top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • BEN HUR

    Ben-Hur, 1959 tarihli sinema filmi. Yönetmeni William Wyler olan film, Lewis Wallace'nin romanı Ben-Hur: A Tale of the Christ'in en ünlü sinema uyarlamasıdır. Başrollerde, Judith Ben-Hur rolüyle Charlton Heston ve Messala rolüyle Stephen Boyd vardır. Filmin galası New York'ta, 18 Kasım 1959 tarihinde Loews Theater'da yapılmıştır. Film sürpriz bir şekilde 11 Akademi Ödülü kazanmıştır; 2011 yılı itibarıyla bu sayıyı sadece 1997'de Titanic ve 2003'te The Lord of the Rings:The Return of the King filmleri yenileyebilmiştir. Film MGM65mm ismi verilen bir kamera ile 2.76:1 sinemaskop formatında çekilmiştir Filmin uyarlandığı romanın yazarı Lewis Wallace ABD İç Savaşı'nda Kuzey Orduları generaliydi ve II. Abdülhamid zamanında, 1882 yılında ABD'nin İstanbul'daki Osmanlı İmparatorluğu elçiliğine getirilmişti (“Memaliki Müctemian Amerikan Devleti Sefiri Kebiri”). Ben-Hur, 2004 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. ÖNEMLİ NOT: 2016'da yeniçevrimi yapılan BEN HUR'da Halük Bilginer de rol almıştır. Aynı senaryoya bağlı olarak , ama farklı bir bakış açısıyla çekilen film, meraklısı için filmin linki aşağıda eklenmiştir. İzlemeniz tavsiye edilir. Aşağıda Şenol YAZICI'nın 2017'de yazdığı iki filmi de değerlendiren karşılaştırmalı bir film eleştirisi olduğu kadar yeniçevrimler üzerine edebi bir yazısı da yer almaktadır. Okumanız önerilir. ŞENOL YAZICI BEN HUR ve İKİNCİ ÇEVRİMLER Mart 2017, maviADA Bir yere ikinci kez gitmekten, bitirdiğim bir dostluğu ya da aşkı tazelemekten hep korkarım... İstemem değil korkarım; bıraktığım tatta bulamam diye... ​ Yeniçevrimlerden de aynı biçimde... hele ilkini görüp beğenmişsem... Örneğin "Maymunlar Cehennemi"nin yeniçevrimini izlediğimde sanki bıraktığımda bir civan güzeli olan sevgilimi yaş dönümüne girmiş gibi görmüş, beğenmemek ayrı, dehşetli hüzünlenmiştim. Her zaman değil tabi... parmağı kadar bir kıza gönlünü kaptıran o dev gorilin hikayesinde yani KİNG KONG'ta hiç de öyle görmemiştim ama, aksine çok başarılı bulmuştum yeni yapımı... ​ Hele SPARTAKÜS... Önce beğenmemiş, Kirk Douglaslı o muhteşem filmi aramış, sonra sonra bu onun kuzeni gibi bir şey galiba ama, çok daha farklı ve çok daha hoş bir şey demiştim... ​ Ayrıca başka bir yönünü de biliyorum konunun. İlk çevrim filmi seyrettiğimde belki de onlu yaşlarımdaydım. Bilgim, kültürel birikimim sınırlı, düş gücüm öyle... Ergenliğe bile girmemişim, dünyayı başka türlü görüp algıladığım bir zaman; o bakışla bu bakış bir olur mu? İnsan bildiğiyle hayal eder, kıyaslar. Sivas'ın bir dağında asker öğretmenken çocuklara portakalı üç gün anlatmış da ortaya çıkarabildiğim en çok benzeyen biçim küçümen bir kavun olmuştu, unutur muyum? ​ Milyon dolarlarla dönen dev sinema tekelleri herhalde bir senaryo yazdırmaktan kaçmıyordur, belki parlak bir senaryo bulamıyordur. İşe gişe hasılatı yönünden bakınca da bu kaygı normal. O zaman tutmuş filmleri çevirip çevirip yapıyorlar yeniden... Ama kabul etmeli, böylece o filmle hiçbir zaman tanışma şansı olmayacak kuşağı da gözetmiş oluyorlar. Bize de, ben bunu biliyorum, deme şansını veriyorlar az mı? Sonunda imrendiğim, ama tescil edilmmemiş de olsa kanaat önderlerinden biri olduk da farkında değiliz, gibi … BEN HUR’un ilk filmini herhalde izledim… Yani 1959 yapımı 11 dalda ödüllü filmi… Herhalde diyorum, çünkü sonraki zaman diliminde hakkında o kadar çok yazı okumuştum ki, izlemiş gibi sanmam doğal olabilir… ama başka bir şeyi net olarak anımsıyorum. Filminden önce kitabını okumuştum. O kitabın yeni basımı var mıdır bilmiyorum. Ama varsa mutlaka okumalı. Kitabı bence iki filmden daha güzel…Tabi ki bunda etken, o kitabı yazan biraz da okur, yani bir bana özgü düş gücüm. Benim yaratıcılığımın Einstein örneği olması gerekmiyor; sonuçta okuduğum ve içini doldurduğum o kitaptan keyif alacak olan da benim, yani bana göre zevki ben üretirim okuduğum kitapta; başkası mı yapacaktı?… Edebiyat eserlerinin özelliği bu değil mi? Yine de itiraf edeyim, sanki bizim mahallenin takımı yerel ligi kazanıp da şampiyon olmuş da sokaklara adı yazılıyor... ya da geçmişimden şanlı, övündüğüm bir sayfa, örneğin ta bilmem ne zaman sınıfta uzuneşek oynamakta birinci olmuşumun resmi gibi ya da bir taşra kentinde kendi halinde bir adamken göründüğüm bir filmde Altın Portakalı kazarmışım gibi… Benim bilgim dışında basına sızdırılmış da birden karşılaşmışım gibi bir hisse kapılıyorum, bilmem ne zaman izleyip çok beğendiğim bir filmin yeni çevrimi vizyona girdiğinde... Yani hem yakalanmış gibi mahcup, ama bilmekten gururlu… hevesleniyorum... ​ BEN HUR’un yeniçevrimin fragmanını sinemada izleyince öyle oldum.1959 da çevrilen ve 11 ödüllü BENHUR’un dünyanın en iyi on filminden biri olduğu herkes tarafından kabul edilir... ve ben onu izleme onuruna eren şanslı insanlardan biriyim, ne gurur, düşünsenize… Yeni çevrimi de heyecanla bekliyorum. BEN HUR benim aklımda Hristiyanlıkla ilgili, darbe modası deyimle diyeyim, subliminal mesaj veren bir film gibi kalmadı. Ama Taha Akyol öyle bir yorum yaptı, hatta ilk filmde yakaladığı bu ruhu, yani Hristiyanlığa yorum getiren hali yeni filmde göremediğini ifade etti. Ahmet Hakan’da hani her alanda uzman gibi yazan köşe yazarı da AKYOL’un adını zikrederek, katılıyorum, film yaya kaldı… deyince moralim bozuldu. Nerdeyse gitmeyeceğim. Oysa, her iki filmin de yapımcılığını yapan MGMnin meşhur aslanı adına konuşan; 1959 yapımı film de intikam ana temaydı, bunu biraz değiştirdik 57 yıl sonraki yapımda der gibiydi. İlk BENHUR’dan bende kalan gösterişli, kostümlü, savaşlı, savaşarabalı yarışlı, dönemin dinlerinin bir arada yaşadığı antik bir devri tüm görkemiyle sergileyen bir atmosferdi. Roma işgali altında bir Yahudi kenti, Kudüs … Herhalde İsa’nın doğum günleri… Çünkü filmde zamanı tarihlemek için mi ne, İsa sıkça gösterilen bir figürdü, çarmıha gerilişi de vardı. Bir Yahudi prens anımsıyordum ve aynı zamanda rakibi olan bir Romalı çocukluk arkadaşı, sonradan Roma ordusunda yetkili, yani Massala…İşte o güzel adam; zamanın bir başka ünlüsü Stephan Boyd. Roma mitolojik tanrılar dönemini yaşarken, Yahudiler tek tanrı inancındalar… Ve tahmin edileceği üzre bu iki dini, milliyeti farklı arkadaş arasındaki uzun soluklu, şiddetli rekabet ve çatışma… Tevrat’ı yeniden yorumlayan ve zamanla yeni bir din kimliğine bürünen Hıristiyanlık diye bir şey yok, İsa filmde doğuyor, mucizelerini sergiliyor sonunda da çarmıha geriliyor… ya da gerilecek filmde, ama