece 1 üniversite var. Halkın sadece %7 'si okur-yazar, bu oran kadınlarda %1 bile değil. Ortaokullarda 543, liselerde sadece 230 kız öğrenci okuyor. Ekonomik bakımdan yarı sömürge. Kişi başına gelir 4 lira, kişi başına ortalama kamu harcaması 50 krş. Altyapı her alanda yetersiz. Bilim hayatı ve düşüncesi yok sayılacak düzeyde. Anadolu araştırmayan, nakilci ve yetersiz medreselerin elinde. Her yanında tarikatlar, tekkeler ve dergahlar. Yasalar çağın gereklerinin gerisinde. Kadınların ilke olarak toplumsal hayatları ve hiçbir hakları yok. Kadınlarında bir gün erkekler gibi doktor, mühendis, belediye başkanı, avukat, milletvekili, bakan olabileceklerini hayal etmek bile zor. Ne seçme hakları bulunuyor ne seçilme. Kısacası vatandaş sayılmıyorlar. Ülke neredeyse bütünüyle pek çok alanda ortaçağı yaşıyor. Yokluklardan var olan bir ülkenin var oluş gününde Başta Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu vatan için canını veren tüm şehitlerimize saygıyla...

  • BİZİM CUMHURİYETİMİZ

    Dede sevimliliğinde Ana baba sevecenliğinde Can arkadaş dostluğunda Erdemde, hakta, hukukta, adalette Özgürlükte, bağımsızlıkta, eşitlikte Seçmede, seçilmede Siyasette, ticarette, yaşamda Geleceğe bakışımızda Bilgemiz, öznemiz, özümüz, güvenimiz Tutunabileceğimiz tek dalımız Peteğimizdeki has balımız Yaş aldıkça gençleşenimiz Gönlümüzdeki ulusal sevgimiz Cumhuriyetimiz!!!

  • NUTUK'U OKURKEN

    Atatürk ile ilgili okumalar yaptıkça onun yüceliğine yeniden, yeniden şahit olurken hayranlığım artıkça artıyor. 1919 koşullarını anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır: Dağıtılmış, silahları elinden alınmış bir ordu, her şeyi ile çökmüş bir devlet, Sürekli savaşlarda yenilen bir ordunun bağrından çıktığı milletin durumu. Toptan iflas etmiş bir devlet aygıtı ve özgüvenini çoktan kaybetmiş, ondan bundan medet uman bir yönetim erki! Saltanat makamı İngilizci, İttihatçı Enver ve Cemal Paşalar Almancı, Damat Ferit İngiliz’den çok İngilizci, az çok mürekkep yalamış aydınları Amerikancı, İstanbul’da, Anadolu’da olan bitenden haberi olmayan halk! Osmanlı’nın Birinci Paylaşım Savaşı’na girmesi maceradan başka bir şey değildi. Savaşın sonunda müttefiklerimizle birlikte yenildik ve önümüze koyulan Mondros silah bırakışması, akabinde “imzala” diye dayatılan adına barış antlaşması denilen Sevr! Mondros Silah bırakışması ve Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın tükenişinin belgeli, tescilli yok oluşudur. Mondros’u Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzalamış. İtlaf devletleri her şeyi o kadar bilinçli icra etmişler ki şeytan bile şeytanlığından utanır. Anlaşma Limni Adası’nın Mondros Limanına demirlemiş Agammenon zırhlısında imzalanmış. Agammenon adına dikkat çekmek lazım. “Agammenon” Akalarla, Ispartalılar arasındaki savaşta, Aka kralının adıdır. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlıları denize döktükten sonra “Hektor’un öcünü aldım,” demesi Mondros’a bir göndermedir. Bu, tarihi doğru okumanın, doğru anlamanın fiiliyatıdır. Türk tarihini çok iyi bilen Mustafa Kemal, şimdi yerlerinde yeller esen “Sümerbank ve Etibank” adlarını Türkiye Cumhuriyetinin kalkınmasının motor gücünü meydana getiren işletmelere vermesi bir tesadüf değildir. 19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal, Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkar. Görevi özellikle Trabzon ve Samsun çevresinde Rum halkına karşı başlatılan tedhiş hareketlerini önlemektir. Fakat o, önlemek şöyle dursun İşgale karşı halkı örgütlemeye başlar. Bu durum Saray’ın hoşuna gitmez, geri çağırır; fakat Mustafa Kemal kabul etmez bunu, İstanbul’dan ayrılalı daha 53 gün olmuştur. Emre uymadığı gerekçesiyle Vahidettin’in buyruğu ile görevine son verilir, bütün yetkileri elinden alınır ve Dürrizade Abdullah Efendi’nin fetvasıyla gıyabında idama mahkûm edilir. “Olmazsa… Olmazdık!” Sahi olmazsa ne olurdu, nasıl bir sonuç olurdu, bugün nasıl bir coğrafyada yaşardık? Bu soruya, içinde az çok insanlık ve vicdan kırıntısı olan, akli melekelerini kaybetmemiş bir insanın vereceği cevap şöyle olmalıdır: “Biz olmazdık, Türkiye diye bir devlet olmazdı!” İşgal kuvvetlerine tam bir teslimiyet içinde olan saltanat makamı, onun yerli işbirlikçileri, aleni bir ihanetin içindeydiler… Büyük Nutuk 1919 - 1927 tarihleri arasını içine alan, söylev türünün en muhteşem örneği sayılan bir anı kitabıdır. Mustafa Kemal, yaşadıklarını, sıkıntılarını, kimi arkadaşlarının onun başarısı karşısında un ufak olan kişiliklerini, onların kıskançlık sendromunu, kaprislerini anlatmıştır. Fakat diğer yandan hemen her koşulda, onun yanında olan, İsmet Paşa’yı, Fevzi Paşa’yı devrim tarihimize altın harflerle kaydetmiştir... Mustafa Kemal’i aleni ihanet içinde olanlar, yerli işbirlikçiler yorduğu gibi, özellikle Sivas Kongresi günlerinde “mandacılar da” çok yormuştur. Onun yol haritası Amasya tamimi ile ortaya çıkmıştır: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!” Bu “tam bağımsızlık,” demektir, alınacak bütün kararların, Erzurum ve Sivas Kongresi’ndeki görüşmelerin, mihenk taşıdır. Bu şiar bundan sonra yürünecek yolun istikametini belirlemiştir. “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!” Aldığı kararlarla mahalli bir kongre olan Erzurum Kongresine 56 delege katılmışken, kararları itibariyle ulusal olan Sivas Kongresine 38 delege katılmıştır. Çünkü Sivas Kongresinin yapıldığı günlerde, gerek kongre delegeleri, gerek İstanbul hükümeti işleri epeyce çıkmaza sokmuştur. Hatırı sayıdaki delege Amerikan mandasını kabul etmemizle kurtulabileceğimizi, kalkınabileceğimizi ballandıra ballandıra anlatarak delegelerin kafalarını karıştırmıştır. Hatta bu Amerikan taraftarları, Amerika’nın Filipinleri adam ettiğini savunmuştur ısrarla. Mustafa Kemal’in çalışma arkadaşlarından özellikle Refet Bey ve Rauf Bey’in: “Biz padişahın ekmeğini yedik, ona ihanet edemeyiz, düşmanı yurttan kovduktan sonra saltanatın, hilafetin devam etmesini ısrarla dile getirip teminat istemişler. Paşa, her iki arkadaşını da çok iyi yöneterek, onları küstürmemiştir. Görüşmeler: Nutuk da dikkatimi çeken bir başka nokta, kongrelerde ve meclisteki görüşmelerde, tartışmaların günlerce sürmesi. Konuşmalara dair bir süre kısaltması olmamasıdır. Üyeler bilgi birikimlerine, konuşma kabiliyetlerine göre dilediği kadar konuşmuştur. Mesela İsmet Paşa hükümeti aleyhine verilen gensoru görüşmeleri üç gün sürmüş. Bugünkü mecliste konuşmacılara beşer dakika süre verilmesi, meclisin geldiği yeri ortaya koyması bakımından fevkalade önemlidir. Bugünkü mecliste bir kanun maddesine dair, konuşmacılar, konuşabilmek için köy çeşmelerinde su kuyruğuna giren kadınlar gibi sıraya giriyor. Ne büyükmüşsün Aziz Atatürk, yüz yıl önce bile bugünden yüz yıl ilerideymişsin. O koşullarda dahi, demokratlığın örneklerini ortaya koyarken, özgüvenin, bilgi birikiminin ne kadar yüksek olduğunu cümle alem bir kez daha görüyor. Telgraflar: Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kilometre taşlarından biridir telgraf. Makine başında anında verilen cevaplar, olağanüstü birikimin, hazırcevaplılığın ürünüdür. Mustafa Kemal’in İstanbul hükümetleriyle, kolordu komutanlarıyla, valilerle, kuvvacı arkadaşları ile olan yazışmalarında bunu görüyoruz. Denebilir ki “Kurtuluş Savaşı, savaş meydanlarında kazanılmıştır,” evet ama “telgrafları” da buna ilave edin demek lazım. Mesela yalnızca “telgrafçıları” konu alan bir sinema filmi çekilse, ne bileyim “telgraflara dair bir kitap yazılsa harika olmaz mı? Sivas Kongresinden sonra “Temsil Heyeti," 23 Nisan 1920 den sonra Büyük Millet Meclisi, 29 Ekim 1923 den sonra da, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı adına telgraflar yazmıştır. İsyanlar. Bir tarafta milli ordu kurma çalışmaları devam ederken, öte tarafta Saltanat makamının, İngilizlerin desteği ile çıkarılan isyanlar. Acı olan bu isyancıların halkın dini duygularını kullanıp din adına isyan çıkarmasıdır. Din, halkın hassasiyet gösterdiği, bir alandır. Bu alanın bezirganların eline geçmesine izin vermemek lazım. Halkımızın bu konuda çok dikkatli olması lazım. Düşünebiliyor musunuz, İngiliz senin dini değerlerine saygı gösterecek, senin dinini yüceltecek! Yani din adına isyan çıkaran bu şarlatanlara yardım edecek, aklınız alıyor mu? Mesela, Aznavur çetesinin isyanı, sonra Düzce Ayaklanması, Adapazarı Hendek Ayaklanması, Tokat - Zile Ayaklanması… Say sayabildiğin kadar, irili ufaklı yirmiye yakın isyan çıkmıştır. Milli ordu, bir tarafta Yunan’la savaşırken, bir tarafta da isyanlarla uğraşır. Bu isyanları bastırmak için milli ordu çok kayıplar vermiştir. Mesela Kerkük Musul, Misakı Milli sınırlarında olmasına rağmen, İngiliz ajanı Şeyh Sait’in çıkardığı ayaklanma neticesinde, buraların sınırlarımız dışında kalmasına sebebiyet vermiştir. Milli ordu bütün enerjisini bu ayaklanmayı bastırmak için harcadığından maalesef Kerkük – Musul sınırlarımız dışında kalmıştır. Ya Çerkez Ethem: Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç günlerinde çıkan isyanları bastırmadaki faydası yadsınamaz. Ancak ne var ki Ethem’in düzenli orduya karşı çıkması, disiplin altına girmek istememesi, kendini de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde görmesi, ulu orta İsmet Paşa ve Mustafa Kemal aleyhine konuşması, sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asacağım,” gibi ifadeler kullanması bardağı taşırmıştır. Ethem’in isyanı milli ordunun kuruluş günlerine, yani İnönü Savaşları dönemine rastlar ki bu ihanetin ciddiyetin göstermesi bakımından çok iyi irdelenmelidir. Ethem ve kardeşlerinin İsyanı bastırıldıktan sonra onun kardeşleri ile birlikte Yunan kuvvetlerine sığınması hiçbir şeyle açıklanamaz. Sonra da Ethem’in İstanbul hükümetine telgraf çekip hizmetlerinde olduğunu söylemesi alçaklıkta geldiği nokta, bir ihanetin belgeseli olarak kaleme alınacak bir durumdur. Nutuk’u okurken şuna dikkat kesildim. Her kelime yerli yerine oturmuş, kelimeler çok bilinçli seçilmiş, iddialar belgelerle desteklenmiş. Nutuk’un yazıldığı günler genç cumhuriyetin emekleme günleridir. Yapılacak o kadar çok iş vardır ki böyle 600 sayfalık belgeli bir eseri ortaya çıkarmak olağanüstü bir gayret ister. Mustafa Kemal’in otuz iki saat uyumadan çalıştığını yazar bazı kaynaklar. İnsanın aklı almıyor. Böyle bir çalışma olağanüstülükler ister. Aslında şaşırmamak lazım, o, ne sen, ne ben; O, tarih yazan, tarihin akışını değiştiren, bir lider, sıra dışı bir insan, Tanrının Türk ulusuna bahşettiği eşsiz bir kahraman! Nutuk’taki inandırıcılık, bilgi birikimin yoğunluğu ile birlikte belgeleri yerinde kullanmadaki ustalıktır. Nutuk, Türk edebiyatında söylev türünün en güzel örneği olmakla birlikte dünya edebiyatında da çok önemli bir yere sahiptir. Siyaset ve edebiyat tarihinde - günde altışar saat olmak üzere altı gün - bu kadar uzun, bu kadar esaslı hazırlanan bir söylev olduğuna dair somut bilgi yoktur. Bu kadar bilgi, belge öyle akşamdan sabaha olacak bir şey değildir. Mustafa Kemal’in dört bine yakın kitabın altını çize çize not alarak okuduğunu biliyoruz… Olağanüstü bir şahsiyetin yapabileceği bir şeydir bu. Nutuk, tür olarak bakıldığında diğer türler arasında en zor olanlardan biridir. Öğreticidir, kısa cümlelerle bir gaye için yazılır ve söylenir. Mesajın daha kolay anlaşılmasını sağlayan cümle yapısı ve ses rengi dinleyenin motivasyonunu büyütmesi açısından fevkalade önemlidir. Konunun yazılı olması, planlama açısından, konu dışına çıkmayı önler; fakat aslolan seslendirilmesidir, yani sesin kullanımıdır. İnsanları ikna etmek, örgütlemek savaşa götürmek, yani onları ölüme götürmek, öyle yüz, iki yüz kişiyi değil, binleri, on binleri… Mesela Çanakkale’de “ben size savaşmayı değil; ölmeyi emrediyorum,” demiş, mesela Ulusal Kurtuluş Savaşında: Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile sulanmadıkça terk olunamaz,” demiş! O, askerin motivasyonunu yükseltip savaşı lehine çevirmeyi bilmiştir. İşte onları ölmeye göndermenin sihri, inandırıcılıkta, ona duyulan güvendedir. Büyük Nutuk, “Maraton Nutuk,” olarak tarihteki yerini alırken bir Amerikan dergisi Nutuk’u 400.000 kelimelik mesaj olarak kayıtlara geçirmiştir. Nutuk, öğretici bir metin olmakla birlikte duygusallığı yoğun bir eserdir. Araştırmacılar, Atatürk’ün nutku okurken, o günleri tekrar yaşadığını yer yer gözyaşlarını tutamadığını yazar. Gözyaşlarını tutamaması çok doğaldır, çünkü “1919 da Samsun çıktım, genel durum ve görünüm,” Diye başladıktan sonra yaşadıklarını saat saat anlatarak, o günlere yolculuk yapmıştır: Nutku okurken aldığı ölüm tehditlerini, ihanetleri, tuzakları, kaypaklıkları, döneklikleri tekrar yaşamıştır… Cumhuriyetin yüz akı Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın şu saptamasına ben de canı gönülden katılıyorum. “Bu millet iki kitabı okuyup anlamadığı için çok hata yapıyor, çok yanlış yapıyor. Biri Kuran-ı Kerim, diğeri Nutuk. Akli melekeleri yerinde olan birinin dinini, diyanetini başkasından öğreneceğine kendi okuma zahmetinde bulunsa olmaz mı? Maalesef böyle olmadı, insanlar dinini bir başkasından öğrenmeye baktı, böylelikle dinden menfaat temin eden bezirganların tuzağına düştü Bir milletin kendi dili ile ibadet etmesinden daha doğal ne olabilir ki oysa bunlar “din elden gidiyor,” diye feveran ediyor. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine karşı çıkmanın gerekçesini akılla mantıkla açıklamak mümkün değildir. Hakiki inançlı insanlar dininin icaplarını yerine getirirken softa sınıfının, din simsarlarının oyunlarına alet olmamalıdır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda, mesela oruçlu iken denize girmek oruç bozar mı, sakız çiğnemek oruç bozar mı, kan vermek oruç bozar mı, kuaföre gitmek oruç bozar mı … gibi sayısız sorular, olacak şey mi? Bir de okullarda - yazık ki benim de içinde bulunmaktan onur duyduğum teşkilat - Nutuk’un okunması, incelenmesi konusunda akla yatkın hiçbir proje geliştiremedi; ülkenin geleceği genç dimağlara işgal günlerinden bağımsız bir devlete nasıl kavuştuğumuz anlatılamadı, ya anlatılmadı! Kurucu liderinin, tam bağımsız Türkiye yolunda bu ülke insanın yaşadıkları, çektiği sıkıntılar, özgür yaşamanın güzellikleri, bağımsızlığın erdemi çocuklarımıza, gençlerimize hissettirilemedi. Atatürk için gençlik çok önemlidir, çünkü gençlik gelecektir, özgür ve bağımsız yaşamaktır. Bakın Aziz Atatürk, Nutku şöyle bitirmiş: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur! 5 Mayıs 2021 Salihli

