top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Üniversite İlkeleri İle Bağdaşmayan “Uydurma Makale Üretimi”

    ve Akademinin Geldiği Yer * İbrahim Ortaş, iortas@cu.edu.tr * Geçen hafta Prof. Dr. Recai Coşkun’un içeriği ve kaynakçası bütünüyle “kurmaca” olan “Bilgelik Olarak Dijital İşletmecilik” makalesi “hakemli” bir dergide “olduğu gibi” yayımlanması ile bilimsel makalelerin güvenirliği ve akademik yükselme konusu yeniden tartışma konusu oldu. Sayın Prof. Recai Coşkunun muzipliğinin önemi YÖK ve Üniversiteler nezdinde henüz çok yankı bulmadığı gibi. Eminim YÖK bu konuda mutlaka bir açıklama yapacaklardır. Ancak durum beklenenden de çok vahim. Ülkemiz üniversite öğretim üyeleri tarafından yayınlanan makaleler konusunda Nature ve diğer dergilerde yazılan hoş olmayan ifadeler ülkemizi üzmektedir. Akademik çevrelerde, iletişim teknoloji çağında halen sahte ve fabrikasyon yayınların yapılması çok üzücü. Konuya sosyal medya ve basın ilgi gösterdi. Çağla Üren Independent gazetesinde Postmodern akademi: Bilim mi yapılıyor, göz boyama mı? Başlıklı bir yazı yazdı. Yazı derli toplu dünya genelinde yaşanan denetimsiz makale yayınlama konularında önemli birçok örnekler derlemiş. https://www.indyturk.com/node/673151/ya%C5%9Fam/postmodern-akademi-bilim-mi-yap%C4%B1l%C4%B1yor-g%C3%B6z-boyama-m%C4%B1 Yazıya konu olan gelişme şöyle başladı; Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nden Prof. Dr. Recai Coşkun, karşılaştığı birçok "bilimsel makalenin” ve “bilimsel kitap ve kitap bölümlerinin” hiçbir bilimsellik kaygısı taşımadığını görmesi sonucu, içeriği ve kaynakçası “uydurma” olan bir makale hazırladı. Coşkun bu makaleyi hakemli bir dergiye yolladı. Coşkun’un makalesi kısa sürede kabul aldı ve yayımlandı. Coşkun hoca dergi seçiminde de yine muziplik yapmamış ancak bilinçli bir seçim yapmış “Makaleyi hangi dergide yayınlayacağına karar verirken, “Dergi Park’ta yer almalı, ücret talep etmeli, editörünün unvanı profesör olmalı” şeklinde üç ölçüt belirlediğini vurgulayan Coşkun, “'Social Sciences Research Journal' dergisi bu üç özelliğe sahipti. Hocanın amacı sanırım Doçentlikte puan alan, Akademik performansta değer gören bir dergi olmalı, editörü Prof. olmalı,(sanki doçent ve öğretim görevlileri yanlışları göremeye bilir) ve dergi paralı almalı. Coşkun hoca makalesinde o kadar çok bilerek yanlış ve hatalı ifadeler kulanmış ki kendi ifadesi ile “bakalım “fark edecekler mi?” Örneğin, "M.Ö. 3000 yılında Oğuz Kağan’ın yazdığı kitaptan "Hitler’in Gamalı Haç Yayıncılık'tan çıkan kitabına kadar gerçek olmayan, düzme eserlere atıflar yer aldı. Makale TR dizinde yayınlanıyor. Çok az kişi bir iki yanlış görüyor” diyor. 11 Kasım Cumartesi 2023 günü Gazete duvar ‘da gazeteci Nuray Pehlivan tarafından Coşkun hoca ile görüşülerek sahte makale hikâyesinin arka planı yazılmış. Yazı alt başlığı şöyle; “Uydurma makale ile ters köşe: 'Editör kadar hakemler de bu rezaletten sorumlu” başlığı ile konuyu haberleştirdi. “Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nden Prof. Dr. Recai Coşkun, hakemli dergide yayımlanan uydurma makalesiyle ilgili tepki ve teşekkürlerin geldiğini söyledi. Ayrıca Coşkun hoca yine hiciv yaparak “ bugüne kadar hiç hak etmediğim kadar popüler olduğunu da şöyle belirtiyor “Makalem sosyal medyada bilmediğim hesaplarca paylaşıldı. Bugüne kadar yaptığım hiçbir hakiki çalışmaya nasip olmayan bir popülariteye ulaştı. Ama bu benim planladığım yahut öngördüğüm bir şey değildi. Kaldı ki böylesi bir makale yapmak kendimi her yönüyle sorgulatmayı da göze almak demektir”. “Coşkun, akademiye önerilerde bulundu” diye konu anlatılıyor. Yaşanan durum birçok yönden sorgulanmalı diyen Prof. Coşkun yayın sonrası editörün aradığını ve üzgün olduğunu belirtiyor. Coşkun hoca “Editör kadar hakemler de bu rezaletten sorumludurlar. Editöre böylesi bir olayın parçası olduğu için akademik topluluktan özür dilemesi yönünde görüşlerimi aktardım” diyor. Gerçekten yaşanan durum akademi ve onun asıl alanı olan bilgi üretme konusunda ne denli denetimsiz ve yöntemsiz oluğumuzu ifşa ediyor. Bilimsel yöntem ve akademik etik değerler yerle bir edilmiş. İçler acısı durum bilinenden çok daha bir liyakatsizlik, sorumsuzluk ve başıboşluk oluğu görülüyor. Yalnız bizde değil, dünyada da birçok benzeri durum yaşanıyor. Tabii bu çürümüşlüğün birçok nedeni olmalı. Akademik değerler ve iç denetim yerine, makale yayınla ve puan topla böylelikle sınavsız doçent ol, Akademik teşvik için yaşanan onlarca olmaması gereken sorun bugün bu duruma varmamızda etkili olmuştur. Başta bu tür dergiler, ulu orta kongreler ve yayınevleri akademik denetim altında yapılmalı. Üniversiteler bu konuda daha seçici olmalı ve bilim ile alakası olmayan her türlü etik sorunu bacadan içeriye almayacak yöntemler geliştirmeli. Ne Yapılmalı? Ne yapılabilir? Yukarıda hepimizin bildiği ancak bu kadarı da olmaz dediği “denetimsiz ve özensiz bilimsel makale yayınlanma” durumu konusunda mutlaka YÖK ve Üniversiteler bir dizi önlem almalı. Ancak hepsinden önce bizim akademik yükselme ve teşvik için puan toplam temelli yaya yapma anlayışından ilkesel ölçekte vazgeçmemiz gerekir. Yayın için yapın fetişim ve araçlaşaltırılmış bir bilimsel makalecilikten akademik yaşamı kurtarmamız gerekir. Bilimsel araştırma ve bilgi üretme gibi ulvi bir görevi ve sorumluluğu üstlenen bizlerin akademik yükselme, şan şöhret ve meşru olmak için değil, merak ve sorun çözmek için araştırma yapmamız ve üretilen bilginin konuyla ilgili akademisyenlerin bilgisine sunmak için yayın yapmamız gerekir. Dün, ne Mendel, ne Darwin, ne de Einstein akademik makale yaparak akademik unvan için uzun süreli gezi ve araştırmalara giriştiler. Bilimsel araştırmalar ve yayınla temel teoremlere veri sağlamak ve bilginin genelleştirmesi için yapılmalı. Aferin almak için makale yayınlanmaz. Bilimsel bilgiye konu popüler diye veya bu konuda daha iyi bir yayın yapılır diye araştırma ve yayın yapılmaz. Popülariteye ve paraya indirgenmemeli. Topluma bilimsel bakış açısı kazandırmak ve bilimsel kültürü geliştirmek için zaman zaman konular basitleştirerek topluma yayınlar üzerinden aydınlatıcı bilgi sunulabilir. Öneri olarak: 1-Öncelikle akademik kadro alımında aranan puanlama yerine daha nitelikli ve araştırma tezlerine, geniş yetkin jüriler önünde sözlü sınavlardan geçilmesi ve denme derslerinin verilmesi yeniden hayata geçirilmeli. Doçentlik ve profesörlük tezleri ve taktimler yeninden hayata geçirilmeli. 2- Akademik teşvik uygulaması puanlara göre değil, nitelikli yayın, proje ve uluslararası kongrelerdeki sunalara göre değerlendirilmeli. “Çapacı dergiler” ve hotel salonlarında yalnızca ekonomik temelli yapılan, akademik kurumların bilgi, oluru olmayan kongre ve konferanslarda çıkan yayınlar akademik yükseltmelerde ve teşvikte kullanılmamalı. 3- Üniversiteler tarafından akredite edilmeyen dergi ve yayınevlerinin yayınları akademik yükselteme ve teşviklerde kullanılmamalı. 4- Son yıllarda aratan ‘açık erişim’ dergileri özelliklede denetimsiz paralı dergiler ve derlemem yayınlar uluslararası nitelikte hakem ve izlenebilirliği yok olanlar akademik yükselme ve teşvikten yararlandırılmamalı. TR Dizinde yer alan dergiler yeniden akademik ölçülere uygun olarak düzenlenmeli ve izlenmelidir. Hakem sistemi çalıştırılmayan ve akademik niteliği olmayan dergilerin yayınlar akademik yükseltmelerde kullanılmamalıdır. Üniversitelerin Saygınlığı Akademisyenlerin-Hepimizin Omuzlarında Hepsinden önce, üniversite birbirini kontrol eden bilim insanları insanlar topluluğu olarak etik kurlar kendi içinde duygusallığa girmeden denetlenmeli. Her türlü akademik olmayan tutum ve tavırlar, paralı dergilerde para ile yazılmış makale, tez vs. kendi içinde denetlenmelidir. Akademik yaşam yerelden çok evrensel niteliklidir. Bilim insanı yetiştirme ve akademik yükseltme evrensel ölçekte niteliğe dayalı jüri ve hakemli sisteme geçilmesi konusunda YÖK ve Üniversiteler ciddi önlem almalıdır. Kenya’da, Pakistan’da, Bangladeş’te ve Seri Lanka’da doktora tezleri yurtdışı hakemlerin süzgecinden geçirilir. Dünyanın her yerinde akademik yükseltmelerde yüksek etki faktörlerine sahip dergilerinde yayınlanan makaleleri en fazla olan liyakatli yüksek olan adaylara öncelik verilir. Bizde liyakate dayalı ve akademik niteliği yüksek bir yapılanmayı ülkemize kazandırabiliriz. Yoksa bu tür yanlış, sahte, bilimsel değeri olmayan ve akademik dünyanın niteliğini toplum gözünde tartışıma konusu yapan tutumlar herkese ve en çok da bilgi üretimini sağlayan üniversitelere ve üniversitelilere olan güveni temelde sarsar. Üniversitelerimizin dünyadaki yeri ve bilimsel çıktılarının topluma ve teknolojiye katkısı konusundaki karnemiz ortada. Dünyanın 20 büyük ülkesi olarak hak ettiği yere taşımak hepimizin omuzlarında oluğunu unutmayalım. Bilim yapan ve toplumun öncüsü olacak bilim insanları olarak sorumluluklarımızın bilinci içinde etik değerler her düzeyde uygun bilimsel araştırman ve bilgi üretimi yapmamız gerekir. Yaşanan birçok sorun temelini oluşturan ve üniversite ilkelerini zedeleyen liyakate ve evrensel üniversite ilkelerine uymayan akademik yükselmeler ve üniversite işleyişi konusunda Yükseköğretim kurumları başta üniversiteler ve ilgili devlet organları siyaset üstü bir yaklaşımla yeni bir yasal düzenlemeye gidilmelidir. 13 Kasım 2023, Adana