Hıristiyanlığa, Müslümanlığa daha var… Sonra Roma ordusunda kimlik arayan ve yükselen, rütbe sahibi olan eski arkadaş, bir nedeni olmayan ama çıkarları etkisiyle yeni düşman: Massala… Sonra evinin terasından kente giren Romalı vali ve askerlerini izleyen Ben Hur … sonra valinin kafasına kazaen düşen kiremit… Bu nedenle Ben Hur dâhil hepsi vahşice cezalandırılan aile bireyleri… Bazı sahneler aklımdan çıkmıyor… Örneğin arabalı yarış sahneleri… Bir de öldüğü sanılan ama sonradan Ben Hur’ca cüzamlılar arasında hasta olarak bulunan anne ve kız kardeş… Bütünü o devir aklımın ermediği ama büyülendiğim bir atmosfer içinde geçen köklerini ve ayrıntılarını anımsayamadığım gösterişli sahneler… Taha AKYOL ‘la Ahmet Hakan ne derse desin, ben bu filme gideceğim. En azından ne kadar doğru diyorlar öğrenirim. Hem onlarla senin zevklerin aynı mı ki, söylediklerine bakıp karar veriyorsun. Git, kendin karar ver. Ama etkilenmişim, hiç etkilenmem derken. Gazetelerin, köşe yazarlarının gücüne bak. Geciktire geciktire sonunda gitmeyi başardım. En etkileyici sahnesiyle açılıyor film. Savaşarabalarının yarış sahnesi… Massala ve BENHUR son hesaplaşma için arabalarına biniyorlar. Biri ölecek… Şaşırtıcı, ilk izlediğim zamanki kadar etkilenmiyorum, oysa film bir de 3D formatında, sahneden fırlayan atların ayakları altında kalacağız nerdeyse, ama niyeyse olağan geliyor bana… Sonra arenadakinden bozkırdaki bir at yarışına, 8 yıl önceye gidiyor, kamera… Ben Hur’la Massala’nın kardeş olduğu günlere… Önceki filmde çocukluk arkadaşı değil miydi bunlar? Ya kitap da… Anımsamıyorum ki… Dedim ya parça parça kalmış aklımda. Yine de filme itimadım azıcık sarsılıyor. İlk hissettiğim ötekindeki masal havası yok… her eylemin ve davranışın daha bireyci, daha akılcı bir açıklaması var. Örneğin Massala Ben Hur’un ailesince evlatlık edinilmiş bir Romalıdır. Zengin ve asil ailenin yanında eziklik hissetmektedir ve bu eziklik onu Roma’ya dönmeye ve orduda yükselmek için mücadele etmeye yönlendirecektir. Nitekim bunu başaracaktır da…Ve Massala gücünü, varlığını kanıtlayacağı yere döner orduda bir rütbeli asker olarak. Önceki filmde Massala çocukluk arkadaşıydı. İyi de İtalyalı zavallı bir Romalının Kudüs’te ne işi vardı? Bu yönlü yeni film daha nedenci? Kandırılmışım hissi bende olsa da bu hoşuma gidiyor. Bu arada işgalcilere karşı yer yer ayaklanmalar vardır. Hatta Ben Hur bunlardan birini tedavi etmiştir, hatta yaralı genç asi iyileşmeyi onun evinde saklanarak beklemektedir. İsimler benzese de önceki filmle bir bağlantı kuramıyorum. Genel valinin şehre gelişi her iki filmde de de kırılma noktasıdır. Birden önceki filmde belki abartılı bulduğumdan iyi anımsadığım sahnenin geleceğini hissediyorum. Çünkü Ben Hur ve ailesi sokaklardan geçen Roma ordusunu ve valiyi seyretmek için evin üst katlarına tarasa çıkmaktadır. Balkonumsu terasta kiremit arıyorum. Kiremidi kimin düşüreceğini de belirlemek için bakınıyorum. Belki de hiç konuşmasa da birkaç sahnede gözüken bizim Halük Bilginer’in canlandırdığı karakter yapacaktır bunu. Ama kiremit yok… Ben Hur’un daha önce tedavi edip evinde sakladığı isyancı birden başka bir balkonda ortaya çıkar ve valiye nişan aldığı okla başka bir Romalıyı öldürür… ve kaçar. Onun peşinden gelen Massala komutasındaki Romalılar da herkesi tutuklar. Kim ne derse desin bu sahne hoşuma gidiyor, önceki filmden aklımda bir anlamsızlık olarak kalan bu kırılma sahnesi ikinci filmde düzeltilmiştir. Daha bir ilgiyle izliyorum şimdi filmi… İsa birkaç sahnede gözüküyor, önce bilge ve elinden mucizeler gelen bir hikmetli sözler eden bir adam olarak, ardından çarmıha gerilme sahnesiyle… Bana hiç de subliumit bir mesaj gibi, dinsel bir bildiri gibi değil öykünün zamanlamasını belirten bir amaçla kullanılmış gibi geliyor. Sahi bu arada bir ayrıntıyı belirtmeden geçmeyelim. Tarihsel bilgilerimde İsa’yı Museviliğe eleştirel yaklaşımı nedeniyle haklı bir tehlike gören Yahudi din adamlarının valiyi zorlaması sonucu öldürüldüğü yazılı… Hatta Romalı valinin bu işe çok da sıcak bakmadığı… Oysa ikinci filmde vali karşılaştığı İsa’yı en tehlikeli diye yargılar bile sözleriyle. Herhalde dinler arasında başka tür bir barış gayreti olsa gerek… ya da subliminal mesaj bu mu? Yağmur yağdı, demişsen aslında bana ördek dedin, demek gibi bir şey… BEN HUR izlenmeyecek gibi değil, büyük emekle ustaca yapılmış. Handikap ilki izlemiş olan ikincide de aynı tadı, yani o masalsı havayı ararsa bu film fazla gerçekçi, aynı zamanda önceki bir kitle filmiyken, bu ise BEN HUR’un filmi olmuş… İki filmde de ortak olan ve en etkileyici bölümleri savaş sahneleri bu filmde çağın olanaklarıyla daha da ustaca çekilmiş. Ama en güzel sahneler hangisi derseniz, Ben Hur’un küreğe mahkûm edilişi ve katıldığı savaşta batan gemiden kurtuluşu olağanüstü bir sinema dil ve görsellikle anlatılıyor. Büyülenirsiniz. Başka şeyleri ne kadar bilirim tartışılır, ama sinemayı iyi bilirim, bir film mi çevirdin derseniz hayır, sadece sadık bir izleyiciyim, yumurta da yumurtlamadım ama tazesini iyi tanıyorum, çünkü ömrümce yedim. Salt o sahneler için bile… bu film de unutulmazlar arasında yer alacaktır. Oyunculuğa gelince, böylesine görkemli bir hikâyede beni de dikseler arenanın bir yerine estetik dururdum, o nedenle hepsinin durumu kurtarır olduğunu düşünüyorum. Ama biri var ki, her zamanki gibi müthiş bir oyuncu, gerçek bir sinema devi: Morgan Freeman … Filmin sonunda önceki filme göre bir farklılık daha var. Massala ölmüyor, bu filmde… Yaralı ve perişan haldeyken Ben Hur’a tehditler savuruyor ve Ben Hur yine de onu affedip kardeşçe sarılıyor. Bu bana sahici gelmedi, sevmedim de… O öldürücü yarış Massala’nın seçimi, ortaya konulan bir ödül de var… Ben Hur’sa özgürlüğünü satın alacak karşılığında… Onca mücadele eden, kardeşini, annesini, bütün varlığını kaybeden bir insan en büyük düşmanına o istenmeyen, beklenmeyen hoşgörüyü niye sergiler? Eski Ahit’te yani Tevrat’ta böyle bir emir yok, o Yeni Ahit’in yani Hıristiyanlığın öğretisi, öteki yanağı uzatmak… Yine de kabul etmeli, şaşırtıcı dende insancıl ve sevimli geliyor. BEN HUR'dan çıkarken zamanımın da paramın da boşa gitmediğini düşünüyorum. Ama ilk filmden aldığım yıllarca sakladığım şimdi ayırt bile edemediğim o eski sandıklardaki naftalin kokulu o tat, o masalsı hava yok şimdi, fark ediyorum. Yene de bunun filmin başarısızlığından olmadığını çok iyi biliyorum. Ben masal çağını geçtim. İlk filmi çocukluğumda izlemeseydim, yıllar içinde de onu değiştirip, hatta yeniden