top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Denizin Asi Çocuğu

    Kazım KOYUNCU Doğum: 7 Kasım 1971, Hopa Ölüm: 25 Haziran 2005, İstanbul * Dümende ve baş altlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin ,bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Nazım Hikmet RAN Böyle anlatır Arhavili İsmail’i şiirinde. Arhavili İsmail Nazım'ın yakın dostunun adını verdiği, gerçek yaşamda da bir çok örneği olan Karadeniz insanını temsil eden bir kurgu kahramanıdır. O kahramanlara benzeyen aramızda yaşayan güzel insanlardan birini “Kâzım Koyuncu “ yu doğum gününde anmak istedik. Karadeniz’in hırçın ve asi çocuğu Laz kökenli Kazım Koyuncu 7 Kasım 1971 tarihinde Hopa'da doğdu. Doğduğu toprakların zor şartları onu mücadeleci bir insan yaptı. Çok küçük yaşlarda müzikle tanıştı. . Çocukluğunda "Kemençeci Yaşar" olarak tanınan Yaşar Turna'nın türkülerini çok dinlediğini her zaman dile getirirdi. Kazım Koyuncu çocukluk günlerini anlatırken "Kitap okuyan babamdan kaynaklı olarak diğer çocuklardan farklı oldum" diyerek babasının kendisine nasıl yansıdığının altını çizer. Babası Cavit Koyuncu Hopa'da bakkallık ve berberlik yaparak ailesinin geçimini sağlamaktadır. Aydın bir insan olan babasının dükkanı 1960'lı yıllarda öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri haline gelmiştir. Kâzım Koyuncu dört erkek ve bir kız olmak üzere beş kardeşi vardı. Kazım Koyuncu on yaşlarında iken babası, 12 Eylül Darbesi'nde Erzurum'da 6 ay hapis yatmıştır. Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar sayesinde Kâzım Koyuncu küçük yaşlarda müzik ile tanışır. 1989 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girer. 1993 yılında okulu bırakır ve müzik yapmaya karar verir. Bu dönemi Kâzım Koyuncu "Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim" diyerek anlatır. 1990 yılında Çağdaş Sanat Atölyesi’nin etkinliklerinde yer almış Çağdaş Oyuncular'ın sahneye koyduğu "Faşizmin Korku ve Sefaleti" adlı oyunun müziklerini yapar. Amatör rock müzik yapmaya başlar. 1990'lı yılların başında arkadaşları ile çeşitli yerlerde küçük çaplı konserler verir. 1994 yılında Laz müziğini rock müziği ile birleştirerek kendi tarzını yaratır. ZUĞAŞİ BEREPE (LAZCA: DENİZİN ÇOCUKLARI) : 1993 yılında Mehmedali Barış Beşli’nin Lazca sözlü ve politik içerikli müzik yapma fikri üzerine M. B. Beşli, Kazım Koyuncu tarafından “ŞK’U” (biz) adıyla kuruldu, daha sonra grup Zuğaşi Berepe ( Lazca: Denizin Çocukları ) adını aldı. İlk albümleri “Va Mişk’unan” (Bilmiyoruz) 1995 yılında Anadolu Müzik etiketiyle yayınlandı. Albümde sert rock tınılarına, bir Karadeniz müzik enstrümanı olan tulum da eşlik eder. Albümde sol-politik mesajlar da gözardı edilmemiş, “Ernesto”, “Oxoşk’va do Oropa Şeni” (Özgürlük ve Aşk İçin) adlı Lazca şarkıların yanısıra “Ben” adlı Türkçe parçada anarşizan sözler kullanılmaktadır. Aynı albümde “Avlask’ani Cuneli’ (Avlun Güneşlidir), “Golas Empula Yulun” (Yaylada Bulut Geziyor) gibi otantik Laz şarkıları da seslendirilmiştir. 1998 yılında gruba, Cafer İşleyen (bass gitar,perküsyon ve flüt), Gürsoy Tanç (elektronik gitar), Zülkifil Murat Dilek (davul), Uğurcan Sezen (keyboard) katılmıştır. Tulumda ise ilk albümde olduğu gibi bu enstrümanın sayılı ustalarından Mahmut Turan vardır. Sınırlı sayıda basılan ve konser kayıtlarından oluşan “Bruxel-Live” CD’sinden sonra “İgzas” (Yürüyor) adlı albümü çıkaran grup albümde sert rock müzik yerine, daha yumuşak ve teknik altyapılı bir müziği tercih eder. “Ka Tun Mita Xendasoç” (Dilerim Kız Sen Yaşamayasın) adlı Hemşince bir şarkıda albümde yer alır. Bu albümden sonra grup dağılır. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gider. Askerden geldikten sonra ilk solo albümünün çalışmalarına başlar. 2001 yılında, “Viya” adlı ilk solo albümünü yayınlar. Albüm pek ses getirmedi. 2002 yılında Gökhan Birben ile birlikte Gülbeyaz adlı televizyon dizisinin müziklerini yapar. Aynı zamanda dizinin bazı bölümlerinde oynamıştır. Dizi müzikleri büyük ilgi görür. Kâzım Koyuncu, Türkiye çapında tanınmaya başlar. Konserleri büyük kitlelerce izlenir. 2003 yılında ikinci solo albümünün kayıtlarına başlar. 2004 yılında Hayde adlı ikinci albümünü çıkarır. İkinci albüm ilkine göre büyük bir satış rakamına ulaşan albüm en çok satan albümlerinden birisi olur. 2004 yılında ailesi ve sevenlerini üzen kanser hastalığına yakalandığını öğrenir. Doktorlar kendisini çok fazla yormamasını söylese de Kâzım Koyuncu konserler vermeye devam eder. 2005 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde verdiği son konserden sonra aynı yıl 25 Haziran tarihinde hayatını kaybeder. AYDIN BİR BABANIN MÜCADELECİ OĞLU Konserime sadece bilet alarak giremezsiniz. Herkes gelirken yanında bir kitap getirsin. Kapıda durup tek tek kontrol edeceğim. ''Çok kitap okumaya çalışıyordum ama az kitap vardı. O yüzden ansiklopedi okuyordum. Çünkü kırtasiyeye birkaç kitap geliyordu, onları zaten ediniyordum. Ama ne bulursam okuyordum. Üniversiteyi kazanmam başkalarına göre enteresandı çünkü okulu takdirle bitiren çocuk değildim.'' Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi mücadelecidir. Ve her Karadeniz çocuğu gibi Trabzon sporludur. “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” Sözleri ile anlatır. "HAYATI İLERİ GÖTÜREN ŞEY HAYALLERİMİZ, HAYALLERİMİZİ GERÇEKLEŞTİREN ŞEYLER DE CESARETİMİZ..." Kazım Koyuncu bir röportajında : “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem” “ ''Ne tarz müzik yapıyorsanız yapın, siz eğer hayata muhalif bir noktadan bakıyorsanız -bana göre de bakmak gerekir- her zaman yapacak bin tane eylem söz konusudur.'' diye kendisini anlatır. "Dünyayı görebilen bir insan" olduğunu düşündüğü andan itibaren en değerli şeyin emek olduğuna karar verir. Ancak emek değerli midir? “ On iki yıldır müzik yapıyorum. 1992'den beri İstanbul'dayım ve profesyonel olarak sürünüyorum.” Sözleri ile emeğin çalışmanın her zaman para etmediğini anlatır. SEVGİ; BİN KİLOMETRE ÖTEDE BİLE OLSA GELİR DOKUNUR BİZE!.. Müziği sadece para kazanmak için yapmaz müzik onun için tutkudur. “Yüz sene daha yaşasam, yapsam, yapsam, yapsam hep yapsam yine eksik gideceğiz. Ne kadar eksik gidersek hayatta yapacak o kadar çok şey bırakırız… "Esas güç o bildiğimiz yöntemlerle elde edilmeyen güç. Şu televizyonlarla promosyon faaliyetleriyle, makyajlarla kazanılan değil. Bu bir güç değil. Bu bir rüzgardır, hiçbir şey olmaz ondan, esas güç, adım atmaktadır, yürümektedir. Hayatta izlerinizi sağlam bırakmaktadır. Şu anda yaşadığımız şey bir güçtür. Çünkü gerçekten bir sevgi var." ,” “Siyasetler, devrimler bir gün bitebilir ancak türküler, şarkılar yüzlerce yıl kalır.” Bize kalan şarkıları türküleri gibi. ÇERNOBİL NÜKLEER FELAKETİ: 26 Nisan 1986'da, o dönem Sovyetler Birliği'ne bağlı olan Ukrayna'nın başkenti Kiev'in 130 kilometre kuzeyindeki Çernobil kenti, insanlık tarihinin en korkunç çevre felaketlerinden birine sahne oldu. Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali'nin dördüncü reaktöründe yaşanan patlama sonucu çevreye, 1945'te Hiroşima'ya atılan atom bombasının 50 katına eşit miktarda radyasyon yayıldı. Patlamanın ardından radyoaktif madde yüklü bulutlar Türkiye dahil birçok ülkeyi etkiledi. Çernobil nükleer faciası bazı bağımsız araştırmalara göre yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne sebep olmuştur. Facianın etkileri nedeniyle yüz binlerce çocuk sakat dünyaya geldi, kanser vakalarının arttığı iddia edildi. Kazanın olumsuz etkilerinin nesiller boyunca sürmesi beklenmektedir. ÇEVREYE DUYARLI BİR İNSAN “Güzel olduğuna inandığım şeyleri yaptım. Piyasanın istediği şeyleri yapmak beni mutlu etmeyecekti..." Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik şey değil, sevgi denen şey herhalde” Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Tüm topraklar da memleketimizdir." Sözleri ile topluma sevgi mesajları vermiştir. Çevre sorunlarına hep duyarlı olmuş ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı Rize ilinin Fındıklı ilçesinde düzenlenen eylemlere destekte bulunmuştur. ÇOK FİYAKALI BİR HASTALIĞA YAKALANDIM BABA... Çernobil nükleer felaketinden en çok etkilenen bölgelerden birisi Karadeniz bölgesidir. Çernobil faciası (1986) sonrası çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını kanıtlamak için dönemin Sanayi ve Ticaret bakanı kameralar önünde çay içerek poz verir. Bu konuda “O çayı içen biri geri zekâlıdır. Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim. Peki benim köyümdekiler, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız o neyi düşünsün, hangi felsefeyi düşünsün? Onun annesi hangi felsefeyle acısını yumuşatsın? Sen kimsin, o acıları onlara tattırabiliyorsun? Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Kendi onuruna sahip çıkmış, kendi kişiliğine sahip çıkmış haline ihtiyacı var.” Şeklinde açıklama yapar. Kanser olduğunu öğrendikten sonra “Birkaç aylık ömrün var. Soruyorsun kendine, Ne götürmek istiyorsun? Para yok işine yaramaz. Can kalıyor elinde, can nedir, uyur, gözünü kapatır gidersin. İyi ki mülkiyetten bu kadar uzakmışım. Şimdi gitmemem için, asla ölmeyi düşünmemem için bir sebep var. Acayip bir sevgi var. Kanseri, kanser olmayanlar anlayamaz. Kanser de oldum artık. Duyarlı bir sanatçı olarak onları da hissediyorum. Ben kanserden çok korkan bir insandım. Kanserim ve korkmuyorum. Sadece beni sevenleri ve özgürlüğümü düşünüyorum. Ölüm küçük bir şey, ama hastalık özgürlüğünüzü sınırlıyor.” Şeklinde anlatır hastalığını. BENİ RADYASYON DEĞİL, TÜRKİYE'DE Kİ SİSTEM KANSER ETTİ! 2004 senesinin sonlarında 33 yaşındayken akciğer kanseri teşhisiyle tedavi görmeye başlar. Akciğerindeki kanser daha sonra testislerine yayılır. 25 Haziran 2005'te tedavi gördüğü hastanede genç yaşta yaşamını yitirir. Çernobil nükleer faciası bir çok insanın ölümüne sebep olduğu gibi genç yaşta çok sevilen müzisyenin ölümüne sebep olarak sevenlerini yasa boğar. 26 Haziran 2005' tarihinde Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda düzenlenen tören sonrası on binler tarafından Hopa'ya uğurlanan Kazım Koyuncu, 27 Haziran 2005'te, doğduğu köy olan Pançol'da fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında ebedi istirahatgahında dinlenmektedir. 2014 yılında çekilen 'Yağmur: Kıyamet Çiçeği' isimli filimde Kazım Koyuncu'nun hayatı ve bölge insanlarının yaşamı anlatılır. ŞAİR ÇEKETLİ ÇOCUK , Şiir yazmaz ama onu sevenleri “şair ceketli çocuk” olarak adlandırır. Veda etmeden söyledikleri de çok anlamlıdır. TEŞEKKÜRLER DÜNYA Hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişot’lara, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara’ya, yollara, yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük: Savaşlar, katliamlar, ölen öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar ve topluluklar gördük. Yanan kentler, köyler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük, biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu dünyada şarkılar söyleyebildik. Teşekkürler Dünya “ demiştin. BİZDEN DE TEŞEKKÜRLER Teşekkürler Şair Ceketli çocuk. Teşekkürler Karadeniz’in Asi çocuğu. Teşekkürler Denizlerin çocuklarının türküsünü dağlarla birleştiren, şarkılarını bizlere ulaştıran güzel insan. Sen şarkılarla geçtin bu dünyadan. Biz de seni şarkılarla anıyoruz. Teşekkürler Kazım Koyuncu. Fındık ağaçlarının serin gölgesinde Karadeniz’in hırçın dalgalarının seslerinde uyu. Yıldızlar yoldaşın olsun.. Unutulmadın… * 25 Haziran 2020,maviADA