  • BİR KÖYDE CUMHURİYET BAYRAMI HAZIRLIĞI

    Fuat ÖZGEN * 1941 baskısı Köy Eğitmenleri İçin Öğretim Kılavuzu’nda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı öncesi yapılacak hazırlıkları okuyalım: “BAYRAMDAN BİR GÜN EVVEL YAPILACAK İŞLER Cumhuriyet Bayramından bir gün önce, yani 28 Ekim günü okulda ders okutmayacaksın. O gün okulun iç ve dışını iyice temizlet, camlarını, sıralarını ve taban tahtalarını sildir. Okulun kapı ve pencerelerini yeşilliklerle süsle. Varsa bayrak astır. Muhtarla görüşerek köy odasını da okul gibi süsle. Sonra çocukları evlerine yolla. Hemen gidip yıkansınlar, temizlesinler. Bayram için elbiselerini temizlesinler. Ertesi gün de temiz elbiselerini giyerek, saçlarını tarayarak okula gelmelerini sıkıca tembih et. Çocuklar dağıldıktan sonra köyün muhtar ve ihtiyar meclisi ile birlikte köyünüzde Cumhuriyet Bayramının nasıl kutlanacağını konuşup bir program yapın ve ona göre hazırlık yapmaya başlayın. Sen bayram günü halka okumak için bir nutuk hazırla. Bu nutukta cumhuriyetten önceki idarenin fenalıklarını, cumhuriyetin kazanılması için yaptığımız savaşları ve cumhuriyet hükümetinin yaptığı iyi işleri kısaca anlat. Bu nutku daha önceden hazırlayıp da Gezici Başöğretmene gösterirsen daha iyi olur. Köy Muhtarı bayram günü şenlik yapmak için "bütün köy halkı köy alanında toplansın" diye bekçi vasıtası ile ilân edecek. Mümkün olursa bayram için bir de davul zurna veya çalgı temin edecektir.” Cumhuriyet Bayramını bir köyde bile, her olanağı kullanarak kutlamak neyi gösteriyor? Cumhuriyet’i kurtuluş olarak gördüğümüzü, onu sevip benimsediğimizi, ona sımsıkı sarıldığımızı, onunla mutlu olduğumuzu, “Kimsesizlerin kimsesi” olduğunu bildiğimizi…

  • CUMHURİYET ÖĞRETMENİ NE DEMEK?

    Biraz da ezber bozalım-12 Birkaç yıldır, bazı öğretmenleri övmek için kullanılan bir deyim ver: “Cumhuriyet öğretmeni.” Doğrusu bu kavramın neyi karşıladığını pek anlayabilmiş değilim. Cumhuriyet ilan edildikten sonra doğmuş veya meslek hayatına başlamış öğretmeni mi? Yoksa feodal anlayışları reddedip çağdaş, batıcı değerleri kabul eden öğretmeni mi? “Cumhuriyet öğretmeni” sanırım daha çok bu ikinci anlamda kullanılıyor. Fakat burada bir sorun var: Cumhuriyet ilan edilmeden önce öğretmenlik yapanlar için bu niteleme kullanılmıyor. Oysa ülkemizde 1848’de Öğretmen Okullarının kuruluş tarihiyle başlayan eğitim ve öğretmenlerin 1908’de başlayan örgütlenme tarihini az çok bilenler, ilerici ve çağdaş düşüncelerle donanmış öğretmenlik hayatının 1923’le başlamadığını bilirler. Kuşkusuz 1923 öncesi öğretmenlerinin de 1923 sonrası öğretmenlerinin de hepsi ilerici değildi. Bugün de olduğu gibi bu mesleğin içinde her türlü düşünceden insan vardı. Fakat kabul etmek gerekir ki, Tanzimat’tan sonra ülkeye az çok bir aydınlanma ışığı serpilmişse bunda en büyük pay sahibi olan kesimin başında öğretmenler gelir. Tevfik Fikret’in 1910’da yayımlanan Darülmuallimîn Marşı’nda da ifade ettiği gibi öğretmen okulu mensupları, (marşın bugünkü dille ifadesinde) “bilgi ışığıyla donanmış, bayraklarında gerçeğin ayetleri okunan, tasanın sonsuz düşmanı düşünme ordusu” idi. “Bilgisizliği, geceyi yıkar”, “bilime hizmet eder”, ışık orduları” idiler. “Milli Mücadele’de Maarif Ordusu” araştırması, bana Kurtuluş Savaşı yıllarında öğretmenlerin muazzam mücadelelerini ve yalnız bağımsızlık için değil, ileri bir Türkiye için de nasıl canla başla çalıştıklarını öğretti. O öğretmenler, bir günde ortaya çıkmadı. Fransız İhtilalinin ve 20. Yüzyılın başlarında giderek yaygınlaşan, dünyayı saran sosyalist devrimin etkisindeydiler. Ethem Nejat, bunların temsilcilerinden biridir. “Cumhuriyet öğretmeni” sınıfına sokulan kişiler, dünyayı nasıl yorumlarlar? Laikliğin elde bir olduğu anlaşılıyor. Fakat onlar acaba, içinden geldikleri emekçi sınıfların iktidara gelmesi konusunda ne düşünürler? HALKIN ÖĞRETMENİ Türkiye öğretmenlerinin ayırıcı özelliklerinden biri, devrimci olmaktır. Emperyalizme ve işbirlikçilerini alt edip yerine bir halk iktidarı kurmak isteyen güçlerle birlikte hareket etmektir. Onların devrimci yanı uzun yıllar baskı altına alınmış, dernekleri bile kapatılmış, ancak 1960’tan sonra yükselen sosyalizm akımı öğretmenlerin asli kimliklerine yeniden kavuşmasını sağlamıştır. Bakınız Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonu’nun son yılları, TÖS ve İlk-Sen, bu mirası devralan TÖB-DER, Eğit-Der, 1980’den beri eğitim sorunlarını sırtında taşıyan Öğretmen Dünyası, 1990’da kurulan iki öğretmen sendikası olan Eğitim-İş ve Eğit-Sen, hep o temel düşünceye, yani halk iktidarı düşüncesine dayanıyordu. Bu nedenle biz kendimize “halkın öğretmeni” diyorduk. “Halkın öğretmeni”, kendisini halkına, halkının çıkarlarına adamış devrimci öğretmen demekti. O, kurtuluşunu ancak halkın kurtuluşu ile mümkün olduğunu bilirdi. Bütün kurtuluş savaşlarının destekçisi, din, dil, ırk ayrımı yapmadan bütün halkların dostu idi. “Halkın öğretmeni” kavramını bırakarak övgüye değer öğretmenler için “Cumhuriyet öğretmeni” sıfatını kullanmak, üzerinde durulması gereken bir gerilemeyi ifade ediyor. Artık herkes biliyor ki, bir devletin adının “Cumhuriyet” olması, yaraya merhem olamıyor. Çeşit çeşit cumhuriyet var. Kast edilen, adı 1923’te konulan Cumhuriyet ise, rejimin bir memuru olarak öğretmen orada inisiyatif sahibi değildir. Özellikle rejimin ilerleyen yıllarında millî bayramlarda kürsüye çıkarılıp konuşturulan öğretmenlerin konuşmalarından herhangi birini okumuş iseniz, bunda vatan, millet, Sakarya edebiyatından başka bir şey bulmanız imkânsızdır. Başka türlü konuşup yazanlar, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi mesleğinden ediliyorlardı. İyi öğretmenler için “Cumhuriyet öğretmeni” sıfatını kullanmak, ya cumhuriyet sözcüğünde bir keramet aramak, Tek Parti Döneminin millete verdiğinin yeterli olduğunu sanmaktan kaynaklanır. Bugün adını iyilikle andığımız bazı eğitim yöneticileri bile devletin eğitim yoluyla halka verdiğini ve yetişen öğretmen tipolojisini çok eksik görerek 1940’ta Köy Enstitülerini açmışlardı. Bu bile enstitüler ürünlerini vermeye başladığında rejimin uykularını kaçırmaya yetti. Laik bir dünya görüşüne sahip olmakla yetinen, emekçilerin iktidar kavgasına, halkların dostluğuna ve kardeşliğine ilgisiz kalan bir öğretmen kendisine “Cumhuriyet öğretmeni” diyebilir. Başkaları onu böyle niteleyebilir. Ne var ki bu, evrensel bir öğretmen nitelemesi değildir. Dünyanın her yanında en saygıdeğer öğretmenler, öğrencilerini halkın çıkarları doğrultusunda eğitmeye uğraşan, kendisini de halkın mücadelesinin bir parçası gören meslek mensuplarıdır ki, bizim tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu insanlara “Halkın Öğretmeni” denir. (20 Kasım 2017) *Fotoğraf, TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, öğretmenlerin “halkın öğretmeni” olduğu bir dönemde miting alanında meslektaşlarını selamlıyor.

