top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • maviADA 2023 YILLIĞI

    Zeliha AYDOĞMUŞ 22 Şubat 2023 * Elime geçeli neredeyse bir hafta olmasına karşın, ancak paylaşıyor olmamın nedenlerinden biri ne yazsam eksik kalacak duygusu. Diğeri ve asıl nedeni ise ulusumun altından kalkmaya çalıştığı, hepimizin bildiği o büyük yıkım; deprem... Bu kadar, acının dolu gibi üzerimize yağdığı zor günlerden geçerken, benim adıma kıvanç kaynağı olan bir şeyi duyurmaktan ar ettim nedense. Oysa en çok bu günlerde yaslanmak gerekiyordu edebiyata. en çok bu günlerde haykırmak gerekiyordu içimizdekileri kelimelerin yardımıyla... İlkler hep özeldir, hele o ilkin üzerinizde emeği büyükse! Doğru, bu benim için bir kıvanç. Çünkü, arada boşluklar olsa da resmi olarak ilk maviADA Dergisinin internet aracılığı ile yayın yapan kanalında yazı ve şiirlerimle yer almıştım. Ama basılı olarak yayınlanan bir derginin, üstelik de yıllığında... Evet bu ilkti ve en önemlisi onur vericiydi. Bu yüzden, başta maviADA Dergisinin kurucusu, yöneticisi Şenol YAZICI olmak üzere, katkıda bulunan maviADA emekçilerine teşekkür ederim. Şenol YAZICI'nın yıllığın ön sözünde ''Yazmak Kendini Yaratmaktır'' yazısında, dergiler için söylediği ''Onlar yazar yaratma atölyeleriydi'' söyleminin kanlı canlı kanıtı olarak bulunuyorum karşınızda. En azından benim açımdan tam da dediği gibi oldu, yaratıldım... aynı zamanda yaşamım boyunca sürecek bir yaratımın çemberine fırlatıldığımın farkındayım. Bu yüzden de hiç doymayacak, NIETZSCHE'nin ''Herkes her zaman hiç kimsedir'' sözünü şahit tutarım ki öyle de kalacağım. Tartışmasız bir doğru, dergiler edebiyatımızın Ar-Ge(Araştırma Geliştirme) merkezleri olarak, hak ettikleri değeri görerek yoluna devam etmeli. Bir oluşum düşünün ki Ar-Ge faaliyetiyle varlığını, sürdürülebilirliğini desteklemesin; eskimeye, eksilmeye, belki de sonunda yok olup gitmeye mahkum olmaz mı! Geçmiş zaman, sadece edebiyatta değil hemen her alanda bunun kanıtlarıyla dolu değil mi! O zaman, diyorum ki dergiler hala, maviADA iyi ki var... Bu nedenle de bendeki yeri hep ayrı kalacak. Bilgisayarına ya da telefonuna indirip okumak isteyenler için de bir kolaylık düşünülmüş, aşağıda göreceğiniz gibi yazımın sonuç bölümüne eklediği pdf dosyasından derginin yıllığına ulaşabilir, indirebilirsiniz. Bir de sözü çok uzatmama karşın, dergide değerli yazılarıyla yer alan yazar arkadaşları burada anmazsam eksik kalacak bu yazım. İyi okumalar... İÇİNDEKİLER -Alfabetik Sırayla- Aycan AYTORE 7 Aydın ŞİMŞEK 11 Fadime Y. KAROĞLU 17 Fuat ÖZGEN 19 Hamza BEKTAŞ 21 Hasan GÜLERYÜZ 23 İsmail Hakkı ÖZSARI 25 Mehmet ÇOBAN 27 Mustafa TANER 29 Niyazi UYAR 31 Nurdan ALADAĞ 35 Nurten B. AKSOY 37 Semihat KARADAĞLI 41 Şenol YAZICI 45 Uğur ÖZIŞIK 49 Yusuf AKSOY 51 Zeliha AYDOĞMUŞ 53 Zeki SARIHAN 59 * Okumak, bilgisayarınıza indirmek için lütfen yukarıdaki dosyaya tıklayınız.

  • KIŞ

    Yusuf AKSOY * Kaçıncı kış bu böyle ne getirip götürdüğü pek bilinmeyen kentler battaniye altında çıplak yine çıplaklığa da hiç aldırmıyor ya çaresizliği boyun eğen huzura sayıyor ne gecede evsizleri ve titreyen aç canları biliyor ne de karanlıkta pazar sonrası yüzünü gizlemeyenleri dağılan pazar yerinden farksız anlayacağımız bu kış da memleket köyler geleneği sürdürüyor köylü kurnazı sırıtmaları ucuz ihanetin sureti olsa gerek toprak bile yüzünü öte dönmüş ne kökteki yetiyor kışa ne de başaktaki belli ki o da tahammülsüz mevsim döngüsü halini almış satışlara gelemiyor artık vicdan buz tutmaya meyilliyken bu çağın çeyreğinde ceylan sessizliğinde ovalar birbirine uzanamıyor ormanda ağaçlar dokunamıyor börtü böcekler ataşe benzeyen ele avuca siyanürle zehirlenen yer üstü ve yer altının dilsizleri çığlık çığlığa oysaki bir avuç da olsun duyan var çağın namusudur duyanlar tek mevsim değil dört mevsim kış altında hayat bedenleri kurtarmaya çalışıyor ruhu donmayan kalabalıklar akıl biçare akla aykırı düşkünlük salgınının hız kesmemesine ancak ağır ağır da olsa buzu kıranları görüyor kendinde akıl olanlar hayat bu düşe kalka yürünecek kışta da yollar

  • 80. YAŞ BİLDİRİSİ

    Zeki SARIHAN * (Dinmeyen Fırtına Zeki Sarıhan’a Armağan, Kitabın tanıtımı nedeniyle Ankara Fatsalılar Derneğinde yapılan toplantıdaki konuşmadır. 2 Aralık 2023). Hoş geldiniz. Bir kişi hakkında Armağan Kitap hazırlanması genellikle üniversitede bir usuldür. Emekli olan hocaları için öğrencileri tarafından hazırlanır. Hakkımda bir Armağan Kitap hazırlanması fikri bana ait değildir. Derslerine girmediğim ama Öğretmen Dünyası’nda bir ara birlikte çalıştığımız, şimdi Sosyoloji Profesörü Mehmet Devrim Topses’e aittir. Önceki yıl böyle bir kitap hazırlamak istediğini söylediğinde kabul etmedim. Beş altı ay sonra yeniden önerince kabul ettim. Anlaşılan beni de hocalarının arasına koymuş. Zaten uzunca bir süredir gerek benim kitaplarıma ve paylaşımlarına gösterdiği ilgiden, gerek kendi yazı ve kitaplarından aynı ekolün insanları olduğumuzu hissetmemek mümkün değil. Bu ekol, onun ifadesiyle Halkçılık ideolojisidir. İçinde milliyetçilik değil yurtseverlik olan, emeği en yüce değer kabul eden, emekçilerin iktidarını öngören ve sınıfsız bir topluma ulaşmayı ülkü kabul eden bir HALKÇILIK. * 70. yaşıma bastığımda duygularımı paylaşmıştım. 75. Yaşıma bastığımda yeni bir bildiri ile dostlarımı selamladım. Gele gele 80. yaşa geldik ve bu yaşta da söylenecek şeylerin olduğunu düşünüyorum. Beş yıl sonra kim öle, kim kala. Muhtemelen bu son yaş paylaşımım olacak. Zira bu yaşta insanlar için toprağın nazik davetini hissetmemek mümkün değildir. Babam ben sekiz yaşımda iken 49 yaşında aramızdan ayrıldı. Onun yaşının üstündeki her yaşı fazladan yaşadığım duygusuna kapılmıştım. Öldürmeyen Allah öldürmüyor! Elim kalem tuttuğu, dilim döndüğü, beyin sağlığım yeterli olduğu sürece yazmaya, konuşmaya, okumaya ve (tabii dinlemeye) devam edeceğim. Ancak gene de bu buluşmamızı bir veda töreni saymak yerinde olur. 80 yıl boyunca öğrenmem gereken şeylerin pek azını öğrenebildiğimin farkındayım. Ailemden, öğretmenlerimden, arkadaşlarımdan, kitaplardan öğrendiklerime göre insanlığa yararlı olabilmek için durup dinlenmeden çalışmak ancak bunun karşılığında toplumdan kendim için hiçbir şey istememek esastır. İnsanlığın yarası pek derindir. En büyük yara insanlığın sınıflara ayrılmış olmasıdır. İnsanlık için bundan daha büyük bir felaket yoktur. Bu büyük gerçeğin farkına vardığımdan beri, (17-18 yaşlarındaydım) köle ayaklanmalarından başlayarak aralıksız devam eden sınıf mücadelesi içinde kendimi buldum. Sevgili arkadaşlarıma hatırlatırım: hâkim sınıflar için yani toprak ağaları, burjuvalar, onların hizmetindeki bürokratlar için SINIF kavramından daha tehlikeli bir şey yoktur. Bu bilinci yok etmek için bütün araçlarını kullanıyorlar. Ordularını, mahkemelerini, Meclislerini, kanunlarını halk sınıflarının mücadelesini bastırmak, halkın bilincini köreltmek için kullanılmaktadır. Benim kuşağımın devrimci aydınları da bundan payımıza düşeni aldık. Yanarım yanarım da öğretmenlikte 25 yılımım yedi yılını öğrencilerimden uzakta geçirmek zorunda bırakılmama yanarım. Halkımız için helal olsun fakat o zulümleri yapanları ve yapmakta devam edenleri, sevgili kardeşim Ayhan Sarıhan’ın bir kitabına ad olarak koyduğu gibi “Unutmayacağız, barışmayacağız, affetmeyeceğiz!” Hayatımda en ağırıma giden iki sözden biri Mamak’ta tutukluyken öğrencim yerinde bir askerin beni “Lan!” diye diye azarlaması, diğeri de askerdeyken bir başçavuşun solcuyum diye düpedüz anama sövmesidir! Arkadaşlarımdan, yaşadıklarını kaleme almalarını hep istemişimdir. Bunlar, içinden geçmekte olduğumuz karanlık labirente ışık tutan metinlerdir. Bu nedenledir ki, çocukluğumun geçtiği dönemi, öğretmen okulu yıllarını, öğretmenliğimi, hapisliklerimi yazıp yayımlamakta tereddüt etmedim. Bunlar da gerçekte birer tarih çalışması değil midir? * Tanıtımı için toplandığımız beni anlatan kitabımın adını “Dinmeyen Fırtına” olarak ben koydum. Nedeni, ortalık zaman zaman sakinleşiyor görünse bile benim içimdeki fırtınanın hiç dinmemekte oluşudur. Bazı milletler, hâlâ kimliklerini kazanamamışken, İşçilerin emeklerine el konulurken, din ve mezhep ayrımları sürüp giderken, çocuklar öldürülür, kadınlar boğazlanırken, cehalet kol gezer ve korunurken, bilim ayaklar altına alınırken büyük insanlığın gözüne nasıl uyku girer? Geri dönmemek üzere sonsuz bir yolculuğa çıkmadan önce, ortalığı toplamak, borçlarımızı ödemek, eş dostla vedalaşmak gerekir. Ben de bu duyguyla ne zaman geleceği belli olmayan ayrılık gününe hazırlık olarak birkaç yıl önce vasiyetimi yazdım. Klasörler dolusu evrakımın, 50 defteri aşan günlüklerimin, basılmış ve basılmamış çalışmalarımın tarumar olmasını, sahipsiz kalmasını istemem. Sayısı beş bini bulan kitaplarımın çuvallara doldurulup sahafların önünde elma çuvalı gibi boşaltılması hoş olmaz. Bunlar artık geride kalanların sorumluluğunda olacak. Gözlerimi sonsuza dek kapadığımda, kırlarında hayvan otlattığım, derelerinde çimdiğim, her metrekaresinde ayak izimin bulunduğu köydeki aile mezarlığına, dördü daha yedi yaşına basmadan salgın hastalıklardan ölen kardeşlerimin ayak ucunda toprak anaya teslim edilmemi istedim. Cenaze töreninde köylülerime iletilecek mesajımı da kaleme aldım. Mezar taşıma bir kitap figürü, onun ortasından da ışık saçan bir güneş kazıtsalar iyi olur. Bu, köy mezarlığı için de bir yenilik olur. Burada, Ankara’da birkaç yıl sonra aile bireylerinin bile yerini unutacağı bir mezarlığa gömülmek istemem. * Rahmetli Hasan Yalçın benim için “tip” tanımında bulunurken, inandığı doğrulardan hiçbir koşul altında vazgeçmeyişimi, bunları her yerde açıkça dile getirişimi, otoriteye boyun eğmeyişimi, bağımsızlığına son derece düşkün olmamı kast etmiş olmalıdır. Bunun için toplantılarda “Önce sen konuş” derdi. “Neden?” diye sorduğumda “sen özgür düşünüyor ve konuşuyorsun” derdi. Bu özelliklere “sabır” kavramını da eklemek gerekir sanırım. Zira, ani kararlar yerine sabretmek, çözümü zamana bırakmak, kurduğumuz düzeni bugüne kadar yıkılmadan getirmeme katkı yaptı. * Teşekkürler: Çağrımıza uyup bu toplantıya katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Dinmeyen Fırtına’nın editörü Devrim Topses arkadaşıma, onu yayımlayan Paradigma Yayınlarına da teşekkürler. En büyük teşekkürü, 36 yaşında 5 çocuğu ile dul kalan ve aileye kol kanat geren anne hak ediyor. Geniş aileme, 49 yıl önce kurduğumuz çekirdek ailenin emektar dişi kuşuna ve yüzümüzü karartmayan iki erkek evladıma da büyük teşekkürler. Mahkeme kapılarında dara düştüğüm zamanlar, beni gönüllü olarak savunan ve bütün davalarımı her-geç kazanan avukatlarımı da unutmuş değilim. Çalışma hayatında birlikte ürettiğimiz, birlikte başardığımız arkadaşların dostluklarını ömrümün kalan kısmında da minnetle anacağım. Biz burada yok iken ve var iken, geçmiş mücadele geleneğini omuzlayan ve bize engin bir halkçılık mirası bırakan ustalarımıza selam olsun.

  • Askısı Kırık Zamanın

    Yusuf FERHAT * Askısı Kırık Zamanın Klaros, Temmuz 2023 155 Sayfa, ŞİİR * Yusuf FERHAT’ın üçüncü şiir kitabı ‘’Askısı Kırık Zamanın’’ Klaros Yayınlarından çıktı. FERHAT kitabı için; "155 sayfalık , 150 şiirin yer aldığı kitapta yaşamın doğal akışından esintiler sunduğum dizelerde, insan, ülke ve dünya sorunlarına değinmeye, toplumsal duyarlılığa ve okura estetik bir dille ulaşmaya, okurun edebi dağarcığına dokunmaya çalıştım. Bunda ne kadar başarılı olduğumu okurlar taktir edecektir," diyor. Şiir ve şiir anlayışını ise; "Şiirin hammaddesi hayatın kendisidir. Yaşamın kesitlerinden süzülen duyguların imge ve ritmden yararlanarak estetik bir dille aktaran yazın sanatıdır. Hüznün ve kederin bahçesinde yeşerir ve edebiyat sofrasındaki yerini alır…" diye özetliyor. ’Askısı Kırık Zamanın’’ kitabı, online kitap satış sitelerinden ve kitapçılardan temin edilebilir.