çekerek başka bir boyuta taşımayacak, ilk kez karışlaştığım bu filmi avuçlarım kızarana kadar alkışlayacaktım… O zamanlar çok sevdiğim Tommiks Teksas kitaplarını anımsıyorum. Bütün harçlığımı yeni sayılarını almak için yatırmam bir yana, kaçırdığım eski sayıları sinemanın önünde yağmurun altında öyle ayakta kiralayıp okuduğum dönemleri... En büyük hayalim, bir gün büyüdüğümde çok para kazanmak değildi, küçük bir ev alıp bu kitaplarla dolduracak ve hiç dışarı çıkmayacaktım, güya… Şimdi o kitaplar gene var ve küçük bir ev alacak imkânım da… ne var ki bir hevesle elime aldığım hiçbir Tommiks ya da Teksas o zamanki tadı vermiyor. Çizgileri acemice, diyaloglar yersiz, bağlantısız, anlamsız, kurgu saçma sapan geliyor… Burnum büyümüş, inadına kusur arıyor değilim, aksine… Tutunacak bir dal, avunacak bir hoşluk, uğruna mücadele edecek bir hayal yaratmaya çırpınırken mi? Sadece yaşım büyüdü, deneylerim arttı, bildiklerim dünya kadar… Dünya bir anda avuçiçi bir adaya dönüştü… Ağzımın tadını kaçıracak dende… Ahmet Hakan’ı bilemeyeceğim, bu yönlü kültürel birikiminden niyeyse kuşku duyuyorum. Ayrıca eski filmi izlediğini de sanmam, ama Taha Akyol’dan eminim… O da benim yaşadığım medcezirleri yaşamıştır, ama yargısı olumsuz olmuştur. Benim Teksas Tommikslerle ilgili yargım gibi… Değişen bir şey var, ama galiba bizde… yoksa iki Ben Hur ‘da olağanüstü yapımlar… Üçüncüsü olur mu, olursa ben görür müyüm bilmiyorum ama olsa severek giderim… İnsanüstü, hatta insan bile olmayan, tenekeden yaratıkları kahraman yaptıklarında hiç sorgulamadan izlerken, çok sahici gibi duran, ailesi, ekmeği, özgürlüğü ve ilkeleri için kendini aşarak güçlenen ve bunu inandırıcı bir biçimde başaran bir adamın mücadelesini izlemek iyi geldi. Belki de bu hikaye hep iyi satıyor; insanın haklı ve onurlu intikamı … Herkesin uğradığı bir haksızlık ve alınacak bir intikamı var da ondan mı? *Filmler kendi yüklememiz değildir, sinema sitelerinden alınmaktadır. Kaldırılmış olabilir. Siz kendi sitelerinizi seçebilirsiniz.

  • Kuşların Vedası

    Semihat KARADAĞLI * kırmızı kiremitlere kuşlar konmuyor kırmızı kiremitli evler de yok artık. çiçek açan bahçeler ruhsuz plastik çiçekli rezidanslara gömüldü komşulukları betondan perdeler kapladı tıklım tıklım kalabalık kaynıyor yaşam belirtisi olmayan gökdelenlerin gölgesinde kutbu arşınlıyor selamsız sevgisiz burnu kaf dağı insanlar ışık sızmıyor evlerden kuşlar terki diyar etti çocukların şen şakrak sesleri çınlamıyor hepsi telefon ekranına gömülü çıtır gevreğin kokusu simitçinin sesi geçmiyor sokaklardan "bozaaaa " diye bağıran amca İşe giderken yüreğinden tebessümle "kendine dikkat et" diye pencereden kurabiye uzatan teyzeler de yok artık selfi çekimine satıldı gülüşler dostlukların üzerine bir kepçe çimento döküldü sözde herkes birbirini seviyor tebessümsüz yarım yamalak sanal selamla teknoloji parlak renklerle cilalarken her şeyi yürekleri de siyaha boyayıp bir avuç toprak atıp üzerine sevgiyi sonsuzluğa gömdük.. * Semihat Karadağlı/ 02.01.2024/ İzmir saat: 00.00 Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Ay Doğar

    ay doğar bir ay doğar umarsız gözlerinden bir ay batar bedir allah karanlıklar bir silâh kahrı gibi oturur yüreğime iflah olmaz bir silâh ya kara bir kırbaç gibi vur beni küheylânlara ya beni öldür allah dünyada nerede olursa olsun dünyada senin umarsız gözlerin kanlı bir avuç zehir bir de yangınlı yaz akşamlarıyla bir gelir ya da senin umarsız gözlerin mahzun eşkıya ateşleridir tutuşur rüzgârlı bayırlarda *bedir: dolunay; Urfa yöresinde ay hallerinden birini tanımlayan sözcük HİLMİ YAVUZ / Hilmi Yavuz 14 Nisan 1936'da İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki eğitimini yarıda bıraktı. İngiltere'ye gitti. BBC'nin Türkçe bölümünde çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev aldı. Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde "Ali Hikmet" imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeler yazdı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. İlk şiirleri Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan "Dönüm" dergisinde yayınlandı. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazdı. Sonraki yıllarda gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği bir düzey sergiledi. İslam mistisizmi, özellikle de tasavvuftan yararlanarak kendine özgü bir sözcük dağarcığı geliştirdi. * 29.04.2018

  • EŞİTSİZ

    Fuat ÖZGEN * Biri doğar cennete Öteki cehenneme Avrupalı ağzına ne istediğini sorar Afrikalı bir deri, bir kemik Ölmemek için bir şeyler arar Biri çok yeteneklidir doğuştan Diğeri ömrünü verir Beceri kazanmak için her yaştan Biri zeka küpüdür Öteki aptaldır baştan Biri bir yere gelmek için Canını dişine takar Diğeri tepeden inerek Koltuğa oturur Şanslıdır biri Diğerinin ters gider her işi Biri soyludur, köklüdür Öteki tutunmak için Uğraşır durur Biri turp gibidir Engellidir diğeri Biri eğitimlidir Öteki cahil Böyle eşitsiz bir dünyada Ancak mutlu olunur rüyada

  • SELAM OLSUN NECATİGİL

    Niyazi UYAR * Sana selam olsun Necatigil. Demişsin ya hani “Gizli Sevda’nda, “Bir sevgilin vardı, Dün yolda ona rastladım!” Ben de bir caddede rastladım: Bir hoş oldu, Görünce beni, Kızardı, Hem de gül kırmızısı. Konuşayım derken, Sözcükler düğümlendi ince boğazında, Kıvır kıvır kısa saçları, Derinlerdeki gözleri, Işığa kesti, Kesti kesmesine de, Kaçırdı benden anılarda kalan o gülen gözleri. Sana selam olsun Necatigil, Onun da çocukları olmuş, Kızmış, erkekmiş, Ne fark eder, İnsanmış ya… Sana selam olsun Necatigil! Der ya bir halk türküsü: “İnce giyerim ince. Pembe yakışır gence, İnsan bir hoş oluyor sevdiğini görünce!” Öyle oldu, Bir hoş oldu beni görünce ! Ellerini uzatamadı, Gözlerini alıp götürdü Karşılara, uzaklara, çok uzaklara. Dili ne beyninde ne yüreğinde, Besbelli, Kör cehaletin emrinde. Sana selam olsun Necatigil, Unutmuş konuşmayı, Unutmuş sevdayı, Unutmuş sevda yüklü mazisini, Gördüm! Desem de Necatigil, Kor ateşlerde yanıp tutuşmakta o, Teslim olmuş bir zorbaya, Aydınlığını boğmuş korkularında, Şahit oldum! Sana selam olsun, Necatigil. Çekedursun Gizli sevdayı, Hapsede koysun iradesini, Teslim edekoysun Vitrin mankenine dönen Kurumuş bedenini. İflah olmaz gayya kuyularında o! Sana selam olsun, Necatigil, Ben mi… Beni soracak olursan, Kalemimin emrinde yüreğim, Sevda dağlarının doruklarında, Özgürlüğe kanat çırpmakta, Sana selam olsun sana, "Gizli Sevad'nın" şairi Necatigil! Aralık 2023 / Salihli

  • YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ

    Nurten B. AKSOY * Kimi zaman düşen bir tohum, kimi zaman özenle dikilen bir fidan toprağın sıcak koynunda kök salmaya başlar. Önce baş kaldırır usulca, deler toprağın yüzünü, güneşle göz göze gelir. Boy verir günbegün, açar kollarını semaya doğru. Yağmurlarla ıslanır, fırtınalara boyun eğer, büyür büyür büyür... Gün gelir ağaç olur, pembe-beyaz çiçeklerle donanır baharda. Akasya olur, ıhlamur olur, erguvan olur, mimoza olur... Görenler büyülenir, mis gibi kokusuyla başları döndürür, sarhoş eder alemi. En görkemli demidir bahar mevsimi ağacın Yeşilin her tonundan yapraklarıyla sarılır sarmalanır her yanı. Bir bakarsın çeşit çeşit, rengarenk meyve verir ya da yapraklarıyla şenlenir, büyür çınar olur, servi olur, köknar olur... merdiven dayar gökyüzüne. Hasat mevsimi gelir sonra, toplanır o bal gibi, olgunlaşmış meyveler. Mevsim yazdır artık. Sıcaklar yavaştan kavurmaya başlar yaprakları, o yemyeşil yapraklar sararmaya başlar safran gibi. Sonra güneş daha az ısıtmaya, günler kısalmaya başlar. Sonbahardır artık, yani hazan mevsimi. Önce hafiften başlayan meltemler bazen lodosa döner, bazen de sert bir poyraz olur; savurur sararan yapraklarını ağacın. Rüzgarların peşi sıra gidenler karışıverir orada toprağa. Bazen de bir fırtına kırar dallarını en ince yerinden, yaralar onu, ta ki bir başka bahar gelene kadar. Zaman geçer, devran döner, kış gelir, çatar. Artık ne yeşil bir yaprağı vardır çoğu ağacın, ne çiçeği ne de meyvesi. Kuru dallarıyla çırılçıplak, yapayalnız kalmıştır bir anda o koca ağaç. Bazen bir serçe, bazen bir karga konuk olur dallarına. Tepelerde bir yerdeyse bazen bir leylek yuvası çarpar gözümüze. İşte soğuk bir kış mevsimi daha geldi. Biliyorum bir iki ay sonra baharın müjdecisi cemreler düşecek, su yürüyecek yeniden dalların uçlarına, göğerecek yeniden, çiçek çiçek olacak ağaçlar... Aslında ne çok benziyoruz ağaçlara değil mi? Ben de çoğumuz gibi hep baharda severdim ağaçları, yemyeşil olduklarında, çiçekler açtığında. Oysa bu kış kuruyan ağaçlar bir başka görünür oldu gözüme. Güneşin kızıl ışıklarıyla alev alan, dua edercesine göğe ellerini açan, cıvıldayan kuşları konuk eden o kuru ağaçlar huzur veriyor artık bana. İnsanlara, belki de kendime benzettiğimden bir başka görünüyor kış ağaçları artık bana. Tıpkı ana rahmine düşen bir zerrenin hayat bulması, dünyaya gelmesi, büyümesi; ömrün ilkbaharı olan gençlikte tüm güzelliklere sahip olması, sonra olgunlaşması, meyve vermesi, çoluk çocuğa karışması ve yaz mevsimini bazen güzellikleriyle bazen zorluklarıyla yaşaması gibi. Hiç beklenmedik bir zamanda kapımızı çalan sonbaharda sararıp, solup yapraklarımızı dökmüyor muyuz ağaçlar gibi biz de. Ve bir gün belki de bir başka baharın olmayacağını bilerek girmiyor muyuz kış mevsimine? Ama olsun kış mevsiminde bile gün batımını izlemek, giden geminin ardından bakakalmak, ağaçlar gibi tekrar baharı yaşayamayacak olduğumu bilsem de kışı yaşamak her şeye rağmen güzel... Nazım'ın dediğince: "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim."

  • YENİ YIL

    Yusuf AKSOY * Acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktır. Gerçekte eskiyen ise yıl değil, takvim yaprakları oldu. Çünkü dileklerimizin hepsi havada kaldı. Covid-19 salgının acıları taze ve yaraları hala açıktayken 2022 yılı da baş döndürücü olayların hızıyla akıp geçmişti. 2023 yılı ise ülkemizde çok büyük bir deprem felaketi ile bize eşlik etti. Hatay merkezli ve on bir il ve çevresini kapsayan deprem bölgeyi âdete yıktı geçti. Yüzbinleri bulan can kaybı ülkeyi telafisi kolay olamayacak acılar ve sorunlar içerine soktu. Esasta öldürenin, yıkanın deprem değil, rant olduğunu hepimiz biliyoruz. Bildiğimizi halk olarak haykırmadıkça toplumca kaybetmeye devam edeceğiz. Ülkemizde deprem yıkıp öldürürken, Ortadoğu’da halklara huzur vermeyen kirli çatışmalar ve savaşlar durmak bilmiyor. Ekim ayının başlarında Hamasın İsrail’e yönelik saldırıları ve ardından bunu fırsat bilen Faşist İsrail Devleti’nin Gazze başta olmak üzere Filistin’e saldırısı dünyanın gözü önünde bir soykırıma dönüşmüştür. İsrail askeri güçleri çocuk, kadın, hasta demeden Filistinlileri havadan ve karadan hedef gözetmeksizin öldürmeye devam etmektedir. Barış ile buluşturulmak istenmeyen Ortadoğu halkları yaralarını kendi sarmaya çalışıyor. Kapitalizmin insan ve sömürü odaklı yaşam tarzı politikaları ve dayatmaları insanla birlikte, doğayı ve içindeki tüm canlıları da hedef almaktadır. Canlılığa, başka türlerin yaşama hakkına egemen olan vampir irade karar veriyor. Türcülük zihniyeti ve uzantısı politika ve inançlar hayvanlara savaş açmış durumdadır. Sokak hayvanlarına yaşadıkları alanlarda sahip çıkılması, beslenme, sağlık kontrolleri ve rehabilitasyon olanakları sağlanması gerekirken, onların toplanması ve kaybedilmesi emrini verenler vicdanları kanatıyor. Doğada kendi özgür alanında yaşayanlar da av izniyle katliama uğramaktadır. Öldürdükçe doğada her şeye sahip olacağını düşünen insan, daha da kaybettiğini ve azaldığını fark ettiğinde çok geç olacak. 2023’ün ikinci yarısında emek alanındaki hareketlilik dikkat çekmektedir. Lastik-İş üyesi Corning Optik işçilerinin grevi 150 günü ve TGS üyesi Sputnik Türkiye işçilerinin grevi 100 günü aşkın süredir kararlılıkla devam ediyor. Urfa Özak Tekstil’de Öz İplik-İş Sendikasından istifa ederek BİRTEK-SEN’de örgütlenen işçiler; işveren baskısına ve işten atma saldırısına karşı 27 Kasımda üretimi durdurarak başlattıkları direniş sürüyor. Özak İşçilerinin direnişi ülkedeki işçi ve emekçileri heyecanlandırıp, cesaretlendirmektedir. Aynı cesareti cevre ve işçi sağlığı hiçe sayılarak İzmir Aliağa açıklarında söküm için bekletilen Fransız bandıralı tehlikeli atık ve asbest yüklü gemiye karşı da göstermemiz gerekir. Yeni yılda dileğimiz salgınların, afetlerin, kadın cinayetlerinin, doğanın talanının, çocuk işçiliğinin, çocuk gelinlerin, istismarın, hayvanlara eziyetleri ve savaşların bir daha olmamasıydı. Soyut dileklerimizin de anlamlı olmasının koşulları var oysaki. Beklendik ya da beklenmedik tüm hasarların, kötülüklerin, acı ve hüznün üretildiği koşullar var. Bu üretilen koşullar örgütlü ve politiktir. İnsana ve tüm bileşenleriyle doğaya yönelmiş kötülüğün sahipleri var. Bu azınlık sahipler, kendi mutluluğu için hepimizin mutluluğunu çalabiliyor. Bu yavuz hırsızlara karşı örgütlenip savaşmadan mutluluğa erişmemiz de pek mümkün olmayacaktır. Her tarihsel dönemin buhranları olmuştur, olacaktır da. Buhranlar bireysel düzlemde genellikle psiko-sosyal ardıllıdır. Bunlar hırs, duygusal erişememezlik, başarısızlık vs. biçiminde olmaktadır. Bu türden dönemlere tepkiyi estetik bir eleştiri olarak Louis Argon’unun “ Mutlu aşk yoktur” diyen dizelerinde duyumsarız belki de. Her dönem olabilen iç sıkıntılarımız zamanla azalıp sönümlenebilir özellikte olabiliyor. Toplumsal ve evrensel buhranlar ise çok büyük kitleleri uzun dönemler içinde etki altına alıyor. Hele ki bu buhran beslenen politik bir buhransa, bir bütün çağa mal oluyor. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın, savaşların ve afetlerin bile yarası bir şekilde sarılabiliyor. Yarası sarılamayan, açlığı, yoksulluğu da bastıran en büyük yıkım ise ‘adaletsizlik’ ile gelen kirli buhrandır. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, örgütlü kötülükten yana olmamakla suçlu ilan ediliyorsunuz. Ve sizi savunabilecek mekanizmanın olmadığını görüyorsunuz. Adaletsizlik, neredeyse adalete karşı en büyük güç olmuş durumda. İşte tam da bu zamanda yurttaşlık duruşu çok önem arz ediyor. İşte tam da böyle bir zamana tekrar sesleniyor Brecht “Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan." Şarkılarını söyleyebilenlerden hatta mırıldanabilenlerden dolayı yarına güven duyabildiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Her şeye rağmen bizim mahallelerde çok şeyler konuşuluyor. Ama buzu kırıp yolu açmak için “Aslolan değiştirmektir” diyen Marks’ın öngörüsünden hala çok uzakta konuşanlar. Bilim ve teknolojin baş döndüren gelişiminden dolayı yaşamın tüm argümanları meta odaklı bir hız içerisinde tüketilmektedir. Bu sürece de egemenler ‘Hız Çağı’ adını vermektedir. Hız: Sömürebildiğin her alanı her şeyi aşırı hızda sömürmek; ahlak-etik ve adalet kavram ve duygusunun yok edilişini fark edilmeyecek bir hızda tüketmekten öte bir şey değildir gerçekte. Fark edilmeyecek bir hız da kadın cinayetleri, çocuk işçiliği, çocuk gelinler ve her yönden yer yöne göçler, yoksulluk ve açlık tehdidini yok hızında unutma dönemi … Çok geriye gitmeyeceğim. Mütevazi bir şekilde yeni yıldan isteklerimi geçen yıl bu zamanlar aynı konu ile ilgili yazdıklarımdan paylaşacağım: “İnsanlık tarihi şüphesiz ki sayısını bilemeyeceğimiz çoklukta takvimlere başlangıç yapılacak olaylar yaşamıştır. İnsanlık tarihi her şeyden önce sınıfların tarihidir. Tarih boyunca süren kaos ve kavganın hep iki tarafı olmuştur: Ezenle ezilenlerin uzlaşmaz kavgası! Orta da olanlar yok mudur? Soruna yanıt: Hayır olmamıştır! Ortada olmak, seyirci olmaktır. Seyirci olmak ezenden, kötülükten yana olmaktır. Sekiz milyar insan nüfusunun küçük azınlıklar tarafından tepelenmesinin ardında biraz da bu gerçeklik yatar. Daha bir yıl önce bugün durağan toplumun ‘bireyleri’ olarak kırıntıları bırakılmış tüm beklentilerimizi, düşlerimizi, tozpembe hayallerimizi oturduğumuz yerden klavye ile sanal dünyaya havale etmiştik. Havalelerin çok büyük kısmı da boşlukta, konformizme uygun genişlikte yer bulamadığından çarpışarak, dağılıp birer birer yok oldular. Hayat bulan ve bulaşan kıymetli mesajların sahipleri de penceresiz bir metre kare yerlerde duymazlığa tıkıldılar ya da bilmem kaç km uzaktaki diyarlara yollandılar. Akıbetleri bilinmeyenler hala bilinmiyor. Bilinmeyenleri bilip bulunmayanların peşine takılarak yeniden heyecanlanabiliriz. Heyecanlanmada ciddiysek yol, iz sürerek kendimizi buluruz ve kendi olanlarla yeniden hayaller üretip yaşama sarılırız. İnsan olduğumuzu, onurlu bir canlı olduğumuzu hatırlarız bilgiye, bilime ulaşma becerisi gösterebildiğimizde. Bu diyalektik düşünce sistemi bizi bilinçli ve üreten cesaretle buluşturur. Ve sorgulama süreci başlar: Afetler doğal değildir! Savaş cinayettir! İşsizlik, yoksulluk kader değildir! Salgınlar, doğanın talanı ve canlı türlerine uygulanan işkence ve soykırım suçudur! Çocuk işçiliği sermayenin tercihidir! Zorunlu göçler ve sürgünler kapitalist emperyalizmin vahşeti ile ilgilidir! Kadın cinayetleri politiktir! Çocuk gelinler konusu politiktir! Tarımda zehirli kimyasallar hepimizi öldürür! HES’ler su kaynaklarını bitiriyor! Nükleer Santraller Savaş teknolojisi için kurulur! Siyanür altın dağıtmaz; toprağımızı, suyumuzu zehirler, öldürür! Yeniden bir yeni yıla girerken yeni yıldan ne istiyorsak onun da bizden istedikleri olacağını unutmayalım. İsteklerimizin peşinden koşacağız! Nazım ustanın dediği gibi “ Yaşamı ciddiye alacağız!” Alın terine uzanan kirli ellerle dost olmayacağız. Sadece kendi kanayan yaralarımızı değil, başkalarının da kanayan yaralarını göreceğiz ve kanayan neredeyse gidip el basacağız yarasına. Şarkıları susturulanlarla karanlığın orta yerinde sokaklara çıkıp şarkılar söyleyeceğiz: Aşka, barışa, emeğe, adalete, hürriyete ve umuda.” Yazımın son sözleri Nazım dizleriyle yeni yıl yıldızları gibi parlasın: “Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet…” Mutlu yıllar...

  • Yılbaşı Notları

    2003'TEN BUGÜNE YILBAŞI / Şenol YAZICI * 2024 Yılbaşı Arifesi BU MAÇIN KAZANANI ATATÜRK Galatasaray ve Fenerbahçe Arabistan'da Riyad'ta yapacakları, seçilen yer nedeniyle uzun süre tartışılan Süper Kupa maçına dakikalar kala, Suudi yönetiminin formalardaki Atatürk temalı poster ve afişlere yasak getirmesi üzerine takımlar maça çıkmama kararı aldı ve yurda döndü. Yansıyan bu. Gerçek nedir? Bir 40 milyon dolar sözü geçiyor, aslı nedir? Ne, kim neden oldu da onca gösterişli stadyumumuz, bunca futbol ilgilisi seyircimiz varken neden tarihsel bir doku uyuşmazlığımız da olan Arabistan'da oynanıyor bu kupa?.. Bunları ve diğer ayrıntıları zamana bırakalım, manzaraya bakalım: Şimdiden 2024 ışıl ışıl bir başka görünüyor. Mucize gerçekleşiyor; ruh geri geliyor demek. Yılbaşı, gerçekte kış gününde bir gülümseme, bir moral kazanma şansı veren; derin düşününce, nedir bu kırmızı aşkına yol açan saçmalık diyeceğiniz; içini ancak sizin doldurabildiğiniz şahsa özel bir kutlama günü değil artık, bir ulusa göre özel bir anlam kazandı, millileşti. Tarih, tarih olalı ülkem böyle yılbaşı görmedi. Bahçeli ve Cumhurbaşkanından henüz ses yok, ama Ömer Çelik bile alkışladı, önce Riyat'taki futbolcularımızın, ardından bütün futbol kulüplerinin ve tüm ülkenin, Türkiye'nin ulusal onuruna sahip çıkışını. Şimdi tam zamanı; AKP isterse olmayacak şey mi var? Yıllardır, dünyaya inat, çocukları sabit saat uygulamasıyla karanlıkta okula gönderen onlar değil mi? Bundan böyle 29 ARALIK bizim özel miladımız olsa ya... Ne yani, bizim yılbaşı tatilimiz 29 Aralık'ta başlayıp 2 Ocak'ta bitse, Namık Kemal diyesi; kıyamet mi kopar? Aksine tatil cenneti ülkemiz bir güzellik daha kazanır. 