top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • KUDÜS MEKTUBU

    Mazlumun suskunluğu, zalimlerin garezi; Gözleri kör cihan’ın, kulakları sağırdır. Mahşer günü kurulur, bir ilahi terazi; Bir damla gözyaşının, bedeli çok ağırdır. Ruhumda kaç çocuğun, yetimliği var Kudüs. Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. Zalimde kanlı postal, çiğner iken koynunu, Eyyübi’nin kabrini, yırtıp çıkması yakın. Gülistanda kırdılar, güllerinin boynunu. Dört yanın diken olsa, ümidin kesme sakın. Sen ağlarken sessizce, cihan bana dar Kudüs Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. Sende mi Miraç yüzlüm, bağrımda bulamadım. Mescid-i Aksa’ya ben, yüreğimi düşürdüm. İlk kıbleme dönüp de, yürürken adım adım Ağustos ateşinde, gözyaşınla üşürdüm. Zemheri kaderin mi, saçlarında kar Kudüs. Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. Ebrehe’ler kol gezer, mazlumların yurdunda. Doğmamış bebeklerin, gözlerinde yaşlar var. Durun ey Ebabiller, yetimlerin ardında. Kanat senin gök senin, atılacak taşlar var. Baş kaldırı namustur, bu direniş ar Kudüs. Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. Görüp de görmeyene, duyup ta duymayana. Sen kimlere kırıldın, söyle kimlere küstün. Ümmed-i Muhammed’e, yandığından bu yana Feryadı ulaşmayan, gözü yaşlı Kudüs’tün. Kor ateşten sıcaktır, göğsündeki nâr Kudüs Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. Ey Peygamber kokulum, mabedim, kıble yanım. Kalbimden daha yakın, bana Kubbet-üs Sahra Sana yanmak kavlimdi, bu benim aşk beyanım. Kefilim kederine, razıyım cümle kahra. Sırt dönmek zarar imiş, aşka düşmek kâr Kudüs. Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs Çıkıp Zeytin Dağı’na, cemaline bakıp ta; Öpseydim ya ey şehir, seni ayakucundan. Zalimin karşısına, Ömer olup çıkıp ta; Şahadet şerbetini, içseydim avucundan. Ya beni sar yarana, ya sen beni sar Kudüs Sevda Kudüs, aşk Kudüs, hasret Kudüs, yâr Kudüs. İbrahim ŞAŞMA, KARAMAN

  • Boğaz'ın Büyülü Prensesi

    ORTAKÖY Ezan, Çan, Hazan * Ebru BOZCUK * Arnavut kaldırımı sokaklarıyla, rengarenk sardunyaları, sarmaşık gülleri, erguvanlar, fesleğenler ile sarmalanmış tek katlı bahçeli evleriyle ve deniz kokusunun her daim var olduğu bir balıkçı köyü düşleyin... Cumbalar, sandallar, cam gibi bir deniz, kayıkhaneler, dut toplanan bahçeler, gülen yüzler, huzurlu sakin bir hayat. Sokaklarında seyyar satıcıların gezdiği, bahçelerde oynayan çocukları annelerinin "Rita, Armen, Hasan, Beki, Müzeyyen, Hayko" diye seslenip eve çağırdığı bir köy... Düşünsenize, beyaz badanalı evde meyhaneci Hristo, soldaki küçük evde bekçi Mehmet, ahşap evde bakkal Moiz, kagir evde ise Garo oturuyor. İşte burası ORTAKÖY... Ezan sesine Rum kilisesinin çanları karışıyor. Yahudilerin hamursuz bayramı, Müslümanların kurban bayramı ya da Hristiyanların paskalyası hep birlikte coşku içinde kutlanıyor. Ortaköy, görkemli Ortaköy (Büyük Mecidiye) camisi, Etz Ahayim(Hayat Ağacı) Sinagoğu, Ayios Fokas Rum Ortodoks Kilisesi ve Surp Astvazazin Meryem Ana Ermeni kilisesi ile çok özel bir buluşma noktası. Bu dört yapı, yüzyıllarca bir arada yaşamış insanların duygularını bize fısıldıyor sanki. Dünyadaki dinlerin çıkış yeri Kudüs olabilir belki ama, bu dinlerin uyum içinde ve büyük bir hoşgörü ile yaşandığı özel yerlerden birisi ORTAKÖY... Camiden çıkan güler yüzlü insanlar, Pazar ayininden çıkan şapkalı şık hanımlar beyler, Sinagogdan çıkan zarif insanlar aynı kahvede oturup kahvelerini yudumluyor ve günlük hayattan bahsediyorlar. Din farkı gözetmeksizin bayram ve kandil gibi belirli dini günlerde birbirini tebrik edip, KOLİVA(buğday ceviz ve badem ile pişirilen bir tatlı), İRMİK HELVASI, PASKALYA ÇÖREĞİ, HAMURSUZ (mayasız hamurdan yapılan bir tür çörek) ikram eden ve kurban bayramında et dağıtan bir topluluk... Eczacı Kiragos efendi, kasap Hoskiyan, balıkçı Mustafa, tuhafiyeci Babani, bakkal Moiz, Dr. Albert Aşer, mezeci Mösyö Vahan, foto Levon, Yani 'nin aynalı bakkalı, kurukahveci Dino... Düşünsenize mahallenin fırını hem ramazan pidesi, hem paskalya çöreği hem de hamursuz yapıp satıyor. Mütevazi bir aile hayatının yaşandığı, ara sokaklarında çamaşır iplerinin gerildiği, kayıkhaneli, salaş çay bahçeli semtten, bu güne kadar çok şey değişti elbette... Galiba kalan tek şey, orada yaşayanların güzel anılarıydı... Onlar bu toprakla hemhal olmuş, bu denizden ekmeğini kazanmış, bu havayı koklamış, bu ülkenin talihini yaşamış insanlardı. İbadetleriyle, acılarıyla, sevinçleriyle, bayramlarıyla, müzikleriyle, yemekleriyle ve çok katmanlı kültürel mozaiği ile bizim insanlarımızdı. Sanırım bir semtin ruhunu yaratan, oraya gelenlerin aidiyet duygusuyla, o sokaklara, o kokuya, o dokuya sahip çıkması olsa gerek. Bir şehir ancak ortak buluşma anını hissetme haliyle kendi benliğini kazanıyor. Bir arada olmanın ruhu bu olmalı. Ayrı diller, ayrı şarkılar ayrı dualar da olsa, o semtin sokaklarında beraber oyunlar oynanıyorsa, o birliği yaratabiliyorsunuz ki Ortaköy bunu başarabilen nadide bir semtti. İstanbul'un şu günlerdeki en büyük kaosu, gelenlerin adapte olmaktan ziyade, kendi kültürlerini dayatmak, kendi gettolarını kurmak gayreti... Sanırım bütün çözülme burada başlıyor... Ortaköylü ve İstanbullu olmanın yüzlerce yıl tanıklığını yapan bu üç dini yapı, tüm zarafetiyle o zamanların kent kültürünü bu günlere taşıyabiliyor. Galiba burada sorulması gereken şu. Biz İstanbullu olmayı becerebiliyor muyuz ya da biz İstanbul'u anlayabiliyor muyuz??? Arka fonda, kirlenmiş, gürültülü ve hatta tüm incelikleri kaybetmiş bir uğultuya rağmen, hala insanı kucaklayan, huzur veren, İstanbul 'un bütün kaosunu unutturan şahane bir manzara var Ortaköy'de... Gemiler, martılar, karşı yaka, köprü, ezan, çan ve hazan sesi... Etnik kökenleri veya kültürleri ne olursa olsun birbirlerinin haklarına saygı duyarak, barış ve uyum içinde olunabileceğini ve muhteşem tarihi dokusu ile bir "HOŞGÖRÜ MEYDANI" olarak, nesilden nesile yaşanacağını tüm dünyaya ispatlıyor ORTAKÖY... Yahya Kemal şöyle der: "Bir semti sevmek için ömrümüz kısa. Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa..." Bence, bizim hala Ortaköy' ü sevmek için zamanımız ve çok sebebimiz var.... * HAZAN: Sinagoglarda mezamirleri söyleyen güzel sesli din adamları.