  • CHP KURULTAYININ ÇAĞRIŞIMI

    68 Kuşağı, ülkenin aydınlık yarınlara ulaşması, hakça, adil bir paylaşım OLMASI için, çok bedel ödedi. Bu kuşağın efsanevi ismi DENİZ GEZMİŞ'TİR. Onun adını duyduğumda, nerede olursam olayım, tüylerim diken diken olur. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Samsun’dan Ankara’ya Tam Bağımsız Türkiye ve Mustafa Kemal Yürüyüşü sevenleri açısından çok kıymetlidir. Konuya böyle bir girizgâh yapmamın sebebi, 68 Kuşağı’nı takip eden benim kuşak, yani 78 Kuşağı. Yetmiş sekizlilerin fraksiyon tartışmaları ile başlayan ayrışmaları zamanla büyüdü, büyüdü, bir zaman sonra kavgaya, sonraki zamanlarda silahlı çatışmalara kadar vardı. Aylar, aylar süren bu tartışmalar, kavgalar, yılları devirdi. Bu tartışmaları, kavgaları ağır benzetmelerle adlandırsam doğru olur mu, bilmiyorum. Aslında bu tartışmaların özeti, babamın ifadesiyle, “benim eşeğin kuyruğu suya, değdi, değmedi,” meselesidir, öyle derdi çünkü babam bana… Asırlık çınar, Aziz Atatürk’ün kurduğu parti 38. Kurultay’ını yaptı. On üç yıldır partiyi yöneten genel başkan, girdiği bütün seçimleri kaybetmiş, ısrarla da oturduğu koltuğu bırakmak istemiyor. O, asırlık çınarın tarihine altın harflerle yazılacak eylemelere de imza atmıştır sevgili genel başkan. Mesela, Ankara’dan İstanbul’a gerçekleştirdiği Adalet Yürüyüşü. Onun Adalet Yürüyüşünde terden sırılsıklam olan gömleği, yüzündeki yorgunluk, ayak tabanlarına toplanan su... Şimdi bile onun o hali gözümün önüne geliyor duygulanıyorum. Bir de on bir büyük şehrin belediye başkanlığını kazanacak adayları bulup çıkarması- İzmir hariç- ve siyasal iktidarın elinden çekip alması, muhteşem bir şeydir. Mesela bu isimlerden biri siyasal tarihimizin yarınlarında bir güneş gibi doğacaktır diye düşünüyorum. Fakat… fakat… 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi gösterdiği performans muhteşem bir şey olarak kabul edilir. Ve onun sakin kişiliğiyle, bir araya gelmesi imkânsız siyasi partileri bir masa etrafında birleştirmesi… Olağanüstü bir şey olarak kabul görmüştür. Bu sefer tamam, bu sefer tamam, ülkemize huzur gelecek, demokrasi gelecek diye çok umutlanmıştık... Fakat… fakat… hiçbirimiz ne dinimizi ne mezhebimizi kendimiz belirlemedik. Onlar doğuştan aldığımız birer kimliktir. O kimlikleri gündeme getirip siyasal malzeme olarak kullanmak çapsızlıktan başka bir şey değildir. Onun mezhebinden kişiler yıllarca kimliklerini ifade edememişler, ezilmişler, horlanmışlar. İşte o mezhepten birinin cumhurbaşkanı olması demek, güneşin batıdan doğması demektir. Ben derim ki, “Mesela benim köyde, alim, ulema, naif, arif, hak bilir, hukuk tanır, Alevi birini muhtar adayı olarak ilan edelim. Karşısına da okuması yazması olmayan, bir çobanı aday olarak koyalım. Seçimi kim alır biliyor musunuz? ÇOBAN! İşte ülkemizdeki durum aynen böyle yazık ki! Biz dini siyasetin oyuncağı olmaktan çıkarmadığımız sürece muasır ülkeler düzeyine çıkmamız imkansızdır. Yıllardan, yıllardan beri iktidar yüzü görmeyen sosyal demokratlar, 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta müthiş bir travma yaşadılar. Bu sefer tamam demiştik, bu sefer ülkeye demokrasi gelecek, hatta ilk turda bu iş “tamam,” demiştik! Demiştik demesine de OLMADI, OLDURMADILAR, BİNLERCE SANDIK, GÖZLEMCİSİZ, TEMSİLCİSİZ BIRAKILINCA... Herkeste müthiş bir umutsuzluk, müthiş bir öfke… İşte buna sebep küskünler çoğaldı, gelecek seçimlerde oy kullanmayacağım diyenlerin sayısı artıkça arttı. Bu genel başkan tekrar genel başkan olursa istifa ederim diyenler oldu. On üç seçim kaybeden sayın genel başkana oy veren insanların güveni kalmadı. Ağız birliği etmişçesine, sokaklar böyle diyordu, pazarlar böyle diyordu, kahveler böyle diyordu. İşte böyle bir ortamda parti 38. Kurultay’ını yaptı, delegeler özgür iradeleriyle, on üç yılda on üç seçim kaybetmiş genel başkanlarının altından koltuğunu çekip aldı. Görülmüş şey değildi bu. Genel başkan, genel başkan olarak girdiği ve eşit şartlarda yapılmayan yarıştan mağlup olarak çıktı. Buna sebep parti üyelerinin bazıları yeni genel başkanı içlerine sindiremeyip e-devlet üzerinden istifa ederek, bu da çok bir matahmış gibi istifalarını sosyal medyada paylaşmaya başladılar, üstelik bu kişiler demokrasi için mücadele eden insanlardı. Kılıçlar bir kez daha çekildi sanki Seksen öncesi günlerde olduğu gibi, çünkü o günleri yaşayan biri olarak yeni ajanlar mı girdi aramıza diyerek. korkmaya başladım. Korkmaz mı insan, sosyal medya üzerinden başlayan tartışmalarda ağıza alınmayacak ne sözler ne hakaretler. Oysa birbirlerini ihanetle suçlayan, ağza alınamayacak hakaretler eden bu insanlar daha dün kulvarda omuz omuza demokrasi savaşçımı veriyorlardı. Ben bugün bu tartışmalara şahit olunca 68 Kuşağı’nın takipçisi 78’lilerin kendi aralarındaki tartışmaları, kavgaları geldi aklıma; demek ki, değişen bir şey olmamış diye, çok üzüldüm. Kasım 2023 / Salihli

  • BİTMEYEN

    Yusuf AKSOY * göğe dönük haykıran sesimiz kısıldı hız çağında ellerimiz hava da asılı kalıyor yıkıntıların altında deliriyor ayaklarımız beden volkan olup patlamaya hazırken avuçlarımızın içinde yanıyor meşaleler nefesimizi kesiyor yanık insan kokusu toprağın dostu ne varsa kül oluyor yine keşke karıncalar da uçabilseydi tek kanatla göğe sarılırlardı belki kanlı bir karanlığa soyundu yine kan ektiği tüm sınır boylarında ve kentlerin orta yerlerinde kanlı gözlerle bekleyen vampir uyumuyor, korkuya doydu çünkü sustukça hepimizin dili kör oldukça bakan gözler hesap verecek olan hesap soruyor mazlumdan, masumdan düşmeyip düvüşenden kapıyı açınca dumanında boğulduğumuz bir uzak! Kenan Diyarında, Filistin’de açacak mevsimi hiç görememiş güller şehrin kuytularında alevler altında dört elle toprağa sarılmış bekliyor gül deyince kan kırmızısı gelir hayale toprak, düşlerine hiç ihanet etmeyenlerin kanıyla sulandıkça sabah akşam bitmeyen şiirler yazıyorum yurdunda, annesinin rahminden beri uyku uyuyamadan vurulan çocuklara üstüne bombalar yağan kadınlara düşlerinde asla yenilmeyenlere hız çağının hiçliğine tapılan mülke ve öldüren irin dolu iktidar arzusuna inatla

  • Bülent ECEVİT

    YARIN * bir şeyler olacak yarın duruşundan belli kırdaki atların bulutların koşuşundan belli kazışından köstebeklerin toprağı karıncaların telâşından belli bir şeyler olacak yarın belki bir tomurcuk belki bir ağacın düşen yaprağı belki de bir çocuk pek o kadar göremesek de uzağı kuşların uçuşundan belli bir şeyler olacak yarın öbür günden önemsiz yarından önemli * Bülent ECEVİT Siyasetçi, Başbakan, Gazeteci, Şair, Yazar 28 Mayıs 1925, İstanbul, Türkiye 5 Kasım 2006 (81 yaşında), Ankara, Mustafa Bülent Ecevit Türkiye'de yaşamı boyunca yer aldığı gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye eski başbakanı kimlikleri ile hafızalara kazınmış önemli bir kimsedir. 1974 ile 2002 yılları arasında beş kez Türkiye başbakanlığı yapan Bülent Ecevit, düşünceleri ve uygulamalarıyla, 20. yüzyılın en değerli ve unutulmayan isimlerden biri olarak ülkemizin siyasi tarihinde yerini almıştır. Bülent Ecevit lise hayatından beri edebiyatla uğraşmış ve şiirler yazmıştır. Kendini emekli gazeteci olarak tanıtan ve Sanskrit, Bengalce ve İngilizce dillerinde çalışmalar yapmış olan Ecevit; Rabindranath Tagore, Ezra Pound, T. S. Eliot ve Bernard Lewis'in yapıtlarını Türkçeye çevirmiş, kendi şiirlerini de kitap hâlinde yayımlamıştır. ... DEVAMINI OKUMAK İÇİN resme TIKLAYIN * ( Ekleyen: Niyazi Uyar / İzmir) Düzenleme: Aycan AYTORE, 23.05.2020

  • Kimseye Benzeme

    Kopyala yapıştır Çal çırp İki kelimenin üstüne Sür makyajı Oh ne güzel dünya Annem tembihlemişti Sakın başkasına benzeme Doğru bildiğin yolu Şaşmaya kalkarsa Sakın rengine ve sesine Aldanma paranın Bırak cebi dolu Yüreği boş insanları Zenginlik yürekte kızım Babam dedi ki Unutma Paranın sesi insanın, doğanın, kuşların sesinden daha çok ses veriyorsa Ruhunu satanlara Asla sırtını dayama Onlara direk olma... Emeğe saygı duy... Doyuyor mu karnın Dimdik yürüyor musun? Alnın açık Bir sözün değerli mi Kasalar dolusu çekten Daha ne olsun En zengin sensin kızım. Dayatılana Gölge olmak neymiş sürüp düşlerini kaleme Filiz ver özgürlüğe Boyun eğme Aslaft yoldan yürüyüp Kolayı seçmektense Boşver zor olsa da Doğru değilse söylenenler Boyuna bosuna bakmadan İnadına inadına Tırnaklarınla tırman dağı Pes etme Hayatın tam gözünün içine Tebessümle bak Yüreğinin gücüne güven Sen düşlerini kirletme Eğilmeden bükülmeden dimdik yürü... * Semihat Karadağlı/28 Nisan 2022 saat: 21.30 İstanbul İzmir uçak yolculuğ

  • Gülten AKIN

    Gülten AKIN Doğum : 23 Ocak 1933, Yozgat Ölüm : 4 Kasım 2015, Ankara "Ben İkinci Dünya Savaşı’nı gördüm ve 90’lara geldiğimiz zaman bile ben bu yaşamın daha güzel olabileceğine dair bir takım umutlar besledim. Bakın yaşam nedir? Yaşam gerçektir, yaşam düştür. O ikisi bir açıyı taşısalar da yaşam bu ikisi birlikteyken ancak yaşamdır. O ikisini birbirine yaklaştıracak şey de yani düşten gerçeğe insanın geçebilmesini sağlayan şey de umuttur. Bu umut kaybolduğu, gerçekle düşün arası çok açıldığı zaman tam bir trajedi oluşuyor. İnsan yaşamında, ilişkilerinde, dünya ile insan arasında bir bölünme, parçalanma oluşuyor. Ve şiddet buradan çıkıyor. Düş’ün yaşama dönüşebileceği umudu olmadığı zaman bu şizofrenik bir bölünmeye sebep oluyor. İşte dünyanın ve insanların sorunu bence burada.” Gülten AKIN BENİ SORARSAN Beni sorarsan Kış işte Kalbin elem günleri geldi Dünya evlere çekildi, içlere Sarı yaseminle gül arasında Dağların mor baharıyla Sis arasında Denizle göl arasında Yanımda kediler, kuşlar Fikrimden dolaşıyorum Hiçbir iktidarı sevmesem de Sobanın iktidarında Çarpışa çarpışa nasılsa Büyüyebilen kızlar Uslu, sakin, ölümü bekliyorlar Yaşlılık Dev mi oldular, başkaları Üstüne üstüne gelip korkusuz Güçlerini deniyorlar * İLKYAZ Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler "Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet Yazların motorlu çingeneleri Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga. Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların kadın öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar yanıt veririz * Gülten AKIN Doğum tarihi: 23 Ocak 1933, Yozgat Ölüm tarihi ve yeri: 4 Kasım 2015, Ankara 'İnceliklerin şairi "Kadından şair olmaz" tezini çürüten, yaşayan en iyi şairlerimizden biri olarak kabul edilen Gülten Akın, yaşamı boyunca, aralarında Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü(1999)’nün de yer aldığı pek çok ödül almıştır. 2008 yılında Milliyet gazetesinin yaptığı “yaşayan en büyük şair” araştırmasında Fazıl Hüsnü Dağlarca öldükten sonra yaşayan en büyük şair seçilmiştir. Şiirinde bir doruk noktası olarak nitelendirilen Beni Sorarsan şiiri ile de 2013’te Metin Altıok Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür. 23 ocak 1933 Yozgat doğumlu aydın yazar, kariyerine doğa, aşk, ayrılık, özlem üzerine yazdığı dizeler ile başlamıştı. Her gerçek sanatçıda olduğu gibi bu tutum toplumsal sorunlara paralel olarak değişti. 80 öncesi halkın yaşadıkları şiirlerine, dizelerine yansıdı. Şiirlerinde toplumsal sorunlar-halk ilişkisini işledi. -Gülten Akın’ın yaşını büyüterek idam edilen Erdal Eren için yazdığı şiiri Grup Yorum BÜYÜ adıyla yorumladı.- Halkın kaynağına inme isteğini "Şiiri Düzde Kuşatmak" (1983) kitabında, "Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak" sözleriyle açıklamıştı şair... Şiirleri pek çok dile çevrildi, kırktan fazla şiiri bestelendi. Edip Akbayram'dan ve Grup Yorum'dan dinlediğimiz " Büyü'" isimli şiir onun eseridir.. "Deli Kızın Türküsü'" de bestelenen şiirlerindendir. 4 Kasım 2015 tarihinde sonsuz yolculuğa çıkarak aramızdan ayrılmıştır. Saygıyla anıyoruz. * Derleme: Semihat Karadağlı Öteki Gülten AKIN yazılarını görmek için TIKLAYIN