  • ASPİRİNLİ KURTULUŞ

    Kahve her zamanki gibi yükünü almıştı. Yaşamak gemisi vakit öldürme ülkesine doğru yola çıkmış, ipini koparan içeri dalmıştı. Sigara dumanından göz gözü görmüyor ama kimse içerdeki dumanlı havaya aldırmıyordu. Damlaya damlaya oluşan göl gözleri, ciğerleri boğuyor, sağlık sporun kalecisi durmadan gol yiyordu. Çoğu kişi oyuna dalmış; dikkatini iskambil kâğıtlarına, okey taşlarına vermişti. Birkaç çenebaz ise köşeye çekilmişler, kendilerini bile kurtaramadıkları halde, vatan kurtarmaya soyunmuşlardı. Devleti yönetenlere, politikacılara yol gösteriyor, akıl veriyorlardı... Karı dırdırından kaçarak erkenden kahveye sığınan ve akşama dek orada pinekleyen Veli Ayaz, derin bir of çekip masayı yumrukladı: “Nereye gittiğimiz, ne yaptığımız belli değil. Olmaz böyle şey!” diye bağırdı. Boş gezenin boş kalfası, vakit öldürme ustası Behçet Acar duruma el koydu: “Bir yere gittiğimiz yok, yerimizde sayıyoruz” dedi. Sinek avcısı Sami göz kırptı: “Ne yerimizde sayması? Uçuruma gidiyoruz uçuruma,” diye konuştu. Kaldırım mühendisi Kadir dudak büktü: “O kadar kötü durumda değiliz. Abartıyorsunuz.” “Az bile söylüyoruz. Geleceğimiz karanlık” diye itiraz ettiler. Dükkânını çırağına bırakıp hemen her gün, abone olduğu kahveye koşan, ne zaman oyun oynasa yenilen Uğur Usta içini çekti: “Ölmüşüz de ağlayanımız yok. Politik hacı ile bacı, halimize acı. Yok mu bu pahalılığın bir ilacı?” diye uyaklı bir laf etti. Veli Ayaz öfkeyle konuştu: “Bu memleketi batıran onlar değil mi?” diye sordu. Behçet Acar açtı ağzını yumdu gözünü: “Bu iş Özal’a kadar uzar arkadaşlar!” diye bağırarak masaya vurdu. “Memleketi borca boğdu, paramızın değerini düşürdü. Yatırım yapıyorum diye bizi elâleme muhtaç etti. İş sarpa sarınca da cumhurbaşkanı oldu, kendini kurtardı...” “Demirel hırlı mı sanki?” diye söze karıştı Veli Ayaz. “Kurtar bizi baba, diyenleri elleri böğründe bırakıp Çankaya’ya kapağı attı. Kurtarılmayı bekleyenlere hava aldı...” Sami, sinek avlıyormuş gibi ellerini birbirine vurdu: “Nitekim paşayla yere bakan hocayı unutuyorsunuz” diye homurdandı. “Adını dağlara taşlara yazdığımız, umut bağladığımız ama umduğumuz dağlara kar yağdıran Ecevit’i unutmayalım” dedi öteden biri. “Kendi yemedi ama yedirdi.” “Ampulcüleri unutmayalım. Işık yerine karanlık saçıyorlar millete. Yandaş ve yağdaş olmazsan halin harap. Dindar görünerek aldatıyorlar safları, kindarlık aşılıyorlar gençlere...” Bu da Veli Ayaz’ın görüşüydü. “Ak dediler kara çıktı/Sırtımızda yara çıktı/Yoksuldan yana göründüler/Ceplerinde para çıktı” diye bir de mani patlattı. **** Baktılar ki bu çekişme uzayacak, olanı olmuşu bırakıp memleketin nasıl kurtulacağını, kurtulması için neler yapılması gerektiğini tartışmaya karar verdiler. Sami, bilgiç bir tavırla dümeni eline aldı: “Devletçiliğin, sosyalizmin modası geçti arkadaşlar” diye parmağını salladı. “Devlet tüccar değildir. Devletçiliği küçülteceksin, hatta yok edeceksin. Her şeyi özelleştireceksin. Yenidünya düzenine uymalıyız. Komünizmin kökünü kazımalıyız.” Behçet kafasını iki yana salladı, hıh diye lafa girdi: “Özel teşebbüs kâr amacı güder, halkı sömürür. Altta kalanın canı çıksın, der. Yoksul vatandaşa acımaz. Orta direğin beli bükülür.” “Devlet, vatandaşa acıyor mu sanki? Rüşvet, yolsuzluk aldı yürüdü. Şu dağları kara duman bürüdü. Petrole, elektriğe, doğal gaza zam üstüne zam yapıyor...” “Devletin başında özel teşebbüs kafalı adamlar var da ondan oluyor bunlar. Devletin elinde olan fabrikalar, kitler iyi işletilse, yeni fabrikalar açılsa kötü mü olur?” “Kitler zarar ediyor, sırtımızda kambur oluyorlar.” “Sat da kurtul, öyle mi? Arpalık olmaktan kurtulsa ne güzel hizmet eder millete ama partizanlık aldı yürüdü, bir kişinin yapacağı işe beş kişi yerleştiriyorlar. Özelleştirme değil, güzelleştirme yapılmalı. Çirkin politikacıların eline bırakılmamalı milletin malı.” *** Bu tartışma da böyle sürüp gitti. Yanlarına uzun saçlı, sakallı, filozof bakışlı bir adam oturdu, tartışanları süzerek, “Aspirin olacak, aspirin!” diye mırıldandı. Adam, tartışanların ilgisini çekti, susup ona baktılar. Bu büyük adam kimdi acaba, aspirin demekle ne anlatmak istiyordu? Sami saygılı bir tavırla: “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz bey amca?” diye sordu. Adam daldığı derin düşüncelerden sıyrılamamışa benziyordu. Bilgelik kokan bir sesle: “Aspirin, aspirin alınacak, aspirin lazım. Aspirin bayer, her ağrıyı keser” dedi. “Aspirin mi? Başınızı ağrıttık galiba kısır çekişmelerimizle. Aspirin mi istiyorsunuz, yoksa bizim aspirin yutmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz?” diye sordular. Adam onları duymamış gibi kendi kendine mırıldandı: “ Aptallığın ası, salaklığın sesi, perişanlığın pesi, ihmalim isi, rezilliğin resi, iltimasın isi, nemelazımcılığın nesi... aspirindir hastalığın çaresi.” Adam böyle mırıldandıktan sona çekip gitti. Sami hayranlıkla bir “vay be” çekti: “Ne derin bir laf etti yahu! Laf değil vecize söyledi. Az konuştu, öz konuştu. Bizim gibi bin lafın belini bükmedi. Yani demek istiyor ki; Millet hapı yuttu, aspirin falan kâr etmez artık. Sorunlar diz boyu, iş ameliyatlık ama yöneticiler hastalığı küçümsüyorlar, bizlere aspirin yutturmaya çalışıyorlar.” Behçet itiraz etti: “Aptallık, salaklık aldı yürüdü. Çok ihmalciyiz, adam sendeciyiz. Rezillik, perişanlık var her yerde. İşi ehline vermek yerine, iltimasla yürütmeye çalışıyoruz.” Veli Ayaz yeni bir yorumda bulundu: “Adam bizi eleştirdi, önerdiğimiz kurtuluş çarelerini acemi doktorların her hastalığı aspirinle iyileştireceğini sanmasına benzetti.” Diye dudak büktü. Aralarında bir türlü anlaşamayınca adamın arkasından koşup yetiştiler: “Ne demek istediğinizi bir türlü anlayamadık üstat” diye özür dilediler. “Hadi ne olur söyleyiverin aspirin demekle neyi kastettiniz, hangi kurtuluş çaresini gerekli gördünüz?” Adam şaşkın şaşkın yüzlerine baktı: “Ne kurtuluşuymuş bu yahu?” diye başını salladı. “Benim o taraklarda bezim yok, kendi halinde bir emekliyim. Böyle şeylere aklım ermez. Sizin gibi tuzum kuru değil. Parasızlıktan saçımı sakalımı bile kestiremiyorum. Hanım, kaç gündür aspirin adliye başımın etini yiyordu da hep unutuyordum. Bu sefer de unutmayayım diye tekrarladım ve kotladım. Hepsi bu işte!”

  • BİR TUTABİLİR MİYİM?

    Gözünü budaktan esirgemeyenle Gölgesinden korkanı Temmuz güneşinde görmeyenle Zifiri karanlıkta yol bulanı Gözden ırak kalanla Gözüne gözüne sokulanı Önündekini görmezden gelenle Hiç bir şeyi gözden kaçırmayanı Gerçekleri haykıranla Göz boyamaya çalışanı Avcıya gözcülük edenle Avı, tuzak var, diye uyaranı Yolsuzluğa göz yumanla Suçlulara göz açtırmayanı Yoksulun ekmeğine göz koyanla Hizmet aşkıyla yananı Bir tutabilir miyim?

