top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • AN'lar

    Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi. Neşeli olurdum, geçmişte olmadığım kadar, ve elbette çok daha coşkulu olurdu sevdalarım, içine de yeterince ciddiyet katardım. Bu denli temiz, titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer. Hiç çekinmezdim daha fazla riske girmekten de… Daha çok yolculuklara çıkar, gündoğumlarını kaçırmazdım asla; hele dağlara tırmanmanın, ırmaklarda yüzmenin keyfini… Hiç bilmediğim yerlere giderdim, gidebildiğimce. Doyasıya dondurma yer, boşverirdim kuru nimetlere. Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de yalnızca düşlerin değil, yaşamın gerçeğini taşırdı. İşte onlardan biriydim ben ömrü boyunca hani, her saniyesini verimli kılmaya çalışan insanlardan biri. Ama aynı an’lara yeniden geri dönebilseydim eğer, yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim, mutlu an’ları… Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık: Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın. Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı. Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının, Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer… Ama ne çare.. İş işten geçmiş ne yazık ki! 85’indeyim artık ve biliyorum ki… Ölmekteyim. (Çevirmen: Gönül Gönensin) Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo (d. 24 Ağustos 1899 - ö. 14 Haziran 1986), Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. En önemli eserleri arasında 1940'larda yayınlamış Ficciones ve rüya , labirent , indeterminizm , sonsuzluk , ayna ve mitolojik motifleri ihtiva eden Alef yer alır. Eserleri, felsefe literatürünü ve fantezi türünü etkilemiştir, 20. yüzyıl Latin Amerika literatüründe Büyülü gerçekçilik akımını önemli ölçüde etkilemiştir. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür. * Yaşamı Borges, 24 Ağustos 1899 tarihinde Buenos Aires 'te doğdu. Babaannesi İngiliz olduğu ve evde iki dil birden konuşulduğu için daha çocukken her iki dili de çok iyi derecede konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in hayal gücünün sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı. Babasının görme yetisinin azalması üzerine, aile tedavi için I. Dünya Savaşı 'ndan önce (1914) Cenevre 'ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Latince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer 'a olan sevgisi ve Walt Whitman 'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs 'lü şair Rafael Cansinos-Asséns . Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan bir şeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm , anarşi, Rus devrimi gibi bâzı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya 'dan ayrılmadan önce imha etti. 1921'de ailesiyle Buenos Aires'e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume 'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır. 1923'te ilk kitabı olan Buenos Aires Tutkusu ( Ferver de Buenos Aires )'i çıkardı. 1924-1933 arası Borges için oldukça heyecan verici bir zamandı. Bu dönemde pek çok yazısı ve şiiri basıldı. Luna de Enfrente 1925'te, San Martin Defteri ( Cuaderno San Martín ) 1929'da basıldı. 1933-1934 yıllarında Crítica 'da Alçaklığın Evrensel Tarihi ( Historia universal de la infamia ) yayımlandı. Bu öykü dizisi, önceden basılmış bâzı hikâyelerden alınan karakterler ve fikirler üzerine yeniden hikâye yazmakla oluşmuştu. Gerçeği ve hikâyeyi harmanladığı bu hikâyeler gerçeküstü bir otantizm taşıyorlardı. Daha sonraları bu tarz "büyülü gerçekçilik"in ilk örneklerinden sayılacaktı. Ama onun asıl kariyeri 1935'te yazdığı "Borges stili"nin ilk örneği denilen, hayâlî bir romanı eleştirdiği "Al-Motasim'e Bir Bakış" isimli öyküsüdür. 1936'da denemelerini topladığı Sonsuzluğun Tarihi Historia de la eternidad basıldı. Bu sırada maddî sıkıntılar çekiyordu, bu nedenle 1937'de Belediye Kütühânesi'nde çalışmaya başladı. Kütüphânedeki işi hafif olan yazar, iş günlerinin kalanını klâsikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslararası örneklerini İspanyolcaya çevirerek geçirmiştir. Bu çevirilerin en önemlileri Virginia Woolf 'un ve William Faulkner 'ın kitaplarıdır. Borges, bu yazarların İspanyolcadaki ilk çevirmenlerindendir. Yaratıcılığını kaybetmekten korkan Borges, eşşiz bir eser yazmak istedi ve "Pierre Menard, Don Quixote'un Yazarı"'nı kaleme aldı. Ardından da " Tlön, Uqbar, Orbis Tertius " geldi. Her iki hikâye Victoria Ocampo 'nun Sur edebiyat dergisinde yayınlandı. Bunların başarısının verdiği motivasyonla Babil Kütüphanesi'nin çalışmalarına başladı. 1941'de bu öykülerin toplandığı Yolları Çatallanan Bahçe basıldı. Aynı hikâyeler toparlanarak " Artifices "e eklendi ve ve 1944'te Ficciones adıyla yeniden basıldı. 1942'de "Bustos Domecq" takma adı altında Adolfo Bioy Casares ile birlikte polisiye hikâyeler dizisi olan Don İsidro İçin Altı Problem'i yazdılar. Felsefe, gerçekler, fantezi ve gizemleri harmanladığı bu yeni öykülerin yanında, El Hogar'da anti-semitizmi, faşizmi ve nazizmi eşeltiren politik makaleler de yazıyordu. Bu makalelerle oldukça tanındı. 1946'da Juan Perón 'un iktidara gelişiyle, kütüphanedeki işinden atıldı. Bu işten atılma onun için bir tür kurtuluş olmuştu, çünkü hem Arjantin'den Uruguay'a kadar pek çok yeri gezip, Budizmden Blake'e kadar pek çok konuda seminerler veriyor, hem de iyi para kazanıyordu. Ama ailesi Peron'un baskıcı rejiminde zor günler geçirdi, annesi ve kız kardeşi hapse girdi. 1949'da ikinci önemli kısa hikâyeler kitabı Alef ( El Alef ) basıldı. 1955'te Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphânesi Müdürlüğü'ne getirildi. ailesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges bu dönemde görme yetisini tamamen kaybetti. "Bana aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabullenmiştir. - Umberto Eco unutulmaz romanı Gülün Adı'nda yer alan ana karakterlerden kör kütüphaneciyi Borges'ten esinlenerek oluşturmuştur.- 1956'da Buenos Aires Üniversitesi 'nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüttü. 1961'de Samuel Beckett 'le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü 'nü (Formentor Ödülü) kazandı. Bu ödül ona gecikmiş bir uluslararası ün kazandırdı. Gözlerinin görmeyişini şiire yönelerek telâfi etmeye çalıştı. 1970'li yıllarda ABD 'de çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1973'te Peron geri dönünce, görevinden istifa etti. Ders vererek ve yolculuk yaparak geçirdiği zamanın meyvesi 1975'te basılan toplama hikâyelerin olduğu Kum Kitabı ( El libro de arena ) oldu. Dünya gezilerinin sonucu ona eşlik eden Maria Kodama 'nın resimlerini çektiği yazılarını ise kendi yazdığı Atlas 'la (1984) sonuçlandı. Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 87 yaşında, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti. * 20 Oca 2021

  • KALKIŞMA

    I. Hemen Akşamdan sabaha Yoksul ama hızlıca İki kişilik bir kalkışma başlatabiliriz Kıştan yaza doğru Buzdan kiraza Tomurcuktan tozarak Dili maşalı saraya II. Bir dinlence İçten yanmalı Sevgiyle bitişen dudaklar çizebiliriz Yakılmak üzereyken bir kitabın son sayfasına Aşka benzer bir şeyler Tutkulu şeyler bırakalım diye Başlangıçtan hemen önceki sonlara III. Gerekirse kırmızı ışıkta geçip Kalkış izni almadan uçalım Unutalım sakalları uzadıkça Düşlerimize çelme takan oluşları Anımsa güneşin emekleyişiyle uyandırdığın Annenin elleriyle onardığın sabahları

  • DENİZ - RÜZGAR - KIYI

    Fuat ÖZGEN * Rüzgara yüklemiş deniz dalgalarını Durmadan, dinlenmeden Kıyıdaki kumlara, taşlara Vuruyor başını Kıyılar değse bari Şişe, pipet, çerçöp dağı Bir aşk, bir sevda Bir müzik, bir türkü, bir ağıt Aşkın gözü kör olmasaydı Ferhat Şirin için deler miydi dağları? Ondandır denizin kıyıya koşması Rüzgar artınca Kıyıda çılgınlık Terse dönünce Ayrılık Dinince sessizlik Rüzgar ve deniz Kıyıyla karışık

  • Dünyaya Objektifiyle Bakan Adam

    Ara GÜLER 16 Ağustos 1928’de İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde dünyaya gelir. Tam adı Aram Güleryan’dır. Annesi İstanbullu zengin bir Ermeni ailenin kızı, babası Dacat Güler ise Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinden altı yaşındayken okumak için İstanbul’a gelmiş bir eczacıdır. Çocuk yaşlarında sinemadan çok etkilenen Ara Güler, 1951 yılında Getronagan Ermeni Lisesi’nden mezun olur. Daha lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışır. Muhsin Ertuğrul’un yanında tiyatro ve oyunculuk eğitimi almaya başlar. Çünkü rejisör veya oyun yazarı olmak istemektedir. 1950 yılında Yeni İstanbul gazetesinde gazeteciliğe başlar. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlanır. Bir yandan da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne devam eder ama gazeteci olmaya karar verir. Babası, Ara Güler’e lise yıllarındayken 35 milimlik bir film makinesi ile bir fotoğraf makinesi alır ve Yeni İstanbul gazetesinde foto muhabiri olarak işe girmesine yardımcı olur. 1950 yılında çektiği ilk fotoğrafı “Ticaniler” denen gerici bir grubun kırdığı Gümüşsuyu’ndaki Atatürk heykelinin fotoğrafıdır. 1953’de Henri Cartier Bresson ile tanışan Ara Güler, Paris Magnum Ajansı’na katılır ve İngiltere’de yayımlanan “Photography Annual Antalojisi” tarafından dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımlanır. Aynı yıl ASMP’ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye olarak kabul edilir. 1958’de Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin Yakın Doğu foto muhabirliği görevlerini üstlenir. 1961’de askerlik görevini tamamlayarak Hayat Dergisinde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başlar, Savaş foto-muhabirliği de yapan Ara Güler, görevli olarak dört savaşa gider. Katıldığı bu savaşlarda çektiği fotoğraflar dünya çapında çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanır. Hatta çektiği bir savaş fotoğrafı Times Dergisine kapak olur. 1962’de Almanya’da çok az fotoğrafçıya verilen Master of Leica unvanını kazanır. İsviçre’de çıkan “Camera” dergisi de kendisine özel bir sayı ayırır. Bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yapan ve bunları Magnum ajansı ile dünyaya duyuran Ara Güler bu arada İsmet İnönü, Winston Churchill, İndira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile de röportajlar yaparak fotoğraflarını çeker. Ara Güler’in bu röportajları içinde en ünlüsü hiçbir fotoğrafçıya poz vermeyen Picasso Röportajıdır. Ünlü ressam Picasso’nun 90. yaş kutlaması için hazırlanan Picasso Metamorphose et Unite adlı kitap için yaptığı röportaj ünlü ressamın şatosunda gerçekleşir. Bu röportaj sırasında fotoğraf çektirmeyi sevmemesiyle bilinen Picasso’nun çok sayıda fotoğrafını çekmeyi başarır ve şöyle anlatır bu zorlu çekimin öyküsünü: “Çektim, ama çekene kadar neler çektim, sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken, ‘Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun, ama o beni hiç sevmez’ dedi.” “O günlerde fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. ‘Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum’ dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini yaptım. Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp, ‘Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin remini çizeyim’ demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye, başladım etrafında boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de ‘Nasıl olsa sayfayı yırtıp alırım’ diye geçiriyorum. Sonunda resmimi çizdi, İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.” Ara Güler Türk fotoğrafçılığının ustalarından birisi olarak dünya fotoğraf tarihinde de seçkin bir yere sahiptir. Belgesel fotoğraf biçiminin ustası olması ona ayrı bir ün kazandırmıştır. Ayrıca Yavuz Zırhlısının sökümünü anlatan “Kahramanın Sonu” adında belgesel bir film de yapmıştır. Ara Güler hakkında bir tanesi Münih Üniversitesi’nde Almanca olmak üzere 6 adet doktora tezi yapılmıştır. 1975 yılında ilk evliliğini Perihan Hanım ile yapan ve 4 sene sonra da boşanan Ara Güler ikinci evliliğini 1984 yılında Suna Taşkıran Hanım ile yapar. Fotoğrafçılık ve gazeteciliğin yanı sıra gençlik yıllarında öyküler ve senaryolar da yazan ve “Hayatım okumakla geçti” diyen Ara Güler yazarlık macerasını şöyle anlatır. “Kaç kamyon kitap okudum ben. Klasikleri ezbere bilirdim ve lisede talebeydim daha. O zaman Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel Dünya Klasiklerini tercüme ettirmişti. Çoğunu okudum. Doğu Edebiyatından birtakım kitapları okumamışımdır, ama sadece Batı Edebiyatını değil felsefesini de okudum. Ben çok roman okumam. Ben bana bir şey öğretecek kitabı okurum. 1946’da ilk öyküm Mahkûm’u yazdım, Akşam Postası’nda, yayımladılar. İçinde olmadığım bir dünyayı yazmak istedim. Öyle başladım. Millet o yaşlarda sevgilisini yazar ben dünyaya bakardım…” “Yirmi yaşındayken yazdığım “Bir Garip Yılbaşı Gecesi” adlı tek perdelik oyun, yazdığım dokuz tane oyundan tek kalandır. Öbürleri bir şeye benzemiyordu, çok amatördü, attım gitti. Amatör hislerini profesyonel gibi ortaya atmayacaksın. Ayıp olur sanata. 1950’de “Dünya Edebiyatı” yarışması oldu. Bunu Yeni İstanbul gazetesi ile New York Herald Tribune gazetesi düzenledi. Oraya yolladım hikâyemi ve üçüncü oldum. Türkiye’den Samim Kocagöz birinci, Necdet Öktem ikinci oldu, üçüncü de ben oldum. Yarışmaya Ermeni olduğum için takma bir isimle (Ali İhsan Akgün) katıldım. Kazandıktan sonra açıkladım adımı.” “Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret.” diye anlatır çocukluğunda gördüğü Atatürk’ü. Foto muhabirliğine başlamasını da kendisiyle yapılan röportajlarda şöyle anlatır: “Bir kere foto muhabirliği denen halt benimle başladı. Eskiden foto muhabiri yoktu ki fotoğrafçı vardı. Fotoğraf çekmek başka bir şey, foto muhabiri olmak başka. Fotoğraf çekmek demek bir manzarayı, bir şeyi çekmek, varsa içinden bir şey çıkarmak falan filandır. Halbuki foto muhabirliği olayın kendisini çeken şeydir ve bunlar sonradan tarihe mal olur. Muhakkak tarihe geçer. Biz 20. asrın foto muhabirleri, kameramanları görsel tarihi yazarız. Yazarların yazdığı tarih gibi uydurma değil. Gerçeği görür, yazar ve belgeleriz. Dört kere harbe gittim, dört… Filistin, Filipinler, Etiyopya, Sudan. Gerillalarla konuştum, yazdım, çektim. Bombalar dibimde patladı!” “Çetin Altan ile birlikte Akşam Gazetesine ‘Al İşte İstanbul’ adlı bir yazı dizisi hazırlayacağız. Üç hafta gecekondu mahallelerini gezdik, çektik. Bir yerde kadınlar ‘vay nasıl çekersiniz’ falan diye kızdı, anladın mı? İkna edemedik. Kocalarıyla birlikte saldırdılar. Zor kaçtık ama iyi dayak yedik.” Bir dönem çektiği Nazım Hikmet fotoğraflarını yakmak zorunda kalan Ara Güler, “Kitabını bulundurmak bile tehlikeliydi. Mecbur kaldım. İçim de yandı.” diyerek anlatır bu üzücü olayı. Muhabirlik yaptığı yıllarda 6-7 Eylül Olaylarını da fotoğraflayan Ara Güler o günleri şöyle anlatır: “Orhan Kemal’le Harbiye’ye kadar yürümüştük. Sonra Taksim Sineması’nın karşısında Eftalupos kahvesini yıkmaya başladılar. Orada da Mehmet Cemal’le gördük olanları. Babamın eczanesi de oradaydı ama bir şey olmadı ona. Bir baktım elini kesen babamın dükkanına gelip tedavi oluyor. Dacat Güler Ecza Deposu’ydu adı. Anlamamışlar bizim Ermeni olduğumuzu.” Ara Güler, hayranı olduğu Charlie Chaplin’in fotoğraflarını da çekmek ister: “Chaplin benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam… O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da Amerikalı ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün, kar kıyamet demeden fotoğraf çekmek için bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, ‘Konuşursan konuş, ama resim çekme’ dedi. Adam yürüyen iskemlede, felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımasız olduğunu biliyordu. Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı, o nedenle onun fotoğrafını fırsat bulduğum halde çekmedim.” Ara Güler, 17 Ekim 2018’de tam 90 yaşında hayatını kaybetti. Geriye binlerce fotoğraf, anı ve sevenlerini bıraktı… Kaynak: https://listelist.com/ara-guler-kimdir/

  • Güzel Ülke

    Film önerisi / "AYRIMCILIK ŞEYTANIN LANETİDİR" Yönetmen : Warwick Thornton Ülke : Avustralya Tür : Dram | Macera | Suç | Tarihi | Yabancı Film IMDB : 6.9 720P : 8.7 Vizyon Tarihi : 01.04.2018 Süre : 113 dk Türkçe Adı : Güzel Ülke Nam-ı Diğer : Mila zemlja Aborijinli orta yaşlı bir adam olan Sam, Avustralya'nın Kuzey Bölgesi'ndeki bir vaiz için çalışıyordur. Huysuz bir savaş gazisi olan Harry komşu bir karakola geçtiğinde vaiz, Sam ve ailesini Harry'ye yardım etmek amacıyla ve sığır alanlarını tazelemeleri için gönderir. Fakat Sam'in acımasız ve hırçın Harry'le olan ilişkisi çabucak bozulur ve Sam'in Harry'yi kendini savunurken öldürdüğü şiddetli bir çatışmada sonuçlanır. Sonuç olarak Sam beyaz bir adamı öldürmekten aranan bir suçlu olur ve eşi ile birlikte kaçmak mecburiyetinde kalır. Yerel kanun adamı Fletcher'ın önderliğinde bir grup Sam'i aramaya başlar. Ama olay hakkında gerçekler ortaya çıktıkça, halk gerçekten adil olunup olunmadığını sorgulamaya başlar.

