top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Jack London

    JACK LONDON * John Griffith London (John Griffith Chaney;[1] 12 Ocak 1876, San Francisco - 22 Kasım 1916, Kaliforniya) Amerikalı gazeteci ve romanyazarı. Vahşetin Çağrısı, Martin Eden, Demir Ökçe, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu başta olmak üzere elliden fazla kitabın yazarı olan Jack London, yazarlıktan yüksek gelir elde edebilen Amerikalıların ilklerindendir. ( Kaynak: VİKİPEDİ ) İLK SAVAŞ, İLK ZAFER * “On altıncı yüzyılda doğardın,” diye sözünü kestim gülerek, “Drake olurdu, Hawkins ve Raleigh olurdu, geri kalan bütün deniz canavarları hayatta olurdu.” “Doğrusun!” diye onayladı Paul. Küçük kıç güvertesinde sırtüstü döndü, hoşnutsuzluğunu dile getiren uzun bir iç çekiş duyuldu. Vakit gece yarısını geçmişti. Rüzgâr neredeyse arkadan estiğinden Aşağı San Francisco Körfezi’nden Körfez Çiftlik Adası’na doğru sürükleniyorduk. Paul Fairfax’la ikimiz aynı okula gittik, bitişik evlerde oturduk ve içtiğimiz su ayrı gitmedi. Para biriktirdik, ufak işlerden para kazandık, ikimiz de doğum günlerimizde alınacak bisikletleri feda ettik ve yan yelkeni olan, üst yelkeniyle salma omurgası bulunan yirmi sekiz ayaklık Mist adlı geniş bir yelkenli tekne için gerekli parayı bir araya getirdik. Paul’un babası yat kaptanıydı zaten, Mist’i bulma ve inceleme işini o yüklendi. Tekneyi buldu, kontrolleri yaptı, cep çakısını tahtalarına sokup çıkardı ve kalasları büyük bir dikkatle inceledi. Aslına bakarsanız Paul ile ikimiz yelken açma konusunda ne öğrendikse onun iki direklisi Whim’de öğrendik, şimdi Mist bizim olunca, bilgimizi artırmak için canla başla çalışmaya koyulduk. Mist, geniş kirişli bir tekne olduğundan rahattı, her şeye yer vardı. Bir adam kabinde dimdik durabilirdi; ocak, tencere, tava ve ranzalara gelince bir hafta boyunca karaya çıkmadan denizde kalabilirdik. Böyle seferlerden birine başlamak üzereydik, ilk kez gece sefere çıkıyorduk. Akşamüzeri Oakland’dan hareket ettik, şimdi Alameda Deresi’nin ağzına varmıştık; San Leandro Körfezi’ni dolduran ve boşaltan büyük bir tuzlu su haliciydi bu. Ben düşüncelere dalmış öyle dururken Paul ansızın, “O günlerde de insanlar varmış,” diye söze başlayarak beni şaşırttı. “Deniz canavarlarının yaşadığı dönemde demek istiyorum,” diye açıkladı sonra. “Haaa!” dedim ben sevecen bir tavırla ve “Captain Kidd” ezgisini ıslıkla çalmaya başladım. “Benim bu konulardaki fikrim ne, biliyor musun?” diye devam etti Paul. “Romanstan, serüvenden falan söz ediyorlar ama ben romansın da serüvenin de ölü olduğunu söylüyorum. Bunları yaşayamayacak kadar uygarlaştık. Yirminci yüzyılda serüven falan yok. Sirklere gidiyoruz...” “Ama,” diye sözünü kesmeye kalktım ancak o buna izin vermedi. “Buraya bak Bob,” dedi. “Birlikte takıldığımız bütün zaman içinde serüven mi yaşadık? Tamam, bir keresinde dağlara çıktık ve gecenin yarısına dek dönmedik, aç susuz kaldık ama kaybolmadık bile. Her an nerede olduğumuzu biliyorduk. Sadece bir yürüyüştü o. Yani şunu demek istiyorum, hayatımızı kurtarmak için savaşmak zorunda kalmadık hiç. Anladın mı? Üzerimize tüfekle ateş edilmedi, top atılmadı, kafamızın üzerinde kılıç sallanmadı, ya da... ya da işte...” Sonra, nasılsa pek fark etmezmiş gibi, “O uskuta halatından üç-dört ayak beri çekilsen iyi olur,” dedi umutsuz bir havayla. “Rüzgâr dönmüş değil henüz.” “Eskiden deniz sürekli ünlü serüvenlerle dolu bir yerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bir çocuk okulu bırakıp gemide çalışmaya başlar, birkaç hafta içinde kalyonlarda ya da bir Fransız korsan gemisinde seren cundasında... ya da daha pek çok işte çalışabilirdi.” “Ama bugün de serüvenler yaşanıyor,” diye karşı çıktım ona. Ama Paul ben ağzımı açmamışım gibi sürdürdü konuşmasını. “Bugün n’oluyor, ilkokuldan sonra ortaokul, lise, sonra üniversite, sonra ya memur oluyoruz ya doktor moktor, bildiğimiz serüvenleri de sadece kitaplardan öğreniyoruz. Burada Mist şalupasının arkasında oturduğumdan ne kadar eminsem, gerçek bir serüvenle karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilmeyeceğimizden de o kadar eminim. Yanlış mıyım?” “Valla bilmiyorum,” dedim öylesine. “Tamam da korkaklık edecek değilsin, değil mi?” diye sordu. Etmeyecektim ve öyle söyledim. “Ama aklının başından gitmesi için korkak olmana lüzum yok, değil mi?” Yürekli birinin de heyecanlanabileceği konusunda katıldım ona. Sesinde hafif bir üzgünlük tonu sezilen Paul, “Eh, öyleyse,” diye özetledi durumu, “olsa olsa serüveni berbat ederiz. Yani yazık olur. Bunu bilir bunu söylerim.” “Serüven falan yok ortada henüz,” diye yanıtladım onu. Bir hiç uğruna üzülmesini istemiyordum. Paul bazı konularda garip biriydi, onu iyi tanıyordum. Çok okurdu, düş gücü zengindi, arada bir bu türden ruh hallerine girerdi. Dedim ki, “Serüven henüz başlamadı, yani berbat edileceğine üzülmenin bir yararı yok. Hem, neden harika bir serüven olmasın ki?” Paul bir süre suskun kaldı, havasında değil diye düşündüm, derken ansızın konuşmaya başladı: “Bak, düşün Bob Kellogg, şimdi böyle gidiyoruz ya, şu andaki durumda, hangi nedenle olduğunu da boşver, bir teknenin, içindeki silahlı adamlarla bize saldırdığını düşün, onları püskürtmek için ne yaparsın? Püskürtmeye kalkar mısın bir kere, onu söyle.” “Sen ne yaparsın peki?” diye sordum ben. “Unutma ki teknede tek bir silahımız bile yok.” “Bu durumda teslim mi olacaksın yani?” diye atıldı öfkeyle. “Tut ki seni öldürecekler?” “Ne yapacağımı söylemiyorum,” diye yanıtladım onu hemen, biraz kızmaya başlamıştım. “Hiçbir silah olmadan sen ne yaparsın diye soruyorum.” “Bir şey bulurdum,” diye yanıtladı beni – kestirip atma çabasıyla. Kıkır kıkır gülmeye başladım. “Bu durumda serüven berbat edilmiş olmaz, değil mi? Sen de burada boşuna saçmalamış olursun.” Paul bir kibrit çaktı, kol saatine baktı ve saatin bire geldiğini söyledi – tartışma onun aleyhine geliştiğinde böyle yapardı. Ayrıca, dostluğumuzun başlarında hırgür etmişliğimiz olsa da, ilk defa kavga etmeye bu kadar yaklaşıyorduk. Tam ileride beyaz bir ışık görmüştüm ki, Paul yeniden konuşmaya başladı. “Çapa ışığı,” dedi. “Oraya da çapa atılmaz ki. Küçük kıçlı bir mavna olabilir, biraz açığından git bari.” Mist’i birkaç derece gevşettim, rüzgâr iyi estiğinden hayli güzel bir hızla ine kalka ilerledik, ışığın o kadar uzağından geçtik ki, ne türden bir tekne olduğunu bile çıkaramadık. Ansızın Mist yumuşak çamurda ilerliyormuş gibi yavaşladı. İkimiz de şaşırdık. Rüzgâr eskisinden daha sert esmeye başlamıştı, gene de neredeyse çakılıp kalmıştık. “Burada da bataklık olur mu? Hiç böyle bir şey duymadım!” Paul duruma inanmamış gibi homurdanarak böyle bağırdı ve küreği kaptı, tekneyi yan yatırdı. Su elini ıslatıncaya dek dümdüz ilerledi. Dip diye bir şey yoktu. İyice afallamıştık. Rüzgâr hızla esiyor, Mist gene de kaplumbağa gibi ilerliyordu. Teknemizde bir terslik vardı, dümen yekesinde yapabileceğim tek şey, rüzgâra kapılmasını önlemeye çalışmaktı. Elimi Paul’un koluna koydum, “Dinle!” dedim. Iskarmozların sesi duyuluyor, küçük beyaz ışık arada bir, çok yakınımızda görünüp kayboluyordu. “İşte senin silahlı tekne,” diye fısıldadım, biraz da dalga geçerek. “Tayfaları döverek dörder parçaya ayır ve saldırganları püskürt!” Gülmeye başladık, karanlıktan vahşi bir öfke çığlığı ve yaklaşmakta olan tekneden arka tarafın altına bir kurşun geldiğinde hâlâ gülmekteydik. Teknedeki fenerin ışığı sayesinde teknede duran iki adamı açıkça seçebiliyorduk. Yüzleri güneş yanığı, yabancı görünüşlü adamlardı; geniş ve püsküllü birer İskoç beresi kafalarına, denizci usulü konmuştu. Bellerinde parlak renkli yün kuşaklar vardı, uzun deniz botları bacaklarını örtmüştü. Gene de birinin kulaklarındaki minik altın küpeleri gördüğümde omurgamdan soğuk bir rüzgârın indiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Her halleriyle bir romanın sayfalarından çıkıvermiş korsanlara benziyorlardı. Resmi tamamlamak gerekirse, suratları öfkeyle yamuk yumuk olmuştu ve ikisinin de ellerinde uzun birer bıçak parlıyordu. İkisi de yüksek sesle, anlamadığımız yabancı bir jargonu konuşuyorlardı. Biri, daha ufak tefek –ve diyelim daha korkunç– görünümlü olanı, ellerini Mist’in küpeştesine koydu ve teknemize gelmeye davrandı. Paul birden atıldı, küreğinin ucunu adamın göğsüne dayadı ve onu kendi teknesine itti. Çuval gibi yığıldı adam ama zar zor ayağa kalktı, bıçağını sallayarak bağırmaya başladı: “Ağımı yırtarsın ha! Ağımı yırtarsın ha!” Gene aynı jargonla konuştu, bu kez yanındakiyle birlikte öne atılarak Mist’e çıkmak için ikinci bir hamle yapmaya davrandı. “Bunlar İtalyan balıkçılar,” diye haykırdım ben. Durumu kavramıştım. “Onların tel kepçelerinin üzerinden geçmiştik, omurganın yanına sürtünerek bizim dümeni tıkamışlardı. Böylece ağa takılmış olduk.” “Doğrusun, ayrıca cinayet işleyecek tipler,” dedi Paul. Bir yandan da onları uzaklaştırmak için küreğiyle vurmaya çalışıyordu. “Hey, bakın ahbaplar!” diye seslendim onlara. “Fırsat verirseniz sizden kopacağız! Ağınızın burada olduğunu bilmiyorduk. Bilerek yapmış değiliz, tamam mı? Kaybınız olmaz!” diye ekledim. “Zararınızı öderiz!” Ama söylediklerimizi anlayamıyorlardı ya da anlamak istemiyorlardı. Benim ağımı yırtarsın ha! Benim ağımı yırtarsın ha!” diye bağırdı küpeli ufak tefek adam. Bu arada öfkeli el kol hareketleri yapıyordu. “Göstereceğim size! Görürsünüz, göstereceğim!” Bu kez, Paul onu gerisingeri ittiğinde, küreği yakaladı ve bu arada arkadaşı bizim tekneye atladı. Sırtımı dümen yekesine dayadım, adam ayağını bizim tekneye atar atmaz, daha dengesini bulamadan başka bir kürekle karşıladım onu, lök diye sırtüstü tekneye yığıldı. Durum ciddileşiyordu, ayağa kalkıp da benim küreği yakaladığında ne kadar güçlü olduğunu anladım, itiraf ediyorum, ufacık da olsa, azıcık da olsa korktum. Ama benden güçlü olmasına karşın, küreği yakaladığında beni denize atmaya çalışacak yerde kendi teknesini biraz daha yakınlaştırmakla yetindi; sonra, kürekle itmemle tekne uzaklaştı.Bıçak hâlâ sağ elindeydi, bu onu garip bir duruma düşürüyordu, biraz da güçlülüğünün avantajını azaltıyor gibiydi. Paul ile düşmanı aynı durumdaydı, birkaç saniye süren ama sonra hemen biten bir duraksama oldu. Ağların zararını karşılayacağımı, parasını ödeyeceğimi birkaç kez haykırdım ama sözcüklerimin hiçbir etkisi olmadı. Derken benim uğraştığım adam küreği kolunun altına sıkıştırdı, yavaş yavaş, küreğe tutuna tutuna ilerledi. Paul’ün uğraştığı küçük adam da aynı şeyi yaptı. Her an biraz daha yaklaşıyorlardı, sonun er geç geleceğini biliyorduk. “Dayan Bob!” dedi Paul alçak sesle. Çabucak ona baktım ve bir an için yüzünün bembeyaz olduğunu ve dişlerini sıktığını gördüm. “Ah, Bob,” diye yakardı adeta, “dümeni sıkı tut! Sıkı tut Bob!” Ne demek istediği ansızın kafama dank etti. Küreğin bendeki ucunu bırakmadan sırtımla dümen yekesine abandım, hatta iyice eğildim. O anda Mist, rüzgâr karşısında ölü gibi duruyordu, bu manevra ana yelkenini bir yandan öbür yana eğecekti kuşkusuz. Rüzgâr yelkenden fırlayıp havalandığında bunu hissedebiliyordum. Paul’ün uğraştığı adam şimdi küçük güvertede ayakta duruyordu, benimkiyse toparlanmaya çalışıyordu. “Dikkat et!” diye haykırdım Paul’e. “Geliyor!” İkimiz de kürekleri bıraktık ve alçak güverteye indik. Bir an sonra büyük dalga geldi, ağır makaralar güverteyi yaladı, uskuta halatı kıvrılmış dev bir yılan gibi başımızın üzerinden geçti, Mist şiddetli bir hareketle yan yattı. İki adam da tekneyi yakalamak için zıpladı ama nasıl olduysa kısa boylu olanı bıçağını doğru dürüst tutamadı ya da bıçağın üzerine düştü; çünkü baktık, kendi teknesinde ayakta duruyor, kanayan parmaklarını dizlerinin arasına sıkıştırmış acı içinde kıvranıyor, çaresiz bir öfkeyle yüzünü şekilden şekle sokuyor. “Şimdi sıra bizde!” diye fısıldadı Paul. “Sizin işiniz bitti!” Teknenin bir yanından ben, diğer yanından Paul, tutunarak suya daldık, dev ağı ayaklarımızla ittik, bir sallantıyla kurtulana kadar asıldık. Bunun üzerine tekne inip kalkmaya başladı, Paul uskuta halatında, bense dümen yekesindeydim; Mist özgür hareketlerle ileri atıldı ve küçük beyaz ışık giderek küçüldü. Giysilerimizi değiştirip alt güvertede rahat rahat otururken, “İşte, maceranı yaşadın, şimdi oldu mu, kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sorduğumu anımsıyorum. “Eh, önümüzdeki bir hafta karabasan görmezsem,” dedi Paul ve durakladı, karar verme çabasındaymış gibi kaşlarını çekmeye başladı, “bunun tek nedeni uyuyamamış olmamdır, bunu bilesin!” diye bağladı sözünü. “İçimdekileri nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Bazen öyle geliyor ki adeta bütün dünya, bütün yaşam, her şey içime dolmuş, benden konuşmamı istiyor. Nasıl desem; büyük şeyler hissediyorum, ama iş konuşmaya geldiğinde küçük bir çocuk gibi dilim dolanıyor.” (Jack London’un Martin Eden romanından) ÖZGÜN BİR BAŞARI HİKAYESİ * Dünyanın tanıdığı sıfırdan başlayıp doruğa uzanan bir başarı ve doğal olarak da bir söylentiler, rivayetler hikayesidir Jack London. Öyle ki kendi ölümünün de önceden yazdığı bir senaryonun, Martin Eden adlı romanın gereği olduğu iddia edilir. Başarının doruğunda, 40 yaşında, sporun her türlüsünü yapan, kovayla içkiyi tolere edecek bir sağlıkta ama aniden ölen efsaneler spekülatörü yazar için söylenenlerin içinde doğruya en yakın tek iddiadır denilse yeri. O da, bir tek yaş isabetiyle sağlanan bir doğrudur. * Dünyanın yeni dünya düzeni Sosyalizme hazırlandığı ve çok umut bağladığı bir döneme denk gelmişti. Devrim kapıdaydı, Sosyalizm, Amerika ya da Avrupa'nın sanayileşmiş, proleter işçi sınıflarını üretmiş ülkelerinde, hemen yarın başlayacak diye umuluyordu. Çarlık Rusya'sında köylü ve işsizlerin oluşturduğu kitlelerin, Lenin önderliğindeki kalkışmanın 1917'de sosyalizme döndüğünü, ne var ki diğer kıtalara sıçramadan kaldığını görmeden ölmüştü zaten. Ne var ki 1905 Bolşevik devriminden başlayarak son ana değin umudunu hiç yitirmedi. Ölümünden sonra dünya edebiyatının tek proletarya yazarı olarak tanımlandı. Hemen hemen çağdaşı Traven'i ve ötekileri düşününce bu sav çok da tutarlı gözükmese de reklamın gücünü bilince alanın en ünlülerinden biridir demek mümkün. Şenol YAZICI * JACK LONDON YAŞAMI Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da dünyaya geldi. Annesi Flora Wellman isimli bir müzik öğretmeni olan Jack’in babası ise William Chaney isimli bir astrologdu. Bu baba sonradan JACK LONDON'a yazacağı bir mektupta iktidarsız olduğu için babası olmasının olanaksız olduğunu belirtecektir. Doğumundan kısa bir süre önce babası annesini terk etti. Genç anne başarısız bir işadamı olan John London'la evlenince Jack onun soyadını alacaktı. Yoksul ve eğitimsiz olarak hayata atıldı. Belki bu, geliştirdiği okuma yazma isteğinin alanında başarılı olma hırsının, kimsede görülmeyen azmin açıklaması olabilir. Çıraklık, gazetecilik, pansiyonculuk, demiryolu işçiliği, altın arayıcılığı, istiridye kaçakçılığı, serserilik... dahil yapmadığı iş kalmadı. Kıta Amerika’yı yürüyerek dolaştı. Serserilikten Kanada’da 30 gün tutuklu kaldı. Çıkınca 19 yaşında liseye başladı ve süresinden erken bitirdi. Üniversiteye başladıysa bile bitiremedi. Savaş muhabirliği yaptı, gazeteci olarak ödül aldı. Yazdıklarının büyük bölümü kendi yaşam deneylerinden kaynaklandı. Vahşi doğa mekanı, emeğinden başka kaybedecek hiçbir şeysi olmayan işçiler kahramanıydı. Bir köpeğin ya da kurdun başından geçenleri (Vahşete Çağrı, Beyaz Diş...) 100 yıldır bütün dünyanın, küçük büyük herkesin okuduğu muhteşem yapıtlara çevirdi. Savunduğu sosyalizmi ve işçi sınıfını kahramanlaştırdı. İdeolojisini destekler, oligarşiyi öngören distopyalar (Demir Ökçe...) üretti. Kişisel kütüphanesi, okumaya duyduğu açlıkla bütün zamanların örnek yazarıydı. Marks’ı, Darwin’i, Spencer’i, Nietzsche’yi okudu ve onların eserlerinden hareketle kendi düşüncesini belirlemeye çalıştı. Alman filozofu, Friedrich Nietzsche’nin “üstün-insan” düşüncesi, yazarın ilgiyle benimsediği bir idealdir. Nietzsche felsefesini basitleştirerek kullanan Jack London (1876-1916) özellikle başlangıç romanlarında üstün adamların bireysel kuvvetlerine güvenerek giriştiği heyecanlı serüvenleri anlattı. Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş... romanlarının kahramanları olan köpekler de bu insan modelinin yansımalarıdır. Sonraki romanlarında bu üstün insan miti, güç ve yeteneğini sermayeye kiralayan ve değişen dünyada iktidardan pay almak için mücadele eden işçi sınıfının organize olmuş bir toplumsal hareketi olarak tarzını sürdürdü. Vahşi Batı ve kovboylar döneminin Amerika'sının geçiş sürecinin son efsanelerinin yanında moderniteyi yaratacak itici güç sanayinin ve giderek örgütlü bir sınıfa dönüşen, yakın gözüken devrimin öncüleri saydığı proletaryanın anlatıcısıydı. Ünü arttıkça hakkında olumlu olumsuz çok şey söylendi. Bazı kitaplarının kimi bölümlerinin başka kitaplardan çalıntı olduğu bile iddia edildi. Genç yaşında ölümü günümüzde bile gizemini koruyan bir öykü olarak kaldı. Martin Eden yaşamına benzerlikleriyle dünyaca bilinen yapıtı oldu. Tıpkı o kitabın kahramanı gibi 40 yaşında başarının doruğundayken intihar ettiği bir söylentiyse de, döneminin en bilinen, en çok satan yazarı olması ve sağlıklı görünürken kırk yaşında ardında bir çok soru işareti bırakarak 1916'da ölmesi ise bir gerçek... Bir rivayete göre, altın arayıcılığı yaptığı sırada yakalandığı iskorbüt hastalığı nedeniyle yaşama veda ettiği söylense de pek çok eski kaynakta intihar ettiği anlatılır. Son döneminde çok acı çektiği ve morfin aldığı bilinen Jack London’un kazayla ya da kasıtlı olarak aşırı doz morfin alıp öldüğü de söylentiler arasındadır. Büyük olasılıkla ölüm nedeni, aşırı alkol tüketimi sonucu iflas eden organları olsa da günümüz teknolojisiyle bunu doğrulama şansı yok, çünkü cesedi vasiyeti üzerine yakıldı. YAPITLARINDA insanın doğayla, egemen sınıflarla kavgasını romantik bir bakışla anlatır. Kapitalizme yönelik eleştirilerde sertleşir. 1907'de yazdığı, ama 1914 -1918 arası bir dünyayı anlatan DEMİR ÖKÇE'de bu sertlik kapitalizme oligarşiyi de ekleyerek en son noktaya varır. Önceki yapıtlarında doğaya karşı insanın gücünü, alt etme ve hayatta kalabilme mücadelesini ele alan Jack London, Demir Ökçe'de sınıf mücadelesini konu alır. Bir romantik aşk öyküsünde; sosyalist bir liderle evlenen bir burjuva kızının gözünden Amerikan işçi sınıfının ve oligarşinin etkileyici bir resmini çizer. Çarpıcı imgeleri, belli başlı diyalogları ile oldukça sert bir üslupla yazılmış bir DİSTOPYA olan DEMİR ÖKÇE, güncelliğini ve önemini günümüzde de koruyor. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD'li yazarlardandır. Türkçe'ye çevrilmesi elli yıl sonralara denk gelse de ülkemizde de büyük ilgi görmüştür. Jack London, azmettiğini yaptı. Anatol Frans'ın dediği gibi ilk kitabının basıldığı 1900'den -1916'ya değin 17 yıllık bir döneme "kıpır kıpır hayat ve düşünce kaynayan" 50 ciltlik dev bir eser sığdırır. / 22.11.2022