  • Melih Cevdet Anday

    Nurten Bengi AKSOY * Garip Akımı ya da Birinci Yeni; Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın öncülüğünü yaptığı bir şiir akımının adı. Öğrencilik yıllarımızda kolay ezberlemek için baş harflerini OMO diye simgeleştirdiğimiz (Orhan-Melih-Oktay) bu üçlünün üçüncüsü Melih Cevdet ANDAY kimdir, diyenleri aşağıya davet ediyoruz. Ama öncelikle ilk birkaç maddede Garip Akımı’nı anlatalım. Düzenli Dünya Bayılırım şu düzenli dünyaya Kışı yazı Baharı güzü Gecesi gündüzü sırayla. Ağaçların kökü içerde Bütün ağaçların kökü içerde Dalların başı yukarda İnsanların aklı başında Bütün insanların aklı başında Beş parmak yerli yerinde Baş işaret orta yüzük serçe. Diyelim kalksa da serçe Orta parmağa doğru yürüse Ne haddine! Yahut akasyanın biri Başını toprağa daldırdığı gibi Bir gezintiye çıksa Merhaba kestane, merhaba çam Selamün aleyküm, aleyküm selam Kimsin nesin nerelisin derken Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden Bir uğultudur başlar rüzgarda Kökü dışarda, kökü dışarda… Yahut ne olur koca bir dağ Baş aşağı gelsin… Aman Allah göstermesin. Bayılırım şu düzenli dünyaya Altta ölüler Üstte diriler Gel keyfim gel! ** 1941 yılında Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe ve eski şiirin kurallarına başkaldıran şiirlerini “Garip” adını verdikleri bir kitapta topladılar. Kitaba koyulan “Garip” adı zamanla hem üç şairi anlatan bir kimlik kazandı hem de o yıllarda Türk şiirinde yeni başlayan bu şiir akımının adı oldu. Kitabe-i Seng-i Mezar Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkar da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye Mesele falan değildi öyle, “To be or not to be” kendisi için; Bir akşam uyudu; Uyanmayıverdi. Aldılar, götürdüler. Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü. Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar Haklarını helal ederler elbet. Alacağına gelince… Alacağı yoktu zaten rahmetlinin. Tüfeğini depoya koydular, Esvabını başkasına verdiler. Artık ne torbasında ekmek kırıntısı, Ne matarasında dudaklarının izi; Öyle bir rüzgar ki, Kendi gitti, İsmi bile kalmadı yadigar. Yalnız şu beyit kaldı, Kahve ocağında, el yazısıyla “Ölüm Allah’ın emri, Ayrılık olmasaydı.” Orhan Veli Kanık *** Yukarıdaki örnekte de gördüğünüz üzere Garipçiler, şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara (ölçü, uyak ve dörtlük…) karşı çıkarak kuralsızlığı kural edindiler. Şiirin kurallarla ilgili olmadığını, özgür yazılması gerektiğini savundular ve işledikleri konuları genişlettiler. O güne kadar “seçkin” bir tür sayılan şiirin her konuda yazılabileceğini savundular. Konuşma dilini şiire dahil ettiler; hatta “nasır” gibi basit bir sözcüğün bile şiirde kullanılabileceğini gösterdiler. Halk deyişlerini şiire aktardılar. Garipçilere göre şiir, her yerde görülen basit şeyleri anlatmalıydı. Onlar alaycı ve nükteciydiler. Aydınları bırakıp halka yöneldiler. Şairaneliğe kaçmadan, sanatsız yazdılar. Soyut temalar yerine ekmek derdi, yoksulluk, yaşama sevinci, doğa sevgisi, çocukluğa dönüş, ölüm, insan sevgisi, ve aşk gibi sıradan konuları işlediler. Onlara göre, “Konunun bayağısı yoktur, ancak işleyişte bayağılık vardır.” Çok Güzel Şey Yaşamak güzel şey doğrusu Üstelik hava da güzelse Hele gücün kuvvetin yerindeyse Elin ekmek tutmuşsa bir de Hele tertemizse gönlün Hele kar gibiyse alnın Yani kendinden korkmuyorsan Kimseden korkmuyorsan dünyada Dostuna güveniyorsan İyi günler bekliyorsan hele İyi günlere inanıyorsan Üstelik hava da güzelse Yaşamak güzel şey Çok güzel şey doğrusu *** 13 Mart 1915 tarihinde İstanbul’da doğan Melih Cevdet Anday’ın çocukluğu Kadıköy Bahariye’de geçti. Ortaokula kadar İstanbul’da eğitim gördü. Liseyi ise Ankara’da, Gazi Lisesi’nde tamamladı. Lisede okuduğu sırada, Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tanıştı. Liseyi bitirdikten sonra bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Daha sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne kaydoldu. Ancak Devlet Demiryolları’nda memur olarak çalıştığı için öğrenimine devam edemedi. Çalıştığı kuruluş tarafından sosyoloji öğrenimi görmek için Belçika’ya gönderildi. “Ukde” isimli şiiri ilk olarak 1936’da Varlık Dergisinde çıktı. Bunun ardından yazdığı şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte 1941 yılında Garip isimli şiir kitabını çıkardı. Hasan Âli Yücel’in tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’ne memur olarak atandı. 1946 seçimleriyle birlikte bakanlığın el değiştirmesi sonrasında önce yeniden askere alındı, sonra Konya’ya atandı; ancak bu atama daha sonra geri alındı. Anday, bir süre sonra bu görevinden ayrılarak İstanbul’a döndü. Telgrafhane Uyuyamayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o eski sen değilsin Sen şimdi işsiz bir telgrafhane gibisin, Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın Düzelmeden memleketinin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku girmez ki Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur, metin, sade Çalacaksın. *** 1953-1954 yılları arasında Akşam Gazetesi’nin edebiyat ve sanat sayfasını hazırladı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan Kardeş Yayınları’na geçti ve çeviriler yaptı. Buradaki görevinden de aynı sebeple ayrılmak zorunda kaldı. 1958’den itibaren; Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin ve İkdam’da kendi adıyla ve çeşitli takma adlarla denemeler ve makaleler yazdı, tefrika romanlar yayınladı. 1960’ta Nadir Nadi’nin desteğiyle Cumhuriyet’te köşe yazıları yazmaya başladı. Bu gazetedeki yazılarını 1997’ye kadar sürdürdü. 1956’da yayınladığı Yanyana isimli şiir kitabı, 142. maddeye aykırı olduğu gerekçesiyle 1964’te yasaklandı. Anday gerek şiir kitaplarıyla, gerekse daha sonraları yöneldiği roman ve tiyatro alanlarındaki yapıtlarıyla birçok ödül aldı. Solunum ve böbrek yetmezliği nedeniyle 28 Kasım 2002’de 87 yaşında vefat eden Anday, Büyükada Mezarlığı’nda toprağa verildi. Rahatı Kaçan Ağaç Tanıdığım bir ağaç var Etlik bağlarına yakın Saadetin adını bile duymamış Tanrının işine bakın Geceyi gündüzü biliyor Dört mevsimi, rüzgarı, karı Ay ışığına bayılıyor Ama kötülemiyor karanlığı Ona bir kitap vereceğim Rahatını kaçırmak için Bir öğrenegörsün aşkı Ağacı o vakit seyredin. *** II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı saran ölüm fırtınası karşısında, yoksulluk, haksızlık ve yalan karşısında, arkadaşları gibi onun da sık sık ince yergiye başvurduğu görülür. ‘Garip’ten çok sonra ‘Rahatı Kaçan Ağaç’ gibi, uyak kullanılarak, geleneksel denge anlayışının sağlanmak istendiği bir şiirde bile kendini ince yergiden alamaz Melih Cevdet. Öte yandan çelişkileri sergileme, yergi, alay gibi yan imkânlardan, toplumsal sorunlara bağlı konuları işlerken de yararlanmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Şiirlerinde toplumsal gerçekliği benimseyen şair, zamanla ilk şiirlerindeki romantizmden sıyrılmış, duygulardan çok aklın egemenliğine, güzel günlerin özlemine yönelmiş ve daha sonraki şiirlerinde bu konulara yer vermiştir Anday’ın şiirlerinde söz oyunlarından arınmış yalın bir dil vardır. Düz yazılarında ise yoğun bir düşünce içeren şiirsel, esprili, özlü bir dil kullanmıştır. Şiirin yanı sıra fıkra, makale, gezi yazısı, roman ve tiyatro türlerinde de yazmış, çeviriler yapmıştır. Fotoğraf Dört kişi parkta çektirmişiz, Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi… Anlaşılan sonbahar Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli Yapraksız arkamızdaki ağaçlar… Babası daha ölmemiş Oktay’ın, Ben bıyıksızım, Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış. Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz. *** Ayhan Bozkurt anlatıyor: Yıl 1997, aylardan Ekim… Sabahın erken saatleri… Muğla’nın Ören köyündeyim. Pırıl pırıl bir deniz, mükemmel bir köy… Ünlü şair Melih Cevdet Anday ile görüşeceğim, heyecanlıyım. Saat çok erken. Deniz kenarında açık bir kafe bulup oturdum. Görüşme için son hazırlıklarımı yaptım, notlar aldım, sorularımı bir kez daha gözden geçirdim. Aradan iki ya da üç saat geçti. Kafede çalışan çocuğa Melih Cevdet Anday’ın evini sordum, biliyordu, tarif etti. Evin yolunu tuttum… Gerçekten hayatım boyunca bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Tahta çitlerle çevrili şirin bir evin önüne geldiğimde durdum. Nefes nefeseydim… Evin birinci katında bulunan balkondan geldiğimi gören Melih Cevdet ve eşi Suna Hanım ayağa kalktılar, merdivenlerin başında karşıladılar beni… "Hoş geldiniz” dedi Melih Cevdet Anday. Yutkundum, kısık bir sesle “Hoş bulduk” dedim. Melih Cevdet, denize paralel duran Ören köyünün bir kısmını çevreleyen sıradağı gösterdi. Şaşırdım. “Neye benziyor bu dağ” dedi hemen ardından… Düşündüm, aniden sorduğu için mi yoksa heyecanımdan mı bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir şeye benzetemedim. “Eyvah” dedim, ne diyecektim şimdi? Anlamış olacak ki, gülümsedi, eliyle omzuma dokundu. “Gebe bir kadın” dedi. Hakikaten dağa baktığınızda gebe bir kadın silueti vardı. Bir gün Ören köyüne yolunuz düşerse mutlaka görün… Ünlü şair Melih Cevdet Anday ile görüştüğüm için heyecanlıydım. Sohbetimiz şiirle devam etti. Bilginin önemli olduğunu vurgulayan Anday, mitolojinin şiirin en büyük kaynağı olduğundan söz etti. “Kolları Bağlı Odysseus” kitabını örnek verdi. Kafka’dan bahsettik… O gün herkesin hikaye ve romanlarından bildiği Kafka’nın aslında bir şair olduğunu düşündüm. Şairin yeni sözcükleri dile kazandırmasının gerekliliğini önemle vurguladı. “biçem” sözcüğünü, “girerlik- yani- koridor” sözcüğünü Türkçeye kazandırdığını ama bunların yaygınlaşmadığından yakındı. “Şiir dil işidir ve bu dil şairin bilgisiyle gelişir” diye devam etti… Sohbetimiz “Garip” akımına geldi. Karşımda oturan koca şairin bir an gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Ne zaman bunu konuşsam Orhan aklıma geliyor” dedi yutkunarak. Sustum… Bir süre o da sessiz kaldı, ardından “O’nu çok özledim”, “Orhan Veli çok erken öldü” dedi…bir süre daha bekledi. “Orhan’ı çok özlüyorum…” Dönüş için Ören köyünün sahilinde yürüdüm ve aklımdan Orhan Veli’nin şu dizeleri geçti: Bakakalırım giden geminin ardından, Atamam kendimi denize, Dünya güzel. Serde erkeklik var, Ağlayamam… *** Doğan Hızlan anlatıyor: Yazarların, şairlerin eserleri ebediyen yaşar ama kişiliklerini ancak onu tanıyanlar anlatabilir. Onun çok iyi bir konuşmacı olduğunu, yazı dili kadar konuşma dilinde de usta olduğunu az kişi bilir. Konuşmalarındaki sağlam mantığı, gizli ironiyi ben çok severdim. Başından geçenleri, anıları, anekdotları fıkra türünün içine yerleştirip anlatırken, sizin gözünüzün içine bakar, onu anlayıp anlamadığınızı, algılayıp algılamadığınızı sınardı. Gülmezdi, çok ciddi bir konu üzerine düşüncelerini açıklar gibi bir görünüşü vardı o sırada. Çünkü sizin de fıkranın içindeki özü, tadı bölüşmenizi beklerdi. Anladığınızı belirten tek bir sözcük bile onun için yeterliydi. O zaman ardından gülerdi. Yoksa, öyle değil mi efendim, deyip lafı kapatırdı. İğneli dilinin en güzel örneklerini onun söyleşilerinde buldum hep. Çünkü onun için fıkra, içki masalarında, dost meclislerinde tüketilecek yüzeysellikte bir meta değildi, büyük ölçüde bir IQ testiydi.