  • YALOVA'da SONBAHAR

    Yalova'da sonbahar başkadır. Doğa tüm varlıklarıyla bu değişime katılır. Önce leylekler Çiftlikköy Bayraktepe'nin üzerinde toplanmaya başlar. Birkaç leylekten oluşan döner halka yeni katılımlarla büyür. Binlerce leyleğin oluşturduğu dönen bulut bir anda güneye doğru çözülür, yavaş yavaş dağılır, gider. Tören sona erer. Sonra ormanlar renk değiştirmeye başlarlar. Yeşiller sarıya, kırmızıya, kahverengiye döner. Yaprak dökmeyen ağaçlar direnirler. Meyvenin en bol olduğu zamandır. Sarı ve kırmızı meyveler ağırlıktadırlar. Elma, armut, ayva, üvez, hünnap, alıç, kuşburnu, Trabzon hurması, dağ çileği, nar... Yaprakları yeşil yeşil kalmasına karşın limon, mandalina, portakal, turunç gibi narenciyeler de turuncu, sarı renkleriyle renk cümbüşüne katılırlar. Meşeler palamutlarını alakargalara, sincaplara sunarlar. Kargalar cevizlerini yükseklerden atıp kırmaya çalışırlar. Günler kışın lehine ilerledikçe kent içindeki ağaçlardan erikler, ıhlamurlar, akasyalar önceden önceye yapraklarından kurtulurlar. Yalova'nın çınarları, yaprak dökmede, dikkat çekerler. Sarı-kahverengiye dönen yapraklar yavaş yavaş ve döne döne yere inerler. Törene katılırsanız başınıza, kolunuza, sırtınıza değer; sizi okşar, ayrılırlar. Rüzgar çıktığında telaşa kapılır, sağa sola savrulur, olmadık yerlere sığınırlar. Yerler yapraklanırken ağaçlar çıplaklaşır, belediye temizlik işçilerinin iş yükü artar. Martılar, kargalar, güvercinler kendi gruplarıyla yükselip alçalarak ve gürültüler çıkararak ritüele katılırlar. Deniz dalgalandığındaysa kumsalda toplanıp denizden gelen nimetleri paylaşırlar. Yalova'nın sonbaharları oldukça uzundur. Takvime uymaz, kış aylarından çalarlar. Havalar oldukça değişkendir. Gökyüzündeki kirli beyaz bulutlar, yerini açık maviye bırakabilir birden. Günün saati saatine uymaz. Lodossa yaz sıcağı, poyrazsa kış soğuğu olur. Denizin rengi ve tavrı durmadan değişir. Bazen sessiz sakin, bazen öfkeli olur. Bu değişkenlikler içinde insanlar ne yapacaklarını, ne giyeceklerini şaşırır, ama hep dışarıdadırlar. Kış hazırlıklarını yaparken gidenden en iyi biçimde yararlanmaya çalışırlar. Sahil bandı, parklar dolup taşarlar. Termale, ormanlara geziler artar. Yavaş yavaş kışa adım atılır.

  • CUMHURİYET BALOSU

    Zeki SARIHAN * Ben şu “Balo” sözünden oldum olası hoşlanmadım. Baloculuğun Türkiye’ye Tanzimat’la birlikte gelen Batı özentisi bir eğlence biçimi olduğunu sanıyorum. Sözcük İtalyanca imiş. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ü onu: “Danslı ve özel giysili gece eğlencesi” olarak” tanımlıyor. Benim “Eş durumundan” zorunlu olarak katıldığım tek “özel giysili gece eğlencesi” Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin 25 Ekim 2003’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir salonunda düzenlediği “Cumhuriyet Balosu” dur. AKP iktidara geleli bir yıl olmuştu. Meclis Başkanı Bülent Arınç’tı. Yeni hükümet, Türkiye’nin laik burjuvazisi nezdinde meşruiyet kazanmak istiyordu. Bu nedenle Meclis’te bir balo düzenlenmesine izin vermişti. O zamanın parasıyla kişi başı 30 lira ödenen bu baloya katılan kadın ve erkekler kim bilir kıyafetleri için ne kadar masraf yapmışlardır. Giderleri Meclis bütçesine yazılan menüde nerdeyse kuş sütü eksikti. Herkes tıka basa yedi. Valsla eğlenceye başlandı. Oyunlar oynandı. Atatürk’ün giydiği elbiseleri gösteren bir defileyi izledik. Böylece “laik” yaşam tarzından vazgeçmediğimizi gösterirken, AKP’nin kendi mekânı saydığı Meclis’te de onlara bir gol atmış olduk… CKD daha sonra hiç balo düzenlemedi. Bu buluşmanın adına “balo” denmesi benim hiç içime sinmedi. Bunu orada sohbet ettiğim kişilere de açtım. Cumhuriyetçi olmakla balonun ne ilgisi vardı? Bu düpedüz Avrupa burjuvazisinin yaşam tarzına bir özentiden ibaretti. Türkiye halkının ezici çoğunluğu ile hiçbir ilgisi yoktu. Yakup Kadri’nin Ankara romanında da tasvir ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı kadrolarının çoğu, milleti unutmuşlar, Ankara’da kendileri için ve kendilerine göre bir dünya kurmaya başlamışlardı. Balodan baloya koşmaları, işte bu dönemin yüksek sosyetesinin halktan koptuğunu da gösteren bir eğlence biçimiydi. Devlet ileri gelenlerinin eşleri, bir çeşit emirle, ıkına sıkına bu eğlencelere katıldılar. İllerde valilerin cumhuriyet balosu düzenlemesi nerdeyse bir zorunluluk haline geldi. Halk kitleleri parlak ışıkların yandığı, kahkahaların yükseldiği ve alkol kokusunun dışarıya vurduğu bu eğlenceleri uzaktan nefret ve tiksintiyle izlediler. Bilindiği gibi o zamanlar köylüler ayaklarına çarık bile bulamasalar, işçiler boğazı tokluğuna çalışmak zorunda kalsalar da “imtiyazsız sınıfsız bir kitle” idik! Kurtuluş Savaşı’na en güzel destanı yazan şair ve arkadaşları hapislerde çürüyordu. HİLMİ URAN’IN DA İÇİNE SİNMİYORMUŞ Hilmi Uran, “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” (Türkiye İş Bankası yayını, 2007) adlı kitabında şöyle yazıyor: “Benim siyasi hayatımda bir türlü ısınamadığım hususlardan biri de müsamereler, balolar gibi kadınlı-erkekli gece eğlenceleridir. Nafıa, Adliye ve Dâhiliye Vekili bulunduğum zamanlarda ve partimizin başında bulunduğum sıralarda ben bu gibi davetlerden hep kaçındım ve diyebilirim ki ecnebi elçiliklerinin beni –potokole uymuş olmak için- daima çağırmış olmalarına rağmen, ben bunların hiç birine gitmedim. Sadece millî günlerimizde ve sair vesilelerle cumhurreisliği tarafından yapılan davetlerde bulunmayı bir vazife telakki eder ve onlarda bulunurdum. Bu sakınma işgal etiğim mevkiler için elbet bir noksanımdı. Ben bunu bilirdim fakat içinden gelen bu isteksizliği bir türlü yenemezdim. Çekingen tabiatta ve yaradılışta oluşumun ve her türlü merasimden hoşlanmayışımın ve o gibi yerlerde bir samimiyet bulamayışımın bunda rolü büyük olacaktır. Merhum Saracoğlu benim bu halimle alay eder ve ‘Hilmi, ecnebiler, senin için ‘o cemiyet adamı değildir’ diyorlar diye bana takılırdı” (s. 428) Önceki yıl veya geçen yıldı. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 29 Ekim’de bir balo düzenlediğini okuyunca dernek merkezini uyardım. “Balo” kavramının emekçi halk için olumsuz bir anlamı olduğunu belirttim. Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünü kutlamak için “Balo”dan başka bir sözcük yok muydu? Buna “eğlence” gibi halkın anlayacağı ve yadırgamayacağı bir ad koyamazlar mıydı? O geceki buluşmanın adı “Balo” olmaktan çıkarıldı. Görüyorsunuz ki nadiren de olsa benim düşüncelerim itibar görebiliyor… Şimdi önümüzde bir davet var. Bu kez yeni bir kadronun elinde bulunan Cumhuriyet Kadınları Derneği, 24 Ekim cumartesi akşamı Ankara Palas’ta Cumhuriyet Balosu’na çağırıyor. Davetiyeye şöyle bir açıklama da konulmuş: (Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ilk balo, Eylül 1925'te İzmir’de düzenlenmiştir. Atatürk’ün isteği ile sadece Müslüman erkek ve kadınların bulunduğu bu eğlence, aslında kadın ve erkeğin aynı ortamda bulunması ve eğlenmesi adına bir devrimdir) Sanki Türkiye’de kadın ve erkeğin aynı ortamda bir arada bulunması ve eğlenmesi ilk kez orada keşfedilmiş gibi. Bu halkta valsten başka ne oyunlar var! Geçtiğimiz hafta “Okuryazarlık Çalıştayı” için İstanbul’dan Ankara’ya gelen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Sekreteri Gülsün Kaya, bu yılki Cumhuriyet Bayramını, çeşitli semtlerde stantlar açarak ve eğlenceler düzenleyerek gençlerle, kadınlarla birlikte kutlamayı planladıklarını anlatmıştı. Birçok kitle örgütü cumhuriyeti köylerde, yoksul kesimlerin yaşadığı yerlerde emekçilerle birlikte ve onların tarzlarına uygun olarak kutlamaya hazırlanırken CKD’nin cumhuriyetçiliği hâlâ baloyla özdeşleşmesine pes doğrusu. (22 Ekim 2014)