  • Bülent ECEVİT ve Edebi Kimliği

    Ünlü Hint şairi Rabindranath Tagore ile Bülent ECEVİT henüz on beş yaşındayken babasının önerisiyle okuduğu Bahçıvan isimli kitabı aracılığı ile tanışmıştır. Bengal diliyle yazılan kitabın çevirmeni İbrahim Hoye'dir ve ECEVİT okudukça kitabın da yazarının da etkisi altına girmekten kendini alamamıştır. Çok kısa bir süre sonra Bülent ECEVİT Rabindranath Tagore'nin Sebati Ataman çevirisi olan Postane isimli piyesini okumuş ve bu kitaptan da oldukça fazla etkilenmiştir. Böylece gün geçtikçe Hint Felsefesine ve Hint Edebiyatına ilgisi artmıştır. Öyle ki Robert Koleji’ne başladığında Tagore’un 1910’da yazılmış olan ve 1913 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne hak kazanan destanı Gitanjali‘nin İngilizcesini okumuş, sonrasında da çevirmeye karar vermiştir. Fakat çeviriyi yaparken eserin düzyazı niteliğinden hoşlanmadığı, istediği etkiyi yaratmadığını hissettiğinden dolayı şiir diliyle çevirmeyi seçmiştir. Bülent ECEVİT Gitanjali'yi 16 yaşındayken çevirmiştir ve aşağıda kitaptan alıntılanan bölümden de anlaşılacağı üzere etkilenilmeyecek gibi bir eser değildir... Duam Budur Fikrin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu yerde Bilginin serbest olduğu ve dünyanın özel duvarlarla dar bölmelere ayrılmadığı yerde Sözcüklerin, doğruluğun derinliğinden meydana çıktığı yerde Berrak aklın nehrinin, ölmüş adetlerin hazin çölünde yolunu kaybetmediği yerde Zekanın sürekli olarak genişleyen fikir ve fiile senin tarafından sevk edildiği yerde Tanrım, sen benim memleketimi, işte bu özgürlük cennetinde uyandır Benim sana duam budur Allah’ım, bana sevinçlerimi ve üzüntülerimi kolayca kaldırabilecek gücü ver Bana fikre saygısızlık etmeyecek ve küstah kudretin önünde diz çökmeyecek gücü ver Bana başımı her günkü değersiz şeylerin üzerinde tutacak gücü ver 1944 yılında Robert Kolej’den mezun olan Ecevit, aynı yıl Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’nde İngilizce çevirmeni olarak çalışmaya başladı. 1946 yılında İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki eğitimi yarıda bıraktı ve Londra Basın Ataşeliği’ne katip olarak gitti. Burada Bengalce ve Sanskritçe öğrendi. Hint edebiyatından çeviriler yapmaya Robert Kolej’de okuduğu yıllarda başlamıştı. Rabindranath Tagore’dan Gitanjalı (1941), Avare Kuşlar (1943), T.S. Eliot’tan Kokteyl Parti (1963) başlıca çevirileri arasındadır. Mustafa Bülent Ecevit 28 Mayıs 1925 yılında İstanbul'da doğmuş, 5 Kasım 2006 yılında Ankara'da hayata veda etmiştir. Ecevit Türkiye'de yaşamı boyunca yer aldığı gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye eski başbakanı kimlikleri ile hafızalara kazınmış önemli bir kimsedir. 1974 ile 2002 yılları arasında beş kez Türkiye başbakanlığı yapan Bülent Ecevit, düşünceleri ve uygulamalarıyla, 20. yüzyılın en değerli ve unutulmayan isimlerden biri olarak ülkemizin siyasi tarihinde yerini almıştır. 1972 ile 1980 arasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı, 1987 ile 2004 arasında da Demokratik Sol Parti Genel Başkanlığı yapmıştır. 1961 ile 1965 arasında 8., 9. ve 10. İsmet İnönü hükümetinde Çalışma Bakanı olarak görev almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 11. ve 12. Dönem Ankara, 13., 14., 15., 16. ve 19. Dönem Zonguldak, 20. ve 21. Dönem İstanbul milletvekili olarak görev yapmış olan Ecevit, 1961'de Kurucu Meclis Cumhuriyet Halk Partisi Temsilciliği (6 Ocak 1961-25 Ekim 1961) yapmıştır. 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üniversite mezunu olmaması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı'na aday olamamış, koalisyon partilerinin bu hükmü değiştirme teklifini ve kendisine cumhurbaşkanlığı teklifi getirmesini ise teşekkür ederek reddetmiştir.

  • GÜN DOĞMADAN NELER DOĞAR

    Fuat ÖZGEN * "Karanlığın en koyu olduğu zaman aydınlığın en yakın olduğu zamandır." Neronlar dünyayı yakmaya kalksa Mikserler karıştırmadık yer bırakmasa Silahçılar el ovuştursa Sömürgenlerin iştahı artsa... Bakarsın barış mevsimi başlar Sevgi egemen olur Her yeri kar kaplasa Yollar kapansa Soğuk dondursa Renk beyaz olsa... Beklersin bahar gelir Karlar erir, yol açılır, çiçekler açar Sesler kısılsa Diller tutulsa Kulaklara kurşun dökülse Beyinlere ipotek konsa... Bir lider çıkar Aşar engelleri, yükseltir güveni Karamsarlık zirve yapsa Güvenilen dağlara kar yağsa Ense karartılsa Gelecekten umut kesilse... Bir ışık doğar Aydınlatır, ısıtır, canlandırır gönülleri