  • Bir Şehri Sevmek

    -Erdek'te gün batımı. Foto: Şenol YAZICI- Şenol YAZICI * Gezmeye gittiğim her yerde başıma gelendir; ertesi gün, bilemedin iki gün sonra sıkılırım. Büyük heveslerle gittiğim uzak yerlerde dahi ayağımın tozuyla nesi varsa sözü edilir koşturarak görür, sonra da yapacak iş bulamaz, yeni bir yer aramaya başlarım. Hele bir aksilik çıkmasın… Bu denli uğursuz bir yerde bir de para vererek durmak niye... hali olur bende... Belki bu nedenle yazlık sahibi olmayı, bir yere bağlanmayı çok istemedim. O kadar param da olmadı ya... Ne var ki artık gittiğim yerlerde bazen canım, güzellik yarışmasına girmeden kabul görecek, merhaba diyecek, sohbet edecek birilerini de aramaya başladı. Yaşamın doğası bu soğanın cücüğünü de çekiyor, balı böreği de... Hem nereye kadar?.. İyi de katlanabilecek miydim? Denemeli, uygun bir yer bulup sevmeyi denemeli… Nikahta keramet vardır demezler mi? Satın almak yerine kiralamak iyi bir düşünce gibi gözükmüştü. Baktın olmuyor, al atını... der, gidersin. İyi de nere? Hep alt yoldan, deniz kıyısını izleyerek gittim Erdek'e, bu kez Çanakkale Biga yolunu izleyip Edincik'e sapıyorum. Daha önce görmüştüm Edincik'i, şimdi nasıl bir his bırakacaktı bende. "...Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O, sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden birbirine benzeyen yaşlı, ama hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu, ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açelyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da, gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım...." diye anlattığım ADA yazımdaki Edincik'i yeniden görmek istiyorum. Eski, küçük Edincik evlerinin yanında tepelerde TOKİ'nin beton binaları da görünüyor artık. Su boşa akmamış, Edincik zamandan payını almış, güzel dokusunu bozan çok katlı binalar da eklenmiş manzarasına. ... ve önceki gelişimde evlerin önüne, yol kenarlarına dizilen teneke kutulardaki sardunyalar, ortancalar da yok artık... Belki bir zenginlik, düzen ve şıklık gelmiş ama bu Edincik, o Edincik değil... Anlattığım Edincik hiç değil.. Zeytinliklerin içinden keskin virajlar çizen yolla denize iniyorum. Uzakta Erdek gözüküyor. Sevmeye niyetli olduğum şehir burası. Buradan bakınca denemeye değer ve keyif alınacak gibi görünüyor. Erdek arkaik dönemde bile önemli bir yer. 5400 yıl önce kurulmuş ve adını Altın Postun Argonatlarından, Jason'dan almış ve Roma imparatorlarının ilgi ve iltifatını görmüş bir ADA kenti. Sonra Kapıdağı o dönemdeki adıyla Artake, Bandırmaya uzanan dar kıstaktan karayla birleşmiş zaman içinde. Marmara'nın ortasında, büyük kentlerin hepsine yakın adalar zengini bu yerleşim, zeytini, inciri, mermeri, kılıç balıkları, girintili çıkıntılı koyları, muhteşem deniziyle Türkiye'nin ilk turizm merkezlerinden biri olmuş. Bir devir Koç ailesini ağırladığını anlatır Erdekliler. Sonra da yetmez olmuş ya da fatihleri heveslerini almış terk edilmiş. Ultra zenginler belki yok ama Erdek yazın gitseniz gene tıklım tıklım... Sözde apart otel diye yapmışlar boğazda yalı fiyatına kiraladığım siteyi. Deniz kıyısına ev izni verilmeyince uyanık girişimciler çözümü çabuk bulmuş, otel diyorlar adına. Sahil onlarla dolu... Düzlük denilen giriş bölgesinin tüm sahilini böylece parsellemişler. Denize bu denli sokulmanın başka şansı yok ya, turistik tesis diye başlıyorlar inşaata... Gerçekte iki odalı, salonlu yazlıkların yer aldığı tatil köyü, havuzunun yanında elbette denizden de hakkını alacaktı. Payını belirlerken de kuşkusuz sayıya değil, verilen paraya bakacaktı. Geniş kumsalı şezlonglarıyla kapsayınca, yirmi metre ilerde de benzeri bir uydurma turistik tesis olunca arta kalan dar alana deniz diye aklını atan sıra insanlar bir kent kalabalığıyla üst üste yığılacaktı doğal olarak. Bizim denize giremezsiniz diyen yoktu ama insanımız salt paranın ardında olduğu uygulamalara değil, uzantılarına da saygılıydı; sadece sahil değil, denize de bir kol gibi uzanan sınıf ayrışması kendiliğinden oluşmuştu... Tatil denince ilk Erdek'in akla geldiği zamanlarda GÜNEY, yani bugün DÜZLER denilen kente giriş bölümü öncelikle bürokrasinin ve uyanık girişimcinin elinde telef olmuş çirkin bir yapılaşmayla Tanrının tarlaları kula yasak edilip yağmalanmış bir bir... Onların prensleri başka yerleri yeğleyip artık gelmese de ebeveynlerin bazıları hala burada. Sislenen hatıralarında bir masala dönen iktidar günlerini gururla, hasretle anımsıyorlar. Elbet hüzünlü ve elbet çirkin... Çünkü hala sıra insan bu ruhsatsız tapusuz iskânsız demir ve beton çitleri aşıp denize ulaşmakta sıkıntı çekiyor. Altyapı yok, sosyal alan yok, alışveriş merkezi yok; seksenden bugüne 40 yıl geçmiş, olduramamışlar, ama dört yanı yerleşim ya da kamp yapmayı, denize giden bütün yolları tekellerine almayı başarmışlar... Benim site bir alem, Bursa'dan bir üniversitenin başı çektiği bir grup tarlalardan birini siteye döndürmüş otel ruhsatıyla. Denizi bir yay gibi kucağına almış duvarlarla çevrili site, bu beni doyurmaz deyip dev bir havuz da yapmış bahçeye... Ama bir kafeyi bile unutmuş, gün olup yapacakmış. Daha çok yeni, çok eksiği gediğ var, pek kimse kimseyi tanımıyor, ama sitelerine girecek yabancılara karşı çok duyarlılar, şifreli kapıdan girmeyi başarırsanız içerde üç adım atmadan enseleneceğiniz kesin. Ne garip ilk geldiğimde yarım gün yetkili aramıştım, oysa şimdi... Önüne gelen bana kim olduğumu soruyor, nerden gelmişim, kaç numara da kalıyormuşum. Burada herkes bekçi Murtaza… * Deniz yosunla ve fırtınayla ortaya çıkan denizanalarıyla kaplı olmasa güzel... Yine de şükretmek lazım, karşı kıyıda lacivert denizanaları varmış, yabancı menşeli oldukları söylenen. Bir çarptılar mı, yaz boyu sevgilinizce ısırılmış gibi gururlu, ama takma dişleriyle ısırılmış gibi ağlıyor çarpılan yeriniz, kıpkırmızı… Seçkinlik güzel... Denize bu denli yakın olmak, maddi bedeli ağır olsa da eşsiz bir keyif... Sigarasız aranırken sokaklarda, en büyük izmariti ben bulmuşum gibi hissediyorum. Ne güzelmiş zengin olmak (!) Vahşi kapitalizm bu olsa gerek… Hiç sanmıyorum, bunun adı gözbebeklerinde dolar işareti olan ilkel yerel yönetim düzeni… Belediye olanak vermiş, insanlar da işgal etmiş, zamanında. Sonrakiler de bakmışlar önlerinde bir deve, nerden başlasınlar? Sitenin kumsalı işgal eden şezlonglarında boş yok… Her şemsiye altında iki şezlong, birer de oturan var ama... ötekine havlusunu, çantasını, bir şeysini koymuş, işgal edilmemiş boşluk yok; hele kadınlar, bir yaşı geçkin olanlar hele, korkunç bir rahatlıkla bütün kumsalı kendi mülkiyetlerine almışlar gibi… Orda çantası, ötekinde ayakkabısı, daha ötekinde havlusu; havuz keyfi yapan gelmesi olası komşu kadınları beş çayına bekliyor... Eminim havuzun başındaki komşusu da aynı pozisyonu almış, denizdeki ahbabı burnu sürtüp geldiğinde oturacak yer bulsun diye hazırlıktadır. Yadırgayan bakışlardan da sıkılınca yanda cümbür cemaat bir avuç yere sığmaya çalışan gündelik tatilcilerin yanına kuma oturdum. Ne var ki içimde burjuvanın en acımasızıyla karşılaşmış proleter öfkesi var. Onca para ver, sonra da bu hale düş… Uydu mu şimdi? Yandaki şezlonglardan biri boşalıyor, jet hızıyla fırlayıp oturuyorum. Zengin ve seçkin olmak kolay öğrenilen bir şey… Şezlonga erinçle yaslanırken purom olmayışına üzülüyorum. Önümdeki kadidi çıkmış ihtiyar, ama saçları hala simsiyah boyalı kadın dönüp bana bir bakış atıyor, bir şeyler diyor, hayrıma da değil belli ama ne gelir elden… Aldırmayacağım… Kul düşünür kader güler derlermiş, umursamıyorum ama kadının yanından o ana değin erkek çocuk filan sandığım bir minik adam doğruluyor, bana dönüyor. Gözlerimi kapatıp, Allah'ım ne olur gelmesin, diyorum, içimden, bana bir şans ver, bir gün en azından… Hem bu bu şehri sevmeye geldim… diyorum… Gözlerimi açtığımda yaşlı minik adam yok olmuyor, çok yaklaşmadan, yumruk mesafesinden uzakta, elleri beli dediği buruş buruş karnına gömülmüş, bana bakıyor. Bakmak suç mu, bakar. Dayanamayıp başımı sallıyorum, ne istiyorsun, der gibi… O zaman patlıyor adam, herkese duyurmaya kararlı resmen bağırıyor, tek başına beni gözü kesmedi, belli mahalleyi arkasına alacak, öteki Murtazalara duyurmak derdi. -Kimsin sen kardeşim, ne arıyorsun burada? Utanıyorum. Utanç da öfkelendiriyor beni. Düzgün cümle bulamıyorum… Hem başka dönüp bakanlar da var; öteki Murtazalar… Ben de bağırıyorum, sanki herkes sağırmış gibi… -Sana ne… ekliyorum, dayanamayıp… Sana ne ibrikçibaşı… Allah'ın denizi… Ne oluyorsa hepsi birden önüne dönüyor, yaşlı amca da söylene söylene, ama en alçak tondan… Bulaşmıyorlar avamdan serseriye… Çok zamandır bu halim yoktu. Utanıyorum gene, ama öte yandan anladıkları dili anımsamayıp konuşmayı başarmaktan mutluyum. Sıkıldım itilip kakılmaktan... * Gereğinden fazla sıradan gözüken Erdek'te bir yan var ki olağanüstü... Çok az yerde yerleşimin göbeğinden baktığınızda akşam ancak bu kadar akşama benzer. Sıradanlık sözüm Erdek sevenlerin hissiyatına dokunmasın... Gerçekte bu kadarını bu kent de hak etmiyor ama, öyle... Dört yanı deniz Kapıdağı yarımadası, yani o haritadaki incecik bir pazubentle karaya tutunmuş baltanın ağzı azıcık emekle dünya çapında bir yer olması, belediyesini de insanını da uçurması mümkünken inanılmaz bir basiretsizlikle ölmeye yatırılmış, el birliğiyle... Ne belediyenin, ne halkın ne de yazlığa gelenin çok umurunda... Salt esnaf keyifli, niteliği azalsa da nicel olarak artan yakın illerden koşturup gelen gezginleri fahiş fiyatlarla yolmaktan yoruluyorlar. Erdek kötü bir yer değil. Yerel halkı Yörükler ve Ege’nin karşı yakasından mübadele ile gelenler, çok yerin insanından daha konuk sever. Arızalı, sorunlu birileri varsa o da dışarıdan gelip rekabet ortamı olmadığından kendini hiç geliştirme gereği duymadan düzen tutturanlar, sonradan görmeler, esnaflığın harami vari sırrına varanlar...​ Meyveyi dalından, sebzeyi tarlasından elinle koparıp yiyebilmek, sütü direk üreticisinden alabilmek, güneyde deniz fırtınalı iken, kuzeyde ıssız koylarda denize girebilmek, ya da tersini yapabilmek... kenarından köşesinden doğallığı bozulmuş olsa da yalnız kalmayı başarabileceğiniz dağı, denizi, ormanı olması yeter diyorsanız elbet güzel... Ama gerisi yok, ama o ruh yok... Havası çok nemli, çok rutubetli, kimse de orası için oksijen deposu masalını uyduracak kadar cin davranmamış, sıcak arttıkça boğulursunuz, ama Ayvalık gibi dehşetli bir rüzgarla kamçı yemiş gibi havalananlar dışında bütün deniz kıyıları öyle değil midir? Buna karşılık Erdek'in dünyaca ünlü zeytini olmuş işte, fena mı? Kabul etmeli, Marmara'nın öteki kıyılarına göre hiç olmazsa uzaktan bakınca denizi de denize benziyor. Asla değişmeyecek ilçe merkezini birkaç dozerle dümdüz etseler, turizmle hiç ilgisi olmayan yer ve hizmetlerini, beş yıldızlı diye satmaya çalıştıkları soyguncu düzenlerini terk edebilseler, belediye biraz yol, biraz imar ve biraz temizlik diyebilse, biraz 21.yüzyıl koyabilseler vitrinlerine, rengi ışığı, parıltısı, okumuşluğu, umur görmüşlüğü olan insan getirtebilseler... çok daha iyi olabilirdi. Daha çok gelen olabilirdi, demiyorum, ülkenin kıyıları lağıma dönmüşken ve insanlarımız hala oralarda en cici mayoları ve güneş kremleriyle evrimleşip balık olmaya çalışırken ve asgari ücret hala mucizevi bir gelirken ana yerleşimlere bu denli yakın Erdek hiç boş kalmaz, kalmıyor da... Bizim dediğimiz hakkını vermek, hakkını almak... Ama ne yaparsanız yapın tatil yaptığınız hissini veren bir yer olamaz, Erdek. Hiçbir zaman kötü olmaz, ama asla güzel de olamaz... İyi ki gelmişim dedirten bir kıpırtı, yüreğinizi kaldıracak bir şiir, zaman dursun, dedirtecek pastoral bir resim bulamadan, emeğinize ve masrafa değecek hiçbir şey yakalayamadan, o sınırlarına kadar yaşa, imkansızı iste diyen Argonatlar'ın buraya neden uğradığına şaşarak, dönünce anlatabileceğiniz, su kesildi. Yaz boyu kanalizasyon kokusuyla boğulduk, esnaf anamızı sordu durdu... dışında komşunuzun gıpta edeceği bir masal üretemeden dönersiniz... Evinizin balkonuna çıkıp akşam güneşini ve mırmırlanan kedinizi yanınıza alıp içilen bir çayın keyfi daha çok mutlu edebilir sizi. Paranız da cebinizde kalır. Karşı kıyıda Denizkent mi ne oralarda oturan buraya da gezmeye gelen arkadaşın biri, hırçın bir sevgili gibidir buralar, demişti. Çok emek verirsiniz ondan sevgili yaratmak için, sonra da alışır, terk edemezsiniz. Sevgili bölümü hariç, hatta hırçınlık bölümü hariç gerisi doğruydu. Akılla evlendiğiniz gibi belki, bunaltacak dende dümdüz, sorunsuz, hiç şaşırtmayan, ama asla ötesi de olmayan, ne var ki çok emekle bir şey yaratmaya uğraştığınız bir yer belki... Tat alamadan, tuz alamadan , ama verdiğiniz emeğe, eskittiğiniz ömre de kıyamayıp terk edemediğiniz bir yer... Galiba ben kıyarım. Erdek'te sevgili ruhu yok... Sadece kötü olmamak sevgili olmaya yeter mi? Önce kılıç balıklarını, sonra bir devir yaşadığı ihtişam ve gösterişi niçin yitirdiğini, tatilcilerinin kaymak tabakasını neden Ege'ye Akdeniz'e kaptırdığını, niçin bütün sevgililerince terk edildiğini, sonunda niçin benim gibi bir körle birkaç topala kaldığını tam olarak anlamasanız da hissediyorsunuz, biraz yaşayınca. Hiç ihtimal vermezsiniz ama Erdek, tarih boyu yerleşim yeri olmuş. Kampların hemen yanında DÜZLER'deki Kyzikos Antik Kenti antik dönemden, Kapıdağı yarımadasının ADA olduğu zamanlardan kalma... ve içinde yer alan dünyanın 8’inci harikası olarak nitelendirilen Hadrianus Tapınağı’nın uzunluğu 116 metre... Didim Apollon tapınağından daha büyük.... Zamanında ustalıklı bir siyasetle çevreye egemen olan bütün uluslarla, Romalılarla da Perslerle de iyi geçinmeyi başaran, İskender'in bile iltifatını gören bu büyük kent, M.S 500'lü yıllarda ciddi bir depremle sarsılıyor ve eski ihtişamını yitiriyor. Kent halkı bugünkü Erdek'e yani Arteka'ya taşınıyor. Kapıdağı Bandırma uzantısı karadan kopuk bir adayken, geçen zamanda kıstak doluyor ve yarımada oluyor. Bu arada düz ovanın ortasında yükselen birtakım binaları dışında kentin üstü toprakla, bitkiyle örtülüyor. Denilebilir ki yüzyıllardır birkaç karış toprağın altında yörede yaşayanların insafına terk edilmiş. Evliya Çelebi 17. yüzyılda uğradığında muhteşem bir antik kentten ve o antik kentin yağmalanan taşlarıyla yapılan çevredeki binalardan söz ediyor. Her yıl komik denilecek ödeneklerle bir bölümü kazınıyor, birkaç örnek taş Erdek'in içindeki açık hava müzesine götürülüyor, daha çoğu kırılıp parçalanıp ortada bırakılıyor, daha değerliler başka müzelere aktarılıyor, gerisi kaderine terk ediliyor. Yine de hala yaşıyor şehir... Ama bu halde, ama taşlarının büyük bölümü çevre binalara katkı sağlayarak... Aslında ERDEK resmi bu; genlerinden gelen bir güzelliği var, ne var ki kötü hayat ve sahipleri onu bitirmiş, estetik ne ki diyor? * Kamplar bölümünün yolları dar, kente giden yükseklerden geçen geniş bir yol var ama uzak kalıyor... Geçmişte Erdek'in en popüler yerinde iki araç yan yana geçemeyeceği gibi son bakımı herhalde geçen yüzyılda görmüş sanki... Erdek Düzler, gerçekte bu vandal istilasına uğramadan önce, hatta hala bir tarım arazisi... meyvenin, sebzenin en güzeli, zeytinin en verimlisinin yetiştiği denizden dolma bataklık bir tarım arazisi... Yok fiyatına deniz kıyılarını kamplara, otel adı altında sitelere verip de elinden çıkaranlar dışında yerlisi hala bu işle meşgul… * Yörükler Erdek'in manavları... Yaşam biçimlerini yukarı dağ köylerinde aynen sürdürüyorlar. Bazen sahilde de rastlıyorsunuz. Anadolu'nun belki de sembolü olması gereken zor koşulların hayvanı keçiler orada da hayli çok. * İşletmelerin çoğu dışardan gelenlerce açılmış. Yerli halktan bir kısmı yazlıkçıdan pay almayı düşünse de alışkanlıklarından vazgeçmeden yapıyor bunu da... Ehlikeyf... Yolun kıyısına incir dolu tabakları dizmiş, kendisi ortada yok. "Tabağı üç lira " yazıyor, altına da eklemiş, "Tabağın altına parasını bırakın." * Sağlı sollu, "ikna edici" çoğu TC ya da bilmem ne bakanlığı ...diye başlayan adlara sahip imarsız tarlalara 12 Eylül darbesinden hemen sonra kondurulmuş bu binaların hala tapusu ruhsatı yok. Belediye onları Erdek'in bağrına saplı yüzlerce hançer gibi algılıyor ama yıkamıyor da... İsimler görkemli nasıl yıksın... Ada bak: TC Ankara Marangoz Öğretmenler Kampı... ya da Türkiye Cumhuriyeti Tavukçular Derneği Eğitim Kampı... elbette örnek bunlar, bakarsın ilgilenen çıkar, kapatırlar mapatırlar diye isim vermiyorum, ama benzerleri çok... ....ve gücünü o zamanın askeri idaresinden, sonra TC önadından alan ama bir derinine baksan, devletle hiç ilgisi olmadığını hemen fark edeceğin binalar fahiş fiyatlarla bilmem kaç kez el değiştirse de dikenli tellerle, ya da duvarlarla ördüğü kamplarında " eğitim" görevini hala sürdürüyor. Gecenin ilerleyen saatlerine değin bir Brezilya karnavalının gürültüsünü dinliyorsunuz, havai fişeklerin eşliğinde. Uyku uyuyamayan çocuklar bir sınırlamaya uymayı başaramayan bu şehir eşkıyalarının hırslarına kurban olmuş... Tatili birilerinin, dünya benimdir egosuyla eğlenmesi sizin de mecburi dinlemeniz olarak oldurmuşsanız kafanızda, öneririm Erdek bulunmaz bir yer... Bense... yok ben bu şehri sevmedim. Sadece kötü olmamak sevgili olmaya yetmiyor... Bazen yaptıklarınız değil de yapmadıklarınızın hesabı sorulur. Erdek de öyle; vermeden alan niyetinden ve yapmadıklarından mesul... * 13. Temmuz 2016 * ÇOK OKUNANLAR: maviADA SAYFASINDA 250 ziyaretçi, 18 Beğenme, İNTERNET raporlarında dünya genelinde 300 ziyaretçi

  • Yaz Başlangıçlı Bir Aşk Ezgisi

    Ahmet ADA * Her şey bir başlangıçtı başaklar bile Kırlar dağlar deniz kenarları Denize inen sokakların kuşları. Durup baktım yapraklar başlangıçtı Sonra evler pencerelerinden fesleğen sarkıtan Akşamüstünün buğusu, bugünün sonu Kırgın bir kuşun denize doğru uçuşu Başlangıçtı sevgimize biliyor musun Vakit yoktu aşka nasıl bulmuştuk Ertelenmiş bir başlangıçtı efsane kıldık Leylak kokusu sızdıran evleri, sokakları Geçip gitmiştik bir gülümseme bırakarak Vakit yoktu açık denizleri özlemeye Fesleğen sulamaya pencere önünde Bir tenhalığı yaşamaktan bakışmaya bile Şaşırdım doğrusu nasıl bulmuştuk aşkı Her şey her zaman bir çığlıktı Tenha bir istasyonda okuduğun Bir suç işler gibi okuduğun öğle sonu Her şey bir başlangıçtı sevgimize Çılgın yaz çiçeklerine, yediveren güllere, Kalbinin hızla akışı bile sevgilim. Ah bir sevdaydı şurada çınlayan sesin Geceyarıları beni umarsız bekleyişin, Sanki bir çiçek sergisiydi karanlıkta gözlerin

  • PATİLER

    Yusuf AKSOY * Can dostların duyulmayacaksa bize rağmen gecelerde havlama sesleri gündüzlerde miyav sesleri   katledecekse cellatlar insan soyu adına kalbimizin yarısını susmanın, pusmanın vakti değil yoldaşlar   tüm türleri savunmak insan kalabilmenin koşuludur bizlere insan kalabilme inadıdır yaşama olan inancımız   silinecekse patilerin izleri her gün yürüdüğümüz yollardan kan kusturacaksa nefretin soyu gözleri gözlerimizde büyüyen canlara isyana çevirme vaktidir geçip de gelmeyecek vakti   vakit yalvarma vakti değil vakit karşı koyma vaktidir kendinden ötesine düşman eli, kolu, ruhu kanlı karanlığa