  • HAZAN MEVSİMİ

    Niyazi UYAR * “Güz mü geldi, neden sarardı benzin,” diyor sanatçı. Güz ara mevsimdir, yani yazdan sonra, kıştan önce gelen ara mevsim. Öyle bir mevsimdir ki, hâkim renk yeşil yerine, sarının, kahverenginin belki yüzlerce tonuna isabet edersiniz. Kahverengi, öyle bir kahverengidir ki, öteki ağaçlardaki kahverengiye benzemez, sarının da öyle. Hiçbir ressam tualinin üstüne ne bu kahverengiyi, ne sarıyı boyayamaz. Yeşilden sarıya, sonra kahverengiye dönen yapraklar, tutunduğu dallardan bir bir kopup yere doğru düşer, kimi yaprak daha havada, kimi yere düştükten sonra bir esintiyle yakına, uzağa savrulup gider. Savrulup giden yalnızca ağaçtan kopup gelen yaprak değil ki, o savrulup giden kırk beş yıldır, yürek kafesine hapsettiği Osman’ın at oynattığı diyarların tek gamzelisi, kaymakam koruması Hasan Efendi’nin iki numarası, çıt kırıldım Şadiye’sidir de. Bu mevsim onun gibi yaştaşları için de hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yaprakları dalından alarak, onları donanımsız bırakıverir. Donanımsız kalan ağaçlar, baharın, yazın güzellikleriyle vedalaşırken, o da Osman’ın at oynattığı diyarların Mavili’siyle “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz,” diye sesi sesinde, nefesi nefesinde özgürlük türkülerini, sevda türkülerini birlikte söyledikleri o al yüzlüye elveda diyemeden ayrılıp gitmişlerdi kerhen. Aynen ağaçların yapraksız donanımsız kaldığı gibi o da elsiz ayaksızız kalmıştı. Yaş altmış dört olmuş, altmış dört yaşın bunalımları, altmış dört yaşın yıpranmışlığı, altmış dört yaşın doktor muhabbetleri… altmış dört yaşın oturmuş, kimi kimseye, ne dün ne yarın göğüs kafesindeki, inisiyatif almaktan korkan edilgen kişiliyle zehirleyip yok ettiği o hakikat şimdi dermansız dertlere tutulmuş … Ne oldu, yaşandı bitti mi ne yaşandı ne de bir şey, göğüs kafesine gömülen, Osman’ın at oynattığı diyarların Tek gamzelisi nerede; hadi de bir şey? Hep bu edilgenlik sebep oldu, aha geldik, aha gidiyoruz, belki de ömrün son demleridir, kim bilir? Bugün bir arkadaşım sosyal medyada Turgut Uyar’ın bir dizesini paylaşmış, “Eylül toparlandı gitti, bu gidişle ekim filan da gider,” Tesadüfün bu kadarına pes mi derler ne, bugün otuz eylül, yarın ekim bir derken, üç, beş, on, yirmi; bir bakmışız o da çıkıp gitmiş. Sonra, kasım. Ben kasımları hiç sevmem, her ne kadar da yirmi dört kasımlar benim günüm olsa da. Bu kasım yok mu, bu kasım. Bu kasım da Atam ömrünün en verimli, en güzel çağında ona daha çok ihtiyacımız varken, takvimlerden koparılıp atılası On Kasım’da öksüz bırakıp gitti bizi… Hazan mevsimi, bir ağaçtan kopan her bir yaprak gibi beni de yavaş yavaş kendine çekiyor. Bak tansiyonum kontrol altına alınamıyor. Doktor Yasemin Kabasakal, tahlil üstüne tahlil, test üstüne test yaptırıyor. Agresif bir tansiyon ilaçlara bana mısın demiyor, zıplayıp duruyor, o zıplayıp durdukça beni de hop oturtup, hop kaldırıyor. Bir bakıyorsun benim şımarık tansiyon 18 oluvermiş. Aynen kurban bayramlarında insanoğlunun öte dünya menfaati için kesmek istediği dananın can havliyle bağlandığı zincirleri koparıp gitmesi gibi. “Deli danalar,” gibi sözü buraya ne de güzel yakıştı. İşte benim tansiyon da böyle, aynen deli danalar gibi zincirleri koparırcasına zıplayıveriyor birden... Yasemin Hanım’ın açlık tokluk şeker yüklemeleri, karaciğer enzimleri, Trigliserid, tiroit testleri, nörolojik testler, beyin tomografileri… Sonra, sonra ilaçlar, milaçlar, neler neler: Sinoretik, Co İrda, Sinoretik fort, Co Divon, Hyzaar Fort, İrdapin Plus… “Siz dedi Yasemin Hanım, üstünüzdeki ağırlıkları atın, rahat bırakın kendinizi. Özgürlük ve demokrasinin ekmek su kadar gerekli olduğunu söylerken, kendinizi nefessiz bırakmanız, bir çelişki değil mi?” Hazan mevsimi bu, belli mi olur, bak eğitim enstitüsündeki ev arkadaşım bu dünyaya elveda diyeli on yıl oldu. “Sen benim kıymetlimsin,” diyen, arkadaşım, kıymetlim, bel fıtığından iki aydır yataklarda. Hazan mevsimi bu, hani demiş ya şair,” birçok gidenin her biri memnun ki, yerinden” yurtlarından dönmediler geri. Ya izzettin, hani yılbaşı gecelerini ilk kez aile olmanın coşkusuyla birlikte kutladığım, yiyip içtiğim can kuşum, akciğerin en melun hastalığı ile elveda demedi mi hayata? Hazan mevsimi bu, daha kırk beş yaşında karındaşım, abim Gara Seyyah şerefsiz bir trafik kazası ile çekip gitmedi mi bu dünyadan? Hazan mevsimi bu. Rüzgârın önünde, oradan oraya savrulup giden hazallar gibi sen de ben de o da savrulup gideceğiz bir gün. Hayata yeniden başlamak imkânsız, öldükten sonra öyle tekrar dünyaya gelen yok, reenkarnasyon dedikleri martaval insanların kafasını bulandırmaktan başka bir şey değildir. Benim somut olana, deneysel olana aklım erer; gerisi boştur. Maç bitmek üzereyken oyuncu değişikliği yapmak zamana oynamaktır, oyundan çalmaktır, değişikliğin başka bir amacı yoktur. Bu bana uyar mı, uymaz mı hiç bilmem. Kırk ayak gibi kırk ayağım yok ki benim. Biri yokken diğeri işimi görür diyemem ki ben. Bazen “ben,” bana ağır geldiği olmuyor değil, işte o zaman kendimi taşıyamıyorum. Yere düşen her toz zerreciğinden, mutfakta gördüğüm her bulaşık tabak keyfimi kaçırır. Böyle olunca insan dinlenebilir mi, keyfine “yat aşa, salla şeyi diyebilir mi? İşte ben diyemiyorum, ben yarım saat aynı yerde oturamıyorum. Böyle yerinde yurdunda duramayınca da bu hazan mevsimi ağır geliyor bana. Bu mevsim hazan mevsimi. Arkadaşım, yoldaşım, babam Kendirli Pehlivan yetmiş beş yaşında, azıcık ekonomik rahatlığa ermişken yetim bırakıp gitti bizi. Bu mevsim hazan mevsimidir. Hazan mevsimi, altmış dördünü dolduran yalnız bana değil, zehirli gıdaları yiyen herkese hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yalnız bana değil dedim ya, bu hazan mevsimi, Emel’e, Turgut’a, Eda’ya, Nurten’e, Memet’e… değil. Bu hazan mevsimi, hemen her gün, her an, her dakika, herkese hazan mevsimi…

  • Göğe Bakalım-Hypatia

    Bundan yaklaşık 1600 yıl önce Mısır’ın İskenderiye kentinde korkunç bir cinayet işlenir; ‘iffetsiz’ ve ‘günahkâr’ olmakla suçlanan bir kadın toplumun gözleri önünde ‘öfkeli’ bir güruh tarafından linç edilir. Taşa tutulan, parçalara ayrılıp yakılan kadın, matematikçi, gökbilimci, filozof Hypatia’dır. Büyük İskender’in M.Ö. 332 yılında kurduğu İskenderiye, yüzyıllarca barış içinde yaşar. M.Ö. 30’larda Roma’nın hâkimiyetine geçen kentteki barış ortamı M.S. 300’lerde biter. Limanları, bilginleri, kültür merkezi, dev kütüphanesi ve üniversitesiyle İskenderiye, o dönem ticaretin ve aydınlanmanın merkezidir. Başında ünlü matematikçi Theon’un bulunduğu okulda kızı Hypatia da matematik, felsefe ve astronomi dersleri veriir, Platon, Aristo ve Oklid’in fikirlerini tartışmaya açtığı bu dersler dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle dolup taşar… Kentin dokusu Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinin ardından hızla değişir. İktidara egemen olan Hıristiyanlar, Pagan ve Yahudiler başta olmak üzere farklı inançlara sahip kim varsa hepsini hedef alır. Kentte ardı ardına cinayetler işlenirken Hypatia çalışmalarını aralıksız sürdürür. Her gün bir çember çizerek; dünyanın, güneşin, gezegenlerin hareketlerini yeniden hesap eder, öğrencilerine “Bizi birleştiren şeyler ayıranlardan daha fazla; tüm insanlar eşittir, kardeştir…” tavsiyesinde bulunur. *** İskenderiye Üniversitesi’ni inançsızlığın merkezi olarak gören Hıristiyanlar, Serapis tapınağı, müze ve dev kütüphanenin yok edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Kitapların parçalandığı, heykellerin yıkıldığı, insanların öldürüldüğü kanlı saldırıda yüzyılların bilimsel birikimi de yok edildi. En sevdiğini; babasını da kaybeden Hypatia, artık yapayalnızdı… Ancak babasına söz verdiği gibi gerçeği aramaktan asla vazgeçmedi. Hypatia “Dünya hareket ederken daire mi çiziyor, elips mi, yoksa güneş dönüyor dünya yerinde mi duruyor” diye düşünürken kötülük yerinde durmuyor, örgütleniyordu… *** Hypatia bilimsel çalışmalarını sürdürürken İskenderiye Patrikhanesinin, ona duyduğu kin her geçen gün artar. Eski öğrencisi olan kent valisinin onun tesirinde olduğunu ve bu sayede farklı inançların korunduğunu düşünürler. Hypatia’nın öldürülmesi için tezgâh kurulur. Başpiskopas Kril’in talimatıyla papaz pazar ayininde bir konuşma yapar; kadının toplumda olması gerektiği yeri tanımlar önce, asla bir erkekle eşit olamayacağını, erkeğe akıl veremeyeceğini, kıyafetlerinden hareketlerine kadar dikkat etmesi gerektiğini anlatır uzun uzun. Ardından Hypatia’yı hedef göstererek İskederiye’de haddini aşmış bir kadının yaşadığını, büyücü, günahkâr bir şeytan olduğunu söyler. Kalabalık soluğu Hypatia’nın kapısında alır. Önce saçından sürüklerler. Haypatia’yı çırılçıplak soyup en acı şekilde nasıl ölebileceğini tartışırlar; biri “Taşlayalım”, diğeri “Derisini yüzelim” der, öteki ateşe vermekten bahseder. Karar veremezler, sırayla hepsini yaparlar… *** Tarihte bilinen ilk kadın matematikçi olan Hypatia’nın yazdığı kitaplar kütüphane saldırısında yok edilir. Feminist sanata da konu olan Hypatia hakkında çok sayıda roman, oyun ve şiir yazılır… Hypatia’yı “Bağnazlığın masum bir kurbanı” diye tarif eden Voltaire, öldürülmesini ise ‘sorgulama özgürlüğünün yok ediliş simgesi’ olarak niteler. *** Derler ki Hypatia’nın katli sadece bir bilim insanın ölümü değil daha fazlasıdır; aydınlıkla karanlığın savaşında bir dönemeç kabul edilir. Hypatia’nın; insanlığa büyük bir dersi daha vardır; tüm karanlığa inat ‘Göğe bakalım…’ Derleyen: Nurten Bengi AKSOY