  • Mutlu Prens

    Mutlu Prens’in heykeli, uzun bir sütunun tepesinde, şehrin ta üzerinde yükseliyordu. Baştan aşağı ince altın varaklarla kaplıydı, gözleri iki parlak safirdi, kılıcının kabzasında da iri kırmızı bir yakut parıldıyordu. Herkes çok hayrandı ona. “Bir rüzgârgülü kadar güzel,” dedi sanat beğenisiyle ün kazanmak isteyen Şehir Meclisi üyelerinden biri; “ama onun kadar yararlı değil,” diye de ekledi, kendisini aklı havalarda sanacaklarından korkarak, aslında öyle biri değildi. Duyarlı bir anne, aydedeyi isterim diye ağlayan küçük oğluna, “Neden Mutlu Prens gibi olamıyorsun?” diye sordu. “Mutlu Prens hiçbir şey için ağlamayı aklının ucundan bile geçirmez.” Hayalleri yıkılmış bir adam harikulade heykele bakıp, “Hiç değilse dünyada epeyce mutlu birisi var,” dedi. Yetimhane öğrencileri parlak kızıl renkli pelerinleri, temiz beyaz önlükleriyle kiliseden çıkarlarken, “Tıpkı bir meleğe benziyor,” dediler. “Nereden biliyorsunuz?” dedi aritmetik öğretmeni, “Hiç melek görmediniz ki.” “Ah! Gördük, rüyalarımızda,” diye cevap verdi çocuklar. Bunun üzerine aritmetik öğretmeni kaşlarını çatıp kızgın bir yüz ifadesi takındı, çünkü çocukların düş görmelerini onaylamazdı. Bir gece şehrin üzerinden küçük bir kırlangıç geçti uçarak. Arkadaşları altı hafta önce Mısır’a gitmişlerdi ama o geride kalmıştı, çünkü güzeller güzeli bir kamışa tutkundu. Ona ilkbaharın ilk günlerinde, sarı bir pervanenin peşinde nehir aşağı uçarken rastlamıştı. Kamış’ın ince beli o kadar gönlünü çelmişti ki durup konuşmuştu onunla. “Seni seveyim mi?” dedi Kırlangıç, hemen sadede gelmekten hoşlanırdı. Kamış ise boynunu iyice bir eğdi. Bunun üzerine Kırlangıç onun etrafında döndü de döndü, kanatlarını suya değdiriyor, suda gümüş halkacıklar yapıyordu. Muhabbetini böyle gösteriyordu işte. Aşkları bütün yaz sürdü. “Gülünç bir bağlılık bu,” diye cıvıldaştı öteki kırlangıçlar; “Kamış Hanım beş parasız, ayrıca çok fazla akrabası var!” Gerçekten de ırmak kamış doluydu. Sonra, sonbahar geldiğinde bütün kırlangıçlar uçup gitti. Arkadaşları gittikten sonra Kırlangıç kendini yalnız hissetti ve sevgilisinden usandı. “Sohbeti yok,” dedi, “ayrıca korkarım cilve yapmaktan başka bir şey bilmiyor, durmadan rüzgârla cilveleşip duruyor.” Gerçekten de ne zaman rüzgâr esse, Kamış çok zarif hareketlerle eğilip bükülüyordu. “Yerine de çok düşkün,” diye sürdürdü sözünü, “oysa ben yolculuk etmeyi seviyorum, bu yüzden karımın da yolculuktan hoşlanması gerekir.” Sonunda, “Benimle uzaklara gelir misin?” dedi ona, fakat Kamış başını iki yana salladı, o kadar bağlıydı yerine. “Aşkımı hafife aldın!” diye bağırdı Kırlangıç. “Ben de Piramitler’e gidiyorum. Hoşça kal!” dedi ve uçup gitti. Bütün gün uçtu, gece olduğunda şehre vardı. “Nerede konaklasam?” dedi; “Umarım kent beni ağırlamak için hazırlık yapmıştır.” Sonra uzun sütunun üzerindeki heykeli gördü. “Burada konaklayacağım,” dedi; “güzel bir konumu var, temiz hava bol.” Böyle diyerek Mutlu Prens’in ayaklarının arasına kondu. Çevresine bakındı, “Altından bir yatak odam var,” dedi kendi kendine alçak sesle ve uyumaya hazırlandı; fakat başını tam kanadının altına sokarken üzerine büyük bir su damlası düştü. “Ne garip şey!” diye bağırdı; “Gökyüzünde tek bir bulut yok, yıldızlar berrak, ışıl ışıl, gene de yağmur yağıyor. Avrupa’nın kuzeyinin iklimi gerçekten de feci. Kamış yağmuru çok severdi, ama sadece bencilliğinden.” Derken bir damla daha düştü. Kırlangıç, “Yağmurdan korumayacaksa heykel dediğin ne işe yarar? İyi bir baca altı aramalı,” dedi ve uçup gitmeye karar verdi. Ama daha kanatlarını açamadan üçüncü bir damla düştü. Kırlangıç başını kaldırıp yukarı baktı ah, bir de ne görsün! Mutlu Prens’in gözleri yaşlarla doluydu ve altın yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Yüzü ay ışığında o kadar güzeldi ki Kırlangıç’ın içi acımayla doldu. “Kimsin sen?” dedi. “Ben Mutlu Prens’im.” “O zaman neden ağlıyorsun?” diye sordu Kırlangıç; “Sırılsıklam ettin beni.” “Ben canlıyken ve yüreğim insan yüreğiyken,” diye cevap verdi heykel, “gözyaşlarının ne işe yaradığını bilmezdim, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen Kaygısızlık Sarayı’nda yaşardım. Gündüzleri arkadaşlarımla bahçede oyun oynardım, akşamsa Büyük Salon’da dansın başını çekerdim. Bahçenin etrafında çok gösterişli bir duvar vardı, fakat hiçbir zaman o duvarın gerisinde ne olduğunu merak etmedim, çevremdeki her şey o kadar güzeldi ki. Saray’dakiler Mutlu Prens derlerdi bana, gerçekten de mutluydum, eğer zevk içinde yaşamak mutluluksa. Öyle yaşadım ve öyle öldüm. Sonra da, ben öldükten sonra heykelimi buraya, böyle yükseğe diktiler; şehrimin bütün çirkinliğini, şehrimdeki bütün yoksulluğu görebileyim diye ve kalbim kurşundan da olsa ağlamamak elimden gelmiyor.” “Ne! Som altından değil mi bu?” dedi Kırlangıç kendi kendine. Şahsi fikirlerini yüksek sesle dile getirmeyecek kadar nazikti. “Çok uzaklarda,” diye sözünü sürdürdü heykel alçak sesle, şarkı söyler gibi, “çok uzaklarda küçük bir sokakta yoksul bir ev var. Pencerelerden biri açık ve açık pencereden masaya oturmuş bir kadın görüyorum. Yüzü zayıf ve ince, iğneden delik deşik olmuş nasırlı, kırmızı elleri var, çünkü o bir terzi. Kraliçe’nin nedimelerinin en güzelinin gelecek Saray balosunda giyeceği atlas elbiseye çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın köşesinde bir yatakta küçük oğlu hasta yatıyor. Ateşi var ve portakal istiyor. Annesi ona nehir suyundan başka bir şey veremiyor, onun için de ağlıyor. Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, ona kılıcımın kabzasındaki yakutu götürür müsün? Benim ayaklarım bu kaideye yapışık, bir yere kımıldayamıyorum. “Mısır’da bekliyorlar beni,” dedi Kırlangıç. “Arkadaşlarım Nil boyunca aşağı yukarı uçup duruyor, kocaman lotus çiçekleriyle konuşuyorlar. Çok geçmeden büyük Kral’ın lahtinde uykuya çekilecekler. Kral’ın kendisi de orada, boyanmış tabutunda uyuyor. Sarı ketenlere sarmışlar onu, baharatlarla mumyalanmış. Boynunda soluk yeşil yeşim taşlarından bir zincir var, elleri kurumuş yapraklara benziyor.” “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece kalıp ulağım olamaz mısın? Oğlancık o kadar susamış, annesi o kadar üzüntülü ki.” “Oğlan çocuklarından hoşlandığımı söyleyemem,” diye cevap verdi Kırlangıç. “Geçen yaz, nehirde yaşarken iki tane yaramaz çocuk vardı, değirmencinin oğulları, bana hep taş atarlardı. Beni hiç vuramadılar tabii; biz kırlangıçlar çok uzaklara uçabiliriz, hem ayrıca ben çevikliğiyle ünlü bir aileden geliyorum; ama gene de bu bir saygısızlık belirtisiydi.” Fakat Mutlu Prens o kadar üzgün görünüyordu ki küçük Kırlangıç söylediklerine pişman oldu. “Burası çok soğuk,” dedi; “ama seninle bir gece kalıp ulağın olacağım.” “Teşekkür ederim, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. Böylece Kırlangıç, Prens’in kabzasındaki yakutu koparıp aldı ve gagasında yakutla şehrin damları üzerinden uçup gitti. Beyaz mermerden melek heykellerinin olduğu katedral kulesinin yanından geçti. Saray’ın yanından geçti, dans edenlerin seslerini duydu. Balkona yanında sevgilisiyle güzel bir kız çıktı. “Ne kadar güzel yıldızlar!” dedi adam kıza; “Aşkın gücü ne kadar güzel!” “İnşallah elbisem Kraliyet Balosu’na yetişir,” diye cevap verdi kız; “üzerine çarkıfelek çiçekleri işlenmesini istedim; ama terziler o kadar tembel ki.” Kırlangıç nehrin üzerinden geçti ve gemilerin direklerine asılı fenerleri gördü. Getto’nun üzerinden geçti ve birbirleriyle pazarlık edip bakır terazilerde para tartan yaşlı Yahudileri gördü. Sonunda yoksul eve vardı ve içeri baktı. Küçük çocuk ateşler içinde bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu, anasıysa uyuyakalmıştı, o kadar yorgundu. Sıçrayıp içeri girdi Kırlangıç ve yakutu masaya, kadının yüksüğünün yanına koydu. Sonra usulca yatağın çevresinde uçtu, oğlanın alnını kanatlarıyla serinletti. “Nasıl da serinledim!” dedi oğlan, “Herhalde iyileşiyorum,” ve tatlı bir uykuya daldı. Sonra Kırlangıç yeniden uçup Mutlu Prens’in yanına döndü ve ona yaptığını anlattı. “Garip şey,” dedi, “içim sımsıcak, oysa hava ne kadar soğuk.” “İyi bir davranışta bulundun da ondan,” dedi Prens. Küçük Kırlangıç düşünmeye başladı, sonra uyuyup kaldı. Düşünmek hep uykusunu getirirdi. Şafak söktüğünde nehre uçup orada yıkandı. Köprüden geçmekte olan Kuşbilim Profesörü, “Ne kadar da dikkat çekici bir olay!” dedi. “Kış ortasında bir kırlangıç!” Yerel gazeteye bunun hakkında uzun bir mektup yazdı. Herkes yazıyı konuştu, yazı kimsenin bilmediği bir sürü kelimeyle doluydu çünkü. “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi Kırlangıç; bunu düşününce de çok sevindi. Şehrin bütün anıtlarını dolaştı ve kilisenin kulesinin tepesinde uzun süre oturdu. Nereye gitse serçeler cıvıldaşıyor ve birbirlerine, “Ne seçkin bir yabancı!” diyorlardı, bu pek hoşuna gitti. Ay gökyüzünde yükseldiğinde uçup Mutlu Prens’e geri döndü. “Mısır için bir siparişin var mı?” diye bağırdı. “Birazdan yola çıkıyorum da.” “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?” “Mısır’da bekleniyorum,” diye cevap verdi Kırlangıç. “Yarın arkadaşlarım İkinci Çavlan’a uçacaklar. Orada büyük sazların arasında suaygırı diz çökmüş oturur, büyük granitten bir tahtta ise Kral Memnon. Tüm bir gece boyu yıldızları seyreder, sonra sabah yıldızı ışıyınca da bir sevinç çığlığı atar, sonra susar. Öğle vakti sarı aslanlar su kenarına su içmeye inerler. Yeşil beril taşları gibi gözleri vardır ve kükremeleri çavlanın sesini bastırır.” “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “şehrin öteki yanında, çok uzaklarda bir çatı katında bir delikanlı görüyorum. Üzeri kâğıtlarla örtülü masasının üzerine eğilmiş, yanındaki sürahinin içinde bir demet solmuş menekşe var. Saçları kumral ve dalgalı; dudakları nar kırmızısı ve kocaman, hülyalı gözleri var. Tiyatro müdürüne vereceği oyunu bitirmeye çalışıyor; ama artık yazamayacak kadar üşümüş. Ocakta ateş yok ve açlıktan iyice zayıf düşmüş.” “Seninle bir gece daha kalacağım,” dedi Kırlangıç, gerçekten yufka yürekliydi. “Ona da bir yakut götüreyim mi?” “Heyhat! Yakutum yok artık,” dedi Prens; “bir tek gözlerim var. Onlar bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş eşi bulunmaz birer safir. Birini çıkar ve onu o delikanlıya götür. Kuyumcuya satar, yiyecek ve yakacak alır, oyununu bitirir.” “Sevgili Prens,” dedi Kırlangıç, “bunu yapamam,” ve ağlamaya başladı. “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana dediğimi yap.” Bunun üzerine Kırlangıç Prens’in gözünü çıkardı ve öğrencinin tavan arası odasına uçtu. İçeri girmek kolay oldu, çünkü çatıda bir delik vardı. Bu delikten ok gibi içeri daldı, odaya girdi. Delikanlı başını ellerinin arasına almıştı, onun için kuşun kanat çırpmasını duymadı, başını kaldırdığında güzel safirin kurumuş menekşelerin üzerinde durduğunu gördü. “Değerimi anlamaya başlıyorlar,” diye bağırdı; “büyük bir hayranım yollamış bu safiri. Artık oyunumu bitirebilirim.” Yüzü mutlulukla aydınlandı. Ertesi gün Kırlangıç uçup limana gitti. Büyük bir teknenin seren direğine oturup, gemicilerin halatlarla geminin ambarındaki büyük sandıkları boşaltmalarını seyretti. “Ha gayret!” diye bağırıyorlardı her bir sandığın yukarıya çıkışında. “Mısır’a gidiyorum ben!” diye bağırdı Kırlangıç, ama hiç kimsenin umurunda değildi, ay gökte yükseldiğinde yeniden Mutlu Prens’in yanına uçtu. “Hoşça kal demeye geldim,” diye bağırdı. “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?” “Kış geldi,” diye cevap verdi Kırlangıç, “yakında insanın iliklerine işleyen kar yağacak. Mısır’da güneş yeşil palmiye ağaçlarını ısıtıyordur, timsahlar çamurda yatmış tembel tembel etrafı seyrediyorlardır. Arkadaşlarım Balbek Tapınağı’na yuva yapıyorlardır, pembeli beyazlı kumrular onları seyrediyor, birbirlerine gurulduyorlardır. Sevgili Prens, senden ayrılmalıyım artık, ama seni hiç unutmayacağım, gelecek bahar sana yoksullara verdiğin taşların yerine iki güzel değerli taş getireceğim. Yakut kırmızı güllerden de kırmızı olacak, safir ise engin denizler kadar mavi olacak.” “Aşağıdaki meydanda,” dedi Mutlu Prens, “küçük bir kibritçi kız var. Kibritleri oluğa düşmüş, ıslanmışlar. Eğer eve para götürmezse babası onu dövecek, ağlıyor. Ne ayakkabısı var ne de çorabı, küçücük başı ise açık. Öbür gözümü de çıkarıp ona ver, babası onu dövmesin.” “Seninle bir gece daha kalırım,” dedi Kırlangıç, “ama gözünü çıkaramam. O zaman tamamen kör olursun.” “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana dediğimi yap.” Kırlangıç bunun üzerine Prens’in öteki gözünü de çıkardı ve gagasında safirle ok gibi aşağı fırladı. Kibritçi kızın önünde bir pike yapıp safiri onun avcuna bıraktı. “Ne güzel bir cam parçası!” diye bağırdı küçük kız ve gülerek eve koştu. Sonra Kırlangıç yeniden Prens’in yanına geldi. “Körsün artık,” dedi, “bunun için artık hep seninle kalacağım.” “Hayır, küçük Kırlangıç,” dedi zavallı Prens, “Mısır’a gitmelisin.” “Hep yanında kalacağım,” dedi Kırlangıç ve Prens’in ayaklarının dibinde uykuya daldı. Ertesi gün boyunca Prens’in omzundaydı ve ona yabancı ülkelerde gördüklerini anlattı. Ona Nil Nehri’nin kıyısında uzun sıralar halinde durup gagalarıyla mercanbalığı avlayan balıkçılları anlattı; dünyanın kendisi kadar eski olan, çölde yaşayan ve her şeyi bilen Sfenks’i; develerinin yanı başında ağır ağır yürüyen ve amber tespihler çeken tacirleri; abanoz gibi kapkara olan ve büyük bir kristale tapan Ay Dağları Kralı’nı; bir palmiye ağacında uyuyan ve kendini yirmi rahibe ballı çörekle besleten büyük, yeşil yılanı; kocaman, yassı yaprakların üzerinde büyük gölü aşan ve hep kelebeklerle savaş halinde olan pigmeleri anlattı. “Sevgili küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “bana akla hayale sığmaz şeyler anlatıyorsun, ama erkeklerle kadınların çektikleri acılardan daha akla hayale sığmaz bir şey yoktur. Yoksulluktan daha büyük bir sır yoktur. Uç kentimin üzerinde, küçük Kırlangıç, uç da bana orada neler gördüğünü anlat.” Bunun üzerine Kırlangıç büyük kentin üzerinde uçtu, zenginlerin güzel evlerinde eğlendiklerini, dilencilerin kapılarda bekleştiklerini gördü. Karanlık yollara uçup, bitkin yüzleriyle zifiri sokaklara bakan aç çocukları gördü. Bir köprünün kemeri altında iki oğlan çocuğu birazcık ısınabilmek için koyun koyuna yatmışlardı. “Nasıl da açız!” dediler. “Burada yatmak yasak!” diye bağırdı gece bekçisi, kalkıp yağmura çıktılar. Kırlangıç gerisingeri uçtu ve Prens’e gördüklerini anlattı. “İnce altın varaklar var üzerimde,” dedi Prens, “onları bir bir söküp şehrimin yoksullarına vermelisin; yaşayanlar her zaman altının kendilerine mutluluk getireceğine inanırlar.” Kırlangıç, altın varakları yaprak yaprak söktü, ta ki Mutlu Prens donuk ve kurşuni bir renk alıncaya kadar. Yaprak yaprak altınları yoksullara götürdü, çocukların yüzlerine bir pembelik geldi, güldüler, sokaklarda oyunlar oynadılar. “Artık ekmeğimiz var!” diye bağrıştılar. Sonra kar yağdı, kardan sonra don geldi. Sokaklar gümüşlendi sanki, öylesine parlak, pırıl pırıldılar; evlerin saçaklarında kristal hançerler gibi uzun buz sarkıtları asılıydı, herkes kürklere büründü, küçük oğlan çocukları parlak kırmızı şapkalar giyip buzda paten kaydılar. Zavallı küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüdü, ama Prens’in yanından ayrılmadı, onu öyle çok seviyordu ki. Fırıncı başka yere bakarken fırının kapısı önündeki ekmek kırıntılarını çaldı, kanatlarını çırparak ısınmaya çalıştı. Ama en sonunda öleceğini anladı. Ancak son bir kere daha uçup Prens’in omzuna konacak gücü kalmıştı. “Hoşça kal, sevgili Prens!” diye mırıldandı, “Elini öpmeme izin verir misin?” “Nihayet Mısır’a gidecek olmana seviniyorum, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “burada çok uzun kaldın; ama beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum.” “Gittiğim yer Mısır değil,” dedi Kırlangıç. “Ölüm’ün evine gidiyorum. Ölüm, Uyku’nun kardeşidir, öyle değil mi?” Sonra Mutlu Prens’i dudaklarından öptü ve ayaklarının dibine düşüp öldü. O anda heykelin içinden garip bir çatırtı geldi, sanki bir şey kırılmıştı. İşin gerçeği şu ki kurşun kalp çat diye ortadan ikiye ayrılmıştı. Yaman mı yaman bir don vardı. Ertesi sabah erken saatlerde Belediye Başkanı aşağıdaki meydanda, Şehir Meclisi üyeleri ile birlikte yürüyüşe çıkmıştı. Sütunun yanından geçerlerken, başını kaldırıp heykele baktı ve “Bakın hele! Nasıl da perişan bir hali var Mutlu Prens’in!” dedi. “Gerçekten de, çok perişan,” diye bağırdılar Şehir Meclisi üyeleri, her konuda Belediye Başkanı ile fikir birliği içindeydiler; heykelin yakınına geldiler. “Kılıcının yakutu düşmüş, gözleri gitmiş, artık altın yaldızlı da değil,” dedi Belediye Başkanı; “aslını isterseniz, dilenciden farkı yok!” ’’Dilenciden pek farkı yok,” dedi Şehir Meclisi üyeleri. “Ayaklarının dibinde bir de ölü bir kuş var!” diye sözünü sürdürdü Belediye Başkanı. “Kuşların burada ölmelerinin yasak olduğunu açıklayan bir bildiri yayımlamalıyız.” Şehir Kâtibi de bunu not etti. Böylece Mutlu Prens heykelini indirdiler. “Artık güzel olmadığına göre yararlı da değil,” dedi Sanat Profesörü üniversitede. Sonra heykeli bir fırında erittiler ve Belediye Başkanı elde edilen madenle ne yapılacağını kararlaştırmak üzere bir toplantı düzenledi. Toplantıda, “Elbette, başka bir heykel dikmeliyiz,” dedi, “bu da benim heykelim olmalı.” “Hayır, benim heykelim, benim heykelim,” dedi Şehir Meclisi üyelerinin her biri, kavga etmeye başladılar. Son gelen haberlere göre hâlâ kavga ediyorlarmış. “Ne garip iş!” dedi dökümevindeki ustabaşı. “Kırık kurşun kalp bir türlü erimiyor. Atalım gitsin.” Kalbi, ölü Kırlangıç’ın da üzerinde yattığı bir çöp yığınının üzerine fırlatıp attılar. “Bana şehirdeki en değerli iki şeyi getir,” dedi Tanrı, meleklerinden birine; Melek de ona kurşun kalbi ve ölü kuşu getirdi. “Doğru olanı seçtin,” dedi Tanrı, “çünkü Cennet Bahçemde bu küçük kuş sonsuza kadar şakıyacak, altın şehrimde de Mutlu Prens beni övecek.” Oscar Wilde