  • BİR DEVRİMCİNİN HİKAYESİ

    Niyazi UYAR * Ailecek zekiydiler, özellikle sayısal zekâları… Köylüler onlara dair, “Hesabı, keratı eyi,” derlerdi. İki işlemli matematik sorularının cevaplarını şıp diye verirlerdi. Hele Muharrem, sigarasından bir fırt çeker, dumanı çıkarmak için başını yana yatırır, ağzını hafifçe büzer, içine çektiği dumanı parça parça bırakıp kalemsiz, kağıtsız şu derdi cevaba! Kıcıro’dan kız almak her babayiğidin harcı değildi, her daim ciddi, her daim asık bir yüz, Gök Münevver’in deyişiyle “yüzlü isli”dir. Nasıl olmuşsa olmuş, ilk göz ağrısını taş yapı ustası Melek Nurullah’a vermiş. Kıcıro’nun köyünde kızlar gönlünün çektiğiyle mi yuva kuracaktır? Geç geç… sevdiğini isteyecek, ona varabilecek kaç Gök Münevver çıkar? Gök Münevver, Aziz Atatürk’ün kafasındaki Türk kadını profiline tıpa tıp uyan biridir. Onun şansızlığı, köyde dünyaya gelmesidir. O, “vali padişah vız gelir, bana,” deyip birey olmanın kavgasını dokuz yüz kırklarda vermiştir. Muharrem, evin küçüğüdür. Taş yapı ustası Melek Nurullah’ın da öteki köylüler gibi işe göre çocuğu olmuştur. Biri, öküzleri otlatacak, biri koyunları, kız olursa halı dokuyup cebi sıcak para görecek, biri tarlada takkada çalışacak, biri de hindileri güdecektir. Muharrem’in şansına hindi çobanlığı düşmüştür. Muharrem hindilerine adlar koyar, o adlarla çağırır. Verdiği adlar okuduğu tarihi hikayelerdeki kahramanların adlarıdır. Kendini tarihi kahramanların yerine koyar, rüyalarında kötülere karşı savaş verirdi. Köroğlu hikayeleri, Hazreti Ali ve Hayber Kalesi, Battalgazi, Kara Murat, Malkoçoğlu… Köroğlu adını koyduğu hindi ile arkadaştır, Köroğlu bir dakika ondan ayrılmaz, o oturunca o da varır yanına çöker, yürümeye başlayınca peşinden yürür, koşarsa o da paytak paytak koşturur. Muharrem elindeki sopa ile çekirge avlar, avladığı çekirgeleri Köroğlu’na verir, ikisi de bundan tarifsiz sevinç duyardı. “Köroğlu, hadi kap olum, hadi zıpla, hadi zıpla, kap!” Muharrem yanında kanatlarını hafifçe açarak çöken Köroğlu’nun güneşte ıldır ıldır yanan siyahlı, beyazlı, grili tüylerini önden arkaya okşar, gagasına bir öpücük kondururdu. Bu okşayış, bir sevginin, bir arkadaşlığın temsili resmi olarak hayat bulurken, Köroğlu, o hazza kendini teslim eder, yüreğindeki sevgi kabarcıkları büyüdükçe büyürdü. İlkokulu bitiren Muharrem, Köy enstitülü Sait Öğretmenin kılavuzluğuyla ilçedeki ilk öğretmen okulu sınavlarına girer, öğrendiği yerlerden gelen soruların hepsini yapar, köy okullarının erken kapanmasına sebep Türkçeden ölçü, uyak, fen bilgisinden devreler konularındaki sorulara yanıt veremez sadece; fakat sınavı iyi bir sıralama ile kazanır. İlköğretmen okulunun ilk yılı, alışma yılı olarak geçer, esas Muharrem ikinci sınıfta ortaya çıkar. Bir köy çocuğunun şehirde başarılı olması kolay değildir, evde sıcak bir aş, yanan bir soba, çamaşırlarını, bulaşıklarını yıkayacak bir büyük yoktur. Muharremlerin başarısı mucizenin hayat bulmasıdır. O, yalnız yetenek gerektiren derslerde başarısızdır, özellikle, resim, müzik. Hele müzik, doğru dürüst solfej yapamaz. Sesi, avazı kulaklar için ıstıraptır. Öğretmen okullarında bu dersler çok önemlidir, nice öğrenci bu derslere sebep sınıfta kalmış, belgelenmiş, okul hayatları bitmiştir. Muharrem’i iyi anlayan öğrenciliği onun öğrenciliği gibi zorluklarla geçen bazı öğretmenlerinin empatisi sayesine sınıfta kalmadan belgelenmeden geçmiştir sınıfları. İlk öğretmen okullarında gündüzlü okuyanlara nehari, yatılı okuyanlara leyli denirdi. Leyli okuyabilmek için öğrencinin başarılı olması, not ortalamasının yüksek olması şarttı. Bir köy çocuğunun leyli okuması ailesi için bulunmaz bir kıymettir. Muharrem’in dersleri iyidir, Latif öğretmen gibi ona sahip çıkan birkaç öğretmeni de beceri derslerindeki eksikliğini görmezden gelince leyli okumaya hak kazanmıştır. Hak kazanmıştır kazanmasına da okulun leyli okuyacak sınırlı sayıdaki kontenjanına sebep, hani bir halk türküsü vardır, “kader torbasına elimi uzattım, tecelli kağıdım karalı çıktı,” dercesine bin dört yüz kilometre uzakta Diyarbakır Dicle İlköğretmen Okulundaki açık kontenjana istinaden Dicle İlköğretmen Okulu’na gider, oradan mezun olur. Muharrem ilkokul üçüncü sınıfta, o zamanlar adı bilinmedik bir hastalıktan kaybetmiştir babası Melek Nurullah’ı. Adı bilinmedik demişler, belki şehre, doktora, hastaneye gidilebilseydi bilinirdi adı, belki iyileşirdi de kim bilir. Muharrem yetim kalmıştır, şimdi yoksullukla birlikte, babasızlık, gariplik daha çok bükmüştür belini. Muharrem, Dicle İlköğretmen Okulunda da parmakla gösterilen bir öğrenci olur. Buna sebep yetenek dersleri hiçbir şekilde başını ağrıtmaz olmuştur, öğretmenlerinin empatisi bu okulda daha çok hakikat olmuştur. Dicle İlköğretmen Okulunu bitiren Muharrem, leyli okuduğu için mecburi hizmeti vardır. İlk görev yeri, Elbistan’ın uzak bir köyüdür. Buralarda göreve git gitme arayıp soran yoktur. İsterse ayda bir ilçeye git maaşını al, isterse günlerce şehirde kal; kimse sen neredeydin diye sormaz bile. O ömrü boyunca hak etmediği hiçbir şeyi ne almış ne de almaya tevessül etmiştir. Kıcır Kızı Hatçe kadın, onu ahlaki olarak haram- helalden öte öyle bir yetiştirmiş, öyle bir yetiştirmiş, gece yastığa başını koyar koymaz, babası Melek Nurullah, anası Hatçe kadın karşısındadır, başını yastığa koyar koymaz sınava tabi tutarlar sanki onu. Arkadaşlarının; “Boş ver canım, sen mi kurtaracaksın memleketi, bu kadar maaşa bu kadar olur,” sözlerine kulak asmaz, dersine hep vaktinde girip çıkar. Muharrem’in hemen her akşam ziyaretçileri vardır. Okul bahçesinin içindeki küçük odalı lojmana gelenlerle çay, sigara derken sabahlara kadar “memleket nasıl kurtulur,” tartışmaları yaparlar, koyu koyu içilen çaylar ve filtresiz sigaraların dumanıyla kızarmış, kana kesmiş gözlerle. Muharrem’in sigara içişi herkesten farklıdır. Dumanın zerresini zebil ziyan etmez, hepsini içine çeker, büyük küçük dolaşımları yaptırır; dolaşımı tamamlayan dumanlar peyder pey parça parça çıkardı ağzından. Ağzından çıkan dumanlar yukarı doğru kıvrıla kıvrıla çıkıp giderken, küçük esintilerle bilindik hiçbir şekle benzemeyen haliyle bir yol izler, sonra da kaybolup gider. Sigara içmekten sağ elinin işaret parmağı ile baş parmağı, ince var yok tel bıyıkları, dişleri sapsarı sararmıştır. Muharrem, her yaptığı işte disiplinli olduğu gibi siyasal çalışmalarda da disiplini elden bırakmamıştır. Onun disiplinli tavrı, siyasal düşüncesine hakimiyeti, tartışmalarda ustalardan alıntılar yaparak konuşması, örgüt içinde tez zamanda genel kabul görmesi bölge sorumlusu olmasını sağlamıştır. Muharrem siyasal çalışmalara bu kadar zaman ayırmışken, bir güne bir gün görevini ihmal etmemiştir. Derslere zamanında girip çıkmıştır, hasta olsa bile, doktora moktora gitmeden ayakta savmıştır hastalığı. Elbistan’ın dağ köyünde onu arayan soran olmayacakken, bugün de yatayım dememiş, her insanın içinde olan atalet duygusuna bir gün bile teslim olmamıştır. Günler böyle akıp giderken, bir gün radyolar Hasan Mutlucan’ın tok sesiyle gümbürder; “Yine de Şahlanıyor diyor, Mutlucan, Estergon Kalesi,” diyor, bütün kahramanlık türkülerini havalandırıyor. Çok rütbeli, çok ödüllü generaller kameraları karşılarına almış, Aziz vatandaşlarım, diyor çok rütbeli bir general, konuşmasında kaybolan devlet otoritesinden, Atatürk ilkelerinden uzaklaşıldığından, meclisin bir cumhurbaşkanı bile seçemediğinden, terörün tırmandığından, sokakların parsellendiğinden, kardeşin kardeşe düşman olduğundan dem vurarak, darbeye mecbur kaldıklarını anlatıyordu. Çok rütbeli bu general, Silahlı Kuvvetler olarak mecburen yönetime el koyduklarını, asayişi tesis eder etmez de demokratik hayata geçişin müjdesini veriyordu. On bir Eylül’deki terör On iki Eylül sabahı bıçak gibi kesilmiştir. Bir gün önce memleketin sokaklarında gençler öldürülürken, On iki Eylül günü bitivermiştir. Askeri yönetim örgüt mensuplarını bir bir göz altına alıp tutuklarken, kısa zamanda da örgütlerin ellerindeki silahları eliyle koymuş gibi kısa zamanda toplamıştır. Kısa zamanda binlerce insan göz altına alınmış, yüzlercesi tutuklanmış, kimileri yurtdışına kaçarak kurtarmıştır canını. Muharrem, Elbistan’ın dağ köyündeki lojmanda göz altına alınıp günlerce sorgusuz sualsiz tutulmuştur. Epey bir zaman sorgu sırası beklemiş, beklemekten delirecekmiş gibi olmuştur. Sorguçların, işleri başlarından aşkındır, yüzlerce yüzlerce insan toplanmış ifade sırası beklemektedir. Sıra nihayet Muharrem’e gelmiş, bilmediği, şahit olmadığı olayları ona yükleyip kabul ederse, cezasının az olacağını söylemişlerdir. O, bütün ithamları reddederken, arkadaşlarının ne adlarını ne adreslerini verir. İşkence ne kadar dayanılmaz olursa olsun, tek kelime alamamışlardır ağzından. Her soruya, “bilmiyorum, görmedim, hayır, duymadım…” cevaplarını verir. Bunun üzerine sorguçlar öfkelerinden çılgına dönerler, o hep, “bilmiyorum, görmedim, duymadım, hayır…” cevaplarını verir. Muharrem’den istediklerini alamayan sorguçlar, tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk ederler. Mahkeme böyle isnatlarla gelen hiçbir sanığı affetmez hepsinin tutukladığı gibi Muharrem’in de tutuklanmasına karar verirler ve Muharrem Diyarbakır E Tipi cezaevine kapatılır. Muharrem’i göz altı günlerinde, mahpus damlarında yaşadıklarını konuşturmak için, Gök Münevver’le, Hatçe kadın’a, Zürya Petekkaya’ya anlatır göz yaşlarında boğula boğula. O anlattıkça, Gök Münevver, Hatçe kadın, Zürya Petekkaya da gözyaşlarında boğulmuştur. Muharrem’in anlattıklarına insan olanın dayanması imkansızdır, demirden yürekleri bile eritir. Filistin askısı mıymış ne, ona asmışlar, cereyana bağlamışlar, aç susuz koyup kan revan içinde kalıncaya kadar dövmüşler. “Bak Münevver yenge burun kemiğim kırıktır benim. Atatürk’ü sevmiyormuşum, tanımıyormuşum gibi, onun ilkelerinden, inkılaplarından sual ettiler. Ben onlardan çok bilerim Atatürk’ü, o Atatürk, Osman’ın at oynattığı diyarların tek gamzelisinin dediği gibi bizim Atatürk’ümüz! Hele Münevver yenge, yılan dolu bir hücreye attılar beni. Birçok arkadaşım, aklını kaybettiği gibi, itirafçı olup arkadaşlarını sattı. Ben yılandan çocukluktan beri korkmam. Tek tek boğazını sıkıp öldürdüm onları, onlar da beni ısırdı, ısırdı ısırmasına da zehri alınmış mıdır nedir, hiçbir şey olmadı bana, ah Münevver yenge, ah!” Muharrem cezaevinde bir yıl yattıktan sonra, tahliye olur. Tahliye olmasına tahliye olur da meslekten ihraç edilmiştir. Bu durum cezaevi günlerinden, işkence odalarının acılarından daha acı gelir. Haberi yolda, belde kime kimseye demeden doğru eve gelir eşi Kezban Hanım’la paylaşır. Kezban Hanım: “Üzülme hayatım, benim maaşım var ya, yeter de artar bize. Eller ne derse desin; sen bizimle birliktesin ya yeter bize!” O gün görmüş, ehlibeyt erenlerindendir, bir güne bir gün onu üzecek, kendini eksik hissettirtecek tek kelime etmez, daha bir dikkatli davranır. Kendirli Pehlivan’ın ifadesiyle lafın dokuz boğum olduğu bilinciyle, iki düşünür, bir konuşur Kezban Hanım! Ahali, gariptir güller gibi geçinip giden insanları birbirine düşürmek için neler uydururlar neler! Muharrem’in yüzüne olmasa bile, arkasından diyeceklerdir. “Bu da adam mı ya, garı parasına muhtaç olmuş, bu adam mı ya?” İşte hayatın en acımasız şamarı böyle şeylerdir. Diyeceklerdir ki, “bu da erkeğim diye geziyor, yuh senin erkekliğine!” Günler böyle ağır ağır ölüm sessizliği içinde gelip geçerken, mahkemeleri hep ileri bir tarihe ertelenir. Davalar ertelendikçe, Muharrem’in canı çıkacakmış gibi olur. Birkaç sefer de mahkemeye bakan yargıçların değişmesi, her şeyin tuzu biberi olur. Eşi Kezban Hanım, hem işlerini yaparken öte yandan da görevini aksatmamaya çalışır. Muharrem’in elinden bir şey gelmez, istese de beceremez zaten, o bir yetenek işi değil midir ki. Kezban Hanım için saçını süpürge etme deyimi cuk diye oturur. Bu kadar ağır hayat koşulları, otuzunda saçını başını apak etmiştir. Apak olmasına aldırmadığı gibi, boyamayı bile aklının ucundan geçirmemiştir. Geçirse bile ona ayıracak ne zamanı ne de parası vardır. Yıllarca meslekten ayrı kalan Muharrem, siyasal ortamın yavaş yavaş ılımaya başladığı günlerde mahkemelerde kararlarını çabuklaştırmaya, hakikatte bir suçu olmayanları beraat ettirmeye başlamıştır. Muharrem’in mahkemesine bakan heyet, mahkemeyi beraatla neticelendirip görevine iade edilmesine karar verir. Bakanlık da mahkemelerin verdiği kararları vakit geçirmeden uygulamaya koyar, Muharrem gibi mağdurları öteki mağdurları görevine iade eder. Yıllarca alamadığı maaşlarının bir bölümünü alarak az da olsa ferahlarlar. Yargıç Pirhasan Demirbaş’ın bu adilane kararı, Muharrem’in evini, düğün bayram evine çevirir. Muharrem’in evinde düğün bayram günleri üç yıl sürer. Hani şair demiş ya. “Hele kavga nedir hiç bilmeyeceğiz, Bir kavga var ki, Biz o kavganın tam içinde olacağız!” Şairi kimdir, yoksa ben mi demişim bilemedim. Muharrem dayanılmaz baş ağrılarıyla, uykulardan uyanır, bir bıçak gelir, beyninin tam ortasına saplanırken, ağrıları dayanılmaz olurken sesi yıldızlara ulaşır. Eşi Kezban Hanım, “Muharrem, yeter artık, doktora gitmem de gitmem diyorsun. Yarın doktora gidiyoruz, bir şey varsa da ortaya çıksın, tedaviye başlarız. Her zaman senin yanında olduğumu, en iyi sen bilirsin, verecek bir canım var; o da sana feda olsun!” Muharrem’in korkusu, beynini yiyip bitiren bir tümörün olmasıdır. Ya tümör varsa, o zaman ne yapacaktır, daha yeni huzura kavuşmuşken, gülmeyi hatırlayıp ağız dolusu gülmeye başlayalı, üç yıl olmuştur. Ağrıların hayra alamet olmadığını tahmin ettiğinden ilk zamanlar hafif hafif gelip giden ağrılara bana mısın dememiş, “yel demiş, gelir geçer,” demiş. Demiş demesine de... Sonra sonra bayılıp bayılıp düşmeler, dalıp dalıp gitmeler, unutmalar, dilinin dolaşması, yarım yamalak çıkan sözcükler… “Muharrem yarın Kütahya’ya gidiyoruz, orada bir beyin doktoruna muayene olup ne var yok görelim!” Aslında Kezban Hanımın da sonucun hiç de hayırlı olmayacağı içine doğmaya başlamıştır. Özellikle Muharrem’in unutkanlığı, sözcükleri yarım yamalak söylemesi korkusunu çoğaltmıştır. “Kezban benim bir şeyim yok, hiç korkma, tansiyonum düşüyor herhalde, beslenmeme dikkat edersem, bir de bu mereti bırakırsam bir şeyciğim kalmaz!” “Olmaz Muharrem, yarın gidiyoruz, ben her şeyi planladım, yarın gidiyoruz!” Altıntaş’ın bir köyünde görev yapan Kezban - Muharrem çifti, saat ondan sonra öğrencileri evlerine göndererek, Kütahya’ya doktora giderler. … “Maalesef hocam der Doktor Selim Ayvacı. Bizim yapacağımız bir şey yok. Ankara’ya, İstanbul’a veya İzmir’e gidip üniversite hastanelerinden birinde tedavi olmanız gerekiyor. Tavsiyem buralarda hiç zaman kaybetmeden en kısa zamanda bir üniversite hastanesine gidin. İşiniz uzun!” … Ege Üniversitesi Beyin Cerrahı Kazım Öner, lazım gelen tetkikleri yaptırarak ameliyat için gün verir. “Muharrem Hoca, bu perşembeye hazır olun ameliyat oluyoruz!” “Umut var mı doktorum, bana her şeyi söyleyebilirsiniz; ben hiçbir şeyden korkmam! On iki Eylül’ün zindanları, işkencehaneleri bile bana vız geldi. Şimdi bir tümörden mi korkacağım!” “Hani derler Muharrem Hoca, Allah’tan umut kesilmez, biz elimizden geleni yapacağız; sonra bekleyip göreceğiz!” “Dedim ya doktor bey, ben hiçbir şeyden korkmam, benim korkum cefakâr eşim Kezban ve çocuklarım Atakan ile Atalay! Benim için ölüm denilen şerefsiz hoş gelmiş, sefa gelmiş!” … Muharrem arka arkaya iki sefer ameliyat olmuştur, artık bütün umutlar tükenmiş, ölüm iki nefes arası hemen ensesindedir. Üçüncü ameliyat için ekibine talimat veren Kazım Öner, Muharrem’i ameliyata alır, fakat tümörün bütün beyni kapladığını görünce neşteri vurmadan ameliyatı sonlandırır. Bugüne kadar göz yaşı döktüğüne şahit olmadıkları Profesör Kazım Öner, Muharrem için içini çeke çeke ağlar. Muharrem’i sevmiştir Kazım Öner, onun hazır cevaplılığı, On iki eylül Faşizminde yaşadıkları, içini çok acıtmıştır. Muharrem’den her vizitte Bektaş Veli’nin, Turabi’nin, Pir Sultan’ın derin manalı sözlerini duyması… içini daha da acıtır. Muharrem anası Kıcır kızı Hatçe Kadın’dan öğrendiklerini çocuk belleğine yerleştire yerleştire öteden beri nakli bilgileri, okudukları ile harmanlayıp halk kültürünün bir elçisi düzeyine ulaşmıştır. Muharrem’in beynindeki agresif, saldırgan tümör, çabuk yayılıp vücudun diğer organlarına da sirayet etmiş, tıp dilindeki adıyla “metastaz,” yapmış, çoklu organ yetmezliğine sebebiyet vermiştir. Artık günleri sayılıdır Muharrem’in, o da bunun bilicindedir, içinde kalan her şeyi, o üzülürmüş, bu üzülürmüş diye düşünmeden söyler. Yalnızca diline geldiğini konuşmak değil, ayıplı, günahlı lafları da kullanmaktan geri durmaz olmuştur. O güne kadar sakladığı, ayıplı sözleri, sevip de alamadığı köy öğretmenin kızını unutamadığını… her şeyi, her şeyi düşünüp taşınmadan konuşması, çevrede şaşkınlık yaratmasıyla, “aklını sef etti,” galibalara sebebiyet verir… … Yıl iki bin, aylardan mayıstır. Muharrem sabaha karşı ak donlu bir ata binerek, o güzel insanların diyarına doğru alıp başını gider. O, güzel atlara binip giderken eşi Kezban Hanım’ı dul, oğulları, Atakan ile Atalay’ı yetim bırakıp gider.

  • Küsme Kendine

    Yusuf AKSOY * İşte yine buluşuyoruz ayaklarımız havada ellerimiz boşta kalarak sakın ha küsme kendine ama küsersen İsa’ya Musa’ya küs küsme kaderine sana el açtıran zavallılara küs çanlar kimin için çalar hala ağlama duvarlarında –ağlatan- niye ağlar minareler neden aşağıya bakmaz kaosu kim getirdi dünyamıza tufanda kalan yine haram bilmezler ağlar gibi yapanın duvarının ardı yok! cami avlusunda döner durur evsiz yurtsuzlar kapıları ağır mı ağır kilisenin ve ötekinin dokununca lekeden arınmaz eller kağıt olur sırça köşklere açılır kapılar ateşten, külü dışarı dökülür dumanı ise avlu dışına savrulur evliyaların sarığı olur sarmalar yere serilerek üzerinde tepinilenleri rüyaya yatacak yer yok bu yıl da bizim nefes aldığımız yeşil alev alev kanatsızlar kül, kanatlılar yaralı hudutlarda dikenli teller yakıyor ateşler ayaklarını ekmek su ve barışa dair çığlıkların ha bir de salgın sıradaki kim bilinmeden salıp duruyor gelinmez yollara az da olsak biliyoruz sen gecenin ardında ışıl ışılsın yeniden rüyalara yatacağız ardından koşmayı öğrenemediğimiz olsun gel sen yine de belki bir fazla uyanırız rüyasına doyamadığımız yeni güne

  • TEKEDEN SÜT ÇIKARMAK

    Niyazi UYAR * “Öyle bir zamana düştük, Küfrün adı iman oldu, Doğru dürüst gider iken, Hakkın yolu duman oldu!” Büyük usta Aşık Mahzuni Şerif’in yazıp bestelediği bu türkü Musa Eroğlu’nun sazı ve sesi ile daha bir anlam kazanıyor. Ruhun şad olsun Aşık Mahzuni Şerif, selam olsun Musa Eroğlu! Hakikaten ya, nasıl bir zamana düştük böyle? Yeni, daha bugünlerde çıkarılan bir yasa ile sosyal medyada yaprak kıpırdamıyor, tabiri caizse. Hazırlanan yasanın anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile yüce mahkemeye açılan dava oy çokluğu ile reddedilince… Artık bundan böyle eli kalem tutan yurttaşların, eli kaleme maleme gitmez mi olacak? Dünden beri sosyal medyada hiçbir paylaşım yapılmaz oldu, bu yazı kaleme alındığında. Sosyal medyanın çoraklığı, kurak giden yıla yoldaş olmuşçasına içimi acıtıyor. Bak barajların su seviyeleri tehlike boyutlarının çok altına düşmüş, her gün azalıyor. Böyle giderse kokacağız, salgın hastalıklar insanlığı esir alıp nüfus planlaması yaptıracak. Bu felaket suya sabuna dokunmayanlara çok bir şey yapamayacaktır, onların her türlü, mikroba bağışıklığı vardır çünkü. Suya sabuna dokunan özgürlükçüsü demokrat düşüncelisi, iklim krizinin sonucu bir bir yok olup gidecek mi yoksa? Her şey ters yüz oldu. Yoksulluk günlerinde yakası ters yüz edilip giyilen bir gömlek, yeni, cet yeni gibi dursa da zaman içinde delik deşik oluverip pare pare olur. Gök Münevver öykü kahramanlarımın en kişilikli olanlarındandır. O derdi ki, yoktan var eden insanlar için, özellikle kadınlar için: “O istesin, tekeden süt çıkarır.” Ne harika bir deyimdir o. Şimdi onu bir kenara koyarak sadete gelelim. Ülkenin karanlıkta boğulmasının asıl mimarları, okey masalarının yancıları gibi, demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmayan ve olmayan düşünce dünyalarında, yalnızca biat kültürünü yaşam biçimi olarak alanlardan demokrasi bekleyen, hatta demokrasinin daha daha ilerisini bekleyen a çapsızlar, bu hakiki manada tekeden süt beklemektir işte. Söyleyin bakalım vizyonsuz ahmaklar, yetmez ama evetçiler, şimdi de “yetmez ama evet,” diyebiliyor musunuz, a çapsızlar! Demokrasinin ilerisine bakar mısınız, alt mahkeme en üst mahkeme kararını tanımıyor, tanımadığı gibi onlara göre ters karar verenler hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Kuvvetler ayrılığı denilen çağdaş dünyanın en önemli demokrasinin olmazsa olmazını, çağdaş dünyanın demokrasi normlarını yok sayıyor. Cehenneme giden yolun taşlarını sizler döşediniz a ahmaklar, yetmez ama evet he, “hiç tekeden süt çıkar mı,” bakın görün işte yarım yamalık, göstermelik demokrasinin cenaze namazı için sizi çağırıyorlar, buyurun, el birliği ile kaldıralım cenazeyi diyorlar … Kasım 2023 / Salihli