  • ÖZLÜYORUM

    Nurten B. AKSOY Koskoca 2023 yılının yani Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılının bitmesine az bir zaman kaldı. Dile kolay tam 100 yıl, başka bir deyişle altın yıl... İçim kıpır kıpır, heyecanla bekliyordum 2023'ü. Kim bilir nasıl büyük bir coşkuyla kutlanacaktı. Toplantılar, paneller, konferanslar düzenlenecek, coşkulu kutlamalar yapılacaktı. Çoluk çocuk, tüm millet "YAŞASIN CUMHURİYET" diye haykıracaktık hep bir ağızdan, can u gönülden. Ama yok, cılız birkaç sesten, son günlere sıkıştırılmış, yasak savarcasına yapılan birkaç etkinlikten başka bir şey yok. Biliyorum ki benim gibi düşünenlerin de ATATÜRK'ümün de gözleri nemli, yüreği kırık. Yöneticiler sus pus... Koca bir yılı "yok Nas, yok Dolar, yok enflasyon gibi bir türlü düzeltemedikleri boş sözlerle doldurdular. Şimdi de savaş çığlıkları arasında geçiştirilmeye çalışılıyor koskoca 100. Yıl... Evet, Cumhuriyetimiz tam 100 yaşında, bense onun üçte ikisi yaşımı tamamladım... Yani ben ve benim kuşağım, Cumhuriyet henüz taptaze bir fidanken, onun en görkemli döneminde dünyaya geldik ve onun olgunluk dönemlerindeyse bizler gençliğimizi yaşadık... Altmışlı yıllar, okul yıllarım... Hani "Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım..." günleri... Kıt kanaat geçinen, cepleri yoksul, ama gönülleri zengin ailelerimizi, üstüne beyaz, kolalı yakalar taktığımız siyah önlüklerimizi, bütün bir yıl, yaz kış demeden giydiğimiz altı kösele ayakkabılarımızı özlüyorum. Marka, moda bilmez, birbirimizi hiç kıskanmazdık; renk renk kalemlerimiz, çeşit çeşit defterlerimiz ve test kitaplarımız yoktu. Sarı defterlere küçücük kalmış kurşun kalemlerle yazardık... Ama mutlu çocuklardık, birbirimizi çok severdik, elimizdeki her şeyimizi paylaşırdık birbirimizle... Olur olmaz yargılamazdık kimseyi. Karda kışta yürüyerek gittiğim okulumda onun, bunun adamı veya yandaşı olmayan, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmek için çırpınan öğretmenlerim geliyor gözlerimin önüne. Birilerine değil; vatana, millete hizmet aşkıyla yanan öğretmenlerimi özlüyorum. En önemlisi de hep birlikte coşkuyla kutladığımız, gerçek anlamda sevip benimsediğimiz bayram günleri geliyor gözlerimin önüne. Dalgalanan bayraklar altında coşkuyla söylediğimiz “Onuncu Yıl, Ellinci Yıl" marşları çınlıyor kulaklarımda ve ben o günleri çok ama çok özlüyorum. Asansörü, kaloriferi olmayan ama sımsıcak olan evimi özlüyorum; siyah-beyaz ekranların başında oturup, birbirimizle sohbet ettiğimiz günlerin özlemi yakıyor içimi. Duble olmayan, daracık, eciş bücüş yollardaki yol hikayelerini özlüyorum… Yirmi birinci yüzyılın başlarında, Cumhuriyetimiz yüzüncü yaşını doldururken çok da mutlu değilim. O eskilerde yaşadığım aydınlık günleri özlüyorum, karanlığa inat cumhuriyete gerçekten gönül vermiş o güzel insanları özlüyorum. Son yirmi yılıma dönüp bakıyorum... Ülkem teknolojide, sanayide, imarda (!) ne kadar geliştiyse sevgide, birlik ve beraberlikte o kadar sınıfta kaldı ne yazık ki. Özellikle de ne kadar sevgisiz, ne kadar bencil, ne kadar öfkeli insanlar olup çıktık. Niyeyse önce kendimizi yargılamamız gerekirken hep başkalarını yargılar olduk, ayrıştırıldık, ötekileştirildik..."Yaratılanı sevemedik Yaratan'dan ötürü, Gel kardeşim elini ver bana" diyemedik.. Bir kısmımız coşkuyla kutlarken cumhuriyeti, yoluna can veririz diye haykırırken, bir kısmımız onu yıkmak, karanlıklar içine çekmek için çabalar olduk... Bütün bu yaşananlara rağmen cumhuriyetimiz 100. yaşında... Daha nice yıllara da erişecek inşallah, ama ya bizler birbirimizi sevmeyi, birbirimize katlanmayı öğrenebilecek miyiz ? El ele verip saygı ve sevgi çemberi oluşturabilecek miyiz ? Cumhuriyeti yaşadığını söyleyerek, ona ve ilkelerine arkasını dönenleri, onu yok etmek adına her türlü kötülüğü yapanları gördükçe kahroluyorum. Halkı bölenlerden, sahte kahramanlardan, sahte dindarlardan, sahte “büyüklerden” nefret ediyorum. Ben çocukluğumun CUMHURİYETİNİ özlüyorum, onu istiyorum. Gözleri çakmak çakmak bakan, halkının tümünü kucaklayan ATATÜRK gibi bir lider istiyorum. Şatafatlı saraylardan yönetilen cumhuriyeti değil, halkıyla el ele, gönül gönüle aydınlık günlere yol alacak Cumhuriyeti özlüyorum. Uyumak ve güzel bir rüyaya uyanmak, çocukluğumun, gençliğimin özlediğim cumhuriyetini yeniden yaşamak istiyorum...

  • Şiirle Kalın

    İMZA ve SÖYLEŞİ * Yusuf AKSOY / 28 Ekim Cumartesi, 15.00 de VİYANA KAFE Gaziemir / İZMİR *

  • Kendini Yaratanlar

    Mevlüt GÜNDOĞDU * Mevlüt GÜNDOĞDU'yu yaklaşık 20 yıl önce İzmir'den Bursa'ya öğretmen olarak atandığımın ilk günlerinde tanımıştım. Matematik öğretmeniydi. Dershanecilik yapıyordu. Çıktığım dernekte de görüyordum onu. Zaman zaman sohbet ettiğimiz daha çok telefonuyla meşgul, insanlarla mesafeli, kimseyle içli dışlı olmayan, ama kimseyle de bu nedenle bir sorun yaşamayan, tipi ciddi, kendi halinde, bir taşkınlığını, sivriliğini görmediğim, çünkü özellikle bu sebeple dikkatli ve mesafeli davrandığını düşündüğüm bir adamdı. Daha sonra okullarda okutulan matematik ve geometri kitaplarını da yazdığını öğrenecektim. Bu da ilgimi çekecek, yaklaşmayı denesem de başaramayacak, sadece dershaneyi yöneten ona göre hayli sosyal oğluyla bir ölçüde arkadaşlığı ilerletecektim. Bu arada maviADA Dergisini yapmaya başlamıştık ve o da esnaflığın raconunu iyi bildiğini gösterecek dergimize abone olacaktı. O günlerde dershaneye uğradığım bir gün yeni aldıkları dijital baskı da yapabilen son teknoloji makineyi gösterip, "Senin dergiyi de istersen yaparız bunda," deyişini de ondan gördüğüm insani bir sıcaklık olarak anımsarım. Yani renklerini herkese göstermeyi sevmeyen ya da rengi olmayan, düzgün görünümlü bir insandı. İlk kliplerini TVlerde gördüğümde bende bıraktığı bu izlenim nedeniyle hayli şaşıracaktım, ne renkler varmış diyecektim, Mevlüt GÜNDOĞDU'da... Yine de bulduğum yanıtlar yetersizdi. Klip yapmak emeklilikte edinilecek bir meşguliyet olarak çok yaygın değildi, öyle ya balık tutmak mıydı bu? Yine de kabul etmeli, hakkında çok şey bilmiyordum, belki müzik geçmişi vardı. Düşünüyordum da Mevlüt hocamla ilgili olumsuz tek bir anım ya da hissim yoktu, ama olumlu bir hissim de olduğu söylenemezdi, sanki buna, onla ilgili özel hisleriniz olmasına izin vermezdi. Yani onu tanıyamazdınız. Dünya görüşünü anlamam bile bu söyleşiyi yaparken oldu. Onun gibi hayatı bir memur ciddiyetiyle yaşayan çok insan görmedim, ama o sadece yaşamıyor başarıyordu da. Çevrenizde böyle insanlar yok mu?.. Dershaneyi kapattıktan sonra okula çevirmeyip inşaat işine başladıklarını duymuştum, demek işin takibini oğluna bırakıp kendini müziğe vermişti. Peki neyin ürünüydü, bir alt yapısı olmadan yapılacak iş değildi zaten, ama klipler basit bir müzik ilgisinden öteydi. Kitap yazmaktan mı sıkılmıştı, yoksa ömrümün son demi, şunun şurasında ne kaldı, ne hevesim varsa tadayım mı? Hiç de değil her biri en az bir memur maaşına mal olan o klipler... Karadeniz de bir deyiş vardı; "Musaf'ı satıp da kostel kemençesine vermeye değer miydi?" Yani çok değerli bir şeyi basit bir şeyi elde etmek amacıyla feda etmek anlamına geliyordu. Bunların en açıklayıcı yanıtı onda olmalıydı. Çoktandır görmüyordum. Kentler değişiyor, kimi semtler en olgun ve güzel günlerini yaşarken kimi semtler ölüyordu. Sakinleri de bu değişimden payını alıyordu, aynı şekilde... Bu nedenle dört yana dağılmıştık, nasıl yapardık? İnternetten bağlantı kurdum. Soruları gönderirsem yanıt verebileceğini söyledi. Öyle yaptık. Şenol YAZICI: Eskiden emekli olanları ya oltayla deniz kıyılarında balık avlarken ya da torun severken görürdük. Sonra sonra Afrika'ya aslan, Kanada'ya balina avlamaya gidenler çıktı. Rahmi KOÇ, dünya turuna çıkmıştı. Yalova'da çalıştığımda emekli olan dershaneci öğretmenlerin Afrika'ya safariye gittiğini duyunca şaşırmış, o güne değin, hapse düşmeden, atılmadan bir emekli olabilsem hayali kuran ben hayal gücümün kısırlığına üzülmüştüm. Şimdi hepsi AUT... Sen emekli maaşlarını biliyor musun demeyin, yoksulluktan değil bu değişim... Okumuş yazmış, işlerinde başarılı olmuş insanların emekli olanları arttıkça yeni trend; kitap yazmak, film çevirmek, belgesel çekmek ve sıkı durun şarkıcılığa soyunmak, klipler çekmek oldu. Siz de o yeni kuşak emeklilerden birisisiniz. Siz yetenekli bir eğitimci, dershaneci, matematik ders kitapları, üniversite hazırlık kitapları yazarı olarak bildiğimiz birisiniz? Şimdiyse sizi hiç ilgisi olmayan bir alanda, deyim yerindeyse "geç bir yaşta" Karadeniz türküleri okuyan bir şarkıcı olarak görüyoruz. Sizi tanıyanlar kendi aramızda türlü türlü yorumlar yapıyoruz, ama eminim ki gerçek sizde saklı. Adettendir, sizi daha yakından tanıyabilir miyiz? -Mevlüt GÜNDOĞDU'nun yazdığı ders kitapları- Mevlut GÜNDOĞDU: Kısa mı olsun uzun mu? Malum kağıt fiyatları, bir dergiyi yaşatmak o kadar kolay değil... Şenol YAZICI: Bizim için hiç sorun değil, rahat olun. maviADA bir zamandır internet dergiciliğini yeğliyor. Bu da en önemlisi kağıt sıkıntımızı ortadan kaldırıyor. Mevlut GÜNDOĞDU: İkinci Dünya savaşı yılları. Ekmeğin karne ile satıldığı vesikaya bağlandığı günler... Isırgan çorbası karaborsa... Yoksulluktan kimse dem vurmuyor çünkü başka bir yaşam örneği yok; herkes yoksul. Hele Ankara'dan uzaksan... 1940'ların Trabzon'u... Böyle bir ortamda 1.1. 1947'de Beşikdüzü'nde doğmuşum. Kuşkusuz buna üç aşağı beş yukarı demek lazım. Çünkü kente inmek bir dert, devlet dairesine gitmek ayrı bir dert, okul da olmasa çocuklara nerede lazım olacak ki? Yaklaşık bir tarih diyelim, ama yaşam öyküme de sorunsuz uyuyor. Ben hatırlıyor değilim, ama İnönü'yü tahtından eden o yılların hikayelerini o kadar çok dinledim ki... Yani o yılların çocuğuyum. İlkokul Trabzon... Beşikdüzü İlçesi Yeşilköy'e ait çoban bir ailenin çok, ama çok fakir bir çocuğu idim. Yiyecek içecek yok, Su yok, kara lamba ile çocukluğum, gençliğim geçti. Yakacak yok, annem kova ile dere sularını taşır yeme, yıkama, içme suları onla karşılanırdı. Yaşım yedi olunca köyümüze öğretmen yetersizliğinden orta okulu bitirmiş eğitmen atanır. Köy camisine bitişik bir odaya güya öğretmen olur, beş sınıfı okutur, plansız, programsız olarak. Bir yandan okula gider, bir yandan ağaç diplerinde, soğuklarda koyun otlatırdım. Yaylalardaki cam ormanlarında sakız yapar, pazarlarda satar, kitap, defterlerimi almakta babama yardım ederdim. İlkokulu başarı ile bitirdim, Beşikdüzü Ortaokuluna kaydoldum, okumaya başladım. Kaydolmak yetmedi, parasızlıktan her gün iki saatlik yoldan yalın ayak okula yürüyerek gittim geldim. Kar belde, ayakta altı delik kara lastik. Evde soba yok, ışık yok, yemek yok... Üç yıl bitti, yine başarım üstün. Şenol YAZICI: O yoksulluğa rağmen... Sanki o devrin bütün çocukları birbirine benziyor. Çok güzel, devam edin lütfen. Azmin önünde kar mı dayanır? Mevlüt GÜNDOĞDU: Ortaokul bitince asıl yokluk başladı. Kendi imkanımla başka bir yerde asla okumam mümkün değil. O günlerde fakir çocuklara devlet yetişiyordu. Şöyle ki ilk okul öğretmeni üç yılda olunuyordu. Öğretmen okullarından yatılı olarak sınava girdim Trabzon Öğretmen Okulunu yatılı kazandım. Tüm masrafları devlet karşılıyordu. İki yıl okudum, üçüncü sınıfa geçtim, yaz tatiline girdik. Asıl kırılma noktası burası, öğretmenler kurulu toplanmış ve beni Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçmişler. Haber verdiler. Bu olmamış olsaydı ben matematik problemlerini daha kolay çözen bir sınıf öğretmeni olarak ömrümü tamamlardım. Şenol YAZICI: Devlet de sanki daha bir babaymış o yıllarda, değil mi? Mevlüt GÜNDOĞDU: Yoksulluk çok yaygın, vatandaşın gücü yetmiyor, zorunlu devlet devreye giriyor. O zamanlar şöyle bir sistem vardı, öğretmen okulları 32 taneydi tüm ülkede. Bu okullardan belli bir not ortalamasını tutturan başarılı öğrencilerden bir iki tanesi seçilir Ankara, İstanbul, İzmir Yüksek Öğretmen Okullarına gönderilirdi. Duyduğuma göre başka bir örneği Fransa'da varmış. Bu öğrencilere tüm imkânlar harcanırdı. Kaloriferli okullar, salonlar, yeme içme, giyinme devletten. Bizlere biri eğitimci diğeri ilim adamı düşüncesi ile iki diploma veriliyordu. Zaten ülkede 3 üniversite vardı Ankara, İstanbul, İzmir. Övünerek söylemiyorum bu bir başarı öyküsüdür. Kimseye minnet etmeden haram yemeden, sadece devletin yardımıyla... Ama haketmeniz gereken bir yardım bu. Kendi gayretimle beşer yıl ara ile 20 yıl Milli Eğitim Bakanlığının ders kitaplarından Geometri, Matematik kitaplarını yazdım. Ayrıca, 40'ı aşkın üniversiteye hazırlık konu anlatımlı kitaplar da yazdım -Ankara günlerinde Mevlut GÜNDOĞDU- Şenol YAZICI: Şu klip işine değin kısa da olsa, nasıl heves ettiniz, yoksa hep aklınızda mıydı? Müzikle ilgili bir alt yapınız var mıydı? Neler yaşayıp, neler hissettiniz? Çok masraflı bir iş olmalı, onlara harcama yaparken ne diyordunuz. 'Musafı kostel kemencesi için sattım' mı, yoksa yeterince çalıştım kazandım, şimdi sadece kendim için bir şeyler yapma zamanı... mı dediniz? Mevlut GÜNDOĞDU: Tabi ki vardı müzikle ilgim. Sen de öğretmen okulu mezunusun bilirsin, öğretmen okulları o yıllarda bu ilgilere de yanıt verirdi. Mutlaka bir enstrüman çalardık, hatta ilgimiz varsa piyano bile çalmak mümkündü. Öğretmen okulu yıllarımda bağlama çalmaya ilgi duydum, kendi başıma öğrenmeye çalıştım. Yüksek Öğretmen okuluna gittikten sonra ilgim devam etti, okulun bağlama takımında saz çalmaya başladım. Koromuzu zamanın Türk Halk müziği şefi Mustafa Geceyatmaz, Halk müziği sanatçısı Nurettin Camlıdağ gibi sanatçılar çalıştırırdı. Emekli olunca hobi olarak müzikle ilgilendim klipler yaptım. Herhalde toplam sayısı 35-40 gibi... Kliplerin hepsi Karadeniz kanallarında yayımlandı: Kaçkar Tv, Mavi Karadeniz Tv, Karadeniz Tv, Samsun Haber Tv...vs Şenol YAZICI: Düşünüyorum da bu hobi size pahalıya patlıyordur, çok masraflı bir iş olmalı. Aileniz nasıl bakıyor bu ilginize. Mevlut GÜNDOĞDU: Masraflı iş... Ne var ki bunun bir hovardalık olmadığını, yaşamımı zenginleştirmek için bir yol olduğunu, ayrıca hak ettiğimi düşünüyorum. Yoktan var ettiğim bir hayat ve muhtaç değiliz kimseye. Bu kadarı da olsun artık, diyorlardır. Hatta benim kendime ürettiğim bu meşguliyetten mutlu olup alkışlıyorlar. Biliyor musunuz arada aile boyu kliplerde yer aldığımız da oluyor, keyif alıyoruz. * *Kliplerimin hemen hepsi internette YouTube'de ve Facebook sayfamda adımla yer alıyor. Şenol YAZICI: Teşekkür ederiz Mevlüt GÜNDOĞDU, görünen ömür uzatan yeni uğraşınızda başarılar dileriz. Mevlut GÜNDOĞDU: Ben teşekkür eder, maviADA'ya iyi yolculuklar dilerim.