2015, 1o Kasım tarihli Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı adlı yazımda; zorlama sevgi olmaz demiştim. "Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek ATATÜRK'ün adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi..." Kanunla yasayla olmaz, içten gelmeli... Öyle olmadı mı, kendiliğinden doğmalı aşk... O zaman uğruna ölünür. Demek kısmet bugüneymiş... Orda olanları bir gözünüzde canlandırın; 22 tane futbolcu, 5-10 yönetici, ancak birkaç ekmeği derdinde taraftar; ülkenden uçak hızıyla 4 saat uzaktasın ve 90 dakika bir onursuzluğa katlansan milyonlarca dolar cebinde... Ne zor değil mi? Sen futbolcusun, asker, politikacı değil, al paranı... Demediler. Kazanan ATATÜRK oldu. Biz tarafımızı, 1919 Mayısında seçtik. Yönümüz ATATÜRK'ün çizdiği yol; çağdaşlık... Siz bakmayın bu bölünmüş, parçalanmış halimize. O aramızdaki parti çekişmeleri, türlü iktidar hesapları, kayıkçı kavgası... Hele siz bizim bayrağımıza, ATA'mıza, vatanımıza ciddi ciddi bir dokunun da görün... vaat ettiğiniz ne olursa başınıza çalar, kapıyı çarpıp gideriz. Görünen yılların en güzeli, en hayırlısı olacak gibi duran 2024 herkese kutlu olsun. 2023 Yılbaşı Yeni yılı biraz daha ötelemek mümkün olsa... der gibiyim. Her yeni yıla dörtnala koşardım. Hiç ayağım çekmiyor bu kez. Bu yıl yaşadıklarımızdan çok daha kötülerini yaşayacağımı öngörüyorum. Elle gelen düğün bayram da diyemiyorum artık. Çünkü görece daha iyi olan devlete sırtını dayamak da avantaj olmaktan çıktı, hatta bu sapla samanın birbirine karıştığı ortamda görünen eksiye geçti. Dünya genelinde pandemi bitmiş gibi gözükse de sanki bir şeyler ekonomi dönsün diye saklanıyor hissi hakim. Kanıksadığımız Ukrayna ve Rusya savaşı burnumuzun dibinde sürüyor ve hala dünya için kıyametin zili olabilir bir potansiyelde... İçerde ise varolan ekonomik sorunların, artık kimseyi şaşırtmayan günlük ritimle yağmur gibi gelen zamların yanına eklenen asgari ücretteki görülmemiş artış, 2008'de uygulanmaya başlayan EYT'den bunalan vatandaşa bu kadar kolay ve cömert çözüm, hiç de hayra yorulacak şeyler değil, geleceğin nasıl olacağının da ipuçları aslında. Hele bu hükümetin daha önceki uygulamalarını da bilip görünce... anlaşılıyor ki 2023 gerçek bir sırat köprüsü olacak. Fark ettiğim başka bir şey daha var: Fırsat oldukça insan ömrünün kısalığından yakınıyoruz, gel gör ki her günü can sıkıntısıyla geçirdikçe "oh be, bugünü de akşam ettik" diyoruz. Yeni yıllar için de bu böyle; yıl geçmiyor ki öncekini aratmasın. Ömrümüz yarı ömürlü gün mezarlığı... Bakalım 2023'ün kaç günlük itibarı olacak? 2022 Yılbaşı Çocukluğumuz şaşkın ördekler gibiydi; anlamaya çalışmakla; gençliğimiz" kullanılmakla"; orta yaşımız "kandırılmakla" geçti. Bakalım yaşlılığımızın tarihi nasıl yazılacak? Merak ediyorum 2032'yi görürsek nasıl yazacağım bu kişisel tarihi? Umarım ömrümü tanımlarken birileri "Ahmaklar Tarihi " diye yazmaz. Dün birileri iyi, birileri kötüydü; kötülük de baktığın yere göre bir değerdir elbet. Sana kötü gözüken, birileri için iyidir mutlaka. Ama beceriksizliğin, ahmaklığın nasıl bir değeri olur ki... Kral çıplak... Bu da sorun edilmeyebilir , ne var ki adam, kadidi çıkmış, kendini Apollon sanıyor... Agora'da en iddialı haliyle adembaba kılığında dolaşırım, diyor. Sıkıyorsa gel de ayıp de... Her şey bir yana yaşadığım ömrün en kötü yılıydı 2021. Üç ekmek alabiliyorsam ikisi çalındı. Coğrafya dediğin insanından soyutlanamaz ki; hal böyle olunca tabi ülkemin de... Hadi geçmiş olsun. Yarın yeni bir gün ve yeni bir yıl başlıyor. Yazılışı bile güzel; 2022 . Ne umut ama... * İyi ki geldin KALANDAR / İyi ki  Gittin Eski Yıl... ARALIK 2020 "Oh be, iyi ki gittin eski yıl..." Ben bu sözü hep derim. Nasıl bir umutla sarılırım yeni yıla bir bilseniz, nasıl aşkla... Sonra günler aylar geçer, onca olumsuzluğa aldırmaz, bu yılın geçmişten iyi olacağına olan inancımla "Hoş geldin" demeyi sürdürürüm yeni yıla... Sonunda da aynı kısır döngü, o replik hazırdır oysa.... Bildim bileli böyle... Konuştuğum her insanda da öyleydi. Nasıl bir hal bu? Bu yılsa , sizi bilmem ama , ilk kez, "iyi ki gittin eski yıl..." diyemiyorum, diyorum da öyle yürekten değil... Demek ki içim 2021'e öyle kaygılı bakıyor. "Sonunda , Corana gerekçesiyle yılbaşını da yasakladılar ya" diye değil, o başka bir konu... Yılbaşı pastamı onlar vermiyorlardı ki hükmü olsun... Benim asıl korkum 2021'den... Başımızdaki bu musibet sürerken, en kötü haberler yayılırken, hükümetin açıkladığı vaka sayıları minnacık, ama çember daralmış, en yakın insanlarımızın ölüm haberlerini alırken, aşı yılan hikayesine dönmüşken, parasını ödemediğimizden ilaç alamıyoruz haberleri duyulurken, çevremde şimdiden işsizliğe, aşsızlığa mahkum olmuş insanlar çoğalırken, çamlardan sokaklara gözyaşlarıyla bakan bunca çocuk varken, dükkanlar kapanırken; ekonomi buyken... Gelmesen de olurdu be YILBAŞI... Belki büyüklerimizin verdiği müjdeler tutar, aşımız gelir, oluruz, biraz daha önümüzü görür, birbirimize önce şöyle doyasıya sarılır, sarılma deyip geçme bir gün değil, bir yıldır insan kokusu özlüyoruz, sonra korkmazsan sana da sarılır, gönlünce de ağırlardık seni... Acelen neydi ki? Hiç bir şey olmasa bile yeni yılın gelişine bile deli gibi sevinen ben, ilk kez "bir yılbaşından" korkuyorum. Bu pandemi bizden başka bir insan yaratacak... Umarım, yanılırım da sonunda seviniriz. Razıyım, şom ağızlı olmakla kalırım. Geçmiş yılbaşı yazılarını okumak ister misiniz? Ben okurken, neden yıl sonlarında yeni yıla aşkla sarıldığımı anlıyorum. Daha beterinin de olabileceğini nerden bilecektim. Bilsem o günlerdeki halime şükrederdim. * İYİ Kİ GİTTİN ESKİ YIL HOŞGELDİN KALANDAR 13 OCAK 2020 Talkınlar, fetvalar, başkalarının bahçesinde ağaç olmaya özenen, ama kendi bahçesinde dal bile olamayan bazı büyüklerimizin işini yapmak yerine kendini seçen halkının geleneğine, yaşamına ayar çekmeye çalışmaları ya da yerli yersiz yılbaşı çıkışları değil, Raina katliamı tuz biber ekti. Öyle ya alıştığımız, kendini bilmeyenlerin münferit olayları, şimdi planlı toplu katliama dönüşünce ... VARGİT çiçekleri gibi kış ortasında pıtrak pıtrak açan YILBAŞI, öksüz bayram çocuğu durgunluğuyla geçti... ZEMHERİ bile adam gibi kış, kar yapmadan, bir soğuk, bir sıcak... Sevinecek de bir şey de kalmadı şu uzun kış gecelerinde derken... Sandığı karıştırınca ne bulmaz insan... KALANDAR... Orda duruyordu, alternatif yılbaşı olarak... Allahtan göremedikleri ya da eski takvime uygundur