  • Reşat Nuri Güntekin

    GAMSIZIN ÖLÜMÜ O sabah, ana mektebinin bahçesinde fevkalâde bir telâş ve canlılık vardı. Talebe bayramı günüydü. İlk ve orta mektepler, kafile kafile marşlar söyleyerek sokaklardan geçiyor, şehrin uzak mesirelerine dağılıyorlardı. En ihtiyar talebesi altı yaşında olan bu ana mektebinin o kadar uzaklara götürülmesine imkân yoktu. Onlar, bayramlarını -kendi minimini ve paytak adımlarıyla- yirmi dakika çeken bir dere kenarında yapacaklardı. Hazırlık, dehşetti. Bahçe, renk renk elbiselerle canlı bir çiçek tarlasına dönmüştü. Erkek çocuklar, yeni potinlerini siliyorlar, kızlar birbirlerinin saçlarını düzeltiyorlar, çözülmüş kuşaklarını bağlıyorlar, düğmelerini ilikliyorlardı. Altı yaşında bir kız, taş merdivenin basamağına oturmuş, dört yaşında bir öksüz arkadaşının sökük gömleğini dikmeğe çalışıyordu. Nihayet hazırlık bitti, kafile yola düzüldü. Bir elleriyle, taburda arkadaşlarının elini tutuyorlar, ötekiyle -renkli paketler, minimini sepetler içinde- yiyecekleri, oyuncaklarını taşıyorlardı. Sokaklarda fazla gürültü, intizamsızlık olmasın diye öğretmenler, çocuklara marş söyletmeye başlamışlardı. Büyükler, göğüslerinin bütün kuvveti, kalplerinin bütün sevinciyle bağırıyorlar; küçükler, yürümekte olduğu gibi, şarkı söylemekte de geri kalmıyorlar, eğlenceli bir karışıklık oluyordu. Tabur, sokaklardan geçerken pencereler açılıyor, kadın başları sarkıyor, dükkânlardan satıcılar çıkıyordu. Bu ana mektebinin bütün gezintilerde olduğu gibi, alay başını yine "Gamsız" çekiyordu. Gamsız, sarı tüylü ihtiyar bir mahalle köpeğiydi. İnsan gibi anlayışlı, fakat insanlardan daha vefakâr bir mahlûktu. Galiba serseri ve kalender meşrebi için ona mahallede "Gamsız" demişlerdi. Fakat hakikatte o, köpeklerin en gamlısı idi, birkaç sene evvel büyük bir mateme uğramıştı. Dört yavrusunun birden zehirlendiğini, gözünün önünde kıvrana kıvrana öldüğünü görmüştü. Onları götüren süprüntü arabasının arkasından uzak mahallelere gitmiş, bir hafta geri dönmemişti. Onun bir yerde bir kaza eceline uğradığını zannedenler olmuştu. Fakat kalender ve mütevekkil görünüşüne rağmen o, çok gözü açık bir köpekti. Cinsinin düşmanlarını iyi tanır, hatta bazan onlara inanıyor, zehirli ekmeklerini yiyor, tuzaklarına düşüyor görünerek alay bile ederdi. Binaenaleyh onun bir yerde ölüp kalmasına imkân yoktu. Nitekim bir hafta sonra tekrar mahalleye gelmişti. Yalnız biraz daha ihtiyar ve düşkün, uzun sarı tüyleri biraz daha berelenmiş olarak... Bilmem yalan, bilmem doğru, mahalle kadınları onun için bir vak'a anlatırlardı. Gamsız, güya çocuklarının ölümünden sonra yaşamak istememiş... Belediye kulübelerinin karşısında durup boynunu bükmüş, yalvarır gibi kesik kesik uluyarak, çocuklarını öldüren yiyecekten istemiş... Hatta bir defasında zehirlenmiş, fakat ölmemiş... Çok ızdırap çektikten, çok süründükten sonra tekrar ayağa kalkmış... Gamsız, çocuklarının ölümünden sonra mahalleye darılmış, ana mektebinin arkasındaki viraneye çekilmişti. Sokakta hemen hiç dolaşmaz, yalnız zaman zaman mektebin bahçe duvarından içeri atlar, çocuklarla oynar, öğle vakti onların artıklarını yerdi. Çocuklara, büyüklerden fazla emniyet ettiği, onlardan esaslı bir zarar gelmeyeceğini bildiği için miydi, yoksa onların da -kendi ölmüş küçükleri gibi- masum ve müdafaasız mahlûklar olduğunu hissettiği için mi böyle yapıyordu? Öğretmenler, bu altın sarısı gözlerinde mahzun bîr vefa ile bakan, çocukların her nazına, her cevrine tahammül eden ihtiyar sokak köpeğini kovmamışlar, bilâkis gizli gizli himaye etmişlerdi. Hasılı, Gamsız, mektebin hademesi, kapıcısı nevinden bir emektar, küçüklerin en sevgili bir arkadaşı olmuştu. Ana mektepleri, insan cemiyetlerinin küçültülmüş numuneleri gibidir. Orada da fakirlik, kılıksızlık, aileye ait bir leke... gibi sebeplerle sosyete haricinde bırakılan, yahut vakitsiz bir inziva meyliyle evinden kaçan "yalnız"lar vardır. Gamsız, bilhassa bu küçük "yalnız"larla arkadaşlık eder, bahçenin bir köşesinde onlarla ağır ağır dolaşırdı. Küçük kalplerinde söylenilemeyecek dertler ve infialler taşıyanlar, onun çamurlu ayaklarını, elleri içine alarak konuşurlardı. Gamsız, hâline göre hasta bakıcılığı bile etmiş, bir gün bahçede koşarken yere yuvarlanan bir minimininin berelenmiş dizini diliyle yalamıştı. Kafile, artık mahalleden çıkmış, yeşil tarlaların arasından geçen bir ince patikaya düşmüştü. Gamsız, en önde, mağrur ve mütevekkil tavrıyla yürüyordu. Fakat nedense bugün onda bir neşesizlik, anlaşılmaz bir durgunluk vardı. Nihayet, bayram yerine varıldı. Burası, gölgeler içinde serin bir ırmak kenarıydı. Suların içine yeşil söğütler sarkıyordu. Küçüklerin velvelesinden çayırdaki kuşlar ürküp kaçmıştı. Şimdi gün onlarındı. Koşuşa çığrışa etrafa dağılıyorlar, ağaçlara tırmanıp çimenlerde yuvarlanıyorlardı. Akşama daha dünya kadar zaman olduğunu hesap edemeyerek kuvvetlerini, neşelerini israf ediyorlar, hatta yiyeceklerini, yemişlerini yemeye başlıyorlardı. Gamsız da bir aralık canlanmış, çocuklarla beraber oynamak istemişti. Fakat birden bire durdu, başını kaldırarak acı acı uludu. Sonra yavaş yavaş çekildi, iki büyük taşın arasında kıvrılıp yattı. Gamsız, hastaydı. Çocuklar, derhal bunu fark ettiler. Yemek götürdüler. O, verilen yiyecekleri yemiyor, ara sıra titizleşiyor, yalnız bırakmaları için yalvarır gibi dişlerini çıkararak hafif hafif bağırıyordu. Gamsız'ın ıstırabını ve bakışlarındaki perişanlığı öğretmenler de gördüler. - Yaklaşmayın çocuklar... Hayvandır bu. Belki kudurmuştur, dediler. Çocukların aldırmadıklarını görerek hademelerden birini nöbetçi bırakmaya mecbur oldular. * Büyücek öğrencilerden biri, -altı, yedi yaşlarında bir kız-. Birden bire bir şey hatırlayarak bağırmaya başladı: - Eyvah, Garnsız'ı zehirlediler... Bu sabah, bir şey almak için bakkala gitmiştim... Köşe başında, süprüntülükte Gamsız'ı gördüm... öteki köpeklerle beraber bir şey yiyordu... Mutlaka zehirli ekmek yedi. Öğretmenler, ihtiyar köpekten böyle bir ihtiyatsızlık beklemiyorlardı. Fakat çocuğun dediği doğruydu. Gamsız, bütün zehirlenen köpeklerde görülen ihtilâçlarla kıvranmaya, çırpınmaya başlamıştı. Çocukların neşesi birden bire sönmüş, çayıra bir eski mezarlık sükûtu çökmüştü. Bazıları sızıldanıp ağlıyorlardı. Yapılacak bir şey yoktu. Mektebin pek sevgilisi de olsa, bir köpek yüzünden bir bayramın küçüklere zehir olmasına müsaade edilemezdi. Öğretmenlerden biri: - Çocuklar, korkmayın... Siz bilmezsiniz... Gamsız, bir kere daha zehirlendi de kurtuldu... Ona bir şey olmaz... Haydi, oyunumuza! diye bağırdı. Küçükleri, yarı zorla dağıtmaya, başladılar. Bazıları ağlamaya devam ediyor, bazıları hocanın sözleriyle kendilerini teselli ederek: ''Gamsız, gayretlidir... Bir şey olmaz!" diyordu. Hatta küçük ellerini açarak onun için dua edenler bile vardı. * Öğretmenler, nihayet başka bir çare düşündüler. Bayram yerini iki üç dakika uzakta bir başka ağaçlığa nakletmek... Battaniyeler, paketler toplandı ve kafile, Gamsız'ı yalnız bırakarak, hareket etti. Çocukların arasında derhal gizli bir teşkilât yapılmıştı. Üç beş dakikada bir talebeden ikisi kayboluyor, gizlice Gamsız'ı görmeye giderek ondan haber getiriyordu. Havadis, derhal küçükler arasında yayılıyor, en miniminileri bile bunu öğretmenlerden saklıyordu. Bir saat sonra yine acı bir haber geldi. Gamsız, ölmek üzere idi. Saklandığı taş kovuğundan çıkmış, mütamadiyen çırpınıyordu. Ağzı, gözü, ayakları kan içindeydi. Artık ne emir, ne tehdit, çocukları zapt edemedi. Hep birden ağlaşıp bağrışarak koşmaya başladılar. Öğretmenler, ikisini, üçünü zorla yakalasa, sekizi, onu kurtulup kaçıyordu. Mamafih, artık köpeğe yaklaşmadılar. Gamsız'ın çırpınması korkunç bir şeydi. Kâh yerde debeleniyor, ayaklarıyla toprakları kazıyor, kâh kanlı ağzını gökyüzüne kaldırarak, tehdit eder gibi, uğursuz bir sesle uluyordu. Nihayet son bir gayretle toparlandı. İçindeki ateşi teskin için ırmağa doğru koşmağa başladı. * Irmak kenarındaki ince tahta köprünün yanında, beş yaşında iki minimini kız vardı. Bunlar, köpeğin tozu dumana katarak geldiğini görünce korktular. Tahta köprüden karşıya geçmek istediler. Fakat birisi telâş ile ırmağa düştü. Çırpınmaya başladı. Gamsız, bu kazayı görünce birden bire durdu. Yolunu değiştirdi. Tahta köprüye koştu. Çocuğun arkasından suya atıldı. Onu ağzıyla eteğinden yakaladı. Öğretmenler yetişinceye kadar onu suyun yüzünde tuttu. Sonra, artık takati kesilmiş gibi kendini bıraktı. Bir iki kere daldı, etrafındaki suları köpürttü ve öldü. Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı. * Reşat Nuri GÜNTEKİN 25 Kasım1889 İstanbul 7 Aralık 1956 Londra Eserleriyle Anadolu halkını ve onların yalnızlığını dile getiren sanatçıların başında gelen Reşat Nuri Güntekin, sadece roman türünde değil birçok türde başarılı eserlere imza atmıştır. Cumhuriyet dönemi yazarlara kıyasla daha akıcı, sade bir dile sahip olan yazarın en başarılı eseri Türk romanları arasında çok kıymetli bir yeri olan Çalıkuşu’dur. Hayatı Yazar 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuş ve tedavi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956 tarihinde hayatını  kaybetmiştir. Babasının askeri doktor olmasından dolayı öğrenim hayatı boyunca birçok il dolaşmak zorunda kalan yazar, ilköğretimine Çanakkale’de başlamıştır. Zengin bir aile çevresinin bulunmasından dolayı iyi bir eğitimden geçen Güntekin, daha sonraki yıllarda İzmir’de okumuş ve İstanbul’a gelerek lise eğitimini tamamlamıştır. Üniversiteyi ise şimdiki adı İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun’da edebiyat bölümünü okuyarak tamamlamıştır. Belli bir döneme kadar Bursa ve İstanbul’da öğretmenlik yapmış ve en ünlü eseri olan Çalıkuşu için gerekli birikime sahip olmuştur. Öğretmenliğin dışında edebiyata ve yazmaya ilgi duyan yazar, Çalıkuşu adlı eseriyle dikkat çekerek tüm yurtta tanınır hale gelmiştir. Bir dönem Çanakkale milletvekilliği de yapan yazar daha sonraki yıllarda Paris kültür ataşeliği görevini de üstlendi. Edebi Kişiliği Birçok türde başarılı eserler yazan Reşat Nuri Güntekin Cumhuriyetle birlikte imkansızlıklarla mücadele içine giren insanları idealize ederek anlatmayı başarmıştır. Babasının görevi nedeniyle birçok yeri gezme fırsatı yakalayan ve gezdiği yerleri gözlemleyen yazar eserinde bunların izini göstermiştir. Eserlerine ince bir titizlikle yerleştirdiği tenkitçiliği ile diğer sanatçılardan ayrılmaktadır. Eserlerine realist bir tavırla yaklaşması, eserlerindeki gerçekçilik her ne kadar eleştirilse de aynı zamanda eserlerinin inandırıcılığını arttırması yönüyle dikkat çekicidir. Reşat Nuri Güntekin; İstanbul ağırlıklı olan, İstanbul’u konu edinen edebiyatı bu şehirden çıkarmış ve Türk Edebiyatını Anadolu’ya taşımıştır. Anadolu insanın sıkıntısını, onların ne zorluklar altında yaşam mücadelesi verdiklerini çok ince bir üslupla dile getirmiştir. Yazar eserlerinde Türkçeyi çok yalın ve temiz bir şekilde kullanmayı başarabilen sanatçılar arasında gösterilmektedir. Gerek dilinin yalın olması gerekse eserlerindeki gerçekçilik onu vazgeçilemeyen bir yazar yapmıştır. Yazarın eserlerinde dönemin sosyal-kültürel özelliklerini net bir şekilde görebilmekteyiz. Cumhuriyet sonrasında toplumdaki hızlı değişim sürecinde aile kurumlarındaki çatışmalar, yazarın eserlerinde gözler önüne serilmektedir. Yazar özellikle Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ile bunların sosyal yaşama etkileri üzerinde durmuştur. Gazete ve dergilerinde yayımlanan yazılarında kendi isminin yanı sıra “Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit, Sermet Ferit” gibi takma isimler de kullanmıştır. Çalıkuşu 1922 yılında yazılan Çalıkuşu romanı, yazıldığı dönemde çok ses getirmiş ve yazarına büyük bir ün sağlamıştır. Yazıldığı dönemde edebiyat çevresi tarafından çok konuşulmuş ve görmüş olduğu ilgiyle izine az rastlanır bir eser niteliğine kavuşmuştur. Çalıkuşu, öğretmenlik mesleğini yüceltmekle birlikte modern dünyaya adımını atan Türkiye’de birçok genç kıza da ilham kaynağı olmuştur. Eser, yazıldığı dönemin bir ülke fotoğrafını yansıtmaktadır. Bu bakımdan Türk edebiyatında çok özel bir yere sahiptir. Kendisini memleketine adamış bir kadının iç dünyasını bir erkek olarak çok doğru ve güzel bir bakış açısıyla ele alan Reşat Nuri Güntekin, Anadolu’nun yüzyıllarca unutulduğu köşeden çıkarılmasını da sağlamıştır. Atatürk de bu romanı Büyük Taarruz öncesinde okumuş, çok beğendiğini ve herkesin okuması gerektiğini söyleyerek Çalıkuşu’nu başucu kitabı yapmıştır. Özellikle kitapta gerçekçi bir şekilde Anadolu’nun nasıl ihmal edildiğini görmüş ve sonraki yıllarda yapacakları bazı inkılapların zihninde canlandığı ifade edilir. Yaprak Dökümü Yaprak Dökümü romanında yazar, yanlış batılılaşmayı ve bunun sonrasında toplumun en küçük birimi olan ailedeki çöküsü ele almıştır. Reşat Nuri Güntekin, realist bir bakış açısıyla dönemin Türk ailesini incelemiş ve yaşanan sorunları gözler önüne sermiştir. Emekliliği sonrasında İstanbul’a yerleşen Ali Rıza Bey ve ailesinin yaşadıkları sorunlar, kültür ve sosyal yaşamda görülen hızlı değişimlere ailenin göstermiş olduğu farklı davranışlar ve sonunda da ailenin parçalanması kitabın ana hatlarını oluşturmaktadır. Yine bunların yanında yazarın üstünde durduğu önemli bir konuda toplumda görülen köklü değişikliklere insanların vermiş olduğu farklı tepkilerdir. ESERLERİ ROMAN: Acımak (1928) Akşam Güneşi (1926) Ateş Gecesi (1942) Bir Kadın Düşmanı (1927) Çalıkuşu (1922) Damga (1924) Değirmen (1944) Dudaktan Kalbe (1925) Eski Hastalık (1938) Gizli El (1924) Gökyüzü (1935) Harabelerin Çiçeği (1953) Kan Davası (ölümünden sonra 1962) Kavak Yelleri (ölümünden sonra 1961) Kızılcık Dalları (1932) Miskinler Tekkesi (1946) Son Sığınak (ölümünden sonra 1961) Yaprak Dökümü (1930) Yeşil Gece (1928) ÖYKÜ: Eski Ahbap (1919) Gençlik ve Güzellik (1919) Leyla ile Mecnun (1928) Olağan İşler (1930) Roçild Bey (1919) Sönmüş Yıldızlar (1928) Tanrı Misafiri (1927) EĞİTİM: Dil ve Edebiyat: Türk Kıraati (1930) Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (1935) GEZİ: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966) OYUNLAR: Babür Şah’ın Seccadesi (1931) Balıkesir Muhasebecisi (1953) Bir Kır Eğlencesi (1931) Bir Köy Hocası (1928) Bir Yağmur Gecesi (1943) Eski Rüya (1922) Eski Şarkı (ölümünden sonra 1971) Felaket Karşısında-Gözdağı-Eski Borç (Üç oyun birarada, 1931) Gazeteci Düşmanı-Şemsiye Hırsızı-İhtiyar Serseri (Üç oyun birarada, 1925) Hançer (1920) Hülleci (1926) İstiklal (1933) Tanrıdağı Ziyafeti (1955) Taş Parçası (1926) Ümidin Güneşi (1924) Ümit Mektebinde (1931) Vergi Hırsızı (1933) Yaprak Dökümü (ölümünden sonra 1971) DERLEME: Aycan AYTORE

  • TENEŞİR SUYU

    Niyazi UYAR * “Barec bi pahlasa, Salli Malli su altında galır!” Öyle derdi Gök Münevver, Demirköprü Barajı’nın dolgusunun o kadar suyu taşıyamayacağını mı düşünür, ya da o kadar çok suyu bir arada görmediğinden midir, öyle demektedir, bilinmez! O Salihli’ye her gidiş gelişinde, “Barec bip pahlasa, emme olur ha, Salli Malli gamaz!" Bu korkuyu, bu paniği her Salihli’ye gidiş gelişte yaşardım ben de. Barajın dolgusu bir patlasa, “Salihli Malihli kalmaz, yok olur. Şu yaşıma geldim, o korkuyu tam olarak atamadım üstümden. Gediz Nehri üzerine kurulan Demirköprü Barajı, kaya dolgu tipi olduğundan sağlamdır. Çocukluğumun korkusu işte, Salihli’den Köprübaşı, Demirci’ye gidip gelirken dolgunun üstüne geldiğimde yaman bir korku, elimi ayağımı esir alır, vücudumun her bir noktası çımkışır. Tenimden başlayan çımkışma vücudumun her bir noktasına ıhıl ıhıl sirayet ederken, yüreğim beynin yerine geçecek, aha şimdi patlayacak, korkusuyla yolculuk yaptığım otobüs içinde veya kendi kullandığım arabanın koltuğunda kaybolup giderdim. Salihli dönüşü dolguyu geçip stabilize kaplama yola çıkınca bir rahatlama bedenimin her bir noktasından, yüreğimden beynime doğru dört nala giden at gibi çabucak her yanıma yayılırdı... Uzun zamandır yağmur yağmıyor, toprak suya hasret çatlamış, ağaçlar, ağaçların yaprakları kurumuş gazel olmuş. Yollar beller kurumuş ot, kurumuş yaprak gazelleriyle örtülmüş ve gazele dönen yapraklar küçük bir esintiyle oradan oraya savrulup giderken, Osman’ın at oynattığı diyarların Mavilisi'nin kor ateşe dönen metafizik aşkı da susuzluktan gazel olmuş yaprak gibi savrulup gitmiştir Uludağ’ın yamacına doğru. Birkaç aydır yağmayan yağmura, ağaçlar, toprak, tekmil canlılar hasrettir. Her bir varlık gökten yağacak halkın rahmet dediği can suyunu, oğlunun cepheden sağ salim dönüşünü bekleyen ana gibi beklemekte. Meteoroloji bazı iller için turuncu kodu ile uyarmakta. Turuncu, sarı… renk kodlaması Amerikan’ın hava durumu için geliştirdiği uyarı renkleridir, ne olacak bize ait olacak değil ya. Bu turuncu iller arasında Manisa’da vardır. Güneş batı istikametinden İzmir’e doğru süzülüp gitmiş, İzmir ufkunu kızıl bir atmosfere çevirerek batıp gitmiştir. Güneşin batmasından yarım saat ya geçmiş ya geçmemiş, dört yanı kara, kapkara bulutlar kaplayıp ortalığı zifiri bir karanlığa çevirir, şehri aydınlatan sokak lambaları çevre yanını anca aydınlatırken, şehrin üstünü kapatan yaman bir karanlık, trafiği durdurmuş, bir santim ilerlemez. Yaprak kıpırdasa, sinek uçsa duyulacak korkunç bir sessizlik şehrin üstüne abanmış, insanlar tarifsiz bir korkuyla nefes bile almaktan korkar olmuş. İki yüz bin nüfuslu şehir ölüm sessizliğine bürünmüş, hareketsiz beklemektedir adeta az sonra kopacak heyulayı! Birden Bozdağ’ın yamacından bomba patlarcasına şimşekler arkası arkasına çakmaya başlar. Şimşekler, dölledikleri bulutları yağmura çevirir. Şimşekler arkası arkasına patlarken, döle kesen bulutlar, yağmur bombasıyla döllenmiş gibi nakliyesini yaptıkları yağmuru bardaktan boşanırcasına değil, adeta kova kova boşaltır. Ağaca, yaprağa, toprağa can suyu mudur, teneşir suyu mudur? Kimse yanıt olabilecek durumda değildir. Yağmur ara vermeden kovadan boşanırcasına ırmak olmuş yağmakta. Susuzluktan betona dönen toprak için can suyu olan yağmur, teneşir suyuna dönmüş, yukarıdan aşağıya akıp gitmekte, akıp giderken ona hasret tabiat için, ona hasret nebat için, ona hasret toprak için, ona hasret her canlı için teneşir suyudur! Bozdağ’ın yamaçlarından aşağı doğru akıp giden toprağın, beklediği can suyu, teneşir suyu olmuş, önüne ne çıktıysa yerinden söküp atmakta, silip süpürmekte, silip süpürürken, dereler ırmak olmuş, sel olmuş Alaşehir Çayı’nı yatağından ayırmış, Gümüş Çayı’na taşımış, Alaşehir Çayı’nın boz bulanık, sebze, meyve, ağaç yığınlarıyla yüklü sel suyu, Gümüş Çayı’nı büyüttükçe büyütmüş, Gediz’in elli, belki yüz katı büyütmüş, büyüttükçe yatağını değiştirmiş, yönünü şehre çevirmiş. Sel suları artık ne Alaşehir Çayı ne Gümüş Çayı’dır, şimdi yeni bir nehir, coğrafyaya adını yazdıracak yeni bir nehir. Bu nehir de değil, bu bir su yolu, su yolu da değil, bir ummandır! Suyun üstünde envai çeşit, sebze, meyve, ağaçlar, çeşit çeşit, marka marka arabalar, masalar, sandalyeler, kapılar, pencereler, pazarcı tezgâhları, atık eşya kumbaraları… Gece olmuş, şehrin elektrikleri çoktan gitmiş, şehir tarih öncesinin karanlık çağını yaşamaktadır adeta. Şehir karanlığa gömülürken yükselen sular, eski yapıları, eski binaları bir bir yıkarken, yıkılan evlerin, apartmanların ahalisi, teneşir suyunun üstünde batıp çıkarken, imdat imdat çığlıkları göğü eritip yerle yeksan ederken, yeni binaların ahalileri de apartmanların çatılarında, kör karanlıkta, yukarılarda, çok yukarılarda yanıp sönen, ışıldayan yıldızlara yakın uzak gezegenlere seslerini duyurabilecekmiş gibi imdat, imdat bağırıp ederken, dünde, bugünde sevdiklerinin kalplerini kıranı, kırmayanı, seveni, sevmeyeni, son pişmanlıklarını, imdat çağrılarına yüklerken, Gediz’in İlke Çayı ve öteki kolları onu besleyen her bir deresi de ırmaktır, Gediz’i de nehir olmaktan çıkarmış, bir okyanusa çevirmiş. Bu kadar suya, sele bent mi dayanır, Demirköprü’nün kaya tipi dolgusunu yıkıp gitmiş, aşağılarda okyanus ola ola akıp gitmiş. Aşağı doğru büyüyüp çoğalan sular, Adala Dombaylı, Bezirganlı, Taytan… ev ocak ne varsa silip süpürmüştür. Derelerin ırmak, ırmakların nehir, nehirlerin deniz olduğu sular, önce irili ufaklı eski yapıları, sonra müteahhitlerin az çalarak yaptığı yeni yapıları, yavaş yavaş yıkıp geçerken, sağlam yapılar sel sularının içinde yalnızca çatıları görünür vaziyette kalırken, iki yüz binlik Salihli şehri ve Gediz ovası tarih olmuştur... Doğa katillerinin kulağına küpe olması dileğiyle…