  • Yazın Yarışması

    25. MEVLÜT KAPLAN Edebiyat Ödülü/2021 Çocuk ve Gençlik Romanı Yarışması Hazır Dosya ya da Basılı Kitap * Özgür Eğitim Yayınları’nın sürdürmekte olduğu Mevlüt KAPLAN adına düzenlenen “Yazma Yarışması”, 2021’de “ROMAN” dalında olacak. A) AMAÇ: Yazarlarımızı özendirmek, yazdıklarını değerlendirmek, nitelikli yapıtlarla çocuk düzeyine uygun, yazınımızı zenginleştirmek. B) KOŞULLAR: Yarışma herkese açıktır. Konu seçimi serbest. Dil ve içerik 8-18 yaş düzeyini kapsayacak. Roman dosyası 50 sayfadan az, 60 sayfadan çok olmayacak. (A4 boyutlu kâğıda) çift aralıklı olarak daktilo ya da bilgisayarla yazılacak. Yarışma, 2020-2021 yılında yayımlanmış çocuk-genç roman kitaplarına da açık. Yarışmaya katılma süresi 9 Eylül 2021 günü saat 17.00’de sona erecek. Yazarlar yarışmaya tanınmış oldukları adla katılacak. Yarışmaya beş dosya ya da beş kitapla girilecek, ürünler geri verilmeyecek. Dosya ya da kitaptan birine yazarın kısa özgeçmişi, fotoğrafı, açık adresi, telefon numarası eklenecek. C) ÖDÜLLER: Birinciye; 2.000 TL ödenecek. İkinci, üçüncü ve mansiyon ödülü kazananlara plaket ve kitap seti verilecek. Dereceye giren eserler ileride kitaplaştırılacak olursa şairle sözleşme yapılacak. D) YAZIŞMA ADRESİ: Özgür Eğitim Yayınları 858 Sok. Paykoç Han No:9/B Konak / İZMİR Tel - Faks (Belge Geçer): (0232) 484 10 39 e-posta: mevlutkaplan35@mynet.com

  • Yarın

    YARIN * bir şeyler olacak yarın duruşundan belli kırdaki atların bulutların koşuşundan belli kazışından köstebeklerin toprağı karıncaların telâşından belli bir şeyler olacak yarın belki bir tomurcuk belki bir ağacın düşen yaprağı belki de bir çocuk pek o kadar göremesek de uzağı kuşların uçuşundan belli bir şeyler olacak yarın öbür günden önemsiz yarından önemli * Bülent ECEVİT * ( Ekleyen: Niyazi UYAR / İzmir),

  • MANOLYA ÇİÇEĞİ

    Şehrin, en iyi mahallesinin en gösterişli evlerinden biriydi İlçe Protokol Müdürünün evi. Sokağın başında köşe bir arsa üzerine şehrin imar planlamasını bir sefercik delinerek dört yüz on beş metre karelik arsa üzerine iki yüz seksen metrekare temel üzerine yapılmış. Dış cephesi mermerle kaplanmış, saray yavrusu bir ev olmuştur İlçe Protokol Müdürünün evi. Üç katlı apartmanın her katında bir daire, üç yüz metre kare, tam da yağı bol bulan Arap gibidir aynen! Üç katlı apartmanın birinci katını kendine, bir katını oğluna, üst katını da kızına verir. İnşaat biter bitmez taşınır kendi. Oğlu, lise yıllarında aynı sınıfı paylaştığı Gönül’e kaptırınca gönlünü ne annesini ne Protokol Müdürü olan babasını dinlememiş, Gönül’le hayatını birleştirmeye karar vermiş, okulu bitirir bitirmez, ilçeyi terk edip Gönül’le birlikte taşı toprağı altın denilen, şehirler sultanı, hani Lale Devri deyince akla gelen Nedim’in, “Tek parçasına Acem mülkü fedadır,” dediği İstanbul’da alır soluğu… Bir cinayete mi kurban gitti ya da bir intihar sonucu mu öldü, bütün araştırmalara rağmen aydınlatılamayan İlçe Protokol Müdürünün vefatı aileyi tarumar eder, görkemli evde gün güneş göremeyen İlçe Protokol Müdürünün ailesi perem perem dağılır. Yalnızca evin damadı, hiçbir şey olmamış gibi evin son katına bir güzel yerleşmiş, yalnız bir hayalet gibi gidip gelmekte, mahallede ne kimseye merhaba demekte ne konuşmaktadır. Bir gölge, yaban ellere, dilini, örfünü, âdetini bilmeyen bir yaban gibi! Gösterişli apartmanın bahçesinde renk renk gül, renk renk çiçekler, renk renk manolyalar, renk renk saksıda manolyalar... Hangi mevsim olursa olsun her mevsim çiçeğe durmuş bir gül. Manolyalar mevsiminde açar solar. İlçe Protokol Müdürünün sarı kızı Filiz, sarı güllerin filizlenmişi gibidir: Narin, dokunsanız kırılıverecekmiş gibi naif! Muhtemeldir sarı güllerin filizinden almış gibidir o, rengini ne Balkan ülkelerinin sarışını ne de uzak Asya’nın sarışını, tipik Türk bir kadını. Boy, pos, geniş basenler; lakin her daim bakımlı sarı saçlar! Her ay muntazam Kuaför Cengiz’e gidererek olçum ellerine bırakır kendini, her ay yeni yeni saç modelleriyle yeniden doğduğuna inanırdı. Röfle, omre, semreler… her ay yeni bir Filiz doğardı, sanki bir yıl önce babasını kaybetmemiş gibi. Atalar demiş ya hani, "ölenle ölünmez," o da ölenle ölmemiş, her ay, her ay yeniden yeniden doğan, her sabah doğan gün gibi yeniden doğmuş! Güllerine, manolyalarına, saçlarına gösterdiği hassasiyeti, ne iki çocuğuna ne eşine göstermezdi. Bir eşi vardır, eh bir de onun belinden inip gelen biri kız, biri erkek iki çocuğu hepsi o! Yaşı gelen her kadın evlenmeli, aile olmanın esaslı faktörlerinden olan çocuk. Sevmek, sevilmek, o biraz zordur, kadının kocasına “seni seviyorum,” demesi ayıp kaçar, Anadolu coğrafyasında terbiyeden yoksun demek manasına gelir, çünkü! İlkbaharın ilk günleri, karasal iklimle, Akdeniz iklimi arasında gidip gelen şehrin iklimsel özelliklerine uyarak, mayıs ayında gülleri beyazlı, morlu, pembeli, kırmızılı renklere boyanır. Mevsiminde hemen her sabah yeni bir tomurcuğa, çiçeğe duran manolyanın kuyruk yağı ile yağlanmış gibi yaprakları, diri dipdiri yaprakları. O, güllere “ben” demekte, ben varsam siz varsınız demektedir." Şehir şebeke suyu ülkenin en pahalı şehri olmasına sebep ahali, bahçesine bir şey ekip dikmekten vaz geçmiştir. Filiz de çiçeklerin, ağaçların arasındaki çimleri sulamaktan vaz geçince çimler önce sararıp solmuşlar; sonra da kuruyup gazele dönmüşler. Bozdağ’ın sisi ile birlikte gri bir hava, şehrin üstüne abanmışken ne ona ne buna tabi olmayan ruhiyatını şehrin insancıklarının düşünen, düşünmeyen, soran, sorgulamayan beynine bir karamsarlık olarak yansıyınca, Filiz’in ruhiyatını da adamakıllı darmadağın etmiştir. Filiz'in düşünceleri şüpheleri içini kemirdikçe kemirir; onu perişan etmiştir. O kocasından şüphelenir. Her gün her saat nefreti artıkça artmaya başlamıştır rakı içmekten sivrilmiş göbeği, yürümekten nerdeyse ufacık kalmış popolu adamdan. Davranışları onu ele vermekte; lakin ortada somut bir şey yoktur. Filiz, yanında yatanın babasının katili olabileceği fikri, beyni, kafası durmuştur. Bir aydır doğru dürüst uyuyamaz, yanında yatan adam yani, çocuklarının babası, babasının katili midir acaba? Bu iğrenç düşünceden kurtulmanın tek yolu vardır, o da hakikati ortaya çıkarmaktır. Ama nasıl? Emniyet müdürlüğü, şüpheli olabilecekleri tek tek sorgudan geçirmiş, dişe dokunur bir delil bulamadığından dosyayı rafa kaldırmıştır. Sarı Filiz, ihtişamlı binanın ön bahçesindeki güllerle, manolyalarla dertleşirken, devlet okulunda hizmetli olarak çalışan Gök İbo, Filiz'in bahçeye çıktığını gördü mü, etrafı kolaçan eder, yavaşça yaklaşır, birkaç kelime konuşabilmenin fırsatını kollardı. Filiz, çiçekleriyle dertleşirken gözyaşlarına boğulur, içini çeke çeke ağlar. Gök İbo içinden onun acısına ortak olur. Ortak olmasına da ortak olur da öte yandan bir şeyler alabilmek için her yola baş vurur. Kendi gibi gök gözlü olan Filiz’in gözlerinden akan yaşlara dayanamaz, içi kıyılır. Onun yerine kendini koyarak derdine ortak olur. Filiz, her gülün, her manolyanın yanında, çiçeklere bir şeyler derken yanaklarından süzülen yaşlar bahçenin toprağına karışıp toprağı acı ile yıkar. Bu ince bıyıklı, rakı içmekten sipsivri göbekli, yürümekten ufalan popolu adamla, aynı çatının altında yaşamak, onunla aynı yastığa baş koymak… çıldıracak gibi olur, fakat şüpheden başka elinde hiçbir şey yoktur elinde. Babasını kara toprağa verdiği günden beri, Ahmet’in tenine dokunmasına izin vermemiş, vermediği gibi çelik ışıltılı gök gözleriyle sanık sandalyesine oturtmuştur. Gök İbo, Ahmet’in sırdaşı, en has arkadaşıyken, öte yandan, İlçe Protokol Müdürü ile aynı kadına tutkundur. Eşyanın tabiatına aykırı sancılı bir aşk hikayesidir aslında bu! Bir yanda cebi şişkin, yaşı altmış beşe dayanmış İlçe Protokol Müdürü, bir yanda gök mavisi gözlü, ağzı var dili yok, masumiyetli, Gök İbo! “Günaydın yenge!” “Günaydın İbram!” “Yenge çiçekleri ne kadar çok seviyorsun, insanmış gibi konuşuyorsun onlarla!” “Öyle İbram, onlar olmasa, delirip dağlara düşerim ben!” “Neden abla, neden delirecekmişsin?” “Boş ver İbram, anlatamam, anlatılacak şey değil!” “Olur mu yenge, derdinizin dermanı bendedir belki, nerden bileceksin?” “O ne demek İbram?” “Hiçbir şey yenge, hani diyorum…” Ne hanisi?” “Hanisi manisi işte…” “İbram benim derdim bana yetip de artıyor, ne diyeceksen de ya da çekil git başımdan!” “Şu kibrin var ya şu kibrin, senin gibilerin hepsi, burunları düşse yere almaz” “Sen zıvanadan çıktın iyice bir de kocamın içki arkadaşı olacaksın, duyarsa seni fena yapar, haberin olsun!” Manolya çiçeğinin yanı başındaki açelyaya âşık olması gibi, komşunun sevecen, şair ruhlu adı anlatıcıda saklı sinema aşığına tutulmuştur. Açelyaya kavuşamayan manolya gibi, şair ruhlu, sinema aşığı adama kavuşamadığından, ince bıyıklı, rakı içmekten sipsivri sivrilmiş göbekli Ahmet’le çile doldurmakta iken, babasının ölümüne sebep olduğunu düşünürken, bir yanda da gözlüklü komşunun kaçamak bakışları ile iki arada bir derede gidip gelmekte, salınıp durmaktadır. “İbram ne diyeceksen de ne anlatacaksan anlat, sabah sabah derdime bir dertte sen ekleme Allah’ını seversen, ne olur yalvarırım!” “Rahatsız ettim yenge, anlatacaklarımı bir bilsen, kim bilir nasıl şaşırır, şaşırmakla kalmaz, belki de…” “Belki de ne, sen beni delirtmek mi istiyorsun, ne anlatacaksan anlat, ne diyeceksen de! Bak işine geç kaldın müdürün sarı zarfı verir yoksa!” “Bana bir şey olmaz, kimse bana bir şey yapamaz, o müdürün nelerini biliyorum ben. Adam ne herzeler yiyor, buradan Ay’a yol olur!” “Bilmece gibi konuşup durma, ne diyeceksen de delirtecek misin beni?” “Yenge sana bak neler anlatacağım, anlattıklarımla ağzın uçuklayacak, ağzın uçuklamakla kalmayacak bayılıp öleceksin, bayılıp öleceksin!” “De o zaman boş boş konuşup durma, hadi de ne diyeceksen de!” “Peki yenge, ben gidiyorum, hiçbir şey anlatmıyorum, yarın ayağıma gelip yalvaracaksın, hem de ne yalvarış?” “Dur tamam ne istersen o olsun, ne anlatacaksan anlat, zaten babam öldüğü günden beri yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum bilmiyorum!” “Tamam anlatacağım, baban öldürüldüğü günden beri ben de doğru dürüst uyku uyuyamadım. Gözümü yumar yummaz babanın ölüsü geliyor karşıma. Yalnız beni hiçbir şey sormadan can kulağı ile dinleyeceksin!” “Tamam söz konuşmayacağım, sen konuş demeyince konuşmayacağım!” İbram anlatmaya başlar başlamaz, bahçenin renk renk gülleri, renk renk açan manolya çiçekleri bir bir solmaya başlar utancından. Bozdağ’ın yücesinden kükreyip gelen kara bir bulut kümesi şehrin üstünü kapatarak büyüdükçe büyür, gökyüzünü, güneşi, ilk akşamdan doğacak Ay’ı, yıldızları zincire vurur. Kaç zamandır doğru dürüst yağmur almayan bitek Gediz ovasının bire seksen, doksan veren toprakları, tezkere almış Topçu Çavuşu Yılmaz Beykondu’nun eşine sarılması gibi sarılır hayata. Sarılır da, yağmur hasret nebat, yağmura hasret milli toprak görevini yapamayan dürüst insanın mahcubiyetine bürünmüştür. “Bak yenge benim hiçbir vebalim yok, babanın âşık olduğu kadın, her şeyi planlayıp kıydı babana. Babanın parası pulu, onu satın almaya yetmediğinden, kadın beni seçti. Babanın gücünden de korkuyordu açıkça. Ben ona dedim ki, “gel vaz geç, sen onun ol, benim devletten aldığım üç kuruş maaşım senin boyana, pudrana yetmez, ben artık yokum, dedim Aysel’e, o beni dinlemedi ve kafasındaki planı uygulayıp kıydı babana. Allah adına söylüyorum, benim hiçbir taksiratım, hiçbir günahım yok! “Demek babam bir hayat kadınına tutuldu?” “Evet, aynen, bir hayat kadınına kör kütük âşık olmuştu Müdür Bey, yalan söylüyorsam yılan olayım, Allah beni çarpsın, yemin billah her şey böyle!” “Senden bir şey isteyebilir miyim, bu bildiklerini kimseye anlatmazsan, ben de elimden ne gelirse senin için feda ederim. Babamın bir hayat kadınına tutulduğu bilinirse, şehirde kimse yüzümüze bakmaz, babamın itibarı beş paralık olur!” “Söz yenge kimseye anlatmam, anlatmasına anlatmam da…” “Anlamadım o ne demek?” “Hiçbir şey değil de sen…” “Ne beni?” “Sen, sen…” “Ne beni ne demek istiyorsun, çıkar ağzındaki baklayı?” “Ben, seni…” İbram, “seni derken kadının gözlerine gözlerini dikmiş, sarı saçlarının uçlarının dokunduğu göğüslerine dikerek gözlerini dudaklarını emmeye başlamıştı bile. Mavi gözler, sarı saçların dokunduğu göğüslerden aşağı doğru inerken, turkuaz renkli trikonun lastik örgüsü ile iyice incelmiş ince beline, oradan tekrar triko kazağın altında ben buradayım diyen göğüslerine, oradan her daim ıpıslak duran kalın etli dudaklarındadır. “Sen delirdin m, Ahmet duyarsa gebertir seni, utanmaz aşağılık adam bir de onun arkadaşı olacaksın. Sen domuzdan daha aşağılık bir hayvansın!” “Ne gebertmesi yenge, sen ne zamandır ondan şüphelendin, ben bilmiyor muyum, ben her şeyi biliyorum, o bana her şeyi anlattı, hatta onunla yatmıyormuşsun. O bunu anlatırken, ben hep senin yanında hissettim kendimi, yalnız gecelerimin, yalnız yatağımın yoldaşı yaptım seni!” “Ne olur, bu dediklerini duymamış olayım, Ahmet’e de bir kelime demeyeceğim, şimdi ele güne rezil olmadan defol git!” “İstersen bağır, benim kaybedecek bir şeyim yok, olan sana olur. Asil ailenin iğrençliklerini koca ilçede öğrenmeyen kalmaz, sen bilirsin!” “Bak yalvarıyorum, namusumu karalama, ne olur yalvarıyorum!” “Allah’ın her günü, seni güllerle, pembe renkli manolya çiçekli ağaçla konuştuklarını hep duydum, hep seni takip ettim, bir an ayrılmadım evinin çevresinden!” “…” “Bak yenge ya dediklerimi yapar ya da…” “Ya da ne?” “ Babanın bir hayat kadınına tutulduğunu, onunla aşk yaşadığını, parasını, pulunu ona yedirdiğini, devletin parasını bile çalıp ona ev aldığını söylerim!” “Ne istiyorsun?” “Seni!” “Beni mi? “Evet seni!” “Sen ahlaksız, ne terbiyesiz bir adamsın, ben senin arkadaşının eşiyim, hiç utanmak yok mu sende?” “Evet dediklerinin hepsi olayım, yeter ki sen benim ol!” “Sen Ahmet’in arkadaşısın, utanmıyor musun, sen adi bir adammışsın!” “Evet öyleyim, yalnız sen benim olacaksın, ya da yarın gazetecileri çağırıp her şeyi anlatırım, sen bilirsin!” “Neyi anlatırsın, ne anlatacaksın?” “Anlatayım da görün, Protokol Müdürü Babanızın bir hayat kadını ile aşk yaşadığını, ona bir ev alıp dayayıp döşediğini, iktidarsız babana sebep benimle tatmin olduğunu, daha neler neler…” “Bu dediklerini gerçekten anlatır mısın?” “Ne anlatması, yanına yan, kıçına çan takıp öyle bir anlatırım, öyle bir anlatırım Kürt dengbejlerden eksiği yok, fazlası var!” Filiz’in mavi gözleri dolar, zafiyetini göstermemek için ağlamasını içine gömerek katıla katıla ağlar. Bir yandan öfkesi büyüdükçe büyür, elinden gelse onu oracıkta boğacak, elinde bir kılıç olsa bir vuruşta ikiye bölecek, bir tabanca olsa kurşunu alnı çatına yapıştıracaktı. Tanrının çocuk doğursun, neslini devam ettirsin diye yarattığı Filiz ve hemcinsleri, kadın olmanın öfkesi dolup taşmıştır. … Az önce Filiz’in yaşadığı utancı onunla yaşayan bahçenin kırmızılı, beyazlı, pembeli manolya çiçekleri büyür büyür; her biri koca bir yürek, koca bir dünya olur; Filiz’i bağrında saklayacak kadar büyür. Sırtını yer yer ağaçsız, yer yer bodur meşelerle, yer yer kızılçam ormanları ile kaplı Bozdağ’a yaslayan şehrin üstünü, doruklardan kopup gelen pare pare bulutlar kara pesirek develere benzeyen bir vaziyet almaya başlar. Büyüyen bulutlara nispet yaparcasına büyüyen manolya, Filiz’i kucaklamaya hazır beklemektedir. Gök İbram'ı, çevre yanındaki değişimlerden korkmuş, kabuğunda ölüp gidecek ağustos böceği misali, ufaldıkça ufalmış, yok olmuştur. Beyaz renkli manolya çiçeğinin büyüyen, büyüdükçe her bir aralığı koca bir yürek olan yaprakların aynasında, ayasında kendini görünce nefret ederek kendinden Bozdağ'a alır başını gider. Filiz hafifler, kuş kadar hafifleyip taç yapraklı, beyaz renkli manolya çiçeklerinin arasında kırklara karışıp gider…