diyerek hoşgördükleri KALANDAR var. Deliye her gün bayram örneği, Yılbaşından çok ne var, ararsan. Hem gavur icadı diyerek YILBAŞIna bakmayan büyük annem de sever KALANDARı. Aynı tat yok belki, hep birlikte yapılan gibi olur mu, olmaz elbet. Ramazan neden güzeldir o kadar dersiniz ya düğünler... ya da hayvanları boğazladığımız, dünya kadar eti heder ettiğimiz Kurban bayramı?.. Birlikte cünkü... O nedenle hazırlıksız yakalandım. Yazma ilgisinin bir güzel yanı vardır; kendi tarihçiniz olursunuz, hem de en güvenilirinden... Geçmiş yıllara dair çok not buldum, yılbaşıları yazma ilgim artıyormuş demek... Dikkatle bakınca o günlerden bugüne adı değişse de çok bir şeyin değişmediğini şaşırarak gördüm, siz de ilginç bulacaksınız. Öreneğin 2014 Zarrab'ıyla, Gezi olaylarıyla, ayakkabı kutularıyla, Elvan bebekle... ne biçim yıldı öyle... Bu resmin bir yüzü, asıl resim cemaatin, rolüm bana dar geliyor ben de varım, demesinin dışa da yansıdığı yıllar değil miydi? Sonradan anlayacaktık ki iktidara oy desteği sağlayan bir cemaat, devleti ele geçirmiş bile , ama doymamış, mühür de ben de olacak diyor... 2016'da görmedik mi?.. Sahi bunun oy potansiyeli neydi ki, bu kadar şımartıldı... sonraki seçimlerde gördük, iktidarın oyunda bir azalma yoktu. YILBAŞINA TAKANLAR ÇOK DA HAKSIZ SAYILMAZLAR; TAKVİMDE GÜN DEĞİŞTİ DİYE, MUKADDERAT DEĞİŞİR Mİ? Hele bizim gibilerin... * 2018 YILBAŞI / Şu yılbaşına bir kızıyorum ki sormayın. Gavur icadı filan diye değil, mahalleye uydum diye alkışlamayın beni, saltanatımı bitirdi diye... Ben KALANDAR doğumluyum. Yani çok uzun zaman YILBAŞI doğumlu şanslı çocuktum. Sonra YILBAŞI çıkınca, ne olacak, KALANDAR'ın papucu dama atıldı, tabi benim de... Çare tükenir mi? Ben de doğumumu YILBAŞIna taşıdım. Sahi... Ama ona da gavur icadı kulpunu taktılar. İyi de... Ben ortada kaldım. * İsa Aralık 25'te doğmuş, güya... Bir mağarada karanlık kuytu bir yerde... Sözde böylelerden biri bu... Gerçekte bilimsel hiçbir veri yok... Bu ülkede 50 yaşında olanların yüzde yetmişinin doğum tarihi kesinlikle kimliğindeki değilken, en şanslılarının ancak mevsimi, orak ayı, kiraz ayı...gibi anımsanırken 2000 yıl önce doğan Nasıralı bir kimsesiz çocuğun doğum tarihini bileceksiniz öyle mi? Olsun, iyi ki de doğmuş, İsa çok derdim değil ama zemherinin ortasında gülümseyecek bir güne neden olmuşsa iyi adammış demek ki... Oysa derin baksan günü güzelleştirmek için herkesin bir şey kattığını görürsün bu yılbaşı hikayesine. Bizim atalarımızın da Narduganı, Nevruzu, Hızır'ı İlyası, Kalandar'ı yok mu? Halbu ki İsa'dan yüzyıllar önce Mısır'da Amon Ra’nın da aynı tarihte bir mağarada doğduğu rivayet edilir, koca firavunun ne işi var mağarada, keramet vehmedilecek ya... Kutlamalar yapılıyor. Hoş bugünkü takvimi ilk akledip de başımızı derde sokan da İsa taraftarlarını arslanlara parçalattıran Roma imparatorları... Aslında çok araştırınca fark ediyorsun ki işin altında bir başka önemli doğa olayı yatıyor. 21 Aralık oğlak dönencesi, 25 Aralık günün geceye zaferi... Yani günümüzde NOEL tatilinin başlangıcı, Latince NATALIS yani DOĞUM adıyla imparator Avgustus, yani yıla adını ekleyen imparator, tatil yapmış…Ta o zaman ... Ah bizde de olsa... Batıyı bize mürşit gösteren Atatürk'ün Noel tatiline sıcak bakmayışını araştırmak lazım. Sonra biliyor muydun yılbaşının en önemli simgesi Anadolulu... Bakma kızaklı, geyikli, karlı Coca Cola sembollü haline; aslında eşekli, çocuk sevgisiyle tanınan hemşerimiz Pataralı Noel Baba'yı sen ne dersen de seviyorum. Gavur icadıymış, olsa bana ne, UÇAKTA GAVUR İCADI, TELEFION DA, kullanmıyor musun, ama ilgisi yok. Ben Hristiyanlıktan önce pagan Sezar'ın Temmuz ayına adını verme sevdasından icat ettiği takvimi ve yılbaşını da seviyorum... Sana ne oluyor peki? Noel'i de yılbaşını da kutlarım... Kutlamasam asıl o zaman endişe etmeli. Kutlamasam unutmam, kutlamasam kendimi senin kölen gibi hisseder, içim nefretle dolar, seni de kendimi de bağışlayamam. Yılbaşı yaklaştıkça bende bir umut doğuyor, her şey başka olacak ve yeni bir hayata başlayacağız umuduna kapılıyorum. Tertemiz bir başlangıç, kirden arınmış... ...ve ben sigarayı bırakacağım yılbaşında. ...ve ben daha iyi bir insan olacağım yeni yılda... Ne o, yeni başlangıç düşüncem de mi zoruna gidiyor? 2015 YILBAŞI / Depremde Yalova'da evim yıkılmış, insanın aç gözlülüğünün korkunç örneklerinin yanında büyük ve güçlü gözüken devletin beceriksizliğini ve basiretsizliğini çok yakından görmüştüm. Çok sayıda kötü yılı, hatta 12 Eylül öncesi toplumsal manyaklığımızın boyutlarını bizzat görüp yaşasam da bana en uğursuz yıl 1999 gözükür. Elbette 2014'ü henüz görmemiştim... Oysa yıllar var ki bu ülkenin giden yılı da geleni de çok farklı olmadı. 2003 Temmuz'unda AKP çiçeği burnunda bir iktidarken şok edecek bir olayla karşı karşıya kaldı ülke. İmar Bankası batmış, devletin garanti verdiği milyarlarca dolar değerindeki mevduat sır olmuştu. Deneyimsiz iktidar: " Borcum borç ama verirsem ne olayım, ben mi size dedim gidin o bankaya paranızı yatırın?" demiş, binlerce mevduat sahibini perişan edip ellerinden dava açmayacaklarına dair imzalar da alarak iki yılı geçen bir sürede, o da ancak bir kısmını ödeyerek bankayı da hesabı da kapatmış, ciddi siyasi rakibi de olacak gibi duran, milletin parasını gözünün içine bakarak iç ettiği halde parti kurup seçime katılan ve şimdiki cumhurbaşkanlığı seçiminde HDPnin gururlandığı oyuna yakın oy alan İmar Bankası sahibi UZAN'ları da tarih yapmıştı. İmarbankzedelerinden biri de bendim. Bu acımasız ve devlet tavrına uymayan uygulamada bile kendimce haklı bir yan görmeye çalışmıştım. Bu adamlar geçmişin popülist yaklaşımlarına yüz vermiyor, rasyonel davranıyordu. Ülke ekonomisini bitirecek boyutlardaki bir parayı her ne kadar yasal garanti vermişse de ödemekten bu yüzden kaçınıyordu. Ömrüm boyunca biriktirebildiğim paramı taksit taksit ancak iki yıl sonra aldığımda değeri üçte bire düşmüştü ama böyle avunuyordum. Sonra on yıl geçti. bizim gibi sıradan insanların dünyasında fevkalade bir olay olmadan, canımızın sağlığına şükrederek geçirdik. Yıllar hep birbirine benziyordu. İyisiyle kötüsüyle... Yukarıda birileri tepişiyor, aşağıdakiler yani bizler eziliyorduk... Canımız sağdı ya ona şükür... * 2013 çağın ve yöntemlerin değiştiğinin işaretçisi gibiydi. Farklı bir yıldı. Bu kadar da olmaz dedirten bir yıl. Gezi olayları belki de organizasyonsuz, ilk sivil başkaldırı olarak tarihe geçerken 17 Aralık bir başka önemli olayı daha gün ışığına çıkaracaktı. Yılın ikinci yarısında Gezi olayları artçı depremlerle sürmüş, Güney Doğu yine türlü olaylarla gündemde olmuştu. Bütün umudu yeni yıla bağlayıp temiz ve güzel bir milat yaratma, yani yılbaşı hazırlığına geçmiştik ki kıyamet kopmuş, devletin üst düzey görevlilerinin ve yakınlarının adının karıştığı trilyonlarca liranın sözkonusu olduğu "hırsızlık iddiası" gündemi altüst etmişti. 