  • Şiir İtaat Etmez

    Yusuf AKSOY * Şiirlerinde kıpırdayan her şeyle dertleşip, dans eden şiir evliyası sevgili Sezai Sarıoğlu ile kısa bir diyaloğumda ‘dokunan şiirler’ yazılmasından günümüzde de rahatsız olanlar var, söylemime kendisinden şöyle bir yanıt aldım: “Şiir itaat etmez!”. Benim de içinde olduğum şiir emekçilerinin poetikasının en temel ilkesi budur aslında. Şiirimiz itaat ederse boynu bükülür. Özene bezene buluşup konuştuğumuz, ele ele uzun yolculuklara çıktığımız ve kalabalıklara karıştığımız sözcükler incinir. Gezegenimizin hemen hemen tamamında yaşamın olduğu her yeri kendi ganimeti olarak gören fetihçi, talancı kapitalist zihniyet duygu ve bilinç dünyamızı da tahakküm altına almak istiyor. Sanatsal değerleri uysallaşmış metasal bir değere dönüştürmek ve hemen tüketmek amacına dönük politikalar çoklu araçlarla işbaşına getiriliyor. Belli zihniyetlerce tarihsel süreç içinde tüm emek alanları sömürü alanları haline getirilmek istenmiştir. Her türden sanatsal emek ve üretim alanları da bundan nasibini almıştır, almaktadır. Şairler, yazarlar baskı altına alınmış, kitapları yakılmış, sürgün edilmiş hatta işkence edilip öldürülmüştür. Ancak onların geride bıraktıkları sesleri daha gür çıkmış, susturulamamıştır. Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ diyen isyanı Karadeniz’i daha da yerinde duramaz hale sokmuştur. Bursa Mahpushanesinde Nazım Usta’nın ‘Akın var güneşe akın’ haykırışı dört bir yandan duyulmaktadır. Brecht, “Keşke Faşizm olmasaydı ben bunları yazmasaydım” diyen sesiyle özgür yaşamı öncelediğini hepimize duyurmaktadır. Adnan Yücel “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” diyerek şiirin evrensel mesajını büyük bir coşkuyla dosta-düşmana anlatmaktadır. “Halkım ben, parmakla sayılmayan / Sesimde pırıl pırıl bir güç var / Karanlıkta boy atmaya / Sessizliği aşmaya yarayan” diyen Neruda tüm coğrafyalara ışık saçıyor. “Özgür olmayan insan nedir? Söyle bana Marina. Söyle seni nasıl sevebilirim. Özgür olmazsam? Sana kalbimi nasıl açabilirim. Bu yürek benim değilse? “ diyen Lorca, aşkı ve özgürlüğü şiirle bu denli yüceltirken İspanya’da faşizme boyun eğmeyerek onu değersizleştiren gücünü de yine şiirlerinden alıyordu. “Ben Musa'yım sen Firavun / İkrarsız Şeytan-ı lain / Üçüncü ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir.” Dört yüz yıl ötesinden bugün gibi sesleniyor Pir Sultan Abdal. Gülten Akın “Bir gün birileri öte geçelerden / Islık çalar yanıt veririz” derken umuda bağlılığımızı müjdeliyor. Ve Orta Doğu kan revan içindeyken Edip Cansever Dünyaya şöyle sesleniyor: “ Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir” Şiirin gücünü ve tedirgin olanların çaresizliğini Ahmet Telli özetle söyle açıklar: “Şiir, romana göre hazmedilmesi daha zor bir türdür. İnsanlar çabucak anlamak ister, oysa şiir anlamaktan fazlasını gerektirir; bir yandan da kendini sezmekle ilgilidir. Rasyonel aklın devrede olduğu hallerde sadece anlamaktan bahsederiz. Oysa sezgisel aklın yokluğunda fazlası ile belirlenmiş anlamlar akıl evrenimizi istila eder. " Kapitalizm elbette kendisi sezmekten uzak, verili anlamlarla idare eden bireyler ister.” Çünkü şairin sesi, sezgi bilinciyle hareket edildiğinde, yolu aşktan geçen hatta aşktan taşan eşit, özgür, adaletli bir yaşam isteyen, başka bir dünya mümkün, diyen çoğunluğu sessiz milyonlardan oluşan insanın sesidir gerçekte. Sadece insanın mı? Elbette ki hayır. Kirletilen, yakılıp yıkılan, katledilen derelerimizin, denizlerimizin, ovalarımızın, ormanlarımızın, ormanlarımızın tüm ahalisinin, sokaklarımızın sakinleri olan kedilerimiz ve köpeklerimizin, sırt sırta verip canla başla koşuşturan karıncaların telaşlı ancak umutla dost olan tüm değerlerimizin ortak sesidir karanlığı yırtan dizeler. Yaralara merhem, akla ışık olan sözcükler dostun dilinden dosta devredilen sözlerdir. John Berger’in bir denemesinde dediği gibi: Bugün var olanı resmetmeye çalışmak umudu teşvik eden bir direniş eylemidir“ Tüm sanat türleri ile birlikte şiiri savunuyorum. Ancak, şair şiirini kutsamaz. Ulaşılması gereken onurlu bir hayat için verilen emeği ve kavgayı kutsar. Yaşam sürdükçe sanatsal yaratı da mutlak sürecektir zaten. Bedenler esir alınabilir. Ancak kalpten akla, akıldan kalbe giden yollar tutulamaz, kapatılamaz. Şiir, dün olduğu gibi bugün de, yarın da itaat etmeyecek; kurulan bentleri aşabilecek gücünü yine gösterecektir.