  • ÖLÜ

    Hangi mahallede imam yok, Ben orada öleceğim. Kimse görmesin ne kadar güzel, Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim. Ölüler namına, azade ve temiz, Meçhul denizlerde balık; Müslüman değil miyim, haşa, Fakat istemiyorum, kalabalık. Beyaz kefenler giydirmesinler, Sızlamasın karanlığım havada. Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım, Ki bütün azalarım hülyada. Hiçbir dua yerine getiremez, Benim kainatlardan uzaklığımı. Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar, Çılgınca seviyorum sıcaklığımı... * Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

  • Kaybolan Sevgi

    Nurten B. AKSOY * Günlerdir, aylardır hatta yıllardır büyük acılar yaşıyoruz hem toplum olarak, hem insanlık olarak. Savaş çığlıkları geliyor dünyanın dört bir köşesinden, içim yanıyor, çaresizim, elim kolum bağlı ve bu yaşananlar ilk değil ve korkum odur ki son da olmayacak. Yarım asrı geçen ömrümde ülkemin topraklarında savaş görmedik, ama hatırladığım savaşları aratmayacak öylesine acı dolu günler gördük ki galiba yüreklerimiz nasır tuttu; insanlığımızı, merhameti, sevmeyi, saymayı, birliği, beraberliği unuttuk. Korku ve nefret dolu gözlerle bakıyoruz herkese, her şeye... Bir tek umudumuz kalmıştı elimizde gelecek güzel günlere dair; ama onu da yitirmemiz için bütün dünya elbirliğiyle gayret ediyor sanki. Oysa eskiden böyle miydik biz. Sadece İYİLER ve KÖTÜLER vardı bize öğretilen. İnsanlar sevgiyle büyütülürse iyi olurdu, kötülüğün tohumu ise sevgisizlikti. Bu yüzden insanları diline, dinine, rengine ya da ırkına göre ayırmazdık biz. İnsanları "Pis Araplar, Yahudiler, Ermeni dölleri, katil Kürtler, kahrolası Rumlar, sarhoşlar, ayyaşlar..." ve bunlara benzer sıfatlarla anmazdık. Çünkü biz DÜNYA denilen bu yerkürenin üstünde, bizim payımıza düşen topraklarda, yan yana evlerde, komşu köylerde, kardeş şehirlerde birlikte yaşardık. Oysa şimdilerde insanlar dünyayı paylaşamaz olmuş; gücü elinde tutan ya da öyle olduğunu zannedenler saldırıyor insanlığa. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden saldırıyor gözünü kan bürüyenler; yakıyorlar, yıkıyorlar, öldürüyorlar büyük bir zevkle. Ve bir zafer kazanmışçasına sarılıyorlar birbirlerine utanmadan... Savaşları kişisel çıkarları için fırsat belleyenler yani kötüler körüklüyorlar yangını ha bire, çünkü biliyorlar ki alevler ne kadar yükselirse onların cebi de o kadar dolacak. Her bir çocuğun gözünden akan yaş, onlara para olarak dönecek... İçim yanıyor, üzüntüm ve öfkem dünyalar kadar; ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Kötülüğün sevgiyi ve insanlığı yok ettiğini görmek kahrediyor insanı... Evet, SEVGİ gönül işidir, insanoğlundan herkesi sevmesini bekleyemeyiz; ama nefret etmeden, savaşmadan, yakmadan, yıkmadan birbirine katlanmayı öğretebilirdik en azından, ama beceremedik... Beş yaşında bir çocuğun, yetmiş yaşında bir annenin, gencecik insanların ölümüne sevinmemeyi öğrenebilirdik en azından. Aynı fikirden, aynı görüşten olmasak da İYİ olmayı deneyebilirdik, karşımızdaki KÖTÜLERE inat. Ama ne yazık ki beceremedik bunu, insanlık kötülüğe yenildi...

  • UYKU

    Öğle uykusundan yeni uyanmıştım. Kahverengi gözlerim zar zor açılıyordu. Hiç olmadığı kadar rahat uyumuştum. Yatağımdan kalkmak istemedim. Esnedim ve elimi kabarık kahverengi saçlarımda gezdirdim. Gözlerim başucumdaki saate gitti. Saat akşamüstü beşti. “Çok iyi uyumuş olmalıyım.” diye geçirdim içimden. Oysa pek uykucu değildim. Çok hayalperest bir kızdım. uyku saatlerini hayal kurmakla geçirirdim. Bunları düşünürken alt kattan bir ses geldi. Hiç duymadığım ama beni hiç ürkütmeyen bir sesti bu. Tuhaf bir şekilde tanıdık gelen bir ses… “Ece, kızım, akşam yemeği hazır!” Odamdan gülümseyerek çıktım. Salona geçerken bir İtalyan operasının odaya yayıldığını duydum. Kırmızı halı serili merdivenlerden indim. Salondaki masanın yanındaki sandalyelerden birinde sarışın, otuzlu yaşlarda nar dudaklı bir kadın oturuyordu. Masada kesilmiş et, salata, tereyağlı ekmek ve balık duruyordu. Uzun saçları başının üstünde toplanmıştı kadının. Bana tatlılıkla gülüyordu. “Gel küçüğüm.” dedi yumuşak bir sesle. Bana sarıldı. Onun kolları arasındayken mutlu ve sıcacıktım. “Gel, karnını doyur canım.” dedi. Etten bir parça koparırken onun kızı olduğum için çok şanslı olduğumu düşündüm. Sonra çilekli ve kakaolu gösterişli bir tatlı yedim. Yemek bittiğinde kollarıma kalın, tozlu, yıpranmış bir kitap bıraktı. “Bu, sana armağanım. “ dedi sessizce. Biraz utanıyordum. Bu sebeple ancak bir dakika sonra dudaklarımdan kısık bir teşekkür çıktı. Kitabı açtım ve nefesimi tuttum: İçinde çok güzel resimler vardı! Dağa çıkan kırmızı küpeli genç kız, mavi denizden kafasını uzatmış küçük bir deniz kızı, birbirlerini bulduklarına sevinen iki kız kardeş.. Gözlerim sevinçle dolu dolu oldu. Yanağından öpüp, koridorda seke seke yürüyerek merdivene koştum. Odamda gülümseyerek yatağıma yattım. Bugün hayatımın en güzel günüydü. Başucuma koyduğum kalın kapaklı güzel kitabımı düşünüyordum. Çok mutluydum. Kafamın içinde düşler denizindeki kayığımla denizleri aşıyordum. Tam o sırada gözlerimi açtım. Bir anda o güzel akşamüstü yok olmuştu. Duyduğum opera yerini yüksek horultulara bırakmıştı ve yatağım daha rahatsız, odam daha küçüktü. En önemlisi şuydu: Annemin sesi kaybolmuştu. Rüya görmüştüm. Odadaki daracık cama doğru tökezleyerek yürüdüm. Her gündüz, her öğlen, her gece olduğu gibi “Çocuk Esirgeme Kurumu” yazısını okudum. Gözlerim yaşlarla pırıldadı. Yatağıma gittim ve yorganımı başıma kadar çektim. Üzüntüyle, annemden kalma olan ayıcığı almak için elimi başucumdaki komodine uzattım. Ayıcığı alırken elim başka bir şeye çarptı. Sert, ama aynı zamanda narin bir şeye... Yorganı aşağı çektim ve komodinimdeki şeyi heyecanla aldım: Bir kitap. Kalın, eski bir kitap. Kapağını inceledim… Rüyamdaki kitap…