  • FİLİSTİN ve İSRAİL

    Çok eskiden görmüştüm. Tablo Musa'nın Tanrı'dan aldığı ON EMRİ kazıttığı tableti tebasına gösterdiği anı resmeder. Amacına direk giden, hedefi 12'den vuran gösterişli, etkileyici bir resimdi. Şimdi aynı hissetmiyorum, bunun nedeni de İsrail, Hamas'ı cezalandıracağım derken ayrımsız sivilleri, çocukları ...öldürünce Musa elindeki taş parçasıyla masumların başını ezecek gibi görünmeye başladı bana, elimde değil... Em. Kurmay Alb. Hamza BEKTAŞ maviADA Dergisi Strateji Uzmanı * Hamas -İsrail savaşı başlayalı iki aya yakın zaman geçti, kısa süreli ateşkes günleri sona erdi, saldırılar yeniden başladı. İsrail’in görülen hedefi Hamas’ı yok etmek ve Gazze’yi kontrolü altına almak. Bu hedefe ulaşmadan uzlaşmaya yanaşmayacağı tahmin ediliyor. Savaşın sonunu şimdiden kestirmek mümkün değil, savaştan iki tarafın da zarar göreceği kesin. Kazançlı kim çıkacak zaman gösterecek. Hamas’ın da İsrail’in de yaptıkları tarih kitaplarına kara bir sayfa olarak geçecek. Konu ile ilgilenenlerin merak ettiği iki tarafın da bu cesareti nereden aldığı, ABD’nin şartsız , İngiltere’ nin bazı suni gerekçelerle, diğer Avrupa devletlerinin İsrail’e açık destek için sıraya girmesini altında yatan gerekçe nedir? Bunu bölgedeki doğal kaynaklar ve İslam düşmanlığına bağlamak yeterli değildir. Bunun için Filistin’in tarihine ve İsrail’ in bugünkü destekçileri ile geçmişteki ilişkilerine bir göz atmak gerekir. İSRAİL'İN KISACA TARİHİ İbraniler MÖ 1000 yılından önce Yahudi’ye yerleşmiş tarihleri çevredeki imparatorluklarla yoğrulmuştur Yahudilerin Milattan önceki tarihleri daha çok Ahdî-ı-Atık dedikleri TEVRAT kaynaklıdır. Yahudilerin bu tarihlere ait yazılı bir tarihi ve edebiyatı yoktu. Yahudiler “Babil Esareti” altında yazılı eserlerini bir araya toplama fırsatı buldular. Bu kayıtlara göre; Hz Davut ve onun oğlu Süleyman zamanında en mutlu dönemlerini yaşamışlar. Bu dönem fazla uzun sürmediği gibi sanıldığı kadar büyük ve zengin de değildi. Krallık İsrail ve Judo krallıkları olarak ikiye ayrıldı. MÖ. 721 yılında İsrail krallığı Asurlular tarafından ortadan kaldırıldı. Juda halkı da MÖ 604 yılında aynı akıbete uğradı. Böylece Sami ırkının hâkimiyeti Arı ırkına geçmiş oldu. Kral Kyrus yeniden inşa etsinler diye küçük bir Yahudi grubu Kudüs’e iade etti. Hem Kudüs’ü inşa ettiler, hem geleneklerini muhafaza ettiler. Bu dönemdeki bir çok devletin, milletin tarihten silinmesine rağmen Yahudilerin varlıklarını bozulmadan devam etmelerin de Kutsal Kitap’a bağlıklarının büyük önemi vardır. Bir düşünceye göre ”Kitab’ı Mukaddes’i yaratanlar Yahudiler olmaktan ziyade, Yahudileri yaratan Kitab’ı Mukaddes’tır” Tevratın ortaya çıkması bir devrimdi. İlk defa Dünya, insan eliyle yapılmayan, yine insanlar tarafından ortadan kaldırılamayan bir Tanrı ile tanışmış oldu. Yahudilerin inancına göre “Hz. İbrahim’in Tanrı’sı Kudüs’ü inşa etsinler ve onu yeryüzündeki merkezi haline getirsinler diye Yahudileri kendine millet olarak seçmiş ve onlara kutsal toprakları vat etmiştir Yahudiler böyle bir millet olmanın hayali ve onuru ile yaşamışlardır. Tanrı’dan başka hiç bir varlığa itaat etmemek inancı; dünyada yeni bir cemaat değil ,yeni tarzda bir insan ortaya çıkmasını sağladı ”İmdi Allah kelamı bana o şekilde geldi”. (1) -FİLİSTİNDEKİ Eriha kentinin ve Kenan İli'nin fethinin canlandırıldığı resim. Bu yarı mitolojik öykünün ne kadarı doğrudur bilinmez ama arkaik dönemde boruların ses gücüyle bir kentin taş duvarlarının bile yıkılabileceğini düşünen bilimsel öngörüş, atom bombası dahil sonraki yıllarda oluşacak Yahudi buluşlarının da habercisidir.- Birinci Dünya savaşından önce Yahudiler dünyanın beş kıt’asına dağılmışlardı. Maddi durumları bulundukları ülke halkından iyi, inançları varlıkları var, ancak vatanları yoktu. Yahudilerin amacı bir vatana sahip olmaktı, birinci öncelikleri de tabii kendilerine va'at edilen Filistin'e yerleşmekti. İlk Siyonist kongresi 1897 de İsveç Basel de toplandı. Daha sonra dünya Siyonist örgütü Viyana da kuruldu. 1901 de Filistin de toprak satın almak için Yahudi milli fonu kuruldu. İngiliz sömürgeler Bakanı J. Chamberlain, Yahudi temsilcisi Herzl’ye vatan olarak Kıbrıs veya Sina’yı önerdi, bu öneri kabul edilmedi. Herzl Londra da avukatlık şirketi ile görüştü. Bu defa Chanberlain, Herzl’ye İngiliz Sömürgesi Uganda’yı önerdi Herzl bu teklifi kabul etti, ancak Dünya Siyonist konferansında ret edildi. 1903 de İngiliz Dışişleri bakanlığı yapılan araştırmalar başarılı olursa hükümetin Yahudi kolonisinin kurulmasını uygun karşılayacağını ilan etti, (Birinci Balfour deklerasyonu) 1904 de başbakan olan L. George Yahudi nüfusunun yoğun olduğu Manchester’de doğmuş bir Evangelist’ti ve Yahudilere yurt verilmesinin başlıca savunucularından biriydi. Filistin de Arapların sayısı 650 bin, Yahudilerin sayısı 80 bin kişi idi. Filistin’e Yahudilerin yerleşmesini savunanlar kadar buna karşı olanlar da vardı. Albay Sykes-Francois Georges –Picot uzun bir çalışma sonucu “Filistinin geleceği" hakkında bir rapor hazırlayarak İngiliz kabinesindeki ilk Yahudi Bakan olan Harbert Samule verdiler. H.Samuel kabineye sunduğu Filistin’in geleceği raporunda “ Siyonizm’in geleceği İngiltere’nin dünyanın dört bir yanında yaşayan Yahudilerin ebedi minnettarlığını kazanmasını sağlayacaktır.” Siyonistlerim önderi Haim Weizmann 1910 yılından beri adına tescilli 120 patent sahibiydi. Savaş sırasında İngiltere’nin onun üreteceği mühimmata çok ihtiyacı vardı. 1915 yılında Londra ya taşınan Weizmann, silah ve cephane bakanlığına getirildi. Kabinede etkili olan Wınston Churchill’e ilişkilerini geliştirdi. Düğmeye basılmış çalışmalar hızlanmıştı. Bunun için önce İngiltere’nin, sora da dünyanın ikna edilmesi gerekiyordu (2): Yahudiler için para herşeyden önemlidir, Bunu çok mahirane kullanırlar. Gerektiğinde finans imkanlarını kullanarak ülkelerin yönetimleri dahi değiştirdiler. Ülkelerin üzerinde şirketleri, sivil toplum kuruluşları. lobiler finansörleri ile her zaman etkili olurlar. Filistin'e Yahudilerin yerleşmesini savunan L. George, savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğunun müttefikleri olan Almanların kontrolüne girerek Hindistan yolunun tehlikeye girmesinden endişe ediyordu. Ortadoğu’yu özellikle Filistin’i İngiltere için yaşamsal bir çıkar alanı olarak görüyordu. Kabinede buna karşı olalan, L.Gurzon Filistin'in milyonlarca Yahudiyi besleyemeyeceğini savunuyordu. Arapları savunan George Antonus ise, Filistin'in ikinci bir millet için yurt yapılması ancak, şimdi orada bulunanların yerinden edilmesi ya da ortadan kaldırılması ile mümkün olur diyordu. Başbakan L.George’un ilk yaptığı, Mısır daki İngiliz ordularına Filistin’e taarruz için hazırlık yapma talimatı vermek oldu. Mısır'dan cepheye günde 600 bin galon tasviye edilmiş su taşıyan çelik boru döşendi. Yüzlerce su kuyusu açıldı. 250 Km. çift hat demiryolu düşendi. Menzil ve Filistin'in işgali için İngilizler birçok hazırlık yaptılar. Yeni eğitim kurumları açıldı. Menzil içi hastane sayısı 72 ye çıkarıldı. birliklerde 6 bin motorlu araç, 35 bin deve, 100 bin at, 8 bin merkep vardı. Bölgedeki işçi sayısı 135 bin, 140 posta şubesi vardı. Gerek askerlerin çoğunun, gerek işçilerin tamamının İngiltere’nin sömürgelerinden getirildiğini söylemeye bilmem lüzum var mı? Bu rakamlar bize İngiltere’ nin Filistin’ in işgaline verdiği önemi göstermektedir. Filistin Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeydi. İngiliz ordusunun karşısındaki Osmanlı ordusunun durumu hiç de iç acıcı değildi. Alayların çoğu mevcudunun yarısını kaybetmiş Lojistik durma noktasında, ulaşım vasıtaları ve yollar yetersiz, askerin giyeceği, yiyeceği suyu sağlık hizmetleri, içler acısı.. Silahlar eski, cephane yetersiz, sıtma, dizanteri salgın halinde. Komuta kademesinde Almanlarla Türkler arasında görüş ayrılıkları var. Ordu çölün kavurucu sıcağı altında hastalıktan açlıktan susuzluktan çok zayiat veriyor, morali bozuk, firarlar önlenemiyor (2) 1917 de siyonist federasyon başkanlığına seçilen Haim Weizmann İngiliz hükümetinden Filistin de bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklediğini açıklamasını istedi. Savaş kabinesinde bulunan L.Kıtebener ve Gn. Kur. Bşk. W.Robertrom. Batı cephesinden Filistine kuvvet kaydırmaya karşıydı ve L.George’un Ortadoğu'ya bakışının bir saplantı olduğunu düşünüyorlardı. Fikir ayrılığına rağmen başbakanın dediği oldu. 1917 yılının ilk aylarında Mısır'daki İngiliz ordusu parça parça Filistin'e intikal ederek 26 mart 1917'de Gazze’deki Osmanlı ordusuna saldırdı. Birinci Gazze Savaşı; Bu savaşta İngilizler 4 000 kişi, Türkler 2390 kişi zayiat verdiler. Başarılı olamadılar. İngiliz ordusu takviye edilerek 19 nisan da yeniden saldırdı. İkinci Gazze savaşı; bu savaşta da İngilizler 6500 zayiat verdi ve yine başarılı olamadı Türkler 1969 kişi zayiat verdi. İngiliz ordu komutanı Murray görevden alınarak yerine Allenby getirildi. 15 Temmuz 1917’de Mustafa Kemal Yıldırım Ordular grubu bünyesindeki 7 nçi Or. K. lığına atandı. M.Kemal Türk Ordusunun daki Alman komutanlarını hazmedemiyordu, ordular grup Komutanı M. Falkenbayn ile stratejik görüş ayrılıkları vardı. M. Kemal düşüncelerini 20 Eylül 1917 bir raporla Harbiye nazırı Enver Paşaya ve Sadrazama gönderdi. M.Kemal bu raporunda özetle “İngilizlerin himayesinde bir Yahudi devleti kurulmasına şiddetle karşıyım. En kuvvetli düşman birlikleri hazır olarak Sina bekliyor. İngilizlerin büyük bir taarruz için hazırlık yaptığı anlaşılmaktadır Sina cephesinin emniyeti için uygulanması gerekli plan, 7. Ordunun hemen kuzeye hareket ettirilmesi ve birlik kaptırmadan uygun mevzilere çekilmesidir. Başka çare yoktur. Almanlar harbin uzamasını istiyorlar. Memleketin savunma meselesini herhangi bir yabancı komuta kademesine verilmesi saltanat hayatını kesinlikle bozar. Sina nın savunması ya yalnız 7. Ordu .Komutanlığına ait olur, ya da ben 7. Ordu komutanlığından af olunurum. Bulunduğum mevki itibariyle bunları anlatmakla vicdanımın üzerinden bir yükün kalkmış olduğuna inanıyorum.” Enver Paşa hayalperest, M .Kemal gerçekçiydi. Osmanlı ordusu lojistik imkânların yetersizliğine rağmen dört cephede çarpışırken Enver Paşa Bağdat’ı ele geçirme hayali kuruyor, kuvvetleri oraya kaydırmak istiyordu. M. Kemal halkı Türk olmayan ülkeleri elde bulundurmanın artık gerçekçi olmadığını, Ordunun dengesi bozulmadan halkı Türk olmayan toprakların terk edilmesi sonradan Misak-i milli denen bölgenin mutlak ve kesinlikle savunulması gerektiğini savunuyordu. Önerisi kabul edilmeyince M. Kemal istifa etti. Daha sonra ikna edilerek Yıldırım Ordular Komutanlığına atandı ama iş işten geçmişti!