  • ATATÜRK'ÜN SONBAHAR GEZİLERİ - KARADENİZ KIYILARINDA

    11 Eylül-23 Eylül 1924 Samsun Öğretmenler Birliğinin Ziyafetinde yapılan karşılama konuşmalarına karşılık olarak; GAZİ'NİN YANIT SÖYLEVİ Birinci Kısım(sf.125-127) Saygıdeğer hanımlar, saygıdeğer efendiler! Bu çay ziyafetini düzenleyenlere özellikle teşekkür ederim. Bu vesile beni Samsun'un çok aydın çevresinde bulundurmuş oldu. Bu vesile, beni dimağları bilim ve teknikle süslü, değerli insanlardan oluşan bir topluluk huzurunda bulunmakla pek mutlu etti. Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir; bilim ve tekniğin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, cahilliktir, sapkınlıktır. Yalnız, bilimin ve tekniğin, yaşadığımız her dakikadaki aşamalarının gelişmesini algılamak ve ilerleyişlerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim, teknik ve dilin çizdiği kuralları şu kadar bin yıl sonra, bugün olduğu gibi uygulamaya çalışmak, elbette bilim ve tekniğin içinde bulunmak değildir. Çok mutlu bir duygu ile anlıyorum ki, karşımdakiler bu gerçekleri kavramışlardır. Mutluluğum yükseliyor. Şununla ki, karşımdakiler, eğitim ve öğretim sorumlulukları altında bulunan, yeni kuşağı da bu gerçeğin nurlarıyla doğmasına etkili ve etmen olacak biçimde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu, hepimiz için övünmeye değer bir noktadır. Saygıdeğer arkadaşlar, kardeşimiz hanımefendi ve ondan sonra konuşan saygıdeğer ve duyarlı arkadaşlarımız, uzak geçmişi çok işaretlerle açıkladılar. Yakın geçmişin acılarını da, gerçekten yürekleri kan ağlatacak biçimde ortaya serdiler. Bu vesile ile şahsımla ilgili çok teveccühlerde bulunmak inceliğini gösterdiler. Bu sevgi ve övgülerin içtenliğinden dolayı kuşkusuz çok memnunum, duyguluyum ve müteşekkirim. Yalnız, sizden bir kişiye sizden çok önem vermek, her şeyi bir millet ferdinin kişiliğinde toplamak, geçmişe, şimdiye, gelecek dönemlere ilişkin toplum sorunlarının açıklığa kavuşturulmasını, toplumun yalnız bir bireyinden beklemek elbette uygun değildir. Elbette gerekli değildir. Saygıdeğer kardeşler! Memleket ve milletin yaşam ve geleceğine olan sevgi ve saygımdan dolayı huzurunuzda bir gerçeği açıklamaya mecburum. Vatandaşlar yurdumuzda herhangi bir kişiyi, istediğinizi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi sevebilirsiniz. Ne var ki, bu sevgi sizi, milli varlığınızı, bütün sevginize karşın herhangi bir kişiye, herhangi bir sevdiğinize vermeye neden olmamalıdır. Bunun tersine hareket kadar büyük yanlış olamaz. Ben, bağlı bulunduğum büyük milletimin böyle bir yanlışı artık işlemeyeceğine dair tam bir güven içerisinde kaygısız ve kıvançlıyım. Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok yurttaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk yıl önce milletin asıl yurdu umutsuz felakete düştüğü zaman görevli oldukları vicdan namusu, onur namusuyla yükümlü oldukları görevi yapmak durumunda kaldılar. Doğal olarak bunu yapacaklardı. Yapmak zorundaydılar. Vicdani idi, insanî idi, milli namus gereği idi. Ben bu kutsal esasların dışında hareket edebilir miydim? Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin gerçek hiçbir bireyi bu gereklerin dışında hareket edemezdi. Ben, elbette bu acıklı görünüm karşısında vicdanımın emirlerine karşıt, milli onurumuzla çelişen bir harekette bulunamazdım. Mensubu olmakla övünç duyduğum yüksek toplumun yüksek onuruna elbette aykırı hareket edemezdim. Bence, mensubu olmakla övündüğüm milletin hiçbir bireyi milli namus gereğinden asla sapmamıştır. Eğer bundan ayrı tutulanlar varsa, inanınız aziz ve namuslu yurttaşlar, onların kalp ve vicdanı milletimizin ortak ve temiz vicdanından hiç esinlenmemiş kapkara, alçak vicdanlardır. İkinci Kısım (sf.127-131) Efendiler, bizim milletimizin derin bir geçmişi vardır. Milletimizin yaşadığı yüzyılları düşünelim. Bu düşünce bizi, elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı Türklüğünden çok, yüzyıllık Selçuklu Türklerine ve ondan önce bu dönemlerin her birine denk olan büyük Türk dönemine kavuşturur. Bütün bu dönemlere dikkat buyurunuz. Türk, kendi ruhunu, benliğini, yaşamını unutmuş, nereden geldiği belirsiz birtakım liderlerin bilinçsiz aracı olmak durumuna düşmüştür. Türk Milleti, kendi varlığı ile herhangi bir amaca, sonucu alçaklık olan, tutsaklık olan, karşılıksız köle olmaya varan aşağılık bir hedefe sürüklenmiştir. Millet, ne yazık ki bu aymazlığı çok sürdürdü. Bu yüzden her türlü sefalete ve mahkumiyete uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu uymaları, milli olmayan eğitimin gereği olduğunu fark etmeksizin, sağlam bir eğitimin sonucu olduğu kanısıyla uyguluyordu. Eğitimin esası, eğitimin nitelik ve hedefi ne büyüktür. Bu hususta yön yanlış ise ve koskoca bir millet, güvendikleri kitaplardan tanık göstererek, rehber olduklarını ileri sürenlerin sözlerine inanarak yürürse ve bu yürüyüş doğrultusu kendilerini çöküntüye düşürürse, kusur, doğrultuyu izleyen temiz, ahlaklı, özverili, rehberlerine güvenen zavallı halktan çok, rehberlerde değil midir? Efendiler, söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana, nereden ilham ve güç aldığımı sordu. Bu soruya kısa bir yanıt vermek isterim. Bilirim ki bugünkü uyanışı düne, geçmişe borçluyuz. Herhalde babalarımızın, analarımızın ve eğitimcilerimizin, ruh ve dimağlarımızın gelişmesinde verimli etkileri vardır. Gerçi biz, burada bulunanların tamamı, dünyaya geldiğimiz zaman bu topraklar, üzerinde yaşayanlarla birlikte ezici bir zorbalığın pençesi altında idi. Ağızları kilitlenmiş gibiydi. Öğretmenler, eğitimciler yalnız bir noktayı dimağlara yerleştirmeye mecbur tutulmakta idi. Benliğini, her şeyini unutarak bir heyulaya boyun eğmek, onun kulu kölesi olmak. Bununla birlikte hatırlamak gerekir ki, o baskı altında bile bizi bugün için yetiştirmeye çalışan gerçek fedakar öğretmen ve eğitimciler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyz, elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi, burada, bir yüce kişiye rastladım. O, benim Rüştiye birinci sınıfında öğretmenimdi. Bana henüz ilk bilgileri öğretirken, gelecek için ilk fikirleri de vermişti. Efendiler, açıklamak isterim ki ilk esinlenme, ana-baba kucağından sonra okuldaki eğitimcinin dilinden, vicdanından, eğitiminden alınır. Bu esinlerin gelişmesi, millete ve memlekete hizmet edebilecek güç ve yeteneği kazanabilmesi için millet ve memlekete büyük olduğunca derin ilgi yaratan düşünce ve duygularla her an güçlendirilmesi gerekir. Bu duygu ve düşüncelerin kaynağı, doğrudan doğruya millet ve memlekettir. Milletin ortak eğilim ve isteğine değinmek, onun gereklerine varlığını vermeyi hareket kuralı bilmek, gerçek yolda yürüyebilmek biricik esastır. Bir milletin bireylerinde hakim olmak, gereklerine uymak icap eden milletin ortak isteği ve düşüncesidir. Bir insan memlekete ve millete yararlı bir iş yaparken, gözden ırak bulundurmaması gereken kural, milletin gerçek eğilimidir. Bundan dolayı efendiler, arkadaşımızın sorduğu esin ve güç kaynağı milletin kendisidir. Milletin ortak eğilimi, genel görüşü olduğunu yadsıyanlar da vardır. Bu gibileri hepiniz işitmişsinizdir. Bu gibiler, memleket ve milletle ilgisiz, aymaz insanlardır. Memleketimiz ve milletimizin başına gelmiş bunca felaket, hiç kuşku edilmemelidir ki, bu aymaz insanların, memleketin yazgısını ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir. Efendiler, bir toplumun mutlaka ortak bir görüşü vardır. Eğer bu, dile getirilemiyorsa ve belirtilemiyorsa, onun yok olduğuna verilmemelidir. O, eylem durumunda elbette vardır. Varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün eylem ve hareketler, milletin ortak görüşünün, isteğinin, direnme gücünün yüksek belirtilerinden başka bir şey değildir. Arkadaşlar, bugün ulaştığımız sonuç, kuşku yok ki çok sevindiricidir, umut vericidir. Ne var ki bu sevinci saklı tutabilmek için, umutları eylem alanına sokabilmek için, bundan sonra dikkat edilecek noktalar çoktur. Son sözü söyleyen hoca efendinin sözlerinden esinlenerek arz edeyim ki, en önemli, en temelli nokta eğitim sorunudur. Eğitimdir ki, bir milleti özgür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti tutsaklık ve sefalete bırakır. Efendiler, eğitim sözcüğü yalnız olarak kullanıldığı zaman, herkes kendince istediği bir anlama çeker. Ayrıntıya girişilse, eğitimin amaçları, hedefleri çeşitlenir. Örneğin dinsel eğitim, milli eğitim, milletlerarsı eğitim. Bütün bu eğitimlerin amaç ve hedefleri başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyetimizin yeni kuşaklara vereceği eğitimin milli eğitim olduğunu kesinlikle söyledikten sonra, ötekiler üzerinde durmayacağım. Yalnız belirtmek istediğim anlamı kısa bir örnekle açıklayacağım. Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu aşkın Müslüman vardır. Bunlar ana, baba, öğretmen eğitimiyle ahlak ve eğitim almaktadırlar. Fakat ne yazık ki olayın gerçeği şudur: Bu yüz milyonlarca insan kitlesi, şunun ya da bunun tutsaklık veya zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak, onlara bu tutsaklık zincirlerini kırabilecek insani nitelikleri verememiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin amacı milli değildir. Efendiler, milli eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir şekilde karışıklık kalmamalıdır. Bir de milli eğitimi temel aldıktan sonra, onun dilini, yöntemini, araçlarını da milli yapmak zorunluluğu tartışma götürmez. Milli eğitimle geliştirmek ve yüceltmek istenilen genç dimağları, bir yandan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali bilgilerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak gerekir. Hoca efendi, bir görüşünü açıklamak için, ''Vettini vezzeytuni'' ayetini kendince yorumladı ve incirle zeytin çekirdeğinden kural çıkardı. Birindeki çokluğu, ötekindeki tekliği işaret etti. Ayetin anlamı bu mudur, değil midir? Bir şey demeyeceğim. Yalnız bu gezimde, tesadüf eseri, bu ayetin anlamını ben diğer bir hoca efendiden sormuştum. Bunun için yarım saat kadar incelemeye ihtiyaç olduğunu söyledi. Ömrünü medreselerde din dersi okumak ve okutmakla geçiren bir kişi, bir kitabın bir satırını söyleyebilmek için böyle bir ihtiyaç ileri sürerse millet, millet bireyleri ne desin? Onun için efendiler, genç kuşağın dimağı yorulmadan, onun her şeyi alıp benimsemeye uygun tabloları, gerçeğin izleriyle süslenmelidir. Saygıdeğer Efendiler, bu toplulukta söylenen sözler o kadar duygulanmamı, yürek yufkalığımı gerektirdi ki ve kulaklarımda o kadar Tanrısal bir ahenk oluşturdu ki, bunu bozmamak için bir sözcük bile söylemek niyetinde değildim. Fakat varlığınızın ruhumda oluşturduğu tutulması güç sevinç ve duygulanma, beni görüşlerimi bildirmeye itti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınız için hepinize teşekkür ederim. Ziyafetten dönüşte halk pek coşkulu ve duygulu on binlerce kitleler halinde fenerlerle dolaştıktan sonra, Gazi'nin kaldığı konut önünde toplanmışlardır. Halktan birisi Gazi'ye Samsunluların sevgi ve saygı duygularını sunmuş, Gazi'de teşekkür etmiştir. Halk, saatlerce şehrin sokaklarını dolaşarak şenlik yapmıştır. Kaynak : ATATÜRK'ÜN SONBAHAR GEZİLERİ Atatürk'ün 29 Ağustos 1924'te başlayıp 18 Ekim 1924 Tarihinde sona eren sonbahar gezisini konu alan bu çalışma, 1925 Yılında yayınlanan ''Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin Sonbahar Seyahatleri'' adlı kitabın Osmanlıca aslından çevirisidir. Çeviren ve Sadeleştiren : Yrd. Doç. Dr. Fehmi AKIN Basım Yılı : 2008 Anekdot Yayınevi * DERLEME ve DÜZENLEME: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • KARADENİZ DİNMEZ

    Tuzaklar örüldü aydınlığın yollarına eşitsiz savaşı gördü denizde martılar kanat çırpmasınlar diye kovuldular vuruldular belki uykularında arkadan deniz durmadı, görünce eşkâli bilinenleri devleşti yerinde duramaz kıpkızıl bir at gibi vurdu duvarlarına dizgini koparan hınçla derin uykularında esir kent ve köylerin Tepeden tırnağa kuşanmışlardı umut ile yaratanlar adına ne varsa hürriyetten yana Düşmanı uzakta sandılar, silahları yoktu hiçe saydılar yaralı bedenlerini ve ölümü çömlekçi limanında en önde Mustafa Suphi on beş yoldaş, on beş binlik koro oldu birden haykırdılar iki mavilik arasında en gür sesle ölümüne yola çıktıkları şanlı sınıfın marşını Boğuldu, hançerlendi Suphi ve on dört yoldaşı hançerledi düşman kurtuluşun kalbini orta yerde kanadı Anadolu Karadeniz'den dört bir yana sönse de çoban ateşleri karanlık pusuyla bir vakit kıvılcımı sarmıştır harman yerlerinden fabrikalara gördü tarihi yazan, tanıklık ettiği büyük isyana -on beşler döğüştü ölümüne, yendi düşmanı- -O yıllarda Trabzon Çömlekçi- Ah! Maria hürriyet için dövüşülecek tüm yerleri vatan bildin saçlarında kızıl güllerle, mitralyöz yüreğinle geldin bitsin istedin ayaklar altındaki hayatı, nerede olursa dağladılar yaralarını sabahın sesinden korkanlar haykırdın, çığlık attın Odessa’da duyulsun istedin teslim olamayan direncin sesini. Duymadılar! Duymadık! Kalbimiz kurudu kanadıkça yaraların kalbindeki on beş hançer, saplı kaldı sırtında sınıfın! Emri alanlar kana boyadı seher vaktini emri verenler canını aldı görev alanların arkalarında saklandıkları cellatlarının bilinmez, bulunmaz sandıkları saraylarında Buğday sarısı yazların nasırlı elleri kar tanesi sabahların yorulmayan yüzleri bilimi kuşanan kızlarımız, oğullarımız ve kadınlar, yeni dünyanın barikatları unutmaz asla! unutmaz asla kan revan içindeki Karadeniz’i ve eşitsiz savaşı daha nice sürecek olan halaylara duran sevdanın günlerini uzun, zahmetli ve vazgeçilmez günleri

  • Bilgi ve Üniversitelerin Geleceği

    Özerklik, Toplumsal Kalkınmaya Düşünme Gücünün Katkısı  İbrahim Ortaş,  iortas@cu.edu.tr   Cumhuriyetin Yüzüncü Yıllında Üniversiteler Panelinden Notlar: Oluşum Halindeki Demokrasinin ve Üniversitelerin Geriletilmesi Çukurova Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneğinin (ÇÜÖED) ve Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalının girişimi ile 5 Haziran 2024 tarihinde Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. İlhan Tekeli ve Boğaziçi Üniversitesi hocası Prof. Dr. Mine Eder hocalarımızın konuk olduğu “Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Üniversiteler” paneli düzenlenmiş bulunuyor. Bu panelde üniversitelerin dünü ve bugünü konusunda önemli bilgiler verildi. Prof. Tekeli tam bir yaşayan üniversite tarihi. Geçmiş tarihi ilerleyen yaşına rağmen çok hoş bir anlatımla adım adım, ilmik ilmik yükseköğretimin Dünya ve Türkiye’deki gelişim süreçlerini işleyerek anlattı. Mine Eder hocamız da güncel yaşananlara küresel eğilimler, ülkedeki ekonomi politik ve siyasal durumun Boğaziçi Üniversitesi somutu üzerinden yansımalarına ışık tuttu. Katılımcılar da duyarlı kişiler olarak pür dikkat dinlediler, salondan katkılar oldu.   1: Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin konuşmasından bazı notlar: Üniversite Kavramı: Üniversitenin ilk defa kilisenin dışına çıkarak kendi bağımsız hüviyetini 1100'lü yıllarda kazanmaya başladığı, 17 yy. dan sonra kıta Avrupa’sında bilim akademilerinin oluştuğunu, gerçek bilimsel araştırma temelli enstitü tarzı üniversitenin 1815 yılında Almanya’da Berlin’de Humboldt tarafından kurulan Humboldt üniversitesi ile başlamış olduğunu belirtiler. Araştırıma üniversitesi, bilim akademileri sürecine kadar, üniversite hocaları derse gider ders verir ayrılırmış. Ancak araştırma üniversitesi (enstitü) kavramı ile hocalar arasında işbirliği ve birlikte iş tutma anlayışı gelişiyor. Bu anlamda Almanya’daki enstitülerde tek tek bireyler yerine kolektif bilgi üretme anlayışı gelişiyor. Üniversitede Latince dışında değişik dillerde de eğitim öğretime başlanıyor ki, Wilhelm von Humboldt’ ifadesi ile her insan ancak kendi ana dilinde kendi daha iyi ifade edebilir ve daha iyi öğrenir. Humboldt temelde dili düşüncenin yaratıcı aracı görerek üniversitenin amacı bilgi üretmek ve tartışmak oluğunu belirtir. Dil ve düşünce özgür olmasa üretici görüşler gelişmez. Bu nedenle üniversite özerkliği öne çıkmış görülüyor. Bugünkü araştırma üniversitesi modeli Berlin’deki özerk, kolektif araştırmaya dayalı bağımsız kurum yapılanması ekseninde biçimleniyor.   Araştırma Üniversitesi Kavramı Nasıl Doğdu Bu bağlamda Humboldt, kamu için değil, bilim için bilim yapmayı önemsiyor. Enstitülerde başlayan kolektif araştırma ruhu mikro-kozmos anlayışı ile yapılmaktadır. Micro-kozmos (küçük dünya; küçük evren olmak, küçük bir dünyayı temsil eden grup veya toplum). Almanlar Araştırma Enstitülere kurarak araştırma yapmayı öne alırken Fransızlar yüksek okular modeli devam ediyor. Mühendislik eğitimi Almanya ve diğer ülkelerde yüksekokullar çatısı altında yürütülmektedir.  ABD’de ilk defa Jon Hopkins üniversitesi Araştırıma Üniversitesi olarak kuruluyor. Ancak asıl araştırma üniversitesi anlayışı II. Dünya Savaşının galibi ABD, savaş sonrası multi-universite anlayışı geliştiriyor ve araştırma yanında hizmet ve ticareti de odağına alıyor. Yüksek lisans eğitimini çok disiplinli programlar olarak vermeye başlıyorlar. Bu modeller de üniversite ve bilginin anlamı sorununu tümden karşılayamıyor. 1960 yılları üniversite gençliği hareketleri ile üniversiteler anlamlılık sorununun açığa vurulması sayılabilir.  Bu sorun bugün de devam ediyor.   Osmanlı ve Türkiye’de Yüksek Öğretim Türkiye’de eğitimin modernizasyonu Osmanlının tazminat fermanına kadar dayanır. Aslında Osmanlıda yüksekokul 1770lere doğru başlıyor. Üniversite düzeyinde 1851-1862 yıllarında Encümen-i Daniş (dünyayı-çağı bilenler ve anlayanlar bilgeler olarak) Mustafa Reşit Paşa tarafından kurulan ve Osmanlı Devleti'nde hizmet vermiş bir bilim kuruludur. Encümen-i Danış eğitim hayatının önemini çağın gereklerini vurguluyorlar. Ancak devamı gelmemiş görülüyor. Osmanlı Devleti'nin İdadi Mektebi adıyla 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi rüştiyelerden sonra gelen bir orta öğretim kurumu kurulması ile başladığı anlaşılıyor. Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi ile Avrupa’daki gelişmelerin izlenmesi ve çağı yakalama istemi önemli oluşumlar olmakla birlikte medreselerin bariyerini aşamamışlardır. Darülfünun 1900lerden itibaren etkinliklerini düzenli sürdürebilmiş, özerkliği ancak işgal şartlarında tanımlanmıştır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde bu kez farklı bir kriz yaşanmış, Darülfünun 1933’te İstanbul Üniversitesine dönüştürülmüştür. Atatürk’ün üniversite konsepti 1935 yılında kurulmuş olan Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesidir. Ancak 1946 yılında fakültedeki dünya çapındaki önemli hocalar tasfiye edilmiş, bu proje de kadük kalmıştır. Muzaffer Şerif gibi dünya çapında sosyal bilimciler ülkeden ayrılmak durumunda bırakılmıştır. Bir soru üzerine Tekeli, Bologna Sürecini Avrupa Üniversitelerinin ABD ve piyasa modeline teslimi olarak ifade etti.   2-Prof. Dr. Mine Eder’in konuşmasından bazı notlar: Boğaziçi Üniversitesi Ekseninde Üniversite Özerliği Mücadelesi Prof. Dr. Mine Eder konuşmasını ağırlıklı olarak Boğaziçi Üniversitesinde, kendi tabiri ile “paraşüt rektör” atamalarına ve bu süreçte Boğaziçi Üniversite ilke ve geleneklerine uygun olmayan anlayışa itiraz gerekçelerine ayırdı. Üniversitenin akademik kriterlerine uygun olamayan çok sayıda akademisyenin tepeden indirme, “paraşüt” yolu ile atamaların, atanan kişilerinde mesleki itibarına zarar verdiğini/vereceğine dikkat çekti. Uluslararası saygınlığı olan ve mezunlarının yurtiçi ve yurtdışında tercih edildiği üniversite sahip oluğu kazanımları sürdürerek üniversitenin toplumun ihtiyacı olan nitelikli insan gücüne katkıya devem etmek istediklerini belirtti. Konuşmasının bu sürecin daha makro boyutlarına ve demokratik gerilemeyle bağına değindiği kısımları çok önemli bulunuyor.   Demokratik Gerileme Nedir? Prof. Mine Eder, “Kurumsal tasarımla mı ilgili? Yürütmenin yücelmesiyle mi? Parti sistemi mi? İktidardaki hükümet partisinin gücü mü? Seçim hileleri mi? Başkanlık sistemine geçiş mi? Medyanın kontrolü, yargının kontrolü mü?” diye bir dizi soru ile durumu işin siyaset bilimi teorisi ile açıklamaya çalıştı.  Bugün üniversitelerin içinde yaşadığı birçok sorun üniversitenin denetiminin dışına çıkmıştır. Maalesef iktidarlar kendi yönetim ve denetimlerini sağlayacak bir yapıyı elde tutmak istemektedirler. Demokratik gerileme süreçlerini nasıl anlayabiliriz? Toplumun yaşanan birçok olumsuz gidişata karşı duyarsızlığı yurttaşlık kültürünün erozyonu ile mi ilgili?  Kolektif eylem için sosyal sermayenin erozyonu mu? Sosyal yapı, çok fazla kutuplaşma hakkında mı? Etnik/kimlik bölünmeleri mi? Kültürel savaşlarla mı ilgili? Politik ekonomi ile mi ilgili? Kriz zamanları, artan eşitsizlik, cinsiyet eşitsizliği, artan işsizlik, otokratlara oy verme eğilimi ile? Sürdürülemez büyüme modeli mi? Siyasi koalisyonların doğası, güçlü bir demokrasi yanlısı burjuvazinin erozyonu veya zayıflayan işçi sınıfı… bunların etkileri mi? Uluslararası bağlam, küresel ekonominin krizi, demokrasi yanlısı baskıların azalan meşruiyeti, demokratik olmayan devlet kapitalizminin yükselen Çin modeli gibi birçok durum uluslararası siyaset ekseninde ulusal sistemlere nasıl bir etkide bulunmaktadır? Sonuç olarak ilgiyle izlenen toplantıya geçmiş dönem Rektörlerinden Sayın Prof. Yalçın Kekeç dahil birçok akademisyen ve öğrenci dinlemiştir. Bu ve benzeri toplantıların yapılıyor olması birçok yönden önemli. Bugün dünyada ve ülkemizde üniversiteler ciddi sorunlar yaşamaktadır. Ülkemizde son 50 yılda yaşanan iç olağanüstü koşullardan bir hayli zarar görmüş demokrasimiz ve üniversite özerkliği taleplerinin gündem getirilmesi önemli. Düşüncelerin ve farklılıkların hiçbir etkiye bağlı kalmaksızın ifade edilmesi için üniversitelere tanınan bu hakkın kullanılması insanın, toplumun ve ülkenin geleceği açısından önemli. Görüşlerin halının altına süpürüldüğü her ortamda sonradan istenmedik bir dizi maddi ve manevi patolojik komplikasyonlar üretilmektedir. Bu bağlamda her ne sorun varsa konuşmakta ve demokratik hakkın kullanılması önemli.   Geleceği Kurmak İsteyen Aklı Bir Devletten Beklenen Üniversiteleri Özgür Bırakıp Üreteni Desteklemek, Üretmeyenden de Hesap Sormak olmalıdır! İnsanın tarihsel geçmişinden doğayı deşifre ederek ürettiği bilginin sistematik olarak geliştirilmesi için üst bilinci ve farkındalığı yüksek olan, analitik düşünme becerisi olan ve bilgi üreten sınırlı sayıdaki düşünürlerin düşünce ve sorgulamalarının otoriteden bağımsız rahatça yapabilmeleri için önce Ege’nin kıyılarında Antik Yunanda, daha sonraları binli yılarda bir araya geldikleri bağımsız akademiyeler oluşturmuşlardır. Sınırlı ancak nitelikli öğrencilerin tartışmalara katıldığı ve kendini yetişkinleştirdiği üniversite ortamlarında bilgi üretiminin sürdürülebilir kalkınması ve yeni açılımlar ile toplumsal ilerlemesine katkıda bulunmak için özgür düşüncenin kritik öneme sahip olduğu geçeği ile özerkliklerini koruması özellikle istemişler ve dönemin otoritelerinde kabul ettirmişlerdir. Sanayi çağında gözlem, laboratuvar dayalı deney ve üretilen bilginin üretime dönüşümü ile üniversitelerin özerkliği ve özgür düşüncenin korunması, bilgi çağında sürdürülebilir kalkınma ve toplumsal ilerleme için kritik gerekliliği başta Humboldt tarafından kurumsallaştırdı. Humboldt’a göre üniversitenin açık tanımı: “…bütün bilim alanlarındaki çalışmalarını birlikte ve bütünlük içerisinde yürüten bir kurumdur, araştırmada amaç bilim için bilimdir, öğretim üyeleri öğretmek istediği konuda, öğrenciler de öğrenmek istediklerinde özgür olmalıdır, üniversiteler milletindir.  Devletin görevi, öğretim üyesi atamak, maaş karşılamak ve özgür çalışma ortamı sağlamaktır (Cowley, 1980, s. 26).”   Humboldt’un belirtiği eksende devletin üniversite üzerindeki etkisi ortam sağlamak ve üretkenliğinin sorgulanmasında hesap sormak olmalıdır. O zaman belki üniversitenin toplum yararına ürettiği bilgi ve görüşlerin önemi ve anlamı önem kazanır.    Üniversitelerin Değerlerini Dikkate Almadan Gelişmek Mümkün Olmayacaktır Nihayetinde günümüzde güç bilgi olduğuna göre (özelliklede düşünme-zihinsel bilgi gücü) üniversitenin gücü halen etkili. Üniversitelerin günümüzdeki mevcut durumu birçok yönden irdelenmeye değer. Sanayi çağının yapısı gereği bilgiye erişim ve bilinin toplum yararına kullanımı konusu özerk üniversite anlayışı ile bugüne kadar savunula geldi. Sanayi toplumunun makine gücüne dayalı bir toplum iken, 21 yy. iletişim çağının motoru zihin sermayesi bilgidir. İletişim çağında bilgiye dayalı zihin gücünü efektif kullan herkes her yerde bilgiye erişir oldu. Ve bilginin kontrolü de üniversitelerin özerkliği de giderek örseleniyor mu, bilgi çağında bilginin kaynağının örselenmesi sürdürülebilir mi? Sorularını oluşturdu? Muhtemelen yakında bu konularda ciddi paradigma değişimleri yaşanabilir. Cumhuriyetin bu yüzyılında üniversitelerin toplumsal katkısı konusunda neler bekleniyor, üniversiteleri neler bekliyor? soruları önümüzdeki dönemde en temel tartışma konularını oluşturacak gibi. Ancak her hali karda bilginin üretildiği yüksek zihinsel beceriye sahip insanların kümelendiği üniversitelerin bilginin temsil edildiği alanlar olarak kendi öz değerleri ve özerkliklerini koruması çağı yakalamak bakımından elzem görülüyor. Hele bilgi ve iletişim çağında yapay zekâ gibi yüksek zihinsel düşünme becerisi gerektiren bir dünyada, düşünenlerin üniversitelerde olduğu özerk adalarda fikirlerin tartışılarak bilginin üretildiği ortamları oluşturmak gerekir. Yapay zekâ makinelerinin bile kısmı düşünce ile görüş belirttiği bu çağda akademisyenlerin görülerinin sınırlanması çağa uygun düşmemektedir. Ayrıca akademiye  gibi her bir bireyin farklı bilgi birikimi, düşünme ve görüşlerinin oluğu bir yerde iradelerinin yok sayılması bilime olan saygıyı da yok saymak anlamındadır. Bunu yapamayan, keyfiliğe bağlı bir anlayışla hiçbir ölçü, ilke ve görüşe değer vermeyen hiçbir toplum, ülke ve üniversitenin nitelikli insan kaynağı yaratması ve çağı yakalayacak gelişme yaratması mümkün olmayacaktır.