  • Zarif İnsanlardan Kalan Bir Esinti Osmanlı Kuş Evleri

    Nurten Bengi Aksoy * Kuş evleri olmalı evlerin dış duvarları Kanatlanmalı çocuklar gülüşünce… Dış evleri kış olsa da duvarın, İç evinde yaz güneşi doğmalı Kuşları da ısıtır mutluluk… * Mehmet Zaman Saçlıoğlu Kış mevsimi nihayet geldi, bizler sıcacık evlerimizde otururken sokaklardaki hayvan dostlarımızı düşünüp hüzünleniyoruz; sosyal medyada onları sevmemiz gerektiğini söylemekten ya da kapımızın, penceremizin önüne koyduğumuz bir kap yiyecek veya bir avuç yemden başka pek bir şey gelmiyor elimizden. Oysa asırlar önce hayvan severler barınaklar, kuş evleri, hayvan hastaneleri yapmışlar sokaktaki hayvanlar için. İşte o dönem mimarisinin zarif örneklerinden olan kuş evlerini anlatacağız size bu yazımızda. İnsanoğlunun en güzel tasarımlarından biri olan kuş evleri, “merhamet ve sevgi” gibi yüce duyguları sembolize etmekle beraber, dönemin mimarisini, o kuş evini yaptıranın zevkini, inceliğini de yansıtırdı. Tuğla, kiremit, taş ve harç kullanılarak yapılan kagir kuş evlerinin yanı sıra tahtadan yapılan yuvalar da vardı. Ancak zamanın aşındırması ve yangınlar ile bu tahta kuş evleri ne yazık ki günümüze kadar ulaşamamıştır. Daha çok serçe, saka, kırlangıç gibi küçük kuşlar için inşa edilmiş kuş evlerinin geçmişi çok eskilere uzanır. 15. Yüzyılda klasik Osmanlı mimarisiyle paralel şekilde sayıları artan bu minik evlerin örneklerine Osmanlı öncesi dönemlerde de az da olsa rastlanıyordu. Türklerin 19. yüzyıla kadar yapımını devam ettirdiği bu sevimli kuş evlerinin amacı; uçsuz bucaksız göklerde özgürce kanat çırpan, ama bir o kadar da yalnız ve korumasız olan kuşlara barınak sağlamaktı. Bir yandan bu minik kuşları fırtınadan, yağmurdan, çamurdan, yakıcı güneşten korumak amaçlanırken bir yandan da mimarinin zarif şaheserleri ortaya konuyordu. Türk yapılarında, Batı mimarisindeki heykel kabartmalarının yerini alan bu küçük süs evler, yapının en görünür bir yerine konur, bu oyuncak yapı, oya ve dantel gibi işlenirdi. Eskiden binaların duvarlarında görülen bu küçük kabartma yapılar, büyük yapının küçük bir örneği, planı sanılırdı. Halbuki esas yapı ile ilişiği olmayan bu güzel motifler Türk sanatına özgü bir hayal mimarisinin muhteşem örnekleridir. Tıpkı biz insanların yaşadığı evler gibi kuş evleri de çeşit çeşitti… Gecekondu gibi derme çatma olanı da saray gibi olanı da vardı. Kuş yuvaları, ilk başlarda daha basit inşa edilirken, 18. yüzyılda ince bir estetiği yansıtan, konforlu yapılara dönüşmüşlerdi. Kuş evleri yapılırken sadece estetik düşünülmemişti tabii. Kuş evlerinin hepsinin belli standartları olmak zorundaydı ve bunların en başta geleni de kuşların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktı. Kuş evlerinin şiddetli esen rüzgara karşı korunaklı olan ve binaların daha çok güneş alan dış cephesine inşa edilmesi gerekiyordu. Sivil mimarinin en güzel örnekleri içinde yer alan kuş evleri, hemen her yapının göz bebeğiydi. Bazıları binalara sonradan eklenirken, bazıları da yapıyla birlikte inşa edilirdi. Kuş köşkleri de denilen bu minya­tür yapıların bulundukları binalar; ev­ler, köşkler, saraylar, cami ve mescitler, medreseler, hanlar, kütüphaneler, türbeler, köprü­ler, çeşmeler, darphaneler gibi dini ve sivil mimari yapılardı. Günümüze sağlam olarak gelen kuş evlerinin bulundukları yapılar arasında en güzel örnekler. Nevşehir Kurşunlu Camii Kütüphanesi, İs­tanbul’da Taksim Maksemi, Üsküdar Ayazma Camii, Lâleli'deki Sultan III. Mustafa ve III. Selim türbesi, Selimi­ye Camii ve Eyüp Şah Sultan Mekte­bi ile Kayseri Şeyh İbrahim Tennurî Çeşmesi’dir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu minyatür yapılar yani kuş evleri, Türk Milletinin ha­yırseverliğini, hassasiyetini, ince duy­gularını ve zevkini yansıtmanın yanı sıra, aynı zamanda Türk medeniyeti, kültürü ve sanatında da önemli bir ye­re sahiptir. Günümüzde bu şirin kuş evlerinin yapımına ne yazık ki yenileri eklenmiyor. Var olanların kimileri de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Onlar için ekstra bir şeyler yapmak bir yana dursun, doğanın kuşlara sunduğu yaşama alanlarına bile müdahale ediyoruz kimi zaman…

  • YÜZLEŞME

    Yusuf AKSOY * Hep uzakları sevdim ben tek de olsan gidilebilecek artık hepten yalın ayak aşk yalın ayak çünkü kaldırımlarda günebakan yüzlü çocuklar rüyası bile olsun istenmeyen kent duvarları dışında bırakılmış tir tir titreyen örselenmiş bedenler çocukların geçişinde yıkılmış köprüler maviliklerde gözler açık yüzen ölüler hangi vicdan kör olur hayat biterken her çığlık tel örgüde asılı babaya her çığlık annenin kanayan yüreği gözlerinden saçılan kıpkızıl lav her kent sığınılamayan yalnızlık sıradanlık yok ediyor onuru sinsice çağ yalnızlığa çağırıyor kalabalığı nasıl el verecek ruhu kaçak suretler artık her uykusuz kalınan gece sanki tek başına bir gece çocukların kimsesiz kaldığı yerleri uçurtma yurdu yapmanın telaşıdır an bir lokma aş bir dirhem sıcaklık bir çift eski de olsun ayakkabı su ya da dikenli telde tuzaklanmış çırpınan kelebeklere bir el nasıl da insan yapar bizi yeniden mülteci inadıdır artık hakikate karşı uzlaşmayan yürek sessizliği koparıp atmak sıradan hayata hayır suça itaate hayır kardeşimin ölmesine hayır diyen sese ses katma vaktidir artık suçlu bakışı bizde kalıp, geçip giden güne

  • KÖY ÖĞRETMENLERİ

    I Yurdumuz uçsuz bucaksız, Gökte yıldız kadar köylerimiz var. Ama uzak, ama harap, ama garipsi.. Alın benim gönlümden de o kadar. Uzak köylerimizde kuşlar gibi Her sabah çocuklar size uçar. Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç.. Alın benim gönlümden de o kadar. Siz kara göklerin yıldızları, Işıtın yurdumuzu sabaha kadar! Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu.. Alın benim gönlümden de o kadar. II Çemişkezek'te, Patnos'ta, Malazgirt'te doğanlar! Malazgirt'e, Çemişkezek'e, Patnos'a gitmezseniz, Çocuklarınız öksüz kalır, yetim kalır, Köylere ışık iletmezseniz. Dağlara, vadilere, ovalara Tesbihler gibi saçılmış köyler, Rüzgara karşı bir bayrak, Sevinçle türküsünü söyler. Sevinçle türküsünü söyler Bir idare lambası küçük, solgun. En azından üçyüz pare dam Umudu en azından üçyüz çocuğun. Ve onlar saçları uzamış, Çatlak ellerinde çıkınları, Üç saat, dört saat ötelerden Yorgundur, sessizdir akınları. Ve onlar, yıldızlar gibi Gözleri ışıl ışıl yananlar. Oyuncak için değil, kağıt, kalem Kitap için gizlice ağlayanlar. Ve onlar aşıktan bilya, Sopadan at yapanlar. Kurt yavruları gibi, kuzular gibi Dağ başlarını çınlatanlar. ........ Çemişkezek'te, Patnos'ta, Malzgirt'te doğanlar, Bütün bunları düşünmelisiniz. Yüce ırmaklar gibi sessiz, sürekli Kağnılarla, arabalarla, kamyonlarla Akıp köylere gitmelisiniz! Yurdumuza ışık iletmelisiniz... * Cahit Külebi