  • Kayseri'den Amerika'ya Bir Yaşam Öyküsü

    Dünyaca Ünlü Anadolulu Yönetmen Elia Kazan Nurten Bengi AKSOY * Anı-biyografi türünde kaleme aldığı “Bir Yaşam” adlı kitabında “Zamanında ben de birçok kez deri değiştirdim, birçok yaşamlar yaşadım; şiddetli, acımasız değişimlerden geçtim. Olanları ancak olup bittikten sonra anladım genellikle. Pişmanlığı tattım, suçluluğu, gururu da. Ah, evet, ne günler geldi geçti!” diyerek bir anlamda hataları ve başarılarıyla kendisini anlatan Anadolu kökenli yönetmen Elia Kaza Rum kökenli Kayserili bir ailenin oğludur. 7 Eylül 1909’da İstanbul’un deniz gören bir semtinde dünyaya gelir. Ailesi Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden 1913 yılında Ellia henüz 4 yaşındayken ABD’ye göç eder. Amerika’ya göç ettikten sonra adı Elia Kazan olan küçük çocuk New York eyaletindeki New Rochelle’de büyür. New Rochelle Lisesinden mezun olduktan sonra Massachusetts’te Williams College’de onur listesine girerek yükseköğrenimini başarıyla tamamlar ve Yale Üniversitesinde tiyatro öğrenimi görür. 1932 yılında New York’ta oyuncu olarak tiyatroya başlayan Elia, 1939 yılına kadar burada çalışır. 1940 yılında ise tiyatro yönetmenliği yapmaya başlar. Ünü tüm Amerika’ya yayılır ve Broadway‘in en iyi yönetmenleri arasına girer. 1934’te Komünist Parti’ye giren Kazan, tiyatro müdürünü görevden almak isteyen partinin, Müdür Strasberg’e karşı başlattığı 'oyunlara' katılmayınca 1936’da partiden atılır. Kazan, daha fazla insana ulaşmak için sinemaya yönelir. Anatole Litvak’ın yönetimi altında çekilen “City of Conquest” filminde oyuncu olarak rol alır. Bu arada çok sayıda belgesel de çeker. 1944 yılında ise sinema filmleri yönetmeye başlar. Kazan, 1945 yılında ilk uzun metrajlı filmi “A Tree Grows in Brooklyn” (Bir Genç Kız Yetişiyor) filmini çevirir. İki yıl sonra çevirdiği “Gentleman’s Agreement” (Centilmenlik Anlaşması) filmi ise üç Oscar’la ödüllendirilir. Kazan, 1947 yılında Cheryl Crawford ile birlikte ‘Actors Studio’ adındaki kendi aktörlük okulunu kurar. Amerikan yaşamının çatışmalarına, Amerikalıların problemlerine eğilen ilk yönetmenlerden biri olur. Elia Kazan açtığı bu aktörlük okuluyla Hollywood’a unutulmaz bir oyuncu kuşağı kazandırır. En gözde öğrencilerinden biri unutulmaz filmlerinde başroller verip bir ikon haline getireceği Marlon Brando olur. Kazan’ın aktörlük okulundaki bir diğer öğrencisi olan James Dean ise Kazan’ın 1955 yılı yapımı olan “Cennet Yolu” adlı filminde oynayarak bir ‘kült figür’ olma payesine erişir. Tanınmamış oyuncularla çalışmayı seven Elia Kazan, Rod Steiger, Natalie Wood, Lee Remick, Warren Beaty gibi isimleri de Hollywood’un ünlüleri arasına katar. 1951 de İhtiras Tramvayı, 1952 de Viva Zapata, 1954’te Rıhtımlar Üzerinde, 1955’te Cennet Yolu gibi birbiri ardına çektiği kült filmlerle tüm dünyada büyük yankı uyandıran Elia Kazan, ezilenlerin romanını yazan Amerikalı ünlü yazar John Steinbeck’le birlikte çalışır; Marlon Brando, James Dean ve Warren Beaty gibi oyuncuları sinema dünyasına kazandıran usta bir yönetmendir artık. 1952 yılında gösterime giren Viva Zapata filminde Meksikalı devrimci halk önderi Emiliano Zapata’nın öyküsünü, 1954 yılında çektiği Rıhtımlar Üzerinde filminde ise liman işçisi olan eski bir boksörün işçileri örgütleme öyküsünü anlatan ve eski bir komünist olan Elia Kazan, bu yıllarda Amerika’da hortlayan anti-komünizm furyasında kovuşturmalara uğramaktan kendini kurtaramaz. Viva Zapata’nın gösterime girmesinden birkaç ay sonra,1934-1936 yılları arasında Amerikan Komünist Partisi üyesi olan Elia Kazan, komünistleri zayıflatmak üzere bir muhbirlik rejimi inşa eden iktidarın baskılarıyla, Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi HUAC’a ifadeye çağrılır ve burada arkadaşı olan sekiz komünist sanatçının ismini verir. Aslında Kazan’ın verdiği isimler HUAC’ın “Kara Listesi”nde zaten var olan isimlerdir. Ancak Charlie Chaplin, Orson Welles, Paul Robeson gibi dev sanatçıların ülkeyi terk etmesine neden olan bu cadı avına yaptığı katkılar Elia’nın başta Arthur Miller olmak üzere birçok isimle arasının sonsuza kadar bozulmasına neden olur. Kazan, HUAC komisyonuna verdiği ifadesinden ötürü ağır eleştirilere uğrar. 1960’ların ortalarında tiyatrodan uzaklaşmaya başlar; sinemayı da ikinci plana atarak yazarlığa ağırlık verir. 1954’te yaptığı ve başrolünde Marlon Brando’nun oynadığı “Rıhtımlar Üzerinde” filminin ‘alt-metinleri’ birçok eleştirmen tarafından Kazan’ın, muhbirliğini topluma aklatma çabası olarak yorumlanır ve film tam 8 dalda Oscar alır. Elia Kazan 1988’de çıkan otobiyografi kitabı ‘Bir Yaşam’da “vicdanının rahat olduğunu, komünistlerle geçen yıllarının ‘poz kesme’den başka bir şey olmadığını, en iyi filmlerini HUAC’a konuştuktan sonra yaptığını, partinin gerçek yüzünün günışığına çıkarılması gerektiğini” yazar. Elia Kazan’ın ihbar ettiklerinden biri olan senarist Abraham Polonsky, Kazan’ın 1999 yılında Onur Oscar’ı alacağını duyunca “Umarım ödülünü alırken birisi onu vurur” der ve Elia 1999 yılında 71. Akademi Ödüllerinde Yaşam boyu Onur Ödülü’nü, HUAC sorgusu nedeniyle protestolar arasında alır. Ancak Kazan, Senatör McCarthy’yle işbirliği konusunda hiç geri adım atmaz. 1997‘de İstanbul Film Festivalinden Onur Ödülü almaya geldiği sırada Cumhuriyet Gazetesine verdiği röportajda konuyla ilgili şunları söyler: “Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum ve bu beni mutsuz etmiyor.” 1960’ların ortalarında tiyatrodan uzaklaşmaya başlayan Elia Kazan sinemayı da ikinci plana bırakarak yazarlık yapmaya başlar. 1988 yılında 7. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde seçici kurul başkanı olur. Ayrıca 1988 yılında yönetmenliğini ve senaristliğini Zülfü Livaneli‘nin yaptığı “Sis” adlı filmde konuk oyuncu olarak rol alır. Yaşamı boyunca hep ailesinin yaşadığı toprakları görebilmeyi isteyen Elia Kazan,1970’lerden itibaren Türkiye’yi sık sık ziyaret eder. 1972-1997 yılları arasında tam üç kez Kayseri’ye, atayurdu Germir’e de gider. 28 Eylül 2003 tarihinde Manhattan’da 94 yaşında hayata veda eden Kazan, arkasında onlarca film, tiyatro oyunu ve kitaplar bırakan bir Anadoluluydu…

  • Sarı Gülü Sever miydin?

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e, Şenol YAZICI * ( 10.11.1998) Hiç aklıma gelmedi, birileri yazmışsa da görmedim. Sen hangi gülü severdin? Ölümünde başucunda olduğu anlatılan bahar dalını biliyorum, ama aşkın A'sı olan gül benim merak ettiğim. Sanki sana sarı gül yakışırdı. Gözlerine, o görkemli maviye en çok gidenin sarı olmasından değil, saçlarının sarılığından da değil; üstüne kitap yazdıracak bir derinliğe sahip tek güldür sarı da ondan, öyle düşündüm. Hani hüzündür, keskin bir jilet gibi yüreğini büyüten, ama ardını bırakmadan düşlere boğan... Hani ardından bin yıl gidip ulaşamadığın sevgilindir ay ışığında mehlika sultan gibi hep erişilmez, hep yükselen... Hani sevmektir, aşktır, insanın dışarıya verdiği kabuktan, vesikalık resimden öte kalbidir, insanı cümle yaratıktan üstün kılan kalbi. Sever miydin? Senin sevdiğin vatanı, yurttaşı, bilimi bildik, sevdiğin aklı, çağı, kitabı, giysiyi, yatağı, alfabeyi, müziği, dansı... bildik, yenilmiş, her şeyini kaybetmiş, içten ve dıştan ihanete uğramış bir ulusun mazlum ama onurlu duruşunu gösterdin, ezberledik; anlıyorduk hep bize bir şey öğretmek içindi gösterdiğin; senin gibi güveneceğimiz komutanlar bulunca iyi askerdik belki, ama uzak bırakıldığımız çağı zor öğreniyorduk, o nedenle bizden adam yaratmaya çalışmakla geçti ömrün, ama senin kalbini bilmemize olanak kalmadı ya da istemedin ya da istemediler. Kimbilir belki de şık durmaz, büyük komutan ımajını zedelerdi, bu insani ilgi, ondan mı? İyi de hangi kadını ne kadar sevdin, kaç şişe içtin?.. herkesin derdiyken de mi? Samimi olmalı, senden sonrakilerin içini boşatıp , kendilerini de katıp bilin diye dayattıkları Atatürkçülüğü sevemedim, ben seni insan olarak tanıdıkça, nedenini niçinini anladıkça sevdim. Kısmet olmadı Gazi Mustafa Kemal, bir zamanların bataklık olan tapulu toprağında, ama senin emekle bozkırda cennete çevirdiğin çiftliğinde cömert sofrana oturma onuruna erişemedim. Belki kalbini hissetmem mümkün olurdu, ama ... Hiç öğrenemedim, sen sarıgülü sever miydin? * Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına,’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de...Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek...Bunu hoyratça savrukça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmak isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu,’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün.Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Ama bizde hele bir kesimde Çanakkale Savaşı önemli, ama sensiz, niyeyse... Kurduğun ülkende seni görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin kaybeden koca bir ulusu? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, çiçekle karşılasınlar diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gidişindeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile Kürtlerden oldurdukları ordu salındı üstüne. İki halkı birbirine kırdıracak nefret tohumları ekerek. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak...Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil. Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun, düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanım’ın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin.Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar,dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar.Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün. Genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar genç Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları... sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri (…) kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır, dedin . Konu vatansa ne kırmaktan ne kırılmaktan korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı. endeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı. Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, insanlığımdan dehşete düşüyorum. Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı. Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hattı müdafaada yenilse de sathı müdafaada ölümsüzdür. Su geri akmaz, tarih de… * Yine soracağım aynı soruyu; beni bağışla. Sen sarı gülü sever miydin? Aramızda insani bir payda yaratması, bana adam gibi adamlara benzemenin müthiş gururunu duyuracak olması bir yana, anlatılacak bir öyküsü olması bir yana, bana öyle gelir ki, o arayışın, yüksekleri özlemenin, olanaksızı istemenin, cesaretin de sembolüdür, sana en çok da o yakışır. *

  • İnsanı Tanımak Zor

    Babam derdi ki: Oğlum bu yaşa geldim, yazık ki insanları tanıyamadım. Dost bildiğimiz, sevip saydığımız, alkışladığımız, tanıdığımızı sandığımız insanlar, güvenimizi sarsıyor, şaşırtıyor, utandırıyor, hayal kırıklığına uğratıyorlar. Kavak yaprağı gibi her tarafa dönenleri, kimin kayığına binerse onun türküsünü söyleyenleri tanımak zor. Göz önünde olanlar, örnek olunca fırdöndülüğe Darbe vuruluyor güvenirliğe. İnsanın karası içinde Görülemeyecek biçimde. İnsan kavun değil ki koklayasın Kıblesini doğru saptayasın. Kırk yıllık Kani, bir anda, oluyor Yani. Bukalemun bile bu değişime ayak uyduramaz gibime. Başımız döner Bakarız kendimize.

  • Günlerden Ayrılık Yıllardan Hüzün

    10 Kasım 1996 tarihinde Kanal 6'da yayınlanan 10 Kasım Belgeselinde, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayındaki cenaze töreninin videosunda çalınmış ve hepimizi gözyaşına boğmuştu. O zaman Özel Deniz Lisesinde Orta 2. sınıftaydım. Ama o yaşımda bile beni çok hüzünlendirmişti, tıpkı şarkıyı ilk dinlediğim, yani 5. sınıfa devam ettiğim zamanlarda olduğu gibi, şarkının tınısındaki o ağır hüzün hiç eksilmemişti. Tiyatro ve Sinema Oyuncusu, Şarkıcı Zuhal Olcay'ın ''Oyuncu''adlı albümünde yer almış şarkılarından birisidir ''Ayrılık''. Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e armağanımdır bu şarkı. Seni ve yaptığın tüm kahramanca devrimleri sonsuza değin unutmayacağım. Seni sevgi, saygı, minnet ve özlemle anıyorum. AYRILIK Bir gürültü yüreğimde Uyandırdı birdenbire Hazırlanmış gidiyordun Sordum bugün günlerden ne? Cevabını biliyordum, gözlerimi yumdum Hayal ettim söylemedin Ödünç olsun kal istedim Duymamıştın tekrar ettim Sordum bugün günlerden ne? Bugün günlerden ayrılık yıllardan hüzün, Her güneş gün olmuyor uzaksa yüzün Zamansız yağmurlarla ıslanır gözün Bugün günlerden ayrılık bizim değil gün Söz: Leyla TUNA Müzik: Onno TUNÇ Seslendiren: ZUHAL OLCAY