  • MADIMAK

    Nurten B. AKSOY * yandılar kor bir ateşin içinde savruldular gökyüzüne gül misali kara bulutlarla veda edip âleme semahlarla koştular ceylan misali vardılar hep “uçmağ”ın bahçelerine saz çalıp söyleştiler bülbül misali… (Nurten Bengi Aksoy) Yıl 1993, 2 Temmuz Cuma… Bir kara tarih, ülkemizin bağrına düşmüş bir kara leke… Hem de Madımak Oteli’nden yükselen dumanlar kadar kapkara… Yitip giden 35 can, 33 aydın, 33 pırıl pırıl insan… Alevler içinde kavrulan o canların anısına saygıyla… Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin Radikal İslamcılar tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişlerdi. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlenmiş, ancak binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden ayrılarak Hükümet Meydanı'na gelmişti. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup, ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etmişti. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verip oteli taşlamışlardı. Gözü dönmüş bu azgın güruh daha sonra Madımak Otelinin perdelerini tutuşturmuş ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte otel yakılmıştı. Otele sığınmış olan kişilerden Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de aralarında bulunduğu 33 aydın yanarak veya dumandan boğularak yaşamlarını yitirmişti. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtulmuştu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan karşıt görüşlü kalabalığa doğru itilmiş, başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtarmıştı. 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 göstericinin yaşamını yitirdiği olaylardan sonra akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen “İki günlük sokağa çıkma yasağı” ile güvenlik güçleri şehirde hakimiyeti zar zor sağlayabilmişti. Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Biz de onlardan bazılarını, yerimiz el verdiğince kısacık bilgiler ve kendi dizeleri ya da onlar için yazılmış dizelerle hatırlayalım istedik. ***** Hayat Efsanedir Saçların aklarla dolduğu zaman Geriye hasretle bir bakar mısın? Yıllar mazimizi yolduğu zaman Göğsüne menekşe, gül takar mısın? Pembe kıyılardan geçse bir sandal, İşitsem sesini şen fıskiyenin; Zikrimde canlanır eski bir masal: Gözümde gözlerin, elimde elin… Zaman kalbimizde can vermiş gibi, En güzel renklerle süslenir mekân… Suda aksimizle, havuzun dibi “Hayat efsanedir” diyordu her an! Asım Bezirci Asım Bezirci, araştırmacı, yazar. 67 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1928 Erzincan doğumlu olan Asım Bezirci üniversite yıllarında sosyalizm ile tanışarak Türkiye Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Yayınlanmış 70 kitabı bulunmaktadır. ***** Barış Güvercini Uçsun Dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Barış güvercini uçsun dünyada Yok olsun kötülük düşmanlık ölsün Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin …………… Nesimî der ki ey füze yapanlar Acımasız zalim cana kıyanlar Bırak ey yaşasın bütün insanlar Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin Nesimi Çimen Nesimi Çimen şair, sanatçı. 62 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Alevi-Bektaşi halk ozanı olan Nesimi Çimen 1931 yılında Adana’da doğdu. İstanbul’a yerleştikten sonra geçimini sağlamak için ozanlık yapmaya başladı. Tunceli’de 1967 yılında sahnelenen Pir Sultan Abdal oyununda görev aldı. Aynı gün çıkan olaylarda tutuklanarak gözaltına alındı. Serbest kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Zeytinburnu’nda bir gecekonduda yaşamaya başladı. Evinde dava arkadaşları olan, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney’in de bulunduğu çok sayıda sanatçı, ozan ve aydın kalmıştır. Türkülerini göğsünde taşıdığı “cura” ile söylerdi ve bununla ünlenmişti. Nesimi Çimen üç telli curanın son ustasıydı. *** Kor Düşseydi Kor düşseydi keşke yüreğime, Bu yine anlaşılır olurdu. İçimde suyu kesilmiş bir fıskiye, Birdenbire buruşup soldu. Hoşça kal diyebildim güçlükle, Sesimi iğneden geçirerek. Dönüp arkama yürüdüm, Adım adım gittikçe küçülerek. Sen bana bir gurbet sundun, Buğulu çocuk gözlerinle. Öpüp başıma koydum, Sevginin solgun güzelliğiyle. Metin Altıok Metin Altıok şair, yazar. 52 yaşında Madımak Oteli’nde yandığı için öldü. İzmir Bergama’da 1941 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Madımak Olayından ağır yaralı olarak çıktı, fakat 9 Temmuz 1993 tarihinde kurtarılamayarak Ankara’da hayatını kaybetti. Metin Altıok 60’lı yıllarda genç şairlerden biri olarak anılmaya başladı. Ancak şiirleri ilk olarak 1970’li yıllarda yayınlandı. Romantik ve yalın bir dile sahip olan sanatçı çok sayıda şiir ve sanat etkinliklerine katıldı. **** Asaf Koçak Karikatürist olan Asa Koçak 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1958 yılında Yozgat’ta doğan sanatçı Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra öğretmenlik yapmaya başladı. Daha sonra istifa ederek Ankara’ya gitti ve burada kişisel sergiler açtı. Yaşamının son 14 yılını karikatürist olarak geçiren Asaf Koçak’ın çizimleri Sorun, Yapıt, Yeni Olgu, Türkiye Yazıları, 2000’e Doğru, Bilim ve Sanat, Yarın, Edebiyat 81, Cumhuriyet, Günaydın ve Yeni Çuval’da yayımlandı. Sinemada da şansını deneyen Koçak, Simbad isimli kısa metrajlı bir filmde oynadı. Ayrıca musluk tamirciliği de yapan Asaf Koçak, Özgür Gelecek isimli derginin görsel danışmanlığı ve Pir Sultan Abdal dergisinin karikatüristliği görevlerini de üstlendi. ***** Kuşlar da Gitti yalnızlık senin o konuşkan kuşun hani hep duvarlara anlattığın hapislerden kalma sürgünlerden. yalnızlık senin o konuşkan kuşun bulutlar taşıdığın yakut sürahide begonyalar büyüten eski alışkanlık. yalnızlık senin o konuşkan kuşun kırk kapıdan geçmiş kırk kilitten. yaralı, dili lâl, kanadı kırık vurulmuş başında bir yokuşun. Behçet Aysan 1949 yılında Ankara’da dünyaya gelen şair Behçet Sefa Aysan, 44 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. 12 Mart döneminde eğitimine ara verdi. Mezuniyetinden sonra önce İzmir’e atandı, ardından da Ankara’da psikiyatri ihtisası yaptı. Madımak olaylarında hayatını kaybetmesinden sonra Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan’ın anısını yaşatmak için adına şiir ödülü vermeye başladı. ***** Eğer Bir Gün Bir beyaz güvercin Gelecekse ağzında bir mektupla Ve silecekse gözlerimdeki hüznü İsterim Durmasın kanat çırpsın bana doğru Bir gün eğer bir tahliye kağıdı Beni sana kavuşturacaksa Gayri gelsin düşlenen günler Erdal Ayrancı Şair Erdal Ayrancı 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. ODTÜ’ye 1978 yılında giriş yapan Erdal Ayrancı 1958 doğumlu. 12 Eylül döneminde hayatı değişti. Erdal Ayrancı, 1980-1983 yılları arasında Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor Cezaevlerinde hapis yattı. **** Sevda Seni Sözlük Yaza Ne çok dizem vardır sana, Ne çok tezenem. İçim sızlar Ta ucu burnumun, Bilemem… Sanki terzide daha Kısa pantolonum dikiliyor… Topum patlak.. Ellerim bana kıllı geliyor, Ayaklarım çirkin. Hasret Gültekin Hasret Gültekin, şair, saz sanatçısı. 22 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1971 yılında Sivas’ın Han köyünde doğdu. 6 yaşında saz çalmaya başlayan Hasret Gültekin ilk olarak 11 yaşında sahne aldı. Resmi olarak çıkan ilk Kürtçe kaset olan Nevroz 1990 yılında piyasaya Hasret Gültekin tarafından çıkarıldı. 1991 yılında Rüzgarın Kanatları isimli albümü çıkardı ve pek çok sanatçının albümünde müzik yönetmenliği yaptı. ***** Yine Gönlüm Hoş Değil Bugün dost yaralanmış Yine gönlüm hoş değil Her yanı pârelenmiş Yine gönlüm hoş değil Dost hasreti zor imiş Her dem ah u zâr imiş Dert adamı yer imiş Yine gönlüm hoş değil Akarsuyum yansam da Kül olup savrulsam da Bazı bazı gülsem de Yine gönlüm hoş değil Muhlis Akarsu Muhlis Akarsu, sanatçı. 45 yaşında Madımak Oteli’nde eşi Muhibe Akarsu’yla birlikte yanarak öldü. Saz sanatçısı olan Muhlis Akarsu 1948’de Sivas’ta doğdu. Yüzün üzerinde plak, dört kaset ve çok sayıda deyişi vardır. 1970’li yıllarda İstanbul’a yerleşti ve aynı yıl ilk plağını çıkardı. Her yıl çeşitli şekillerde düzenlenen hemen tüm Alevi etkinliklerine katıldı. Yaptığı türkülerden dolayı 1980’li yıllarda hapis cezası aldı. Sanatında Karacaoğlan’dan ve Pir Sultan Abdal’dan etkilendiği açıkça görülmektedir. ***** Soğuk Ölüm …Soğuk ölümün, acımasız pencereleri geziniyor üzerimde kıyıya vurmuş, baygın bir balık gibi ayılıp çırpınmaya başlıyorum Korkuyorum beni kavuracağından güneşin. çırpınıyorum ATEŞ kumlarda yaşamak için ulaşmak istiyorum delice, suya, nefesime ve kendime. Muammer Çiçek Muammer Çiçek, aktör. 26 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1967 yılında Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya geldi. 1992 yılında Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nü bitirdi. Muammer Çiçek şiirle ve tiyatro ile de ilgilenerek özellikle oyunculuğa emek ve gönül vermiştir. ***** Yine de Gül gecenin kör vaktidir fırtınalar yedeğimde yürürüm ayakta ve perişan, ocağım, köz rengine ısıtır ellerimi. tutarım, bir acı zeytin yerim, tadı damağımda söyleşir durur. dilimde onlarca söz aç/açıktır. ak kâğıttan yapraklıdır isyânım. sağılır gelir mavi uçuşlarıyla martılar, sözcükler süzülür de kanat tutar kıraç toprağına dizenin. Uğur Kaynar Uğur Kaynar, şair. 37 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1956 yılında Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. Şiirlerinin ana teması sevgi olan Kaynar, 12 Eylül döneminde 2 yıl Mamak Cezaevi’nde yattı. ***** Yeter Şu havayı gönül payedârından Yarana elveda edelim yeter Yedi nar sunanlar yandı nârından Cehennemden çıkıp gidelim yeter Ben dervişem hoşça kervan düzmüşem, Gönlüm bahar yeli gibi sezmişem Dalgıcım aşk deryasında yüzmüşem Naz etme ey bülbül sedalım yeter Davut Sulari’yim manâ-yı natık, Biz araf ehline uymuşuz artık İlm-i cavidandan mücevher sattık Gönül kervanını güdelim yeter Davut Sulari Edibe Sulari; sanatçı. 40 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Edibe Sulari çok sayıda plakta dişi Sulari olarak görev aldı. Avrupa’da yaşamasına rağmen Türkiye’de düzenlenen tüm Alevi etkinliklerine katılırdı. Babası Davut Sulari ile bütün ömrünü âşıklık geleneğine sadık kalarak sürdürdü. Yukarıda da dediğimiz gibi Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Hepsinin ruhları şâd olsun....

  • TEMMUZ

    Cahit KÜLEBİ * Vücudun çıra gibi tutuştu tutuşacak Saat üçe doğru bir temmuz gününde, Yani beni düşüneceksin, ya da bir başkasını Gülecek, konuşacak, dinleyeceksin İncecik parmakların saçlarının içinde. O zaman kim bilir ben nerde olurum? Vücudum çıra gibi tutuştu tutuşacak. Bir kahveye de gidip oturamam Dost yüzünden, ağaç gölgesinden, senden uzak. Aklına eserse çık gel evinden Güneşin sıcaklığını, rüzgarın kokusunu Anasının memesi gibi emsin derin, Bacakların görünsün basma eteklerinden. Boş, dünyanın güzelliği de boş Arkadaşlar da hayal kurmak da boş, düşünceler de Vücudun çıra gibi tutuştu tutuşacak, Gülecek, konuşacak, dinleyeceksin Saat üçe doğru bir temmuz gününde.

  • VEDAT GÜNYOL DENEME ÖDÜLÜ

    BAŞVURULAR BAŞLADI * maviADA * Yıllardır Kartal Belediyesi koordinatörlüğünde ve birçok kurumun destek ve katılımıyla yapılan Vedat Günyol Deneme Ödülü Yarışması'nın 9. su düzenleniyor. VEDAT GÜNYOL 9. DENEME ÖDÜLÜ YARIŞMASI İÇİN BAŞVURULAR ALINMAYA BAŞLANDI Kartal Belediyesi, Yazarların Cumhurbaşkanı olarak anılan; öğretmen, eleştirmen, yazar, yayıncı ve çevirmen Vedat Günyol anısına düzenlediği deneme yarışmasının 9’uncusunu gerçekleştiriyor. 'Vedat Günyol Deneme Ödülü Yarışması’na katılmak isteyen yazarlar için başlayan başvurular, 15 Kasım 2024’e kadar devam edecek. Başta edebiyat alanına giren sorunlar olmak üzere toplumsal yaşam içinde insanı ilgilendiren hemen her konuya eğilen ‘Yazarların Cumhurbaşkanı’ Vedat Günyol’u gelecek kuşaklara tanıtmak ve deneme alanındaki çalışmalarını desteklemek amacıyla tüm yazarların katılımına açık olarak düzenlenen “Vedat Günyol Deneme Ödülü’nün başvuruları alınmaya başlandı. Kartal Belediyesi, Türkiye Yazarlar Sendikası, Cumhuriyet Gazetesi, P.E.N Türkiye Yazarlar Derneği ve İstanbul Atatürk Lisesi Mezunları Vakfı işbirliği ile gerçekleştirilecek olan 9. Vedat Günyol Deneme Ödülü’ne adaylar, deneme tarzında yazılmış eserlerle katılabilecek. Başvurular 31 Temmuz-15 Kasım 2024 tarihleri arasında yapılacak. Başvurular posta yoluyla alınacak.  Eserler, Adem Uçar, Adil İzci, Adnan Özyalçıner, Arif Kızılyalın, Celal Ülgen, Halil İbrahim Özcan, Hürriyet Yaşar, Hüseyin Köse, Mehmet Özkan Şüküran, Onur Çalı, Rengin Cemiloğlu, Tahir Şilkan ve Uğur Kökden’ den oluşan Seçici Kurul tarafından değerlendirilecek.  9. Vedat Günyol Deneme Ödülü’nde derece alan yazarlar, seçici kurul tarafından; 1’incilik, Jüri Özel Ödülü ve Genç Deneme Yazarı Ödülü kategorilerinde ödüllendirilecek.  1. Adaylık  Adaylar, farklı alan ve konularda, deneme tarzında yazılmış, yayımlanmış veya yayımlanmamış ise 1,5 satır aralıklı 12 punto Arial ya da Times New Roman fontlarıyla en az 30 sayfa Türkçe olarak yazılmış çalışmalarıyla yarışmaya katılabilirler.  Yürütme Kurulu, ödül verileceğini duyurur ve başvurmaları için adaylara açık çağrıda bulunur. Ödül için adaylar kendileri başvurabilecekleri gibi başka kişiler, kurum ve kuruluşlar da aday bildirebilirler. İlgili kuruluş ve kişiler, adaylık için gerekli genel koşulları yerine getirmek zorundadırlar. Yarışmaya, yurt içi ve yurt dışından herkes katılabilir.  2. Aday Olabilmenin Genel Koşulları  a) Vedat Günyol Ödülü Yazmanlığı’na gönderilmesi gereken, ödüle başvuru dosyası şunları içermelidir: (her birinden 11 adet)  • Eğer basılmış ise adayın kitabı;  • Eğer kitap basılmamış ise en az 30 sayfa ve spiral sırtlıkla ciltlenmiş çalışma;  • Adayın özgeçmişi; adayın adresini, telefon numaralarını, varsa e-posta adresini içeren imzalı başvuru dilekçesi.  Gönderilen kitap ve dosyalar, değerlendirme sonrasında iade edilmeyecektir.  b) Kendileri aday olmaksızın ödüle aday gösterilenlerden, Seçici Kurul’un değerlendirmesinden önce adaylıkları için bizzat kendilerinden veya yasal vekillerinden onay alınır.  c) Son 2 yıl içinde yayımlanan kitaplar ödüle aday olabilir, daha önceki tarihlerde yayımlanan kitaplar ödüle aday olamaz. Daha önce ödüle aday olan yazarlar yeni eserleriyle yeniden aday olabilir. Ödüle aday gösterilen eserler bir daha aday olamaz.  d) Ortak çalışmalar, ortak kitaplar ödüle aday olabilir. Çalışmayı gerçekleştirenler ortak aday sayılır.  e) Ölmüş kişiler aday gösterilemez. Adaylık için başvurmuş ya da gösterilmiş bir kişi adaylıktan sonra ölmüş ise değerlendirmeye alınır, kazanırsa ödül yasal mirasçılarına ödenir.  f) Vedat Günyol Deneme Ödülü’nü kazananlar, daha sonraki yıllarda ödül için yeniden aday olmak için başvurabilir.  g) 2024 yılı için adaylık başvuru süresi, 31 Temmuz’da başlar ve 15 Kasım’da sona erer. Postadaki gecikmeler kabul edilmez.  3. Ödüllerin Dağıtımı  Seçici Kurulun belirleyeceği ödüller 9 Mart 2025 Pazar günü düzenlenecek ödül töreniyle sahiplerine verilecektir.     Ödüllerin Dağıtımı     Birincilik Ödülü  30 Bin TL  Jüri Özel Ödülü 15 Bin TL  Genç Deneme Yazarı Ödülü 15 Bin TL    Başvuru adresi; Kartal Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yukarı Mah. Belediye Cad. No:6 Kartal/İSTANBUL  Tel: 0216 280 58 09  fatmayigit@kartal.bel.tr   * maviADA *