( (4 ) 31 Ekim 1917 de İngiliz kuvvetlerinin üçüncü taarruzu başladı, aynı gün toplanan kabine muhalefetin itirazına rağmen Dışişleri Bakanı Balfour’u, Haim Weizmann’ ın istediği destek güvencesini açıklamakla görevlendirdi. 2 Kasım da yapılan açıklama şöyle ”Krallık Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır. Bu hedefin gerçekleşmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin de yaşayan diğer halkların hak ve politik statülerine hiçbir zarar verilmeyecektir.” (İkinci Balfour Deklerasyonu) Kral Hüseyin ve Prens Faysal konu hakkında bilgilendirildi. Arap ülkelerinden tepki beklenmiyordu. Kral Hüseyin, Balfour Deklerasyonu'nun Filistin'de doğacak bir Yahudi devletinin işareti olarak görüyor ve karşı çıkıyordu. Sonra kendisine verilen garantiye inanarak muhalefetten vazgeçti. Filistine gelecek Yahudilerin İngiltere'ye avantaj sağlayacağına inandı. Balfour Deklerasyonu Amerika'da yaşayan 3 milyon Yahudi arasında siyonist hareketin ve düşüncelerin gelişmesinde önemli rol oynadı. General Allenby Filistin'de 1917'de askeri bir yönetim kurdu. Yahudilerin Filistin'de yurt edinmesi kararından sonra, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudiler yavaş yavaş Filistin’e gelmeye başladı. 1928 de sadece 10 kişi geldi, 1930 da 4 bin, 1933 de 30 bin, 1935 de 62 bin kişiye çıktı. 1936-1938 sakin geçti.1937 de İngiltere Filistin'de iki devlet kurulmasına, gelecek göçmen Yahudi sayısının 12 bin ile sınırlandırılmasına karar verdi. 1939 da bu sınırlama 12 bin den 72 bin e çıkarıldı. Arapların sayısı hala çoğunluktaydı. İkinci Dünya savaşı sonunda birçok devlet ABD ne minnettar ve muhtaçtı. ABD Başkanı Yahudilere konan kısıtlamanın kaldırılmasını, 100 bin Yahudinin hemen Filistin’e gönderilmesini istedi. Bu tarihten itibaren Yahudilerin baş hamilik görevi İngiltere den ABD. ye geçmiş oldu. Araplar hala tehlikenin farkında değildi. 12 bin Arap Türk Ordusu ile savaşan İngiliz ordusuna katıldı. 1947 de BM de özel bir komisyon kuruldu Filistin’ in Arap ve Yahudi olmak üzere ikiye ayrılmasına karar verdi. Birleşmiş Milletler 29 Kasım 1947 de bu kararı onayladı. Araplar bu kararı tanımadı. Bu tarih de Filistin de bir milyon 269 bin Arap, 678 bin Yahudi vardı. 14 Mayıs 1948 de Yahudiler İngiliz mandasının sona erdiğini bildirdi, Aynı gün İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. Bunu tanımayan Araplarla mücadele ve savaşlar başlamış oldu. Bu savaş sonunda Hayfa-Akka –Yavo- Kudüs Yahudilerin kontrolüne geçti 200-400 bin arasında Arap komşu ülkelere mülteci olarak geçti. Göçmen Yahudilere Arapların toprak satması hızlandı, öyle ki Araplar alış fiyatının 40 ile 80 katına Yahudilere topraklarını sattılar. 1949 savaş sonrasında Arapların elinde Filistinin % 21 i ancak kalmıştı . 1967 deki 6 gün savaşında İsrail Ürdün’ den Serie Nehrinin batı kıyılarını, Suriye’den Golan tepelerini, Mısır’ dan Sina yarımadasını aldı (6 BİR HATIRA: 1967 Arap İsrail savaşı başladı başlayacak taraflar yığınaklanmalarını tamamladı. Harp akademisinde bu hazırlıkları değerlendiriyoruz (yığınaklanma askeri terimde savaş başlamadan önce birliklerin aldığı pozisyondur, çoğu zaman savaşın kaderini tayın eder) Hocamız Yzb. Selim Okcay’dan Arapların yığınaklarını değerlendirmesini istedi, Yzb.nın cevabı “Tek cümle ile bu yığınak-gel beni imha et yığınağıdır”. Nitekim de öyle oldu. SAVAŞIN DEĞERLENDİRİLMESİNE GELİNCE: Öncelikle şunu belirtmeliyim: Bu satırların yazarı, Ne İsrail'in, nede Filistinli Arapların, ne mutlak taraftarı ne de mutlak düşmanıdır. Oldukça tarafsız objektif olmaya çalışıyorum. Önce bir cümlenin altını çizelim, bazı politikacıların hamaset yapmak için ağızlarında geveledikleri gibi ”İSRAİL'in Filistin'deki topraklarına ve nüfusuna bakarak onu kolay bir lokma olarak görüp hedef tahtasına koyanlar yanılırlar” .İsrail demek ; ABD, İngiltere, hatta Avrupa birliği demektir. Peki nedir Yahudileri bu denli özel yapan özellik. Konunun biraz dışına çıkarak çok önem verdiğim bir konuyu gündeme getirmek istiyorum. YAHUDİLERİN ÖZELLİĞİ: Ben Allah’ın bir ırka üstünlük, ayrıcalık verdiğine inanmayanlardanım. Bu inancım saklı kalmakla beraber çözemediğim bazı hayatın gerçekleri var: Yahudi kökenli yazar NORMAN LEBRECHT Yazmış olduğu 550 sayfalık “Yahudiler Dünyayı Nasıl Değiştirdiler” kitabında Yahudi ilim adamlarının düşünceleri ve kalemleri ile nasıl mücadele ettiklerini nelere katlandıklarını kendi toplumlarına ve dünyaya ne mesajlar verdiklerini uzun uzun anlatmaktadır. Bu mucitlerin müşterek özelliği ” KALIPLARIN DIŞINA ÇIKARAK DÜŞÜNMEK, DİĞER İNSANLARIN GÖREMEDİKLERİ ŞEYLERİ GÖRMEYİ BAŞARMAKTIR” Okuma yazma, araştırma, inceleme kazanç, buluşlar hepsi bunun meyveleridir. İşte aynı topraklarda yaşayan daha zengin kaynaklara sahip olan Araplarla yaşam tarzı gelir farkının asıl nedeni. İşte, 6-7 milyon nüfus, avuç içi kadar toprakla koca bir bölgeye hakim olmanın sırrı, İşte dünyaya kafa tutmanın sırrı. Bir buçuk milyar Müslüman gece gündüz beddua ediyor. Demek ki bu iş dua ile beddua ile olmuyor. Neden bizim kutsal kitabımızın ilk ayetti OKU dur? Anlamadan mı okuyacağız?. Bizim dinimiz ne diyor? “İki gününü aynı geçiren zarardadır” ”Âlimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.” Eğitimli ile eğitimsiz ölü ile diri kadar farklıdır” “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Yoksa, sorgulamayacaksın aklını işletmeyeceksin, kadere teslim olacaksın demiyor“ Elbet de İslam dininde de sorgulamadan inanılacak hükümler vardır, bunlar İslam’ın şartlarında, Amentü de ve kutsal kitabımızda net olarak açıklanmıştır Din de düşünme mantık yoktur. Akıl yürütme yoktur. demiyor. Sormak lazım akıl yürütmeyeceksem bu akıl neye yarar. Bir tarafta iki gününü aynı geçiren zarardadır, güzel deyişi, öbür tarafta 1500 yıl önceki hayata özendirme 1500 yy önceki hayatı o zamanın yaşam şekli ile menkıbelerle hikayelerle kıyafetle özendirmek, hayatın gerçekleri ile bağlaşmaz. Sokakta cüppe ve sarıkla gezen, araba yerine deve almalı. Bu nevi yorumlar vaazlar dinimize hizmet değildir. Esas olan dinin gerçeklerini almaktır. İslam’la ilmi karşı karşıya getirmek en büyük yanlıştır. Şimdi esas konumuza dönebiliriz: Birinci Dünya savaşı sonunda İngiltere’de Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesini savunanlar kadar buna karşı olanlar da vardı. Onaylayanların argümanları şöyleydi: a. Filistin’e Yahudilerin yerleşmesi Süveyş Kanalı'nın ve Hindistan yolunun emniyeti için gereklidir. b. Yahudi minnettarlığından ve sermayesinden yararlanmamızı sağlar. c. Biritanya nın çıkarları için Dünyadaki Siyonizmin desteğini alırız. d. Almanların Türklerle anlaşıp öncelik almasını önlemiş oluruz. Yahudilerin Filistine yerleşmesine karşı olanlar ise: a. Diğer ülkelerdeki Yahudiler Filistine akın ederse, bu topraklar onları yetersizdir b. Filistin in işgali için oraya kuvvet kaydırmak uygun değildir. c. Dünyanın diğer ülkelerindeki Yahudilerin aleyhinedir. d. Araplar ve Müslümanlar bunu kabul etmez. Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini savunanlar, önce İngiliz kabinesini ikna ettiler. Yahudilerin Filistin’e akın etmesine sınırlama koydular. Dünyadaki Yahudi temsilcilerini davet ederek onaylarını aldılar. Arap liderlerini ve Filistin yerli halkını kandırdılar. İngiliz ordusuna hazır ol emri verdiler. İlk yerleşme böyle başladı. Bundan sonda yukarda özetlediğimiz mücadele, savaşlar tekrarlandı, kanlar akıtıldı yerli yersiz kadın erkek çoluk çocuk insanlar katledildi ve bu günlere gelindi. Bakalım nekadar daha masun insanın kanına girilecek. İsrail- Hamas savaşı; 7 Ekim 2023 de başladı. Bu savaş iki taraf içinde bir yıkımdı. Kısa bir ara verme, esir mübadelesinden sonra İsrail saldırıları yeniden başladı. 60 gündür devam ediyor. Tarafların kayıpları her gün artarak devam ediyor.. Kayıpların çoğunluğu suçsuz siviller, İsrail Gazze'nin kontrolünü ele geçirdiğini ilan etti. Başbakan Netanyahu pervasızca “gerekirse dünyayı karşımıza alırız “ diyerek meydan okuyor. Savaşların bir usulü kaidesi ve hukuku vardır. Merhamet, ahlak, kural usul inanç kanun tanımayan bir savaştan bahsediyoruz. Savaşın başlama nedeni de akılla mantıkla bağlaşmıyor. Her iki taraf da inandırıcı olmayan, kendini haklı gösterecek uydurma gerekçeler ileri sürüyor. Hamas'ın savaşı başlatması akıl işi değil. Sen neyine güveniyorsun? Harp gemin mi var, savaş uçağın, helikopterin mi var, Füzen mi var, tankın ,topun mu var, saldırmadan hiç mi karşı tarafın gücünü hesaba katmadın? Hiç mi tarih okumadın? Hamas bakımından bu bir savaş değil bir nevi intihar. Savaşın başlaması kadar uygulaması da tamamen yanlıştı. Sivil halka hedef gözetmeden saldırmanın izahı mazereti olabilir mi? İsrail’e gelince, Akdeniz'de ki geminin yüzme havuzunda güneşlenen kadının mayosunun rengini tespit ettiğini söyleyerek övünen İsrail istihbarat teşkilatının yanı başında taarruz için hazırlanan 5000 bombadan habersiz oluşu insanın aklının sınırlarını zorluyor. Hak, hukuk, kural inanç, adalet vicdan tanımayan bir saldırı. hastane, okul, cami, bakımevi, mülteci konvoyu, mülteci kampı, bakımevi bunlara sığınan kadın erkek yaşlı genç çocuk hasta engellinin katledilmesini izah edecek kelimeyi sözlükte yok. Sanki Hitlere atfedilen sözü kanıtlamaya çalışıyorlar ”Öldürtmediğim her Yahudi için gelecekte beni lanetleyeceksiniz” Türkiye olarak, önümüzde iki örnek var. Yanlış olan Suriye politikası, Doğru olan Rus Ukrayna politikası. Umarım üçüncüde en doğru olan uygulanır, Mazlumun haklının yanında olmak bize atalarımızdan kalan bir mirastır, bunu İsrailliler çok iyi bilir. Gönlümüzün Filistin taraftarı olması normaldir. Ancak Hamas’ı aklamak, terör örgütü değildir demek yanlıştır. Sen onun terörist dediğini aklarsan o da senin terörist dediğini aklar. Korumasız silahsız masum insanları öldürenleri ırkına, inancına bakılmaksızın lanetliyorum. Bence, protesto, miting, bildiri, toplantı, uluslararası kuruluşlara çağrı, insan hakları savunucularına davet, Arap ülkelerine ayıplama, Başta ABD olmak üzere batı blokuna kınama; doğru ve normal. Gıda, sağlık, giysi, konteyner, çadır ev eşyası her çeşit malzeme yardımı uygun. Hangi milletten olursa olsun mülteci kabulü ve silah mühimmat yardımı yanlış. Hele başka ülkelerin savunması için asker görevlendirme ihanet. Başka ülkeler için verdiğimiz kanlar yetmedi mi ? Gaz vermeye çalışanlar kendi bileklerine güvenecek. Gitmek isteyen varsa yolu açık olsun.(7) “ASKER GÖNDERMEK ASLA” * KAYNAKÇA 1.Norman LEBRENCHT - DEVA VE KAYGHT 2.W.G. WELLS -KISA DÜNYA TARİHİ 3.Uğur DÜNDAR - FİLİSTİNİN SİYONiSTLERE VATAN OLMASIi 4.GN.Fari BELEN -20.YY. DA OSMANLI DEVLETİ 5.Dvid FROMKİN -SAVAŞA SON VEREN BARIŞ 6.H.C.Armstrong -BOZKURT 7.Hamza BEKTAŞ -ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK

  • Tarih Sayfalarından Günümüze Gizemli Bir Mekan Pera Palas

    Nurten B. AKSOY * Bir asırdan fazladır tarihe meydan okurcasına İstanbul’un baş köşesinde ve gönül tahtında kurulmuş bir koca bina; bir o kadar çekici ve gizemli… Not: Orijinal yazımı “Pera Palace Hotel” olsa da biz bu mekanı dilimize yerleştiği şekliyle Pera Palas (Oteli) olarak yazacağız, baştan söyleyelim. Bir tren yolculuğuyla başlayan öykü Aslında Pera Palas’ın hikayesi bir trenin hikayesi ile başlar. 4 Ekim 1888’de Paris’ten yola çıkan çok lüks bir tren Alp Dağları’nı geçerek, Budapeşte ve Bükreş üzerinden 80 saatlik bir yolculuğun ardından İstanbul’a varır. İşte bu trenin, yani Orient Express ya da bizde bilinen adıyla Şark Ekspresinin ilk yolcuları yüksek tabakadan bürokratlar, gazeteciler, yazarlar ve zenginlerdi. Oysa 1840’lı yıllarda İstanbul uluslararası turizme daha hazır değildir. Önceleri belki de eş-dost yanında kalan yabancılar; zamanla yapılan pansiyonlarda, daha sonra da Pera’da azınlıklar veya Levantenler tarafından açılan otellerde kalmaya başlarlar. Ama yapılan bu oteller, Avrupa’nın büyük kentlerinde seçkin kişilerin kaldığı türden büyük otellerin sunduğu lüks ve konfora sahip değildi henüz. Avrupa’dan başlayan demiryolu, aslında 1870’li yıllarda İstanbul’a ulaşmıştı, ama seçkinlerin tercih ettikleri gibi yataklı ve yemekli vagonların yer aldığı ünlü Orient Expres’in İstanbul seferlerine başlaması Sirkeci Garının açılışı ve Pera Palasın yapılma süreci aynı senaryo içinde yer almaktaydı belki de… İşte İstanbul’daki bu lüks otel boşluğunu, kuruluş çalışmalarına 1892 yılında başlanan ve 1895’te açılış balosu yapılan Pera Palas Oteli doldurur. Levanten mimar Alexandre Vallaury’nin tasarladığı otel, Haliç’in muhteşem manzarasına tepeden bakan, kültürel faaliyetleri ve sosyal yaşamıyla o dönem “Küçük Avrupa” olarak bilinen Pera’nın Tepebaşı bölgesinde kurulur. Pera Palas Oteli, İstanbul’un en görkemli yapılarından biri olarak açıldığında, konuklarına birçok ilkleri de sunuyordu. O yıllarda İstanbul’da Osmanlı sarayları dışında elektriğin verildiği, ilk elektrikli asansörün olduğu ve ilk akar sıcak suyun bulunduğu binaydı Pera Palas. Türkiye’nin Avrupa standartlarındaki ilk oteli olan Pera Palas, kuruluşundan itibaren pek çok tarihi olaya tanıklık ederek, pek çok ünlüyü ağırlayarak İstanbul’un sosyal ve kültür yaşamının çok önemli simgelerinden biri haline gelir. Pera Palas pek çok ünlüyü ağırladığı gibi 1917 yılından itibaren pek çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ü de ağırlar. Cephe dönüşlerinde adeta evi gibi kullandığı, ülke için önemli kararlar aldığı ve üst düzey misafirlerini ağırladığı 101 numaralı odası, doğumunun 100. yılında, Atatürk’ün şahsi eşyalarının da sergilendiği bir müze oda haline getirilir. Atatürk’ün en sevdiği renk olan, diğer tüm evlerinde ve adına açılmış müze-evlerde de kullanılan gün doğumu rengi, ‘şafak’ pembesiyle yenilenen 101 numaralı müze odada Atatürk’ün kitapları, madalyaları, dönemin dergileri, imzalı fotoğraflar ve kartpostallar da sergilenmektedir. Pera Palas’ın ünlü konukları arasında Atatürk’ten başka, ünlü devlet adamları, krallar, kraliçeler, savaş günlerinin ünlü casusları Mata Hari ve Cicero, tabii bir de ünlü “Şark Ekspresinde Cinayet” romanının yazarı Agatha Christie de vardır. Pera Palas denilince dünyanın en ünlü polisiye roman yazarlarından Agatha Christie ilk akla gelenlerden tabii ki. 1926 ve 1932 yılları arasında birçok kez Pera Palas Oteli’nde konaklayan yazarın, en ünlü romanlarından “Şark Ekspresinde Cinayet”i, ziyaretlerinden biri esnasında 411 numaralı odada yazdığına inanılıyor. Kayıp günlüğü ve anahtarının öyküsü günümüzde bile esrarını koruyor. Günlüğün daha sonra bu odada bulunan anahtarının replikası ile eski tip bir daktilo Christie’nin anısına kaldığı odada sergileniyor. Antika mobilyalarla, siyah ve bordo renklerde döşenmiş odada, değişik dillerde ve farklı yıllarda basılmış nadide Agatha Christie kitapları da bulunuyor. 1. Dünya Savaşının patlak verdiği yıllarda, savaşa kadar Pera Palas Oteli’ni işleten Orient Express şirketi, 1918 yılında trenlerin işletilememesi nedeniyle sıkıntıya girer. Mersinli bir tüccar olan Bay Bodossaki de o dönem İstanbul’a gelir, kalmak için de Pera Palas Oteli’ni seçer. Ancak Anadolu’dan gelen bir tüccar görüntüsündeki kıyafeti yüzünden otele alınmaz. Kendisine otelin dolu olduğu söylenir. Anadolu kökenli zengin Rum vatandaşlarından biri olan Bodossaki haliyle bu duruma çok bozularak “Ben oteli satın almak istiyorum!” der. İlk önce dalga geçtiği sanılarak çok yüksek bir fiyat istenir, ama Bodossaki son derece ciddidir ve iş inada binmiştir. Bunun üzerine hemen Paris aranır, gerekli onaylar alınır ve otel çok ciddi bir rakama Bay Bodossaki’ye satılır ve dört yıl boyunca da onun yönetiminde kalır. Pera Palas hizmete girdiği yıllarda hep ilklerin yaşandığı bir mekan olmuş aynı zamanda; İstanbul’da ilk resim sergisi 1895 yılında Şeker Ahmet Paşa tarafından Pera Palas’ta gerçekleşmiş… 31 Aralık 1925 tarihinde ilk yeni yıl balosu yine otelin salonlarında yapılmış. Ayrıca köri baharatının ilk kullanıldığı ve kaplumbağa çorbasının ilk kez yapıldığı mutfak da Pera Palas’ın mutfağıymış. Günümüzde hâlâ müze-otel statüsünü koruyan Pera Palas’ta Atatürk’ün 101 numaralı odasından başka, gül kurusu renkleri, gül kokuları ve ipeklerle dekore edilmiş Greta Garbo suiti, içinde Hemingway kitaplarının yer aldığı kütüphanenin ve duvarlarında yazarın Klimanjaro’nun Karları romanında Pera Palas’tan bahsettiği alıntının bulunduğu Ernest Hemingway Suiti, Haliç ve Pierre Loti tepesi manzaralı Pierre Loti suiti de bir müze havasında konuklarını tarihin sayfalarında gezdirmektedir. İstanbul’un işgal günleri… Başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal komutanları Pera Palas’ta salonunun bir köşesinde otururlarken Mustafa Kemal, tüm ihtişamıyla Orinet Bar’dan içeri girer ve oturanların dikkatini çeker. Komutanlar, görevlilerden gelenin kim olduğunu sorarlar ve Mustafa Kemal olduğunu öğrenirler. Onlar için Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’nın en ünlü komutanlarından biridir. Bu nedenle de masalarına davet etmek isterler. Ancak Mustafa Kemal, her zamanki kıvrak zekasıyla “Her ne kadar şu anda İstanbul’un sahibi onlar gibi görünse de yakında gidecekler. Bu nedenle kendileri burada misafirdir. Bizde de misafirler ağırlanır. O yüzden arzu ederlerse onlar benim masama buyurabilirler!” der. Tarihiyle, yaşanmışlığıyla ve mimarisiyle günümüzde hala dikkatleri üzerine çeken otel, Rum asıllı sahibi Bay Bodassaki’den sonra 1923 yılında Hazine’ye devredilir. Ardından Atatürk’ün, orduya üniforma kumaşı satan bir ahbabı, Misbah Muhayyeş, otele talip olur, önce otelin işletmeciliğini alan Muhayyeş, sonra da mülkünü satın alır. Çocuğu olmayan Misbah Muhayyeş 1949’da bir vakıf kurarak otelin gelirini Darüşşafaka, Darülaceze ve Verem Savaş Derneği’ne bırakır. Belirli bir süre vakıf tarafından yönetilen otel daha sonra 2006 yılına kadar Süzer Ailesi tarafından işletilir. 1980 sonrasında çıkan “önemli binaları kamulaştırma yasasıyla” da kamulaştırılır. Jumeirah Otelleri, 2012 yılından beri Pera Palas Oteli de işletmektedir. Agatha Criste'nin gizemli yaşamını okumak isterseniz linki tıklayın https://www.adadergi.com/post/agatha-christie-nin-gizemli-yasami

  • Ah Bu Şarkıların...

    Nurten B. AKSOY * Ah bu şarkıların...Yok yok cümlenin sonunu tamamlamayacağım, şarkılar benim gözümün nuru, gönlümün mutluluğu çünkü. Çocukların duyduğu ilk nağmeler ninnilerdir genellikle ; "Dandini dandini dastana / danalar girmiş bostana..." diye başlayan ve sürüp giden ninniler. Her çocuk gibi ninniler bana da söylenmiştir mutlaka ama ben hiç hatırlamıyorum. Ne gariptir ki benim hatırladığım ilk şarkı, annemin o güzel ve hüzünlü sesiyle söylediği "İndim havuz başına Bir kız çıktı karşıma Sevda nedir bilmezdim O getirdi başıma " diye başlayıp devam eden türküdür. Bu türküyü duyduğumda nedense belleğimde hep bir hastane bahçesindeki havuz ve o havuzun başında oturmuş bu türküyü yanık yanık söyleyen genç bir kadın canlanır, belki de annemdi o genç kadın... Benim dilimdeki ilk nağmeler ise bir Mardin türküsüdür: "Mardin kapısından indim aşağı / belime bağladım acem kuşağı..." Niyeyse aile büyükleri bu türküyü bana söyletip dinlerlerdi hep, çok mu güzel söylerdim yoksa beceremezdim de ondan mıydı hatırlamıyorum. Sonra bir başka şarkı, sanki kaderimizi belirleyen o yolculuğun simgesi: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / hey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına." Evet, tıpkı şarkıdaki gibi biz de bir rüzgara kapılmıştık, ama ne rüzgar... bir köşeden bir köşeye savurmuştu hepimizi. O şarkıyla birlikte, kara bir trende kapkara bir yolculuk yapan küçük kız çocuğu sonraki yıllarda hep "Kara tren gelmez ola/ halimi hiç sormaz ola" türküsünü duyduğunda dalar gider geçmişe gözleri dolarak... Altmışlı yılların sonları, genç kızlığa atılan ilk adımlar ve romantizm..."Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek /Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek" diye mırıldanırdık Samanyolu'nu Berkant'la. Sonra Dario Moreno ya da Adamo'nun o kırık Türkçeleriyle söyledikleri "Deniz ve mehtap sordular seni" ile "Her yerde kar var" şarkılarına eşlik ederdik arkadaşlarla. Bizler çocukken çok mu şanslıydık bilmiyorum; öylesine dolu, kültürlü öğretmenlerden öylesine iyi bir eğitim aldık ki günümüzün eğitim sistemini gördükçe içim acıyor. Daha ortaokul sıralarındayken müzik derslerinde operetler hazırlardık yıl sonu etkinlikleri için; Santa Lucia şarkısını söylerdik öğretmenimizin piyanosu eşliğinde: "Yıkanır denizde ışıkları ayın Dolanır sahilde nefesi rüzgarın Engin denizlere aks eder bu seda Santa Lucia Santa Lucia" ya da "Ah bir zengin olsam" derdik hep birlikte. Yetmişli yıllar, lise çağları... Başımızda kavak yelleri... Bir yandan "Arkadaşımın aşkısın" şarkısını söylerken bir yandan da Tanju Okan'dan "Hasret" şarkısını dinlerdik; ama müzik derslerinde, müzik hocamız, o zarif parmaklarıyla çaldığı kemanıyla Bachlar, Mozartlar dinletirdi bize. Daha o yaşlarda kulaklarımız kaliteli müziğe alışmıştı, büyük zevk alırdık okulumuzda öğlen tatillerinde yapılan klasik müzik yayınlarını dinlemekten. Sonra üniversite yılları... Sezen Aksu, Nilüfer, Zerrin Özer, Barış Manço ve daha nicelerinin şarkıları dilimizde: "Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" derken o yaşlarda henüz kaybolacak yıllarımızdan haberimiz yok, "Gönül" dersen zaten hepten kırık... Sonra fakültedeki klasik eğitimin etkisiyle olsa gerek Türk Sanat Müziğine meylediş ve bu meylin tutkuya dönüşmesi. Kubbealtı'nda gidilen koro çalışmaları, konserler, Dede Efendiler, Şevki Beyler, Münir Nurettinler… Sonra bir sevgiliyle dinlenen şarkılar, türküler "Hastane önünde incir ağacı / doktor bulamadı bana ilacı" ya da bir bebeğe ninni niyetine söylenen türküler ; "Karlı dağı aştım geldim/ yar yoluna düştüm geldim". Yalnız yıllar, duyguların doruklara ulaştığı yıllar ve hep teselli olarak dinlenen şarkılar, şarkılardan tutulan fallar... "Doymadım sana ağlarım/ ah ederek yana yana/ geç buldum çabuk kaybettim/ hicran oldu hayat bana..." Sanki beni anlatır gibi gelir bu şarkı nedense hep... Şair Fuat Edip Baksı'nın yazıp Selahattin Pınar'ın bestelediği şarkının öyküsünü anlatayım size: Fuat Edip, 19-20 yaşlarındayken rüyasında çok güzel bir kız görür ve gördüğü o kıza gönlünü kaptırır. Yıllarca onu bulma hayaliyle yanıp tutuşur. Zaman geçer ve ailesinin baskısıyla zorla evlendirilir; ama rüyasında gördüğü o kızı yüreğinden silemez. Bir bahar akşamı Fuat Edip'in yolu, Acıbadem'deki Çamlıca Kız Lisesi'nin önünden geçer. Okul zili çalmış ve öğrenciler evlerine gitmek üzere dağılıyorlardır. Tam bu sırada Fuat Edip'in gözüne bir kız ilişir. Bu kız, yıllar önce rüyasında gördüğü kızdır. Şair, adeta donakalır, kendinden geçer. Onun bu halini fark eden öğrenci de mahcubiyetten boynunu eğer, Fuat Edip, artık yaşlanmış haliyle kıza bakar kalır. Fakat artık her şey bitmiştir. Adeta beyninden vurulmuş bir halde yoluna devam ederken şu mısraları mırıldanır: "Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz? İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki: yıllardır aradığım bu! Şimdi soruyorum büküp boynumu: Daha önceleri neredeydiniz?" Nasıl kibar, nasıl zarif, nasıl güzel bir şarkıdır... İnsan bu şarkıları dinledikten sonra başka bir şey dinlemek istemiyor tabii. Bütün bu şarkılar anlatılmakla bitmez. Son olarak kendisiyle tanışma, oturup sohbet etme şansına sahip olduğum, rahmetli Bestekâr Cinuçen Tanrıkorur'un bestelediği, sözlerini ise Şükûfe Nihal'in yazdığı çok sevdiğim bir şarkıyla noktalayayım sözlerimi: "Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla; Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez? Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun; Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez? Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum, Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez? Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet, Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?" Niye mi bu şarkı, çünkü bu şarkıyı 1992 yılında Antalya'ya ziyaretimize gelen sanatçı ve eşim birlikte söylemişlerdi, Cinuçen Bey'in udu eşliğinde. Şimdi her ikisi de göklerde ya da bir servinin altında umarım yine bu şarkıları dinliyorlardır. Son günlerde ise dilime dolanmış bir şarkı var: "Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin Beni kaybettin artık, sen çok bekleyeceksin Hele bir yalnız kal da, nasılmış göreceksin Beni kaybettin artık, sen çok bekleyeceksin" mırıldanıp duruyorum böylesi soğuk ve karanlık günlerde...

  • Söylesem Tesiri Yok Sussam Gönül Razı Değil

    Nurten B. AKSOY * Kadınlara; Fransa ve İtalya’da 1946, İsviçre’de ise 1971 yılında verilen seçme ve seçilme hakkı Türk kadınına 5 Aralık 1934'te Atatürk Devrimleri doğrultusunda Anayasa'da yapılan bir değişiklikle tanınmıştı. Yasalarla sağlanan bu hak sonucunda 5 ARALIK “Dünya Kadın Hakları Günü” olarak kabul edilmişti. Kazandığımız bu haklar için ATAMIZA şükranlarımız sonsuz, ama o günden bugüne geldiğimiz noktada, allı pullu sözcüklerle bu günü anmak, kutlamak içimize ne kadar siniyor? Seçme ve seçilme alanında bahşedilen bu hak; “erkek egemen” toplumumuzda ne kadar sağlanabilmiş, acaba kadınların diğer haklarını almasını, hele hele "yaşam hakkının" korunmasını sağlayabilmiş mi? Özellikle son yıllarda yüzlerce kadının sokak ortasında, evinde, orada-şurada... sevildikleri, kıskanıldıkları erkekler tarafından öldürüldüğü; tacize, tecavüze, şiddete uğradığı, küçücük yaşlarda evlendirildiği günümüzde “Kadın Haklarından” bahsetmek, ya da bu günü kutlamak ne kadar gerçekçi olur, bilemiyorum. İşte bütün bunlarla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum ama dedim ya, ne yazacağımı bilemiyorum... İçimde birikmiş yüzlerce sözcük dans ediyor, savruluyor oradan oraya; fakat bir türlü hizaya giremiyor, ayak uyduramıyor birbirine. Belki bir sarsıntı, belki bir çarpma patlatacak volkanı ve fışkıran lavlar hem beni hem sizi yakacak, ama olmuyor işte... Aslında bu sıkıntımın sebebini biliyorum; bir kadın olarak bana ya da bana benzer binlerce kadına biçilmiş tabular, yasaklı sözcükler, sansürlenmiş duygular, bir türlü kıramadığımız prangalarımız var... Tıpkı Ahmet Arif'in dediği gibi... "Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne..." Ben de bağırabilsem, haykırabilsem dağlara, dipsiz kuyulara ya da ortasından kırılmış bir kibrit çöpüne... Belki seslerim harflere dönüşüp dökülüverecek satırlara... diye düşünürken "aşk" geliyor aklıma birden bire, benim tabu olan sözcüklerimden. Sonra "kadın", sonra "yalnızlık"... İçimde dans eden sözcüklerden bir kaçı. İşte bu sözcükleri harmanlayıp bir şeyler anlatmalıyım, yazmalıyım, içimi dökmeliyim... Kadından başlayayım mesela; bir çiçek kadar güzel, narin; bir kelebek kadar kırılgan. En güzel demlerinde tüm bakışları üstünde toplayan kadın, gönlünü çalmak ya da kırmak için etrafını saranlara direnen kadın... Ya hafif bulurlar sizi, oradan oraya savurmak, üstünüzde mülkiyet kurmak isterler ya da bir kaya gibi sert ve soğuk bulurlar. Bakmazlar bile yüzünüze, duygularınızın olduğu kimselerin aklına gelmez... Aşk ise başlı başına ayrı bir dert, ayrı bir tabu. Her kullandığınızda manidar bakışlar, alaycı gülümsemeler, dudak bükmeler çarpar gözünüze. Bir şeylerle doldurmaya çalışırlar o sizin en içten duygularınızın içini, çünkü aşk sadece birilerinin tekelindedir, sizin aşka hakkınız yoktur, onu yaşamanız söz konusu bile olamaz. Şüphe ederler sevginizden, hatta yakıştıramazlar size; çünkü hayata tek başına kafa tutan sert, duygusuz, yalnız bir kadının değil aşka, yaşamaya bile hakkı yoktur aslında... Yalnızlığınızı bile çok görür, aldırmazlar size, "niye yalnız olasın ki canım" diye sitem ederler her fırsatta. Bilmezler ki insanlar belki de en çok kalabalıklar içinde yalnızdır. Dostların vardır, dost bildiklerin vardır, seni hiç dinlemeyen, sesini hiç duymayan canların vardır hep etrafında; ama bunca kalabalığın içinde yapayalnızsındır hep... Dertleşmek, içindekileri dökmek istersin bazen, daha ilk cümlenden sonra onlar alır sazı eline. Çalar, söyler, hatta şakırlar bülbül gibi. Konuşamazsın, konuşturmazlar; çünkü sana hep dinleyici rolü uygun görülmüştür; konuşmak ise sadece onların hakkıdır... Yutkunursun, içindekileri haykıramazsın, susarsın. Zaten haykırmak yasaktır sana, "şükret haline, daha ne istiyorsun" diye öğüt verenler aslında ne çok severler seni, kadir kıymet bilmezsin. Hatta öyle çok severler ki canını alma hakkını bile görürler kendilerinde...