  • İkiyüzlüler Yürüyüşü

    İlkokul öğrenciliğim yıllarında, ulusunun yazgısını değiştiren ve değişimin sürmesi için ilkeler koyan büyük insan Atatürk’ün bedensel diriliğinin zamansız sona ermesi gündeme geleceği için sevmezdim kasımları. Zaman ilerleyip bilinçlendikçe, onunla ilgili törenlerde ikiyüzlü davranışların arttığını gördükçe; ilkelerini benimsemeyenlerin, ilkelerini bilmeyenlerin benimsiyormuş gibi, biliyormuş gibi davranışlarıyla karşılaştıkça, sevmezliğim başka bir akakta süregeldi. Görünen o ki; süregidecek. Geçmişte, seçim bölgelerinde, dinsel bir yönetim şeklini özleyen seçmeninin özlemlerini meclise taşıyanların yüreklerine şalvar giyip, beyinlerine sarık dolayarak Anıtkabir’e doluştuklarını biliyoruz. Bugün, yasaların ve gizli açık otoritelerin baskısıyla sinmiş olan, Atatürkçü görünen; ama el altından da, yandaşlarına: “Dereyi geçinceye kadar dayı diyeceğiz; sesinizi çıkarmayın, sabırlı olun!” diyenlerin var olduğunu bilmeyen yoktur. Onların, eylemlerini açıkça ortaya koymalarını önleyen yasalar, yıllar yılı Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetsel erki oldu. Milli Eğitim Temel Kanunu’ndan TBMM iç tüzüğüne dek, her yasanın, her tüzüğün, her yönergenin Atatürk ilkelerine yer verdiği, Atatürk ilkelerinin, yasaların, yönetmeliklerin, yönergelerin olmazsa olmazı olarak belirlendiği görülmektedir. Yıllar yılı, en küçük bir resmi törende, Atatürk ilkelerinden yuvarlak sözler düzeyinde de olsa söz etmek gelenekleşti neredeyse. İlköğretim düzeyindeki okullarda denetçiler, öğretmenlerin yıllık planlara Atatürkçülük ile ilgili notlar düşüp düşmediklerine bakıyor. Neredeyse öğretmenlerin tümü öğrencilere tutturdukları defterin başına İstiklâl Marşı’nı ve Atatürk’ün Gençliğe Seslenişi’ni yazdırıyor. Sekiz dersi varsa öğrencinin sekiz kez bunların ayrı ayrı yazımı; böylece Atatürkçü oluyor öğrenciler (!..) Yıllar yılı, devletimizin temel ilkesi, yaşam biçimi kabul edilen Atatürkçülüğü yaymak, bu konuda bilinçli kuşaklar yetiştirmek için, en uzak köyden, en büyük kentteki kuruluşlara paralar akıtılıyor, bu yolla insanlara ek ödenekler ayrılıyor. Ülkenin geleceği açısından kuşkusuz daha da ödenek ayrılmalı, daha da insanın işgücünden, bilgisinden yararlanılmalı. Yine kasım aylarından birindeyiz; 10 Kasım 2002. Avrupa kapılarına kılıçla değil, bilgiyle, ekonomiyle, sanatla dayanmaya çalışıyoruz. 1930’larda “Milletler Cemiyeti”ne “Lütfen, bize onur verir misiniz?” diye çağrılan Atatürk Türkiye’sinin meclisi bugün el etek öpüyor. Atatürk’ün tekke ve zaviyelerin kaldırılması, vakıfların yararlı kuruluşlar adı altında yeniden düzenlenmesi yasalarına inat olsun diye “vakıf” adı hortlatıldı Atatürkçü (!) Kenan Evren’in “dernek” sözcüğüne sıcak bakmayışı nedeniyle. Körpe çocukların, dinsel törenlerde, cennet vaadiyle oralarına buralarına şişlerin batırılması sürüp gidiyor. Milyonlarca insan, üstelik üniversite bitirmiş insan, nereden geldiği, ne olduğu, ne bildiği belli olmayan insanların tarikatında ülkenin siyasal geleceği için hazırlanıyor. Ülkenin insanını dinsel yönden aydınlatsın, onları dinsel sömürgenlerin pençesinden kurtarsın diye kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na karşın, ülkenin dinsel bilinçlenmesini tarikatlar sağlıyor. Diyanet, işler kızıştığı zaman ortaya çıkıp bir iki söz etmekle yetiniyor, yine kabuğuna çekiliyor. Bir de inanan insanlar arasında sadece bir mezhebi tutarak, vatandaşlar arasında dinsel gerilim oluşmasına yol açıyor. Atatürk’ün, ölümü anında bile “Aman dil!” diyerek Türk dilinin özleşmesine ve gelişmesine verdiği önem ortadayken, Türkçemizi kuşatan yabancı diller çemberi giderek daralmaktadır. Sözün özü, tüm Atatürkçü yasa ve yönetmeliklere karşın, ülkede eğitim ve yönetimi elinde bulunduranlar kendi rejimini boğazlayan insanlar yetişmesine ya kucak açıyor ya da göz yumuyor. Başka bir deyişle, Atatürk’ün gençliğe seslenişindeki “gaflet, dalalet, hıyanet” kavramları sürekli gündemde; ama Türkiye Cumhuriyeti’nin emanet edildiği gençlerden en küçük toplu tepki bile gelmiyor. Gençliğe Sesleniş’i de Bursa Nutku’nu da rafa kaldırmışlar. Atatürk ilkelerinin ana öğretisi, “Her şey halk için; halkın mutluluğu, halkın esenliği ve topluca çağdaş uluslar düzeyine çıkmak ve onları da aşmak” olduğu halde halkın temsilcilerinin büyük bir çoğunluğunun, halkın yaşamsal sorunlarına, TBMM’de bulundukları zaman içinde, küçük de olsa çözüm aramak yerine öncelikle kendi çıkarlarını düşündükleri Ağustos, Eylül ve Ekim 2002’nin toz dumanı daha yere inmedi. Evet, yine kasım aylarından birindeyiz; 10 Kasım 2002. TBMM’de halkın karşısına çıkıp namus ve onurları üzerine ant içip Türkiye’nin dününden ve bugününden sorumlu olanlar, onların atadıkları, Anıtkabir’deki törenler başta olmak üzere ülkenin her yerinde Atatürkçü kesilecekler. Söz verecekler Atatürk’e yeniden. Onun ilkelerine bağlı oldukları, ilkelerini yaşatacakları yalanına sarılacaklar. Böylece, Türk çocuklarına Türk gençlerine, yanlış bir Atatürkçülük görüntüsüyle kötü örnek olacaklar. Erdoğan Çeşmeli*, 10 Kasım l996’da, ABD, Columbus, Ohio’da Ata’yı anma gününde yaptığı uzun konuşmada, İzmir Suikastinin birinci, ondan sonraki, yönetim erkini elinde bulunduranların davranışlarının da ikinci suikast olduğunu ileri sürmektedir. Çeşmeli, konuşmasının sonuç bölümünde şöyle seslenmekteydi en üst düzeydeki katılımcıların karşısında : “ ... İkinci Mustafa Kemal suikastinde değişik cephelerde ortaya koyduğumuz cabalar birer birer meyvesini vermektedir. Her alanda ülkece, çağımızın gerisinde kalarak amaçladığımız hedefe doğru adım adım ilerlemekteyiz. (...) Eğer bir gün suikastimizi engellemeye çalışanlar olursa, girişimlerimize devam etmek için, içinde bulunacağımız durumun olanak ve şartlarını düşünmeyeceğiz. Bu olanak ve şartlar çok elverişsiz olabilir. Ama unutmayalım ki, dünyada her zaman bizlere yardımını esirgemeyecek, başka ülkelerdeki benzer suikastlere yardım etmekte olan deneyimli dostlarımız olacaktır. Zaten suikastın bir parçası olarak, yurdumuzda işbaşında bulunanlardan, aymazlık ve sapkınlık içinde olanlar bizimle işbirliği halindedir. Halkın geri kalanı da yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin duruma düşme yolundadır.” 10 Kasım 2002. Dünyanın neresinden bakılırsa bakılsın durum böyle: 10 Kasımlarda, hesap veremeyeceğimi bildiğim için, Anıtkabir’in resmine bile bakmaya utanıyorum. Hesap veremeyecek olan yüzlerce insanın, yüzlerce büstün, heykelin önünde, Anıtkabir’in kutsal mozolesinde bazılarının başları dik durduklarını görmek yüreğimi hançerliyor. Bu ikiyüzlüler yürüyüşünde dizlerime inme iniyor. Bunun için sevmiyorum kasım aylarını. 15 Haziran 1926’da Atatürk’ün bedenini ortadan kaldıramayan anlayış, bugün düşüncelerini adım adım ortadan kaldırmanın yolundadır. Siz, “Atatürkçüyüm!” diyenlere değil, gerçek Atatürkçülere bakın. Kaç kişi Atatürk ilkelerini özümsemiş? Kaç kişi bu ilkelerdeki etkenliğin ayrımında? Kaç kişi uyguluyor Atatürk ilkelerini ve uygulanması konusunda ödünsüz davranıyor; kaç kişi koltuğundan vazgeçebiliyor bu konuda, kaç kişi mal mülk, kelle korkusuna düşmeden yürüyor halkın önünde... kaç kişi, kaç kuruluş, kaç gazete ve kaç dergi?.. Buna bakın/ bu kaç kişiye. Yoksa, Atatürkçülüğü boğazlayan eller, yarın sizin boğazınıza dönecek. * maviADA(KiMSE-SiZ DERGİSİ) 1.SAYI, KASIM 2002 * ÖNEMLİ: maviADA'nın çekirdeği olacak KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI, YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • ÖZLÜYORUM

    Nurten B. AKSOY Bugün 10 Kasım... Bir ayrılık, bir hüzün günü... Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü sonsuzluğa uğurladığımız gün... Bugün yine anılacak Atatürk, her zamanki gibi... Yine devlet törenleri düzenlenecek, yine nutuklar atılacak coşkuyla ve özlemle. Yüz binler Anıtkabir'i ziyaret edecek, Atatürk anıtlarına çelenkler konulacak... İnsanlar yine çok şeyler söyleyecek, yazacak paylaşacak, sosyal medyada profil resimlerini değiştirecek ve Atamızı övgülerle anacağız böylece... anacağız kendimizce... İşte böylesi bir günde benim de bir şeyler yazmak geldi içimden, yıllarca öğretmenlik yapmış bir eğitimci olarak duygularımı paylaşmak istedim... Çocukluk yıllarımdaki 10 Kasımları hatırladım; çok mu yüzeyseldi, yoksa çok mu samimiydi, bilemedim. Ama düşünüyorum da galiba daha içtendi, bugün geçmişe dönüp baktığımda öyle görünüyor sanki; saf, temiz ve içten... Çocukluğumuzda yani siyah önlükler giydiğimiz o okul günlerinde, 10 Kasım günü okula giderken beyaz yakalarımızı, kurdelelerimizi takmaz, beyaz çorap giymezdik. Siyah önlüklerimiz ve siyah çoraplarımızla bir anlamda çocukça yas tutar, acımızı öyle ifade ederdik görünüşte; çünkü siyah matem rengiydi ve 10 Kasım, o büyük insanı kaybettiğimiz matem günüydü. O gün okula giderken demet demet kasımpatılar götürürdük ve çiçeklerle, bayraklarla süslerdik ATATÜRK köşesini. Bütün bunları da hiçbir zorlama olmadan, tamamen içimizden geldiği için yapardık. Sonra yıllar geçti, köprülerin altından çok sular aktı... Her iktidar değişikliğinde Atatürk sevgisi de o iktidara göre değişti hep. Birileri kendi çıkarları ve siyasi amaçları uğruna ya Atatürk'ü putlaştırıp O'nun bizler gibi bir insan olduğunu unutarak, abartılı sevgi gösterileri yaptılar ya da yıllardır içlerinde biriktirdikleri kin ve nefreti kusmak için O'nu yerden yere vurmaya çalıştılar... Peki bütün bunlar olurken bizler neler yaptık, ya da şimdi neler yapıyoruz ? Ben hep körü körüne olan sahte sevgilere, bağlılıklara karşıyımdır, pek inandırıcı gelmez bana. Örneğin hâlâ "Sarı saçlım, mavi gözlüm nerede" diyerek haykıranlara kızıyorum. "Atam, gel bizi kurtar" diyenlere, yakalarına en büyük Atatürk rozeti takıp gezen sahte Atatürkçülere kızıyorum. Sokaklarda Atatürk fotoğraflarını zorla ve parayla satmaya çalışanlara, tatil günlerine denk gelen 10 Kasımlarda çocuklarını okula göndermeyen ana-babalara kızıyorum. 10 Kasımlarda hastalanan ya da bir bahaneyle yurt dışına kaçan devlet erkânına çok ama çok kızıyorum... Anıtkabir'de birilerine şakşakçılık yapan zavallılara kızıyorum. Atatürk sevgisinin insanlara zorla dayatılmasına ya da bir takım ince hesaplarla sergilenen sahte sevgilere kızıyorum... Şair Halim Yağcıoğlu'nun dediği gibi; ,,,, "Siz beni hâlâ anlayamadınız, Ve anlayamayacaksınız çağlarca da, Hep tutturmuş "Yıl 1919, Mayısın 19'u" diyorsunuz, Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz. Mustafa Kemal'i anlamak bu değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil... ,,,, Keşke yıllarca "Atam sen kalk da ben yatam" diyen zihniyeti değiştirebilseydik, keşke Atatürk'ün felsefesini, dünya görüşünü öğretebilseydik çocuklarımıza, insanımıza. Keşke "Atatürk'ü seveceksiniz" diye zorlamasaydık insanları. Zorlamaların çoğu zaman nefret doğurduğunu unutmasaydık. Artık önümüzde Atatürk'ün ilkelerinin, fikirlerinin ışığında değiştirmemiz gereken çok şey var, mücadele edilmesi gereken çok, ama pek çok şey var... Onun ilkelerini, devrimlerini yok edip, bizleri karanlık dehlizlere sokmak isteyen karanlık düşünceli insanlar var. Bu yüzden artık elimizi taşın altına koyma zamanı. Yoksa kuru sevgi sözlerinin ya da nefret söylemlerinin bir işe yaramadığını görmeye vaktimiz bile olmayacak... Atatürk'ün tarifini yaptığı çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmamız, aydınlık günlere kavuşmamız için, "çok ama daha çok çalışmamız lazım" diyor ve o büyük insanın önünde saygıyla, özlemle, minnetle eğiliyorum... RUHUN ŞAD OLSUN ATAM...

  • ATATÜRK'Ü ANIYORUZ

    ATATÜRK'ün 85. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ maviADA'nın ATATÜRK DOSYASINA GÖZ ATABİLİR, yazıları, video ve resimleri GÖREBİLİRSİNİZ

  • Arthur RIMBAUD

    Sarhoş Gemi Ölü sularından iniyordum nehirlerin Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış; Cırlak kızılderililer, nişan atmak için Hepsini soyup alaca direklere çakmış. Bana ne tayfalardan; umurumda değildi Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere; Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi; Sular aldı gitti beni can attığım yere. Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde, Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış Adaların karalardan çözüldüğü günde. Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış. Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim; Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme; Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim: Bakmadım fenerlerin budala gözlerine. Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular; Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar. O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine, İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan; Yardığım yeşil maviliğin derinlerine Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran. Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde, İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde. Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri, Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı, Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri. İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu. Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde; Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara. Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde, Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra. Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları; Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine; Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı; Görülmedik usareler geçer döne döne. Azgın boğalar gibi kayalara saldıran Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni; Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından Kudurmuş denizlerin imana gelmesini. Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine, Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi. Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar; Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha, Durgun havada birdenbire yarılır sular, Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara. Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler; İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda; Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer, Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla. Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları. Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda; Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı. Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına; Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni; Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma; Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi. Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri; Akşamları, çürük iplerimden akın akın Ölüler inerdi uykuya gerisin geri. İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine; Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi Hanza kadırgaları takamazken peşine. Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder, Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları; Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler: Güneş yosunları, mavilik meduzaları. Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem, Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları; Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken Kızgın hunilere koyu mavi gök katları. Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların. Ama ben, o mavi dünyaların serserisi Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın. Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest. O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret. Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz, Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum; Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz. Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk, Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti; Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk. Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini. Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar, Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem; Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar; Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem. Arthur RIMBAUD Çeviri: Sabahattin EYUBOĞLU * EN YÜKSEK KULE Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin Ah nasıl dayandım nasıl da Unutamam artık dünyada, Nice korkular kaygılardı Uçup gitti göklere. Bir belâlı susuzluk Karartıyor damarlarımı. Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin. Bir çayır gibi tıpkı Unutulmuş bir kıyıda, Karamukların, gülüklerin Boyatıp çiçek açtığı, O yabanıl uğultusunda Korkunç pis sineklerin. Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin. * / Arthur Rimbaud 20 Ekim 1854 - 10 Kasım 1891 Yaşamı Anne ve babası çok genç yaşta ayrılır, çocukluğu bu olayın etkisiyle biçimlenir. Charleville Koleji'nde okurken geleneksel şiir yarışmasında birinci olur. İlk şiirleri bu dönemde yayınlanır. "Paris Komün Ayaklanması" başlayınca 16 yaşında evden kaçıp ayaklanmaya katılır. Sonraki zaman dilimlerinde birkaç kez daha kaçacak, uyuşturucuya alışacak, sanat tartışmalarına da katılmaya başlayacaktır. O günlerde Verlaine'le tanışır, bir süre beraber olurlar. Dışlanan ikili seyahatlere başlar, 1875'de Verlaine onu silahla yaralayınca ayrılırlar. Rimbaud şiir yazmayı bırakır, ticaretle uğraşmaya başlar. Kıbrıs'ta, Afrika'da çalışır. Kalçasında kanser çıkar, bir bacağı kesilir. 1891'de de henüz 37 yaşındayken Marsilya'da ölür. Sanatı Jean Nicholas Arthur Rimbaud; Sembolizm'in en büyük temsilcilerinden... Modem şiiri Rimbaud kadar derinden etkilemiş ve tutkulu araştırmalara konu olmuş çok az şair vardır. Rimbaud özgünlüğünün doruğuna düzyazı şiirleri Illuminations'la ulaşmış, özlü ve anlaşılması güç üslubuna en uygun biçimi de bu şiir türünde bulmuştur. Düzyazı şiiri olay, öykü ve tasvirlerden, sözcükleri de mantıksal içerikleri ve sözlük anlamlarından arındırmış, böylece şiiri, simgecilerin "etat d'âme" (ruhsal durum) adım verdikleri etkiyi uyandıracak büyülü bir içerikle donatmış, ayrıca bilinçaltının ve çocukluğun belli belirsiz anılarının şiir için zengin bir kaynak oluşturduğunu ortaya koymuştur. Yapıdan, günümüzde de çağdaş insanın başkaldırısını ve yaşamın özünden duyduğu ürküntüyü yoğun olarak yansıtmaktadır. Rimbaud'nun Türkçede yayımlanan öbür yapıtları arasında Tufandan Sonra (1962, 1996), Arthur Rimbaud'dan Şiirler (1981) ve Rimbaud'nun Mektupları (1985) yer alır. İki ünlü yapıtı 1991'de Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations adıyla, 1997'de de Cehennemde Bir Mevsim/Aydınlanışlar adıyla tek bir kitapta yayımlanmıştır.