  • ADA

    ADA * Şenol YAZICI Herkesin bir ADA'sı olmalı... Ne, neresi hiç önemli değildir, Servet-i Fununcular gibi Yeni Zellanda da olabilir, Manisa'da bir çiftlik de... ya da bir dergi; maviADA gibi... Ömürleri o hayalle geçti. Onlar da gidemediler.... Zaten as'lolan gitmek değil...Gönül gözünüz de bir ADAnız olması önemli... Her ADA gerçekte ütopik ideal ülkedir; ya KAÇIŞ İÇİN ya da HUZUR için... ADA sizi yaşama çivileyen, ayakta tutan UMUTtur... Eliniz, gücünüz, aklınız yetmiyorsa, kendinizi düşlerinizin kollarına bırakın, odanızın bir köşesinde oldurmaya başlayın... Hiç umutsuzluğa düşmeyin... Bir gün o kuru duvarların yeşillendiğini, odanın ortasından mavi bir suyun akmaya başladığını göreceksiniz... Odanız da mı yok, kalbinizde oldurun; daha ileri gidin... Hala şansınız varsa bir çocuk yapın, adını ADA koyun... ​ Yok mu şansınız? Oğlunuza kızınıza moral olun, bu sevimsiz dünyaya başka bir nehir açacak ADA'yı doğursunlar... Kuşkusuz bir gün o da size benzeyecek, o da yenilecek... Ne var ki o zamana değin O, sizi ayakta tutan en büyük sihriniz olacaktır. Sonrası mı? O denli karamsar olmayın, İNSANLIĞIN GÜZEL ZAMANLARI DA VARDIR; BAKARSINIZ DENK GELİR... Hem de başardım sanarak.... ADA UMUTTUR... Asla TESLİM olmayacağınız, hiç yenilmiyeceğiniz ADAnızı oldurun... Demedi demeyin; yarın üzülürsünüz. Bir ömür harcadığınız, bin bir emek verdiğiniz şu hayatta sadece size ait ve kayıtsız şartsız hükmünüzün geçtiği bir ADA size çok mu? AS'LOLAN BİR ADANIZ OLMASIDIR... * Altın Postu izlediniz mi? Argonautika 'yı yani? Öyküsünü aldığı Rodoslu Apollonius'un İsa'dan önce üçüncü yüzyılda yazdığı altı bin dizeden oluşan destansı yapıtını, Akhalı gemicilerin olağanüstü maceralarını okumadınız mı? Öyleyse, talihsiz kuşaktansınız demektir. Talihsizliğiniz hep sığ suların balığı olacağınızdan... Önlem almaz, kendi derinliğinizi, uçurumlarınızı, dağlarınızı ve adalarınızı; yani kendi maceranızı yaratamazsanız, bir süre sonra ne filminiz, ne kitabınız ne de aşkınız kalacak sözü edilmeye değer. Kırkınızda iki ay öncesinin bilgisayar modeli gibi çağını yitirip çiçek saksısı bile olamayabilirsiniz. İnsanın en azından bir adası olmalı. O da mı yok? Üzülmeyin benim de yoktu... En ciddi eksikliğimin, o olduğunu bulmam uzun sürmüştü. Sonunda yaratmaya karar vermiştim. Satın alamayacağıma göre... Var mısınız bir ADA yaratmaya? * Niyetiniz beni öldürmekse, bir tatil sabahı, dördüncü taşıyıcı olarak cenazeye çağırın. Gelemem, diyemeyeceğime göre... halim o. Sabah sekiz otuzda bütün güzelliğim üstümde, Gemlik yolundaydık. Marmara, günde bilmem kaç bin ton zehirli atığın denize döküldüğünü, balıkların terminatör kılığında gözükmeye başlamasından anladığımızdan bu yana, sesini yitirmiş. Dünyanın en büyük açık yüzme havuzu şimdi çöplük. Tarih, buna neden olanları Hitler kadar sevimli anımsayacaktır. Kalabalıksa gene kalabalık ama ses yok, renk yok. Mudanya'ya doğru sahil, bir yanı zorunlu kalmalarda, bin yanı kalk gidelimlerde... isteksiz isteksiz yaz hazırlığındaydı. Kurtuluş Savaşında önemli bir yeri olan eski tren garını, müze yerine lokanta yapmışlar. O zamanlar gitmiş, dinozorları arar gibi tren yolunu, anlaşma imlerini aramış, "Mudanya'da trenin ne işi var" diye bakan insanlara boşuna sormuştum. Bu Mudanya, o Mudanya değildi. Ulubat gölü kahverengi dalga. Dilim, kirleniyor demeye varmıyor ama bu renk de su rengi değil. Bir kezinde, kıyıdaki küçük kasabaya közde sazan yemeye gitmiş, sardunyaların ve Türk rengi karanfillerin biber gibi koktuğu bir evde, bahar gecesinin serinliğini aşmak için yaktığımız mangaldan öle yazmıştım. Merdiven merdiven nakıştı yastıkları ve kül suyu kokardı. Hey gidi gençlik hey! Karacabey soğanlar şehri... Bin yıldır neyse gene o. Tek çivi çakılmadan, tek bir çılgın ışık göklerine yükselmeden kıyameti göğüsleyecek kesin. Sanki bir olanak verilse, nesi varsa yüklenip başka yere taşınacaklar, hem de yarın... Bu duyguyu iyi bilirim. Bozulan musluğu bile onarmak gelmez içimizden. Yaşadığınız yeri bir öldürmeyin yüreğinizde. Ya da insanı... Bandırma son hızla, sığamayacağı bir koltuğa oturmaya çalışıyor. Doksan bin nüfus, tıklım tıklım caddeler... bir zamanların şirin sahil kenti değil. Adam gibi bir iki fabrikası daha olsa, tam İzmit. Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O, sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden, birbirine benzeyen yaşlı ama hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açelyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım. Erdek'e sapıyoruz. İki yönlü yol denizi karadan koparmış. Geniş kumsal, bedenimde hala dikenlerini taşıdığım denizkestanelerine ve ine cine teslim. Geçen temmuzun yıldız dolu bir gecesi, dibinde sabahladığımız beyaz tekneyi arıyorum gözlerimle. Kuma yan yatmış, kararmış gövdesiyle hüzünlü duruyor. Şimdi benim, o gece olduğum kadar yalnız. Bir zamanlar çok geldiğim Berlin Motel diğerleriyle birlikte satılık. Kıyı boyu kamplar kamplar; özeli geneli.... Çoğu uyduruk, iğrenç bir yapılaşma ve tel örgüleri ya da taş koruma duvarlarıyla denizi kesip almış. Kampsızlar, bir bakıma özgürlüğüne sahip. Buna kimsenin hakkı olmamalı. Anadolu'nun bir kasabasından pek farkı olmayan bu yere, deniz için geliyor insanlar. Para ve yaşam getiriyorlar. İş, salt görmekse, ayaklarının altında birer leğen, salonlarının duvarlarına bir deli okyanus resmi koyup, daha güvenli ve ucuza görebilirler denizi. 'Gemi' diyor yol arkadaşım, ikide bir. 'Bir gitti mi...' Günde bir kezmiş. Oysa ben, anılar ve sosyoekonomik incelemelerin peşindeyim. Bırak Erdek ekonomisi, turistini Ege ve Akdeniz'e kaptırıp batsın. Anıları göm, onca hatayı da... elveda gençliğim, hoş geldin yarın. Yaşamda ayrılıkların en zoru, gençliğinden ayrılmakmış, demiş adam. Hangi adam? Uydurma... Kimse yaşlanmayı beceremiyor ki. Peki, yaşam kırkında başlar, diyen kim? Bir bulursam... Senin gençliğini de bilirdim, diyenler çıkar. Uzatma. Günde bir sefer mi? Ölümlük hal filan olsa?.. O durumda ölecektiniz. Adaya ring seferleri konsa, en azından birkaç kez; kurtarmazmış. Biz hep sermayeyi sağlama alan işler yaparız ya. Üç buçukta gemideyiz. Şimdi ada böyle mi yaratılır demeyin, böyle yaratılır. Öncelikle kara olacak. Bıktığınız, umutlarınız ve dününüzü yiyen insanlarınız; sevgilileriniz, arkadaşlarınız, amirleriniz, memurlarınız olacak. Upuzun çayırlar boyu koşabileceğiniz dağlar olacak, ovalar, yollar... ve deniz. İlkel bir tekneyle geçeceksiniz adanıza ya da yüzerek... Ve kara, aklınızı atsanız, göremeyeceğiniz kadar uzaklarda kalmalı. İnsanın aklına 'ada bir intihar mı?' sorusu geliyor, değil mi? Belki ama, en azından kendi seçiminiz. Şimdi denizdeyiz... Ben bir Argonaut'um. Altın Post'u tanrıların elinden alacak antik devir savaşçısı. Herakles, Katos, güzel Media yanımda yok, ama olsun; şimdi bireysel kahramanlıklar çağı... Acaba gemim Argo'yu, tanrıça Athena takım yıldız yapar mı? Bindiğim gemiye bakınca moralim bozuluyor. Arabalı sıradan bir feribottayız. Kurt dedesi ilk tekneden bu yana binlerce yıl geçmişse de o pek değişmemiş; gösterişli örneklerinden değil. Önünde mahmuzu, beyaz yelkenleriyle kabaran bir kuğu gibi, Bosfor'u aşmaya çalışan Argo'ya göre çok zavallı. Tek bir yıldız bile olmaz bundan, değil takım... Erdek'e onca gelip giderim, Narlı'nın karşısında bu kadar çok ada olduğunu bilmezdim. Marmara, Paşalimanı, Türkeli, Hayırsız, Kaşık, Koyunlu... Denizin ortasında bozkır bozkır duran kara parçalarının üstünde, tüm unsurlarıyla tam bir yaşam olduğunu hiç düşünmedim. Marmara adaları Erdek'e bağlı. Bir zamanlar Erdek ve diğer adalar, dahası İmralı bile denize adını veren, mermerleriyle ünlü Marmara adasına bağlıymış. O zamanlar Yahudi'si, Rum'u, Türk'ü tam on bin kişi yaşarmış adada. En azından dört bin yıllık işlenmiş mermer geçmişi olan ada, antik devirdeki adıyla Prokonnesos, azınlıklar gittikten sonra da bir süre canlılığını sürdürmüş. Paşabahçe'nin tesisleri , su dolum üniteleri, elini uzatsan yakalayacak kadar çok kılıç balıkları , kendine yeter suyu, ormanı, rutubetsiz havasıyla gösterişli bir süreç geçirmiş. Ne zaman ki yazlıkçı, Akdeniz'i keşfetmiş, yoksullaşmış. İşletmeler kapanmış, kılıç balıkları göç etmiş... bilinen öykü. Nüfusu bin beş yüz çevresinde şimdi. Sürekli göç veriyor. Mermeri de olmasa unutulacak. Arsa fiyatları çok ucuz, ama dik yamaçların dibindeki kumsal azlığı, tatilcinin eğleneceği alanların üretilemeyişi gibi nedenlerle üstünlüğü karşısındaki Avşa' ya kaptırmış. Şimdi, bir anlayan geliyor, bir de zorunlu olan. Adlarını duyurmak için de bir şey yapamıyorlar, çünkü paraları yok. Oysa tatili dinlenmek, beyninin ceplerinde unuttuklarını anımsamak, bir boy aynasında kendini görmek olarak alan, yaşama sevincinin insanın kendi yüreğinde olduğunu, vitaminler gibi dışarıdan, gürültüden, vur patlasın çal oynasından alınamayacağını, ancak alkol etkisi gibi alınıyor sanılacağını bilenler için bulunmaz bir yer. Öyle de daha Paşalimanı'nın dantele kıyılarını bulamamıştık ki ayaklarımı sağlam basacağım, dilersem, bin yıl aynı yere bir kez daha basmadan yürüyebileceğim kara özlemim neden başladı, anlayamadım. Oysa her şey yolundaydı. Yol arkadaşım, beni 'çook ünlü bir yazar' diye tanıtıyor, korkunç ilgi görüyor, benim insanımın, ayaküstü nasıl peygamberler üretebildiğinin gizini fark etsem de önüne geçemediğim çakma bir bilgelikle yere göğe sığamıyordum. Sadece biletleri toplayan adam: 'Dönecekseniz, sabah yedide iskelede olun yoksa kaldınız,'demişti. Yetmişti. Yani gece ya da istediğim bir zaman, çıldırsam gidemezdim. Aklıma yarim düşse, 'koynunda uyuyacağım arkadaş' desem, gidemezdim. Arabamı, bu yüzden; kaçma özgürlüğüm hep yanımda olsun diye, evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağalar gibi taşıyor, ağaçlara bile çıkarıyordum. Burada boşunaydı. Boynumdan tutulmuş, bıçağın altına sürükleniyordum ve hayır diyemiyordum, o haldeydim. Bir yazar yeniliklere hayır, dememeliydi... hayır, yüreğinde dünyayı tutan bir çığlık olsa da mı? Kaçsa mıydım? Her yan deniz. Denizleri yüzerek geçenlerden utanıyorum, o denli iyi yüzme bilseydim belki de denerdim. Gözüm kararmış, ardımızda kalan, köpüren dalgalarıyla büyüyen denizin ötesinde, giderek hatları belirsiz bir siyah kütleye dönüşen Narlı'ya kadar yüzmek benim işim değil. Bir tekne geçse... Tekneden tekneye... aklıma eski korsan filmleri geliyor, bir halatın ucunda sallanarak karşı gemiye geçiyorum. Ya araba? Sürükleniyorum, öyle gidiyoruz. İki küçük adanın arasından yüksek tepeleriyle adadan daha çok dünyanın geniş karalarına bağlı bir kıta gibi dikilen Marmara adasına yöneldik. Dik yamaçlarına ilişmiş bir iki yerleşim birimi buradan seçiliyor. Ardında Tekirdağ kıyıları, elini uzatsan dokunacakmışsın gibi yakın. Yazları Şarköy'den kalkan gemiler, Erdek'e yolcu taşıyormuş. Yanaşıyoruz. Hep merak etmişimdir. Gemi en eski ulaşım aracı değil mi? Adalı içinse, herhalde tek ve vazgeçilmez araç. O zaman köklü bir kültürü olması gerekir, diye düşünüyor insan. Dağ başlarında trenlerin beklenmesi için küçük kulübeler vardır. Otobüslerin yolları üstünde duraklar... Ne var ki, çoğu liman ve benzerlerinde yolcuya bu tip hizmetler çok görülür. Gerçi çoğu liman da limana benzer, Marmara'da iskeleyi bulmak için gemici deneyimi gerek. Sıra bir rıhtımı var. Bir rüzgar alsa, gemilerin demir tarayıp İstanbul önlerine düşmesi işten değil. Korunaklı bir limanı yok. Gemiden inince de daha ayılmadan paldır küldür bir caddede alıyorsunuz soluğu. Ne bir bekleme evi, ne bir çay bahçesi; antik devirden kalma denizci bir yerleşim yerinde olmanın farkını duyuran tek im, etkileyici bir anıt. Ne var ki o da çok eskinin değil, Kurtuluş Savaşında ada için savaşırken şehit düşen iki Türk'ün mezarı. Hiçbir mimari özelliği olmayan yeni yetme binalar kıyıyı göğüslemiş, kent varoşlarında biraz arsa azlığı, biraz çok kazanma arzusu sonucu, çoğu kağıttan bile ev yapacak matematiksel bilgisi olmayan yapıcıların diktiği çok katlı binaların, bu adada işi ne olabilir, diye düşünüyorsunuz. Öyle ya, bu zevksiz, kullanışsız yapıların gereçleri, hayli uzak olan Erdek'ten getirildiğine ve ada koşullarına uygun üretilecek evlerden çok daha pahalıya mal olacağına göre. Geçmişe ait izleri, adada olması gereken ya da yakışırdı, diyeceğiniz yapısal dokuyu ancak arka sokaklarda bulabiliyorsunuz. Arabayı bırakıp belediyeye gidiyoruz. Belediye başkanının işi başından aşkın. Binanın önüne bir şeyler yapmayı planlıyorlar. Kimi yerleri yıkmış bile. Çiziyor, adamlarına anlatıyor, bir yandan da bize söz yetiştiriyor. Çevresindekilerin kimisi Karadenizli. Tanıştırıldığımız Refik, onlardan biri. Ada halkının çoğu Karadenizli ya da Girit göçmeni. Karadenizlilerin burada da olması nedense garip geliyor. Ada sendromuna girdim ya, kendimi uzayda sanıyorum, oysa, Afrika'da zenci hamsi olduğunu duymuştum. Başkanın işi bitecek gibi değil, sıkılıyorum. Sabah yedide gitmeye mahkum bir adam oturur mu? Refik bize öncü oluyor, çıkıyoruz. En çok Saraylar'ı görmek istiyorum, mermer yataklarını. Tarih boyunca, işlenmiş mermerlerden gönderilemeyenlerin sergilendiği bir açık hava müzesi gibiymiş. 'Uzak' diyorlar. Çınarlı'ya gidiyoruz. Bir arabanın zor sığdığı sokaklardan, eski taş evlerin arasından geçip batıya yöneliyoruz. Tepelerden giden dar yolun altı, kıyıya değin ev, üstüyse çıplak dağ. Birkaç kilometre sonra, yolun bittiği yerde çınarların gölgesinde bir köye iniyoruz. Bir parkı var ilginç. Sadece çimenlerin üstüne oturmaya izin veriliyor. Ne sandalye ne de bank. Denize sıfır bir kahvenin önünde duruyoruz. Geldiğimden bu yana ilk kez kumsal görüyorum. Küçük dar bir alanı kaplıyor. Bir metre eninde var yok. Sanki başka yerden taşımışlar kumu. M. Antonius, Kleopatra güneşlensin diye, ta Mısırdan Alanya'ya kum taşıtmış ya, onun gibi. İnsanlar, sarıyor çevremizi; hepsi Karadenizli. Kahvede saklamaları koşuluyla kitaplarımdan veriyorum. Güneş denizin üstünden Şarköy yamaçlarına kayıyor, battı batacak. Dönüyoruz. Ben hala Saraylar'a gitmek derdindeyim. Kimsenin aldırdığı yok, kızıyorum. Küsüp alıp başımı gideceğim ya, nereye? Adanın bence en korkunç yanı bu. Küsme hakkınız yok. Siz insanlara, insanlar size istediği gibi davranır, ama kimse kimseye küsemez. Çıldırtıcı. Küsmek bir eğitim yöntemi değil mi? "Böyle sürdürürsen, ben yokum" demek. İyi de evinizde nasıl küsersiniz birine? Ya da nasıl öyle küskün taşırsınız yaşamı? Ada bir avuç, size benzer topu topu yüz, iki yüz kişi. Hele bir yabancı memur filansanız, on ya da yirmi... Hadi küsün. Küsün ve küstüğünüz insanlarla her gün burun buruna, yani aynı evde yatıp kalkmayı sürdürün. Çıldırtıcı bir evliliği bin yıl yaşayın. Of... sınıfta kaldın ada! Dönüşte Refik, 'sizi bulurum,' deyip ayrılıyor. Üzülüyorum, tutunacak bir dal derdindeyim ya, sevecek yanlar bile bulmuştum adamda. İnsan ADA'da farkına varmadan, beni sevin deyip dolaşıyormuş, anladım. Adada birini bulmaktan kolay bir iş yok, bulmama kararınız yoksa. Ne var ki Refik'le görüşemiyoruz bir daha. Girdiğimiz lokanta tıklım tıklım. Kadın erkek, çocuk, içen içmeyen, çalışan, işsiz... bir arada. Herkes birbirine saygılı, Yüksek sesle konuşan bile yok, büyük bir uyum var. Gerçi kafaların iyice dumanlandığı zamanı da görmek lazım ama çıkıyoruz. Anıtın önünden belki yirminci kez geçiyoruz ki Salih Hoca’yla, arkadaşı Hüseyin'e rastlıyoruz. Adalılık boğmuş herkesi, özellikle yabancıları. Git git bitmeyecek karalar özlüyorlar. Geldiğimiz yerlerin nasıl olduğunu soruyorlar. Gerçekte, her yerin bir süre sonra bu yönlü adaya dönüştüğünü düne değin oraların bizim cehennemimiz olduğunu unutmuş; 'cennet' diyoruz, çatlatırcasına. Kara var ya. İstediğinizde terk edebileceğiniz kara. 'Zamanla geçmez mi bu duygu?' diye soruyorum. Geçmezmiş, daha bir artarmış. 'Bir yere gidelim' diyorlar. "Saray..." dememe aldıran yok. Bir gün gelip göreceğim, andım olsun. Ada lisesinin hizmetlisi de bizimle. Eski hizmetlisi demek daha doğru. Emekli olmuş, Edremit'te içkili lokanta açacakmış. “Satamazsam kendim içerim," diyor. Antik devir filozofları gibi; çok bilir, az konuşur... Burada küsme hakkı olmadığı gibi sınıf farkı da yok. Olsa da sevdim bu adamı. Gerçi bu yoklukta kimi bulsam severdim ya... Cennet Tepesi dedikleri bir yere sürüyoruz arabaları. Kuzeyde, zeytin ağaçlarının kapladığı bir yamaçta duruyoruz. Minderleri çıkarıyoruz, dalın birine aküye bağladığımız lambayı tutturuyoruz. Ay, ayla olmuş, büyüyor gökyüzünde. Az aşağıdan, kıyıdan denizin sesi geliyor... Ve akıl almaz bir şey, burada da ateş böcekleri var... Birkaç adım aşağımızda, denize inen patikanın kıyısında, taş oluğundan, suyun uyku veren bir sesle aktığı bir çeşme var. Ateş böcekleri çevresinde halkalar çiziyor. Cep telefonum çalıyor. Çok uzaklardan, kara denilen o geniş hapishaneden arıyorlar. Yalan ve ihanetin heykeli sayılabilecek en iyi dostlarımdan biri. 'Kardeş olalım' diyorum, ne hikmetse. Kardeşler ihanet etmez ve sırtından vurmaz mı seni? Adının ihanet olması için, yapanın kardeşin, sevgilin olması gerekmez mi? El adamının vurması doğaldır da yakınının vurması beklenmez. Kardeşler seçiminiz değildir oysa, mecburiyetimizdir, dostlarsa seçimimiz. Kimin budalalığıdır yanlış seçimler? Bu bizi, ihanetin kendi seçimimiz olduğuna mı götürür, suçlu biz miyiz, aslında? Öyle ya, adam gibi dost seçsek, ihaneti yaşamayız. İyi de bize omuz verenler de onlar, başımızı göğsüne gömüp dinlendiğimiz de... Sonra kör bıçaklarla gırtlağımız kesenler de. Of ki of! Yoruldum ada. Kim bilir saat kaçtı ki kente dönüyoruz. Önceden bizi yatıya davet edenler vardı, yol arkadaşımın, iyi arkadaştır, dedikleri. Bu nedenle, Salih Hocanın davetine gitmiyoruz. Ayrılıyoruz. İyi arkadaşlardan hiçbirine rastlamadan turluyoruz sokaklarda, hepsi yer yarılmış yerin dibine girmişler. Burada yıllarca öğretmenlik yapmış yol arkadaşım: 'Bura ada' diyor, kafayı takmayacaksın. Sözleri içindeki zehri akıtmıyor, denize tükürüyor. Yıllarca bu köy boyutlarındaki yerde öğretmenlik yap, bir gece yarısı sokaklarda kal ve kimse yatıya çağırmasın seni, küsme. Kendine ya da onlara. Çatlar ulan bu yürek, diyemiyorum. Belli etmediğim bir hüzünle düşünüyorum; istersen tak. Küsme hakkın mı var? Sonunda yaşlı bir noterin evine yığılıyoruz. Adamcağız hiç yüz ekşitmeden yatak seriyor bize. Bende 'saat yedi takıntısı'. Akşamdan uykusuzum, şimdi uyuyacağım ve iki saat sonra kalkacağım. Öldürseler kalkamam. 'Siz yatın' diyorum. 'Ben bir şeyler yazacağım.' Arka odaya kapanıyorum, yazarlığımın en güzel öyküsünü yazacağım, niyetim o. Saat yediye gelirken bir paket sigarayı bitirmiş, defterime de bir yığın gemi resmi, yüze yakın değişik karakterde harflerle 'saat yedide gemi de ol' diye yazmıştım. Öykü mü? Başlayamamıştım bile. Nedense iri harflerle; 'dünya güzel, ama ahali yaramaz' diye yazmıştım bir tek. Zamanında sahildeyiz. Çay içtiğimiz kahvenin önünden biri ebruli sarı, diğeri mor iki gül çalıyorum. Salih Hoca, vefalı çıkıyor, belediye başkanıyla birlik iskeledeler. Başkanın varlığı duygulandırıyor beni, uğurlamak için gelmiş adam, çıkarıp kitaplarımdan imzalıyorum. Ben imzalarken başkanın adamı da arabama 'ayak bastı' parası yazıyor. Adam beni uğurlamaya gelmemiş, para toplamaya gelmiş. Salih Hoca basıyor kahkahayı: "Yahu başkan, Deli Dumrul gibi; geçenden geçmeyenden..." "Yapacak iş çok, başka gelirimiz de yok,"diyor başkan. Umarım, Marmara Adası bu zorunlu katkımı unutmaz. Unutsa da sorun değil, ben kurtuldum ya... Gemide bir anlık çılgınca bir istek duyuyorum; iki yandan akıp giden ıssız adalardan birinde olmayı arzuluyorum. Robinson gibi. Onca yıl olmasa da birkaç gün... Kaptana çıkıp beni oraya indirmesini söylemeyi bile kuruyorum. Yarın işte olmalıyım ama. Bir gün onu da yaparım. Arabaya uyumak için geçiyorum. Son kez gerilerde kalan adaya bakıyorum. Altın Postu şimdi izlesem sever miydim? Bir adada sürekli yaşayamayacağımı düşünüyorum. Doğal koşullar değil, bu korkunç sınırlama beni çıldırtırdı. Buna katlanabilmek, uzun bir eğitimle ya da genlere yerleşik bir özellikle mümkün ancak. Kimi insanlar acı bibere bana mısın demez, onun gibi. Ada buydu işte; ya hapishaneniz ya sığınma yeriniz. Çöl ortasında da yaratabilirdiniz onu. Ben gene de sıkıntılı, dertli, yoğun uğraş istese de karayı yeğlerim. Kavga, yaşamın özünde vardı, ama nedensiz sınırlama, ancak cezaydı. Gözlerimi kapatırken yarattığım adayı yok ettim. Siz kıyamıyorsanız, bir süre daha saklayın. Küsme hakkınızın kalktığını duyumsadığınız anda yıkın, darmadağın edin. Çünkü, küsemeyen insan, artık dişiyle tırnağıyla saldırmanın ve ihanetin eşiğindedir bilin? Hiçbir şeyden değil ama ondan korkun; çünkü iHANET en çok size düşmandır; acziyetin ve yenilginin, yedeği olmayan onurunuza ellerinizle ve ateşle çaktığınız damgasıdır, asla çıkmaz... * (maviADA 5.SAYI)