  • YOLDA KALAN

    Yusuf AKSOY * bu utanç neresine sığar siste boğulan hayatın kim karalar bağlasın şimdi dumanı tütmez meçhul dağ başlarında * Her çağın köleye dönüşen esirleri olmuştur bizimkine ne kadar benzer bilemem ama mutlaka bilmenin yollarına şaraplar dökerek iz bırakan Hayyam'a sormalı daha da ileri gidip Hallacı Mansur'a bakmalı nasıl ayakta kalınırmış lime lime edilirken aşka bezeli beden şarabi geceleri ürküten rakının bulanıklığından ağır sabahlarda aklı kör olan şaşkın ve sahte berduş gel bizim Nesin' e sor bir de neymiş yolda kalmanın sebebi beyne oksijen yerine mideye kusarcasına doldurulan salt arzular değil midir yolu kir pas içinde bırakan bas git desem gidecek yerin yok ateşte olmazsa elimiz yolda kalanın küle dönmüş bedeni olur bedenimiz yol, bilinmez zamanlara ruhu kirlenmemiş uykusuzları kabul eder ancak

  • Elma Şekeri

    Hayal bu ya Elimde elma şekeri Düşlerim mavi Kanayan dizlerim Kalbim hiç acımıyor nedense Çocukken olduğu gibi Elimde elma şekeri Çocukluğumun sokaklarında koştuğum Küçük bir çocuğum şimdi Elimde elma şekeri Düşlerimde ay dede Düşüp kanasa dizlerim Yanaklarım al al olsa Göz göze gelse gözlerimiz Gülümser mi yüzün Sahi çocukluğunun sokaklarına inip Elinde bir elma şekeri Hayatın zorluklarına bir perde çekip Bir varmış bir yokmuş desem Biter mi dertler Gider mi hüzün Damla damla süzülüp Güler mi yüzüm Semihat Karadağlı/İzmirSemihat Karadağlı/ 10.08.2016 /19.44 İzmir

  • Araştırma Üniversitesi Olmanın Zorlukları

    Destek Bütçeleri Artışı Araştırma Üniversitesi Olmaya Yetecek mi? / iortas@cu.edu.tr Çukurova Üniversitesi, * Günümüz Bilgi Çağında Dünya Üniversiteleri Kıyasıya Bir Yarışın İçindedir İnsanlığın birkaç bin yıllık kısa tarihinin son 60 yılı artık tam bir bilgi üretimi çağının zirvesini yaşamaktadır. İnsanın doğadan sezgi, sorgulama ve deneyleyerek edindiği bilgileri soyut düşünce, analitik düşünme becerisi ile analiz ve sentezleme yaparak somut bilgi üretmeyi başardı. Ürettiği bilgiyi sürekli geliştirerek doğanın gizemlerini çözümleyecek teknoloji geliştirdi ve doğanın öznesi durumuna gelmiş oldu. İnsanın ürettiği temel bilgi ve soyut düşünmeye dayalı matematiksel analizler ile doğanın dilinin şifreleri çözülerek anlaşılır oldu. Üretilen bilgi geçen yüzyılın sonlarında dijitalleşerek adeta bilgi patlaması yaratı. Doğanın şifreleri anlaşıldıkça ve ölçülere dijitalleştirildikten sonra daha çok bilgi üretiminin sınırları zorlanmaya başlandı. Bilgi üretimi hızla teknolojiye ve seri üretime geçti, görülemeyen varlıklar, nesneler ve yerler görülür oldu, bilgi anlık olarak paylaşılır ve kolay ulaşılır oldu. Temel bilimler ve matematik bilgisi sayesinde dijitalleştirilen veriler çok kolay analiz edilerek tek tek olgulardan çok daha büyük veri analizleri yapılarak bütünün anlaşılması ile sorunların daha kolay çözümler arandı. Bilim ve bilginin önemi büyük veri analizleri ile yaşamın her alanında görünür ve benimsenir oldu. Ancak yer yüzeyindeki her toplum ve topluluklar aynı hızla bilgi üretimi ve kullanımına sahip olmadıkları somut veriler üzerinden hepimizin bilgisi dahilindedir. Bilginin üniversiteler gibi özerk ve özgür ortamlarda her yönü ile iyi eğitim almış, analitik düşünme beceresi yüksek nitelikli insan gücü ile sağlandığı artık herkesçe kabul gören gerçeklerdir. Dünya’nın farklı ülkeleri nitelikli insan yetiştirmek için üniversitelerine daha çok önem vermeye başladılar. Gelişmekte olan ülkeler nitelikli insan gücü sağlamak üzere bilgi üreten ülkelerinin üniversitelerine daha kapasiteli ve geleceği parlak öğrencilerini göndermeye başladılar. Türkiye Cumhuriyeti bu konuda 1920’li yıllardan itibaren amaçlı olarak yurtdışına öğrenci göndermeye başlamıştı. Seçkin öğrenciler yurtdışına nitelikli eğitim almak için gönderildiler. Farklı ülkelerden nitelikli üniversite seçimi ve üniversitelerin ürettiği bilgi ve teknoloji ve sahip olduğu nitelikli bilim insanı kadroları, alt yapı olanakları ve diğer ürettikleri ile farklılaştırdı. Farklılaşan üniversiteler 2000’li yılların başından itibaren belirli kategorilerde sıralanarak avantaj sağlamaya çalışmaktadırlar. Ülkemizde bu konuda geride kalmamak için üniversitelerden gelen etki ile gelişmeleri okuyor ve dünyaya uyum sağlama yanında kendi içinde bir farklılaşmaya gitmektedir. Ne yazık ki bu konuda ülkenin ağırlığına uygun bir sıralamayı yakalayamadığı gibi sürekli de irtifa kaybetmektedir. Ancak üniversite tabanından gelen talepler dünyadan kopmamak için çabalar devam ediyor. Türkiye Bilgi Çağının Gerisinde Kalmaz! Yerleşik akademik gelenekleri olan üniversiteler, TÜBİTAK ve YÖK Dünyadaki üniversiteler arasında belirli bir yere gelebilmek için zorunlu olarak potansiyel Araştırma Üniversitelerini belirlemeye gitmektedir. Ancak Araştırma Üniversitelerini diğer üniversitelerden ayrıcalıklı kılacak ciddi bir maddi katkı ve teşvik sağlayamadığı için üniversite tabanlarında ayrıca bir çaba harcama konusunda isteklendirici olmadılar. Pandemi ve deprem sonrası yaşanan aksaklıklara bir de uzun süredir yaşanan ekonomik sorunlar, üniversite bütçelerinin kısıtlı olması, yardımcı teknik eleman, işçi, hizmetli yetersizliği akademik personelin motivasyonunu ve araştırma yapma isteği iyice düşürmüştür. Neredeyse çoğunlukla üniversitelerin üzerinde bir ölü örtü serili durumdadır. İlk defa üniversitelerimizde bu denli bir heyecansız durum yaşanıyor denirse abartı olmayacaktır. Türkiye Üniversitelerinin ve Araştırma Kuruluşlarının Yeniden Akademik Kültüre ve Ortama Dönmesi İklimi Yaratılmalı. Bilgi çağında üniversitelerin bilgi üretmede geride kalması sonucunda toplum yaşamına yeni bilgi ve teknoloji sağlaması düşünülemez. Ancak üniversitelerin kendi içinde bağımsız kendi değerleri üzerinde gelişmesi gerekirken tam tersine çok daha fazla merkezileşmesi, Liyakatin ve bilgi üretiminin taktir edilmediği durumda doğal olarak beyin göçü yaşanmakta ve üniversiteler örnek model ve taşıyıcıları günden güne kaybeder durumda olmaktadır. Bütün bu bilgilere rağmen YÖK, Türkiye Üniversitelerinin dünyanın ilk 500 üniversite sıralamasında bir tek üniversitesinin olmamasından rahatsız olduğunu/olması gerektiğini düşünürüm. Diğer taraftan YÖK ve TÜBİTAK da ayrıca özerk yapılar olmadıkları için merkezi yapının iradesi dışında faaliyet yürütememenin zorlukları yaşadıkları düşünülebilir. Normalinde bütün iktidarlar üniversiteler başarılı olsun istiyorlar, ancak üniversitelerin doğaları gereği olması gereken ortamı kontrol etmeleri nedeniyle paradokslar yaşanmaktadır. Araştırma Üniversiteleri Destek Programı (ADEP) Bütçeleri Artışı Araştırma Üniversitesi Olmaya Yetecek mi? YÖK bu bağlamda 2022 yılında başlattığı ADEP çerçevesinde 2022 yılında ilk defa 20 Araştırma üniversitesine 100 milyon, 2023 yılında 250 milyon ve 2024 yılı içinde 400 milyon destek ayırmıştır. Ancak ne yazık ki ADEP bütçeleri dünya çapında araştırma üniversitesi olmak için çok yetersizdir. İlk 500 üniversite sıralamasına girmek için daha çok alt yapı teknoloji ve nitelikli öğrenci ve araştırıcı bulundurmak için üniversite bütçeleri yeterli olmayacağı aşikârdır. Gelişmiş ülkelerin üniversitelerin bütçeleri ile kıyaslandığında çok düşük ve ancak ABD’deki bir laboratuvarın bütçesi kadar denilebilir. YÖK üniversitelere vereceği bütçeyi üniversitelerin toplam puanlarına göre belirlemiş görüşüyor. Çukurova üniversitesi toplam puanda 20 sırada ancak vakıf üniversitelerine destek sağlanmadığı için 17 sırada 13.9 milyon bütçe ile taltif edilmiştir. Birinci Sınıf Üniversite İçin Birinci Sınıf Olanaklara Sahip Olmak Gerekir Araştırma üniversitesi gibi ayrıcalıklı birinci sınıf üniversite olarak yer alacaksak, birinci sınıf olanaklara sahip olmamız gerekiyor. Bunun için nitelikli araştırma ve yayın için gerekli bütün ihtiyaçlar ve enstrümanlar olanaklar ölçüsünde sağlanmalı. Çağımızda nitelikli bilim üretmek, nitelikli insan gücüne sahip olmak çok külfetli bir durum olduğu aşikârdır. İleri teknoloji, daha çok nitelikli insan istihdamı ve ek kaynak yaratılması sağlanmadan nitelikli birinci sınıf üniversite olma olanağı yoktur. Yoksa yarışta önde olmak kendiliğinden olmayacaktır. Bu konuda karınca kolonisi anlayışı ile yönetimler ve akademik, yardımcı eleman ve idari personel hep birlikte çalışarak başarıya odaklanmalı. Bilgi Çağının Önümüze Koyduğu Fırsatlar İyi Değerlendirilmeli Bilgi çağının önümüze koyduğu son 20 yıllık tecrübe, mevcut araştırma verilerinin veri bankalarında tutulması ve değişik amaçlara uygun veri üretmek, analizler yapmak, yazılım kodlama ile verileri derleme ve dönüştürmeyi sağlamaktadır. İletişim teknolojiler çağının dinamosu durumundaki Endüstri 4.0 ve 5.0, Yapay Zeka ve kodlama teknik ve mekanizmaları erken dönemde öğrenip gelişmiş ülkeler ile aradaki farkı kapatmak gerekir. Mevcutta dünyanın bir ucundaki en küçük bir bilgiye anlık ulaşmak ve bilgi paylaşımlarını anlık takip edilebilmek ve sürece dahi olmak mümkün. Ne Yapılabilir? Bilgi ve iletişim çağında geçmişe göre bilgiye eriş daha kolay sağlanabiliyor. Bilgi paylaşımı, iş birliktelikleri, beyin dolaşımı geçmişe göre daha çabuk sağlanabiliyor. Mevcut verilerin analizi, yayına dönüştürülmesi geçmişe göre çok daha kolay. Teknolojiye erişim kolay (paranız varsa). Yapay Zekâ kullanımı doğrudan kullanımı için geliştirilebilir Ancak bütün kolaylıkların nitelikli insan gücü ve yönetim erki ile koordineli olarak sağlanması gerekir. Öncelikle nitelikli insan gücü artırılmalı ve de değer verilerek korunmalı. Türkiye’nin üniversite ortamı özerkleşir ve akademik yaşamı özgürleşirse ve de yetişmiş insan gücü iyi organize edilirse eminim kısa sürede dünyadaki gelişmeler yakalayabilir. Bu bağlamda kâğıt üzerinde değil, nitelikli bilgi üretmek ve bilgiyi toplum yaşamına uygulatmak için mevcut nitelikli üniversitelerin deneyim ve birikimlerinin kendi içinde desteklenerek üretici duruma getirilmesi gerekir. Bu konuyu “Dünya ve Türkiye’de Üniversite Olgusuna Yaklaşımlar: Çukurova Üniversitesi Örneği” Ortaş 2022 kitabında genişçe analiz edildi. Kısa Vadede Öneri Olarak; Her üniversite kısa ve uzun erimli hedefler koymalı ve sonuçlar izlenmeli Üniversitelerin öncelikle nitelikli yeni bilgi üretmesi için lisansüstü eğitimi ve araştırma stratejileri gözden geçirerek çağa uygun hale getirmeli Üniversitelerin araştırma birimi gelişmeleri izlemek üzere yeniden organize edilmeli. Salt projelere destek vermek yeterli değil, güdümlü, stratejik ve temel araştırma için bilim politikası geliştirmesi ve planlama yapılması gerekir. Gelişmeler yıllık olarak izlenmeli ve üniversite stratejileri yenilenmeli. Uluslararası ilişkiler için kaynak yaratılmalı ve ortak araştırma ve makale üretimi ortamları sağlanmalı. Veri Bankası ve Analizi Merkezleri kurulmalı. Akademik Merkez üniversite verilerini en iyi şekilde bilgiye dönüştürecek nitelikli insan gücüne sahip olmalı. Bu merkez üzerinden başta veri analiz ve yönetimi, ileri istatistik ve yazım programları araştırıcıların işini kolaylaştıracak şekilde sağlanmalı. Sürekli eğitim programları çerçevesinde her araştırıcı artık ileri istatistik, veri kullanımı ve programla kursları alabilmeli. Akademik proje ve makale yazım merkezi oluşturulmalı. Nitelikli dergilerde daha çok yayın yapacak bilgi üretmek için bilginin akademik ilkelere uygun yazılması ayrıca önemli. Akademik yazım ve dil desteği düzenli sağlanmalı. Nitelikli dergilerin aradığı koşulları sağlamak, üniversiteyi kara listeye almamak için son yıllarda yazılan çok ileri programlar mevcut. Üniversitenin akademik personelin kullandığı programları kolayca sağlayabilmeli ve programların kullanılması konusunda yeterli materyal ve videolar üretilmelidir. YÖK’ün Üniversitelere Ayırdığı Ek Bütçe Özellikle Bilgi Teknolojileri ve Yazılım Programlarına Ayrılmalı. 1-Hemen her akademisyenin zamanın büyük çoğunluğu bilgisayar başında birçoğu birbirine bağlantılı programlar üzerinden bilgi derlemesi ve bilgiden bilgi üretmek üzere çalışmaktadırlar. Bu bağlamda yapay zekâ mevcut verileri ve analizlerini araştırıcılara anında sunarak inanılmaz kolaylıklar sağlamaktadır. 2-Bu nedenle bilgiye ulaşım kolaylığı sağlayan programlara öncelik verilebilir. 3-Kütüphaneler üzerinden bütün süreli yayın ve akademik kitap ve dokümantasyona elektronik ortamda erişim sağlamak için ek bütçe desteği sağlanmalı. 4- Lisansüstü öğrencilerine daha çok burs ve üniversite yerleşkelerinde barınma ortamı sağlanabilir. 5-Üniversitenin eşleşmede önde olan alanları daha çok desteklenerek belirli alanlarda öncü konumu kazandırılarak üniversitenin tanınırlığı artırılabilir. YÖK ve üniversitelerde yapılan açıklamalarda eşleşmede önde olan bölümlere ve katkı koyan araştırmalara verilir denmektedir. 6- Araştırıcıların ihtiyaç duyduğu kolaylaştırıcı ekipman ve ortamlar için daha fazla destek ve kolaylık sağlanmalı. Bilim yapan ve toplumun öncüsü olacak bilim insanlar olarak sorumluluklarımızın bilincinde olarak bilimsel bilgi üretiminde üzerimize düşenler yanında diğer aydınlatıcı ve eğitsel çabaları göstermemiz gerekir. Türkiye’nin evrensel üniversite ilkelerine uygun ortamın ve olanakların sağlanması ile dünyada hak ettiği yere gelmesi mümkündür.