  • KUBİLAY

    23.12.2016, maviADA / -Mustafa Fehmi KUBİLAY : Öğretmen, asteğmen... 1906'da Kozan'da, Giritli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep'tir. Kubilay 1930 yılında öğretmen olarak İzmir'in Menemen İlçesi'nde asteğmen rütbesiyle askerlik görevini yaparken 23 Aralık 1930'da Derviş Mehmet'in başında olduğu bir grup şeriatçı tarafından öldürüldü- Sivas yangınları daha dündü, Maraş öyle... Örnekleri olmadı değil, ama Cumhuriyet tarihinin en dikkat çekici İRTİCA olayı daha Atatürk sağken, birkaç yıl öncesine değin Yunan işgalinde olan, henüz yaralarını bile tam olarak saramamış MENEMEN'de gerçekleşecekti. 23 Aralık 1930'da bir grup mürteci , yeşil sancak açarak halkı isyana çağırdı. Müdahale eden öğretmen asteğmen Kubilay'ı başını keserek şehit etti. Toplanan halk sadece izlemekle yetindi, elikanlı katilleri alkışlayanlar da oldu. Olay, Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica girişimidir, * Tarih yığınla örnekle dolu. Aslında o hep vardı, 31 Mart vakası bu tür bir kalkışmadır örneğin... Günümüzde de bırakın otobüsteki, parkta spor yapan kadını tekmeleyeni ya da Ramazan'da oruç tutmayana saldıranı, çok daha ciddi örnekler var. Cumhuriyet'in en büyük düşmanı İRTİCAya karşı verdiği savaşa dair sayısız olay; ölüm, şehit var. Sivas olaylarından tut, Maraş olaylarından çık, hemen anımsayabileceğimiz çok yaşanmış bu bağlamda sayılabilir... İRTİCA, CUMHURİYET kurulduğundan bu yana türlü yer ve biçimlerde, çoğu kez dinsel bir kisveyle düşmanı olduğu CUMHURİYETİ yıkmaya, tahrip etmeye uğraştı. Bir egemenlik savaşı aslında; adı ve görünümü değişse de CUMHURİYET öncesi güçlü günlerini özleyen , cehaletle at başı giden taassubun siyasi bir kalkışmasının öteki adıdır İRTİCA ve hep pusuda bekler. İRTİCA hangi ortamda hangi koşullarda ortaya çıkarsa çıksın, ortak özelliği yeniliğe karşıdır. Din gibi, ahlak gibi... yaygın ortak değerleri , bazen değiştirip, bazen amacına uygun bir kılığa sokarak kullanır. Her zaman altında politik bir hesap ve kışkırtan unsurlar vardır, yani çıkar... 1925'te aslında İngiltere'nin kışkırtması sonucu, tamamen politik, bağımsız Kürt devleti vaat ve amacını taşıyarak başlatılan Şeyh Said İsyanı, başlangıçta "din elden gidiyor" sloganıyla taraftar toplamıştır. O olayın elebaşılarının yargılandığı mahkemede alınan bir karar ilgi çeker; mahkeme tekke ve zaviyelerin halkı dini duygu ve düşüncelerini kullanıp iç huzursuzluklara neden oldukları için kapatılmasına da hükmedecektir. Yakın zamana değin İRTİCA devlet katında da CUMHURİYETİN ve DEVRİMLERİN en büyük tehlikesi olarak görülmüşse de son zamanlarda böyle bir tehlikenin olmadığına dair görüşler de dile gelmeye başlamıştır. İRTİCA ile CUMHURİYET arasındaki büyük çatışmayı en somut anlatandır KUBİLAY. Bu olayın özel önemini şuradan da anlamak mümkün. Günümüzde Cumhuriyet kurum ve makamlarını yasal dayanaklar da yaratıp tarikatlere, cemaatlere teslim edenler, dünkü Kubilay Olayı'nı komplo ve benzerleri iddialarla unutturmaya, karartmaya çalışıp, son dönemde de ders kitaplarından da çıkarılmasını sağlamıştır. Yani İRTİCAyı da korkutan örnek bir olaydır da Kubilay olayı... Bu gelişmelerin sonu ne olur? Gelecekte MENEMEN OLAYI failleri ya da SİVAS'ta, Maraş'ta aydınları yakanlar birer demokrasi kahramanı ilan edilirse hiç şaşırmayalım. Belki bilinçli yurttaşa düşen görev bu ve benzeri olayları hiç unutmamak, suçluları ve katledilen masumları iyi bilmek, Cumhuriyetle İRTİCA arasındaki bu bitmeyecek çatışmanın asıl nedenlerini de sorgulamak olmalı. * İzmir'in ilçesi Menemen, 1930’larda dört-beş bin nüfuslu bir ilçeydi. Milli Mücadelede kıyıma uğramış, işgal kuvvetleri tarafından yaklaşık bin beş yüz kişi öldürülmüştü. İlçede, küçük bir jandarma birliği ve şehrin dışında 43’üncü Piyade Alayı kışlası vardı. 23 Aralık 1930 Salı Günü Şeyh Esat'ın Manisa'da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen, çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi sabah namazı için Gazzen camiine gelir. Tarikat muridi Giritli Derviş Mehmet ve beş arkadaşı cesaret kazanmak için çektikleri esrarlı sigaraların da bulandırdığı bir kafayla Menemen çarşısındaki Müftü Camii'ne girip aldıkları yeşil sancağı alana dikip halkı şeriat sancağı altında toplanmaya çağırırlar. Derviş Mehmet kendini mehdi ilan eder, "Dini kurtarmaya geldiğini, 70 bin kişilik halife ordusunun yolda olduğunu ona katılmayanların kılıçtan geçirileceğini..." söyler. Müezzin , minareye çıkıp aldığı müjdeli haber şerefine bir el ateş eder, halkın bazıları da sevinçle sancağın çevresinde toplanıp Derviş ve adamlarıyla zikredip dönerler. Olaya tanık olan bir jandarmanın haber vermesiyle müdahaleye gelen yüzbaşıya Derviş Mehmet tehditler savurur. Jandarma Yüzbaşı telefonla durumu alaya bildirince, Alay Komutan Yardımcısı, birliğini eğitime çıkarmak için hazırlık yapan Mustafa Fehmi Kubilay’a bir müfreze ile hemen olay yerine gitmesini emreder. Kubilay kendi tabancasını bile almadan, müfreze de gerçek mermi yerine, eğitim için kullanılan, yalnızca ses çıkaran manevra mermileriyle olay yerine hareket eder. Kubilay, müfrezeyi olay yerinin uzağında durdurup, tek başına Derviş Mehmet ve adamlarına yaklaşır. Mehmet’in yakasından tutarak silahlarını bırakmalarını ve teslim olmalarını ister. Derviş Mehmet’in bir arkadaşı ateş eder ve Kubilay yaralanır. Yaralı Kubilay, zorlukla yakındaki caminin avlusuna sığınmaya çalışır. Bu sırada, bir el daha ateş edilir ve Kubilay, cami avlusunda yere düşer. Bunu gören askerleri ateş açarlarsa da öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleriyle sonuç alamazlar. Kurşunların kendilerine zarar vermediğini farkeden Derviş Mehmet fırsatı kaçırmaz, “bana kurşun işlemez” diyerek halkı kandırmaya çalışır. Müfrezenin başındaki çavuşlar kaçınca askerler de dağılır. Derviş Mehmet, yerde yatan ve yaralı Kubilay’ı sürükleyip, bir ayağı ile vücuduna basmak suretiyle yüzüstü yatırır, torbasından testere ağızlı bağ bıçağını çıkarır ve boynundan keserek Kubilay’ın başını gövdesinden ayırır. Saçlarından tutarak taşa vurur, kanından içer, sonra meydana döner. Yeşil sancağa taktığı kanlı başı meydana getirip elektrik direğine asar. “Cumhuriyet bitmiştir” diyerek nutuk çekmeye devam eder. Derviş Mehmet’in adamları da bu sırada bazı Menemenlilerle birlikte “tekbir” çekiyor, vahşeti alkışlıyorlardı. Olaydan sonra, Menemen Cumhuriyet Savcısı, Savcı Yardımcısı ve Hükümet Tabip Vekilinin yazdıkları, 23 Aralık 1930 tarihli rapor şöyledir: “Gazez Camisi girişinin sol tarafındaki bahçede, arkası üstü yatık, sağ tarafında kasaturası kınından çekik bir halde, elbiseleri kanlı, başı boynundan ayrılmış ve etrafındaki toprakta çok fazla kan lekeleri bulunan, tahminen 25 yaşlarında, üzerinde haki renkte askeri elbise olan ölünün Yedek Subay İzmirli Hüseyin oğlu Kubilay olduğu anlaşılmıştır.” Olayın görgü tanığı, telgraf memuru Nail Bey, olayı anlatır: “Kubilay Bey’in komutasında bir müfreze geldi. Müfreze komutanı , Vakıflar kahvesi önünde askerleri durdurup ‘süngü tak’ emrini verdi ve kendisi eşkıyanın yakasını tuttu… Derviş Mehmet’in bir arkadaşı, Kubilay’ı arkasından bir silahla vurdu. Yere düştü, on beş saniye kadar yerde kaldıktan sonra, kalkıp cami yönünde koştu… Biraz sonra saçından tutulu olduğu halde, zavallı Kubilay Bey’in kesik kafasını getirdiklerini gördük. Ellerindeki sancağın ucuna kesik kafayı geçirdiler. Kesik başın, elektrik direğine bir kırmızı kuşakla bağlandığını gördüm. Kubilay Bey’in başı asılı olduğu halde meydanda dönüyorlardı.” Bu sırada, çarşı bekçileri Hasan ve Şevki silah ve alkış sesleri üzerine olay yerine gelir. Hasan silahını çekip ateş eder, Derviş Mehmet’in adamlarından birini yaralar. Caniler, Hasan ve Şevki’yi de anında şehit ederler. Neden sonra olayın ciddiyetini farkedip yetişen askeri birlik, teslim ol uyarılarına "Ben mehdiyim, bana kurşun işlemez," diye yanıt veren eli kanlı katillere ateş açtı, Derviş Mehmet ve iki adamı ölür, diğerleri kalabalığa karışıp kaçarlar. İki gün sonra, olayla ilgisi bulunanlar yakalanır. Sıkıyönetim ilan edilir. İhmali görülen kamu görevlileri hakkında yasal işlem yapılır, görevden el çektirilir. Geniş çaplı soruşturmalar yapılır, olaya karışanlar ve azmettiriciler yargılanırlar. Mahkeme sonunda 28 kişi idam edilir; 73 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılır. O günlerde Edirne'de olan Atatürk, haberi aldığında olaya ve halkın tutumuna çok kızar. Daha birkaç yıl önce Yunan İşgalinin acısını tatmış bir bölgede bu olayın meydana gelmesi üzerine, bazı kaynaklara göre, ilçenin haritadan silinmesini emreder. Ertesi gün de, “Böyle emirler verirsem, uygulamayın, sonra bir daha sorun,” der. 28 Aralık 1930’da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, “Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise” olduğunu belirtir. General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp Mahkemesinde 24 Ocak 1931 günü iddianame okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idama mahkûm edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmeder ve karar TBM Meclisin onayına sunulur. Meclis, idam hükümlülerinin 6'sının yaşı küçük olduğundan ağır hapsine, iki idamlığın cezasını 2 yıl hapse çevirir. Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idam edilir. Bazıları Kubilay'ın başının kesildiği yerde asılır. Mahkumlardan biri idam sehpasının önünden kaçar, iki hafta sonra yakalanır ve idam edilir.. Olayın hemen ardından Menemen'de devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikilir. Anıtın üzerinde şöyle yazar: "İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz." * Bugün 90. yılı anma günüydü. İzmir'de görkemli törenler yapıldığını bilsek de başka yerlerde Kubilay ve Menemen Olayını kaç kişinin anımsadığını bilmek isterdim. .. Fransızların bu olaya dair bir suçlamaları vardı. Onlara göre Atatürk ve İnönü kurdurdukları ama istemedikleri biçimde gelişen muhalif parti Serbest Fırka'yı kapatmak için bu olayı düzenlemişlerdi. Yıllarca gericilerin ve onların hamileri siyasilerin ve kalemşörlerin kullandığı bu komplo teorisi en baştan yalandı. Çünkü Fransızlar, 12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Partisi’ni yok etmek için Atatürk’ün ve İsmet Paşa’nın bu olayı düzenledikleri şeklinde propaganda yaparlar. Oysa Serbest Fırka bu olaydan aylar önce kendi kendini feshetmiştir. Ne garip değil mi, Kanuni'ni uğruna Viyana kapılarına dayandığı Fransa ezeli ve Ebedi düşmanımız olmuş her devir, bugün de farklı mı? Biz de unutmaya yatkındık, unuttuk. Nasıl da nabza göre şerbet veren bir toplum olduk, unutun diyorlar, unutuyoruz. Yarın çağdaş değerleri önemseyen bir iktidar gelirse "hatırlayın" diyecek baştan ayağa akıl ve hafıza kesileceğiz, öyle mi? * KUBİLAY ve MENEMEN OLAYI konusunda Sinan Meydan'ın SÖZCÜ gazetesinde yer alan araştırması okunmaya değer.(*) Okurken sizi de gülümseteceğini düşündüğüm bir ayrıntıya lütfen dikkat edin. Sonraki yıllarda farklı bir tavır sergilemekte bir sakınca görmeyen, hatta " Kubilay olayı bir komplodur," diyecek kadar ileri giden Necip Fazıl Kısakürek'in o yıllarda İRTİCAya ve Cumhuriyet düşmanlarına gösterdiği büyük heyecanlı tepki şaşırtıcı ve ilgi çekici. Belki de doğal çünkü o yıllarda Necip Fazıl da CHPlidir. Sonraki yıllarda CHP'de aday olamayacak ve iktidardaki DEMOKRAT PARTİye geçecek ve söylemi de çok hızlı değişecektir. İnsan düşünmeden edemiyor asıl suçlu kim? Gelişmeleri anlayamayan, düşman gören, çağdan korkan sorunlu, hatta ruh hastası bazı kişiler mi? Yoksa onları kullananlar mı? Cahil ve eğitimsiz halkın çağdışı sapma düşüncelere kapılması kabul edilebilir olmasa da olağan sonuç sanki... Peki her şeyin farkına varan, bilen ama kişisel çıkar, iktidar ya da sosyal itibar sahibi olmak için o umarsız halkı cahil bırakmakta özellikle yarar gören, kendisi çocuklarını Amerikalarda okuturken onların mağara devrinde yaşamasını teşvik eden, gerektiğinde parlak laflarla kandırıp amacı için kullananların asıl sorumlu olduğunu görmeye başlamasazsak daha çok Menemen, Sivas...gibi katliamları yaşarız sanki. Yüzkarası olan o tip meczupların olması değil, yüzkarası olan, o tip insanların inançlarını sömüren, kışkırtan varlığından medet umanların hala var olması... * (*)Sinan MEYDAN'IN YAZISINI OKUMAK İÇİN...