  • Köy Öğretmeni

    Şenol YAZICI * Dünyanın doruğunda, hoplaya zıplaya, ama kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik şimdi anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın araziye en güzelinden uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlarıydı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı. Nerden çıktı bu dedirtir bir gariplikte, uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen traktörde, EMİR KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir rol gibi, ilgisiz ama ilginç duruyordum. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki, yönetmeni manyak, absürd, çılgın bir filmmiş o. O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk. Ben çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde bir elim hoplaya zıplaya giden römorkun kenarlıklarında , öteki elim üç gözlü Aygaz ocağımın kocaman tüpüne sımsıkı tutunmuş içime gömülmüştüm. Oysa topu topu bir ay önce, ellerimizde "Sivas il emrine ..." diyen atama kararları yurdun dört yanından, korkunç umutlarla çıkıp gelmiştik. On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm. İlk maaşımla siyah bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken siyah kaşe bir ceket, İspanyol paça ama içine zor girdiğim daracık bir pantolon almış, gömleğin önünü açmış, onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda zafer saydığım halin bir de resmini çektirmiştim. Fotoğraf deyip geçme; o dönem dünya paraydı. Ne güvenli, ne mağrurdum ama o an. Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de çoğu kalabalık bir grupla aslında koruma altında geçen, geçtikten sonra bir şey unutmuş... gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor... Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da sonses açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi… Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenmenin en iyi yollarından biri de taklitse, öğrenecektik işte... Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Küçük bir memur maaşı olsa da bana sor, ülke bütün gelirini bana aktarıyordu geliyordu. Artık kimse ne paçama, ne saçıma, ne kolyeme bir şey diyemezdi… Sanıyordum... Bu başka bir hikaye: Ne bilelim bu ülkede devlet dahil herkesin tek vazifesi ötekinin inancına, düşüncesine, kılığına kıyafetine hatta nefes alıp vermesine ayar çekmektir ve her vatandaş da bu mahalle baskısını olduracak müthiş sihrin gönüllü bekçisidir. Belki de en acıklı halimizin önemli göstergesiydi; kendi dünyanda dal olamayınca ötekindeki kusurla mutlu olurdun ve biz kusur zengini ezik, iyi hissetmeye açtık. Sosyal psikolojiyi de öğrenecektik, ama daha vardı... 70'li yılların kaosu henüz mutfaktaydı, kotarılmış, fırına verilmiş, kanla makyajı yapılmış, servise hazırlanıyordu... Sonuçta yaşı en büyüğü yirmilerde, taze ergenlerdik; cenazesi güzel olacaklardan... Evet sadece buydu, gelir bana: Farklılaşan gençlik, kitleler halinde okumaya büyük ilgi ve mini etek, saç ve İspanyol paça... Çağdaşlaşma yani Batılılık korkutucu bir salgındı, ülkenin bekası için önü derhal kesilmeliydi. Asardın üç kişi ibreti alem olurdu. Nitekim çok gitmeyecek, bu yeni yetmeler yedi düvele ibret olacak biçimde cezalandırılacaktı: Asılarak... Bazılarını da kenarda köşede sahipsiz köpek yavruları gibi kurşunlayacaklardı. Ülke, bu marazlı düşünceleri batıdan kapmış evlatlarını yiyordu. Ne sihirli sözdü ülkenin bekası... İki dünyada da kutsaldın, ölen de öldüren de... o sözün görkeminde sarhoş ama kutluydu. Bu da başka bir hikayedir. Acıklı, hatta dehşet verici bir biçimde öğrenmemize daha vardı... Sonra kura çektik bir büyük salonda. Divrik denilen ormanı yani kışlık odunu bol ilçesine, yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim. Sevin diyorlardı, odunun bol. Sanki odunculuk yapacaktım. Yapamadım. İlçeye gittiğimde, kurayla çektiğim, atandığım köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı ortaya çıkacak, beni uzak bir köye göndereceklerdi. Anlamadığım bir şey olmuştu ya da çok anlaşılır bir şey: Yurdum hali kendini resmediyordu. Saçım, kılığım başıma bela oluyor, beni sevimsiz gösteriyor diye aklıma gelse de gerçek daha basitti: Beni alıp torpilli birine yer açmışlardı. Benim gibi kuşkucu, sorgulayan ya da hayatı kitaplardaki bir adil düzen sananları ya da zor öğrenenleri bile anında ikna eden, zihnini açan kocaman harfli bir alfabeyi gözüme sokuyordu. Bu ülkenin olağan hali buydu. Sadece ben yeni tanışıyordum. İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide… deyip saplanan dünya cam… Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Olsa da, ne ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. Parmak kadar bir çocuk ve yabancıydım. Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım. Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı. Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir karayla perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze… Kabul etmeli, dünyanın hiçbir yerinde bir karanlık bu denli güzel olamazdı, gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Ondan mı Anadolu karanlığı sevmişti ne? Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı topraktan ayırt edilemeyen evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye hissetmiştim… Belki değildi, ama iyi düşünmekten başka da şansım var mıydı? “Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Bura bir denizdi ve tutunabileceğim tek o vardı. İnmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü. Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için, elbise değil… Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri,” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…” Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…” Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi. Başka şansım mı vardı? O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik. Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi… Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım. Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra… Hiç bilmeyen biri için iyi bir haritaydı. “Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ” Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin…" Boğazım düğümlendi. Hüseyin kaçmıyor, ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu. Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek? Babamdan bana kalan tek miras kolumdaki Nacar saatti. Bir saatçiye girdim, sattım. Maaşımı alınca gelip geri alırım diye düşündüm, oysa kul düşünür kader güler... Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü de ordaydı. Kapıdan girince en sıcak gülüşünü takınıp bana bakmasına hiç aldırış etmedim, selam bile vermedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakama çıkıp her şeyi anlatmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? O da biri gidecek, diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Yakalayacaklar, beni Divriği camisi avlusuna bağlayacaklar, salmayacaklar... Öyle kaygılı kaçtım. Tek baba hatırasını da o arada unuttum tabi... Elimde olsa ebedi Sivas sınırlarından bile geçmezdim. Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur... Bilmiyordum. * 2016 maviADA Dergisi

  • maviADA'nın Son 30 Günü

    maviADA'nın SON 30 GÜN PÖPÜLER YAZILARI: SOSYAL MEDYADA ne yazık ki bir kültür sanat üretimi yazı hele de uzunca olanı asparagas haber, görüntü, video, siyasi bir haber kadar ilgi görmüyor. Dijital dergilerin yazarları çok popüler değillerse okunmuyor, beğeni almıyor. Bu gerçek ortadayken niyetlenenlerin de hevesi köreliyor. Onca emek boşa gidiyor sanabilirsiniz. Oysa ayaküstü tüketim diye var olan endüstrinin gereği bu. Yine de iyi araştırmalar, rafine zevkler her zaman alıcı buluyor, sadece zaman istiyor, özen istiyor, sunum için doğru yerlerde pazarlanmak istiyor. Derler ya, altının değerini sarraf bilir. Dün hiç olmazsa bilgisayar kullanımı ve farkıyla seçkin duran sosoyal medya bugün telefonlarla herkesin ulaştığı ve çoğunun kültür sanatla, özgün eserle bir alışverişi de yok. Beni ciddi şeylerle yormayın diyen internet garabetleri dolu ortalık. maviADA Dergisinde sadece tıklama ve beğeni sayısına bakarsanız yanılabilirsiniz. İnternette olan bir yazının sonsuza değin kalıcılığı bir yana zaman içinde görülme okunma olasılığı da artıyor. İşte maviADA dergisinin son 30 günü. Son 30 günde dünyanın her yerinden aranılıp bulunan ve 580 görünümle en başa yerleşen yazı milli değil, hatta özgün bir üretim bile değil, derleme. Hani yaratıcı yazının yanında pek esamesi okunmayan araştırma yazılarından: Victor Hugo'nun kısa hayatı ve ünlü şiiri "Ağlamak için gözden yaş mı akmalı" adlı şiiri... Popülerlikte 250 görünüm de 2. sırada yer alan yapıt, Deniz İnan’ın "Karşı evin annesi’ isimli 2019 yılında Avrupa’da en iyi Türk Şiiri ödülünü aldığı iddia edilen bir şiir, bir yoluyla bize de ulaşmış, yer almış. Ne var ki Avrupa kaç ülke, Avrupa'nın neresi... olduğu belli değil, büyük olasılıkla abartı, bakmış ki kimse şaire bakmıyor, kendi reklamını kendi akletmiş... Bşarmış da merak edilmiş aranmış... Kötü bir şiir mi, hayır, hatta güzel bile denebilir. Ama o kadar değil... Altında yer alan VAK VAK ağacı ıse İnternette işlerin nasıl yürüdüğüne çok iyi bir örnek: Aycan Aytore'nin yazdığı, meyveleri şeklen insana benzetilen bir ağacı anlatan ansiklopedik bilgiler içeren bir yazı. Ne var ki Aycan Aytore alınmasın ama sayfasında bile 225 görünüm alan son otuz günün üçüncü yazısı olmayı başaran bu yazı özgün bir edebiyat yazısı değil. Demek ilgi çekici olmak önemli. 2020 Mayısı tarihli Nazım Hikmet'in karıma mektup son 30 günde sıkça arananlardan olmuş. Böylece liste uzayıp gidiyor. Ne var ki 10 yazılık listede Niyazi Uyar'ın iki yazısı herhalde kaçak olarak listeye girmese boşuna yapıyoruz biz bu işi, bu ülkede özgün eserin alıcısı yok diyeceğim ama Uyar, listeyi delmiş ve iki özgün yazısıyla sıralamada yer almış. Tebrik ederiz. Yukarıdaki tablo son otuz günde toplam ziyaretçi sayısını, kaynaklarını, geliş yerlerini gösteriyor. Bu tabloda ise SON 30 dakikada gelen ziyaretçiler kaynakları veriliyor. maviADA'nın beğeni azlığına kafayı takınca benzer siteleri de kontrol ettim, köklü, arkasında ciddi tekeller olanlar da elbette aşık da maşuk da bolca. Ne var ki bizim gibi İnternete yeni başlayan, hele seven arkamdan gelsin, diyen çok imece dergiden daha iyi durumda olduğumuzu da görmek beni sevindirdi. Biliyorum, yazı aşk işidir, aşık da maşukunu arar. Hevesinizi yitirmeyin. Tarih boyunca görülmüştür ki iyi iş sonradan da olsa alıcıyı bulur, Montaigne'ye bakın... Siz anlatmaya bakın; O okur bir gün sizi mutlaka bulacaktır.