  • HAYVAN HAKLARINDAN KİMİN HABERİ VAR

    Yusuf AKSOY * Eko sistemde milyonlarca diye tarif edilen canlı türünden bahsedilir. Canlılığın sürmesi ise canlılar arasında döngüsel ve sürekli bağımlı ilişkiler ağının varoluşuyla mümkündür. Kendisi de bir hayvan türü olan insan yaşamının, ölüm ile yaşam döngüselliğinde, sonsuz olması canlı türlerinin birbirine muhtaçlığına gölge düşürülmemesi ile süreğen olacağı bilinir. O zaman şu haklı soruyu soralım: Doğanın ve tüm yaşam alanlarının diğer tüm canlı türleri için de ortak yaşam alanları olarak kalması gerekmez mi? Evet ise yanıtımız her birimiz kendimizden başlayarak şu sorunun da yanıtını vermemiz gerekmez mi? Gerek yaban hayvanlarına gereksese insan dışındaki hayvan türlerinin özgürce sokaklarda, bağ, bahçe bostan ve her düzeydeki mekanlarda yaşamasını engelleme faaliyetlerimize, tutum ve davranışlarımıza nasıl yanıt vereceğiz. ‘Zoon Politikon’ yani sosyal olarak bilinen hayvan olan insan, neden dikenli tellerle, betonlarla, farklı türden çitlerle özünde kendine ait olmayan yerleri çevirerek kendisinden başka bir canlının girmesine ve yaşamasına izin vermez. Neden yaşam alanlarını işgal ettiğimiz canlar azarlanır, horlanır, tekme atılır, araçlarla ezilir, meta aracı yapılarak alınıp satılır, kozmetik ve ilaç endüstrisi için işkence ile üzerinde deneyler yapılır, derisi yüzülerek giyim sektörü kanlı paralar kazanır. Ormanlarla birlikte çığlık çığlığa neden yakılır. Yaban hayvanları hangi hakla av ihaleleriyle işkence görür, katledilir. Ardından da kanlı elleriyle ne çok öldürdük diye eğlenceler düzenlenir. Her birimiz aynaya baktığımızda kendimizi derisi yüzülen fok balığı, tilki, timsah; dişleri sökülen fil, yavrusu mee’lerken boğazlan bir inek, koyun, keçi olarak görelim. Devam edelim: açlıktan ve soğuktan kapımıza sığınmış bir yavru kediyi, bir köpeği tekmelerken uyanalım uykumuzdan. Kuşlar minicik bir mama peşinde bitkin olarak gezinirken bizim sandığımız havada ‘yasal’ tüfeklerimizle vuralım onları. Aracımızla ezdiğimiz bir kediyi tarif edelim çocuklarımıza! Ya da şiddet, işkence gören, öldürülen bir hayvanın üstüne basıp geçelim sokak ortasında! Barınak adı verilen ölüm kamplarındaki çığlıkları duymayalım, yanı başında olalım da! Sahte gün kutlamalarıyla kimse kendini kandırmasın. Hayvanları korumaya ihtiyaç olmayan, başka bir dünya kurduğumuzda, her gün insanlaşma aşamasında bir adım daha ileriye gidebileceğiz. O zaman sokağımız, kentlerimiz, ülkemiz ve dünya türdeşlikten arınmış olur! İnsanlığımızın dününden utanarak da olsun tüm canlarla dost oluruz. Geç kalınmış ta olsak bugünden itibaren vazgeçilmez bir hayalimiz de bu olsun. İnsan ile birlikte yaşam süren sokaklarımızdaki ve yaban hayatındaki hayvanlara sahip çıkmak insanlık onurunun bir gereğidir. Doğanın, hayatın paydaşı olan canların öldürmek isteyenlere karşı barikat olmak insanlık adına bir gereklidir hatta zorunluluktur. Çünkü onların katledilmesinin sessizliğinde sıra biz insanlara da gelecektir. Tüm canlıların yaşamını kendi canımızı savunur gibi savunma cesaretimiz, her türden kötülüğün, eşitsizliğin, ayrımcılığın şiddetin ve ölümün sahibi faşizmi korkutacaktır. Ölüme karşı yaşamı savunmak için bugün alanlardayız ve sen yoksan bir eksiğiz ...

  • HAKSIZ BİR ELEŞTİRİYE YANITIMDIR

    Halkçı Eğitim Girişimi'nden Niye Ayrıldım  / Zeki SARIHAN  * Bir grup arkadaşla dört yıl önce kurduğumuz ve benim daha ilk toplantıların birinde ayrıldığım Halkçı Eğitim Girişimi’nin internette bir sayfası var.  Girişimin yöneticilerinden Mehmet Budak ve Profesör M. Tahir Hatipoğlu,  Mehmet Devrim Topses’in editörlüğünü yaptığı “Dinmeyen Fırtına Zeki Sarıhan’a Armağan Kitap”ta yer alan bu girişim ve ondan neden ayrıldığımla ilgili bölüm hakkında birer açıklama yayımladılar.  Bu açıklamaları ve benim konu ile ilgili daha önceki yazılarımı olduğu gibi aşağıya alıyor ve sonunda birkaç kısa açıklama koyuyorum.  Bu yazışmanın “Halkçı eğitim”den ne anladığımıza yardımcı olacağını umuyorum.     Mehmet Budak’ın yazısı   ZORUNLU AÇIKLAMA:   Bay Zeki Sarıhan, Ulusal Eğitim Derneği’nden ayrılıp Halkçı Eğitim Girişimi (HEG) oluşturma çalışmalarında, yönetime seçilen kişiler olarak birlikte çaba harcadık.  Yönetimi oluşturan kişiler olarak ilk toplantımızda arkadaşlarımızın bazıları Atatürk Devrim ve ilkelerine bağlı olarak çalışmalarımızı sürdürelim önerisini getirdiler.  Diğerleri de bu düşüncede olduklarını belirttiler. Siz böyle bir çalışma ilkesine gerek yok dediniz.  Ben de Atatürk ilke ve devrimlerine uygun çalışmamız gerektiği görüşündeyim dedim. Bunun üzerine siz; “ O zaman benim burada bulunmamın anlamı yok .” deyip toplantıyı terk ettiniz. Bu durumu, “DİNMEYEN FIRTINA: ZEKİ SARIHAN’A ARMAĞAN” adlı kitapta (sayfa 53),   Halkçı Eğitim Girişimi Yönetim Kurulu üyeleri ile ilgili olarak: “ Halkçı Eğitim Platformu adını önerdim. Fakat onun yönetimine gelen arkadaşların halkçılığı içselleştiremediklerini milliyetçi jargonlar savunmaya başladıklarını görünce platformun yönetiminden ayrıldım. Bu durum gösteriyor ki, ülkede yaşayan herkesin eğitim ve dil haklarını savunacak bir oluşum yaratmak kolay değil.”   Şeklinde sizin dışınızdaki biz yedi kişinin “halkçılığı içselleştiremediğimizi belirtmektesiniz.  Bizim halkçılığımızı nasıl ölçtünüz? Sizin gibi düşünmeyenler halkçı olamaz mı? Anlatımınız gerçekleri değiştirici, buna dayalı olarak insanları aşağılayıcı ve üzüntü vericidir. Ayrıca,  söylemlerimizi bozuk dille (  … milliyetçi jargonlar) olarak açıklamanız da  ortaya konan “ Atatürk ilke ve devrimlerine uygun çalışmamız gerektiği” söylemimizin en azından sizce anlaşılmadığını belirtiyor. Anlatımlarınızda gerçekleri değiştirmemek gerektiğini belirtirim.   Mehmet Budak 10 Nisan 2024   M. Tahir Hatipoğlu’nun yazısı   Dinmeyen Fırtına Zeki'nin Kitabı   Araştırmacı öğretmen Zeki Sarıhan'ı 40 yıldır tanırım.  Uretkendir, çalışkandır, örgütçüdür.   Bana göre tedavisi zor bazı takıntıları vardır. Yetişmesi, yazması, okuması Atatürk Cumhuriyeti ortamında olduğu, Cumhuriyetin nimetlerinden de yararlandığı halde takıntılarını bir türlü yenememistir.   Prof. Dr. Devrim Topses imzalı kitap var. Kitap belli ki kendi sormuş kendi yanıtlamış soruları içeriyor.  Topses yayını basıma vermiş olmalı.   Kitapta bir bölüm var. Dört yıl önce bugün başkanı olduğum Halkçı Eğitim Girişimi adlı STK'nın kuruluşunu anlatıyor.(s.53). Kurucu olan arkadaşlara açıktan hakaret ediyor. İlk başkanımız. Mehmet Budak kendisine okkalı yanıt verdi.  Ben vermesem ayıp olur. Kurucuları arasında olduğum Ulusal Eğitim Derneği İzmir'e taşınınca altı yedi arkadaş toplandık.  Aramızda Zeki de vardı. Kuruluşun ilkelerini belirlerken Zeki dışında olanlar 'Atatürk devrim ve ilkeleri doğrultusunda halkçı egitim yapar' tümcesinin olmasını istediler. Zeki arkadaş buradaki 'Atatürk ' sözcüğünden rahatsız oldu. Karşı çıktı.  Israr edildi her turlu dil döküldü diretti. Çantasını aldı gitti.   Zeki ile daha önce benzer olayı yaşadığım için şaşırmadım.  Bu olayı kitabında çarpıtıyor. Kendi dışındakileri sucluyor ve "halkçılıği içsellestiremedikleri jargonlari savunmaya başladıklarını görünce yönetimden ayrıldım. Bu durum gösteriyor ki ülkede yaşayan herkesin egitim ve dil haklarını savunacak bir oluşum yaratmak kolay değildir ' diyor, daha neler. Halkçılık sanki onun tekelinde ve biliyor, icsellestirmis. Oradakilerin hepsi ömürlerini halkçı eğitime adamış Türkçeyi iyi bilen kişilerdi. Kendisi kuruluşa 'platform' demiş onlar Türkçe 'girisim' demişlerdir.   Burada onun kızdığı Atatürk'tü. Bu isim olmasa sorun yoktu. Bu nasıl kafadır anlayamıyorum.   Kitabın bir bölümünde de bakın ne diyor: "Turkiyenin bölünmesi, örneğin Amerikanın ne işine yarayacaktır? Amerikalıların Türkiye toprakları üzerinde küçük bir Kürt devleti kurulsun diye koskoca bir Turkiyeyi kaybedecek kadar akıl yoksunu mudur?" (S.153). Bu söze gülünür ve kim inanır?  Pkk yi besleyen devlet hangisidir. Tuhaf görüşler.  Abd'ye davetli olarak giden de kendisidir. Benzer bir yığın söz..  Sonuç olarak Zeki arkadaş Halkçı Eğitim Girişim kurucularından özür dilemelidir.   Tahir Hatipoğlu  28 Nisan 2024       HALKÇI EĞİTİM GİRİŞİMİ’NDEN NEDEN AYRILDIM?   26 OCAK 2020  ZEKİ SARIHAN       7 Aralık 2019 günü yapılan kongresinde Ulusal Eğitim Derneği, Vatan Partililerin yönetimine geçince, artık orada yerimizin olmadığını düşünen 13 kişi bir ayaya gelerek durum değerlendirmesi yaptık. 4’ü dernekte kalarak gelişmelerin izlenmesini, 9’umuz ise dernekten istifa etmeyi savunduk. Ertesi hafta yapılan toplantıya sanırım 18 kişi katıldı ve eğitim konusunda yeni bir platform oluşturulması kararlaştırıldı. Bunun adının “Halkçı Eğitim Girişimi” olması yolundaki önerim kabul gördü ve girişimin çalışma biçimi ve ilkelerini hazırlamak üzere beş kişilik bir kurul oluşturuldu. Beş kişinin yaptığı üçüncü toplantıda sunduğum girişimin çalışma yöntemi ve “Halkçı Eğitimden Ne Anlıyoruz?” başlıklı kısa metin kabul edildi. Bu toplantıda, Girişimin daha geniş bir kitleye dayanması için en az 20 kişinin katıldığı bir toplantı yapılmasını, metinlerin tartışmaya açılmasını, beş kişilik yönetici grubun da gizli oyla seçilmesi önerim kabul gördü. 18 Ocak 2020 günü yaklaşık 55-60 kişinin çağrılı olduğu bu toplantıya 40 kişi katıldı. Girişimin Esasları ve “Halkçı Eğitimden Ne Anlıyoruz?”  metni kabul edildi. Yönetici gruptaki beş kişinin yanına iki kişi daha eklenerek yönetici sayısı yediye çıkarıldı. 19 Ocak günü, “Halkçı Eğitim Girişimi Kuruldu” başlığı ile bir gün önceki kararları sosyal medyada paylaştık.  Girişimin hayli ilgi uyandırdığını söyleyebilirim. Bunu benim paylaşımıma gelen 184 “beğen”e, 57 yoruma ve 26 paylaşıma dayanarak söylüyorum. Sıra, yönetici grup içinde iş bölümüne ve bir çalışma programı yapmaya geldi. Bunun için de 22 Ocak 2020 günü toplandık. Toplantı sırasında tatsız bir tartışma yaşandı. Yedi kişiden biri, mazereti nedeniyle toplantıya gelememişti. 6 kişiden üçü Girişimin “Halkçı Eğitimden Ne Anlıyoruz?” metnini yetersiz görüyor, buna “Atatürkçülüğün” de eklenmesini öneriyordu. Bir arkadaş suskun kaldı, ben ise bu eklemenin gereksiz olduğunu ifade ettim. Onlara 26 yıl önce yaşadığımız bir olay anlattım. EĞİTİM ONUR ÖDÜLÜ KİMLERE VERİLMELİYDİ?   Öğretmen Dünyası’nın yaptığı çağrı ile bazı eğitim kuruluşları 1993’te M. Rauf İnan’a Eğitim Onur Ödülü verdik. Ödülü sürekli hale getirmek için 16 Şubat 1994’te 8 öğretmen kuruluşu temsilcisiyle yaptığımız toplantıda ödüle değer görülecek kişilerde aranacak özellikler arasında “çağdaş, laik, demokratik eğitim için mücadele etmek” ilkesini yazmıştım. Ancak öteki kuruluşların temsilcileri içinden  “Atatürk ilke ve devrimlerine inanmış olmak”  ibaresi önerildi. Buna karşı çıktım, gerekçem şuydu: “Bu sınırlama doğru değildir. Eğitim Onur Ödülüne değer görülecek kişiler arasında sosyalist, demokrat, kendisini bu ideolojilerle ifade etmeyen ama eğitime yeni buluşlar getiren, bağışlar yapan kişiler olabilir. ‘Çağdaş, demokratik, laik eğitim’ sizin görüşlerinizi kapsamıyor mu?”   Bir hafta sonra 24 Şubat 1994’te yeniden toplandığımızda konu yeniden tartışılmaya başlandı. Taraflar görüşlerimizde direttik. “Atatürkçülük” ibaresinde diretenler “Öyleyse biz başka bir yerde toplanalım, kendi aramızda seçim yapalım” diyerek ayrıldılar. Ancak bundan bir haber çıkmadı! Her yıl bir eğitimciye onur ödülü vermeye devam ettik ve bu program Eğitim Hakkını Savunma Komitesi ve 2003’ten sonra da Ulusal Eğitim Derneğinin öncülünde sürdü. BİRLİKTE ÇALIŞABİLME KOŞULLARI   Olayın mantığı şudur: Türkiye’nin işbirlikçi ve gerici sisteme karşı mücadele eden iki siyasi kuvvet vardır. Bunların bir kısmı sosyalist, diğeri ise Kemalistlerdir. Bunların diğer muhalif gruplarla da birlikte olup demokratik bir düzen kurmaları için “asgari müşterekler” denilen ortak noktaları ve söylemleri bulmak gerekir. Biri ötekine “Benim ideolojimi kabul etmek zorundasın” demesi cepheyi böler. Bir Atatürkçüye “İlla sosyalist olmalısın” demek ne kadar yanlışsa, bir sosyalistin Atatürkçü bir kişiye “Sosyalist değilsen seninle çalışamam” demesi o kadar yanlıştır. Benim daha sonraki yıllarda etkin olarak görev aldığım “parasız eğitim, eğitimde özelleştirmeye karşı mücadele, laik eğitim, yabancı dille öğretime hayır” kampanyaları gibi, güç birliği gerektiren bütün çalışmalarda hep bu ilkeye bağlı kalmışımdır. Zaten herkes kendisi gibi olmadan ve kendini ifade etmeye utandığı bir güç birliği sağlıklı olmaz. Bu açıklamalarım, Halkçı Eğitim Girişimi yönetim kurulu toplantısındaki üç arkadaşı ikna edemedi. Hele birinin benim için “Hımmm, demek ki HDP’li olduğun iddiası boş değilmiş” gibi Kürt düşmanı milliyetçiliğin kullandığı bir suçlamada bulunmasıyla, benim orada bulunmamım sıkıntılar yaratacağını anladım ve “Bana müsaade” diyerek toplantıdan ve gruptan ayrıldım. Durumu haber verirken, önceden kararlaştırdığımız “Halkçı Eğitimden Ne Anlıyoruz” metnini bir kez daha dikkatinize sunuyorum. Benim çağrıma uyarak ve bana güvenerek girişimi coşkuyla karşılamış olan arkadaşlara teşekkür ederim. “ HALKÇI EĞİTİMDEN NE ANLIYORUZ?   Halkçı Eğitim Girişiminin savunduğu “Halkçı Eğitim”, birbirini tamamlayan iki olgudan oluşur. Bunlardan birincisi, bütün halkçıların başından beri savuna geldiği eğitim olanaklarının bütün halkın yararına kullanılmasıdır. Bu, bütün çocukların ve yetişkinlerin eğitim hizmetlerine kolayca ulaşması demektir. Halkçı eğitim, aynı zamanda, eğitimde maddi olanakları elverenlerle, bu olanakları kıt olanlar arasında eğitim hizmetlerinde çeşitli yollarla ayrımcılık yapılmasını reddeder. Herkesin kaliteli eğitimden eşitçe yararlanmasını öngörür. İkincisi: eğitimin içeriğiyle ilgilidir. Halkçı eğitim, dinci, mezhepçi, ırkçı bir eğitim müfredatını reddeder. Eğitim alacak kişiler arasında her türlü ayrımcılığı reddeder. Bütün dünya halklarını kardeş görür ve bunlar arasında barışçı ve demokratik bir iş birliğinden yanadır. Eğitim Girişimi, insan, çocuk ve eğitim hakkıyla ilgili uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde belirtilen ilkelere bağlıdır. Eğitim Girişimi, her gencin yurdunun bağımsızlığına candan bağlı ve onu kararlılıkla savunan, bilimi kendine kılavuz edinmiş, kaderini halkının kaderiyle birleştiren, halka hizmet ruhuyla donanmış, toplumcu, çalışkan, yaratıcı bir programla yetiştirilmesini savunur. Ülkemizde bu konuda ortaya konan programların ve uygulamaların mirasçısıdır ve bunların geliştirilmesine çalışır. (18 Ocak 2020) Bu tartışma hakkında son sözler 1.    Sayın Hatipoğlu, “Amerika’ya davetli olarak giden de kendisidir” diyerek ucuz bir yoldan beni zan altında bulunduracağını sanıyor. ABD’ye Robert Kenedi İnsan Hakları Ödülü verilen eşime refakat için gittim. Gitmeden önce Alpaslan Işıklı’nın “Kenedi Vakfı, ABD Hükümeti’ne bağlı değildir. Bizdeki CHP’ye karşılıktır” sözü üzerine, Ulusal Eğitim Derneği Yönetim Kurulu üyelerinin de onayıyla gittim. Ödül töreninde yaptığımız konuşmada, ABD emperyalizmine çattık. Bunun salonda soğuk bir duş etkisi yaptığını oradaki Türk gazeteciler söylemişti. Bu gezimi döndükten sonra konuşma ile birlikte yayımladık. Beş günlük bir süre kaldığım Washington’da bazı okulları gezerek gözlemlerde bulundum. Hatipoğlu yaptığı ima ile gerçekten ayıp etmiştir. 2.    Kuruluşu için çağrı yaptığım, ilkelerini hazırladığım Halkçı Eğitim Girişimi’nden ayrılmamım nedeni, Kürt sorunudur. Uzun bir süredir, Öğretmen Dünyası ve Ulusal Eğitim Derneği’nde arkadaşlarla birlikte “Anadilinde eğitim” bağlamında Kürt çocuklarına Türkçe ile birlikte kendi dillerinin de öğretilmesini savunuyorum. Halkçı Eğitim İlkeleri içinde doğrudan bu ilkeyi yazmak yerine “uluslararası anlaşmalar”dan söz ediliyordu. Sayın Budak ve Hatiboğlu’nun paylaşımlarında bu konudan hiç söz edilmiyor. Anlaşılan uluslararası sözleşmelerle kayıt altına alınmış bu uygulamaya karşılar. Ben de, ülkedeki farklı kültürlerin diline eğitimde ilgisiz kalan programı halkçı eğitim olarak kabul etmiyorum. 3.    Sayın Budak’ın benden “Bay” diye bahsetmesini onun tanıdığım inceliğine yakıştıramadım. Bu kavramı Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu aşağılamak için kullandığı “Bay Kemal” ifadesinden ödünç alması da ayıp olmuştur. 4.    Hatipoğlu’nun “Dinmeyen Fırtına Zeki Sarıhan’a Armağan” kitabında, soruların M. Devrim Topses’e ait olduğu belirtilmesine rağmen, bunları kendim sorup kendimin yanıtladığı gibi bir sanıya niçin kapıldığını anlayamadım. Kitabın editörü Profesör Mehmet Devrim Topses, kitaptaki soruları soracak birikime sahiptir ve yayımlanmış 12 de kitabı vardır. 5.    Bana “Atatürkçülük”ü dayatan arkadaşların, bu ideoloji altında halkçılığı değil, düpedüz bir Türkçülüğü savunmakta oldukları, yönetime aldıkları yeni kişilerden ve sitelerinde Turancı paylaşımlara yer vermelerinden de anlaşılıyor.