  • KİRA TESPİT DAVALARI

    01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun ikinci kitabında “Özel Borç ilişkileri başlığı altında 299-378 maddeleri KİRA SÖZLEŞMESİ düzenlenmiştir. Kira sözleşmesinin geçerli olması bakımından belli bir şekle tabi değildir. Ancak kira sözleşmesinin sözlü olması durumunda iddia eden iddiasını ispat etmekle yükümlü oğlu için kira sözleşmelerinin yazılı yapılması ispat bakımından önem kazanmaktadır. Kiraya veren aylık kira bedelinin ne kadar olduğunu, kira süresini, kira başlangıcını ispat etmekle yükümlüdür. Diğer taraftan kiracı da itiraz etmediği kira bedelini ödediğini ispat etmesi gerekmektedir. Bu nedenle her ne kadar kira sözleşmesinin geçerli olması şekle tabi değil ise de taraflar arsında belirlenen sözleşme şartlarının belirlenmesi bakımından yazılı olması önemlidir. KİRA BEDELİ VE ÖDENME ZAMANI 6098 Sayılı Borçlar Kanunun 314 maddesi gereğince “Kiracı, aksine sözleşme ve yerel adet olmadıkça, kira bedelini ve gerekiyorsa yan giderleri, her ayın sonunda ve en geç kira süresinin bitiminde ödemekle yükümlüdür.” Kira sözleşmesinde kira bedelinin hangi tarihte ödeneceği açıkça belirlenmiş ise bu durumda kira bedeli gününde ödenmek zorundadır. KİRA ARTIŞ ORANI Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılmamışsa, kira bedeli, bir önceki kira yılının tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla hakim tarafından, kiralananın durumu göz önüne alınarak hakkaniyete göre belirlenir. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın, beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yılın sonunda, yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli, hakim tarafından tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir. Her beş yıldan sonraki kira yılında bu biçimde belirlenen kira bedeli, önceki fıkralarda yer alan ilkelere göre değiştirilebilir. 11.06.2022 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “7409 sayılı Avukatlık Kanunu ile Türk Borçlar Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile Türk Borçlar Kanunu’na (TBK) aşağıdaki geçici madde eklenmiştir: “GEÇİCİ MADDE 1- Konut kiraları bakımından bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih ilâ 1/7/2023 (bu tarih dâhil) tarihleri arasında yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmalar, bir önceki kira yılına ait kira bedelinin yüzde yirmi beşini geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bir önceki kira yılının tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının yüzde yirmi beşin altında kalması halinde değişim oranı geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Bu oranları geçecek şekilde yapılan sözleşmeler, fazla miktar yönünden geçersizdir. Bu fıkra hükmü, 344 üncü maddenin ikinci fıkrası uyarınca hâkim tarafından verilecek kararlar bakımından da uygulanır.” Denilmektedir. Vergisi İhdası ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un (“Torba Kanun”) 23. Maddesi kapsamında, bu süre 1 Temmuz 2024 tarihine dek uzatılmıştır. Torba Kanun’un 23. Maddesi uyarınca TBK’ya eklenen Geçici Madde 2 kapsamında, konut kiraları ile sınırlı olmak üzere 2 Temmuz 2023 ile 1 Temmuz 2024 tarihleri arasında (ve bu tarihler dahil olmak üzere) yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaların, bir önceki kira yılına ait kira bedelinin %25’ini geçmemesi kaydıyla geçerli olacağı belirtilmiştir. Ancak, aynı hüküm kapsamında bir önceki kira yılının tüketici fiyat endeksindeki (“TÜFE”) son on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının %25’in altında kalması durumunda, bu değişim oranının geçerli olacağı ve bu azami oranın aşılması halinde sınırlamayı aşan kısım açısından miktarın geçersiz olacağı düzenlenmiştir. İşyeri ile ilgili kira artışları bu düzenleme dışındadır. Kira sözleşmesinin 5 yılı geçmiş olması durumunda taraflar kira bedelinin artırılmasında anlaşamadıkları durumunda kira bedelinin artırılması emsal kira bedellerine göre olacaktır. Hepinize mutlu günler diliyorum. Av Semihat Karadağlı

  • GENÇLİK VE GELECEK

    Yusuf AKSOY * Toplum olarak içinde bulunduğumuz dönemde üzülecek, dert edilecek, çok sayıda olumsuz olayla karşı karşıyayken son hafta içinde üç üniversite öğrencisinin intiharı ve Zeren Ertaş isimli bir öğrencinin de 'ihmal' olarak iddia edilen bir asansörün düşmesinden dolayı ölüm haberi hepimizi derinden sarsmıştır. İntihar eden üç öğrenciden ikisi Eskişehir’deki üniversitelerden R.A. ve S.N.R., bir diğeri ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesinden S.T. adlarındaki öğrencilerdir. İntihar eden öğrenciler ve Aydın’ın Efeler ilçesinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) Güzelhisar Kız Öğrenci Yurdu’nda arıza yapan asansörden çıkmaya çalışırken asansörde sıkışarak hayatını kaybeden Zeren Ertaş’ın ailelerinin ekonomik durumlarının iyi olmadığı bilgilerine rastladık. KYK Yurtlarındaki gerekli yatırımların, iyileştirmelerin yapılmaması, denetimsizlik, sıradanlık orada kalan genlere eziyet etmekten başka bir anlam taşımıyor. Bu Kamuya ait bu yurtlarda kalan öğrencilerin ekonomik durumu iyi olmayan ailelerin çocukları olduğu bilinmektedir. Yoksul ailelerin çocuklarına reva görülen bu yurtlarda öğrencilerin sağlıklı bir barınma, beslenme ve çalışma ortamında olmadıklarını tekrarlamanın bir anlamı yok diye düşünüyorum Bu acı gerçek yıllardır bilinmektedir. Bu yaşananlar kesinlikle kader değildir. Gençliğe verilen değerin bir göstergesidir maalesef. T24’de üniversite son sınıf öğrencisi Zeren Ertaş’ın babası: ''Benim çocuğum karıncayı dahi incitmeyecek bir çocuktu. Bu şekilde ihmal sonucunda olduğu için daha çok yaralıyız. Sizden ricam budur. Çünkü ben devlete inancımı kaybettim şu anda. Ben çocuğumu devlete emanet ettim ama devlet benim çocuğuma 25 gün bakamadı. Benim çocuğum yandı, biz yandık, başka çocuklar yanmasın. Ancak bu, dilek ve temenniyle olmuyor.'' sözleri duyuldu, şeklinde haber yapıldı. İntiharların temelinde yoksulluktan kaynaklı yoksunluk, umutsuzluk, karamsarlık, çaresizlik, güvensizlik gibi duygu ve düşüncelerinin olduğu bilinmektedir. Derin olumsuzluklar yaratan bu durumlarda kişilerin dayanma gücü sıfırladığında telafisi mümkün olmayan acı olaylarla karşılaşılmaktadır. Durkheim intihar vakaları ile ilgili :” …sosyal bağların ve toplumsal bütünleşmenin kaybının yalnızlık hissini ve intihar oranını artırdığını düşünülebilir.” demektedir. Burada da İfade edilen nedenler politiktir. Eşit yurttaşlık hakkının olmaması dolayısıyla haklara herkesin aynı oranda erişememesi, gelir dağılımındaki dengesizlikler, işsizlik, güvencesiz çalışma hayatı gibi insanı ve emeği değersizleştiren sınıfsal uygulamalar huzursuzluk yaratmaktadır. Toplumun önemli bir kesiminde yaratılan bu mutsuzluk, çaresizlik ve umutsuzluk genç bireyleri daha çok etkilemektedir. Buradan çıkış yolu elbette ki vardır. Toplum; iyi ve mutlu bir yaşam koşulları için itiraz hakkını kullanmaktan çekinmemelidir. Eşit haklara ulaşmanın önündeki tüm engellerin kaldırılması için tüm demokratik, yasal haklar kullanılmalıdır. Beraberinde, onurlu bir insan olarak varlığını sürdürebilmek için demokratik insan hakları çerçevesinde meşru tutum ve davranışlar için de ortak akıl ile hareket edebilmenin yollarını bulunmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutladığımız bu günlerde gençliğin hayatını çalan ve geride kalanlara kahır azabı yaşatan sorunların çözümü için mutlaka ciddi adımlar atılması gereklidir. Yoksa: “Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.” diyerek Cumhuriyeti gençlere emanet eden, Cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetine değersizlik ortaya çıkacaktır. "Cumhuriyet sizden 'fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür' nesiller ister." sözünü Atatürk laf olsun diye söylememiştir. Gençliğe olan borç ertelenecek olan bir borç değildir. Gençlerin yurdundan umudunu kesmediği, yaşama dört elle sarıldığı bir Türkiye mümkündür. Onların emeklerine, düş ve düşüncelerine saygılı; özgür, güvenli ve güvenceli bir gelecek sağlamak ertelenemez acil bir görev olmalıdır. Aksi taktirde içi boşaltılmış yüzyılın geleceği tehlikeye girecektir …

  • Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun

    Nice 100. Yıllara!.. * CUMHURİYET ve ATATÜRK DOSYASINI ZAMAN İÇİNDE OLUŞAN YAZI, RESİM, FİLM ve DERLEMELERİN HEPSİNİ GÖRMEK, OKUMAK İSTERSENİZ LÜTFEN RESME TIKLAYIN

  • Bu Sabah İçimde Bir Tazelik Var

    Nurten B. AKSOY * “Bu sabah içimde bir tazelik var, Bu seher, bu camdan giren gündüz, ben! Sokaktan yükselen şu şen naralar, Bu camdan bakınan, bu gülen yüz ben! Nerede o dünkü ateşli nabız, Nerede yastıkta kıvranan başım? Bu sabah içimde çelikten bir hız, Bu sabah en mutlu, en şen yurttaşım.” Ahmet Kutsi Tecer Şairin dediği gibi, bu sabah içimizde bir tazelik olmalı; çünkü bugün göz bebeğimiz Cumhuriyetimizin 100. yaşını kutluyoruz. Ona sahip çıkmanın ve başta Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşları olmak üzere, onu bize armağan edenleri sevmenin onurunu yaşıyoruz. Aydınlık, huzurlu ve mutlu yarınların umuduyla… Bayramımız kutlu olsun! * “Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız.” Mustafa Kemal Atatürk * “Gençler! Cumhuriyeti biz kurduk, onu siz yaşatacaksınız.” Mustafa Kemal Atatürk * “Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.” Mustafa Kemal Atatürk * “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet sekli demektir.” Mustafa Kemal Atatürk * “Cumhuriyet, yüksek ahlâkî değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.” Mustafa Kemal Atatürk * “Cumhuriyetimize vereceğimiz en büyük armağan, gençlerin eğitilmesi olacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk * “Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yasayacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk * “Cumhuriyet; mütefekkir, bilgili, kültürlü, sağlam vücutlu ve yüksek karakterli koruyucular ister.” Mustafa Kemal Atatürk * “Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.” Mustafa Kemal Atatürk * “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” Mustafa Kemal Atatürk * “Yeni nesil, en büyük Cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk * “Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla, her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir.” Mustafa Kemal Atatürk * “Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı, Türk topluluğudur.” Mustafa Kemal Atatürk * Derleyen-Düzenleyen: Nurten B. AKSOY