  • "Galiba ATATÜRK Dönemine Dönüyoruz"

    11.1.2017 | Algı yönetimini iyi kullanan AKP kurmaylarının bugünlerde ağzından ATATÜRK ve dönemi düşmüyor. Sanki yeniden o altın devir canlandırılacak. Sevindirici elbet, dün "iki ayyaş"tan, LOZAN'dan dem vuruluyordu. Yine de merak ediyorsunuz, bu kez nereye varılacak? * İngiltere kraliçeyle yönetilir, kral da var elbet ama göstermelik... Prensler prensesler bildiğiniz, arkaik bir dönemden kalma masal gibi. Ama dünyanın en eski ve en gelişkin demokrasisi de oradadır. Öte yandan Hitler yönetimi Nasyonel Sosyalizmdi, gördük. Bazı demokrasileri de... Adının ne olduğu hiç önemli olmasa gerek o zaman. Peki biz neden bu kadar kaygılıyız? Biz derken herkes, herkes derken mecliste evet oyu verenler de dahil, eminim onlar da, çünkü onlar sefasını sürseler de çocukları torunları da bu ülke de yaşayacak ...ya devir değişirse?..Ya görülmeyen bir nokta varsa?.. Öyle ya birini mutlak güçle donatıyorsun, bugün bildiğin, güvendiğin biri olabilir o, ama yarın başka biri gelirse... Gelmesin, güvendiğin sonuçta bir insan, peki ya değişirse?.. Ecevit'i hatırlayın, bir de son günlerini... Sahi neden bu denli kaygılıyız? * Gerek Atatürk, gerek İsmet İnönü aynı zamanda parti başkanıydı, diyen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ: 'OHAL döneminde Anayasa değişikliği görüşülemez' yaklaşımı doğru değildir, mantığını da kabul etmek mümkün değildir. Bu Gazi Meclis Kurtuluş Savaşı'nın devam ettiği yıllarda 1921 Anayasası'nı yapmış ve yürürlüğe koymuştur. " diye açıklama yaptı. Celal Bayar, hani DP armalı bastonu olan başkan, niye unutuldu diye aklıma gelmişse de munafıklık yapıp havayı bozmamalı, sormuyorum. * Giderek Atatürk doğrularında daha çok buluşur olduk. Ne kadar güzel, iki ayyaştan geldiğimiz yer dünya kadar…Lut gölüyle, Everest gibi... Olsun öğrenmek öğrenmektir. Bunu neden sayıp dönelim o günlere o zaman. O günün ve bugünün aynı olmadığını olayların zorunluluklardan ortaya çıktığını bilsek bile belki bugüne de ışık tutacak yanları vardır. Bakanın sözü, belki ilgisiz ama, bana Atatürk'ün Komünist Fırkasını kurdururken Yunus Nadi ağzından dedirttiği sözü anımsattı niyeyse. Yunus Nadi, yazdığı TKF programında halkın sempatisini kazanmak için olsa gerek, TKF anlayışının batı emperyalizmine son verilmesi, emeğin gücü, insanseverliğin, Tanrı’nın vahiyleriyle ve İslamiyet’in ilkeleriyle uyumlu olduğunu ortaya koymaya çalışıyordu. ...ve bildiğiniz öyküdür. TKF sahte bir partiydi. Vardığımız yer güzel de yine de anlaşılamayan kalmasın demeli. Sonra halk denilen kamuoyu yanlış anlar; ne güzel Atatürk’e dönüyoruz, diyerek. Hatta bazıları daha da yanlış anlayıp bu güvendiğimiz dağlara da kar yağdı, Atatürk dönemi geliyor deyip referandumda beklenmedik oy da verebilirler. Keşke bir açparentez yapıp açıklasaydınız, onlara da, asıl niyetinizi? Çünkü Atatürk açıklıyordu. Yaptıkları belliydi, yapacağının garantisi de ordaydı. Söz tümüyle imaj yaratmak, münafığı susturmak için sentesinden çıkarılıp kişisel amaçlarla bambaşka bir yere monte edilmiş bir kapı değil. Yanlış da değil. Sadece o değil, İstanbul'da gül gibi padişahlık varken yerine Ankara'da meclis de kurmuştur, Atatürk. KESTİRMEDEN GİDELİM; NİYE İstanbul’da saraylarda bu işi yapıp da asi olmadan çözüm aramamışlar sorusunun yanıtı tarih kitaplarında, isteyen bakar. Ne var ki sonuç değişmez; padişahın aldırış etmediği ya da safça edemediği ya da dobralıkla basiretsizlikle ya da karalayarak ihanetle ya da arka çıkarak bir bildiği vardı elbet… diyelim ülkenin kaderini değiştirmek için başka alternatif yoktu. Öteki ima edilene gelince, Celal Bayar hariç, başka parti mi vardı da Atatürk'le İnönü tarafsızlık ilan edecek, partiler üstü olacaktı, diye sormaya gerek duymuyorum. Bayar'ın vardı, üstüne üstlük İnönü'nün Cumhurbaşkanlığını partiler üstü olamadı diyerek yıpratıp iktidar olunca unutan, nimetlerinden yaralanmayı seçen, bu nedenle de yeni bir kaos hazırlayan Bayar konu dışı, ama başka bir şeyi anımsatmadan geçmemeli: Şunu da ekleseydik çok iyi olacaktı , Sezar’ın hakkını Sezara vermeli. Kendi gücünü ya da mutlak iradesini artıracak, tek adamlığını güçlendirecek padişah, halife olması mümkünken, o güne kadar hiç duyulmamış, hemen hemen bütün silah arkadaşlarının karşı çıktığı, yönetimin halk temsiline dayalı Cumhuriyet olması gerektiğini belirleyip de gücünden vazgeçip, yetkilerini halkı temsil eden meclise devretmeyi, “gerekirse kelleler gider,” diyerek ısrarla hem de savaş yıllarında 1923 Ekim’de isteyip yapan da Atatürk’tür. Ayrıca partiler üstü kalmanın gerekliliğine de inandı. Tek partililiğin çoğulcu demokrasiye uymadığını gördüğünden Atatürk; Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurdu. Kİ tarih 1930’dur. -Atatürk, Fethi Okyar ve kızı, 1930 Yalova- Ama ondan önce kurdurduğu Yeşil Ordu’ya ve ardından gelen TKF ye ne dersiniz? Bak burası benziyor; ama o daha açık konuşmuştur, halka Yunus Nadi ağzından “ TKP İslamiyet’e uygundur,” derken. "Programda Batı emperyalizmine son verilmesi, emeğin gücü, insanseverliğin, Tanrı’nın vahiyleriyle ve İslamiyet’in ilkeleriyle uyumlu olduğu ortaya konmaya çalışıldı. Türdeş bir yapı göstermeyen Halk Zümresi, o dönem yoğunlaşan Anayasa tartışmalarında “meslekî temsil” görüşünü savundu. Zümre’nin programında dile getirilen kimi düşünceler Halkçılık Programı aracılığıyla hükûmete maledildikten sonra kurulan Resmî Türkiye Komünist Fırkası (TKF) aracılığıyla örgütsel bütünlüğü parçalandı. Bir grup Halk Zümresi üyesi ve Çerkez Ethem yandaşları Resmî TKF’ye girerken, Tokat Milletvekili Nâzım Bey’in başını çektiği 10-15 kişilik bir milletvekili grubu, 1920 başlarında Eskişehir ve Ankara dolaylarında etkinlik gösteren TKF çevresinde toplandılar. 7 Aralık 1920’de yasal olarak kurulan Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası’nda (THİF) ise Halk Zümresi üyelerinden Tokat Milletvekili Nâzım (geçici başkan), Bursa Milletvekili Şeyh Servet, Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü kurucu olarak yer aldı. Fakat kuruluşundan iki ay sonra Çerkez Ethem’i desteklediği iddiasıyla Salih Hacıoğlu, Ziynettullah Nuşirevan gibi Meclis’te yer almayan THİF yöneticileri tutuklandı. Meclis’te yer alanlar ise, dokunulmazlıkları kaldırılarak diğer yöneticilerle birlikte İstiklâl Mahkemelerinde yargılandılar. Yargılamayı, Halk Zümresi’nin bir grup üyesinin katıldığı Resmî TKF üyesi yargıçlar yürüttü ve THİF’nin Meclis’te yer almayan yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı; Tokat Milletvekili Nâzım Bey de 15 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Bursa Milletvekili Şeyh Servet Efendi ve Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü ise, sorumlu olmadıklarına karar verilerek beraat etti (Mayıs 1921)…” Ararsak bir takiye var elbette, Atatürk’ün resmi konuşmalarında, meclis görüşmelerinde, Nutuk’ta açıkça belirttiği bir takiye: "Komünistliğin memleketimizde değil, henüz Rusya'da bile tatbik kabiliyeti hakkında açık kanaatler hasıl olamadığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber içeriden ve dışarıdan çeşitli maksatlarla bu akımın memleketimize de girmekte olduğu ve buna karşı akla uygun tedbir alınmadığı takdirde milletin pek çok muhtaç olduğu birliği ve sükunu bozan durumların ortaya çıkması da imkan dairesinde görülmüştü. En makul tedbir olarak aklı başında arkadaşlardan hükümetin malumatı tahtında bir Türkiye Komünist Fırkası teşkil ettirmek olacağı düşünüldü. Bu takdirde memlekette bu fikre müteallik bütün cereyanları bir noktaya icra etmek mümkün olabilir, diyordu" Bunun da nedenini biliyorsunuz; kurtuluş savaşı boyunca tek dostumuz komünist Rusya’dır. Ve komünizm dost düşman ülke bilmez, dost düşünce tanır. Ve Rusya’ya bitmeyen tehlikeler nedeniyle ihtiyaç sürmektedir. Tamam, bu bir sahte partidir. Ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası , kurulur. Mustafa Kemal Paşa'nın eski silah ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in öncülüğünde, 17 Kasım 1924’te kurulmuştur. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesinin, liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olunduğu açıklanmıştır. Atatürk, Nutuk'ta bu durumu "dini siyasi çıkarlara alet etmek" olarak yorumlamıştır. Rauf Orbay'ın parti kurulmadan önce cumhuriyet ile ilgili eleştirileri ve parti kurulduktan kısa bir süre sonra bazı rejim muhaliflerinin parti etrafında toplanması ile beraber dini duyguların propaganda olarak kullanıldığı Şeyh Said İsyanı'nın patlak vermesi sonucunda parti kapatılmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa'ya düzenlenen İzmir Suikastı olayından TCF kurucularının bir bölümü yargılanmıştır. Ama alternatif bir parti fikrini gündeme getirmiştir. Ya sonraki deneye ne dersiniz? SCF’ye yani… - SCF, İZMİR , Aydın ve Samsun gibi bölgelerde çok taraftar bulacaktı. Yukarıdaki resim Samsun'da çekildi - Bu ömrü dört ay gibi süren parti, Cumhuriyet döneminde kurulan ve çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda üçüncü deneme olan siyasi partidir. SCF DÖNEMİYLE ilgili bir anekdotta günümüze de örnek bir gönderme var: Çok yerde yoğun ilgi gören ve başta Samsun olmak üzere kimi yerlerde belediye başkanlıklarını da alan parti kapatıldıktan sonra bu belediye başkanlarının da görevi bırakmaları gündeme gelir. Samsun belediye başkanı direnir, "Beni halk seçti..." der. Gazi de bunu anlayışla karşılar ve başkanı görevden almaz. Ali Fethi Bey, Paris Büyükelçiliği’nden dönüşünde Gazi Mustafa Kemal’in önerisi ve onayıyla aralarında Celal Bayar’ın da yer aldığı Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu (12 Ağustos 1930). Programında, partinin cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkelerine bağlı olduğu vurgulanıyor, yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi isteniyor, ekonomik yaşamda sürekli devlet müdahalesine karşı çıkılıyordu. SCF kurdurulduğunda İnönü hükümetti. Ona muhalif bir parti olarak örgütlendi. Cumhuriyetin temel ilkeleri vazgeçilmezdi ama ekonomik anlamda ve bireye bakışta ciddi farklılıklar vardı. İşin gerçeğinde demokrasi özleminden öte rasyonel bir yan vardı: Dünyadaki kriz kaçınılmaz olarak ülkemize de yansımıştı. 1927 yılında tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşüşü ile başlayan kriz 1929'daki Büyük Buhran'dan sonra Üçüncü Dünya'ya kredi akışının zayıflamasıyla birlikte yeni bir evreye girdi. Bu noktadan sonra, Türkiye’de ekonomik buhran çok yüzlü ve farklı sonuçları olan toplumsal bir olaya dönüştü. Krize ekonomik çözüm bulmakta zorlanan Kemalistler, krizin yarattığı sosyal hoşnutsuzluğu uzun süre görmezden gelemedi. Bu noktada, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kendi inisiyatifi ile ülkede oluşan toplumsal muhalefetin yeni bir siyasi parti ile meclise taşınmasına karar verdi. Bir başka yanı da artan muhalefetti. Başarılarla birlikte azalsa da saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi bir dizi radikal kararın alınmasıyla muhalefet yeniden yükselmişti. Bir dönem Takrir-i Sükun Kanunu'yla sindirilen bu muhalefet zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaşıyordu. Yine de örgütlü bir güce dönüşmediğinden tehlike arz etmiyordu. Çünkü o örgütlü güç ancak bir parti olabilirdi, ama yoktu. Ülkedeki bu potansiyel tehlikeyi giderebilmek ve halkın isteklerini meclise taşıyabilmek amacıyla Mustafa Kemal, toplumsal muhalefeti yönlendirme açısından en güvendiği, en yakını olan arkadaşlarını görevlendirerek bir parti kurulmasını istedi. Görevlendirdiği Fethi Bey ertesi gün yazdığı ve 11 Ağustos 1930 tarihinde gazetelerde yayımlanan mektubunda, “…Cumhuriyet Halk Fırkası'nın malî, iktisadî, dahilî, haricî siyasetlerinin birçok noktalarına aykırı bulunan ayrı bir fırka ile siyasî mücadele sahnesine atılmak arzusundayım. Zât-ı Devletleri Reisicumhur olduktan maada şimdiye kadar mensup bulunduğum Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da umumî reisi olmaları dolayısıyla işbu arzumun nazar-ı devletlerinde ne yolda kabul buyurulacağını bilmek lüzumunu hissediyorum.” diyerek SCF'nin kurulabilmesi için izin istemekteydi. Gazi Mustafa Kemal ise, Fethi Bey ile üzerinde anlaştıkları yazılı güvenceyi cumhurbaşkanı olarak mektubunda şu sözlerle açıkladı: “…Reisicumhur bulunduğum müddetçe reisicumhurluğun üzerime verdiği yüksek ve kanunî vazifeleri, hükümette olan ve olmayan fırkalara karşı âdil şekilde ve tarafsız yapacağıma ve laik cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her nev’i siyasî faaliyet ve cereyanlarının bir engele uğramayacağına inanabilirsiniz.” Atatürk sözünü tuttu. SCF kısa sürede geniş bir destek kitlesi kazandı, türlü muhalif gruplar partide hızla arttı. Yapılan belediye seçimlerinde küçümsenmeyecek sonuçlar elde etti. Bu arada her iki partiye eşit uzaklıkta durmak isteyen Gazi’nin desteğini kaybettiği sanılan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) ciddi anlamda eleştirilerden zorlanmaya başladı. SCF’nin seçim sonuçlarıyla şımaran bir kesim Atatürk karşıtları ve gericiler CHF’den kopup tarafsızlaştığını düşündükleri Atatürk’e tavır aldılar. Bu da yönetimi kaygılandırdı. SCF’nin iktidara ancak cumhurbaşkanıyla çatışarak gelebileceğini kavrayan Fethi Bey bunun genç Cumhuriyet'e çok ağır sonuçlar yaratacağı inancıyla, 17 Aralık 1930'da Dâhiliye Vekâlet’ine başvurarak SCF’nin feshedildiğini açıkladı. SCF kapatıldı, Atatürk’ün tarafsızlaşması da mümkün olmadı ama sonraki dönemin örneğin Demokrat Parti’nin başta Adnan Menderes olmak üzere pek çok politikacısını yetiştiren bir okul oldu. * İngiltere kraliçeyle yönetilir, prensler prensesler bile vardır, arkaik bir dönemden kalma masal gibi. Ama dünyanın en eski ve en gelişkin demokrasisi de ordadır. Öte yandan Hitler yönetimi Nasyonel Sosyalizmdi, gördük. Yönetimin adının ne olduğu hiç de önemli değildir. Var olan yasalar, kadim gelenekler, yönetenlerin kimliği, geçmiş yaptıkları ve niyetleri önemli... Bizi endişelendiren ne? Belki de en ciddi sorun bu. *