  • Hak Edilmiş Bir Ayrılıksa Zaman...

    Şenol YAZICI * -"Başta 17 Ağustos 1999 Marmara, 6 Şubat 2023 Maraş Depremleri olmak üzere sayısız felaket ve sayısız mağdur yaratan, kurgusu ilkel, aynı, ama hep faili meçhul kalan cinayetler anısına…  -                                                    İnandıkların da terk etti seni, şimdi en büyük fırtınasına yakalanmış bir sahra çölü gibi... öyle yalnızsın. Bu yalnızlığı ancak çocuklar anlar. Bir çocuklar bilmez; Gün olur, hak edilmiş bir ayrılıktır zaman. Hoş gör. Mavzer kurşununa namı yürüsün diye göğüs geren dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr; korktuk, kaçtık; yine de giderken içimiz sızladı inan. Hani zorun dağlar kadardır fakat boğazından bir kıl ustura geçer, ağlayamazsın. Bunu da bir biz biliriz, bir de altın kafesteki bülbül. Çiz bunun altını ve unutma: Sen vatan oldun artık; ayrılırken duyumsadığın acı değil midir, kimliksiz kentleri vatan yapan? Acı çekiyorsun değil mi? Sen acıyı bilmezdin oysa. Ne dersin, güzel dağlarına bahar gelir mi yine? Büyük vuruşla paramparça olmuş yüreğini onarabilecek misin yeniden? Binlerce ay yüzlü çocuk doğurabilecek güvercin yürüyüşlü bir kızdın. Akıl dışı bir kürtaj bereketli yarınlarına saldırdı. Artık, kurumuş ırmaklarınla sana yol verecek tek enginlik çöller kaldı, neylersin? Ağlıyor musun? Oysa, ağlamak ne kadar yabancındı. Bak bahar gelecek, nevruzlar sarar mı dağlarını yeniden? Çimenlerine su yürüyüp kıyamet gibi çiçek keser mi yüzün? Güneş, Safran sırtlarından Paşaköy’e uzayan Gökkuşağı Yolu'nda ya da Maraş, Malatya, Hatay… dağlarında unutulmuş oyunları oynayan şımarık bir çocukken, dağ yollarında teslimiyete inat sevdalar yeşerten yaşam kaçkınlarının türküleri söylenir mi yine? Bir daha düşer mi cemre? Düşmese de olur aldırma. Sılayı yaratan sevdasıdır insanın, anılarıdır gömdüğü, eski nalbant yeni ev yapıcının, üç kuruş daha fazla kazanma hırsını doyurmak için yangınlara, yıkımlara, dozerlerin çelik bıçaklarına; kefensiz ölümlere teslim ettiği çocuklarıdır... Artık mecburuz: Ölsek de ruhumuz sana bağlı kalacaktır. Kendi diyarlarımızda ekmeğimiz yoktu, çoğumuzun. Adam da sayan yoktu ya. Sayılsak, sen de ne işimiz vardı? Sen, dünya güzeli bir kenttin. Yazık ki, bize dayatacağın kuralların yoktu. Sevdin bizi. Bu kadar sevilmeye alışkın değildik, bunca önemsenmeyi ummazdık. Sen de karnımız doydu şükür. Doydu ama unutamadık: Sen yabandın, sen eldin; sen bizim değildin ve biz senden değildik: Sen gurbettin. Niçin insanın kanında karnının doyduğu gurbetten nefret vardır? Senden nefret ediyorduk. Seni yok ederek yaşayacaktık. Çaplarımızı aşan bir hırsla, birbirimizi çiğneyerek tırmanma derdindeydik. Gündemi biz belirliyorduk. Okuma yazma bilmeden medreseye hoca, alim; hak hukuk bilmeden kadı oluyorduk. Ya bir partiyi ya bir inancı ya etnik kökenleri ya da geldiğimiz şehirleri kullanıyorduk. Gariptir, senin öz çocuklarının kimisi de el veriyordu bize. Ender de olsa, karşımıza kimi erdemli insanlar da çıkıyordu, dur diyen. Oysa bilmiyorlardı, aynı çıkarlara kilitli biz, ne kadar çoktuk. Kazanamayacakları kavgalara tutuşuyor; çoğu yeniliyor, çoğu küsüyor, çarmıhları sırtlarında dolaşıyordu. Sen insafımıza kalmıştın. Gerekeni yaptık. Su kaynayan tarlalara imarsız, plansız gökdelenlerimizi kurduk. Allah'ın divanına daha çok vardı,  önce oy verdiğimiz, iktidar yaptığımız büyüklerimiz vardı, bizi imar affıyla aklayacak, anamızın ak sütü gibi günahsız edecek. Sonuçta Allah kerimdi. Dedik ya, mavzer kurşununa karşı koyan dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr, bir de çağını bitirmiş, ama sana dayattığımız yaşam tarzımız. Neden insaf edelim ki? Sen tükenirsen, çok Yalovalar, Gölcükler, Sakaryalar, İzmirler, Elâzığlar, Maraşlar, Hataylar… vardı bu ülkede. Hem giderek büyüyen, kendi aristokrasisini yaratacak gibi duran sende, yarın acımasızlığımız yetse de, çapımız yetmeyebilirdi. Gün bu gündü. Seni düşünen yoktu. Sen de dünyalığını tutan, ezilmişliğin öcünü, sonradan görmüşlüğün kıyıcı bıçağıyla gene senden alıyordu. İlk onlar gitti. Kimi deprem görmüş yerlerde iş adamları, ekmeğini yedikleri kentlere depreme dayanıklı konutlar, yeni fabrikalar kuruyordu. Seninkiler, dün zenginlik ve gösterişleriyle burnundan kıl aldırmayanlar, yıkılan bir konutla nesi varsa tükenmiş gibi ağlayarak el açmış, yardımda önceliği kapma derdindeydi. Çoktan bitirdikleri geçmişlerine şimdi iç burkan gerekçeleri de vardı, tüm geçmişlerini aklayacak: Deprem. Onlar da gitti. Geri gelirler diye korkuyorsun biliyorum. Kuşkun olmasın gelecekler. Sen kendi kurallarını oluşturmuş, aristokratlarını yetiştirmişsen, hemşerilik bilinciyle donanmış, seni vatan bilen yurttaşların varsa, duracakları yeri bileceklerdir. Yoksa dukalar ve uşakları hep olacaktır. Artık seni sıla bilenlerin var. Bu bayramda doğup büyüdükleri yere gitmeyecekler; sana, sevdiklerinin mezarlarına geleceklerdir. İyi davran onlara. Sen onlarla birlikte yarınını kuracaksın. Onlarla tüm Türkiye’de anlatılan acıklı olsa da güzel bir masalsın. Sen topraksın. Binlerce yıldır ne yaralar gördün, onardın. Büyük olmak, büyük bedel ister. Hele vatan olmak… oğullar, kızlar vermek demektir, gözbebeği anıları gömmek demektir. Dünyanın öte ucunda olsanız bile görünmez, ama çelik bağlarla sana bağlı sevdalılar demektir. Yurdumun dört yanında senin ekmeğini yemiş, sana emek verip gitmek zorunda kalmış insanların var. Sende sevdalarımız, sende mezarlarımız var. Yıkımsa yıkım, artık bahar gelmeli. Sen demez misin, en azgın zemheri, bir minik kardelene yenilir gider? Hadi açtır kardelenleri, dağlarıma bahar gelsin. Doğacak çocuklarımız var ve söyleyecek sevda türküleri… Bir ölüm nedir ki? Sen milyonlara gebe anasın: Vatansın. Bizi de anla ve hoş gör; gün olur hak edilmiş bir ayrılık olur zaman , ondandır gidişimiz; çiğ süt emmişliğimizden değil. * 2003 Temmuz, maviADA dergisi 5. sayı

  • SARIŞIN

    Niyazi UYAR*   Üç artı bir evin eşyası iki artı bir eve sığmayınca, eski yeni eşyaları için mahalle aralarında küçük bir depo aramaktaydı kaç haftadır. Yoktan var olmuştu, öyle bu fazla, bu işime yaramaz deyip fırlatıp atamıyor, yarın işime yarar düşüncesi ile saklıyordu. Eh biraz da elinden tamir gelince her bir şey bir gün muhakkak işine yarayabilirdi… Üç beş kuruşu bir kenara koymuşlardı, eşi “hastalık var, sarilik var, belli olmaz,” deyip her ay üç beş kuruşu atıyordu bir kenara. “Sarilik,” sözcüğünü hangi manada kullandığına dair kafa da yormamıştı. “Hastalık var, sarilik var ne olacağı belli olmaz!” Üç artı bir ev almak bu hayat şartlarında imkansızdı. Eh bir de birinci derecede deprem kuşağında olunca yeni binaların fiyatları ulaşılmazdan öteydi. Bari, mahalle aralarında küçücük bir depo alır, ihtiyacımı görürüm düşüncesiyle dolaşıp duruyordu sokak sokak. Devlet hastanesinin iki sokak paralelinde Üretici Kadın Heykeli’nden yukarı doğru yürürken, sol yanında bir köpek deli fişek gibi sağa sola, yukarı aşağı koşturup duruyordu. Sarışın’dı bu. Her gün olmasa bile gün aşırı spor yaptığı antrenman sahasında selamlaşıyordu Sarışın'la! İnsanlara, spor yapanlara alışıktı “Sarışın." Kim kendini sevmekte, kim sevmemekte hissetmekteydi. Sevenlere varır sırnaşır, ayaklarına dolaşır, başını orasına burasına sürter, sevecen sesler çıkararak sevdirirdi kendini. Köpeklerle çocuklar seveni severmiş derler ya bu rast gele söylenmiş söz değildir; hakikat olduğu kerelerce kanıtlanmıştır... Sarışın’ın deli fişek gibi yukarı aşağı, sağa sola koşturmasından bir şeyler olduğuna kanaat getirmiş, ona doğru hızlı hızlı yürür. “Sarışın, Sarışın, Sarışın ne oldu kızım, gel gel gel!” Sarışın yerinde durmuyor, kâh havlayor, kâh çevresinde dönüp bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Köpeklerin lisanına alışık olmadığından bir şey anlamıyor, sadece bir terslik olduğunu tahmin ederek, ısrarla, “Sarışın, Sarışın ne oldu kızım, hadi götür beni oraya!” Kuşluk vaktiydi, güneşin insanın başını matkap gibi delen sıcaklığı yoktu daha. Ahalinin bazısı kahvaltısını yapmış, bazısı kahvaltı sonrası keyif çaylarını yudumluyordu balkonlarda Daha çok emeklilerin oturduğu mahalledir bu mahalle. Köpeğin neye böyle sağa sola, yukarı aşağı koşturup bir şeyler söylemek isteğinden aldırmıyor, neye böyle yukarı aşağı koşturduğunu merak etmiyor, balkon keyfine devam etmekteler. Köpek açtır, susuzdur… dertlerinde hiç değildir. “Sarışın” adını takmıştı Burhan Bey sahipsiz bu sokak köpeğine. Köpek ile Burhan Bey arasında tarifsiz bir sevgi oluşmuş; ama ne sevgi, bir insan, bir insana bu kadar bağlanmazdı herhalde. O “Sarışın, diye ellerini bir çırpsın, o nerede olduğuna bakmaz atlardı üstüne. Burhan Bey nerede, Sarışın oradadır. Bağa, bahçeye çarşıya gitsin bir dakika koklaşmazdı ondan. Belediye otobüsüne binip çarşıya gitse Burhan Bey, Sarışın da otobüsün peşi sıra koştururdu. Sadece şehir içi mi, ilçeye kırk kilometre uzaklıktaki Burhan Bey’in köy evine kadar aracın peşinden gider. Burhan Bey Devlet Su İşlerinden emekli olmuş buldozer operatörüdür. İşi icabı hep doğada olduğundan doğaya, ağaca, börtü böceğe tutkundur. Kimseye eyvallahı yoktur, telefonuna yüklediği müziği açar, eh bir de kendi imalatı rakısını bardağa koyar, her akşam muhakkak iki kadeh içerdi. Sohbet ettiği arkadaşlarına, zevk adamıyım ben, yiyor, içiyorum, kefenin cebi yok deyip yaşama sevgisini ballandıra ballandıra anlatırdı. Sarışın, öyle sarı, sapsarı bir köpek değildir. Kahveyi ile kırmızı arasında bir rengi vardır. Kuyruğu yarım ay şeklinde, sırtı yastık gibi düzgün, tüyleri de ışıl ışıldır. “Hadi anlat Sarışın ne oldu, götür beni oraya" dedi Sarışın’ın spor alanından tanış arkadaşı. Sarışın acılı acılı havlarken, bir hızlı bir yavaş koşturuyordu adamın önü sıra. Arada arkaya dönüp bakıyor, gelen var mı diye. Spor alanından arkadaşını görünce rahatlıyor, yine tin tin önü sıra koşturuyordu. Sarışın, bahçe kapısı açık, üç katlı bir binanın önünde durup tekrar arkasından geleni kontrol eder. Kapıdan içeri girip evin dışarıdan merdivenlerini ikişer ikişer atlaya zıplaya, zemin üstü birinci katın kapısı açık daireye girer! Haziran haziranlığını adamakıllı göstermeye başlamıştır. Havalar birden mevsim normallerinin üstüne çıkıverince ağaçların zayıf ince yaprakları pörsüyüvermiş. İki gün öncesinin yeşil yaprakları şeytan çarpmışa dönmüştür adeta. Kuşluk vakti öğleye doğru evrilirken, insanlar vıcık vıcık ter içindedir. Ya öğle vaktinin güneşi nasıl olur? Sarışın, yarım aralık kapıdan içeri süzülüp ağlar bir sesle havlamaya başlamıştır tekrar. Sarışın’ın spor alanındaki arkadaşı da onun arkası sıra girmiştir içeri. Girmiştir, girmesine de… Gördüğü bir felakettir, Spor alanında tanışıp merhaba dediği Burhan Bey, evin tavanına koyduğu bebek salıncağının demirine asmıştır kendini… Sarışın’ın yukarı aşağı, sağa sola koşturmasından bir şeylere şahit olacağı gelmiştir aklına, gelmesine; lakin böyle bir manzara: Acıdır, acıların çok ötesidir. Burhan Bey’in başı sağ yanına düşmüş, dili dışarıda gözleri açık, bir noktaya bakıp durmakta. Sarışın ağlamaklı hala dört dönmekte. Çıkardığı acıklı sesler, bir ağıttan başka bir şey değildir. Ara ara da Burhan Bey’in ayaklarına başını sürter, ses vermesi için başını yukarı kaldırır. Depo aramak için evden çıkmış, fakat şimdi perişanolmuş ne yapacağını bilemez bir vaziyette öylece kalakalır. Şaşkınlığını çabuk atıp orada bulduğu bir bıçakla ipi kesmeyi düşünür, fakat korkup bir şey gelir başıma diyerek vaz geçer ipi kesmekten ve polisi arar... Merdivenlerden bir düzen içinde çıkan emniyet yetkilileri selam deyip girer. Grup amiri, kimsiniz siz, maktulü tanıyor musunuz der. Bu arada bir memur, bulduğu bir bıçakla ipi keser, Burhan Bey’in cesedini yere uzatır. Nabzına bakar, kalbini dinler, hiçbir yaşam belirtisi yoktur.  Polisin şüpheci bakışları, soruları canını fena acıtmış, bir korkunun, bir paniğin içindeyken spor alanından tanıştıklarını buralarda küçük bir dükkân, bir depo aramaya çıktığını, Sarışın’ın buraya getirdiğini söyler. Komiser de tamam anlaşıldı, gerisini karakolda ayrıntılı bir şekilde anlatırsın, bu kadar yeter, der! Emniyet yetkilileri salon masanın üstünde bir kâğıt görürler. Bakarlar, üç sayfalık bir mektuptur bu. Burhan Bey, yaşadıklarını anlatmış. Mektubun ilk paragrafında kırk yıllık evli olduğunu eşiyle tartışmalı evliliklerinden bahsetmiş, yaşadıklarını, içine sindiremediğini anlatmış ne eşinin ne çocuklarını onu anlamadığını yazmış. Mektubun sonunda da kimseden davacı olmadığını yazarak bitirmiş. Burhan Bey’in, az sayıdaki arkadaşı ve cami cemaatinin katılımıyla kılınan cenaze namazının arkasından Karağaç mezarlığına defnedilir.     Burhan Bey’in arkasından eşi ve çocuklarından sadık köpeği Sarışın gözyaşı dökmüş, günlerce ve mezarının başından ayrılamamıştır günlerce...