  • İlk Savaş İlk Zafer

    “On altıncı yüzyılda doğardın,” diye sözünü kestim gülerek, “Drake olurdu, Hawkins ve Raleigh olurdu, geri kalan bütün deniz canavarları hayatta olurdu.” “Doğrusun!” diye onayladı Paul. Küçük kıç güvertesinde sırtüstü döndü, hoşnutsuzluğunu dile getiren uzun bir iç çekiş duyuldu. Vakit gece yarısını geçmişti. Rüzgâr neredeyse arkadan estiğinden Aşağı San Francisco Körfezi’nden Körfez Çiftlik Adası’na doğru sürükleniyorduk. Paul Fairfax’la ikimiz aynı okula gittik, bitişik evlerde oturduk ve içtiğimiz su ayrı gitmedi. Para biriktirdik, ufak işlerden para kazandık, ikimiz de doğum günlerimizde alınacak bisikletleri feda ettik ve yan yelkeni olan, üst yelkeniyle salma omurgası bulunan yirmi sekiz ayaklık Mist adlı geniş bir yelkenli tekne için gerekli parayı bir araya getirdik. Paul’un babası yat kaptanıydı zaten, Mist’i bulma ve inceleme işini o yüklendi. Tekneyi buldu, kontrolleri yaptı, cep çakısını tahtalarına sokup çıkardı ve kalasları büyük bir dikkatle inceledi. Aslına bakarsanız Paul ile ikimiz yelken açma konusunda ne öğrendikse onun iki direklisi Whim’de öğrendik, şimdi Mist bizim olunca, bilgimizi artırmak için canla başla çalışmaya koyulduk. Mist, geniş kirişli bir tekne olduğundan rahattı, her şeye yer vardı. Bir adam kabinde dimdik durabilirdi; ocak, tencere, tava ve ranzalara gelince bir hafta boyunca karaya çıkmadan denizde kalabilirdik. Böyle seferlerden birine başlamak üzereydik, ilk kez gece sefere çıkıyorduk. Akşamüzeri Oakland’dan hareket ettik, şimdi Alameda Deresi’nin ağzına varmıştık; San Leandro Körfezi’ni dolduran ve boşaltan büyük bir tuzlu su haliciydi bu. Ben düşüncelere dalmış öyle dururken Paul ansızın, “O günlerde de insanlar varmış,” diye söze başlayarak beni şaşırttı. “Deniz canavarlarının yaşadığı dönemde demek istiyorum,” diye açıkladı sonra. “Haaa!” dedim ben sevecen bir tavırla ve “Captain Kidd” ezgisini ıslıkla çalmaya başladım. “Benim bu konulardaki fikrim ne, biliyor musun?” diye devam etti Paul. “Romanstan, serüvenden falan söz ediyorlar ama ben romansın da serüvenin de ölü olduğunu söylüyorum. Bunları yaşayamayacak kadar uygarlaştık. Yirminci yüzyılda serüven falan yok. Sirklere gidiyoruz...” “Ama,” diye sözünü kesmeye kalktım ancak o buna izin vermedi. “Buraya bak Bob,” dedi. “Birlikte takıldığımız bütün zaman içinde serüven mi yaşadık? Tamam, bir keresinde dağlara çıktık ve gecenin yarısına dek dönmedik, aç susuz kaldık ama kaybolmadık bile. Her an nerede olduğumuzu biliyorduk. Sadece bir yürüyüştü o. Yani şunu demek istiyorum, hayatımızı kurtarmak için savaşmak zorunda kalmadık hiç. Anladın mı? Üzerimize tüfekle ateş edilmedi, top atılmadı, kafamızın üzerinde kılıç sallanmadı, ya da... ya da işte...” Sonra, nasılsa pek fark etmezmiş gibi, “O uskuta halatından üç-dört ayak beri çekilsen iyi olur,” dedi umutsuz bir havayla. “Rüzgâr dönmüş değil henüz.” “Eskiden deniz sürekli ünlü serüvenlerle dolu bir yerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bir çocuk okulu bırakıp gemide çalışmaya başlar, birkaç hafta içinde kalyonlarda ya da bir Fransız korsan gemisinde seren cundasında... ya da daha pek çok işte çalışabilirdi.” “Ama bugün de serüvenler yaşanıyor,” diye karşı çıktım ona. Ama Paul ben ağzımı açmamışım gibi sürdürdü konuşmasını. “Bugün n’oluyor, ilkokuldan sonra ortaokul, lise, sonra üniversite, sonra ya memur oluyoruz ya doktor moktor, bildiğimiz serüvenleri de sadece kitaplardan öğreniyoruz. Burada Mist şalupasının arkasında oturduğumdan ne kadar eminsem, gerçek bir serüvenle karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilmeyeceğimizden de o kadar eminim. Yanlış mıyım?” “Valla bilmiyorum,” dedim öylesine. “Tamam da korkaklık edecek değilsin, değil mi?” diye sordu. Etmeyecektim ve öyle söyledim. “Ama aklının başından gitmesi için korkak olmana lüzum yok, değil mi?” Yürekli birinin de heyecanlanabileceği konusunda katıldım ona. Sesinde hafif bir üzgünlük tonu sezilen Paul, “Eh, öyleyse,” diye özetledi durumu, “olsa olsa serüveni berbat ederiz. Yani yazık olur. Bunu bilir bunu söylerim.” “Serüven falan yok ortada henüz,” diye yanıtladım onu. Bir hiç uğruna üzülmesini istemiyordum. Paul bazı konularda garip biriydi, onu iyi tanıyordum. Çok okurdu, düş gücü zengindi, arada bir bu türden ruh hallerine girerdi. Dedim ki, “Serüven henüz başlamadı, yani berbat edileceğine üzülmenin bir yararı yok. Hem, neden harika bir serüven olmasın ki?” Paul bir süre suskun kaldı, havasında değil diye düşündüm, derken ansızın konuşmaya başladı: “Bak, düşün Bob Kellogg, şimdi böyle gidiyoruz ya, şu andaki durumda, hangi nedenle olduğunu da boşver, bir teknenin, içindeki silahlı adamlarla bize saldırdığını düşün, onları püskürtmek için ne yaparsın? Püskürtmeye kalkar mısın bir kere, onu söyle.” “Sen ne yaparsın peki?” diye sordum ben. “Unutma ki teknede tek bir silahımız bile yok.” “Bu durumda teslim mi olacaksın yani?” diye atıldı öfkeyle. “Tut ki seni öldürecekler?” “Ne yapacağımı söylemiyorum,” diye yanıtladım onu hemen, biraz kızmaya başlamıştım. “Hiçbir silah olmadan sen ne yaparsın diye soruyorum.” “Bir şey bulurdum,” diye yanıtladı beni – kestirip atma çabasıyla. Kıkır kıkır gülmeye başladım. “Bu durumda serüven berbat edilmiş olmaz, değil mi? Sen de burada boşuna saçmalamış olursun.” Paul bir kibrit çaktı, kol saatine baktı ve saatin bire geldiğini söyledi – tartışma onun aleyhine geliştiğinde böyle yapardı. Ayrıca, dostluğumuzun başlarında hırgür etmişliğimiz olsa da, ilk defa kavga etmeye bu kadar yaklaşıyorduk. Tam ileride beyaz bir ışık görmüştüm ki, Paul yeniden konuşmaya başladı. “Çapa ışığı,” dedi. “Oraya da çapa atılmaz ki. Küçük kıçlı bir mavna olabilir, biraz açığından git bari.” Mist’i birkaç derece gevşettim, rüzgâr iyi estiğinden hayli güzel bir hızla ine kalka ilerledik, ışığın o kadar uzağından geçtik ki, ne türden bir tekne olduğunu bile çıkaramadık. Ansızın Mist yumuşak çamurda ilerliyormuş gibi yavaşladı. İkimiz de şaşırdık. Rüzgâr eskisinden daha sert esmeye başlamıştı, gene de neredeyse çakılıp kalmıştık. “Burada da bataklık olur mu? Hiç böyle bir şey duymadım!” Paul duruma inanmamış gibi homurdanarak böyle bağırdı ve küreği kaptı, tekneyi yan yatırdı. Su elini ıslatıncaya dek dümdüz ilerledi. Dip diye bir şey yoktu. İyice afallamıştık. Rüzgâr hızla esiyor, Mist gene de kaplumbağa gibi ilerliyordu. Teknemizde bir terslik vardı, dümen yekesinde yapabileceğim tek şey, rüzgâra kapılmasını önlemeye çalışmaktı. Elimi Paul’un koluna koydum, “Dinle!” dedim. Iskarmozların sesi duyuluyor, küçük beyaz ışık arada bir, çok yakınımızda görünüp kayboluyordu. “İşte senin silahlı tekne,” diye fısıldadım, biraz da dalga geçerek. “Tayfaları döverek dörder parçaya ayır ve saldırganları püskürt!” Gülmeye başladık, karanlıktan vahşi bir öfke çığlığı ve yaklaşmakta olan tekneden arka tarafın altına bir kurşun geldiğinde hâlâ gülmekteydik. Teknedeki fenerin ışığı sayesinde teknede duran iki adamı açıkça seçebiliyorduk. Yüzleri güneş yanığı, yabancı görünüşlü adamlardı; geniş ve püsküllü birer İskoç beresi kafalarına, denizci usulü konmuştu. Bellerinde parlak renkli yün kuşaklar vardı, uzun deniz botları bacaklarını örtmüştü. Gene de birinin kulaklarındaki minik altın küpeleri gördüğümde omurgamdan soğuk bir rüzgârın indiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Her halleriyle bir romanın sayfalarından çıkıvermiş korsanlara benziyorlardı. Resmi tamamlamak gerekirse, suratları öfkeyle yamuk yumuk olmuştu ve ikisinin de ellerinde uzun birer bıçak parlıyordu. İkisi de yüksek sesle, anlamadığımız yabancı bir jargonu konuşuyorlardı. Biri, daha ufak tefek –ve diyelim daha korkunç– görünümlü olanı, ellerini Mist’in küpeştesine koydu ve teknemize gelmeye davrandı. Paul birden atıldı, küreğinin ucunu adamın göğsüne dayadı ve onu kendi teknesine itti. Çuval gibi yığıldı adam ama zar zor ayağa kalktı, bıçağını sallayarak bağırmaya başladı: “Ağımı yırtarsın ha! Ağımı yırtarsın ha!” Gene aynı jargonla konuştu, bu kez yanındakiyle birlikte öne atılarak Mist’e çıkmak için ikinci bir hamle yapmaya davrandı. “Bunlar İtalyan balıkçılar,” diye haykırdım ben. Durumu kavramıştım. “Onların tel kepçelerinin üzerinden geçmiştik, omurganın yanına sürtünerek bizim dümeni tıkamışlardı. Böylece ağa takılmış olduk.” “Doğrusun, ayrıca cinayet işleyecek tipler,” dedi Paul. Bir yandan da onları uzaklaştırmak için küreğiyle vurmaya çalışıyordu. “Hey, bakın ahbaplar!” diye seslendim onlara. “Fırsat verirseniz sizden kopacağız! Ağınızın burada olduğunu bilmiyorduk. Bilerek yapmış değiliz, tamam mı? Kaybınız olmaz!” diye ekledim. “Zararınızı öderiz!” Ama söylediklerimizi anlayamıyorlardı ya da anlamak istemiyorlardı. Benim ağımı yırtarsın ha! Benim ağımı yırtarsın ha!” diye bağırdı küpeli ufak tefek adam. Bu arada öfkeli el kol hareketleri yapıyordu. “Göstereceğim size! Görürsünüz, göstereceğim!” Bu kez, Paul onu gerisingeri ittiğinde, küreği yakaladı ve bu arada arkadaşı bizim tekneye atladı. Sırtımı dümen yekesine dayadım, adam ayağını bizim tekneye atar atmaz, daha dengesini bulamadan başka bir kürekle karşıladım onu, lök diye sırtüstü tekneye yığıldı. Durum ciddileşiyordu, ayağa kalkıp da benim küreği yakaladığında ne kadar güçlü olduğunu anladım, itiraf ediyorum, ufacık da olsa, azıcık da olsa korktum. Ama benden güçlü olmasına karşın, küreği yakaladığında beni denize atmaya çalışacak yerde kendi teknesini biraz daha yakınlaştırmakla yetindi; sonra, kürekle itmemle tekne uzaklaştı.Bıçak hâlâ sağ elindeydi, bu onu garip bir duruma düşürüyordu, biraz da güçlülüğünün avantajını azaltıyor gibiydi. Paul ile düşmanı aynı durumdaydı, birkaç saniye süren ama sonra hemen biten bir duraksama oldu. Ağların zararını karşılayacağımı, parasını ödeyeceğimi birkaç kez haykırdım ama sözcüklerimin hiçbir etkisi olmadı. Derken benim uğraştığım adam küreği kolunun altına sıkıştırdı, yavaş yavaş, küreğe tutuna tutuna ilerledi. Paul’ün uğraştığı küçük adam da aynı şeyi yaptı. Her an biraz daha yaklaşıyorlardı, sonun er geç geleceğini biliyorduk. “Dayan Bob!” dedi Paul alçak sesle. Çabucak ona baktım ve bir an için yüzünün bembeyaz olduğunu ve dişlerini sıktığını gördüm. “Ah, Bob,” diye yakardı adeta, “dümeni sıkı tut! Sıkı tut Bob!” Ne demek istediği ansızın kafama dank etti. Küreğin bendeki ucunu bırakmadan sırtımla dümen yekesine abandım, hatta iyice eğildim. O anda Mist, rüzgâr karşısında ölü gibi duruyordu, bu manevra ana yelkenini bir yandan öbür yana eğecekti kuşkusuz. Rüzgâr yelkenden fırlayıp havalandığında bunu hissedebiliyordum. Paul’ün uğraştığı adam şimdi küçük güvertede ayakta duruyordu, benimkiyse toparlanmaya çalışıyordu. “Dikkat et!” diye haykırdım Paul’e. “Geliyor!” İkimiz de kürekleri bıraktık ve alçak güverteye indik. Bir an sonra büyük dalga geldi, ağır makaralar güverteyi yaladı, uskuta halatı kıvrılmış dev bir yılan gibi başımızın üzerinden geçti, Mist şiddetli bir hareketle yan yattı. İki adam da tekneyi yakalamak için zıpladı ama nasıl olduysa kısa boylu olanı bıçağını doğru dürüst tutamadı ya da bıçağın üzerine düştü; çünkü baktık, kendi teknesinde ayakta duruyor, kanayan parmaklarını dizlerinin arasına sıkıştırmış acı içinde kıvranıyor, çaresiz bir öfkeyle yüzünü şekilden şekle sokuyor. “Şimdi sıra bizde!” diye fısıldadı Paul. “Sizin işiniz bitti!” Teknenin bir yanından ben, diğer yanından Paul, tutunarak suya daldık, dev ağı ayaklarımızla ittik, bir sallantıyla kurtulana kadar asıldık. Bunun üzerine tekne inip kalkmaya başladı, Paul uskuta halatında, bense dümen yekesindeydim; Mist özgür hareketlerle ileri atıldı ve küçük beyaz ışık giderek küçüldü. Giysilerimizi değiştirip alt güvertede rahat rahat otururken, “İşte, maceranı yaşadın, şimdi oldu mu, kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sorduğumu anımsıyorum. “Eh, önümüzdeki bir hafta karabasan görmezsem,” dedi Paul ve durakladı, karar verme çabasındaymış gibi kaşlarını çekmeye başladı, “bunun tek nedeni uyuyamamış olmamdır, bunu bilesin!” diye bağladı sözünü. * Kapitalist sistemin acımasız yüzünü romanlarında ve öykülerinde tüm açıklığıyla yansıtan ABD’li yazar Jack London’ın (1876-1916) üç öyküsü ilk kez Türkçeye kazandırıldı. Can Yayınları’ndan çıkan “Meksikalı” adlı kitapta yer alan bu öyküler Şemsa Yeğin çevirisiyle sunuluyor. Kitapta “İstiridye Korsanlarına Baskın”, “İlk Savaş İlk Zafer” ve “Çizginin Güney Tarafı” adlı bu öykülerle birlikte, toplam 12 öykü bulunuyor. London’ın insan-doğa çekişmesini ve deniz tutkusunu işlediği öykülerinden ilk kez Türkçeye çevrilen “İlk Savaş İlk Zafer”i aktarıyoruz: KAYNAK:

  • JACK LONDON

    Jack London: “İçimdekileri nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Bazen öyle geliyor ki adeta bütün dünya, bütün yaşam, her şey içime dolmuş, benden konuşmamı istiyor. Nasıl desem; büyük şeyler hissediyorum, ama iş konuşmaya geldiğinde küçük bir çocuk gibi dilim dolanıyor.” (Jack London’un Martin Eden romanından) Amerikan hikâye ve romancısı Jack London, 12 Ocak 1876’da San Fransisco’da dünyaya gelir, 22 Kasım 1916’da Kaliforniya’da, çok genç sayılabilecek bir yaşta 40 yıllık hayatına 50’den fazla eser sığdırarak yaşama veda eder. Tam adı John Griffith London olan Jack’in babası Prof. W. H. Chaney, annesi ise bir müzik öğretmeni olan Flora Welman’dır. Babası tarafından daha annesinin karnındayken terkedilen Jack’ın doğumundan sekiz ay sonra, annesi John London adında başarısız bir ticaret adamıyla evlenir. Yaptığı hiçbir işte tutunamayan üvey babası yüzünden Jack’ın çocukluğu yoksulluklar içinde geçer. Bu nedenle, sonraki yıllarda London; “Ben çocukluk nedir bilmedim” der. Yoksulluk içinde yaşama tutunan Jack, daha beş yaşındayken kendi kendine okuma yazmayı öğrenir. Sekiz yaşındayken, bir çiftlikte işçi olarak çalışır. Boş vakit buldukça da okula gidip kitap okur. Onca sıkıntı arasında ancak ortaokulu bitirebilir. On sekiz yaşına geldiği zaman çeşitli işlere girip çıkan genç London gazete satıcılığı, balıkçılık, tayfalık, çamaşırcılık gibi işlerle Mançurya’da savaş muhabirliği yapar. 1893 yılında Japonya yakınlarındaki bir tayfunu anlatan haberiyle gazetecilik ödülü kazanır. Çalışmadığı zamanlarında ilk yazılarını kaleme alırken bir yandan da Amerika’yı yürüyerek dolaşır. Serserilikten Kanada’da Niyagara Cezaevinde 30 gün tutuklu kalır. On dokuz yaşında liseye başlayabilir. Kendi kendine üniversiteye hazırlanır, sınavları kazanır, ama burada da ancak bir sömestr okuyabilir. Geçinebilmek için bir kolacı dükkânında gömlek ütüler. Bu hareketli yaşam ona yoğun bir deneyim ve bilgi birikimi sağlar. Bu yıllarda Marks’ı, Darwin’i, Spencer’i, Nietzsche’yi okur ve onların eserlerinden hareketle kendi düşüncesini belirlemeye çalışır. İlk hikâyesi 1898’de “Overland Monthly” de yayımlanır. Ardından “Alaska Hikâyeleri” adını verdiği yazıları, günümüzde de yayımı süren aylık edebiyat dergisi “The Atlantic Montly”de yayımlandığında büyük ilgi görür. Yazdıklarını “Kurdun Çocuğu” (1900) adlı kitapta toplar. Bu onun ilk kitabı olur. 1899-1903 yıllan arasında dergilerde yayımlanan kısa yazılan, öyküleri ve şiirlerinin sayısı 100’ü aşar. Ayrıca 8 ciltlik bir roman çalışması, bu yıllarda okuyucuyla buluşur. 1900-1916 yıllan arasında bu sayı 50’yi bulur. Üç de oyun yazan Jack London yazılarından para kazanmaya başlayınca sporun tüm dallarına ilgi duyarak spor yapmaya başlar. Bir rivayete göre, altın arayıcılığı yaptığı sırada yakalandığı iskorbüt hastalığı nedeniyle yaşama veda ettiği söylense de pek çok eski kaynakta intihar ettiği anlatılmıştır. Son döneminde çok acı çektiği ve morfin aldığı bilinen Jack London’un kazayla ya da kasıtlı olarak aşırı doz morfin alıp öldüğü de söylentiler arasındadır. Jack London’ın eserleri yirminci yüzyılın başında yayımlanmış olmasına rağmen Türk okuruna 40-50 yıl sonra ulaşabilir. Türkçeye ilk çevrilen eserleri, ona Amerika’da da haklı bir ün sağlayan “Vahşetin Çağrısı, Altın Arayıcılaı” gibi kitapları olur. Jack London’ın ele aldığı konular; tarihsel süreçte iç savaş yaşayan ve birdenbire sanayileşmeye başlayan Amerika’nın çevreye, doğaya gösterdiği duyarlığı yansıtır. Talat Halman bu konuda şu değerlendirmeyi yapar: “Nietzsche felsefesini basitleştirerek kullanan Jack London romanlarında üstün adamların kuvvet tutkusuyla giriştiği heyecanlı serüvenleri anlattı, içindeki melodramatik ve romantik unsurlara rağmen. Natüralizm toplum sorunlarını, insan değerindeki sarsıntıları, sosyal adaletsizliği bütün ayrıntılarıyla çırılçıplak ortaya dökerek Amerika’yı yaman bir sille gibi sarstı. Gerçekçiliğin bu boyutu Jack London’ın ününü yaygınlaştırdı.” Talat Halman’ın değerlendirmesinde olduğu gibi, Alman filozofu, Friedrich Nietzsche’nin idealleştirilmiş “üstün insan” modeli, yazar için, gelişim sürecinin doruğudur. Vahşetin Çağrısı romanının kahramanı 63 kiloluk kurt köpeği Buck, insan kadar zeki, güçlü ve dostlarına bağlıdır. Bunun için de romanın kahramanıdır. Aynı şey Beyaz Diş için de öyledir. O da güçlü, zeki ve efendisi yargıca bağlıdır ve onu mahkum Jim Hall’in kurşunlarına hedef olmaktan kurtarır. Aslında Beyaz Diş bir Kızılderili kurt kırmasının öyküsünü anlatır. Büyük bir savaşçı olan Beyaz Diş, vahşete vahşetle karşılık verir. Ta ki iyiliği, sevgiyi gerçekten görene ve anlayana dek…. Jack London kariyeri boyunca defalarca intihalden suçlanır. Saldırıya açıktır sırf dikkat çekici ve başarılı bir yazar olmasından değil çalışma yöntemleri nedeniyle de. Elwyn Hoffman'a yazdığı bir mektupta, "ifade etmek icat etmekten daha kolaydır," der. Sinclair Lewis'ten öykü ve roman için taslaklar satın almış, öyküleri için gazete küpürlerini çokça kullanmıştır. Egerton R. Young "Vahşetin Çağrısı"nın kendi kitabı "Northland'daki Köpeklerim"den alındığını iddia etmiştir. Jack London yanıt olarak onun kitabını kaynak olarak kullandığını kabul etmiş ve Young'a bir teşekkür mektubu yazdığını ileri sürmüştür. Eserlerinden başlıcaları: Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş, Deniz Kurdu, Demir Ökçe ve Martin Eden’dir. Sipariş üzerine yazdığı The People of the Abyss (1903), Britanya İmparatorluğunun başkentinde yoksulların yaşadığı sefil koşullar üzerine bir araştırmadır. The Road (1907) Jack London'ın berduşluk (hobo) günlerinin hatıra ve öykülerini toplar. * DERLEME/ KAYNAK:internet

  • Menemen Olayı Kubilay

    23 Aralık 1930 tarihi Türkiye Cumhuriyetinin en önemli irtica olayının yaşandığı bir gündür. İzmir'in Menemen ilçesinde Asteğmen Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay, Bekçiler Hasan ve Şevki, kendini ''Mehdi''olarak tanıtmak ve dini korumak için isyanın başlatan Derviş Mehmet tarafından şehit edilmişti. Olay gününün sabahı bir camiden aldıkları yeşil sancağı namazdan sonra ilçe meydanına dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışmışlardı. Utanç verici bu olayın Şeyh Esat'ın Manisa'da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirildiği öne sürülmüştür. Eylemciler meydana diktikleri yeşil bayrağın etrafında dönüp tekbir getirmeye ve zikretmeye başlamışlardı. ''Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriata dönülecektir'' diye bağırarak isyanı başlatmışlardı. Bu kişilerin arasında maalesef Fabrika İşçisi Hayimoğlu Josef gibi müslüman olmayanlar da vardı. Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulması üzerine alay komutanı, Yedek Subay Kubilay'ı bir manga askerle birlikte olay yerine gönderdi. Silahlı eylemcilerden biri ateş ederek Kubilay'ı yaraladı. Askerlerde ateşe karşılık vermişlerdi ama tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardı. Askerleri geri gönderdikten sonra tek başına eylemcilerin arasına girerken Kubilay yaralı halde uzaklaşarak cami avlusuna sığınmasına rağmen Derviş Mehmet ve Arkadaşları peşinden gelmişlerdi. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkarıp Kubilay'ın başını bedeninden ayırmıştı. Kubilay'ın kesik başı yeşil bayrağının sopasına dikmeye başaramamışlardı. Kesik başı bayrağın sopasına iple bağlamışlardı. Sonradan gelen Bekçi Hasan açtığı ateşle gruptan birini yaralamıştı ama açtıkları ateş sonucu şehit oldu. Yardıma koşan diğer Bekçi Şevki de şehit edilmişti. Takviye birliklerin ''Teslim ol'' çağrısına uymayan eylemciler ile askerler arasında çıkan çatışmada göstericilerden Derviş Mehmet ile bazıları ölmüştü. Kaçmaya çalışanların hepsi tutuklanmıştı. Çıkarıldıkları mahkemede 36(ölmüş olan bir sanık ile birlikte 37) kişinin idam cezasına çarptırılmasına,40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine,27 sanığın beraatine ve 41 kişinin çeşitli hapis cezalarının çarptırılmasına hükmetmişti. Olayı öğrenen Atatürk, halkın isyancılara desteğine çok üzülmüş, önce Menemen'in yok edilmesini emretmiş, sonra da bu emri geri çekmişti.

  • Kubilay'ı Anıyoruz.