  • SONRA SONRA... BİR DÜDÜK ÖTTÜ

    Niyazi UYAR * Ben okumaya yazmaya başladım başlayalı her daim, hep güzel şeyler demek, hep güzel şeyler yazmak gelmiştir içimden. İlk çocukluk yıllarımda yıldızım olacak birilerine yazık ki tesadüf edemedim, geldi geçti. Gençlik yıllarında arkadaşlarımın sarı saman kâğıdı matematik defterlerine veciz sözler, sevda yüklü dizeler yazdığımı hatırlarım. O gençlik yıllarım yani biz yetmiş sekizlilerin “yemek-içmek kadar hayatında yer eden “bu ülke nasıl kurtulacak,” meselelerine dairdi, konular. O sözler, kurtuluşa dair olduğu kadar, adını anmaktan çekinilen, yüreklerde saklı tutulan sevgili içindi de. Hiç olmayan kızlara yazılan, çünkü çevremizdeki öteki cins, bizim devrimci bacılarımızdı, devrimci ahlakımız ne gerektiriyorsa öyle olurdu her şey, o sevda yüklü dizeler, onların yazılmasına sebep olan sevgiliye dair o sözler, o yıllarda yüreklere zincirlenmişken, artık paslandı gitti. Demem o ki, biz bir kuşak, birinci derece elzem olanı değil, ezberletileni yaşamaya ve anlatmaya mecbur edilmiş bir kuşaktık. İşin ilginci, kendimizi kurtaramazken sevmiştik bu yeni misyonumuzu da... Sonra… sonra… bir düdük çaldı, herkes koşmaya, koşturmaya başladı. Koşamayanlar, düşenler ayak altında kaldılar, az koşanlar delik demirlerin deliğinden çıkan serseri kurşunlara hedef olup can verirken, hiç koşamayanlar, daha doğrusu korkmayanlar yakalandılar. Sonra… sonra gün sabaha evrilmeden yağlı urganların ilmeklerinde can verdiler. Koşanlar, çok hızlı koşanlar arkalarına bakmadan koşanlar, yani Ahmetler, Cemler, Seldalar, Hasan Gaziler, Kenanlar, Gültekinler… onlar ak donlu, yağız donlu, doru donlu artlara binip terki diyar ettiler. Düdük sesi, işte o düdük sesi, uzun, çok uzun bir zaman içinde bellekleri esir alırken, ben de yüreğim kabarmış, yaşadıklarımdan dehşete düşmüş, anlatmaya deli olurken, okumayı, yazmayı tatil ediverdim. Hem de nasıl? Anlatmaya deli olurken... Bilir misiniz? Olur mu sizde de o hal? Ne var ki yine de sustum... Sonra… sonra içimde biriken karlı dağların kestane kızılı perçemlisi, Osman’ın at oynattığı diyarın Mavili'sinin sevdasıyla Çin işi dolmakalemle beyaz sayfalar üzerinde bir dansa başladık. Ama ne dans: Sabah akşam dans, gün yirmi dört dans diyeceğim ama, insan olmanın tanımı, çevresel faktörler. Ben yine de bir sebep uydurup gün yirmi dört saat ya, iki arada bir derede, duygu patlamalarının cümleye, dizeye dönüşlerine ilk şahitlik edenlerindenim. Hayatta keskin virajlar, bazı rastlantılar vardır ki... Deprem gibi... Kim derdi ki, bir büyük deprem olacak, o depremde yıkılan Yalova'dan enkazdan çıkan Şenol Yazıcı İzmir'e savrulacak, okuluma, Bornova Anadolu Lisesine atanacak ve benim ilk kitabımın basımına aracılık edecek? Çok geçmeden Şenol Yazıcı'nın kitaplarının çıktığı yayınevinden ilk kitabım çıkacaktı. Hep aklımdaydı ama, ancak bir mucizeyle bu kadar kolay olabilirdi. Sonra… sonra onlar da yazdıklarımı, okuduklarım boğmaya, nefessiz bırakmaya başlayınca düdüksüz komutsuz elveda dedim, okumaya yazmaya. Uzun… çok uzun seneler geçti aradan Osmanlı'nın Fetret'i gibi. Sonra… sonra birden belime astığım, Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni müzikli telefon çalmaya başladı. Baktım, arayan Kaptan’dı: “Bu kadar tatil yeter Uyar, dedi. (Onun bana hitap sözü hep Sayın Uyar’dır.) Yeter tembellik ettiğin, al eline kalemi başla yazmaya, yola çıkıyoruz, sen İzmir’de, ben Bursa’da diyordu. Kaptan’la telefonla konuştuğumda Alsancak Sevgi Yolu’nda, vitrinlerde mankenlerin üstündeki giysilere bakan kadınlar gibi kitaplara bakıyordum. Daha iyi duyayım, hiçbir kelimeyi kaçırmayayım, diye gürültüden, insanlardan uzak beton bir çiçek saksısının üstüne oturup konuşup söyleştik epeyce... Sonra… sonra düşündüm, epey zaman, gece gündüz yolda belde, okulda derste! “Huzurum kaçar mı acaba, ilk başta ben de etkilenecektim, sonra yanımda, yönümde olanlar. Her gün sordum bu soruyu kendime. Bir zaman yanıtlar göğe asılı kaldı, asılı kaldı kalmasına da Bay Kaptan'ın canı tezdir, kararını çabuk ver deyip sıkıştırmakta. Sonra… sonra bir aldım kalemi elime , yaz bakalım, oku bakalım. Yazacağım o kadar çok şey varmış ki, bu sefer de ömrüm vefa etmez diye paniklemeye başladım. Panikledikçe yazıyor, yazdıkça aşka geliyor, aşka geldikçe Osman’ın at oynattığı diyarların Mavili’si, her metnin kıyısından, köşesinden davetsiz iştirak etmekte. Yazdıkça, gök kubbenin altında bugüne değin kimsenin aklına, yüreğine ışık olmayan imgelere imza atıyordum. Yazdıkça yazıyor, yazdıklarımın sevgiliye birer mektup olduğunu düşleyip mavi gökyüzünün altında yeni imgelere imza atıp onları ilk kullananın “ben” olduğu inancıyla mektupların er geç ona ulaşacağı zannıyla yazıyordum. Sonra… sonra artık yazdıklarım gün güneş görmeye, ete kemiğe bürünmüş okumanın hakikatlisi, “benim,” demeye başlamış okurlara. Sonra… sonra, ben bir birey tek başına hiçbir şeydir, derim. Ve bir birey önce sevdalarıyla, sonra hakikatli insanlarla çoğalır. Benim için çokluğun her daim ilk omuzdaşlarından olan Erdoğan Tüzen’in, bir faşist saldırıdan dost yüzlünün haberi ile kurtaran İhsan Fidan’ın, yengem Saime’nin, abim Muzaffer’in, Hasan’ın, Nusret’in… ölçüsünde kıvamında, motive edici tenkitleriyle çoğalıyorum. Sonra… sonra yazın destekçim, Düş Yolculuğu adlı ilk öykü kitabımın son okumasını yapan Hülya’yla, her çalışmam için, kalemi güzel Bayan Çetin’in, kadir kıymet ifade eden anlam yüklü ifadeleri daha çok "ben," olmamın yazın yoldaşları oldular… Değerlidir bunlar benim için… Yalnız yalnız, Bayan Çetin, dünya meşakkatinin yükünden midir nedir, epey zamandır görünürlerde yok. İnşallah bir derdi bir tasası yoktur. Bu deneme tasarı aşamasında iken, dedim ki, bu denemede suya sabuna dokunmayayım. Çünkü, yukarılarda kılıçlar çekilmiş, savaşçısı, yardakçısı çok olan kılıçtan geçirmesin güzel insanlarla birlikte beni... İşte buna sebep dokunmayayım suya sabuna. Bir şeyler yaz işte dedi ya Kaptan, işte buna sebep yazıyorum suya sabuna dokunmadan. Nasıl dokunayım ki, suya muya zaten her ay zam yapılıyor, pardon fiyat güncellemesi yapılıyor. Sabununun fiyatı dersen, onu hiç deme nerdeyse tedavüldeki en büyük banknota yakın! Ne su ne sabun. Teyemmüm, teyemmüm… Sonra… sonra… Boşver diyor içimdeki öteki ben. Bak yücelerden bir yüce o, diye kurguladığım öyküde Köşkün Hanımefendisi vardı ya, işte o, yüceliği kendisine layık görmediğinden bozuvermişti, yürekten yüreğe giden dostluğu… Boşver boşver suya sabuna dokunmayayım yine ben! Belki, yazık ettik, bir çok özlemi, yaşanılacak güzelliği ahrete sakladık ama sözümüzü ahrete saklayacak halim yok. Hem ne işe yarar ki orda? Ben yine eski benim, yine aynı yerdeyim. Okumaya da yazmaya da bu can, bu tende olduğu sürece, ömrümün ömürlerini öpüp koklayarak okumaya yazmaya devam edeceğim, ne dersin Kaptan? Kasım 2023 / Salihli

  • Efsane Bir Öğretmen

    Nurten Bengi AKSOY * Çocuklarımızı emanet ettiğimiz; sabır, fedakarlık ve sevginin timsali öğretmenlerimiz…Tüm kötü örneklere karşın her koşulda mesleğini yapan, bir mum gibi etrafı aydınlatmaya çalışırken kendi tükenip yok olan öğretmenlerimiz… Öğretmenler Gününüz kutlu olsun, hepinize gönül dolusu sevgi ve saygılar… Ayşe Sıdıka Avar Türk Eğitim Tarihinin efsane öğretmenlerinden biridir.1901 yılında İstanbul, Cihangir´de dünyaya gelen Avar, 12 yaşındayken babasını, daha sonra annesini kaybeder. Bundan sonra kız kardeşleriyle birlikte teyzelerinin yanında kalmaya başlarlar. Ayşe Sıdıka aynı yıllarda Çapa Kız Öğretmen Okuluna girer ve 1922´de Çapa´dan mezun olur. Avar, Beşiktaş´ta Çerkez Mektebinde öğretmenliğe başlar. Aynı yıl evlenir ve 1924'te tek çocuğu olan kızı dünyaya gelir. Eşiyle birlikte İzmir'e taşınan Avar, bir süre Musevi Mektebinde çalışır, 1925'te İzmir Amerikan Kız Kolejinde Türkçe öğretmeni olarak görev alır. Bir yandan da beden eğitimi öğretmeni olan eşi Mehmet Bahattin Avar’la, yürüyüş, dağcılık ve diğer sportif çalışmalarda gençlere kılavuzluk yaparlar. O tarihlerde İzmir Kadınlar Hapishanesindeki mahkûm kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırıldığında Ayşe Sıdıka Avar bu göreve talip olur, mahkum kadınlara okuma yazma öğretirken bir yandan da Salepçioğlu Camiinde işçi çocuklara el sanatları öğretir. İzmir'deki hareketli ve modern hayatı bazı çevrelerin tepkisini çekince, hakkında misyonerlik söylentileri çıkarılır. Bu söylentileri çıkaranları dava etmek zorunda kalan Sıdıka Avar 1937'de eşinden ayrılır, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girer. Mezun olunca kısa bir süre Bolu Kız Enstitüsünde görev yaptıktan sonra 1939'da Elazığ Kız Enstitüsüne öğretmen olarak atanır. Ve bu tarihten itibaren, Sıdıka Avar'ın nice cumhuriyet öğretmenin hayranlığını kazanan zahmetli mesaisi başlar. Sıdıka Avar, 1939-1954 yılları arasında, o günlerde adı Dersim olan havalide, bazen at veya katır üstünde, bazen yayan, bazen kamyonla, köy köy dolaşarak Kürt kızlarını toplar ve yatılı bölge okullarına götürür. Bu misyonu halk tarafından da benimsen Sıdıka Avar’a Kız çocuklarının anneleri de destek olurlar ve genç öğretmenin atının üzengisine yapışarak "benim kızımı da al Avar!.." diye yalvarırlar. Sıdıka Avar, 'Dağ çiçeklerim' dediği öğrencilerine kendisini sevdirmek için çok çaba harcar. Ayaklanma döneminin çocukları sevgiye, ilgiye muhtaçtır. Bunu iyi bildiğinden onların 'ana'sı olmak ister. Bu isteğinde samimidir. Sıdıka Avar, öğrencilerinin bitlerini ayıklar, onlarla halay çeker, çeyizlerini hazırlar. Yerde yatmalarına, kötü yemekler yemelerine, yırtık önlüklerle dolaşmalarına, hademelerin işlerine yardım etmelerine, öğretmenlerin öğrencilere olur olmaz ceza vermelerine karşı çıkar. Öğrenciler okulda özel bir programla eğitim görürler. En çok Türkçeye önem verilir. Ayrıca Yurt Bilgisi, Matematik, Sağlık Bilgisi, Çocuk Bakımı, Ev İdaresi, Yemek-Dikiş-Nakış dersleri gösterilir. Okulun başarısı her yere yayılır.1942'de yeni kurulan Tokat Kız Enstitüsü Müdürlüğüne atanır. 16 Haziran 1943'te ise Elazığ Kız Enstitüsüne müdür olarak döner. Sıdıka Avar’ın gerek enstitüde uyguladığı eğitim yöntemleri, yönetim anlayışı ve çalışmaları, gerek okulun öğrenci aldığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl`ün ilçe, bucak ve köylerinden öğrenci toplayıp tatillerde onları evlerine dağıtmak için hayvan sırtında, kamyonlarla, yaya olarak yaptığı geziler geniş bir ilgi toplar ve birçok yerli, yabancı röportajlara konu olur. Avar 1950 yılının Eylül ayında davetli olarak ABD'ye gider ve orada incelemelerde bulunur. Elazığ Öğretmen Okulunun kuruluşunda da müdür vekilliği yaparak görev alan Avar, Elazığ valisi ile anlaşamaz. Bu nedenle 1954 yılı sonunda Ankara'ya çağrılarak Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğünde şube müdürlüğüne getirilir. Valinin değişmesi sonucu 28 Ekim 1955'te Elazığ'a geri döner, ancak Elazığ'da bazı amirlerle anlaşmazlıkları devam ettiği için buraya atanışından 20 yıl sonra, 1959'da kendi isteği ile İstanbul Sultan Selim Kız Enstitüsüne edebiyat öğretmeni olarak atanır. 27 Mayıs 1960 devriminden sonra Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğüne getirilen Sıdıka Avar, daha sonra Nişantaşı Kız Enstitüsüne atanır ve emekli olduğu 1967 yılına kadar bu okulda görevine devam eder. 12 yıllık bir emeklilik hayatından sonra 16 Haziran 1979'da hayata gözlerini yumar. Atatürk devrimlerine kendisini adamış, fedakâr, cefakâr, kahraman öğretmen Sıdıka Avar'ın tüm çabası, dağ çiçeklerine benzettiği köy çocukları içindi, bu yüzden Ayşe Sıdıka Avar öğretmenlik yıllarının anılarını “Dağ Çiçeklerim” adlı kitapta toplamıştır. Türk Eğitim Tarihinin efsane öğretmenlerinden olan Sıdıka Avar öğretmeni ve tüm eğitim şehitlerini saygı ve rahmetle anıyoruz.