  • Zeki Sarıhan İzleğinde “AKPINAR’DA OKURKEN”

    AKPINAR’DA OKURKEN / ZEKİ SARIHAN / Mayıs 2017, Lader Yayını * Ara vermek bazen güzel. Epeydir uğramadığım posta kutum her yaz sonu gibi bu kez de dolu. Mektupların, dergilerin yanında bir de kitap var. Yaşça hayli ileride olsa bile üniversite yıllarımız hemen hemen aynı döneme denk gelen, gözaltılar dahil, mekanlarımız ortak, kapılardan birbirinin izlerine basarak geçtiğimiz kişilerden Zeki Sarıhan adını zarfta okuyunca daha bir ilgiyle açtım. Bir ders kitabı formatında basılmış AKPINAR’DA OKURKEN adlı kitabına bulduğum ilk çay ocağında göz attım. 240 sayfalık, büyük boy, normal kitap olsa 600 sayfalık kitap, en çok da o ders kitabı haliyle gözümü korkuttu birden. Toplum, siyaset ve çoğu romantik gençlik yanlışlarına savunma biçiminde yazılmış yazılardır, dedim içimden. Yorulursun, dedim. İncinir diye özgürce de bakamazsın dedim. Kitabı kapattım çay söyledim kendime. Zeki Sarıhan'ı tanımışsanız, toplumcu edebiyat yanlılarının aradığı modeldir, yapısalcı bakışa tıpatıp uyar; yaptığıyla söylediği birbiriyle örtüşen ender yazarlardandır. Bu da yazıda didaktizmi olduran yanlış anlamayı önlemeye yönelik açıklamayı çağırır, yani yaratıcı gücü 657’ye uygun devlet memuru yapar, özetle yaratıcılığı sınırlar. Ve öyle de olmuştur. Türk edebiyatının felsefesi en sağlam, birikimi en çok yazarlarından biri olan Sarıhan tutarlı olmak uğruna yeteneğini göz göre göre perdeleyerek yaratıcı alanda deneme sınırlarını aşmamış, hep öğretmen kalmayı başarıp yüzlerce, araştırmacıya kaynak ve yardımcı olacak yazı türünü seçip, onlarca kitap yazmasına karşın kolayca başarabileceğini sandığım romanı, öyküyü seçmemiştir. Oysa elimdeki kitapta da belirttiği gibi Sarıhan ilk yazı denemelerini çoğu yazar gibi şiirle yapmıştır. Demek o antik çağ filozofu Platon gibi felsefesi ve siyaseti uğruna şiiri feda edip düşünce alanına yönelmiş. Olsun, kuşkusuz ona da gereksinme vardı. Çay bitti. Sayfaların arasından önüme bir kart düşüyor. Sade bir kart… Bir kartını iliştirmiş Sarıhan kitaba. “Ulusal Eğitim Derneği Onursal Başkanı…” Hepsi bu mu? Öğretmen Dünyası Dergisini kurdu, yönetti otuz yıl, o derneği de o kurdu, yıllarca yönetti. Hapisler, sürgünler, kıyımlar dünyayı yaşadı, 36 kitap yazdı, ödüller aldı, ilkeli adam, kimse ona kıyak geçmez, hakkıyla aldı... ama kartvizit bu kadarcık. İlk kitabını bastıran çok kişinin YAZAR, ŞAİR, KAPORTACI… diye arkası önü unvan dolu kartlar bastırdığını düşününce… Hadi Şenol, boynunun borcu, adam saymış seni, erinmemiş kitabını göndermiş, sen de okuyacaksın… diyor içimden bir ses şimdi. Açtığım kitaptan rastgele bir sayfa çıkıyor önüme. Şaşırıyorum. Başka işi yok mu bu yazarın, derdi öteki dünyayla... Hep kıldığı namazlardan söz ediyor, kılmadıklarını küsuratıyla yazıyor andacına ve sonradan telafi ediyor. Oruç da öyle… Şaşkınlığım okudukça artıyor. Bir kezinde herkesi oruç tutmaya zorlamadıkları için öğretmenlere kızdığını da okuyunca kitaba kuşkuyla bakıyorum. Ne yani artık yeni bir moda mı var, bakmayın bu halimize biz eskiden ne kadar dini bütündük… diye mi yazacaklar? Müslümandın ya da Budist… senin bileceğin, bana ne ki? Dinin ilk gençlik etkilerini anlatan bir kitap desen anlardım. Kendin söylüyorsun, “…bu kitap gençlik psikolojisi hakkında da bilgi vermiş olacaktır…” İyi de gençlik din mi hep, işi gücü kıldığı namaz, tuttuğu oruç… mu? Bir başka sayfada kız kardeşi Fatma’nın öğretmen okuluna gitme isteğine, başı açılacak diye karşı çıktığını anlatıyor. Şaka gibi geliyor bana. Bildiğim Zeki Sarıhan değil bu? Biraz daha bakıyorum, Fatma ile ilgili bölümü arayarak. Fatma öğretmen okuluna gönderilmeyişini içine sindiremiyor, resmen savaş vererek aşıyor annesinin, kardeşinin ve mahallenin baskısını, ebe okuluna gidiyor. Bitirip Zeki Sarıhan’a harçlık bile gönderiyor. Gerçi o harçlığı edindiği yeni düşüncelerle çevresiyle çatışan Zeki Sarıhan’ı hizaya sokmak için bazen baskı aracına döndürdüğü de olmuyor değil ama hep yanında oluyor. Anlamak sevindiriyor beni. Sarıhan başladığı yeri anlatmak için eksik ve hatalı olan kendisi bile olsa kaçınmamış, yazmış. Bunda da öyle samimi öyle sahici ki, kendine batırıyor önce çuvaldızı. Kitabın başında altı çizilerek yazılanlar doğru teknik, bir çocukken öyle bakıyormuş dünyaya. Büyüdükçe vardığı yeri, gelişimini başka nasıl anlatacak? Aslında öyküleme tekniği bakımından çok başarılı, önce düğümleri, çatışmaya yol açacak noktaları diziyor. Sonra da onları aşma gayretlerini… ve kaçınılmaz olarak çatışma başlıyor. Yok, böyle olmayacak, bu kitabı dikkatle okumalı, sonra da … Hala böyleyse yargım, bakarız artık... O ruh haliyle 240 sayfalık, ama roman ya da düz anlatı değil, yer yer resmen bir küçük işletme kayıtları gibi özenle dizdiği hesap kitap listeleri fazla geliyor bana, yine inatla belgelediği derslerden aldığı notlarıyla yoruyor, ama belli, o günlerde öğrenmiş disiplini, planı... Matematiğim hep zayıftı diyor, bir de iyi olsaymış… diyerek lahavle çekerek okumayı sürdürüyorum. Okudukça anlıyorsunuz, bir amaçla yapıyormuş bunu. Gösterdiği gelişmeleri sergilemek, yazdığına sahicilik katmak ya da o günlerde kendisine borç veren, yardım eden insanlara şükran belirtmek; yani kadirşinaslık; ama kitabı zorlamış, akışkanlığını kesmiş, daha az olamaz mıydı diye düşünüyorum. Bu kitap iyi bir kitap, belgelemek uğruna okunurluğu zorlanmamalıydı diye de… Şimdi şaşıracaksınız, bir dikiş iğnesinin ya da gömlek balininin fiyatını kuruş kuruş işlediği ders kitabı büyüklüğündeki, bir cep kitabı olsa en az 600 sayfayı bulacak o kitabı, bir gecede giderek artan bir keyifle, anlatımdaki mantıksal duruluğa, dildeki yalınlığa, kurgulanmasındaki mükemmelliğe, bir insanın ancak sınırlarını zorlayarak ulaşabileceği kendi eylemine bakışındaki tarafsızlığa ve kitabın her satırına sinmiş sahici ve samimi olma gayretine hayran kalarak okudum, bitirdim. Anı belge tarzındaki kitap kendi biçeminde kusursuz. Yine de bunu roman olarak yazsaymış diye düşünüyorum. Takılmışım... Aslında beğendiğim için öyle diyorum. Belgesellerin ya da anıların ömrü kısa, coğrafyası dar, oysa roman uzun ömürlü ve evrensel... Günlüğüne sadık kalmak ya da sahici olmak için çok öne çıkardığını düşündüğüm o listeleri, derslerden aldığı notları ya da gömlek balininin fiyatını kuruş kuruş işlediği, kıldığı ya da kılmadığı namazları dökümlediği listeleri… biraz azaltsın, benzer ve tekrarları çıkarsın, muhteşem bir roman kurgusuna sahip gerçekte… Yağ, tava, un… her şeye sahip, bir helvası kalmış. Beni öyle etkiledi. 60'lı yıllar bu ülkenin kırılma noktalarından biridir. 1923 ve sonrası ya da 1950 seçimleri ve sonrası ya da 2002 ve sonrası neyse o da odur. Hemen hepsi bir dip dalgasıyla hayata geçmiş ve her biri bir kesimin iktidarını sonlandırırken, başka bir sınıfı, katmanı iktidara taşımış ya da aday yapmıştır ve konu iktidar olunca kaçınılmaz biçimde tarafları ve çatışmayı getirmiştir. Bu dönemleri anlatan kitaplar da hep tepeden bakışla yazıldı, yani yükselen dip dalgasının gözünden değil… Cumhuriyeti tepedekiler yazdı, anlattı, savaştan evine dönen bir erin bakış açısı yok, evlatlarını yitiren kimsesiz kalan annelerin insani sitemi yok... 1950 çok partili siyaseti yazanlar da öyle, 2002 ve sonrasını da iktidar ve muhalefetin aydınları yazacak. Ya övecekler ya sövecekler. Yani olduran koşulların tabana vuruşunu gene anlamayacağız. Çok roman yazıldı o süreç için. Ne var ki, benim yazdıklarım da dahil, hepsi birden ortaya çıkan romantik patlamaların yenilmeye mahkum kahramanlarının şanlı öyküsüydü. 1960’lı hatta 1970'li yılları, yani ülkeyi bir hallaç pamuğu gibi atan büyük depremi yaratan, o dip dalgasını, tümüyle tabandan gelen temel etkiyi, Anadolu gençliğini değiştirip olduran, sonra da o gençliği ciddi bir tehlike olarak algılayıp öncelikle devlete ve mahalleye ezdiren süreci bu bakış açısıyla anlatan çok kitap yoktur bu ülkede. Zeki Sarıhan’ın kitabı bu boşluğa iyi gelebilirdi. Zeki Sarıhan 1950 yıllarının kıt olanaklarla yaşama savaşı verildiği Fatsa’nın Beyceli köyünde doğuyor, baba yok, bir anne sağ kalan küçük çocuklarını hayatta tutmaya çalışıyor. Zor koşullara ve yoksulluğa karşı Tanrı ve din tek dayanaklarıdır. Yazarın kitabın başında kıldığı namazların ve oruçların hesabını neden yaptığını o zaman anlıyorsunuz. 1958’de Ladik Akpınar öğretmen okulunu kazanması gerek aile için gerekse Zeki Sarıhan için bir dönüm noktası olacaktır. Kitapta bu süreç yani 1958’le 1964 arasındaki okul yaşamı anlatılıyor. Kuşkusuz bu denli basit değil. Bu kitabı sadece bir okul hikayesi olarak adlandırmak ciddi haksızlık olur. Gerçekte bugünün aklına sığmayacak olanaksızlıklar içinde hayata merhaba diyen bir köy çocuğunun öndersiz, rehbersiz ya da kendi yarattığı rehberlerle, eskisini yıkıp yeni bir kimlik, başka bir insan yaratma sürecini günün coğrafyasını, ülkenin siyasi atlasını fon olarak alıp tüm ayrıntılarıyla başarıyla resmediyor. Zeki Sarıhan durmadan düşünüyor, bir çıkış kapısı bulmaya uğraşıyor. Düşündüklerinin kimisi çok ilginç ve doğru da… Uzun süre öğretmenlerin ekonomik ve sosyal yönden yoksul kesim olduğu savlanmıştı. Bunda doğru bir tespitten daha çok çoğu muhalif bu kesimi bir aşağılama, sindirme politikası da vardı. Z. Sarıhan da aynını hissedip daha o zamandan günlüğüne not düşüyor: Köy çocukları eğer yoksulsa ancak tarlada bağda yani üretimde kullanılırdı. Okumak pahalı bir işti ve ancak ekonomik gücü olan insanlar kentte çocuk okutabilirdi. Doğru, zorunlu eğitimin olmadığı dönemde şehirdeki yoksul kesim de okumanın yatkınlık kadar zaman ve para isteyen bir iş olduğunu görüp çocuklarını en kestirmeden bir zanaata verip hayata hazırlamaya çalışırdı. Okuma yazma bilsinler yeterdi. Bir başka sayfada artık kişisel kaderinin ülke kaderinden ayrılamayacağının bilincinde daha evrensel notlar alır genç öğretmen adayı: “Bütün terslik Ortadoğu’da çöllere yakın olmamızdan kaynaklanıyordu.” diye yazar günlüğüne Zeki Sarıhan. Coğrafyayla ulusların derin bir bağı var. Bir insanın yapısal özelliklerini ve aidiyetlerini iyi kötü diye ayırıp yeni ve mükemmel olanları oldurması hayranlık uyandıracak ya da kıskanılacak bir zorluktur, hele başkasının öyküsüyse. Ama sizin yaşadığınızsa bir de öteki yanı vardır bu zor işin, terk etmeye çalıştığınız aidiyetler yanlış da olsa sizi var eden koşulların ürünüdür, en yakınlarınızın ortak paylaşımı, yaşam kalkanıdır. Sizin bu yenileşme gayretinizi direk kendilerine karşı düşmanlık olarak alacaklardır. Baş edemeyip de sizi yolunuzdan döndüremezlerse yadırgadıkları yeni kazanımlarınıza korku ve kuşkuyla bakmaları, hatta düşmanlık duymaları doğaldır. Özetle artık çatışma kaçınılmazdır. Zeki Sarıhan da önce ailenin umudu, takdir edilen başarılı bir öğrenciyken, giderek okuduğu kitaplar, denk gelen gençliğe gaz vermeyi birinci taktik sayan 60 İhtilali ve onun yarattığı görece özgürlük ortamı, ruhsal ve bedensel gelişimi köyünü aşmış, kentlileşmiş, gördüğü ya da sandığı yeni çözüm yolları nedeniyle, başta din, geleneksel bakış açıları, çözüm yolları… yani eski aidiyetlerini ya terk etmiş ya da terk hazırlığında olunca çatışma başlamıştır. Çoğumuz o çatışmalardan yenik çıkıp kaçmak demeyeyim de uzaklaşmayı seçtik, dev bir ülkeyken küçük noktalara, adalara, en şanslılar kolonilere dönüşüp yalnızlaştık. Sarıhan’sa yaratılışla kendinde olan özelliklere dönemsel etki ve olanaklar eklenince aidiyetlerden kopmayı, büyük şehirlere kaçmayı düşünmüşse de belki ailesel bağlarının güçlülüğü nedeniyle var olanı yani önce kendi köyünü ve aidiyetlerini adam etmeye kalkar. İlk olarak da karşısında annesini ve giderek tüm ailesini bulur. Kaçsaydı ne olurdu? Kaçanların hikayesi olurdu. Benzerlerini bulmayı, bir koloniye dahil olmayı başarsa bile bu kez değişen iklimde başkalaşan arkadaşlarına aykırı düşmemek için çırpınır dururdu. Ya saçına laf ederlerdi, ya da giyimine... Bazen yetmez bir sempatizan, bazen de çağını anlamayan eski tüfek... ya da küçük burjuva olurdu, bazen entel, bazen de köylü... Köydeki hadi akrabandı ya bu yeni mahallenin baskıcı keşişleri neydi? İnsan bu çiğ süt emmiş. Bunu hepimiz denedik, önce kendi yöremize borcumuzu ödeyecek, önce onları kurtaracak, sonra ülke genelinde başarıya gidecektik. Hemen hepimiz de ilk dayağımızı böylece kendi yöremizde kendi insanlarımızdan yedik. En zorunu da yaşayacak Sarıhan; annesi Zeki Sarıhan’a aykırı düşünceleri nedeniyle haber salar: Artık köye gelmesin. …ve sonunda, “ OKULUM BEN GELDİM,” diyor Zeki Sarıhan, sanki bir kurtuluş çığlığı... ya da dayak yediği raundun bittiğini, soluk alabileceğini haber veren gong, öğretmen olarak Konya’ya atanır. Kitap da orda biter. Sonsözü o dönem öğretmeni olan İbrahim Belek’e ve kardeşi Fatma’ya ve Ayhan’a bırakıyor. Hepsi bir başka pencereden anlatır Sarıhan’ı. Fatma'nın yazdığı en ilginci: ”Sen her zaman radikal oldun, 'dediğim dedik, öttürdüğüm düdük' misali. Karşındakinin düşüncelerine saygı ile yaklaşmadın ….Sen okula gittin de değiştin, daha önce onlar gibiydin. Evde bıraktıklarımız olduğu yerde kaldı…” Evet bunu göremedik, an geldi suçu evde bıraktıklarımızda aramaya başladık, hatta onlara düşman olduk, onlar da bize. Oysa kitapları ve eğitimleri yoktu. Bize bile bir gömlek fazla gelen 60 devrimi oralara değin uzanmamıştı. Köy dediğin ne, hele altmış yıl önce? Zaman farkı iki saat değil, yüz yıl… Göremedik Sarıhan… Bu kitap da anlatılanlar sadece Sarıhan’ın kaderi değil, o döneme özgü bir kırılma noktasıdır ve benzeri etkilerle ülkenin bütün gençliği hatta tüm toplum bu süreçten nasibini alacaktır. Kitapların bir başka sihri de belki budur: Evrende yalnız olmadığınızı anlarsınız. Herkes sizin kadar günahkâr, herkes sizin kadar masumdur. Kitabı kapatırken gözlerim dolmuştu. Zeki Sarıhan’ın izleğinden gideceğim derken, kendi ayak izlerimde canım yanarak yürüdüğümü hissetmiştim. Çoğu kez sanki kendi kaderimi görüyormuşum gibi bazen içlenerek, bazı duygulanarak, bazen tevekkülle kabullenip bazen isyan ederek okudum kitabı. Ne çok birbirimize benziyorduk. Daha doğrusu o kuşak altmışla seksen arası kuşak, yani ölen, öldürülen beş bin kayıtlı dahil yüzbinlerce genç ne çok birbirine benziyordu. Ateşin ortasına yemyeşil bir filiz olarak düşmüş, kuşkusuz yanarak ama kendilerini bir kahraman sanarak çıkmışlardı, diye başlamıştım, o günleri anlattığım SELAM SÖYLEYİN AY IŞIĞINA adlı kitabımda. Selam söyleyin… Eline diline aklına sağlık Zeki Sarıhan, ben beni bu kadar güzel anlatamazdım. Bilirim, kutlarım dememi yeğlerdin, ben de son yıllara değin öyle dedim, öyle dedim diye de sürüldüm, itildim kakıldım. Onur saydım, benden başka kimsenin tasası olmayan dil için sürülmeyi... Ama şimdi başka diyorum, karşımda dayatan bir zorbalık olmayınca... Böyle bir emekle ortaya çıkan bir kitap için kutlarım yetmeyecek sanki: Tebrik ederim, eski de olsa daha içerikli. Başlangıçtaki ön yargım için kusura bakma Zeki Sarıhan… Öğreneceğiz. Aynen senin gibi… Biliyoruz ki artık bu hal bizim alın yazımızdır. ...ve mecburuz. *