    "İnandılar, Dövüştüler, Öldüler. Bıraktıkları Emanetin Bekçisiyiz.” Kubilay Anıtından “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.." ( Mustafa Kemal Atatürk) 23Aralık 1930 tarihinde Menemen olayı olarak anılan ayaklanmada şeriat yanlıları Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı 90 yıl önce bugün kafasını keserek şehit etmişlerdir. Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın gerici şeriat isteyenler tarafından şehit edilmesi tarihimizin en önemli gericilik isyanlarından birisidir. Cumhuriyet tarihine "Menemen Olayı" veya "Kubilay Olayı" olarak geçen, gerici ayaklanmasında şehit edilen Kubilay, 1906 yılında Adana Kozan'da dünyaya geldi. Asıl adı Mustafa Fehmi'dir. Kubilay soyadını ise İzmir Erkek Öğretmen Okulunda öğrenci iken aldı. Ailesi 1902 yılında Girit'ten İzmir'e göç etmiştir. Daha sonraları geçim zorlukları ve savaş yılları nedeniyle önce Adana-Kozan, daha sonraları Antalya'ya göç ettiler. En son olarak da tekrar İzmir'e gelip yerleşmişlerdir. Mustafa Fehmi Kubilay, İlköğrenimini 1913-1919 yılları arasında Aydın'da tamamladı. 1926 yılında Bursa Öğretmen Okulunu bitirdi ve aynı yıl Aydın'da öğretmen olarak göreve başladı. Daha sonra Menemen'e gelerek, o zamanki adıyla Zafer İlkokulu olan şimdiki Kubilay İlköğretim Okulu'nda da görev yaptı. Menemen 43.Piyade Alayı'nda Yedek subay olarak askerliğini yaptığı sırada Menemen'de çıkan ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi 23 Aralık 1930 sabahı Manisa'dan Menemen'e gelen dördü silahlı altı kişi, bir camiden aldıkları yeşil sancağı sabah namazından sonra ilçe meydanına dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışmışlardır. Kendilerini mehdi olarak tanıtarak dini korumaya geldiklerini, Arkalarında 70 bin kişilik halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söyleyerek taraftar toplamaya çalışmışlardır. Eylemciler meydana diktikleri ve şeriat sancağı olarak adlandırdıkları yeşil bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye ve zikretmeye "Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriata dönülecektir." Şeklinde bağırarak halkı galeyana getirmeye çalışmışlardır. . Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulması üzerine alay komutanı, yedek subay Kubilay'ı bir manga askerle birlikte olay yerine göndermiştir. Kubilay askerlerin yanından ayrılarak tek başına eylemcileri arasına girmiş ve teslim olmaya ikna etmeye çalışmıştır. Silahlı eylemcilerden biri ateş ederek Kubilay’ı yaralar.. Bunu gören askerler ateşle karşılık verdiler ancak tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Elebaşlarından Derviş Mehmet "Bana kurşun işlemiyor.” diyerek halkı kutsal bir vazifesi olduğuna ikna etmeye çalışır. Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığınır. Ancak peşinden gelen şeriat yanlılarınca cami avlusunda başı kesilerek şehit edilir. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaralar. Ancak açılan ateş sonucu o da şehit düşmüştür. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu şehit düşmüştür. Birkaç dakika içinde üç şehit verilmiştir. İşte bu aşamada asker olay yerine yetişir. Komutan ‘‘Teslim olun’’ diye bağırır. Yobazların yanıtı kesindir! ‘‘Bize kurşun işlemez.’’ Askeri birlik ateş eder. Bir kısmı olay yerinde vurulur, bazıları kaçar. Olay yerinden kaçanların hepsi yakalanır. 27 Aralık 1930 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında konuda ile ilgili bir toplantı yapılmıştır. Olaya tanık olanların anlattıklarına göre Mustafa Kemal Atatürk, Kubilay olayına çok kızmıştır. 28 Aralık 1930'da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, "… Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise" olduğunu belirtmiştir. 31 Aralık 1930 günü Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931 tarihinden itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilan edilmiş ve 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulmuştur. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık (anayasayı cebren tağyir, eyleme iştirak, azmettirme veya Mehdi Mehmedin Mehdiliği için harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında Hükümete haber vermedikleri ve tekkelerin seddinden sonra ayini tarikat icra ettikleri suçlamalarıyla) 15 Ocak 1931'dan itibaren Divanı Harp’te yargılanmaya başlandı, 24 Ocak 1931 günü iddianame okundu ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idama mahkum edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmetti ve karar Meclis’in onayına sunuldu. Olaya karışanların 6'sının yaşı küçük olduğundan, ölüm cezaları ağır hapse çevrildi. T.B.M.M. Adalet Divanı ayrıca iki idam mahkumunun cezasını 2 yıl hapse çevirdi. Haklarında idam cezası onaylanan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idam edildi. Bazıları Kubilay'ın başının kesildiği yerde asıldı. Mahkumlardan biri idam sehpasının önünden kaçabildi. İki hafta sonra yakalandı ve ertesi gün idam edildi. Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931'de de Menemen’den kaldırıldı Fazıl Hüsnü Dağlarca ve şehit edilen iki bekçinin anısına yazdığı şiirde şöyle seslenir. Kubilay ve iki bekçinin anısına: 23 Aralık 1930'dur Gece yeşilimsi, Dağlar ak Bir altın çizgi gibi yerle gök Gün doğdu doğacak Don yoktur ama donmuştur sanki Sarı yapraklarla kış kocaman bir yüz Tarla çizgileri ile bir kilim işte Menemen ovası dümdüz Yalancı Mehdi Derviş Mehmet Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere Yılan uykusu gibi Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi Bir çınar dalı gibi yere Sarktı yakasından anasından gelmiş Mavi çiçek mor çiçek bir çevre Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi Bir söğüt dalı gibi yere Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken Sonsuzluğa ere ere Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi Bir zeytin dalı gibi yere Düştü cebinden bir kitap, Açıldı göklere… *** Şehit Kubilay Anıtı: Heykeltıraş Ratip Aşir Acudoğu tarafından 1932 yılında yapılan anıt Kubilay Kışlası (57. Topçu Tugay Komutan Yardımcılığı) içerisindeki etrafı çam ağaçlarıyla çevrili en yüksek rakımlı tepenin üzerindedir. Elinde mızrağıyla ufka doğru bakan genç heykeli Türk gençliğini temsil eder. Onun altında ise Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nin bir bölümü yer alır. Arka alanda yan yana yükselmekte olan üç sütundan soldaki Bekçi Şevki, ortadaki Asteğmen Kubilay ve sağdaki ise Bekçi Hasan'ı temsil eder. Anıtın arka tarafında ise “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.” yazılıdır. Fotoğraf: Semihat Karadağlı Anılarına Saygıyla… (Semihat Karadağlı ) Yararlanılan Kaynaklar. 1)- Emin Çölaşan'ın 23 Aralık'ta yayınlanan Kubilay yazıları (Hürriyet gazetesi ve Sözcü gazeteleri) 2)- Wikipedia 3)- TBMM Arşiv kayıtları. 4)- Çeşitli makaleler.

  • Sarıkamış Şehitlerine

    Semihat KARADAĞLI * 22.12.1914... Işıklarda uyusunlar. Hava soğuk mu dediniz? Onlar donuyordu… Oltu'dan girdik de Sarıkamış'a Akıl ermez orda yatan üleşe Askeri kırdıran Enveri Paşa Kitlendi kapılar, mekan ağladı Sarıkamış Harekâtı I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ve Rus İmparatorluğu arasında Sarıkamış'ta gerçekleşen kara çatışmaları. Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir askerî girişimdir. 1877-1878'deki 93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanınca Batum savaş tazminatı olarak Rusya'ya verilmişti. Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin de Berlin Antlaşması ile Rusya'ya bırakılmıştı. 1914 yılında dönemin Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, daha önce yitirilen bu yurt topraklarını geri almak amacıyla yapılan SARIKAMIŞ Harekâtı adı altında harekât yapmaya karar verdi. Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur tabura karşılar Yağmur yağıp gün değişin Yatan şehitler ışılar İbrişimin kozaları Battın Avşar kazaları Sarıkamış'ta kırıldı Gonca gülün tazeleri 6 Aralık'ta Enver Paşa ve Otto Von Feldmann Yavuz Zırhlısına binerek Trabzon üzerinden Erzurum'a yola çıktı. 13 Aralık'ta Köprüköy'e ulaşılmıştı. Burada 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa ile ve Gnkur. II. nci Bşk. Albay Hafız Hakkı yaptıkları görüşme sonucunda Ruslara karşı bir eylem planı kararı almışlardır. Planın amacı Ruslara karşı süratle hareket ederek Almanların “ Tanenberg muhaberesinde” yarattıkları başarıyı yakalamaktır. Oltu'dan girdik de Sarıkamış'a Akıl ermez orda yatan üleşe Askeri kırdıran Enveri Paşa Kitlendi kapılar, mekan ağladı Enver Paşa, Rus Kafkas ordusunun zayıf ve özellikle çevirme manevralarına karşı çok hassas olduğunu düşünmektedir. Osmanlı birliklerinin bu zayıflığı kullanmasını amaçlamaktaydı. Tamamen karlarla kaplı, çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide o günün koşulları altında kış donatımından yoksun yaya ve atlı birliklerle yapılan bu harekât çok riskli idi ama Enver Paşa, başarıldığında Rusların bu cephede varlıklarının yok olmasının bu riske değeceğini hesaplamıştı. Enver büyük başarı için büyük risk almaya karar verdi. Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur tabura karşılar Yağmur yağıp gün değişin Yatan şehitler ışılar Allahuekber dağları, 37 bin şehit verilerek aşıldı ve Sarıkamış kuşatıldı. Sarıkamış kuşatma harekatı aşırı soğuk ve açlık yüzünden, hedef ele geçirilemeden, 5 Ocak 1915'de sona erdi. Osmanlı Ordusu bu dağlarda, 60 bini donma sonucu tam 78 bin şehit verdi. Rus birlikleri de bu savaşlarda 32 bin askerini kaybetti. İbrişimin kozaları Battın Avşar kazaları Sarıkamış'ta kırıldı Gonca gülün tazeleri Savaşın en hazin kısmı ise Osmanlı kayıplarının bir çoğunun Rus'lar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır soğuk hava koşulları yüzünden ölmesidir. Sarıkamış Altın Bulak Soğanlı'yı Biz Nerden Bilek Bizim Uşak Göycek Gezer Ağca Zıbın Kara Yelek Sarıkamış'ta dondurucu soğuk altında askerlerimizin durumunu Kurmay Subay Şerif Bey "Sarıkamış" adlı kitabında şöyle anlatıyor: "Yol kenarında karların içinde çömelmiş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyordu. Kaldırıp yola sevketmek istedim. Beni hiç görmedi. zavallı çıldırmıştı. Bu suretle şu lanetli buzullar içinde biz belki on bin kişiden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık ve geçtik". Yüz Başılar Bin Başılar Tabur Tabur Karşılar Bir Kar Yağar İnce İnce Yatan Şehitler Işılar Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç Sarıkamış'ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş: "İlk sırada diz çökmüş 9 kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar... İkinci sırada cephane taşıyanlar var, sandıkları bir avuçlamışlar ki, kainattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler... Ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta, başı açık, saçları beyaza boyanmış, gözleri karşıda... Allahuekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel, Allah'larına teslim olmuşlardı." Gözünü Sevdiğim Eşe Tekerin Dayandı Taşa Seferberliği Durdur Elin Öpem Enver Paşa Ruslar; Türklerden 200 subay, 7000 eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardır. 5000 kişi civarında esir alınmıştır. Bunlar tahmine göre Kırımda domuz çifliğinde çalıştırılarak ve aç bırakılarak ölmüşlerdir. Tarihçi-yazar Mehmet Niyazi Sarıkamış harekatındaki şehit sayısının tüm belgelerde toplamda 23.000 olduğunu, 90.000 rakamının 60.000 kayıp veren Rusların yalanı olduğunu kaydeder. Olanları düşünmek bile içimizi soğutup dondururken onca can asker, onca can donarak şehit olmuştur. Anılarına saygıyla… DERLEME: Semihat Karadağlı Kaynak : 1)- Sarı Kamış Ağıdı sözleri Sarıkamış Altınbulak Soğanlı'yı biz ne bilek Bizim uşak gökçek gezer Ağca zıbın gara yelek Yüzbaşılar binbaşılar Tabur taburu karşılar Yağmur yağıp gün değince Yatan şehitler ışılar Gadasın aldığım Eşe Tekerim dayandı daşa Seferberliği durdurun Elini öpem Enver Paşa Aziziye baba yurdu Kafkaslara tabya kurdu Benim korkum Ruslar değil Kara kışa kurban verdi Aşık İmami Çukurova Sarıkamış Ağıdı, Pınarbaşı'nın Sindel köyünden Kara Zala (Zeliha) Hatun yakmıştır. Halil Atılgan tarafından derlenmiştir. Son kıta TRT repertuvarında verilmemektedir. Altınbulak, Sarıkamış'ta bir köy; Soğanlı, Sarıkamış Harekatı'nda askerlerin dondukları dağ; gökçek, güzel; zıbın, iç yeleği; Eşe, Ayşe anlamlarındadır. Uzun hava Rept. No: 777; Çukurova Türküleri 1 - Halil Atılgan (Adana Valiliğinin Cumhuriyet'in 75. Yıl Armağanı), Burcu Ofset, Birinci Baskı, Ankara - Ekim 1998, s.379 (Son dörtlük aktarılmamaktadır). Sözleri Evren Seçkal tarafından gönderilmiştir. Türkü bilgileri kaynak: Türkü dostları sitesinden alınmıştır. 2) -wikipedia 3)- Sarıkamış/Kaymakam Şerif Bey'in Anıları Derleyen: Murat Çulcu 4)- Kars Valiliği resmi sayfası.

  • KARAMSAR

    Fuat ÖZGEN * Bana karamsarsın diyorlar İsteyerek mi karamsar oldum Bilmiyorlar Ortam güllük gülistanlık İşler tıkırında Asayiş berkemal Ne geçim derdi var Ne gelecek kaygısı Ülkemde ve dünyada Her şey yolunda Açlık yok, savaş yok da Ağrısız başıma çaput mu sarıyorum Her şey akken karalar mı bağlıyorum Umutsuzluğa yelken mi açıyorum Oysa Umut filizleri ezilmiş, soldurulmuş Önümüz kapalı, yaşam pahalı Kötü göstergeler, buhranlar Kara bulutlar, fırtınalar Şimşekler ve sis Bu durumda taşıdığım his Umutlarıma yağmış kar Ruhumda zorunlu karamsarlık var

  • Kar Üstünde Donup Kalan Kardelenler

    Nurten B. AKSOY * "Sarıkamış üstünde kar; Kar altında Mehmedim yatar, Gülüm donmuş kara dönmüş; Gören sanmış yârini sarar… Kimi Yemen kimi Harput; Üzerinde ince çaput; Avut yiğit gönlün avut, Yar sarmazsa Mevlam sarar…" (Kemal Arı) Toplam on bir günde kaybedilen binlerce hayat… Başkomutan vekili Enver Paşa ve yardımcısı Alman Bronzart Paşa… Sarıkamış’tan ta Batum’a kadar, Rus işgali altındaki Türk toprakları ve bu toprakları savunmak için Allahüekber Dağlarında solan KARDELEN ÇİÇEKLERİ… Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusunun, Rus işgali altındaki toprakları kurtarmak amacıyla başlattığı, on binlerce askerin ölümüyle sonuçlanan büyük bir yenilgidir Sarıkamış Harekatı. Birinci Dünya Savaşının Osmanlı tarihi açısından en dramatik sayfalarından biri olan Sarıkamış Harekâtı, 105 yıl önce, 22 Aralık 1914’te başlamıştı. Felakete dönüşen harekâtta binlerce Osmanlı askeri yaşamını yitirmişti. 22 Aralık'ta başlayan harekatta amaç Rusları kuşatmaktı; ama 9 Ocak’a kadar süren bu savaşta Osmanlı ordusu binlerce askerini ya soğuktan donarak ya da hastalıktan kaybetti. Savaşın bitiş tarihi konusunda farklı görüşlere karşın, yaygın eğilim Enver Paşa’nın cepheden ayrıldığı 9 Ocak’ın harekatın sonu olduğudur. Birinci Dünya Savaşının başlarında Osmanlı donanmasına bağlı Yavuz ve Midilli zırhlıları Rusya’nın Karadeniz limanlarını bombardıman edince Rusya Osmanlı Devletine Savaş ilan eder. Bir Rus kolordusu işgal altındaki Sarıkamış’tan Erzurum yönüne doğru ilerlemeye başlar. Osmanlı birlikleri sayıca az olmalarına rağmen, Köprüköy’de beklenmedik bir başarı kazanır ve Rus birliklerini geriletir. Ardından Erzurum’daki 3.Ordu genel bir saldırı başlatarak Rus birliklerine ağır kayıplar verdirir. İşgal altında olan Artvin’de kurtarılır. Bu arada Başkomutan Vekili Enver Paşa, Ruslar karşısında cephe taarruzlarında istenilen kesin sonucun alınamaması nedeniyle, geniş kapsamlı bir kuşatma harekâtı ile Rus birliklerini imhaya karar verir. Bu gelişmenin ardından Enver Paşa Kars, Batum, Ardahan ve Rusya’daki Türkleri kurtarmak amacıyla Sarıkamış’a yapılacak büyük bir saldırının hazırlıklarına başlar. Harekatı Alman Genel Kurmayı da destekler. Çünkü Kafkaslarda böyle bir harekatın başlaması, Doğu Avrupa’da Alman Ordusuna karşı savaşan Rus kuvvetlerinin bir bölümünün Asya’ya çekileceği anlamına geliyordu. Diğer yandan kışı geçirmek için geri çekilen ve bu sırada oldukça yorgun düşen 3.Ordu’nun böyle bir harekata hazır olmadığı savunulduğundan, 10.Kolordu’nun başına geçecek olan Genelkurmay İkinci Başkanı Kurmay Albay Hafız Hakkı Bey, 3.Ordu’nun durumunu yerinde görmek üzere bölgeye gönderilir. Enver Paşa’nın hazırladığı harekat planında büyük katkısı olan Hafız Hakkı Bey, tüm olumsuzluklara rağmen harekata girişilmesi için bölgeden teşvik edici raporlar gönderir. Doğu Cephesi komutanlığını üzerine alan Enver Paşa ve yardımcısı Alman Generali Bronzart, Aralık 1914’te Erzurum’a giderler. Hazırlanan plana göre saldırı çok geniş bir cepheye yöneltilir. Ana güçler Sarıkamış’a, bir kolordu Batum’a başka bir birlik de İran üzerinden geçerek cephenin güney kanadına saldıracaktır. Ancak 3.Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, harekâtta başarı şansı görmediği için görevinden ayrılır. Başkomutan Vekili Enver Paşa, 3.Ordu Komutanlığını da üzerine alır. Enver Paşa 22 Aralık’ta başlayacak kuşatma harekâtı için 19 Aralık’ta genel taarruz emrini yayınlar. Emir şu sözleri içermektedir: “Saadet, şan ve şeref ileride; alçaklık, sefalet ve ölüm geridedir.” 22 Aralık’ta harekete geçen 9. ve 10.Kolordular Oltu ve Bardız yönünde ilerleyerek Ruslara büyük kayıplar verdirirler. Bunun ardından Enver Paşa, 9.Kolordunun kendisine yetişmesini beklemeden, bu Kolordunun 29. Tümeniyle birlikte hızla Sarıkamış’a yönelir. Ama dört gün sonra Sarıkamış önlerine geldiğinde (26 Aralık) gücünün yetersiz kalacağını düşünerek 9. ve 10.Kolorduları beklemeye başlar. Bu bekleyiş savaşın gidişatını tamamen değiştirir. Ruslar Sarıkamış’a büyük bir yığınak yaptığı için, 9. ve 10.Kolordu askerleri Sarıkamış ve Allahüekber Dağlarını aşarken ağır kış koşullarına uygun donanımları olmadığından çok büyük kayıplar verir. Türk Ordusu 28 Aralık’ta Sarıkamış önlerine geldiğinde toplam asker sayısı 60 binden 10 bine inmiştir ve bu askerlerin savaşa katılacak güçleri kalmamıştır. Gene de 29 Aralık’ta saldırı başlar; hatta küçük bir güç Sarıkamış’a girer. Ama bu üstünlük sadece iki saat sürer. Rus, Türkistan Kolordusu komutanı Yudeniç’in karşı saldırısı sonucunda 9.Kolordu çekilmeye bile fırsat bulamadan teslim olur. Enver Paşa ise 10. ve 11.Kolordulardan artakalan güçlerle Bardız’a çekilir. (5 Ocak 1915). Sarıkamış yenilgisi, Osmanlılar için bir dönüm noktası olmuştur. Rus orduları 1915 başlarından sonra Doğu Anadolu’yu sürekli baskı altında tutarak Erzurum’u ardından da Erzincan’ı işgal ederler. Rusların cephe gerisindeki Türklere uyguladığı büyük baskı yüzünden de binlerce kişi Batıya göç etmek zorunda kalır. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına göre bu savaşta Osmanlı 60.000 askerini kaybetmiştir. Savaşın en hazin kısmı ise bu kayıpların birçoğunun Ruslar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır hava koşullarında yani soğuk, kar ve donanımsızlıktan olduğudur. Sarıkamış Harekatının 105.yılında tüm şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz.