  • Öğretmenler Günü Kutlu Olsun!

    Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır. *** Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını keşfetmemiştir. *** Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. *** Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir. *** Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir. (Mustafa Kemal Atatürk)

  • Yalnızlık

    Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum ne tuhaf, vaktim olmazdı yalnızlığı bunca bilirken kendimi hiç yalnız sanmazdım çevremde hep birileri vardı, ben hep birilerinin yanındaydım günler belirsiz bir gelecek için neredeyse kendiliğinden hazırlanırdı aramızda habersiz gidip gelen gündelik armağanlarla kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı bazı evlerden taşınırdık, bazı insanlar girip çıkardı hayatımıza bazı mektuplar alırdık, bazı sözler, çiçek selamları sonraları bazı tanıdıklarımızın ölümleriyle de karşılaştık elde olmayan nedenle sudaki halkalar gibi genişleyen küçük alınganlıklardan büyük dargınlıklara vazgeçişler, unutuşlar, kayıplar birbirimizi çok sevdik hep yıllarla azala azala şimdi ne zaman yalnız kaldığımı düşünsem, yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum kendime eskiden iki albüme sığdırdığım hayatım, şimdi sığmıyor eksilenlerle çoğalmış fotoğraflara telefonun başına geçiyorum alt alta dizilmiş onca ad arasında seken ömür parçası gün ölüyor meşgul numaralarla şimdi ne zaman yalnız olduğumu düşünsem, şimdi ne kadar yalnız... yalnız olduğumu anlamam için beni hiç yalnız bırakmadınız. Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum her zaman yalnızdım, bunu biliyorum büyücü ellerimin kara sanatı yazı en çok ben onardım dostlukları, en çok benim elim dikiş tuttu bağışlamasız sanarken kendimi en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını tığla içeri çektim takılmış kazakların ipini denenmemiş başlangıçları göze aldım, hafifletilmiş hasarları, görmezden gelinen enkazı mutfağı beklemek hep bana kaldı bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp her seferinde aydınlık bir inat gibi yeniden karıştım hayata hiç el değmemiş gibi yeniden konuk geldim odalarınıza, ruhlarınıza buraya eski aşklarım neredesiniz? hepinizi çok özledim. şimdi birdenbire bir köşeden çıkıp bana, yalnızca merhaba, deseniz, o zamanlar hiç mutlu etmediğiniz kadar mutlu edersiniz, bir zamanlar bütün ağladıklarımı geri verebilirim size sağ olun demek isterim, sağ olun, sağ olun sanki beni yeniden sevdiniz ama biliyorum, pis bir yağmur başlıyor, şemsiyem yok yanımda, yağmurda yürümekten nefret ederken, yürümekte ısrarlıyım gene de isterseniz, kederdeki bütünlük, diyelim buna ne kadar ıslansam, o kadar çıkacağım sanki bir zamanlar çok daha bütün olduğumu sandığım o yıkanmış zamanlara... yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler her zaman yalnızdım kitaplar kadar yalnız yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım herkes için farklı aldanışlar kurtarılmış hayatlar yok pahasına her zaman yalnızdım yanardağlar kadar yalnız ey kafiye sevenler, şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız! nankörlük etmeyeyim gene de, yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnız evimde hep aynı anda çalar telefonla kapı gene öyle oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesinde yalnızlık için çalar telefonlar kapılar İstersen bana uğra, ya da akşama buluşalım, ölmeden yapacak çok iş var...

  • MATRUŞKA BEBEKLERİ

    Nurten B. AKSOY * İnsan yaşamı gizemlerle, sürprizlerle, acılarla, mutluluklarla dolu tuhaf bir öykü sanki. Nerede, ne zaman, kimin çocuğu olacağınızı bilmeden, hiçbir seçim yapamadan, size biçilmiş bir kaftanın içinde, sizi nelerin beklediğini bilmeden açıveriyorsunuz gözlerinizi hayata. Yol almaya başlıyorsunuz minik, titrek adımlarla… Bazen ayağınız takılıyor sendeliyorsunuz, bazen de düştüğünüz yerden bir avuç toprak alıp dikiliyorsunuz yine ayağa. Çocukluğunuz ne kadar zor ve acı geçse de çocuksu sevinçlerle fark etmiyorsunuz pek bir şey, bir yanlarınız minik minik törpülenirken, sanki güle oynaya büyümeye çalışıyorsunuz. Okul yılları başlıyor derken; başarılar, başarısızlıklar, heyecanlar... Kâh bir kelebek olup uçarken, kâh bir ökseye tutuluveriyorsunuz yüreğiniz pır pır ederken. Sonra birden hayatın yükleri omuzlarınıza binmeye başlıyor; mücadele, kavga, sorumluluklar... Aman okulumu bitireyim, aman bir iş bulayım, aman yuvamı kurayım diye planlar yaparken, aslında doğarken size biçilmiş kaftanın sizinle birlikte büyümediğini elinizi, kolunuzu bağladığını ve sizi daha bir sıkı sarmaladığını hissediyorsunuz ve bütün olanları, olacakları hep mütebessim bir ruh haliyle bekliyorsunuz, pembe hayaller kurarak, her şeyin hep güzel olacağını düşünerek. Yuvanızı kuruyorsunuz mutlu olacağınızı düşünerek, çocuklarınız oluyor mutlulukların en büyüğünü yaşayacağınızı zannederek... Aslında omuzlarınızdaki yükün ağırlığının arttığını hissetmeden, hiç şikayet etmeden koşturuyorsunuz, nefes nefese, her şeye yetmeye çalışarak... Hep önünüzdeki zor günlerin bitip rahat bir nefes alacağınız günlerin hayaliyle yaşıyorsunuz. Aman Allahım! Bir ev alabilsek, diyorsunuz. Şu çocuklar üniversiteyi bir kazansa, diye dualar ediyorsunuz. Sonra okullarını bitirseler, iyi bir iş bulsalar, mutlu bir yuva kursalar... diye bitmez tükenmez dileklerinizi, dualarınızı yineliyorsunuz günler boyu. Aslında bilmiyorsunuz ki ne hayallerinizi, ne beklentilerinizi gerçekleştirmek sizin elinizde. Hani doğarken bize giydirilen o kaftan var ya, onun içinde, ceplerinde her şey. Siz ne yaparsanız yapın, ne kadar debelenirseniz debelenin o kaftanı sırtınızdan sıyırıp atamıyorsunuz. Her gün omuzlarınız biraz daha ağırlaşıyor, dizleriniz biraz daha bükülüyor. Tamam artık, üstüme düşenlerin hepsini yaptım, bundan böyle "oh" diyeceğim dediğiniz anda ise mecalinizin kalmadığını, gücünüzün tükendiğini, sırtınızdaki kaftanın artık eskidiğini lime lime olduğunu fark ediyorsunuz. Bir şeylerin elinizden kayıp parçalandığını görüyorsunuz. Sonra dikkatle baktığınızda o parçalananın aslında hiçbir şekilde müdahale edemediğiniz yaşamınız olduğunu anlıyorsunuz. İsteyerek gelmediğiniz yaşamdan isteyerek gidemeyeceğiniz günlerin hesabını yapıyorsunuz "Neydi, ne oldu hâlim; çektiklerim vebalim" diyerek..

  • Dünya Çocuk Hakları Günü

    Nurten B. AKSOY * Bugün 20 Kasım, Dünya Çocuk hakları günüymüş. Tüm hızıyla ve vahşetiyle süren savaşlarda ya da yoksulluktan küçücük yaşlarda çalıştırılıp iş kazalarında veya açlıktan bir sokağın, bir evin bir köşesinde ölen, yaralanan çocukların çığlıkları göklere yükselirken birileri çıkıp yine yaldızlı sözlerle ÇOCUK HAKLARINDAN bahsedip görevlerini huşu içinde yapacaklar ve gönül rahatlığıyla sıcacık yataklarında derin uykularına dalacaklar... Sözlerin, sözleşmelerin unutulup bir köşeye atıldığı böylesi bir günde bakalım Ana–babanın rolü ve sorumluluğu; bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğu neymiş... *** 1989 yılından bu yana, Birleşmiş Milletler tarafından kabul görmesinin ardından 20 Kasım tarihinde farkındalık yaratmak için kutlanan "Dünya Çocuk Hakları Günü" kanunen çocukların sahip olduğu eğitim, sağlık, barınma gibi hakların tanımlanmasına olanak sağlamak amacıyla 193 ülke tarafından onaylanan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine dayanmaktadır. 18 yaşın altındaki çocukları kapsayan ve evrensel bir nitelik taşıyan Dünya Çocuk Hakları Gününün temel başlıkları ana hatlarıyla şöyledir: Ana–babanın rolü ve sorumluluğu; bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğu - Bir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı - Yaşama ve gelişme hakkı - Sağlık hizmetlerine erişim hakkı - Eğitime erişim hakkı - İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı - Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı - İstismar ve ihmalden korunma hakkı - Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı - Ekonomik sömürüden korunma hakkı - İfade özgürlüğü hakkı - Düşünce özgürlüğü hakkı - Dernek kurma özgürlükleri hakkı - Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı - Özel gereksinimleri olan çocukların hakları - Özürlü çocukların hakları TARİHÇESİ Leh eğitimci Janusz Korczak, 1919 yılında yayınlanan "How to Love a Child" (Bir Çocuğu Nasıl Sevmeli) adlı kitabında çocuk haklarından söz eder ve konuyu gündeme taşır. Çocuk haklarına dair ilk metin ise 1917 yılında, Ekim Devriminin ardından Proletkult isimli sosyalist kültür örgütünün Moskova Şubesi tarafından "Çocuk Hakları Bildirgesi" ismiyle kaleme alınır. Resmileşen ilk metin ise 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilen Cenevre Çocuk Hakları Bildirisidir. Bu bildirge Birleşmiş Milletlerin kuruluşunda kabul edilmiş, 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi olarak güncellenmiş ve 20 Kasım 1989 tarihinde daha geniş olan Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile değiştirilmiştir.