  • Nobeli Reddeden Adam

    Jean-Paul Charles Aymard Sartre: * J.P. Sartre, 1964 yılının 22 Ekiminde kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bu sayede Nobel Ödülü'nü ilk reddeden kişi olmuştur.[1][2] “Nobel Ödülü’nün, ödülü alacak kişinin fikrine danışılmadan verildiğinden haberim yoktu o zaman ve bunun gerçekleşmesini engelleyecek zamanımın olduğuna inanıyordum. " Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. "İmzamı Jean-Paul Sartre olarak atmam, imzamı Jean-Paul Sartre, Nobel Ödülü sahibi olarak atmam ile aynı şey değil." Nobel Ödülüne Gözatalım mı? Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel Ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. Nobel Ödülleri her yıl Alfred Nobel'in ölüm yıl dönümü olan 10 Aralık'ta verilir. Nobel Ödülü, Nobel Vakfı'nın insanlığa örnek teşkil ettiğini düşündüğü bilimsel araştırma, yazı ve eylemleri onurlandırmaktadır. Nobel Ödülü bir diploma, madalya ve nakit ödül ile birlikte gelir. Her yıl Nobel Vakfı, her Nobel ödülü sahibine verilen nakit ödülü kararlaştırır. Nakit ödül 8 milyon SEK (yaklaşık 1,1 milyon ABD Doları veya 1,16 milyon Avro). Bazen bu tek bir kişiye gider veya ödül iki veya üç alıcı arasında bölünebilir. Bugünkü ederle yaklaşık 30,000.000.00 TL. Bir Nobel madalyasının tam ağırlığı değişir, ancak her madalya, ortalama ağırlığı yaklaşık 175 gram olan 24 ayar (saf) altınla kaplanmış 18 ayar yeşil altındır. 2012 yılında 175 gram altın 9.975 dolar değerindeydi. Modern Nobel Ödülü madalyasının değeri 10.000 doları aşıyor! Nobel Ödülü madalyası, açık artırmaya çıkarsa, altın ağırlığından bile daha değerli olabilir. 2015 yılında Nobel ödüllü Leon Max Lederman'ın Nobel ödülü müzayedede 765.000 dolara satıldı. Lederman'ın ailesi, parayı bilim adamının bunama ile mücadelesiyle ilgili tıbbi faturaları ödemek için kullandı. Nobel Ödülü, ödül sahibine bağlı üniversite veya kurum için değere dönüşen prestij kazanır. Okullar ve şirketler hibeler için daha rekabetçi, bağış toplama konusunda daha donanımlı ve öğrencileri ve parlak araştırmacıları cezbediyor. Journal of Health Economics'te yayınlanan 2008 tarihli bir araştırma , Nobel Ödülü sahiplerinin yaşıtlarından bir ila iki yıl daha uzun yaşadığını bile gösteriyor. "İşte Satre'nin, aday olmadığı halde ayağına gelen Nobel Ödülü bu... Bir de bu ödülü alabilmek için her tür kıvraklığı sergileyen çapsız muhterisleri düşünün..." Jean-Paul Charles Aymard Sartre (d. 21 Haziran 1905, Paris - ö. 15 Nisan 1980, Paris), Fransız yazar ve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur. Hayatı -Jean-Paul Sartre (ortada) ve Simone de Beauvoir (solda), Che Guevara (sağda) ile Küba'da görüştüler. (1960)- Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis-le-Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure' de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir' la tanıştı. 1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı.[1] 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının[2] sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı şekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943). 1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir. "Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. " Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur.[3] 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi.[4] Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eğer biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir.[5] Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.[6][7] Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bu sayede Nobel Ödülü'nü ilk reddeden kişi olmuştur.[1][2] Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür.[8] "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler' in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation' u kurmuştur. 1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu. Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir. Sartre'ın varoluşçuluğu Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20. yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir. Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur. Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir. Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkûm edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır. Bulantı Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sartre'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir. Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir. Varoluşçu Marksizm Sartre'a göre Marksizm esas itibarıyla varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre. Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır". Sartre ve aydın tavrı Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülmesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüde ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir. Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır. Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır. Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır. * "...Politika ile aramda bağ olduğu için, burjuva kurumu benim “geçmiş hatalarımın” üstünü örtmek istedi. Artık bir kabul var! İşte bunun için bana Nobel Ödülü’nü verdiler. Benden “özür dilediler” ve hak ettiğimi söylediler. Bu çok çirkindi!" J.P. Sartre DERLEME, DÜZENLEME: Şenol YAZICI

  • HAK HUKUK

    MİRASÇILIK VE MİRASIN REDDİ Semihat KARADAĞLI * Miras, miras bırakanın kendisinden sonra sağ olanlara bıraktığı aktif ve pasif mal varlığının tamamına denir. Miras bırakanın malvarlığında aktif mal varlığı (menkul, gayrimenkul, şirket ortaklığı, bankalarda paralar ve her türlü maddi değeri olan varlıklar.) olduğu gibi pasif malvarlığı (borçlar) da bulunabilir. Kimler mirasçı olur? Yasal mirasçılar Türk Medeni Kanunu 495 maddesi ile 501 maddeleri arasında düzenlenmiştir. Mirasbırakanın birinci derece mirasçıları, onun altsoyudur. Çocuklar eşit olarak mirasçıdırlar. Mirasbırakandan önce ölmüş olan çocukların yerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Altsoyu bulunmayan mirasbırakanın mirasçıları, ana ve babasıdır. Bunlar eşit olarak mirasçıdırlar. Mirasbırakandan önce ölmüş olan ana ve babanın yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Bir tarafta hiç mirasçı bulunmadığı takdirde, bütün miras diğer taraftaki mirasçılara kalır. Evlilik dışında doğmuş ve soybağı, tanıma veya hakim hükmüyle kurulmuş olanlar, baba yönünden evlilik içi hısımlar gibi mirasçı olurlar. Altsoyu, ana ve babası ve onların altsoyu bulunmayan mirasbırakanın mirasçıları, büyük ana ve büyük babalarıdır. Bunlar, eşit olarak mirasçıdırlar. Mirasbırakandan önce ölmüş olan büyük ana ve büyük babaların yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük babalardan biri altsoyu bulunmaksızın mirasbırakandan önce ölmüşse, ona düşen pay aynı taraftaki mirasçılara kalır. Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük babaların ikisi de altsoyları bulunmaksızın mirasbırakandan önce ölmüşlerse, bütün miras diğer taraftaki mirasçılara kalır. Sağ kalan eş varsa, büyük ana ve büyük babalardan birinin mirasbırakandan önce ölmüş olması halinde, payı kendi çocuğuna; çocuğu yoksa o taraftaki büyük ana ve büyük babaya; bir taraftaki büyük ana ve büyük babanın her ikisinin de ölmüş olmaları halinde onların payları diğer tarafa geçer. Miras, bir kuşağın kendinden sonraki kuşağa bıraktığı şey anlamı bulunmaktadır. Kan hısımları, sağ kalan eş, evlatlık ve devlet, mirasçılar arasında yer almaktadır. Yasal mirasçıların belirlenmesi, zümre sisteminin bir getirisi olmaktadır. Miras sahibinin varisi olmaması durumunda, tüm mallar devlete geçmektedir. Sağ kalan eş, birlikte bulunduğu zümreye göre mirasbırakana aşağıdaki oranlarda mirasçı olur: Mirasbırakanın altsoyu ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte biri," şeklinde miras payları düzenlenmiştir. Sağ kalan eşin mal rejiminin tasfiyesi sebebiyle tazminat davası açması durumunda mahkemece belirlenecek tasfiye bedeli tereken alacak olarak mahsup edildikten sonra kalan miras mirasçılar arasında paylaştırılır. Tarafların boşanmış olmaları durumunda boşanan eş murisin mirasçılarına karşı mal rejiminin tasfiyesi davasına devam etmesine yasal bir engel bulunmamaktadır. Mal rejiminin tasfiye hususu ayrı bir yazıda inceleneceği için bu konuda kısa bir not olarak açıklanmıştır. Mirasbırakanın ana ve baba zümresi ile birlikte mirasçı olursa, mirasın yarısı, Mirasbırakanın büyük ana ve büyük babaları ve onların çocukları ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte üçü, bunlar da yoksa mirasın tamamı eşe kalır. Evlatlık ve altsoyu, evlat edinene kan hısımı gibi mirasçı olurlar. Evlatlığın kendi ailesindeki mirasçılığı da devam eder. Yani evlat edinilen çocuk evlilik birliği içerisinde doğan çocuk ile aynı haklara sahip olacaktır. Aynı zamanda biyolojik anne ve babasından da miras hakkı devam edecektir. Evlat edinen ve hısımları, evlatlığa mirasçı olmazlar. Mirasçı bırakmaksızın ölen kimsenin mirası Devlete geçer. VERASET İLAMI VEYA MİRASÇILIK BELGESİ Murisin ölüm kaydının işlenmesinden sonra mirasçılardan herhangi birisi murise ait veraset ilamını almak üzere bulunduğu yerdeki Sulh Hukuk Mahkemesine veya Notere başvurabilir. Sulh Hukuk mahkemesinden alınan belgeye “Veraset ilamı”, Noterden alınan belgeye ise “Mirasçılık belgesi” denilmektedir. Bu belgeler miras bırakanın mirasçılarını ve miras paylarını gösteren belgedir. Mirasçılardan birisinin çıkardığı veraset ilamına ve mirasçılık belgesine murisin yasal mirasçıları kendi e devletleri üzerinden ulaşabilirler. MİRASIN REDDİ 4721 sayılı Türk medeni Kanunun 605 maddesinde “Yasal ve atanmış mirasçılar mirası reddedebilirler.” denilmektedir. 4721 sayılı Türk Medeni kanunun 606 maddesinde “Miras, üç ay içinde reddolunabilir. Bu süre, yasal mirasçılar için mirasçı olduklarını daha sonra öğrendikleri ispat edilmedikçe miras bırakanın ölümünü öğrendikleri; vasiyetname ile atanmış mirasçılar için miras bırakanın tasarrufunun kendilerine resmen bildirildiği tarihten işlemeye başlar.” denilmektedir. Murisin vefatından sonra üç y içerisinde mirasın reddi kayıtsız şartsız rettir. Dava murisin son ikametgahının olduğu yerdeki sulh hukuk mahkemesinde açılır. Bu davalar maktu harca tabidir. Çoğunlukla evrak üzerinde karar verilmektedir. Üç aylık süre geçmiş olsa dahi mirasçı, miras bırakanın vefatını herhangi bir sebeple yeni öğrenmiş olursa, vefat üzerinden ne kadar uzun süre geçerse geçsin bu süre öğrendiği tarihte başlar. Örnek verecek olursak bazen anne baba boşanma sonrasında yıllarca birbirleri ile çocuklarla irtibat kurmadığı zamanlar olabiliyor. Bu durumda vefattan haberdar olmayan çocuklar torunlar öğrenme tarihi bazen resmi bir dairede işlem yaparken tesadüfen olabiliyor. Bu durumda öğrenme tarihinden itibaren üç aylık süre içerisinde mirasın reddi davası açılabilir. MİRAS BORCA BATIK İSE Murisin terekesinde (Yani aktif pasif mal varlığının tamamı) bulunan borçlar mal varlığından çok ise bu durumda borca batık olan terekenin reddi süreye tabi olmaksızın her zaman yapılması mümkündür. Ancak murisin mal varlığının kısmen dahi kabul edildiği durumlarda mirasın reddi mümkün değildir. MİRASI RET HALİNDE DUL YETİM MAAŞI Mirası ret eden eş veya çocukların murisin emekli maaşının kendilerine bağlanması için müracaat etmelerinde bir engel bulunmamaktadır. Mirası ret eden eş kendisi ve küçük çocukları için miras bırakandan dul yetim maaşı bağlanması için müracaat edebilir. Bu talebi mirası kabul anlamına gelmez. Eski nüfus kayıtlarının elle tutulması, bazı yerlerde kayıtların yanması veya muhacir ve mübadil olarak gelenlerin farklı tarihlerde gelmesi sebebiyle aralarında irtibat kurulamadığı durumlarda nüfus kayıtlarının düzeltilmesi için açılacak davalar ile bu kayıtların düzeltilmesi mümkündür. Artık günümüzde çoğu bilgiye murisin TC kimlik numarası ile ulaşmak mümkün olmakla birlikte halen tapu kayıtlarında güncelenmeyen bir çok kayıt bulunmaktadır. Bu nedenle tapu kayıtlarınızın bilgilerinin doğru olup olmadığını kontrol ediniz. Yine wep tapu kaydında size ait bilgileri doğru kayıt ediniz. Tanımadığınız kişilerin bilgilerini kayıt etmeyiniz. Hepinize sağlıklı ve güzel günler diliyorum. 21.10.2023 Av Semihat Karadağlı