  • SİMURG'UN ÜLKESİ

    Niyazi UYAR Bir varmış, bir yokmuş. Bir güzel ülke varmış. O kadar güzel, o kadar güzelmiş ki, tekmil yaratıkların iştahı kabarıyormuş. Bu yaratıklar, bu güzel ülkeyi zapt etmek için yamuk, yasyamuk bir masanın çevresinde toplanıp bu güzel ülkeyi kendi aralarında pay etmişler. Sonra da bir tarih koyup o tarihte ele geçirmişler. Ele geçirmekle kalmayıp bütün güzelliklerini talan etmişler. Talan etmekle kalmayıp halkını kırmışlar, çocuklarını nehirlere, fırınlara atmış, dişilerine tecavüz etmişler. Gidişat kötüymüş, kötü olduğu kadar da umutsuzmuş. Umut yok olmuş, yarın yok olmuş; duvar diplerinde sabi sübyanlar telef olmuşlar. Umudun tükendiği bir anda Simurg çıkmış, önce umutsuzluğa, sonra da kadere savaş açmış. Umutsuzluğu ve kaderi bir kılıç darbesiyle parçalamış. Sonra da leş yiyen çaylakları, leş yiyen akbabaları, … yiyen kara kargaları darmadağın etmiş, bağımsız bir ülke yaratmış! O günden sonra halkı Simurg’u koyacak yer bulamamış. Göğün en yüksek katına, ulaşılmazlar diyarına, sırrına erilmezler diyarına, “Tanrı yüz yılda böylesini gönderir; onu da onlara gönderdi,” deyip başlıktan istifa etmiş. İşte onu bu garipler ülkesine bağışlamış! Simurg’u halkı çok seviyormuş, çok seviyormuş sevmesine de dünün işbirlikçilerinin işine gelmiyormuş. Bezirgân saltanatlarının temellerini yıkan Simurg’u büyük hain ilan etmişler. Etmezler mi, Simurg iktidarın kapısını halkına açmış. Üreten de yöneten de kendileri olmuş. Ondan ötürü ona karşı yaman bir savaş başlatmışlar. Savaş, gizli açık bütün araç gereçlerle yapılıyormuş. Akla hayale gelmez bir sürü dalavereden yararlanıyorlarmış… Yeşil yeşil bangonatlar, mavi mavi bangonatlar… Gözleri pörtlemiş, avazları çatlamış, sığırcık sürüleri eşi benzeri görülmemiş bir kıyıma başlamışlar. Simurg’un bütün yeniliklerini yok etmek için yemin üstüne yemin etmişler. Simurg’u sevenlerin sevgisine karşın, sığırcık sürüleri ülkenin orasından burasından kemiriyormuş boyuna. Bir gün Gök, Simurg’un kutsal değerlerine dair bir methiye dizmiş. Methiyeyi kırlangıç çok beğenmiş, methiyeyi saka çok beğenmiş, methiyeyi kumrucuk çok beğenmiş, methiyeyi serçecik de çok beğenmiş! Onlar methiyeyi çok sevmişler ya, karadan dönme, Sarı Karga çizmiş üstünü Simurg’un değerlerini.   Osman’ı Çalan Saksağan da çizmiş Simurg’un değerlerinin üstünü. Kral Saksağan Gök’e: “Sen de ben de Simurg’u çok severiz demiş. Lakin ben bunlara karşıyım demiş. Tüneğimin döneğini kırarlar da dönemez olurum sonra demiş. Tüneğimi altımdan çekiverirler demiş. Karadan dönme Sarıyılan, Sarı Çıyan ittifakı,” bizim için hava hoş demiş. Ama Baş Saksağan olmaz diyor, ol sebepten ötürü olmaz, ben de olmaz diyorum,” demiş, karadan dönme Sarıyılanların, karadan dönme Sarı Kargaların, Simurg’un ülkesini zapt etmiş. Göğü gök gibi, yeşili yeşil olan Simurg’un ülkesinde hiçbir şey artık eskisi gibi olmamış. Çanakçılar, değnekçiler, hak yiyiciler, liyakatsizler, hep baş olmuş. Soğan başı olamayanlar, elindeki üç beş koyunun hakkından gelemeyecekler söz ve karar sahibi, ikbal sahibi olmuşlar.  İmza yerine bamak basanlar baltalara sap omuşlar. O günden sonra bütün saplar kutsal olmuş. Hal böyle olunca da bezirgân saltanatının savağına su taşıyan su yolakları da yolsuz galmış. Yeni yolaklar da ama ne yolaklarmış ya, yeni yetmelerin iç geçirmesine yol açıyormuş yalnız. Simurg’un ülkesinde değirmenlerin savakları yavşamış, yavşamış, sonra da bal tutan parmaklarını yalaya yalaya koymamışlar. Simurg’un ülkesinin kılıç artıklarının, çoğunluk olduğu bir ülke olmuş çıkıvermiş böylelikle…  Ağla Simurg ağla Gök, ağla Simurg’un ülkesi, ağla ağlayın cenk meydanları, ağlayın toprak altında yatanlar.

  • Seninle Olmanın En Güzel Yanı

    Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun? Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek. Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun? ”Seni seviyorum” sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek. Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun? Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek. Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek… Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun? Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak. Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun? Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana… Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek… Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek. Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun? Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak… Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her mısrasında seni bulmak. Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun? Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek. Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime. Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun? Nereden bileceksin? Sen benimle hiç olmadın ki. Olsaydın avuçlarım terlemezdi… Isırmazdım dilimin ucunu… Özlemezdim seni yanımdayken.Kıskanmazdım. Korkmazdım yollarda yürümekten. Islanmazdım yağmurlarda… Yıldızlara aya dert yanmaz, böyle her şarkıda sarhoş olmazdım. Korkmazdım seni kaybetmekten ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize… Ve her kulaçta haykırırdım seni.. Ama sen hiç benimle olmadın ki… Ya aklın başka yerlerdeydi ya yüreğin

  • İstanbul'da Bir Rus Sürgün-Lev Troçki

    20.Yüzyıl tarihine yön veren Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’in yol arkadaşı ve kendine halef olarak seçtiği Lev Troçki, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’le giriştiği iktidar mücadelesini kaybedince vatansız bir sürgün olarak yaşamına çeşitli ülkelerde devam eder ve bu sürgünlük 1940 yılında Meksika’da öldürülmesiyle son bulur. Bir eylem adamı olduğu kadar aynı zamanda bir fikir adamı, bir teorisyen de olan Troçki’nin sürgün yıllarında yolu İstanbul’dan da geçer. 7 Kasım 1879'da Güney Ukrayna'nın küçük bir köyünde dünyaya gelen Lev Davidoviç Bronştayn, küçük toprak sahibi bir Yahudi ailenin çocuğudur. Matematik ve hukuk eğitimi alır.1902 yılından itibaren Troçki adını kullanmaya başlar 1897'de Rusya İşçi Birliği adlı gizli örgütü kurunca Çar polisince tutuklanıp Sibirya'ya sürgüne gönderilir. Uzun süren sürgün ve kaçışların ardından 1917 Devrimiyle Rusya'ya döner. Dışişleri Komiserliği, ardından da Savaş Komiserliğini üstlenip Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu'yu kurar. 1924 yılında Lenin’in ölümünün ardından, partinin tüm yetkilerini kendinde toplamaya başlayan Stalin ile iktidar mücadelesine girişir. Bu mücadelede giderek güç kaybedince elindeki tüm yetkileri de teker teker kaybeder. 1926'da Politbüro'dan çıkartılır, 1928'de de Alma Ata'ya sürülür. Fakat burası Troçki için geçici bir sürgün yeridir, çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Rusya’dan kovarak başka bir ülkeye sürgüne yollamaktır. Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşmeler yapılır, ama hiçbir ülke, savaş rüzgarlarının yeniden estiği bir dönemde Troçki gibi siyasi birini kabul etmeye yanaşmaz. Ankara’daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biridir. Çiçerin, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la defalarca görüşür ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarır. Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardır: “Troçki, politik bir göçmen olacak, ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktır. Başka ülkeye gitmekte de serbest olacaktır. Bunun dışında Türkiye’de komünizm faaliyeti göstermeyecek, ancak istediğini yazabilecek ve bunları dışarıda bastırıp yayabilecektir. Troçki’ye Türkiye’de Rusya tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktır.” Aynı günlerde İçişleri Bakanlığı, hem İstanbul Valiliğine, hem de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne iki uyarı mektubu yazarak valilikten, herhangi bir suikasta karşı önlem alınmasını, Basın-Yayından da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi ister. Moskova, Türk hükümetinin koşullarını kabul edince 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinden Troçkilere “Sedov” adıyla vize verilir. Çok sert geçen hava koşulları nedeniyle uzun süren bir yolculuktan sonra Troçki, 12 Şubat 1929 Salı günü İstanbul’a getirilir. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Lev Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardır. Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirler, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceler. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verir. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyledir: “Sayın Başkan, İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum. Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar. Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim. En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan. Lev Troçki.” (Mustafa Kemal'in Rus Büyükelçisi'ne imzalı fotoğrafı- 21 Haziran1933) Troçki, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilir ve cebinde yaklaşık 1.500 doları vardır Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleridir. Bu nedenle Almanya’dan yanıt beklediği günlerde durmadan yazar, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatır. Özellikle de “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürer. Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını Türkiye’ye gelişinden 34 gün sonra Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer’le yapar ve bu konuşmasında bazı şeylerin altını önemle çizer: “Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum. Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için… Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.” Troçki’nin, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilmesi Moskova’yı rahatsız eder ve elçiliğe Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirilir. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarılarak Türk polisinin önlemleriyle İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’ne yerleştirilir. Bir müddet de burada kalan Troçki, karısı ve oğlu, 1 Nisan 1929’da bu otelden ayrılarak Bomonti’de kiraladıkları bir eve yerleşirler. İşte aynı gün yani 1 Nisan 1929 günü, o günlerin Vakit gazetesi tüm dünyayı şaşırtan bir başlıkla çıkar: “Troçki Müslüman oldu”. Bu büyük haber üzerine tüm yabancı muhabirler Tokatlıyan Oteli’ne giderler ama Troçki’yi bulamazlar. İşin aslı sonradan anlaşılır; Vakit gazetesinin muzip bir muhabiri tüm dünyaya 1 Nisan şakası yapmıştır. Fakat Troçkilerin sorunları kendi evlerine taşınmalarıyla da bitmez. Bu sefer de mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından şikayete başlarlar. Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz ettiğinden, korunma yönünden kolaylık sağlayacak, çevresi açık yeni bir ev aranmaya başlar. Bu arada Troçki vize almak için Almanya ve İngiltere’ye başvurur ama başvurusu kabul edilmez. Bunun üzerine bir müddet daha Türkiye’de kalması gerektiğini anlayan Troçki ve ailesi 1929 Mayıs’ında Büyükada İskelesine oldukça yakın olan Arap İzzet (Hulo) Paşa Yalısına taşınır. Burası polisin Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebileceği ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabileceği bir yerdir. Büyükada’ya yerleştikten sonra çok yoğun çalışamaya başlayan Troçki, gazetelere yazılar yazar, kitaplarına yoğunlaşır. Bu arada bir de tekne alan Troçki, boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendirir. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırır. Balığa çıkmanın yanı sıra kayıkla Kartal'a uzanıp Samandıra gibi uzak ormanlık alanlara bıldırcın ve tavşan avına çıkar. Yine böyle bir av partisini uzatınca hava bozduğu için Şile yakınlarındaki bir köyde mahsur kalır. Geceyi beraberindeki jandarma, polis, sekreteri ve muhafızı Bilal Ertürk’le köyün imamının evinde geçirir. 1 Mart 1931 günü Troçki’nin evi birden alevler içinde kalır. Troçki bunu önce suikast girişimi sansa da sonrasında karısı Nathalie’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu anlaşılır. Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon bu yangında kül olur. Yangından sonra geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev aranmaya başlar. Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokakta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralanır. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamaz. Moda’daki bu ev hemen sokağın yanı başında olduğundan Troçki için yine huzursuz geceler başlar. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verir. Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralanır. 21 Mart 1932’de yeni aldığı motorlu kayıkla Pendik kıyısındaki Pavli adası civarında balık avlarken motorlu kayığı bozulan ve bu arada çıkan fırtınada mahsur kalan Troçki ve yanındakiler zorunlu olarak Pavli adasına çıkar ve adadan devletin motoruyla Büyükada’ya dönebilir. En güvenilir yer olarak gözlerden ırak Büyükada’yı mesken tutar ve fasılalarla tam 4,5 yıl burada kalan Troçki teorik olarak hayatının en verimli yıllarını İstanbul'da geçirir. İhanete Uğrayan Devrim, Sürekli Devrim, Sanat ve Edebiyat gibi başyapıtlarını İstanbul'da yazar. Ayrıca Rusya’daki taraftarlarıyla bağlantısını asla koparmaz, Stalin'in ajanlarına rağmen pes etmez ve mücadelesini sürdürür. Troçki’nin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Sovyet ve Türk hükümetleri onu yeniden sürgüne zorlarlar. 1933 yılında ayrıldığı Büyükada'dan sonra kısa sürelerle İsveç ve Fransa'da ikamet eder, ancak Stalin onun peşini hiç bırakmaz ve nihayet Meksika'ya sığınmak zorunda kalır. Bu yılmak bilmez mücadele adamı orada da boş durmaz ve küresel bazda örgütlenme çalışmalarını sürdürür, ta ki 1940 yılında bir ajan tarafından buz baltasıyla katledilinceye kadar. Bugün Meksika'daki evi dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akınına uğrayan bir müzeye dönüştürülmüştür. Büyükada'daki Arap İzzet Paşa Köşkü ise halen sahipleri ve Büyükşehir belediyesi arasında ihtilaf konusu olarak müze olacağı günleri beklemektedir. Troçki İstanbul’da yaptığı ilk basın toplantısında gazetecilere kitaplarından birinde Türkiye ile ilgili görüşlerini anlattığı bir bölümü göstererek Türklere duyduğu hayranlığı şöyle ifade eder: “İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909’da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum. Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.” Kaynak: Bu yazı buradan derlemedir.