  • Orhan Veli Kanık

    İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir garip Orhan Veli'yim Veli'nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim Urumeli Hisarı'na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum İstanbul'un mermer taşları Başıma da konuyor martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım... Senin yüzünden bu halim. İstanbul'un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne Sevdalım... Boynuna vebalim İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim Bir garip Orhan Veli’yim Orhan Veli Kanık Ben Orhan Veli "Yazık oldu Süleyman Efendiye" Mısra-i meşhurunun mübdii. Duydum ki merak ediyormuşsunuz Hususi hayatımı. Anlatayım: Evvela adamım, yani Sirk hayvanı falan değilim. Burnum var, kulağım var, Pek biçimli olmamakla beraber Bir evde otururum, Bir işte çalışırım. Ne başımda bulut gezdiririm, Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet. ......... 13 Nisan 1914'te Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nde doğar Orhan Veli. Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir'de geçer. İlkokulun dördüncü sınıfına kadar Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak okur. Ankara’ya taşınmaları üzerine de eğitimine Ankara’da devam eder. Kanık'ın edebiyata olan merakı ilkokul sıralarında başlar. Bu dönemde “Çocuk Dünyası” isimli dergide bir hikâyesi yayımlanır. 1926 yılında, ilkokulun son sınıfında tanışırlar Oktay Rifat ile Orhan Veli. Okulları yan yanadır; ama ortaokulu Ankara Erkek Lisesinde birlikte okurlar. Bu sayede daha çok görüşür olsalar da ancak lise birinci sınıfta canciğer arkadaş olduklarını yazar Oktay Rifat. İkinci sınıfta Melih Cevdet de aralarına katılır. Bu arkadaşlıkların başlaması ile “GARİP” akımının ilk tohumları da serpilir şiir dünyasına. Orhan Veli, 1932 yılında liseden mezun olur, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydını yaptırır ancak 1935 yılına kadar devam ettiği üniversiteyi bitirmeden okuldan ayrılır. Bu arada Galatasaray Lisesinde de yardımcı öğretmenlik yapar. Ankara’ya döndükten sonra arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le birlikte, radikal bir tutumla kendilerinden önce gelen Hececilerin ve Ahmet Haşim’in şiirleriyle Nâzım Hikmet’in toplumcu-gerçekçi şiirlerini reddederek GARİP akımını başlatırlar. Mesela Orhan Veli’nin, Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” mısrasını hicvetmek için yazdığı “Rakı şişesinde balık olsam” her daim dillerdedir artık. Eskiler alıyorum Alıp yıldız yapıyorum Musiki ruhun gıdasıdır Musikiye bayılıyorum Şiir yazıyorum Şiir yazıp eskiler alıyorum Eskiler verip Musikiler alıyorum. Bir de rakı şişesinde balık olsam Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşır. “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırından çektiği kadar; Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkâr da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.” dizeleri kimilerince eleştirilirken kimilerince de Türkçede yazılmış en güzel şiirlerden biri olarak kabul görür. Orhan Veli, 1946 yılına kadar çalıştığı tercüme bürosundaki işinden, bakanlıktaki baskıcı havadan rahatsız olarak istifa eder. Bazıları bu istifanın sebebini onun memuriyete uyum sağlayamaması olarak yorumlasa da ona, belki de evde oturup ekmek parası için şiirler yazmak daha iyi geliyordu. Bütün güzel kadınlar zannettiler ki; Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim. Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin… 1949 yılında çıkan “Yaprak” dergisiyle birlikte Orhan Veli’nin şairliğinin yanı sıra fikir adamlığı yönü de ortaya çıkar. Şairin yaklaşan seçimlerle ilgili fikirleri bu dergide yayımlanır. Aynı günlerde Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nâzım Hikmet’in hapishaneden çıkarılması için açılan kampanyaya katılarak üç gün açlık grevi yaparlar. Orhan Veli, Yaprak Dergisinin kapanmasının ardından 1950 yılında İstanbul’a geri döner. 1950'nin 10 Kasım’ında bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve başından hafifçe yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a döner. 14 Kasım 1950 günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırılır. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamaz ve Kanık’a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulanır, beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşılacaktır. Aynı akşam komaya giren şair, ne yazık ki henüz otuz altı yaşındayken hayata veda eder. Şiirlerinde toplum eleştirisi temasını da sık sık kullanan şair, bu konuyu Namık Kemal, Nâzım Hikmet ya da Tevfik Fikret gibi kendinden önce işleyen isimlerin aksine ironi ve parodi tekniklerini kullanarak işlemişti. Bu tür şiirlerinde sadece durum tespiti yapıp herhangi bir ideolojiyi savunmaması sebebiyle de yaşadığı dönemde burjuva şairi olmakla suçlanmıştı hep Orhan Veli. “Ne atom bombası Ne Londra Konferansı Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna; Umurunda mı dünya…” Ölümünden bu yana tam yetmiş üç yıl geçmesine karşın şairin şiirleri hala dillerde. O, hiç bıkmadan, usanmadan okunmuş, yazılmış ve bestelenmiş şiirleriyle hâlâ yaşıyor… Anısına saygıyla...

  • BİR SONBAHAR GÜNCESİ

    Kararsızlığın mevsimidir Sonbahar... Yeniden başlamakla, olduğun yerde saymak arasında geçen bir süreç gibidir... Arafta kaldığın zamanlardır... Sustuğun mevsimdir. Kabuğuna çekilme zamanı gibidir. Kafanda bir sürü tuhaflığın peydahlandığı zamanlardır. Gitmek isteyip de, mıh gibi yerinde kalakaldığın mevsimdir. Bir taraftan iyi şeyleri bekleyen bir hal de vardır üzerinde. Yaşam döngünün içinde, artık sana iyi gelmeyen şeyleri salıverme zamanının geldiğini anladığın mevsimdir. Tıpkı yapraklarını döken ağaçlar gibi ilerlemek, büyümek ve iyileşmek için bazı şeyleri bırakmamız gerektiğini idrak ettiğimiz zamanlardır... Yeniden filizlenmeye niyet ettiğimiz zamanlardır hatta... Geçmiş yaralarımıza veda etme günleridir. Teslim oluşun ve bırakmanın mevsimidir Sonbahar... Değişimin, kabullenmenin ve tüm bunlarla birlikte akmanın mevsimidir. Dinlenme, durma ve iyileşme zamanıdır. Mola vermek gibidir esasında... Bu mevsim, içe dönmenin, az ama çok olmanın demleridir. "Gerçek ben ne alemdeyim? " diye sorduğumuz zamanlardır. Geçişlerin mevsimidir. Demli bir çay zamanıdır, uzun uzun uzaklara dalıp gitme zamanıdır.... Sessizce bekleme zamanıdır... Bu mevsimin sonunda ne mi olur peki? Olursa olur, olmazsa rakı içeriz deyip yaşar gideriz bu Sonbaharı da... Kasım/2023 İstanbul #pazaryazıları #küçükbirsonbahargüncesi

  • Kestim Kara Saçlarımı

    Doğum tarihi: 23 Ocak 1933, Yozgat Ölüm tarihi ve yeri: 4 Kasım 2015, Ankara Uzaktı dön yakındı dön çevreyi dön Yasaktı yasaydı töreydi dön İçinde dışında yanında değilim İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi Bu nasıl yaşamaydı dön. Onlarsız olmazdı taşımam gerekti kullanmam gerekti Tutsak ve kibirli -ne gülünç öfke be- Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı Gittim geldim kara saçlarımı öyle buldum. Kestim kara saçlarımı -n'olacak şimdi- Bir şeycik olmadı deneyin lütfen Aydınlığım deliyim rüzgarlıyım Günaydın kaysıyı sallayan yele Kurtulan dirilen kişiye günaydın Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi Bir yaşantı ile karşılayanlara Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum. Gülten Akın Cankoçak, Türk şair ve yazar. 1950’li yıllarda yazmaya başladığı şiirleriyle, kısmen İkinci Yeni çizgisinde görülen, ancak 1970’li yıllardaki şiirlerinden itibaren bireysellikten toplumculuğa yönelen bir şairdir.

  • İlkYaz

    İLKYAZ Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler "Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet Yazların motorlu çingeneleri Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga. Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların kadın öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar yanıt veririz * - Derleme: Semihat KARADAĞLI