  • ATATÜRK’Ü ANLAMAK

    Fuat ÖZGEN * Atatürk’ü aramızdan ayrılışının yıl dönümünde anıyoruz. Büstlerine, mozolesine çelenkler konulacak, saygı duruşları, konuşmalar yapılacak, şiirler okunacak, yaşamı, ilke ve devrimleri sıralanacak, sevdiği şarkılar seslendirilecek. Kimileri zorunluluktan törenlere katılacak, kimileri "Atam izindeyiz," diyecek. Kimileri gerçekten üzülecek, minikler şiirlerini içten okuyacak, ağlayanlar olacak. Ata’yı anacağız, anacağız da anlayacak mıyız? Bunca yıldır anladık mı? Anlasaydık bu durumda olur muyduk? Atatürk “Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı hissediyorsanız bu kafidir.” diyerek O’nu anlamanın düşüncelerini, duygularını anlamaktan geçtiğini vurguluyordu. Bir kesim Atatürk’ü anlamayı istemiyor. Anlamak için kafa yormuyor, O’nu tabulaştırmak, putlaştırmak kolaylarına geliyor. Gericiler, yobazlar Atatürk’ü sevmiyorlar. Ondan nefret ediyorlar, korkuyorlar. O’nu çıkarlarına tehdit olarak görüyorlar. Onu unutturmaya, kötü göstermeye çalışıyorlar. Ona açıktan veya dolaylı olarak saldırıyorlar. Kimi solcular da dönemin “ahval ve şeraitini” düşünmeden değerlendirmeye, onda eksikler bulmaya çalışıyorlar. Ata'yı anlamak için çağını, yaşamını incelemek, özgürlük ve bağımsızlık olarak özetlediği karakterini, akıl ve bilim mirasını göz önünde bulundurmak gerekir. Fani Mustafa Kemal’den çok ölümsüz Atatürkçülük üzerinde çalışılmalıdır. Atatürk’ün ilke ve devrimlerini, Atatürkçü düşünceyi içeren Atatürkçülük, Atatürk’ü anlamak için bir ölçüt, bir yol göstericidir. Atatürk’ün devrimcilik ilkesi süreklilik arz eder. Temeldir, ileri gitmek için kuvvettir, kanattır, akıl ve bilimin kullanılmasıdır. Atatürk’ü anlayamaz ve ondan yararlanamazsak özgürlüğümüz, bağımsızlığımız tehlikeye girer, bugünleri mumla ararız.

  • DELİ İHSAN VE DOKTOR SELİN

    Niyazi UYAR 596 Selin, sınıfın, en disiplinli öğrencilerindendi. Ödevlerini günü gününe yapar, hiçbir şeyi eksik etmez, istenilenden fazlasını yapıp gelirdi. Ne formasız, ne dağınık saçla okula geldiği vaki olmadığı gibi, kızıl kestane renkli saçlarını at kuyruğu yaptırırdı annesi Nalan Hanım’a. Nadiren de olsa örgülü saçla geldiği olurdu. Kış günlerinde okul formasının üstüne her daim kahverengi gabardin bir mont giyerdi. Ne marka tutkusu ne her gün yeni bir şey giymenin paniği içindeydi. Okul hayatı boyunca bir güne bir gün, bir arkadaşı ile ne tartıştığına ne de kavga ettiğine kimse şahit olmamıştır. Hani öğretmenlerin, "İnşallah benim çocuklarım da Selin gibi olur," dediği öğrenci profilidir o! Liseyi derece ile bitiren Selin, İzmir aşığı biri olduğundan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni ilk tercih olarak yazar. Bir gün ona, Edebiyat Öğretmeni Deli İhsan “Hayatta çok başarılı, hakikatli biri olacağına inanıyorum,” demiş tespiti doğru çıkmıştır. Deli İhsan, doğa ile barışıktır. Hemen her öğle aralığında o meşhur korulukta iki üç tur atar, Dutlu Yolun çeşit çeşit dutları ile selamlaşır, çevre yolu adından esinlenerek koyulan çevre yolda yürürken sigaracıların huzurunu kaçırırdı. Hikâye kahramanı Deli İhsan, emekli olmayı hiçbir zaman aklından geçirmeyen “idealist,” derler ya, -hadi biz de idealist diyelim- öyle biridir. Selin’in çok sevdiği ve biz ilahi anlatıcının etkilendiği bu öğretmenin yaşamından bir kesitin öyküsüdür anlatacağımız. İlahi anlatıcı, kahramanın adını, kendi öğretmenlerinden Deli İhsan lakaplı beden eğitimi öğretmeninin adını, kahraman olarak seçerken, öğrencilik yıllarının sözelcisi, sayısalcısı, meslekcisi, sanatçı ruhlusu… bir bir geçer gözünün önünden… Gölgesinden korkan, asosyal, suya sabuna dokunmayan, bana necici, pısırık mısırık hepsi hepsi… Aman böyle de eğitimci mi olur diyerek “geç geç” der… Sonra, sonra, hani öğrenciler her öğretmene yakışır, yakışmaz birer lakap takarlardı ya. İşte onlardan biri de “Deli İhsan’dır! Deli İhsan, deli midir, değil midir, ilahi anlatıcı olarak ben şahit olmamışken, ki ilahi anlatıcılar her şeyi, bilen eden ukalalardır. Fakat biz de bu kahramanımıza Edebiyat Öğretmeni Deli İhsan,” diyelim. Adını demeyelim, adını deyip de huzurunu kaçırmayalım... Deli İhsan, sarı kıvrım kıvrım saçları, esarete, çelik kelepçelere isyan eden, yuvasında fır dönen gözleri, yerinde yurdunda durmayan bir ruh hali ile, ders alanı okul bahçesinin her bir metrekaresinde basılmadık yer bırakmayan hiper aktif bir çocuk gibidir. Yürürken, kısa adımlarını hızlı hızlı atarak kısa yol koşucusu çıta gibi, az zamanda çok mesafe alan; fakat çabuk yorulan çıtalar gibi değildir ama... Selin, İzmir’in en seçkin okullarından birini derece ile bitirir, ODTÜ ve Boğaziçi’ne elini kolunu sallaya sallaya girebilecek bir puan almasına karşın, “ana kucağım İzmir benim,” diyerek, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne birincilikle yerleşir. Lise hayatı gibi üniversite hayatı da başarılarla geçen Selin, Tusta hatırı sayılır bir puan alarak, öteden beri insan davranışları, ilgisini çektiğinden psikiyatriyi tercih eder. Selin, mesleğine aşık bir doktor olur, kısa zamanda göze gelir ve parmakla gösterilen biri olur. Ekonomik koşullar, siyasal atmosfer, değişimin gerisinde kalan sosyal yaşam, insanların ruh sağlıklarını bozalı yıllar olmuştur. Buna sebep “deli doktorlarının” başlarını kaşıyacak, bir arkadaşı ile bir araya gelip sohbet, dedikodu yapacak zamanları olmaz. Bu kadar ağır çalışma koşullarına rağmen bir güne bir gün onun “of” dediğine kimse şahit olmamıştır. Paranın pulun esiri olmuş olsaydı ötekiler gibi, o da paraya para demeyecek, ev üstüne ev, dam üstüne dam yapacaktır. Selin, Edebiyat Öğretmeni Deli İhsan’ı çok sevmiştir. Deli İhsan çalıştığı yıllarda, çalışma koşulları nedeniyle yazmaya zaman bulamamıştır. Emekli olunca “deli gibi” durmadan yazmakta, kafasındaki yazacağı konuların ebediyete çekip gitmeden bitirmek istercesine, “deli gibi,” yazdıkça yazar. Yazdıkça, yeni konular zincirlemesine birbirini takip ederken, o da boyuna yazar. Soğuk kış günlerinde odasına geçer, uykum gelmesin diye bir petek ile yetinirken, yaz günlerinin, kavurucu sıcaklarında domur domur terler; yine de yazmaktan geri durmazdı. Doktor Selin’in mezun olduğu lise, benzerlerinden fersah fersah ileridedir. Okulun kültürel faaliyetlerine omuz veren bir de vakfı vardır. Vakıf aynı zamanda ihtiyaç sahibi öğrencilere burs fırsatları da verir. Bu vakıfta yönetici olmak, prestijlidir. Vakfın yönetim kurulu başkanlığına Doktor Selin oybirliği ile seçilmiştir ve Doktor Selin’in ilk icraatı, Deli İhsan ile kardeşlerini tanıştırmak olmuştur. … Aylardan mayıstır. Eskiden, çok eskiden bu efsane okulun, efsane günlerinden biri de Kültür Sanat Şenlikleridir. Siyasal manzara, siyasal atmosfer, güzel olan her şeyi yok ettiği gibi, efsane okulun efsane şenliğinin de köküne kibrit suyu dökeli üç beş yıl olmuştur. Okulun entelektüel vakıf başkanlarının bu konjonktürde yapacağı bir şey yoktur. İçinden geçilen günler insanların gölgesinden koktuğu, ispiyonculuğun onurlu(!) yurttaş olarak kabul gördüğü günlerdir. Aylardan mayıstır, güneş, en sevimli, haliyle gökteki yerini alırken, ağaçlar yeşilin bin bir tonuyla örtünmüş, efsane okulun, efsane koruluğu, doğa aşığı Deli İhsan’ın imge dünyasına sere serpe uzanıverirken, Ihlamurlu yolun ıhlamurları, Dutlu yolun dutları, çevre yolunun bademleri, kızılçamları, fıstık çamları… şiir dünyasına derya deniz oluvermiştir. Bu yıl çiçeğin bol olacağını müjdelerken doğa, Deli İhsan’ın ağustos, eylül aylarında balından çatlamış incirler gelir gözünün önüne bir anda. Sonra o ham incirlere, bakıp “Deli İhsanlar,” bayram edecek, bayram deyip sevinç kasırgasına tutulur. O, çok severdi tadından çatlamış ballı incirleri. Bademlerin küçük torları, on gün sonra yemeyi, sevmeyi bilenleri şölene davet edecektir. Fıstık çamlarının iğne yaprakları yeşilin en çividiyle merhaba diyecektir aydınlık yüzlü çocuklara. Fıstık çamlarının hasadını okulun iş bilir müdürü, ihale mihale açmadan, verivermiştir birilerine. Soranlara da “işine bak sen, eski çamlar bardak oldu,” ben müdürüm havasıyla nobranlıkta sınır tanımadığı gibi kanunsuzlukta da sınır tanımaz olmuştur. Bu Levanten köşkü, kızıl çamların, fıstık çamlarının, bademlerin, incir ağaçlarının arasında pek ihtişamlıdır ve her gün, gülen yüzlü çocuklara, dünün iyi insanlarının yaşanmışlıklarını anlatır. Vakıf, eğitim, kültür faaliyetlerini bu köşkte yürütürken, Vakıf sekreteri Emine Hanım, yıllardan beri, yedisinden yetmişine, tekmil mezunların ablası, kılavuzu olmuş, vakfın kelli felli, güzel insanlarının veren elini, ihtiyaç sahibi ellerle karşılaştırmadan, güzelliklerin vücut bulmasına vesile olmuştur! Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı Doktor Selin, korku imparatorluğuna savaş açarcasına, Deli İhsan’ı “Türk Edebiyatı ve Aydınlarımız,” konulu konferansa konuşmacı olarak çağırır. Deli İhsan konuşmasına, “Arkadaşlar, kardeşler, diye başlar konuşmasına. Aydın demek kişilikli insan demektir, aydın siyasi iktidarların baskılarına teslim olmaz, onlar, “hepimiz Dreyfus’uz,” diyen Emile Zolalardır, Yaşar Kemallerdir, Aziz Nesinler, Uğur Mumculardır… Belki bu konuşmadan sonra, beni birinci şubeye götürecekler; fakat ben Tevfik Fikret’in deyimiyle, hak bildiğim yolda yalnız bile olsa yürümeye devam edeceğim! Ben doğru bildiğimi her koşulda söyledim ve söylemeye devam edeceğim! Ben dün ne dediysem yine aynı şeyleri söylüyorum, ben hep aynı yerdeyim, 2010 referandumunda *yetmez ama, evet* diyen çok sevdiğim Sabit Hoca’mın faşizme korkusuzca karşı koyduğu günler adına dimdik duracağım, şimdi onun savrulup gittiği noktada ben sallanmadan durmaya devam edeceğim, çünkü onun yetmez ama evet’i nelere mal oldu, bir baksın, bir hesaplasın! O, bir sözelci olarak, dört işlemi unutmuş olabilir, o bu “yetmez ama evet”inin nelere mal olduğunu hesaplayamaz. Şimdi o, eline bir hesap makinası alsın, yapsın bakalım hesabı, o evet’i nelere mal olmuş? Ama dikkat etsin, 2010 da tercih mührünü yanlışa yere, yanlış sütuna bastığı gibi yanlış tuşlara basmasın. Ve o tercihin nelere sebebiyet verdiğini başını ellerinin arasına alarak düşüm düşüm düşünsün! Ben bunları Deli İhsan olarak söylerken, ben Leipzig duruşmalarının George Dimitrov gibi karşımda nasıl bir yargıç olursa olsun doğruları, söylemekten asla geri durmayacağım!” Deli İhsan, gemi azıya almış, soluk almadan konuşuyor, konuşurken, sözcükler ağzından inci taneleri gibi çıkarken, ince ve naif konuşması, bir o kadar da nitelikli ve bir o kadar da güçlüdür. Deli İhsan, iki saattir konuşmakta, öğrenciler de can kulağı ile dinlemektedir. Birden salonun ışıkları yanar. İki yandan yirmi, yirmi beş güvenlik görevlisi, aynı anda salona girerek sahneye doğru yürümeye başlar. Aynı anda öğrencilerin, vakıf yöneticilerinin “ne oluyoruz,” sorusu sorulur kafalara. Üç yıldızlı emniyet görevlisi Deli İhsan’ın elindeki mikrofonu alarak, “Arkadaşlar, İzmir Valiliğinin emrini uygulamak üzere burdayız. Sakince, bir nümayişe meydan vermeden, yavaşça salonu terk edin, yanlışlık yapanlara göz altı muamelesi yapılacaktır!” Salon adeta buz kesilir, kimse ne yapacağını bilemeden öylece kalır bir zaman. Vakıf yöneticileri, herkes şaşkına dönmüştür. Doktor Selin, ataleti, korkuyu, paniği ilk atlatan olarak, “Yaptığınız kanunsuzluktur, kanunsuz bir uygulamayı, kanun adamı olarak yapamazsınız, bunun sonucu ağır olur, yarın kimse arkanızda durmaz; cezasını siz çekersiniz Müdür Bey! Burada yasal bir konferans icra edilmektedir, izni, mizni her bi şeyi alınmıştır! Lütfen, çok rica ediyorum, yoksa dediğim gibi, her şeyin sorumlusu siz olacaksınız!” “Sayın Başkan emre karşı mı geliyorsunuz, lütfen görevimizi yapmamıza mâni olmayın, yoksa sizi göz altına almak mecburiyetinde kalacağım, lütfen, sizi uyarıyorum!” “Bakın Müdür Bey, ben bu okulun mezunuyum, bu okul benim evim, bu salonda gördüklerin, bu öğrenciler var ya hepsi benim kardeşim! Bu okuldan mezun olan herkes yasalara uyar ve devletine karşı gelmez, mülkü amirler de yasalar aykırı karar alamazlar!” “Sayın başkan diyorsunuz ki, ben yasalara uymuyorum, yasa masa da tanımıyorum, öyle mi diyorsunuz?” “Ben öyle bir şey demiyorum, lütfen kanun adamı olarak kânunları ihlal etmeyin, emirler, yasalara uygun olmak zorundadır. Ben bu yaşa geldim, kanunsuz hiçbir şey yapmadım, yapılmasına da izin vermedim. Konferansı veren benim Edebiyat Öğretmenimdir. O hakiki bir yurtseverdir, bu ülke için üretmeye devam ediyor, onu göz altına alacağınıza, gelin beni göz altına alın! Onu göz altına alırsanız, dediğim gibi olacaklardan siz sorumlu olursunuz, bilmiş olun!” “Siz bizi tehdit etmeye devam ediyorsunuz sayın başkan?” “Hayır, kesinlikle hayır, burada akıl dışı bir uygulama var, ondan vaz geçin diyorum!” Beş yüz kişilik salonda bir homurtu başlamış, öğrenciler konuşmaya, yerlerinden kalkıp sahneye doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştır, Selin Hanım’la Emniyet Müdürünün tartışmaları devam ederken. Deli İhsan, emniyet müdürün kürsüye bıraktığı mikrofonu eline almış, hiç konuşmadan, sahnenin bir köşesinden, öbür köşesine doğru kararlı adımlarla yürür. “Gururum Selin’im,” dediği öğrencisinin emniyet müdürü karşısında çakmak taşı gibi dimdik duruşunu, müdürü kanunlara uyması gerektiğini söylerken kullandığı dili, hayran hayran izlerken, sıcaktan uçları kararan kıvır kıvır sarı saçları diken diken olmuş, mavi Atatürk gözleri çelikleşmiş, Doktor Selin’in bireylik, yurttaşlık sınavını tatbiki olarak yerine getirişini gururla izlemektedir. Öte yandan emniyet güçlerinin Selin’e fiziki teması olacak olursa anında bütün uzuvları ile karşı koymaya hazırdır. O kadar hazırdır ki, aksayan ayağına destek olsun diye Doktor Selin’in hediye ettiği Devrek bastonu, sanki Ali’nin Zülfikar’ı olmuşçasına hırslanmıştır! Öğrenciler ilk anın verdiği şaşkınlığı atmış, sahnede sergilenen yeni oyunun sonucunun iyiye işaret olmadığını görmüşler, liderleri Atakan’ın kaş göz işareti ile iki yandan sahneye çıkan merdivenlerden ağır adımlarla polis memurlarına hiçbir şey demeden, sahneye doğru yürürlerken, sahne dekorunun görkemini büyüten Atatürk posteri Türk bayrağının altındaki Deli İhsan’ı aralarına almışlar, etten bir duvar oluşturmuşlar; sahnede adım atacak yer kalmamıştır. “Bakın der Doktor Selin, burası geleneği, kültürü olan bir okul, biz birbirimize kardeşlik bağı ile bağlıyız. Buradan birimizi almak için, hepimizi almak zorundasınız, lütfen kanunsuz bir emri, kanunu hiçe sayarak uygulayamazsınız. Az önce dediğim gibi, biz kanunlara, devletimize bağlıyız. Benim yönetici olduğum yerde kanunlara aykırı hiçbir şey olmaz. Biz Kurtuluş Savaşı’nda yeni doğum yapan eşini evde bırakıp cepheye koşanların evlatlarıyız, biz Mustafa Kemal’e yürekten bağlı birer sıra neferiyiz. Sayın Müdür, sorumluluk almak yöneticiliğin vasıflarındandır. Yönetici demek, amirlerinin verdiği emri, sorgusuz sualsiz uygulayan değildir. Adınızı tarihe yazdırmak istiyorsanız, padişah fermanını yırtıp atan Mustafa Kemal olun, yok emir demiri keser diyorsanız, ben Ali Galip’im diyorsanız, işte arşın işte Halep karar sizin. Biz memleket sevgisini yüreğinin her bir hücresinde taşıyan öğretmenimizi, bırakmayız; size vermeyiz!” Salonun atmosferi gerildikçe gerilmiş, adeta pimi çekilen bir bomba olmuştur ve o bomba az sonra patlayacaktır. Üç yıldızlı emniyet müdürü, öğrencilerdeki öfke patlamalarını görmüş, kendi gençliğinde Bursa’da grev çadırını beklerken, ateş açan provokatöre göğsünü siper ettiği günler gelmiştir birden aklına. İşte o anda birden sağduyu aklına egemen olur, kitle psikolojisinin neler yapacağını çok iyi bildiğinden memurlarını sükûnete davet ederek, “benden emir almadıkça kimse bir şey yapmasın,” diyerek, tansiyonu düşürür. Emniyet Müdürü, Bursa Eğitim Enstitüsünden mezun olmuş, istihbarat raporları olumsuz geldiği için 49 maddeye göre ataması yapılmamıştır. Bu kararla yıkılmış, hayata küsmüştür. On gün yirmi gün hiç kimseye hiçbir şey demeden bir hayalet gibi dolaşmıştır. Bir gece rüyasında Osman’ın at oynattığı diyarların Mavilisi, “sen böyle mi gördün, hani teslim olmak yok, son kurşunum kalıncaya kadar savaşırım ben, derdin, ne oldu sana,” der. İşte o anda yatağından kalktığı gibi köyün çam tepe mevkine gidip öğleye kadar düşünür, kendi kendine konuşur. Sonunda bir karara varır. Mahkemeye baş vuracaktır. Mahkemeye baş vurur ve haklılığını elde edene kadar mücadele eder, sonunda mahkemeyi kazanır. Kazanır kazanmasına da öğretmenlikten soğumuştur, bundan sonra masumların, kimsesizlerin yanında olmak adına polis olmaya karar vermiştir ve polis olmuştur… Emniyet müdürü demokratik ülkeler için ideal bir emniyetçi örneğini vererek memurlarını alıp salondan ayrılır, bu kanunsuz emri hakkında soruşturmalar açılır, il içinde yeri değiştirilir, o yılmaz mücadeleye devam eder. Yaşadığı her beladan sonra Osman’ın at oynattığı diyarların Mavilisi rüyasına girerek, “teslim olmak yok, dayan,” der. Doktor Selin, Öğretmeni Deli İhsan’ın tatbiki sınavı ile efsane öğretmeninin efsane öğrencisi olduğunu kanıtlar ve ikisini efsane okulun tarihine altın harflerle köşkün ablası Emine Hanım yazar: 23 EYLÜL 2023 DELİ İHSAN VE DOKTOR SELİN, OKULUN DEMOKRASİ TARİHİNE BİR İŞARET KOYDULAR...