  • ZARİFE

    Mustafa TANER * İki kiloluk vita yağı teneke kutularında,sardunya,küpeli, kadife çiçekleri ile pencerelerin duvar derinliğinde çatlak camlı pencere arkasına gizlenen mahallenin genç ve güzel kızlarından biriydi Zarife; sevdalısı süslü Gada'nın sokaktan geçişiyle, yüreği oynardı yerinden... Gelinlik çağı gelmiş, toprak dama testi bırakılmıştı. Evlilik çağı gelmiş genç kız nişanıydı testi. Henüz dünürcü filan gözükmüyordu , ama Zarife, kunduracı süslü Gadaya vurulmuştu. Mahallenin mektup ulaştırıcısı küçük Fatma, sevgililere gizli taşıdığı mektup başı, kırmızı on kuruş bazen buğday başaklı yirmibeş kuruş sevincini yaşardı. O gün Süslü Gada evin önündeki dar tozlu sokaktan geçmeyince karanlık olurdu, gündüzün aydınlık umudu. Zarifenin eli iş tutmaz yemez içmez, kimseye derdini anlatamazdı. Zarife bir de çok sevdiği ilkokul öğretmeni köy Enstitülü Abdurrahman beyi çok sever ve özlemişti, çünkü doğruluğu, doğruyu, erdemli insan oluşu, o öğretmişti. Kimbilir gene bir sürgün mü yedi? Yada "komünist!" diye mi, (Görülen lüzum üzerine) öğrencilerinden koparılmıştı? Düşünceleriyle karmakarışık Zarife, iki sevdayı bir arada özlemle yaşıyordu. Kısmet bekleyen nice Zarifelerin Anadolunun her yerinde, sırlanmış saksılara hapsedilmiş kır çiçekleri gibi boynu bükük, çaresiz ve tek umudu, Turnalarla haber salar sevdalısına. Oysa, Turnalar çoktan göç yollarına düşüp gitmişlerdi. Süslü Gada,Turnalarla kara sevdaya tutulmuş o da, terki diyar olup göçmüştü... Zarife, hala çatlak camlı pencerenin arkasındaki teneke kutulu saksılara dert yanıp, gizlice yol gözle Mustafa Taner Yalova. 17.12.2023

  • ÖTESİ

    Yusuf AKSOY * can nerdeyse kavgası ile beraber yaşam oradadır bir kedidir belki o soğuk kaldırımlarda hiç fark edilmeyen ya da boğazında kirli bir urgan ile yerlerde idama sürüklenen bir köpek saçları dağınık bir kadındır belki o tuzaklanmış sokaklarda hedef olan sınırı çizilen kuytularda nefesiz bırakılıp cinsiyete isyan eden bedenine çarpı konulan belki de utanmaz, arlanmaz sessizliğimizde yüzü Gazze’nin çığlıklarına dönük vaha da açan bir kızıl güldür o güneşin ve ayın ışığı altında bir bir vurulan kardeşlerimizin inadına kanayan yaranın acısı dinmezse sızısı deler geçer sayısız kalpleri teslimiyet ışık hızında örgütlense de hafıza kuşların kanadında olacak hep esirliği yenmenin faili olamazsak birbirinin üstüne basarak tepinen ya da çırpınarak var oluşunun peşinde asalakça sürünen yanımız elimize ayağımıza sarılarak çoğaldıkça tükenecek her canlıyı onurlu kılan adalet için çırılçıplak çıkma vakti değil mi beklemekten yorgun meydanın orta yerine meydanın orta yeri düşlerden kopan hayattır ötesi manamızdan arınmış çukur

  • Rüzgar Gibi Geçti

    RÜZGAR GİBİ GEÇTİ Yönetmen Oyuncular Yapım * Neden sonra birbirinin farkında olan keçi kadar inatçı bir çiftin aşk hikayesi üzerine kurulu film Amerikan tarihine de ilginç göndermeler yaparken, aşk tarihine de geçen bir repliğe evsahipliği yapacaktır: "Aşkını ilan eden Scarlett’e Rhett Butler kayıtsız bir yüz ifadesiyle şu meşhur sözlerisi söyler ve arkasını dönüp gider; "Frankly My Dear, I Dont Give a Damn!… " (Açıkcası Canım, Umurumda Değil!) FİLM HAKKINDA. 4 milyon dolarlık bütçeye sahip film gösterime girdiği yıl 10 dalda Oscar ödülü almıştır. Rekor, 1959’da yapılan ve 11 OSCAR kazanan Benhur filmine kadar kırılamayacaktır. 1947, 1954, 1961, 1967, 1971, 1974, 1989, ve 1998 yıllarında yeniden gösterime girer. Beyazperdeye ilk çıktığında 4 yıl vizyonda kalacaktır. Hattie McDaniel en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü kazanan ilk siyahi oyuncu olur. 418.053 kelimelik dev bir romandan hikayeleştirilir. Scarlett, 400 aktris arasından seçilir. Bunlardan 19 tanesine ekran testleri yapılır. Vivien Leigh, Clark Gable’ı “ağzı kokuyor” diyerek eleştirecektir. Irkçılık “Alt sınıflara, özellikle karalara karşı sert olmalısın.” sözleri ile tavan yapar. Rüzgar Gibi Geçti Oscarlı filmlerin en uzundur. Film normal süresiyle 234, ek sahnelerin eklendiği DVD’de 238 dakikadır. Filmin IMDB puanı 8.2’dir. Sinema tarihinin en bilinen repliklerinden birisi de filmde işlenen sorunlu aşk hikayesi ile karşımıza çıkar. Rhett Butler’in Scarlett’e son sözü olan bu replikte Scarlett, Rhett’i sevdigini nihayet anlamış ve son bir koşuyla yetişerek itiraf etmiştir. Fakat çok geçtir. Aşkını ilan eden Scarlett’e Rhett Butler kayıtsız bir yüz ifadesiyle şu meşhur sözlerisi söyler ve arkasını dönüp gider; Frankly My Dear, I Dont Give a Damn!… (Açıkcası Canım, Umurumda Değil!) Film 14 dalda Oscar'a aday olmuş ve 10 dalda bu ödülü kazanmıştır. Eniyi filmler listesinde 100 film arasında 4. sıradadır. Güneyli güzel Scarlett OHara'nın üç evliliğini, iç savaş ve Güneyin yeniden inşaa edilmesi sürecinde zenginlikten fakirliğe düşüşünü, sonra yeniden zenginliğe kavuşmasını anlatan film, Margaret Mitchellin klasik eserinden sinemaya uyarlanmış olup yapımcı David O. Selznickin en başarılı eseri kabul edilmiştir.. Bir trajik aşk dörtgeninin fonunda, Kuzey-Güney Savaşı ve Güney'in yeniden yapılandırılması, Atlanta'nın yanışı, yaralı Güney eyaletleri federasyonu üyeleri ile dolu tarlalar da kullanılmıştır. Titizlikle hazırlanmış sahneler, gün batımı görüntüleri, dramatik ve romantik müzik, trajik savaşı somut hale getirmek için kullanılan güney halk şarkıları, nükteli diyaloglarla Rüzgâr Gibi Geçti, sinema tarihindeki büyük epik dramlardan biri olarak kabul edilir. * Rüzgâr Gibi Geçti, orijinal adıyla Gone with the Wind, Margaret Mitchell'ın Pulitzer Ödüllü aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış 1939 ABD yapımı bir filmdir. Film 14 dalda Oscar'a aday olmuş ve 10 dalda bu ödülü kazanmıştır. Zamanında Türkiye sinemalarında da gösterime girmiş, defalarca televizyonlarda oynamıştır. Amerikan Film Enstitüsü'nün hazırladığı tüm zamanların En İyi Filmleri listesinde (AFI'nın 100 Yılı... 100 Film) dördüncü sıradadır. Zamanında tüm dünyada toplam 400.176.459$ hasılat yapmış olup[1] enflasyona göre düzenlenen tabloya göre film tüm zamanların en çok gişe hasılatı yapan filmidir[2] 1993 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.[3] * SEÇİM ve DÜZENLEME: Şenol YAZICI

  • mavi SİNEMA

    Bu KIŞ UZUN SÜRECEK Yeni bir KAPI, Yeni bir seçenek HER CUMA SAAT 20:00'DE Bir TIK kadar yakın 16 ARALIK 2023 ' SAAT 20:00' DE İLK GÖSTERİM maviSİNEMA'DA... * SEÇİM ve DÜZENLEME: Aycan AYTORE

  • Acıyı Paylaşmak

    Fuat ÖZGEN * Acıyı paylaşacağız ama Payımıza düşen o denli büyük ki Eziliyoruz Acıtanlar o kadar çok ki Baş edemeyince üzülüyoruz Yeni Neronlar, Hitlerler, kasaplar Kötü niyetler, kötü hesaplar Zalimin ölçüsü, sınırı yoktur Mazlumun karşı koyması zordur Önce bilinirdi çevre acısı Şimdi duyuluyor dünya sancısı Acıtana sessiz kalan, destek veren, siper olanlar Birleşmişler, birleşmemişler, dernekler, örgütler, birlikler Suçlusunuz acıtanlar kadar Bitse acılar, sevinçler paylaşılsa Cennet olurdu dünya

  • En Yüksek Kule

    Arthur RIMBAUD * EN YÜKSEK KULE Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin Ah nasıl dayandım nasıl da Unutamam artık dünyada, Nice korkular kaygılardı Uçup gitti göklere. Bir belâlı susuzluk Karartıyor damarlarımı. Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin. Bir çayır gibi tıpkı Unutulmuş bir kıyıda, Karamukların, gülüklerin Boyatıp çiçek açtığı, O yabanıl uğultusunda Korkunç pis sineklerin. Sevdalar çağı dönsün, Dönsün geri gelsin. * / Arthur Rimbaud 20 Ekim 1854 - 10 Kasım 1891 Jean Nicholas Arthur Rimbaud; Sembolizm'in en büyük temsilcilerindendir... Modem şiiri Rimbaud kadar derinden etkilemiş ve tutkulu araştırmalara konu olmuş çok az şair vardır. Rimbaud özgünlüğünün doruğuna düzyazı şiirleri Illuminations'la ulaşmış, özlü ve anlaşılması güç üslubuna en uygun biçimi de bu şiir türünde bulmuştur. Düzyazı şiiri olay, öykü ve tasvirlerden, sözcükleri de mantıksal içerikleri ve sözlük anlamlarından arındırmış, böylece şiiri, simgecilerin "etat d'âme" (ruhsal durum) adım verdikleri etkiyi uyandıracak büyülü bir içerikle donatmış, ayrıca bilinçaltının ve çocukluğun belli belirsiz anılarının şiir için zengin bir kaynak oluşturduğunu ortaya koymuştur. Yapıdan, günümüzde de çağdaş insanın başkaldırısını ve yaşamın özünden duyduğu ürküntüyü yoğun olarak yansıtmaktadır.