  • KILIÇDAROĞLU’NA AÇIK MEKTUP

    Zeki SARIHAN * Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Geçmiş olsun. CHP Genel Başkanı olduğunuz 13 yıl boyunca çeşitli badirelerden geçtiniz. İktidar çevrelerinin boy hedefi oldunuz. Sizi linç etmeye bile kalktılar. Tehlikelerin üstüne korkusuzca gittiniz. CHP’ye yeni bir hava getirmek istediniz. Partiniz ve kamuoyu varlığınızdan CHP’yi iktidara getireceğiniz gibi büyük umutlara kapıldı. Umutları boşa çıkarmamak için CHP siyasetinde yeni yollar denediniz. Partinin içine hapsolduğu kabuğu kırmaya çalıştınız. Çünkü anlayabildiğim kadarıyla CHP’nin yıllardır neden seçim kazanamadığını biliyordunuz, bunun partinin bagajında yüz yıllık tarihinden kalan taşınması zor yükler olduğunun farkındaydınız. Bunun için niteliği pek anlaşılamayan ve parti içinde bazı çevrelerin yadırgadığı “helalleşme” çabasına bile girdiniz. CHP’nin yüzde yirmilerde tıkanıp kalmış oylarını artırmak için dindar kesimlerin bazı çevreleriyle bağlar kurma ve onları partiye alma yoluna gittiniz. Ülkücülerle bir araya gelip bozkurt işareti bile yaptığınız oldu. AKP’nin 22 yıldır seçimleri kazanmasının nedeni olarak onun uyguladığı sosyal destek politikaları olduğunu gördünüz ve daha fazlasının sözünü verdiniz. Sizin bu tutumunuzu Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya çıktıktan sonra Kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşması için uyguladığı toplumun bir avuç işbirlikçi dışında, tek bir hedefte toplanmasına çalışan millî birlik politikasını andırıyordu. Fakat herhalde koşullar çok farklılaştığından ve yurt işgal altında olmadığından bu taktiğiniz sizi Cumhurbaşkanlığına taşımada yetersiz kaldı. İktidarın yargıyı baskı altına alan ve istediklerini hapse atan politikalarına karşı başına geçtiğiniz Adalet Yürüyüşü dillere destan oldu. İktidarın emrinde yolsuz işler yapan bazı kurumların önüne yürüyüp protestoda bulunmanız da alışılmış parlamenter mücadele dışında yeni bir eylem türüydü. Sizinle ilgili ben de çeşitli yazılar kaleme aldım. Bazılarında partinizin tarihsel kimliği ve yapmak istediğiniz kimlik yenilemeleri üzerinde durdum, Kişilerden ve partilerden bağımsız düşünen biri olarak sizi eleştiren yazılarım da oldu. En son yazılarımdan biri “Kılıçdaroğlu’nun Yerinde Olsam” başlığını yaşıyordu. Genel seçimler sonrasında kişiliğiniz üzerindeki tartışmalara ayrılmıştı. Genel başkanlıktan kendi isteğinizle ayrılmanız gerektiğini anlatıyordum. Çünkü, politikada yenilmenin mazeretini kimse dinlemiyor. Bir kurumun başında uzun yıllar aynı kişinin bulunması zaten doğru değildir. Yeni liderlere ve kadrolara yer açmak için o makamları boşaltmakta yarar vardır. Bir başkan, hatta yenildiği zaman değil, gücünün doruğunda iken görevini bırakırsa başarılarıyla anılır hale gelir. Keşke Bülent Ecevit, yürümekte zorluk çekerken başkan kalmakta diretmeseydi. Son aylarda, özellikle genel seçimlere giderken partinizden, hatta Altılı Masa bileşenlerinden gizli olarak Zafer Partisiyle gizli protokol yapmasanız iyi olurdu. Partiye aldığınız danışmanların da size pek faydası olmadığı anlaşıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimini ne pahasına olursa olsun kazanmaya odaklandığınız anlaşıldı ve o hengâmede bunlar eleştiri konusu da yapılmadı. Seçimden sonra size başkaldıran ekibe “Neden o zaman söylemediniz?” diye sormakta haklısınız ama bu konularda bile bir özeleştiri yapmanız sizden beklenirdi. Yüz hatlarınızdan ve sesinizden seçimden sonra gergin bir ruh hâli içinde olduğunuz görünüyor. Partinizde demokrasinin oldukça kısıtlandığı gibi eleştiriler karşısında yeni tüzük, önseçim gibi vaatlerinizde ise çok geç kaldınız. Sayın Kılıçdaroğlu, CHP örgütünde sanki siz başkan olamasaydınız ve bu hataları işlemeseydiniz partinizin seçimleri kazanabileceği gibi yanlış bir algı var. Şimdi bütün umutlar bir zamanlar size olduğu gibi Sayın Özgür Özel ve ekibine bağlanmış durumda. Kendilerine, ülkemizin bu kötü gidişine karşı mücadelelerinde başarılar dilemek ve yardım etmek kadar onu hatalarından alıkoymaya çalışmak bütün halkçıların ve demokratların görevidir. Ancak CHP’nin uzun yıllardır genel seçimlerde oyunu artıramaması ve iktidara gelemeyişinin nedenleri hakkında ifade edilen görüşler Türkiye sosyolojisinden habersiz görünüyor. 1930’lu yılların siyasi ve kültürel kavramlarını kullanarak iktidar olunabileceğini düşünenler var. Neyse ki bu çevrenin sözcüleri, son kurultayda aday bile olamadılar. Ancak, geçmişe özlem duyan bu anlayış partide hâlâ önemli ölçüde yaygındır. Kent burjuvazisi ve onların sözcüsü bazı aydınlar, toplumun derinliklerine nüfuz etme yeteneğinden çok uzaktır. Sizin ise geçmişte siyaset dışında bırakılmış köylüleri, Kürtleri, Alevileri anladığınız kendinizi “Dersimli Kemal” olarak nitelemenizden anlaşılıyordu. Fakat, Türkiye sosyolojisi, günümüz koşullarında Tunceli’den çıkmış Alevi ve Kürt kimliği taşıyan birinin değil, Rize’den çıkmış İmam Hatip mezunu bir politikacının başa geçebileceği bir yapıda olduğunu gösterdi. Onun ekibine iktidar yolu açan halkla bütünleşememiş burjuva kadrolarının olduğu kesin. Partinizin yeni seçilen kadrosu, size saygı göstermekte kusur etmeyeceklerini söylerken, kuşkusuz geçmişteki hizmetlerinizi göz önünde bulunduruyorlar. Sizin de hak ettiğiniz bu saygınlığı korumak için onlara yol göstericiliğe devam etmeniz beklenir. Toplum ve siyaset sizi unutmayacaktır. Sizin de bıraktığınız olumlu mücadeleye devam etmenizi bekliyoruz. Siyasi hayatımıza katkılarınız bu kurultayda yenilmenizle sona ermiş olamaz. Bundan sonraki ömrünüzde sağlık ve mutluluklar diliyorum. Saygılarımla. (7 Kasım 2023)

  • 100 Yıllık Cumhuriyette Sınıf Mücadeleleri

    Zeki SARIHAN * 100 Yıllık Cumhuriyet tarihi sınıf mücadeleleri tarihinden ibarettir. Bu mücadele yüz yıldır burjuvazinin zaferi ile sonuçlanıyor. Ancak burjuvazi tek bir parçadan oluşmuş değildir. Toprak ağalığı ve tefeciliğin değerlerden beslenen muhafazakâr-İslamcı, Batı değerlerinden beslenen liberal ve devletçi, Türk ırkçılığının çeşitli biçimleri de burjuvazi içinde saf tutmuş bulunuyor. Bunların ortak yanları, geniş toprak mülkiyeti, banka ve sanayi sermayesini elde bulundurmak emekçi sınıfları hem iktisadi hem ideolojik egemenlikleri altında bulundurmaktır. 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde de burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında da şiddet kullanmaya varan sert mücadeleler oldu. En son zafer, 21 yıldır iktidarı elinde bulunduran muhafazakâr ticaret burjuvazisinindir. Önemli ölçüde sanayi burjuvazisine dayanan, küçük burjuvaziyi de yanına almış klasik burjuvazi, iktidarı kaybetmenin acısını yaşamakta ve keskin bir politik mücadele yürütmektedir. Ancak siyaset arenasında dövüşen sınıflar bunlardan ibaret değildir. Şimdi tek tek ele alalım: Sanayi burjuvazisi ve eski bürokrasiyi temsil eden sınıf, 1923’te diğer sınıf ve tabakalara üstünlük kurarak iktidarı rakipsiz olarak ele geçirdi. Onun iktidarı kesintisiz olarak 1950’ye kadar sürdü. Partisi CHP idi. Bu sınıf gücünü önemli ölçüde ordudan, bürokrasiden ve burjuva aydınlardan alıyordu. 1946’dan sonra bu iktidar çatladı. Onun içinden çıkan liberal burjuvazi, toprak ağalarının ve ticaret burjuvazisinin önemli bir kesimlerini yanına alarak, Tek Parti Döneminden bıkmış köylülerin de kalbini kazanarak iktidara geldi. Bu iktidara karşı klasik burjuvazinin Orduda temsil edilen kesimi kendini kısmen yenileyerek 27 Mayıs 1960’ta iktidara el koydu. Demokratik bir anayasa ile muhafazakârların bir daha iktidara el koymasını yollarını tıkaya çalıştıysa da bu gücü sınırlayamadı ve Adalet Partisi, Demokrat Parti geleneğinin devamcısı olarak yenden iktidara geldi. 1971’de ve 1980’de kendini Kemalizm’in temsilcisi sayan ordu bürokrasisi bir karşı atakla Atatürkçülük adına iktidara el koysa güçlü bir zemin yaratamadığından, daha doğrusu temsil ettiği sınıfın toplumsal tabanı bulunmadığından diğer sınıflar tarafından geriletildiler. Bunlar tek balarına veya ve ortaklıklar halinde iktidar odular. Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi geleneğinden gelenler, Son olarak 21 yıldır AKP, tek başına iktidarını devam ettiriyor. Bu parti, “Millî görüş” denilen siyasi İslam’ın iktidarı önünde duran Batı ve Ordu’nun tepkisinden çekindiği için Millî Görüş gömleğini çıkardığını ve Batı’daki benzerleri gibi muhafazakâr demokrat bir parti olduğunu ilan etti. Fakat, yerini güvence altına aldıkça asıl kimliğine dönerek Cumhuriyeti İslami kurallara göre yeniden biçimlendirmeye başladı. Yaptığı sosyal yardımlarla kendine güçlü bir taban yarattığı için büyük mitingler, muhtıralar ve kapatma davasını aşabildi. Sınıf mücadelesi içindeki diğer güçlerden Irkçı-milliyetçi burjuvazi Tek Parti döneminde CHP tarafından temsil edilirlerdi. Bu partinin kabuğunun kırılıp içinden diğer akımların ayrışmasından sonra MP, CKMP, MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi tarafından temsil edildiler. Vatan Partisi de bu bloğun içinde yer aldı. Gıdalarını Kürt sorunundan alıyorlar. Oy potansiyelleri yüzde yirminin üzerindedir. Tek başlarına değilse de koalisyonlarla iktidara gelebilmektedirler. Emekçiler ve Kürtler: Bu iki kesimi bir arada anmamın nedeni, kaderlerinin birbirlerine bağlı olmasındandır. Her ikisi de uzun yıllar ya yok sayıldılar ya da bunların siyaset yapmaları şiddetle yasaklandı. Yaklaşık 40 yıl yer altında faaliyet gösteren işçi sınıfı partileri, 27 Mayıs devriminden sonra kısmî bir özgürlüğe kavuştular, hatta Meclise girmişlerse de de dönemlerinde yeniden yasaklandılar. Günümüzde parçalı bir haldedirler ve siyaseti etkileme güçleri çok zayıftır. “Kürt Partisi” olarak tanıtılan ve birçok ad değiştirmek zorunda kalan partinin hareket noktası da sosyalizmdir ve bugünkü yöneticilerinin ideolojisi de sosyalizmden güç almaktadır. Yeniden Refah Partisi, Türk feodalitesinin ve onun ideolojik örgütü Refah Partisinin devamıdır. Hüda-Par ise Kürt feodalitesinin saf partisidir. Günümüzde bu ikisi “Dünyanın bütün gericileri birleşin” emrini almış gibi AKP’nin kanatları altında siyaset yapmayı tercih etmektedirler. Deva ve Gelecek Partilerini saymayışımın nedeni bunların AKP ile aynı sınıfsal tabana dayanması ve AKP içinde anlaşmazlıklardan doğmuş olmalarıdır. Sonuç olarak Doğu ile Batı arasındaki geçiş noktasında bulunan Türkiye’de bütün sınıflar mevcuttur ve bunlar şiddetli bir sınıf mücadelesinin taraflarını oluşturuyorlar. Mücadele şiddetli olduğu için içbarış kurulamamıştır. Bu durum gelecek için belirsizliklerin nedenidir. Günümüzdeki sınıf mücadelenin ana ekseni, esas olarak iki burjuva kesim arasındadır. Muhafazakârların iktidarına karşılık liberal, laik bir düzeni geri getirmek isteyen partilerin ittifakı seçimi kazanmaya yetmemiştir. AKP iktidarına karşı Tek Partili Cumhuriyet dönemine dönmeyi savunanlar da vardır. Ne var ki, bunun hem mümkün olmadığını, hem de büyük sakıncalar yarattığını hesap edemeyecek kadar tarih ve siyaset biliminden de habersizdirler. “Yaşasın Cumhuriyet!” demek yetmez. Bunun nasıl bir cumhuriyet olduğunu da tanımlamak gerekir. Emekçi halk ve devrimci aydınlar için çözüm burjuva cumhuriyetinde değil halkçı bir cumhuriyettedir. Ya da Cumhuriyeti halkçılıkla taçlandırmaktır. (28 Ekim 2023)

  • FELEĞİN ÇARKI

    Olan bitene bir bak Her şey bir çark Feleğin çarkı Döner durur Kimini besler Kimini ezer Gün gelir, hesap döner Yakıtı, suyu kesilir Arasına çomak sokulur Çark durur, düzen bozulur Çarkta etkin olanlar Dönüşünden memnun kalanlar Dişlilere takılır Feleğin çarkı bu Ezen ezilen olur

bottom of page