  • SARNIÇ

    -KARADAĞ, Karaman, KONYA- Sene 1962. Erzurum Yavuz Selim öğretmen okulundan, Yüksek Öğretmen okuluna seçilmiş, son sınıfı Ankara’da okumuştum. Sonra da fakülteye başlayacaktım. Bu arada Yavuz Selim Öğretmen okulunda, geride bıraktığım devre arkadaşlarım diplomalarını almışlar, bir bölümü de Ankara yakınlarına Konya’ Karaman’a öğretmen olarak atanmışlardı. Karaman’da bir dağ vardır. KARADAĞ. Dağ deyince öyle Karadeniz’, Akdeniz'deki gibi ormanlarla kaplı, başdöndürücü yükseklikler düşünmeyin, dümdüz bir ovada dağ ne kadar olursa... Ötekilerden biraz yüksek kel tepelerin hepsine dağ denilir orda. İşte benim beş arkadaşım da bu Karadağ’ın eteklerine serpilmiş beş köye öğretmen olarak atandı. Ben de kafaya koydum, onları ziyarete gidecektim. Trabzon’da iken birkaçıyla görüşmüş kararlaştırmıştık, görüşemediklerime de mektup yazmıştım Ankara’ya dönünce. Nasıl gelebileceğimi de anlatmışlardı. Karadağ’da hayvancılık yaygındı, orda yetişen hayvanların, özellikle koyun keçi gübreleri Mersin çevresinde mandalina, muz bahçelerinde hayli itibar görüyordu. Kamyoncular bu gübre için oralara değin gidiyordu. Onlarla gidebilirdim. Güzel bir sonbahar günü yola çıktım. Önce Konya’ya sonra da Karaman’a ulaştım. Kamyoncuları elimle koymuş gibi buldum, biriyle anlaştım ve boş kasasına tırmanıp içerde oturan yöresel giysiler içinde birkaç kişinin arasında kendime boş bir yer bulup tutundum. Tutundum ama arabanın gübre artığı zemininde, toz toprak içindeki kasasında çoktan üstüm başım kirlenmişti. Bir şey dikkatimi çekmişti, kadınlar un içindeydiler. Yanımda çamurlu tabana diz çökmüş, durmadan sigara içen iki köylü erkeğe sordum nedenini. “Ekmekten geliyorlar,” dedi. Benim anlamadığımı fark eden öteki, “Buralarda ekmekler birkaç aylık yapılır, imeceyle. Kaynıma gelip altı aylık ekmek yaptık. ” Yanındaki beze sarılı yufkaları gösterdi. Değle köyüne vardım. Köye o yıl okul açılmış, ağıldan bozma bir okul bulunca öğretmeni de bulmak zor olmadı. Okulun yanıbaşındaki bir binadaydı köyün ilk öğretmeni. Arkadaşım Sami’yle kucaklaştık, bir şeyler atıştırdık, biraz sohbet ettik, yirmi tane filan öğrencisi vardı, bir sorunu yoktu. Yatıp uyuduk. Sabahta çıkıp dolaştık. Sami bana köyü gezdiriyor, tabi ki okulunu da gösteriyor. Girişte uzaktan bir fidan irisi ağaç görüyorum kapıda. Yanına gittiğimizde yere eğreti sokulmuş yaprakları yarıyarıya kurumuş bir çınar dalı olduğunu fark edince arkadaşıma merakla soruyorum. “Hayat bilgisi için kullandığım bir ders aracı…” diyor. Merakla baktığımı görünce sürdürüyor konuşmasını: “Mersin’den aldım, yol kıyısına gelişi güzel atılmıştı. Kamyona atıp getirdim. Öğrencilere, bunun köklüsü ve daha uzun boylusuna ağaç denilir diye anlatıyorum, ne yapayım…” Alçak iskemlelerde oturmuş çay içen birilerini görünce köyün kahvesine geldiğimizi anlıyorum. Hacı dedikleri yaşlı bir adamın yanına oturuyoruz, beni tanıştırıyorlar. Hal hatırdan sonra arkadaşım Hacı’ya anlayamadığım bir şeyi soruyor: “Hacı ağbi, sarnıç ne oldu?” diyor. Kendi aralarında özel bir şey deyip çok kulak vermediğim “sarnıç” konusuna pek aldırış etmiyorum. Ne var ki valiliğe sorduklarını, şimdi de diyanete yazdıklarını öğrenince ilgim artıyor. Arkadaşımın çayından yudum almasını fırsat bilip: “Sarnıç nedir?” diye soruyorum. Ne var ki yanıtı net duyamıyorum, Hacı ve arkadaşım ayaklanıyor: “Hacı bizi öğle yemeğine çağırıyor diyor, gitmesek ayıp olur.” Toprak, tek katlı evlerin arasından Hacı’nın evine gidiyoruz. Düzayak çatısına sofra kurmuşlar, başına oturuyoruz. Sofrada bir deste yufka ile kapağını açınca gördüğüm bir kase sıvı pekmez vardı. “Başlayın, yemekler arkadan gelecek,” diyor Hacı, “Sıra misafirindir.” Bense etrafta kaşık ve çatal aranıp: “Yok, “diyorum, “biz de sıra her zaman büyüğündür, sen başla.” Sonunda Hacı ikna olup başlıyor, bense kaşık olmadan pekmezi nasıl yiyecek, diye pür dikkat kesiliyorum. Yufkanın birini alıyor, dürüm, daha doğrusu dar bir külah haline getiriyor ve o külahı pekmezin içine daldırıp yemeye başlayınca bana bir rahatlık çöküyor ki sormayın. Hemen aynı şeyi yapıp sanki pekmezi kırk yıldır öyle kaşıklayan biri edasıyla kaseye batırıyorum. Pekmez insanı susatıyor, masadaki ibrikten maşrapama doldurup yanmış gibi içiyorum. Birden aklıma sarnıç konusu geliyor, tekrar soruyorum. “Bu sarnıç suyla ilgili bir şey galiba,” diyorum. Sorarken aklıma kitaplarda okuduğum “Yerebatan Sarayı Sarnıç’ı ” geliyor, pişman oluyorum ama iş işten geçiyor. Umduğum yanıt yerine Hacı : “Çocuk öldükten sonra…” diyor. “Ne çocuğu?” Dehşet içinde kalmış soruyorum. O zaman öğreniyorum. Bu susuz köylerde tek su kaynağı yeraltı sularıymış. Bu nedenle köyde yağmur ve kar suları biriksin diye bir sarnıç yapmışlar. Üstü açık kalmış sarnıcın, çocuğun biri de içine düşmüş boğulmuş. Şimdi suyun içilip içilemeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlarmış. Köyün imamına sormuşlar, o içilir demiş, muhtara sormuşlar aynı, ilçede müftüye, hatta il müftüsüne onlar da içilir demiş, herhalde çaresizlikten demişler, şimdi de Ankara’ya diyanete yazmışlar, ordan da geçenlerde keşfe gelmişler, çocuğun cesedinin ne kadar orda kaldığını soruşturmuşlar, … Gerisini çok merak ediyorum ama midem kaldırmıyor, öğürüyorum, elimi ağzıma kapayıp damın kenarına koşuyorum. İçimdeki herşey, pekmez ve su geri geliyor. Perişan bir halde geri döndüğümde güya soğukkanlılığımı toplamış havasında soruyorum: “Ne kadar kalmış çocuk orda?” “Bir saat bile değil … “ diyor arkadaşım, “Yani için rahat olsun, ceset çürümedi.” İçim laf dinlemiyor. Ertesi gün akşamdan karar verdiğimiz gibi Karadağ’a gitmek için hazırlığa başlıyoruz. Tepeye vardığımızda turistlerin ziyaret ettiği koca bir manastır enkazı ve yine zamanında oradaki rahiplere hizmet veren bir sarnıç görüyoruz. Sarnıç hala su tutuyor. İçindeki suyun temizliği gözalıyor, bakraçla aldığım suyu bir başıma içiyorum desem yeri. Dönüşte yağmur birden başlıyor, sonra dolu. Fındıkla ceviz arası büyüklükteki dolulardan kaçıp sığınacak bir yer yok. Başımızı korumak için bulabildiğimiz büyükçe kayaların altına başımızı uzatıp deve kuşu gibi güya saklanıyor, bedenimizi kırbaç gibi döven doluların etkisinin bitmesini bekliyoruz. Bitip de güneş de çıkınca köye dönüyoruz. Kimseye yakınmıyorum ama ağzıma hiç su koymuyorum ondan sonra, ertesi gün, bir başka Karadağ köyüne gitmek için evden çıkana değin. Gideceğim köyün adı Karacaviran, Ahmet orda öğretmenlik yapıyor. Değle köyünde konuştuğum kişiler bu kez otobüsle gitmemi öneriyor. Otobüs kamyona göre çok rahat, bir zaman güzel güzel gidiyor, bir ara uyuyorum bile. Ama bir köyden geçerken birden arıza yapıyor Bir süre motoru kurcalayan şoför, daha ileri gidemeyeceğini söyleyip başımızın çaresine bakmamızı istiyor. Yolcuların çoğunun bir tanıdığı var, ona sığınıyor. Ben kalıyorum bir başıma. Yağmur da başlıyor, akşam da oldu olacak… O arada Allah göndermiş gibi bir traktör geliyor, biz birkaç geride kalan Karacaviran yolcusu konuşuyoruz sürücüyle, anlaşıyoruz. Ben binene kadar herkes küçük kasayı dolduruyor, bana da şoförün yanı kalıyor. Üzerimdeki ince pardösüme nasıl şükrediyorum, ama yine de sırılsıklam ıslanmama, toz toprakla çamura bulanmama engel olamıyor. Köye gecenin geç saatinde varıyoruz, öyle ki arkadaşım Ahmet uyumuş, yataktan kaldırıyorum. Gözlerini ovuşturarak uyku mahmurluğundan sandığım şaşkınlıkla beni tanımıyor, yüzümü işaret ediyor, ben Ali dedikçe de Sen Ali misin, diyor. Ne dediğini anlayamıyorum ama içeri girdiğimde yüzümün boydan boya çamur kaplı olduğunu görüp ben bile tanımıyorum kendimi. Ertesi gün pırıl pırıl bir güneşe gözlerimi açmak iyi geliyor. Giysilerimi yıkamak istiyorum, ama orda da su yok. Ben odada oyalanırken köyün bunun için tahsis ettiği bir eşekle biraz uzaktaki kuyudan su almaya gitti Ahmet. Köyde su sıkıntısı varmış, daha doğrusu tüm Konya’da… Bir sarnıçları vardı ama Allahtan içinde çocuk boğulan bir sarnıç değildi. Bir şey var beni huzursuz eden, ne olduğunu bilemiyorum ama bir an önce dönmek istiyorum. Ertesi gün başka bir köye İstasyon köyüne gitmek için ayrılıyorum. Bu kez okulun eski olduğunu ve güzel bir lojmanı bulunduğunu görünce epey rahatlıyorum ama bir sonraki gün de Ankara’ya dönmek için arkadaşımla vedalaşmamın önüne geçemiyorum. Oysa daha ilki köye uğramam gerekiyordu ama, arkadaşlarım hiç kusura bakmasın, çektiklerim yeter, yapamayacağım. Dönüp de 15 -20 gün normal su içemediğimi fark edince gerginliğimin nedenini de çözüyorum. -Ali GÜDÜ, Nilüfer Öğretmenler Derneği 18 Ekim 2023- * Anlatan: Ali GÜDÜ Yazıya döken: Şenol YAZICI

bottom of page