  • İZZETTİN

    Ahmet Çetinkaya’ın oğlunun düğünü vesilesiyle otuz yıl sonra bir araya gelmişlerdi. Aslında yirmi dokuzdu, her sene uygun tarihlerde bir araya gelelim, bunu bir görev bilelim, içimizden biri organizasyonu düzenlesin, ilk buluşma da benim yazlıkta olsun, deyip çağırmıştı Erciş Dostlarını. Birkan’ın İstanbul’da önemli bir programı olduğu için Seferihisar buluşmasına gelememişti. Seferihisar buluşmasında harika bir gece geçirmişlerdi. Kadeh demeyelim, laf küf olmasın deyip bardakları başları hizasında aynı anda erenler cemi misali masanın üstünde buluşturmuşlar, “şerefe,” demişler, Nuyar, “sağlığa diyelim, sağlık kıymetlidir, sağlığa diyelim!” deyince, İzzettin, “Haydi, bir de sağlığa kaldıralım,” doğru demiş, sağlığa kaldırmışlardı kadehleri. Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğününde, Kaz Dağları’nın eteklerinde zeytin şehri Edremit’te, saatinde bir araya gelmişlerdi. Musluktan akan suyu avuç avuç içtiğin sahil kasabası Akçay’da Ahmet’in yazlığında konaklayacaklardı. Düğün saatine daha zaman vardı, Kaz Dağları’nda doğanın mavisi, yeşiliyle kucaklaşmak, yıllanmış platonik sevgiliyle kucaklaşmak gibidir. Mavi ve yeşil, renklerin en büyülüleridir, baharın ilki ile yazın haziranı, temmuzunda da büyülüdür doğa. Kaz Dağları’nın etekleri Ege’nin serin mavi suları ile yıkanırken, şahikası göğün mavisiyle serenat verir yüreği yanık sevdalılara… Kaz Dağları, Yaşar Kemal’in bin pınarlı dağı, havasıyla aşk iksiridir, bu dağlar ne kaçamak buluşmalara ev sahipliği yapmıştır, kim bilir. Zeus’un kaçamaklarına, Afrodit’in güzelliği ile başı dönen âşıklara, Poseidon’a, denizinde çimen mavi kotlu yıllanmış sevgiliye, tahtacı Türkmenlerin semahlarına, onun, bunun, şunun ilk sevdalarına… Erken çıkalım da Kaz Dağları’nı dolaşalım biraz diye sözleşmişler, buna sebep saat on birde Edremit’te olmuşlardı. Kaz Dağları’nı katleden katillerin katlettiği coğrafyayı görüp bedduaların en ağırını yapacaklardır. Diyeceklerdir ki, “Kör olun, yediverenler olmasın, elinize ayağınıza inmeler insin, kapımı kim açacak, diye bekleyin; inim inim inleyin!” İzzettin: “Şöyle bir dolaşalım, katillerin kestiği ağaçları, yakından görelim!” “Ben de öyle düşünüyorum, bir gram altın için suyu, toprağı zehirleyen altıncıların katlettiği ağaçları yerinde görelim,” dedi Birkan. “Sen büyüğümüzsün önden yürü İzzettin, biz seni takip edelim,” dedi Nuyar. “Yok yok, dedi İzzettin, Birkan önden yürüsün, daha iyi olur!” “Fark etmez, ben yürürüm.” “Fark etmez,” söz öbeğini çok kullanırdı, Bigalı. Diline pelesenk etmiş, uyumlu, vakur kişiliğinin aynası, sakin sakin konuşması, uyumun, “fark etmez’in” tamamlayanıdır. “Durmayalım, zamanı iyi kullanmak lazım," dedi Nuyar. “Vakit, nakittir!” der atalarımız. Deyim, atasözü kullanmayı severdi. Bazen kendi deyimler üretir, bazen de anasının ağzından söylerdi. O zaman, “Anam derdi ki,” diye başlardı söze. Nuyar, Nuyar… Nedir bu Nuyar, ad mıdır, kısaltma mıdır? Burhan arkadaşı takmıştı bu lakabı ona. Hakiki adı unutulmuş, herkes “Nuyar,” demiş, o günden sonra. Öte Nuyar, beri Nuyar! Kaz Dağları’nın mitolojik tarihine yolculuğa çıkmıştı üç arkadaş eşleriyle birlikte. Her yere eşleriyle birlikte giderlerdi. Onların hayatlarında kadın erkek eşittir. Ne bir adım önde, ne bir adım geride, aynen Bektaşi cemlerinin canları gibi kadınlı erkekli. Ne demekte Bektaş Veli? “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde, Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde. Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok, Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde!” Ahmet Çetinkaya düğün için gelen konuklarını karşıladığından eşlik edememişti onlara. Bir de Rıfat yoktu, on gündür burunun kanı durdurulamamış, bir haftaya yakın hastanede yatmış, doktorlar bazı tedaviler uyguluyormuş. Kaz Dağları’nın başı Marangoz Nurullah Amca’nın kullanmaktan aşınan testeresinin ağzına benzemektedir. Tepelere ulaşamayan katillerin ağzının suyunu akıtmaktadır dorukların yeşili. Bunlar yeşil gördü mü, Arenada matadorun muletasını görmüş boğa gibi saldırmakta yeşile, doğaya… Kaz Dağları, eski Yunan tanrılarının otağı, tarihte ilk güzellik yarışmasının yapıldığı yerdir. Yarışmacılar: Eris, Hera, Athena ve Afrodit’tir. Seçimi yapacak olan Paris’tir. Çoban Paris elindeki elmayı en güzeline deyip Afrodit’e verince, on yıl süren Truva Savaş’ına sebep olmuştur. Kaz Dağları, ilk güzellik yarışmasının yer olduğu gibi baharda yazda yeşilin, hazan mevsiminde sarının en has renklerine bürünen köknarlara, karaçamlara, kızılçamlara, ara ara uygun bir yer bulup fışkırıp çıkan mazı çalılarına, yaban armutlarına, ardıçlara, ağaçların ulularına sarmaş dolaş sarılan sarmaşıklara da ev sahipliği yapar. Kaz Dağlarına, antik dönemlerde İda da derler, ona dair anlatılan efsanelere yer vermeye kalksak asıl hikâyeden uzaklaşır, coğrafya öğretmenlerini kıskandıracak bilgiler vermiş oluruz ki, sonra eleştirmen Hülya Soyşekerci, “olmadı sayın yazar,” der. Biz ilahi anlatıcı olarak asıl konuya dönelim. "Hasanboğuldu, Sarıkız hikâyesi, mikayesi, sonra Tahtakuşlar… Bir de bunlardan bahsedersek, Edebiyatçı Nurten Aksoy, Aysun Çetin ne der o zaman? İzzettin, Birkan, Nuyar eşleriyle Kaz Dağları’nda oksijen çarpmasına uğramadan Ahmet Çetinkaya’nın oğlunun düğünün yapılacağı otele geldiklerinde, en az üç bin metrekarelik alanın otel için yok edildiğini görürler ki… buna sebep içlerinden dile getirirler sevgilerini(!) Düğün başlamak üzeredir, Ahmet-Süheyla Çetinkaya dünürleriyle kapıda tek tek konuklarının ellerini sıkar teşekkür ederler. Ahmet Çetinkaya, Erciş dostlarını aynı masada buluşturmuş, böyle olunca hem tanımadıklarıyla yan yana oturup yabancılık çekmelerini önlemiş, hem de arkadaşlarım hasret gidersinler diye düşünmüş. Güneş çoktan batmıştır, akşam serinliği çamların esintisi ile okşamaktadır bedenleri. Otel görevlileri, içecek tercihlerini almış, şaşırmadan konukların önlerine koyup buyurun afiyet olsun diyerek kenara çekilmişler, bir ihtiyaçları olur diye de gözü her daim üstlerinde ellerini önünde kavuşturmuş bir vaziyette saygılı bir şekilde beklemeye başlamışlar. Bir görevli “arzu ederseniz kadehlerinizi doldururum,” deyince, Nuyar, “teşekkür ederim biz hallederiz,” deyip üç bardağı yan yana dizmiş, hak geçmesin diye eşit bir şekilde doldurmuştur. “Buyurun arkadaşlar, dostluğumuza, gençlerin mutluluğuna olsun, deyip yavaştan kaldırırlar kadehleri. Kadehlerden birer yudum alıp iksirin tadını daha iyi almak için dudaklarını emerler bir süre. Hayat iksirleri soğuk cam kadehleri terletmiş, beyaz kristaller ak sıvının üstünde aheste aheste salınmaya başlamıştır. Konuklar Kaz Dağları’nın oksijenini ciğerlerine doldururken orkestra Rodrigo’nun gitar konçertosu ile Denizleri selamlarken, Erciş dostlarına hoş geldiniz demekte. “Lütfen kusura bakmayın ilahi anlatıcı olarak duygularıma hakim olamam Denizlerin adını duyunca. Bu üç gülün dara çekildiğinde, ortaokul ikinci sınıfta okuyordum. Çocuk yaşımda ne kadar çok üzüldüğümü anlatacak sözcük bulamam bu yaşta bile. Onların asılmasına sebep olanlar, sizler iki cihanda da yüzünüz gülmesin, mezarınıza yılanlar çıyanlar dolsun!” İzzettin durmadan anlatıyordu bir Nuyar’a, bir Birkan’a. Erciş Dostları bir araya gelmiş, o, yılların özlemiyle müthiş bir konuşma isteğiyle yüreğini, beynini kilitlemiş, ha bire anlatmaktadır. Anlatırken yılların özlemi orkestranın gürültüsüne kurban gitmekte, sesini duyurmak için daha bir gayret etmekte, sesi orkestranın rüzgârla dansından ötürü alçalıp yükselirken, sesi Edremit körfezine doğru savrulup gider. Anlattıkça sesi kırçıllanır, kırçıllanan ses öksürtür, öksürük, öksürüğü tetikler, öksürdükçe canı sıkılır, canı sıkıldıkça öksürüğü bastırmaya çalışır, elinin tersi ile ağzını, kınalanmış gibi duran bıyıklarını kapatır. Anlatmak bir şeyleri paylaşmak isterken, sanki yüz yıllık bir özlemle yanıp kül olmuş gibi anlattıkça anlatır... İzzettin öksürdükçe Ayşe Hanım pistte oynayanları takip etmekten vazgeçmiş: “Ben Yılmazcığım, bir doktora git diyorum, o, benim bir şeyim yok diyor başka bir şey demiyor!” “Bir şeyim yok benim Ayşeciğim, ağaçları sularken terliyorum, ter üstümde kalıyor, ona sebep öksürüyorum işte!” “Hep böyle öksürüyor musun İzzettin?” dedi Nuyar “Yok be ya dedi Trakya ağzı ile Malkaralı İzzettin!” “Ayşeciğim abartıyor, yok bir şeyim!” “Aşk olsun Yılmazcığım abartıyorum mu ben?” O, Ayşeciğim, der, o da Yılmaz derdi İzzettin’e. Ailede İzzettin'in adı Yılmaz’dı, ilk kez, Burdur’a askere giderken İzzettinlere uğramışlar, o zaman duymuşlardı, İzzettin’e Yılmaz denildiğini. “Bizim gençler Yılmaz Yılmaz,” diyen bir türküyü hatırlatırcasına. “Düğüne geldik be ya, eğlenmek lazım, Ahmetçimin mutluluğunu çoğaltmak lazım!” “Haklısın İzzettin dedi Birkan, Ayşe Hanım’ın dediğine de kulak vermek lazım, ama!” “Tamam, söz buradan dönüşte, ilk işim doktora gitmek olacak, Özlem’e kızım sana emanetim bak bakalım neyim var diyeceğim, söz veriyorum!” Özlem kızıydı, kendi gibi, sayısal zekâlı olduğu için tıp okumuş, Aziz Atatürk’ün beni Türk hekimlerine emanet ediniz, dediği hekimlerden biri olmuştu. Üstelik İzzettin’in rahatsızlığı onun uzmanlık alanıydı! Nuyar’la İzzettin yeni yıl karşılamalarını Erciş’te birlikte yapan arkadaş grubunun evlilerindendi. Nuymar, hindiyi alırdı Erciş pazarından, sonra onu keser, eşi tüyünü müyünü bir güzel yolar, temizlerdi. İzzettin’in renkli televizyonu olduğu için yılbaşlarında onlarda olurlardı. Düğün merasimi bitmiş, İzzettin siyah doblosuna Ayşeciği ile binmiş, arkasında Birkan’la eşi, Nuyar ve eşi onları takip eder. Ahmet Çetinkaya’nın yazlığına geldiklerinde saat gece yarısını çoktan geçmiş, birkaç saat sohbet ettikten sonra, kadınlar uyumaya gitmiş, İzzettin, Birkan Nuymar, İzzettin’in İzmir’den getirdiği hayat iksirinden devam etmişler güzelliği paylaşmaya. İkide bir de "Rıfat sen de olmalıydın" diyerek geceyi tüketmişler sabahı etmişler. “Ben hasta mıyım bilmiyorum, öksürdüğüm an Ayşeciğim, bir doktora gitmedin Yılmaz deyip duruyor. Aklıma gelmiyor da değil, belli mi olur, bu melun hastalık sevmediğin ot misali burnumun dibinde bitmesin, biter mi, biter! Çabuk yoruluyorum, ona sebep midir, bilmiyorum. Özlem, baba gel bir kontrol edelim, sıra mıra için uğraşmayacaksın, işlemleri ben takip edeceğim diyor, diyor demesine de hastaneyi sevmiyorum be ya, ne yapayım?” … İzzettin, düğün dönüşünün sabahında Seferihisar Devlet Hastanesi Göğüs bölümünde Doktor Özlem’e teslim eder kendini. Sonbaharın ikinci ayıdır, yaprakların dallardaki misafirlikleri bitmiş, yavaş yavaş dallardan koparken, hafiften esen bir rüzgârla da oradan oraya savrulup gider. Doğanın özgür çiçekleri çoktan kurumuş, rençperlerin tarlada kırıp bitirdiği tütünler, serinlikte iki üç yaprak daha çıkarmış, tütün kırmaktan usanan parmaklar, artık sıcaklar yetersiz, kurumaz deyip kırmazlar. Evlerdeki saksı çiçekleri, güz serinliği ile yeniden filizlenmeye boy vermeye başlamıştır. Ayrılık mevsimi sonbahar, seni hiç sevmem, sen var ya sen, ağaçları yapraksız koyarken, bizi de atasız koydun. Kurucu liderimiz, bir kasım sabahı, kırklara karışıp gitti. Doktor özlem, babasının tahlillerini yaptırmış, görüntüleme aygıtlarıyla görüntüleri çektirmiş, sonuçlara bir daha, bir daha bakmış; inanamayıp doktor arkadaşları ile bir kez daha bir kez daha değerlendirmiş, sonuç: Maalesef, hastalık çok ilerlemiştir. Seferihisar’da yapılacak bir şey yoktur. Ege Üniversitesindeki Göğüs Hastalıklarında yetkin bir isim olan Trakya Üniversitesinden hocası Profesör Osmanoğlu’ndan randevu alır. Bayan Osmanoğlu, tetkikleri yaptırır yaptırmaz, hemen tedaviye başlar, hastalığın seyri olumlu yönde değişmeye başlayınca, Yılmaz ailesinin umutları büyür, Doktor Özlem çok mutlu olur, babası iyileşecektir, onu iyileştirecek, yine birlikte, mangal yapacaklar, yine birlikte gülüp oynayacaklar, oğlunu okula getirip götürecektir. Hele babasının yemek yiyişine dair, “baba biraz yavaş ye, sindire sindire ye,” diyecektir. O da alışmışım kızım, ne yapayım diyecek. Onun için yemek masasında geçen zaman boşunadır, çok hızlı yemek yılların alışkanlığıdır, kaşığın gidiş gelişini takip edemezsiniz. Biyoloji öğretmeni İzzettin, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi mezunudur. O, bir fizik öğretmeni kadar fizik, kimya öğretmeni kadar kimya, matematik öğretmeni kadar matematik bilen nitelikli öğretmendi. Devlet yazık ki, böyle değerlerinin hiçbir zaman kıymetini bilmediği gibi onun da kıymetini bilemedi, en verimli çağında küstürüp öğretmenlikten istifa etmesine sebep oldu. İzzettin bu ciddi hastalığı, Erciş dostları ile paylaşmamış, üzülmelerine kıyamadığı için, yükü kendisi yüklenmiş. Dostları, Erciş Dostları ile paylaşsaydı, ömrüne ömür katacak değildi, fakat moral motivasyon için, derler ya en kuvvetli ilaçtan daha kuvvetli bir ilaçtır... Bu ara yer küreyi kasıp kavuran Covit 19 belası, dünya insanını evlerine hapsetmiş, insanlar ne sevdiklerine sarılabilmekte ne de sevdiklerinin cenazesine gidebilmektedir. İzzettin’in bu kadar ciddi hastalığını bilse Ahmet Çetinkaya, Covit’i movit dinler miydi? Her şeyin iyiye gittiği bir anda Doktor Özlem, babasının gün geçtikçe eriyen bedenini görünce, vaziyetin hiç de iyi olmadığını düşünmeye başlar; fakat bunu annesiyle paylaşamaz, “neden, neden,” deyip isyanın büyüğünü yaşar içinde. Annesine bir şey diyemeyince, acı içinde büyüdükçe büyür, uykusuz geceler geçirir. Ege Üniversitesi göğüs Profesörü Bayan Osmanoğlu’nu arar. Durumun iyi olmadığını söyler. O da durma kızım, hemen getir, hastanede olacağım, yatışını yapar, tahlillere göre bir tedavi uygularız, umutsuz olma. Unutma, biz umutlu olmak mecburiyetindeyiz, bu babamız da olsa… Akciğerleri iyice yiyip bitiren melun hastalık, durduğu yerde durmamış, pankreasa, lenflere sıçramış. Artık İzzettin için günler sayılıdır, hiçbir umut kalmamıştır. O, hastanede yatarken bile memleket meselelerini yakından takip etmiş, odasındaki televizyonda haber kanallarını izlemeye, gazetesini okumaya, bulmacasını çözmeye devam etmiştir. İzzettin başını pencereye çevirir, yaşaran gözlerini Ayşe’sinin görmesini istemediğinden duyulur duyulmaz bir sesle, “Zeytinlere bakamadık Ayşe’m, ağaçlara su veremedik, onlar kurursa çok üzülürüm, inşallah bir şey olmaz ağaçlarıma!” “Olmaz, olmaz merak etme sen, ben adam tutup her bi şeyi yaptırcam, sen yüreğini ferah tut!” Bayramı hastanede karşılayan İzzettin, 2020 Kurban Bayramının ikinci günü, yıldızlara yoldaş olup kırklara karışmıştır. “Mekânın cennettir,” der, Ahmet Çetinkaya, “Yıldızlar yoldaşındır,” der, Birkan, “Nurlarda uyu,” der Rıfat, “Ruhun şad olsun,” der Nuyar!

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA GÜZ 2008 * * Gülgün HANİŞOĞLU Merhaba maviADA GÜZ 2008 üZERİNE S onbaharda bile umut vardır, dedirtmiş kapak. Bakmasını bilene. Vardır değil mi? Hatta, umut sonbahardır bazılarına aksine. Gerçekten harika olmuş. Durgun sıcak hatta biraz umutsuzluğun havada asılı durduğu bir yazdan sonra, çok hareketli başladı güz, kargaşayı daha çok andırsa da… Arka kapakta hüznü unutmayıp madalyonun ikinci yüzü gibi sunmak da ... Doğanay YAZICI'nın resmindeki akış alıp götürüyor insanı. Zaten kalamayacakları bir bir bitirir gibi.” Kapağı gördüğümde ilk aklıma düşenlerdi bunlar. Harekete ihtiyaç varmış… Ve Şenol Yazıcı'nın özenli seçimine eklediklerinin genişliğinden haz aldım. İçimde neleri çoğalttı bilseniz. Hedeften gözümüzü ayırmadan mesafeyi açar, açıyı genişletir, fakaz, denir ya hani , ileri bakardık çocukken. Hani topa vurmadan önce futbol oynayanlar da yapar ya bunu, okuyamadığımız sayfayı gözden uzağa tutmak gibi. O hissi uyandırdı oluşum. Yeni seslerle gürleşiyor dergimiz. Bu sayıda Meryem Fehime Oruç arkadaşımızın “ Karpuz “ şiiri son bir tat gibi kalıyor damakta, yazın hoşluğundan hayatın boşluğuna düşen. Fadime Y. Karoğlu’nun güz imgeleri, yaz özlemi bu şok gibi gelen soğuk günlerde iyi geldi Hüseyin Yılmaz’ın kaleminden Can Yücel’e bakarken akılda kalan “ en ince duygusudur akıl insanın “ söylemiyse, Betül Terkan ‘ın “ Sabahın habercisi çikolatalı otlarla beslenen atları “ İsmail Güçtaş’ın Kütahya yöresi Yörüklerinin “ esvapçı kızları” ve M. Şehmuz Güzel’den Yılmaz Güney’e bakmayı aldım demime. Güney’in izlerken de sonrasında da derine çizen Duvar filmini montajsız sunuşunu kaydettim bir yerlere ve devrimin gerçek anlamda proleter aydınlara ihtiyacı olduğunu çekip çıkardım yine. Bir Sey de dikkatimi çekti, bu yazıyı okurken, yayın yönetmeni de farkında mıdır acep, ki çatısmayı yaratan yazı da onun. S.. GÜZEL, Yılmaz GÜNEY’in halk hayranı aydın davranısını överken, S. YAZICI’ysa o tip aydını, moderniteyi hedefleyen Kemalist devrimlerin köylülestirilmesinden ve bugünkü çözülmeden sorumlu tutuyor. Gerçek aydının görevinin halkın seviyesine inmek degil, halkın seviyesini yükseltmek oldugunu savunuyor satır aralarında. Gülgün ÇAKO, en renkli güz gösterisini sunuyor bize bir çok yazarın kalemini de yanına alarak. İnternetin çocukların öfkelerinin kontrolsüz kalışındaki rolünü hatırlattı Atilla Yaşrin, Tuğrul Erberk yüreğimizin küllenemeyen ateşine yeni közler düşürürken. Karadanez Cide’nin güzel adamı, Hababam Sınıfı’nın yaratıcısı Rıfat Ilgaz ‘ın şair yönünü pek bilmeyenler için yazmış Öner Yağcı. Orhan Pamuk’ u Zafer Köse ile aklamak ve Okan İskender’le “ Fındığın Gözyaşları“ na, Fehiman Yazıcı ile” Oda Düşleri” ne karışmak… Kapanıyor pencereler, kapılar…Teslim alıyor dört duvar bedenimizi.. Yakında Fadime Yıldırım Karoğlu’nun şiirindeki tosbağaya benzeyeceğiz. Başımıza dikilir gibi olacak Osman Hamdi Bey’in kaplumbağa terbiyecisi. Sopası mı? Mevsim. Hani bulutların bile ağıt yaktığı. Özetle Mustafa Kaya ile saatlerimizi suya atsak da Şenol Yazıcı' yla sorumluluklarımızı hatırlayıp, haklarımıza sahip çıkmaya isteklendiriliyoruz. İşte maviADA "Güz" le bir kez daha hayat edebiyata karışıyor ve gürültüsüne ara veriyor bir AN! Sevgimle… 10. 10 .2008 /GÖNEN maviADA 16. SAYI GÜZ 2008

bottom of page