  • EMEKLİ OLDUK

    Fuat ÖZGEN * Yıllarca dirsek çürütüp Kendimizi eğitip donatıp Emek verip, alın teri döküp Prim ödeyip hak edip Gençliğimizi harcayıp Yaş alıp emekli olduk Emekli olduk ama Yük olmadık Emekli olduk ama Yemeden, içmeden, Gezmeden, eğlenmeden, Sevmekten, sevilmekten, Felekten zaman çalmaktan Ülkenin geleceğine katılmaktan Yani yaşamdan Emekli olmadık

  • İKİ BÜYÜK TÜRK RÖNESANSCISI:

    FATİH ve ATATÜRK / Hasan GÜLERYÜZ * Fatih Sultan Mehmet' e çocukluk yıllarından beri ilgi duydum. Bulabildiğim kitaplarını aldım. Trabzon çalışmamda Fatih üzerine çalışmamı genişlettim, derinleştirdim ve Alman Frank Babinger'in kitabını üç ay konuk ettim. İbni Sina Hastanesinde göreceğim tamirde, yanıma aldığı üç kitaptan biri Nedim Gürsel' in Boğazkesen kitabıydı. Çekirdek citler gibi okurum dedim... 1. Gürsel'in kitabı roman tekniğiyle yazılmıştı. 500 yıl önceki bir romanı yazmak için ciddi kaynaklar, belgeler, mekan ve ekonomik araştırmalar yapmanız gerekiyor. Elhak bunun önemli bir bölümünü Gürsel yaptı. 2. Gürsel kitabına içindekiler bölümünü koyarken, kaynakça bölümünü, romana kaynakça konmaz kaygısıyla koymadığını düşündüm. 3. İyi bir planlaması bana göre yok. Fatih'i Doğulu bir Sufi olarak ele aldı. Gürsel Galatasaray Lisesi, Paris Sorbonne mezunu ve orada Türk Dili okutmanı olarak görev yapan bir entelektüel, çalışkan ve üretken biri. Ona racon kesmeniz için sizin de o nehirde yüzmeniz gerekir. 4. Romanın başlarında Çandarlı Halil' in başının vurulmasının nedenlerini ele alırken, ciddi bir şekilde devletin el değiştirmesini, sınıfsal katmanları ve saraydaki partileri yeterince ele almadı. Fatihin oğlu Sofi Beyazıt'ın işbirlikçileri tarafından öldürülmesi ve "babam dinsizdi!' demesi ve bütün resimlerini, kitaplığını dağıtması günümüz zevzekliklerine çok benziyor. Sadece bu konu başlı başına bir roman ve araştirma konusu. Fatih oldürülmeseydi Büyük Roma kralı olurdu. Ve Osmanlı ortada kalır mıydı? Trabzon Komnen Devlet'inden üç düşünür ve politik aktör onun danışmanıydı. Onu bu yönde etkiliyorlardı. 5. Gursel' in en sevdiğim yanı, Anadolu Hisarı yakınlarında bir ev kiralaması, mekânı dikkate alarak ve Fatih Kütüphanesi'nde çalışarak Boğazkesen'ı yazması. Eşini Fransa'ya göndererek karanlık, izbe yerler olan Karaköy, Küçük Pazar, Eminönü mahfillerinde sabahlaması oldu. (Üniversite yıllarımda benim de soluklandığım ve Kumkapı esgeçmediğim yerlerdir!) Boğazkesen (A. Hisarı) ister istemez bir sınırlama getiriyor. Bunu anladığı için "Fatih' in Romanı" diye ikinci bir adlandırma yapıyor. 6. Romanda cinselliği kullanıyor. Venedikli kaptanın Trabzonlu bir yosmayla yaşayışını ele alırken, kendi arkadaşı olan mavi gözlü, sarışın solcunun, 12 Eylül'de aranan Deniz'le buluşmasını ve sevişmesini bu bağlamda ele alıyor... Ve ayrıca Fatih'in yanında taze oğlan bulundurmasını ve buluşma sahnelerini sübyan çocuğa anlattırıyor. Gerçi Osmanlı Padişahlarının bu durumla birlikte, içki, eroin kullanmalar da vardır. Önemsediğim ll. Abdülhamit bizim kör Abdulhamitçileri Taife sürer! Kafeste ölüm ya da İktidarı bekleyen şehzade içeriden yarı deli olarak çıkar. Ya bir dilsizin boynuna ip takması ya da yaşa naralarıyla Payıtahta birileri tarafından çıkarılması. Arkada gizli bir iktidar var. Bugün de öyle değil mi? 7. Gursel, Seyir katibinin günlüğünü okuyup yazarak Istanbul'un fethini anlatıyor. Çok zorlandığını, romana koyduğu dolgu malzemelerden anlıyoruz. Ancak hakkını yemeyelim, dönemin ruhuna okuru sokuyor. Tarih soluyorsunuz. 8. Bana göre roman eksik olarak ele alınıyor. Fatihin ittifakları, bilime, projeye düşkünlüğü es geçiliyor. Yazar bu noktaya kör mü bilinmiyor. Ya da yazma uzar, bu mayınlı alana girmeyeyim diye mi düşündüğünü bilmiyorum. Fatih'in kendini İskender' den üstün gördüğünü Kritovulos anlatıyor. 9. Bu okumam bana bir çalışma, inceleme alanı olarak ya da İKİ BÜYÜK TÜRK RÖNESANSÇISI: FATİH VE ATATÜRK başlığını (amaç, içerik, metodoloji, süreçler ve sonuç kapsamlı) oluşturdu. Gursel'e "Bin Varol" diyorum Yapabilir miyim bilmiyorum! Boyumdan büyük görüyorum 10. Okuyuculara ve çok meraklılara karşılaştırmalı okuma yapmalarını öneriyorum. Bu bir okurun paylasımıdır. Masada oturamadığım için akllı telefonu kullanarak yazdım... Onuncu maddeye gelenlerden ikişer söz etme ve ekleme ödülü olmalı diyorum... Kaynak Nedimi Gürsel, Boğazkesen/ Fatihin Romanı, Can Yayınları, 1998, İstanbul.

  • "ELİBİTTİBİLE " ve ÜMİT DOĞAN

    Niyazi UYAR ELİBİTTİBİLE, Roman, Ayrıkotu Yayınları, Ümit Yalçın Doğan, Türkçe Ciltsiz , Mart 2023 Tersinden okuyunca da “Elibittibile,” diye okunan romanın yazarı Ümit Yalçın Doğan özel biri, eski bir tanıdık; Türkiye’nin en güzide okullarından Bornova Anadolu Lisesi’nden öğrencim. Ben derim ki, bir öğretmene verilecek en muhteşem armağan öğrencilerinin hayattaki başarısıdır. Ümit, bana bu armağanı verenlerden. Sizlere bu armağandan sözedeceğim, yani kitabından... Şimdi Nurullah Ataç, Fethi Naci, Asım Bezirci, Doğan Hızlan... gibi eleştirme becerim olsa ne güzel olurdu. Ümit, ülkenin en seçkin liselerinden en seçkin üniversitelerinden mezundur, bir de mutlu bir aile kurmuş; eşiyle de tanıştım, dünya tatlısı, bir de çocukları var; ömürlü olsun! Ümit’le Bornova Anadolu Lisesi’nin konferans Salonunda BAL öğrencileriyle bir söyleşi gerçekleştirdik. Böyle bir güzellik kaç eğitimciye nasip olmuştur, teşekkür ederim Ümit! Böyle bir girizgahtan sonra “Elibittibile,” ile ilgili düşüncelerime gelince: ·         1.       Yazarın kullandığı dil ve anlatım tekniği yüz yıl önce yaşamış, bir yazarın anlatım tekniği gibi. Yazar adeta, yüz yıllık bir uykudan uyanmış ve uyanır uyanmaz kalemi eline alıp kaldığı yerden devam etmiş yazmaya. Tanımasam, sadece kitabına bakıp benden çok yaşlı, ama donanımlı bir yazarmış derdim. ·         2.       Anlatımına halk kültürü ve rivayetler, cümlelere öyle bir oturmuş, adeta cümlenin esası oluvermiş. ·      3.       Romanda kullanılan dil ve anlatım çok kitaplı usta bir yazarı çağrıştırıyor. Yazmaya çalışan biri olarak yürekten alkışlıyorum. Ancak bunu söylerken Arapça, Farsça, Osmanlıca sözcüklerin kullanımına dair düşüncemi sona doğru söyleyeceğim. ·         4.       Dedim ya yazar yüz yıllık bir uykudan uyanmış ve uyanır uyanmaz da kaldığı yerden yazmaya devam etmiş. Ben de yazara eşlik ederek diyorum ki, “yazar bu zamanın içtimaisine göre hayli bilgili, hayli görgülü bir şahsiyettir ve yazar reenarkasyonla tekrar ete kemiğe bürünmüş, şiirsel bir lisanla meşk ediyor adeta,” diyesim geliyor. ·         5.       Mübadele günlerinin hukuk dili de yine aynı şekilde hiç sırıtmadan anlatıma öyle bir yerleşmiş, alkışa değer. Mesela “Bağcılık ve zeytincilik zanaatları ile iştigal Midilli ahalisinin Ayvalık’ta iskanı buna binaen…” diye devam edip giden anlatım... ·         6.       Mübadillerin hayatları, o dönem yaşananlardan anladığım kadarıyla çok iyi araştırılmış, devrin dil ve anlatımı yüz sene sonra, yüz sene öncenin sıkıntılarını yaşatırcasına anlatılmakta… ·         7.       Dedim ya yazar, “Hoş geldin, beş gittin,” “Şişhane’den girip Tophane’den çıkmak,”  gibi halk deyişlerini ve deyimleri başarıyla yerinde kullanmış. ·         8.       Ben, mübadele ve tehcir sözcüklerini duyunca içim cız eder. O anda insanların, çocukların, yaşlıların, kadınların acıları, gözyaşları gelir gözümün önüne. Bu acıları hiçbir yazar, hiçbir sinemacı hakkıyla anlatamaz. Hiçbir din, milliyet diğerlerinden önce gelmez. Yazarın konuyu bu esasa göre işlemesini kuvvetle alkışlıyorum. Ben Markoz ile Bedrettin’in dostluklarını çok önemsedim. ·         9.       Romanda kullanılan “ağlayan kaya, ağlayan taş,” motifi Manisa’daki “ağlayan kaya Nieobe’yi çağrıştırdı bana. Manisa'daki "Ağlayan Kaya'nın" her Perşembe ağladığına inanılır ve bu inanç bir efsaneye dayanır. ·         10.    Dünyada açan ilk çiçeğin Orkide olduğunu ben ilk kez bir edebiyat eserinden öğrendim, gayet yerinde kullanıldığını gördüm! ·         11.    Yazarın kullandığı bazı yargı bildiren cümleler, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri için iyi birer kompozisyon yazma konusu olarak alınabilecek cümleler. Mesela: “Yaşamayı sevmek, ölümün kesinliğinden,” “İnsan sevdiğine darılmış, küsmeyi bulmuş, bir laf edememiş susmayı bulmuş!” ·         12.    Evlenme akdinde din hanesinin doldurulmasına dair evlenme memuru ile geçen diyalog tam bir kara mizah: Evlenme memuru o haneyi illa dolduracak ya, oraya illa bir kelime yazacak ya, taraflardan birinin dilini bilmediği için o haneye “Hıristiyan,” yazması çok ilginç bir durum gibi geldi bana. ·         13.    "Elibittibile" romanında Hülya ve Derya’nın arkası arkasına ölmesi çok duygulandırdı beni. Yazarın gerçekçi dilini, okuru anlatımın içine çekmesi açısından çok başarılı buldum. ·         14.    Bu romanı okurken genç bir yazardan ustaca bir anlatımına tanık oluyorsunuz.  Yazarın bilgi birikimi, anlatım tekniği, dile, kültüre hâkimiyeti gayet başarılı bulacaksınız. Mesela kanserin dördüncü evresi ile cenaze namazında dört tekbirin aynı cümle içinde, birbirinin tamamlayıcısı olarak kullanılması, yine insanoğlunun menfaati için bütün doğaya savaş açması, insanlığın kendi sonunu hazırladığını ölüm metaforu içinde gayet güzel işlenmiş. ·         15.    Nihayetinde şunu söyleyerek, yazımı noktalayayım. Yazmak zordur, roman yazmak daha bir zordur. Yaştaşların, arkadaşların orada burada gezip tozarken, sen bilgisayarın karşısında veya elinde kalemin bir şeyler yazmaya çalışmaktasın… İnsanın başka uğraşıları, ne bileyim bir mesleği, hatta bir ailesi varsa yazmak gerçekten daha zordur. Her yazarın kendine has bir dil ve anlatım tekniği vardır. Ona dair çok fazla bir söylemek, yazara haksızlık olur diye düşünüyorum. Fakat bir sayfada çok fazla Arapça, Farsça ya da kullanımda olmayan sözcük kullanılırsa okurun okuma hızını keser. Çünkü bu eserde okur yoğun olarak sözlüğe bakma ihtiyacı duyacaktır. Bu durum yazar açısından nasıl değerlendirilir, bilmem, yazar, kendisi için yazıyorsa ona kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Fakat edebi eserler okunmak için olduğundan yaşayan dilin kullanılması fevkalade yerinde olurdu diye düşünüyorum. Yazarın ele aldığı konu başlı başına, büyük bir dramın parçalarıdır. Bu konuda çok romanlar çıkar. “Elibittibile’den” anladığım kadarıyla yazarın bu konuda cilt cilt romanlar yazabilecek bir bilgi dağarcığına sahip olduğunu görüyorum… “Elibittibile’nin” okuru çok olması dileğiyle yolu açık olsun. * KASIM 2023 Salihli

  • ZENCİYİM BEN

    Langston HUGHES (A. B. D. 1902-1967) Zenciyim ben Gece gibi Afrika’nın derinlikleri gibi kara Köleydim her zaman Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi Emekçiydim her zaman Mısır’da piramitleri kuran benim Benim, harcını atan gökdelenlerin Türkücüydüm her zaman Afrika’dan Missuri’ye kadar yaydım türkülerimi Çınlar kederli ezgisi onların her yerde O tamtam ritmi Kurbandım her zaman Kongo’da kırbaçla dövdüler beni Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta Zenciyim ben Gece gibi!.. Afrika’nın derinlikleri gibi kara Türkçesi: Ataol Behramoğlu

  • Dinmeyen Fırtına

    Zeki SARIHAN'a ARMAĞAN KİTAP * Prof. Dr. Devrim TOPSES Saat:14.00-16.00 2 Aralık 2023 Cumartesi Ankara Fatsalılar Derneği

bottom of page