  • Aşkın Yasaklı Tarihi

    Şenol YAZICI * "Edebiyat bazen meçhul bir adrese gönderilen bir betik, bazen bir S.O.S yazan bir aşk mektubu, bazen yıldızlara atılan bir kementtir," diyor Cemil Meriç, Attila İlhan'a yazdığı bir mektubunda. “Fakat daima çoğalmak, bir yalnızlıktan kurtulma arzusu… ” Yani aşk... Yasaklı yanına gelince, engel aşkın doğasında zaten var. Yazının olmadığı devirde de kuşkusuz sözlü olarak etkili ve güzel söz söyleme sanatı olan edebiyat vardı. Ama sanki yazı ona sınıf, ülke, ilgilisine de rütbe kazandırdı, adını da o koydu. Olasılıkla, insanın gözünün hiç doymadığı mal varlıklarının muhasebe kayıtlarını tutmak için keşfedilen simgeler yazıya dönüşünce insanlığın bir baş belası ortaya çıkacaktı, kimsenin haberi yok. Hele bir alfabe bulunsun… Zaten aşkın prangalı hale gelmesi de ondan sonradır. Sözün yazıya, yazının düz anlatıdan öte, katmanlı anlamlar yüklendiği döneme geçmesinden sonra… O nedenle nitelikli olunca asla hedefini şaşırmayan bir betik olan yazı vazgeçilmezidir edebiyatın. Ötekilerse, aşkın sözde kural koyucusu yazar, ulaşılmaya çalışılan sevgili rolüne zorla oturtulmuş; kimi tek bir insan, kimi bir ülke, kimi dünya olabilen kökten naz sevgili olur, sayılabilir en başta. Bu gizemi kolayca anlaşılmayan, garip, ama ciddi bir güçtür. Edebiyatın yasaklarını başlatan, egemen güçleri erinçsiz eden de bu olsa gerek. O yüzden sancılı toplumlarda edebiyatçının başına düşer ilk yıldırımlar. Bu yazarlık zor iş,  der Çetin Altan, A. İlhan’a yazdığı mektubunda. “Herkesin ısınmasını hoşlanmasını istediğin bir ateşte yanan odun gibisin.” Yazar ve okur, altı bin yıl önceki ilk papirüs ve parşömenlere yazılan çivi yazısı örneklerinden bugüne uzanan yolda, sürekli bir kavuşma uğraşındadır. Yazılanların bazısı, çağları aşarak bu onura erse de çoğu zamanın içinde erir, yok olur. Arada bir de o kavuşma ertelenebilir. Bu, türlü nedenlerden olabileceği gibi bazen toplum düzeni, bazen genel ahlak, bazen de siyasi erk ya da egemen güç yazılanı sevmez, yasaklar. Ne var ki, bazen yasak sevdayı kışkırtır, çoğaltır, engellere karşın başarır kimi, binlerce yıl Homeros gibi, Montaigne gibi, Pir Sultan gibi sonsuz genç yaşar. Oysa her şey ne kadar basit gözüküyor. Birilerinin yazara garezi olduğunu düşünüyorsunuz. Birkaç öznel satır, dünyanın ocağına nasıl incir diker ki? GULİVER’İN CÜCELERİ Guliver’in Gezileri komik bir macera romanı değil midir, ilk bakışta? Sosyolojik açıdan baksanız 18. yüzyılının İngiltere’sinin alaycı bir dille incelemesi, çocuk edebiyatı bakımından devler cüceler, konuşan atlarla işlenen bir fabl, gezi örneği olarak düşünürsek düşsel bir geziyi anlatan ilk örneklerden, klasikler yönünden batı edebiyatının değerlerinden biridir. Yazarı Jonathan Swift'in yazarken öngöremediği türlü adlandırmaları ve yakıştırmaları üstlenerek çıkan kitap, yaşadığı dönem İngiltere’sinin yazarları ve bilim adamları dahil, her unsuruna saldırmakla suçlanıp bir süre sansüre uğrasa da sonraki zamanlarda yeni tanımlamalarla güçlenip sosyal hicvin başyapıtı olacaktır. BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİ BELASI Birisi evinde oturup düşlerini, fantezilerini yazıya geçirmişse başkasına ne? Nesimi, Hallacı Mansur, Nazım Hikmet kendi pencerelerinden Tanrı’yı, insanı, Anadolu’yu ve emekçiyi öyle görüyorsa kime ne? Ama birileri tarihin her çağında derin ilgi duyar yazarın düşündüğüne, yazdığına. İlgiyle de kalmaz, dediğinden dolayı kiminin diri diri yüzer derisini, kimini dara çeker, kimini de mapus damlarında çürütür, yetmez doğduğu topraklarda ölme hakkını alır elinden. Neden sonra da itibarını iade eder. Hemingway, Jack Landon gibileri saymazsak, fiziksel güç olarak ürkütücü bir örnek olmayan yazarın, toplu tüfekli, egemen iktidarı nasıl dehşete düşürdüğü anlaşılması zor ve geniş bir konudur. YAZAR NE YAZAR, OKUR NE ANLAR Yazarın kitabını yazarken bunları, egemen güçleri ve o belirsiz sevgiliyi, yani okurunu düşündüğü de bir sanrı olmalı. Yaratıcı güç, çoğu kez başladıktan sonra kendi yatağını oluşturup akan söz dinlemez bir nehirdir. Okunmak beklentisi kitap bittikten sonra ortaya çıkacaktır. Bazen yazar hiç istemese de okur, bir nedenle kitapla karşılaşacak, yazarın hiç düşünmediği bir biçimde okuyup yorumlayacaktır, büyük olasılıkla. Bu farklı yorumlama kitabın niteliği artıkça çoğalacak gizemli bir durumdur. Ne düşünülerek yazarsanız yazın, her okur sizi başka okuyacak, ona yeni bir başlık bulacak, içini dolduracak, kat kat anlamlar yükleyecek ya da eksiltecektir. Sizin yazdığınız eline geçtiğinde o, onu kendi bilgisiyle, özlem ve umutlarıyla, inanç ve kurnazlıkla, yani insan olarak neyse donanımı onunla, benzetmeler ve ilişkiler kurarak metnin sözcük ve dilini kullanıp yeniden yazacaktır. İyi yazabilmek iyi düşünmekle mümkündür demiş Pascal. Ama iyi okur olmak için konulmuş bir kural yok. O aşkın bildiğini okuyan, özgür yanıdır. Ona bir şey dayatılması olanaksız, işine geldiğince metni okuyacak, yazarın kimliğini ve yazılanı da dilediğince tanımlayacaktır. ÜTOPİK AŞK ÜLKESİ Böyle olmasaydı, Robinson Cruseou, ıssız adada bir başına ve çaresiz kaldığında İncil’de kendine ait umut ve direnç aşılayan bölümü nasıl bulurdu ya da antik devrin şairi Vergilus’un dizeleri nasıl yüzyıllarca kâhinlik, bilicilik olarak alınırdı? Günümüzün akıl ve bilimi önceleyen ciddi gazeteleri Nostradamus’un 16.yüzyılda yazdıklarından, yüzyılımızın geleceğini okumaya nasıl çalışırdı? Bunda yazarın ya da okurun bir düzenbazlığını aramak gerekmiyor aslında. Bu iyi yazanın tek bir dize ile farklı zamanlara, değişik durum ve insanlara yanıt verebilme yeteneğiyle ilgili bir sonuçtur. Aslında edebiyatın gizemli gücü de aşkı da yasağı da buradan beslenir. Eğretilemeyle, ad aktarmasıyla çok katmanlı bir anlam üreten yazar, amaçladığı ülkesine, yani çoklu aşkına doğru sonsuz bir yolculuğa çıkar. Bu yolun uzunluğu, ulaşma yetkinlikleriyle bağlantılı kısalabilirken, yazarın katmanlı anlam üretmesiyle de çok ilişkilidir. Çoklu katmanlar farklı insanların hislerini yansıtırken kendi yayılımını yapıp ütopik aşk ülkesinin sınırlarını durmadan genişletmeye çalışır. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazarların ve kitapların, Tolstoy’un, Hemingway’ın ya da Zola’nın zaman geçtikçe eskimek ve azalmak yerine, yenilenmeleri ve artan okurları, büyüyen ülkeleri gibi… KİTAP DÜŞMANI MUKTEDİRLER İşte bu an kırılma anıdır. Çoğu kez kitaptan hoşlanır gibi duran, kimi ona destek de olan iktidar, kitap, okurunu sınırları çizili düşünceden öteye taşımaya başladığı anda hoşnutsuzluğunu belli eder. Okurla yazar arasındaki derin aşkı budamaya, engellemeye, yönlendirmeye, denetim altına almaya çalışır. Bir kez o yazıyı, düzeninin düşmanı olarak algılamasın, yok etmeye artık kararlıdır. Kendini tehlikede görürse, yazara orantısız güçlerle saldırır. Çelişkilerle dolu bir süreç başlar. Öfkesi geçtikten sonra da oturup o şiiri kendisi övebilir, dilinden düşürmeyebilir, şairini büyük diye ilan edebilir. Aslında anlamla giydirilmiş doğru söze karşı baskı ya da atom bombasıyla hiçbir şey yapılamadığı deneylerle bilinse de, bunu hiç bir öfkeli egemen anımsamaz. Bu aşkı yasaklayanlar tümden haksız mıdırlar? Yukarıda sözünü ettiğimiz masum çocuk kitabı Guliver’in Gezileri’nin yazarı, kitap boyunca dönemin İngiltere’sini, yönetimini, aydınını, insanını, yani elle tutulur nesi varsa onu hicveder. Onun gözünde insanlık kara bir tablodur. O zamanlar İngiltere'de kraliyeti eleştirmek yasak olduğu için Swift bu masal ülkelerini tasarlamıştır. Bu ülkelerde yaşananlar İngiltere'de olanları sembolize ederken, kişiler de isim verilmese de zamanında yaşamış kişileri vurgulamaktadır. Cüceler, devler, havada uçan bir toprak parçasında yaşayan yönetici kısmının yerde yaşayan halka olan uzaklığı, salatalıktan güneş enerjisi elde etmeye çalışan bilim adamları, evleri, çatıdan başlayıp yapmak isteyen mimarlar, yumurtanın büyük kısmından mı, yoksa küçük kısmından mı kırılması konusunda savaşan halklar, hepsi o zamanlarda yaşanan olaylara göndermelerdir. Birçok insan bu romanı çocuk masalı olarak görse de ilgisi yoktur. Yazar, döneminde devlet işlerini, insanları, sosyal yaşamı, bilim adamlarının saçmalıklarını, kitaplarında anlaşılmaz bir dil kullanan yazarları, kısacası birçok şeyi alaya alıp anlatmıştır. Yazarın tepkisinin dışavurumudur bu. Böylesine saldırıya uğrayan İngiltere yönetimini tümden haksız bulmak biraz zor, değil mi? YAZARIN SİLAHI KALEM Yazarın derdinin ne olduğunu anlamak zor gözükse de doğasını anlarsanız her şey basitleşecektir. Yazar, düzene kökten muhaliftir. Bir yönüyle ilahi kusurcu denilebilir ona. Yaşadığı evreni kirletip yaşanmaz kılan, çocuklarının geleceğini yok eden, iki ekmeğim fazla olsun diyerek milyonların açlığına göz yuman, insan öldürmenin sanatını ve ticaretini yapan, kendi doğrusundan başka hiçbir düşüncenin yaşamasına izin vermeyen, ancak arada bir, rastlantısal güzel şeyler üreten… Bu katı dünyaya başkaldırmaktadır yazdığıyla. Nasıl ki çaresiz kalan insan dişiyle tırnağıyla savaşır, o da sözüyle, diliyle, yaratıcı gücüyle daha iyi bir dünya için bu can çekişen rezilliğin tam kalbine ve aklına saldırır. Herkes üç kuruşunu saklamak için bankalar, kasalar icat ederken, o bilgi ve becerisini tüm insanlıkla paylaşmak için yollara sergi açar sanki. Has yazarın gözünde insan değerlidir. Her insan, hak etmese de gerçeği görme hak ve yeteneğine sahiptir. Çağlar boyunca sıradan insanı görür, bilir yapan da kitaptır. Dağ başındaki çobanla kentli burjuvayı eşit yaptığı gibi… Belki aşkı yaratan da budur; yasaklara neden olan da kitabın içerdiği, okuyan herkesin elde edebileceği bilgi… Bilgi en büyük güçtür. “TANRI’NIN ADIYLA OKU…” Güzel örnekler de bulmak mümkün zamanın tozlu raflarında. Okumayı, bilgiyi, kitabı yükselten, yazma cesaretimizi artıran örnekler… Bir kutsal kitap; Kuran, “Oku” diye başlamaz mı? “Tanrının adıyla oku.” Söylenceyi bilirsiniz, Efsane Harun Reşit’in oğlu halife Mümin gece düşünde Aristo’yu görür. Kendisininkine denk bir tahtta oturan filozof, ona tüm Yunan düşünürlerinin kitaplarını Arapçaya çevirtmesini söyleyecektir. Bağdat Akademisi uzun yıllar çalışıp Aristo ve diğer düşünürlerin kitaplarını Arapçaya çevirir. İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt gibi büyük İslam düşünürlerine bunun katkısı olduğu doğru, ama daha önemlisi, sonradan antik Yunan’ı yeniden keşfe kalkan Batı, Helenceyi bilmeyince kolaya kaçacak, bu İslam çevirilerini kaynak yaparak tanıyacaktır o devrin filozoflarını. Bir yandan Aristo’yu öğrenirken bir yandan Arap-İslam felsefesiyle de tanışacaktır. İSKENDER NİYE BÜYÜK İskenderiye Kitaplığını gören olmasa da duymayan mı var? Otuzlu yaşların başındaki Büyük İskender; Aristo’yu çok iyi bilen, Homeros’u elinden hiç düşürmeyen bu ilk çağ hükümdarı, fethettiği Mısır’da kurduğu kente arkaik tarihin en büyük kitaplığını da yaptırıp armağan ederken İsa’nın doğumuna üç yüzyıl vardır. Binli yılların Kahire’sindeki Fâtimi Kütüphanesinde, İspanya Kurtuba’daki Emevi kitaplığında bir milyona yakın kitap bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz çağlar, otuzuna kadar yaşayanın uzun ömürlü sayıldığı, Babil’in pişmiş topraktan yapılma kulelerinden başka çok katlı binanın olmadığı zamanlardır. Yiyecek kuru ekmeği, barınacak mağarayı bile bulmakta sıkıntı çeken, bıçak sırtı bir yerden yaşama tutunmaya çalışan insanoğlu, başta hükümdarları, kitabı tutkuyla sevmekte, onları görkemince saklayabilmek için anıtsal yapılar yapmaktadır. Halkının okuması, aydınlanması ve bilgilenmesi için 2000 yıl önce kütüphane yapan, Tanrı’nın gölgesi bir mutlak yönetici… Kötü örnekleri anımsayınca, ne biçim hükümdar bu, diye düşünmez misiniz? BİLİMSEL VAHŞET Hele içeriğinde çok değerli el yazmalarının da bulunduğu Psitratüs koleksiyonu ve İskenderiye Kitaplığını büyük Sezar’ın yaktırdığını, önce Sezar’ın ve ardından yerini alan Romalı Antonyüs’ün sevgilisi olan Kleopatra tarafından yeniden yaptırılan aynı kitaplığın, bu kez Hıristiyan kilisesince, zararlı düşünce akımlarını durdurabilmek için tekrar yok ettirildiğini anımsayınca... Ondan iki bin yıl sonra, uygarlığın altın çağı denilebilecek, ama insanlığın en eksik çağı sayılabilecek 20. yüzyılda, 1933’te kötülüğün kökünü kazımak için Faşist Alman iktidarın ateşe verdiği yirmi bin kitabı düşününce hele… Kuşkusuz edebiyatın yasaklı tarihi bunlarla başlamaz. Kitaba ve yazara denk bir çağdan, çok öncelerden başlayacaktır. İ.Ö. 411’de Patogor’un kitapları yakılır. Yasaklı aşkın başlangıcı mı? İlk yazıcılardan o güne 2000 yıl geçtiğini düşünürsek, sadece bilenen tarihi bu. İsa ve annesi Meryem’in okumakla ilgileri, devrin koşullarını düşünürsek çok derin gözükmese de bilgelik ve seçkinlik simgesi kitap, Meryem ve Çocuk İsa tablolarında örtülü bir Vandalizm’le yer alacaktır. Resimlerin çoğunda çocuk İsa’nın, Musa’nın Eski Ahit’ini yırtıp yerine Yeni Ahit’i yerleştirmesi işlenir. Bu da kitabın kitaba açtığı savaş olsa gerek. Yeni Ahit, yani İncil de ulaşma gayretindeyken, başlangıcında ne kadar çok baskı görür, âşıkları aslanlara parçalattırılır, çarmıhlara gerilir. Üç yüz yıl sonra iktidarı ele geçiren Hıristiyanlık aynı yöntemleri kat kat fazlasıyla pagan inanışlara ve doğa dinlerine, hatta öteki kitaplı dinlere uygulamaktan geri kalmayacaktır. Çin İmparatoru Tsin Che Hoang, Çin tarihinin birçok değerli eserini ortadan kaldırırken bilginin insanlığa kötülük getirdiğine inanmaktadır içtenlikle. Cengiz Han, "yenenlerin güvenliği, ancak yenilenlerin yok edilmesiyle sağlanır" düşüncesiyle fethettiği yerlerdeki tüm canlıları kılıçtan geçirmekle yetinmeyecek, Harzem Eski Ürgenç'te on büyük kitaplığı da yaktıracaktır. 19. yüzyılın sonu, 20.yüzyılın başında Amerika‘da aşkı engelleme, diğer deyişle sansür uygulamalarının ilki, kötülükleri engelleme derneğini kuran biri tarafından başlatılır. “Cennetteki babamız Adem okuma yazma bile bilmiyordu, ama madem ki icat oldu, bu kötü alışkanlığın kontrol edilmesi gerekir, okuyacaksanız İncil okuyun” diyen o kişi insanları tutuklatır, binlerce kitabı yaktırır, matbaaları kapattırır. Liste uzun, manzara korkunç. Başlangıçtan bugüne yakılan kitap sayısı milyonları geçiyor. Matbaa biraz daha geç kalsa insanlığın kültür mirası diye bir şeyi olmayacaktı. Ancak çok örnekli kitap basımı bu kıyımı etkisizleştirdi. Böylece, kopyaları olan sakıncalı kitapların büyük bölümü kurtuldu. KİTAPLAR ÇOK MU MASUM Bu böyledir de kitaplar çok mu masum? Ortodoks düzen ve etiğin penceresinden bakarsanız, her kitap inanılmaz tehlikeli gözükebilir. Kumran Yazmaları, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı çağın yüz yıl öncesinden yüz yıl sonrasına değin yazılıp saklanan, iki bin yıl sonra 1946’da Ölüdeniz’in kıyısında mağaralarda bulunan, ama Vatikan’ca senelerce Hıristiyanlık üzerinde kuşku tohumları yarattığı için dünyadan gizlenen, İsrail’inse Musa’nın intikamı gibi dünyaya duyurduğu parşömen el yazmalarıdır? Türlü yorumlar yapılıyor bu konuda, bizim üzerinde duracağımız yön; gizlemesinler de ne yapsınlardı? İsa’nın zamanında oturup kaleme alınmış bir kitap yüzünden iki bin yıllık inanç düzeni kaosa mı dönsün? Don Kişot’un yaşlanan aklını başından alan, köy aristokratı doktorun eşi Madam Bovary’i yoldan çıkaran kitapları masum saymak oldukça zor görünüyor değil mi? Ya da Bukovski’yi 657’ye tabi memur gözüyle okuyunca? Böyle yaklaşınca onları yakmak gerektiğini düşünebilirsiniz. Hele, Don Kişot’ta sürünün parçası olan bireyin tek başına özgürleşmeye çalışırken rotasını şaşırmasını görmüyor; yalnızlaşan ve paylaşacağı olmayan kadının tek alkışının karşı cinsin ilgisinde kaldığını hissettiğinde yaşadığı açmaza da aldırmıyor, gündelik sıradan bir konuşmasındaki küfür yüklemesiyle Bukovski’yi bile utandıracak insanımızdan, on yıllarca organ boylarıyla uğraşma düzeyinde kalan toplumumuzun suç sıralamasında en temel etki olan cinsellik anlayışından rahatsız olmuyor, ama bunların yansıtılmasından huzursuz oluyorsanız tepkiniz doğal. Bu sorunları çözmek zor kuşkusuz, o kitapları okumak zorunda mısın diye sormaya gerek yok, en iyisi yakmak onları. Yumurtalarla uğraşacak yerde tavukla uğraşmak, kesmek tavuğu doğru gözüküyor böyle bakınca… Sivas Madımak’ta olanlar da bu mantığın ürünü olsa gerek. Mantıktaki bozukluğa dikkat çekmeye gerek var mı, görünüyor zaten. O sorunu yaratan yazar değil, sorunu yaratan biziz, yani toplum… Yazar, yansıtan bir ayna sadece. Tarihe bir bakın. Salman Ruşdi için verilen fetvanın benzerleri, çağlar içinde kitaplı kitapsız çok düşünür ve yazar için verilmiştir. YAKMAK MIDIR EN KOLAY ÇÖZÜM Biz yasaklı tarihimizde yolculuğu sürdürelim. Çağlar içinde, dünyanın her yerinde kitaplar sık sık yakılır. Roma İmparatorluğu sağlam bir çözüm yolu bulacak, fethettiği yerlerin ahlakını bozan edebiyatçıları sürgün edecektir. Onlar geçmişte kaldı, şükür demeyin, Şili’de iktidara gelen cunta lideri General Pinochet ve adamları 1981’de Don Kişot’u yaktırır. 1600’lü yılların başında İspanya’da yazılan bu kitabın bireysel özgürlüğe davetiye, geleneksel otoriteye başkaldırı olduğunu ve anarşiyi yarattığını savunacaklardır. Ama edebiyatın yasaklı tarihinde biri var ki hepsini unutturur. Darbeler sırasında bizde yakılan, ama kayda geçmeyenleri saymıyorum, Almanların 1933’de devlet töreniyle meydanlarda, kötülüğün kökünü kazımak için yaktığı 20 bin kitap, uygar batının cinneti olsa gerek. Edebiyat bazen güldürecek yasaklar da yaşar. Hitler, Karl May’ın serüven kitaplarına bayıldığını, ay ışığında büyüteçle okuduğunu anlatır, Yazar; gene Hitler tarafından sevilmek gibi bir talihsizliğe uğrayan, bu yüzden müziği protesto edilip dinlenmeyen Wagner gibi, seçimi olmayan bir aşığın dolaylı gazabına uğrar. İsrail de hala yasaklıdır bu iki isim. Nasıl olmuşsa, Hitler’in gene çok beğendiği, kendi fevkinde bir şey yapıp mahvolanı severim, diyen Nietzsche, herhalde deliliğin avantajıyla bu kara listenin dışında kalmıştır. AŞK YASAKSIZ OLMAZ Tersi de oluyor bazen. Atatürk, Diyarbakırlı Ziya Gökalp’ı okuyup sevmeseydi, genç cumhuriyetin bu ilk büyük Türkçü düşünürünü, şimdi biz bilir miydik, diye düşünüyorum? Ya da yetmişli yılların ünlü filmi Arkadaş’ta Yılmaz Güney, Melike Demirağ’ın dilinden Ahmet Arif’i işaret etmeseydi, tek kitapla ülkenin en ünlü şairi olması ne kadar zaman alırdı? Yani hep yasaklayanlar değil, aşka yardım edenler de var. 19. yüzyıla kadar kölelerin okuması yasaktı. Diktatörlerin yüzyıllardır iyi bildiği gibi en kolay yönetilen topluluklar okuryazar olmayanlardır. O nedenle en büyük düşman kitap olarak görülecektir onca zaman. Eğer ille de okunacaksa yöneten erkin işaret ettikleri yeterli olmalıdır, düşüncesi egemendir. Voltaire alaycı bildirisinde, “toplumların koruyucusu ve gardiyanı olan bilgisizliği yayınız” diye boşuna demez. O nedenle edebiyat tarihinde de baskı ve sansür hiç vazgeçilmeyen baş silah olacak, kolay alev almasından olsa gerek bu aşkın üstünde meşaleler yanacaktır papirüs devrinden günümüze kadar. Merak ediyorum, halkını bilgisizliğe, cahilliğe, karanlığa mahkum edip iktidar sürdürmek isteyenlerin, kitap yaktıranların ya da gömdürenlerin hakkında da bir gün soruşturma açılır mı, bu büyük insanlık suçundan dolayı? OLSA DA ADI AŞK OLMAZ Günümüz Türkiye’sinde hiçbir şey geçmişteki gibi değil, yasaklanan internet sitelerini saymazsak. Gene de bizde her şey güllük gülistanlık, yazar okur aşkının arasına giren tek etken dağıtım şirketleri ve tekelleşen, devleşen yayın kuruluşları, yenilere şans tanımıyor… diyeceğim, diyemiyorum düşününce. Daha dünün edebiyatçılarının hapislerden, sürgünlerden, işkencelerden, ölümlerden sesi geliyor. Ülkesinden kaçmak zorunda bırakılan Nazım Hikmet’i, Istranca dağlarında devrinin yönetiminin hiçbir zaman aklanamayacağı bir biçimde öldürülen Sabahattin Ali’yi, yakın zamanda Madımak’ta yakılanları anımsıyorum… Hangi birini sayacaksın. Ama biri var ki ürperiyorum. On beş yaşında bir çocukken kız arkadaşına okuduğu bir Nazım Hikmet şiiri yüzünden okulundan, arkadaşlarından, akan yaşamından edilerek derin travmalar yaşatılan, ülkenin en büyük şairlerinden, yazarlarından biri olmaya mecbur edilen, gene de seksenine kadar da sesine küslüğünü yüklemeden bilgece sözler etmeyi başaran biri: Attila İlhan. Onu büyük, ölümsüz ve bu yasaklı aşkın ustası yapanlara kızsak mı, teşekkür mü etsek?.. Acımak sanki daha bir uygun düşüyor. Yasaksız aşk olmaz zaten. Olsa da adı aşk olmaz. * 2017 ÇOK OKUNANLAR maviADA sayfalarında 200 ziyaretçi, 25 Beğeni, 3 Yorum, İnternet raporlarında ise 300 ziyaretçi...

bottom of page