  • Cumhuriyet

    Monarşi; İmparatorluk, Padişahlık ve Cumhuriyet İlk üç kavram, ilk duyumda, monarşiyle çağdaş yönetimi bir arada yaşama şansına ya da şanssızlığına sahip olmayanlar için soyut, içi boşaltıldığından kulağa bir çocuk masalından taşınmış gibi duruyor. Çocuklarımızın dünyadaki her ülkeyi, seçilmiş insanlarca yönetilen demokratik cumhuriyetler sanması şaşılacak bir olgu değil. Öyle ya, mademki, yönetimi söz konusu olan halktır, onun kendisini yönetmesinden doğal ne olabilir? Çağdaş cumhuriyetlerin günümüzden sadece iki yüz yıl önce, Fransız ihtilaliyle birlik varolmaya başladığını, daha önce kul olmayan halktan ve onun yönetiminden söz edilemeyeceğini, koca devletlerin bir kişinin keyfine göre yönetildiğini nasıl anlatırsınız? İşte bu kişi yönetimleri yani monarşiler, birbir yıkıldıkça yerlerine cumhuriyet yönetimleri kurulmaya başlandı. Saati geldi diye birileri lütfetmedi bunu. Sürü olmaktan bıkan halk, çoğu yerde bedelini kanlı bir biçimde ödeyerek kazandı. O zaman, kişi ya da kişilerin yönetimine bir tepki, bir tavırdır cumhuriyet, demek mümkün. Tanımları hepimiz biliyoruz. Halkın halk tarafından yönetilmesidir basitçe. Monarşilerde bir kişi tüm yetki ve hakları kendinde toplarken, genelin söz hakkı olmazken, cumhuriyette halkın üstünde bir güç yoktur. Cumhuriyetin kurucusu ulusal önder M. Kemal Atatürk’ün şu sözü cumhuriyeti tam olarak tanımlamaya yetmektedir. Egemenlik, kayıtsız, şartsız ulusundur. Halk bu egemenliği başkasına devredemez, bu anayasanın temel kuralıdır. Kaldı ki, halkını böylesine onere eden, sıra insanın bile cumhurbaşkanını denetlemesini sağlayan hak nasıl başkalarına devredilebilir ki? Ben kendi kendimi yönetemiyorum, alın siz yönetin beni, nasıl der bir ulus? Der mi, der. Tarihte örnekleri görüldü bunun. Tarih Kuşkusuz varlığının ilk çağından bu yana, sosyalleşen, birlikte yaşayan ve böyle daha güçlü olan insan, uygun yönetim biçimini aramış. İşin ilginç yanı bu arayışın ilk bin yıllarında daha, Antik Yunan’da site devletlerinde cumhuriyeti kurmuş. Az sayıda insanın yaşadığı bu kentlerde insanlar meydanlarda toplanır her türlü önemli karara katılırmış. Sayı artıp toplanmak zorlaşınca bu kez temsilciler seçmeye başlamış. Ne var ki, kimi yurttaşlara seçme seçilme hakkı verilmemiş. Kimisinde kölelere, kimisinde kadınlara... bu yönüyle tam bir cumhuriyet saymak olanaksız. Sokrat’ı ölüme mahkûm eden cumhuriyet bunlardan biri. Roma imparatorluğu devrinde imparatorların keyfi uygulamaları halkı canından bezdirip patlamalara yol açınca cumhuriyetler kurulduğu görüldü. Ortaçağda daha gelişmiş cumhuriyet örnekleri var, Avrupa’da. Genellikle soyluların, aristokratların egemen olduğu derebeyliklere benzeyen cumhuriyetlerdir bunlar. Sonra monarşi... yüzyıllar süren monarşi. İçlerinde akıllı, yurdunu, halkını seven idareciler de var. Var da, bir kişinin ya da bir zümrenin istemleridir egemen olan. Genelin istemlerinin hesaba katılması söz konusu bile değildir. Sonra dedik ya, yönetenin sizi sevmesine bağlıysa kaderiniz, işiniz zor demektir, hep sevimli duramazsanız ya da ola ki sevmekten yorulursa yöneten ne olacak haliniz, bir düşünün. Bu tür bir uygulama yöneteni de suça teşvik eder.Hiçbir denetleyicisi olmayan insan doğasına terk edilen kaderlerin hazin sonlarını anlatmaya gerek yok. Halkı koyun bir yana Osmanlı sadrazamlarının başına gelenlere bir göz atmak bunun için yeter. Her ne kadar cumhuriyet sözcüğünün kökeni Arapça ise de, 1789 Fransız ihtilaliyle gelişen birey hak ve özgürlüklerine düşkünlük monarşinin keyfi uygulamalarını denetleme arzusu bilimsel başlangıç sayılıyor. Önce Fransa’da kurulan cumhuriyet, yönetimde yeni zamanların başlangıcı oluyor. 1789’ da Fransa, monarşiye karşı ayaklanır. İhtilalcilerin etkilendiği düşünürlerden J.J.Russo, Halk egemenliğinde birey istençleri ayrı ayrı ve kendiliğinden hukuksal değer taşır, demekte ve her vatandaşın egemenliğin bir bölümüne sahip olduğunu iddia etmektedir. Cumhuriyetin ateşli simgesi Robes Piyer, Cumhuriyetin siyasal ve toplumsal kurallarını geliştirmiştir. Ona göre amaç, özgürlük ve eşitlikten halkın barış içinde yararlanmasını sağlamaktır. Vatandaş yönetime, yönetim halka, halk da adalete uyruk olmalıdır. Politika ve ahlak birleştirilmeli, ahlaka aykırı olan her şey politikaya da aykırı olmalıdır. Yönetimler ahlaktan yoksun olduğu zaman halkın erdemi dayanılacak bir güç olarak kalır, halkın kendisi bozuldu mu cumhuriyetin dayanağı kalmaz. Cumhuriyet devrimi ahlaksızlık ve zorbalık düzeninden adaletli yönetime geçişten başka bir şey değildi, diyen Robespiyer, cumhuriyete, yönetimden de öte toplumsal bir etik yapı yüklemesi de yapmaktadır. Fransa’dan sonra Amerika’nın bir cumhuriyet olarak kurulması yeryüzündeki bu yönlü akımları güçlendirmiştir. Avrupa’da yıkılan her monarşi yerini cumhuriyete bırakmıştır. Bırakmış da, kurulan her cumhuriyet bir diğerinin aynı olmamış. Yeni ideolojilerin, toplumsal yapıların, geleneklerin ve liderlerin yapılanmada etkisi olmuş. Atatürk, yeni devletin yapısını belirlemek için çalışırken bu düşünürlerden ve deneyimlerden etkilenmiş. Cumhuriyet Türleri Hepsinin adları aynı, ortak yönleri de monarşiye tepki olsa da, birbirinden farklı çağımız cumhuriyetlerinin genel üç tipi var. İlki az gelişmiş ulusların cumhuriyetidir. Çoğu kez ekonomik, kimi de siyasi yönden bağımlı uluslardır bunlar. Egemenliğin, kullanacak yeterli bilinçli halk olmadığından belli bir zümrenin eline geçmesi şaşırtıcı değildir. İkinci tip cumhuriyetlerse, halk cumhuriyetleri diye de tanımlanan bir ideolojinin egemenliğinde olan cumhuriyetlerdir. Bu tip cumhuriyetlerde bir sınıf diğer sınıfları ortadan kaldırır. Eşitlik ve sosyal adaleti kuramsallıktan yaşama geçirmeye çalışırken doğal olarak bireysel özgürlükleri sınırlar. Batı tipi denilen üçüncü tip cumhuriyetler ki, birçok yönüyle bizim cumhuriyetimiz bu gruptandır, klasik anlamda demokrasiyi uygulayanlardır. Genel olarak parlamenter sistemle yönetilirler. Güçler ayrılığını esas alan bu sistemde yasama, yürütme, yargı erkleri birbirinden ayrıdır ve birbiri üzerinde denetleme yetkisine sahiptir. Anayasa ve yasalarla kişi hak ve özgürlükleri güvenceye alınır. Cumhuriyet yöneticisi bunları çiğneyemediği gibi, kutsal görerek saygı göstermek zorundadır. Bu cumhuriyetlerde, siyasal demokrasi, kişilerin örgütlenerek siyasal partiler yoluyla doğrudan iktidara katılması ya da baskı grupları kanalıyla iktidarı etkilemesi amacını taşır. Batı tipi cumhuriyetlerde bireyler örgütlenir, bunun için devletten yardım alır, özgür seçimlerde iktidarı ele geçirir. Bu hoşgörü, batı toplumlarının yüzyılları bulan gelişmeleri ve kültür birikimleriyle açıklanır. Demokrasi Sık sık demokrasiden söz ettik. Tam tanımı yok. Belki de kimi ülkelerde demokrasinin eksikliği ortaya çıkmasın diye ortak, kesin bir tanım getirilmemiş. Ne var kı, bir dış çerçeve olan cumhuriyete işlerlik, biçim kazandıran içerik denilebilir. Demokrasi kısa bir tanımla; halkın kendini yönetmesi demek. İyi de, cumhuriyeti tanımlarken de aynı şeyleri söylüyoruz. O zaman demokrasinin ne olmadığını söylersek daha iyi anlaşılır. Demokrasi, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimlerini reddeder. Adı demokrasi olsa bile... demokrasi de halk esastır, direktir. O seçer, o yetki verir, denetler, görevden alır. İktidar, sınırlıdır, topludur, belirlidir. Demokratik cumhuriyetlerde her grup kendini temsil edecek olanı seçer ve mecliste ses bulur, seçilen temsilcilerinin sayısı, çoğunluğu bulursa iktidarı ele geçirir. Buna çoğunluğun yönetimi ya da baskısı olarak düşünmek yanlış olur. Biraz önce değinildiği gibi cumhuriyet, halk topluluğunu oluşturan tüm bireylerin tek tek istençlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir bütündür. Cumhuriyetin özü budur. Bireylerin istençleri hangi noktaya doğru yönlenirse, halk egemenliği de bunu hesaba katar, halkı o noktaya doğru yönlendirir. Cumhuriyetin Zayıf Yönü Bu aynı zamanda cumhuriyetin zayıf yönüdür ve onu tehdit edebilecek bir tehlikedir. Eğer halk istenci yapılanmaya aykırı gelişirse ne olur? Cumhuriyet umulmadık bir yöne sapabilir ya da zorlanır. Bu zorlayıcı seçimleri halk, türlü etkilerle, uzun süren bunalımlara bir tepki olarak ya da yeterince kültür ve bilinci olmadığından yapabilir. Sonucu kestiremediğinden yapar. Belki de, dünyanın kimi yerlerinde cumhuriyet adı altında dikta yönetimler gelişmesi bundandır. Atatürk, Roma Devri cumhuriyetlerde halkın tutumu nedeniyle diktatörleşen Ogüst adlı imparatoru buna örnek gösterir. İşte bu nedenle cumhuriyet eğitimli, bilinçli, erdemli, kısaca çağdaş bir halk ister. Tek başına çok önemli gözüken bu kusur, diğer yönetim biçimlerini düşündüğümüzde, gözden kaçmaması gereken ama katlanılabilir bir kusur gibi gözükmektedir. Atatürk Cumhuriyeti Atatürk, dört halifelik devri dahil, insanlık tarihinde yer alan bütün yönetim biçimlerini inceledi. Fransız düşünürlerinin ve cumhuriyetçiliğinin birey hak ve özgürlüklerine verdiği önem hep ilgisini çekmişti. Bütün bu bulguları bir potada birleştirdi, Türk ulusunun yapısına en uygun yönetimi tüm ayrıntılarına değin tek başına belirledi. Yüzyıllarca geri, eğitimsiz bırakılmış halkın yanlış ellerde istenmeyen hedeflere rahatlıkla yönlendirilebileceği gerçeğini göz ardı etmedi, cumhuriyeti koruyacak ilkeleri de belirledi. Cumhuriyetin yaşaması, uzun ömürlü olabilmesi için bunlara gereksinme duyulur. Hepimizin iyi bildiği altı ilke; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devrimcilik, devletçilik, halkçılık, laiklik cumhuriyetin işlemesi içindir. Bu ilkelerin herhangi birine yönelik saldırı cumhuriyetin özüne dönük demektir. Bu altı ana ilkenin yanı sıra, altı çizilen diğer tamamlayıcı ilkeler de vardır. Kimilerini kısaca şöyle açabiliriz. Halk Egemenliği: Atatürk ne yaptıysa halk için yaptı. Onun egemenliğini kural koydu. Monarşiyi reddedip yerine demokratik cumhuriyeti kurarken halkına güveniyordu. Cumhuriyet halka dayalı bir yönetim biçimi… Aydın, çağdaş, bilinçli ve erdemli bir halk temel unsuru. Eğitim, Kültür: Demokrasi ve Cumhuriyet halka yani insana dayanan yönetim biçimidir. Çağın yeni üretimlerinden biri olan siyasi aristokratlar ya da kimi zümreler istediklerini gerçekleştirmek için yönlendirebileceği, istediklerini seçtirebilecekleri eğitimsiz, kültürsüz bir halk isteyecektir. Halkın demokrasi dışında kalmaması, başkalarının haklarına da saygı duyarak özgür istençlerini belli etmeleri için erdemli, eğitimli, bilinçli, kültürlü olması gerekir. Bu kültürlü eğitimli halk, hem seçen hem de seçilen olarak cumhuriyete yani kendine sahip çıkacaktır. Tam Bağımsızlık: Atatürk’e göre asıl olan Türk ulusunun hakkı olan onurla yaşaması, özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesidir. Bu da ancak bağımsızlıkla mümkündür. “ Ya istiklal ya ölüm” sözü bunun ifadesidir. Ulusal Bütünlük: Cumhuriyetin her gruba söz hakkı verdiğine değinmiştik. Atatürk’ün belirlediği ulusal sınırlar içinde yaşayan herkes Türk’tür ve kendini temsil hakkına sahiptir. Uluslaşmak ortak bir hedefe kilitlenmek demektir. Etnik kökenlerin yerini ortak geçmiş, gelecek idealinin alması birlikte çağdaşlaşmak ve bunun verilerinden yararlanmak demektir. Çağdaşlaşma: Ekonomik, kültürel, toplumsal gelişmeler çağdaş bir yönetim biçimi olan demokrat cumhuriyetler için gereklidir. Afrika’daki bir kabileyi bilinen cumhuriyetle yönetmeniz mümkün değildir. Barışçılık: “ Yurtta barış, cihanda barış” diyen Atatürk’ün bu görüşündeki insancıl nedenler bir yana genç cumhuriyetin ancak bir barış ortamında serpilip gelişeceği gerçeği vardır. Laiklik: Tarihten alınan dersler cumhuriyetçilikle laikliği örtüşür hale getirmiştir. Belki de bu yüzden üzerinde en çok konuşulan, en çok saldırıya uğrayan, bir yanından delinmeye uğraşılan ilke de laiklik olmuştur. Laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Din bireyin vicdani sorunudur ve kişiyi ilgilendirir. Türkiye cumhuriyetinin var olan tüm yasalarının hemen hemen hepsinin laiklik ilkesiyle bağlantısı vardır dersek abartı olmaz. Bunun nedeni, laikliğin ortadan kalkmasıyla oluşacak durumla çok sıkı ilişkilidir. Laiklik yasalardan çıktığında, cumhuriyet ve demokrasi halk egemenliğinden çıkıp bir zümrenin eline geçer. Diğer açıklaması ise, yönetimde geniş halk kitlelerinin istençleri değil, dini buyrukların yasa yerine geçmesi demektir. Kuşkusuz diğer tamamlayıcı ilkelerinde ayrı ayrı büyük bir önemi var. Bütün bunlar çağdaş Türk halkını hakka olan yaşama biçimine taşıma gayretinin sonucudur. O halk ki, yüzyıllarca acı çekmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı hem padişaha hem de dış güçlere karşı tamamen kendi gücüyle utkuyla sonuçlandırmıştır. Ona, bu büyük savaşta öncülük etmiş, ama kendisine önerilen ya da ayağına gelen padişahlığı elinin tersiyle itmiş Atatürk’ün teslim ettiği bir hak. Eski takvime göre 1282 Doğumlu üç padişah görmüş, Kurtuluş Savaşını bütün dehşetiyle yaşamış büyük annem, bir yakınımız, üniversite aşamasında hangi okula gideceğine karar veremezken şu sözleri söylemişti; "Daha önce biz sadece sürüden birer koyunduk, Yemen’de, Şam’da ölmesi gerektiğinde anımsanan. Ne zamanki Atatürk geldi, ben gidip okulun önünde oyumu kullandım, kendi muhtarımı vekilimi seçtim. İnsan yerine kondum. Torunum Atatürk’e göre bir adam olacak." Biz seçimimizi yaptık. Koyun değil, insanız. Öyle kalmak için de uğraşmalıyız. Şurası kesin, kendi kaderimizi tayin etme hakkımız olan Cumhuriyetten asla vazgeçmeyeceğiz. Atatürk’e göre adam olmak, bilgisiz ama iyi niyetli taklitlerle önemli adımlar atabildiğimiz dönemlerde tabi ki çok önemliydi. Ama şimdi, cumhuriyete göre adam olmak önemli. Cumhuriyete göre bilinçli çağdaş insanlar olduğumuzda da, zaten Atatürk’e göre adamlar olduk demektir. * 29 Ekim 1998’de Cumhuriyet Bayramı Nedeniyle Yalova kenti askeri ve sivil protokolüne ve kent halkına yapılan Cumhuriyet konulu konferans metnidir.

bottom of page