  • ATATÜRK'TEN SON MEKTUP

    Siz beni hâlâ anlayamadınız, Ve anlayamayacaksınız çağlarca da, Hep tutturmuş "yıl 1919, Mayısın 19'u" diyorsunuz, Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz. Mustafa Kemal'i anlamak bu değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil. Bırakın o altın yaprağı artık, Bırakın rahat etsin anılarda şehitler, Siz bana neler yaptınız ondan haber verin, Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin, Mustafa Kemal'i anlamak yerinde saymak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil. Bana muştular getirin bir daha, Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan; Kuru söz değil iş istiyorum sizden anladınız mı, Uzaya Türk adını Atatürk kapsülüyle yazdınız mı, Mustafa Kemal'i anlamak avunmak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil Hâlâ o acıklı ağıtlar dudaklarınızda, Hâlâ oturmuş 10 Kasımlarda bana ağlıyorsunuz, Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın, Uluslar, fethine çıkıyor uzak dünyaların. Mustafa Kemal'i anlamak göz boyamak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız, Laboratuvarlarda sabahlayın, kahvelerde değil, Bilim ağartsın saçlarınızı, kitaplar, Ancak böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar. Mustafa Kemal'i anlamak ağlamak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil. Demokrasiyi getirmiştim size, özgürlüğü Görüyorum ki hâlâ aynı yerdesiniz hiç ilerlememiş; Birbirinize düşmüşsünüz halka eğilmek dururken, Hani köylerde ışık, hani bolluk, hani kaygısız gülen, Mustafa Kemal'i anlamak işitmek değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil. Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla, Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla, Bu vatan, bu canım vatan sizden çalışmak ister, Paydos öğünmeye, paydos avunmaya, yeter, yeter, Mustafa Kemal'i anlamak aldatmak değil, Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil. * Sonsuz sevgi ve saygı ile... Ekleyen: Semihat KARADAĞLI

  • Bir İstanbul Masalı

    KIZKULESİ * "İstanbul deyince aklıma kuleler gelir Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır Ama şu kızkulesinin aklı olsa Galata kulesine varır Bir sürü çocukları olur." der Bedri Rahmi EYÜBOĞLU... Hakikaten yıllardır kavuşamayan iki aşık gibi birbirlerine uzaktan uzağa baktıklarını düşünürüm hep. Kimbilir belki de Bedri RAHMİ'nin etkisi altında kaldığımdan dolayı böyle hissederim... Boğazın ortasında hiç sönmeden yanan bir mum gibidir o... İki yakanın aşıkları arasında ulaklık yapar gibidir... Banklarda oturup kederlenen insanların dert ortağı gibidir... Demli bir çay eşliğinde usulca bir sigara yakılır ve anlatılır... Kızkulesi sizi dinler, vardır bir tılsımı, hep çok iyi gelir. Bu esnada martılar, ki onlar için denizin sokak çocuklarıdır der Can YÜCEL, "Üzülme, bu da geçer" der gibi havalanırlar başınızın üstünde... Nasıl da yakışırlar bu şehre, tıpkı Kızkulesi gibi... Mavidir, beyazdır İSTANBUL... Umuttur, yeniden başlamaktır, eski bir şarkıdır, ince bir gülüştür, koyu bir hüzündür... KIZKULESİ ise bu şehrin alametifarikasıdır ... Hatıralardır, eski İstanbul fotoğraflarıdır. Şehre ilk geleni büyüleyendir... İlk aşk gibidir. Bu vakur duruşunun altında belkide başından çok şey geçmesi yatmaktadır.. Yeri gelmiş hapishane olmuş, yeri gelmiş prenseslerin kapatıldığı sırlı bir yer olmuştur. Uzun yıllar savunma kulesi olarak görev yapmış ve daha sonra deniz feneri olarak yaşamaktan da hiç yüksünmemiştir. Sırların kulesidir o, kimseler bilmez ne yaşadığını fakat inceden bir gülümseyişle boğazın en akıntılı yerinde öylece durmaya devam eder... Üsküdar'da gün batımı seyri, onunla bir şölene döner her defasında... Ve Nazım HİKMET bu hali şahane ifade etmiştir... "Bir Üsküdar balkonunda gruba karşı demlenir gibi Bir akşamüstü Laypzip'te tramvay durağında Tadını çıkara çıkara, yudum yudum kederleniyorum." Bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki o an, o manzara ve o özlem... Ve kimbilir, uzun yıllar boyunca o gün batımını seyredenler, kızkulesine hayranlıkla bakacaklar ve tadını çıkara çıkara, yudum yudum kederlenecekler belkide ... Çünkü o İSTANBUL 'dur ve aşkların en güzelidir. O zaman yine Bedri RAHMİ'nin satırlarıyla bitirelim bu bahsi... " İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş..." Ebru BOZCUK Kasım/2023 İstanbul

  • MİRAS

    Nurten B. AKSOY * "Ölüm hak, miras helal" atasözü dilimizde en çok kullanılan atasözlerinden biridir. Eceli gelen her insan elbet bir gün ölecektir, o yüzden ölenin mirası da mirasçının hakkıdır. Bu hakla beraber ölenin ardında bıraktığı maddi varlığı yani mirası da mirasçılara kendi malları kadar helaldir. Bu nedenle mirasçılar rahatlıkla kendilerine kalan malları kullanabilirler. Yasalar ve gelenekler böyle dese de işin aslı o kadar kolay olmayabiliyor her zaman; miras kavgaları ailelerin parçalanmasına sebep olduğu gibi cinayetlere bile neden olabiliyor. Geçtiğimiz akşamlardan birinde bir şeyler yemek için çocuklarla birlikte bir restorana gittik, bir yandan sohbet ederken bir yandan da yemeğimizin gelmesini bekliyorduk... Derken bir hanımla iki bey geldi mekana ve yanımızdaki masaya oturdular. Tahminen benim yaşlarımdaydılar ve kılık kıyafetlerinden hayli varlıklı insanlar olduğu anlaşılıyordu. Beylerden daha genç olanı büyük bir titizlikle, istediği pidelerin nerelerinin ne kadar kızaracağına kadar talimatlar vererek siparişlerini söyledi. Belki yemek konusunda çok titiz biriydi ya da konukları çok önemliydi. Siparişlerini beklerken de hal hatır sorarak sohbete başladılar; konuşmalarından bu iki beyin kardeş oldukları anlaşılıyordu. Hemen yanımızdaki masada oturdukları için ister istemez konuşmalarına kulak misafiri olduk. Sanırım bir miras meselesini konuşmak, belki de tatlıya bağlamak için gelmişlerdi buraya... Sonra, görünüşünden küçük olduğu anlaşılan kardeş şöyle bir şey söyledi: -Tamam ağabey evler senin olsun ama ben de ölünceye kadar kiraları alayım..." Bir anlık sessizlikten sonra ağabeyden buz gibi bir sesle gelen yanıt şöyleydi: "Sence bu ne kadar adaletli bir istek, YA SEN 100 YAŞINA KADAR YAŞARSAN ADİL OLUR MU BU ?" İşte o an bütün büyünün bozulduğu andı, küçük kardeş bu yanıttan sonra yutkunarak ve buruk bir şekilde "Pekala ağabey, sözümü geri aldım, ben söylememiş olayım, sen de duymamış ol... " dedi ve veda etmeden, arkasına dahi bakmadan büyük bir öfkeyle restorandan çıkıp gitti. Bütün bunlar yaşanırken biz de başımız önümüzde, kulağımız ister istemez yan masada. boğazımıza dizilen yemeğimizi bitirip oradan çıktık. Büyük bir heves ve umutla başlayan MİRAS meselesi şimdilik hüsranla bitmişti. Daha sonra neler olacağını düşünürken buruk bir tebessüm kapladı yüzümü ve çocuklarıma "İyi ki sevgiden başka bölüşeceğimiz bir mirasımız yok" diyerek evimize doğru yol aldık...

bottom of page