2014'te iddianın asılsız olmadığı kısa süre sonra anlaşıldı. Ayakkabı kutularında saklanan paraların görüntüleri, medyaya servis edilen telefon konuşmaları günlerce konuşulacaktı. Birkaç bakan ve üst düzey yetkili istifa edecek, hükümet içinde karşılıklı suçlamalar belirecek, iktidar partisinin bazı milletvekilleri ayrılacak, bakan çocuklarının da aralarında olduğu çok kişi için soruşturmalar başlatılacak, iş adamı olarak bilinen, ama asıl bir şarkıcıyla evliliğiyle damadımız olup adını duyuran REZA ZARRAB bu kez gündemin baş aktörü olacaktı. Ortada ciddi miktarda bir para olduğu, bu paranın bakan çocuklarının evlerinden çıktığı gerçeğini hükümet de inkar etmiyordu. Ne var ki hükümet, olayın kendisiyle uğraşmak , netleştirmek ve halkı bilgilendirmekten daha çok, düne kadar pek çok olayda parmağı olduğunu iddia ettiği bir grubun, cemaatcilerin peşine düşmeyi önceleyecekti. 2014 yılının birinci yarısı hükümetle eski dostu yeni düşmanı "paralelciler" diye adlandırdığı cemaat arasındaki karşılıklı suçlama ve çatışmalarla geçecekti. Muhalefetse kendi insiyatifi dışında oluşan bu atmosferden şaşkın, sadece alttan alta umuda kapılmıştı. Bu gerçeğe yüzde ellilik oyla iktidar olan hükümet dayanamaz, halkın gazabına uğrardı. İlk seçimde iktidardan düşeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Unutulan burası Türkiye, yıl da 2014'tü ve söz konusu parti, herhangi bir parti değil AKP ve lider Erdoğan'dı... Hepsi de eskilerin deyimiyle nev-i şahsına münhasırdı. Yerel seçimlerde AKP oyunu yine artırarak çıkacaktı. Gezi olayları sırasında vurulan ve uzun süredir yaşam mücadelesi veren 14 yaşındaki Berkin Elvan'ın ölümü ülkeyi yasa boğacaktı. İktidarın yaptığı talihsiz kimi açıklamalar kınanırken ülkenin dört yanında eylemler geliştiyse de gündem kısa süre sonra yerini daha acıklı olaylara bırakacaktı. Bu arada bir sürpriz olacak, niçin tutuklandıkları bile daha tam anlaşılamayan ama SİLİVRİ'de yıllarca kalan, en son aralarında defalarca müebbete de mahkum edilen çok sayıda asker, gazeteci ve milletvekilinin "bizim suçumuz değil, aramızdaki paralelcilerin yaptığı" imajıyla salınması bir kesimi mutlu edecekti. Birkaç ay gibi kısa süre sonra da onların tutuklanmasında önemli roller üstenmiş savcı ve polislerin yerlerini alması da kimseyi şaşırtmayacaktı. Dedik ya burası Türkiye'ydi ve yıl 2014'tü... SOMA'da Cumhuriyet tarihinin en büyük maden kazalarından biri yaşandı ve 301 kişi hayatını kaybetti. Haziran'da açılım bekleyen güneydoğu yine karışacak, askeri garnizonda bayrak indirilecek, Atatürk büstü bile yakılacaktı. Karışık Güney sınırımızda adı duyulmamış bir teror örgütü ortaya çıkacak ve Musul konsolosluğumuzu basıp personeli rehin alacak, akıl durduran şiddet yöntemleriyle Irak ve Suriye'nin büyük bölümünü ele geçirirken onları elinde tutmayı sürdürecekti. Hükümetin İŞİD'e yardım ettiği söylentileri iç ve dış basında gündeme gelecek, bazı yabancı siyatsetçilerin de benzer açıklamaları ciddi tartışmalara yol açacaktı. Bu atmosferde, muhalefetin hala anlaşılamayan bir biçimde yumuşak bir benzerini ortak aday gösterdiği, HDP'ninse ayrı adayla katıldığı ilk kez yapılan seçimlerde halk oyuyla recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilecek, bu kez de oyunu artıracaktı. İŞİD'in hemen sınırımızdaki Kürt yerleşimi Kobani'yi kuşatması ülkemizdeki Kürtleri de hareketlendirecek , HDP liderinin de çağrısıyla gelişen eylemlerde elliye yakın insan ölecek, birçok yer yakılıp yıkılacak, yüzlerce insan da yaralanacaktı. Hükümet ve değişik kaynaklardan yapılan farklı açıklamalarla yeni cumhurbaşkanlığı sarayının maliyeti milyarla ifade edilirken uzun süren tartışmalara neden olacaktı. 2014 içinde ilk kez gündeme oturan BONZAİ denilen uyuşturucudan yüzlerce insan ölürken, yine onlarca kadın şiddet kurbanı olacaktı, sokak ortalarında. ...ve biz aşağıdakiler Aralık 2014'ü NOEL ve yılbaşı gavur icadıdır, kutlasak mı kutlamasak mı diye tartışmalarla geçirecektik. İyi ki bitti 2014. Birbirinden üzücü, sarsıcı olaylar biter, taze ve temiz bir başlangıç yaparız umudunu taşıyarak yeni yıla geçtik. İyi de çıkın sokağa farklı kimlikten 100 insana ayakkabı kutularındaki paraları sorun, hiçbiri yok öyle bir şey demeyecektir, ama 100 farklı yanıt alırsınız, yani koca yıl geçti, hala toplumsal bir yargı oluşmadı, şudur diye. Yok hakkını vermeli, bu hükümet çok yetenekli, hele algı oldurmada inanılmaz... Muhalefetin şaşkınlığına şaşırmamak gerek... İnsan hafızasının sihirli bir yanı var, kötü olayları uzun süre aynı şiddetle anımsamıyor, hatta unutuyor da... Hele biz çabucak unuturuz, yoksa çatlarız, yaşayamayız. Yine de kolay değil, bazılarını unutabileceğimizi hiç sanmıyorum... 14 yaşındaki Berkin Elvan'ın güvenlik güçlerinin gaz fişeğiyle öldürülmesini unutabilir misiniz, hele hükümetin ölüm sonrası çocuktan bir suçlu yaratmaya çalışmasını?.. 2003'te batan bankada benim helal paramı garanti verdiği halde, yasal görevi olduğu halde ödemeyen devletin, 17 Aralık'ta ortaya çıkan hırsızlık olayının faillerini bir tür mağdur saymasını ve paralarını iade etmenin yanında alıkoyduğu süre için de faiz ödeme inceliğini de dilim tutulmuş şaşkınlıkla izliyorum. Yine de alışacağız biliyorum. Gavur icadı diyenlerin inadına iyi bir Noel kutlaması yaparsam, yeni yılın sihirli bir biçimde bütün kirleri sileceğini, olanı biteni temize çekeceğini benim de düzeleceğimi safiyane bir biçimde umut ediyorum. Hep öyle olmadı mı? İyi ki bittin , iyi ki geldin yeni yıl. İyi ki yılbaşı var. Yoksa bu kirle yaşanmazdı. Sizin aklınız hala KALANDAR da mı? Ne bileyim, eskilerin YILBAŞIsı o da... Çok istiyorsanız büyük annenize sorun. Şu an aklıma Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiiri geliyor, bir tek... "Günlerden bir gün Hamama gideceği tuttu Sadrazam hazretlerinin Bir yanında birinci veziri Bir yanında ikinci veziri Bir yanında üçüncü veziri Sonra efendime söyleyeyim Peşkircibaşısıi Nalıncıbaşısı Sabuncubaşısı Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile Peştemal takıp girdiler hamama Geçtiler kurnaların başına Üçer beşer Sadrazam deseniz Kuruldu göbektaşına Yan gelip yattı Memleketin en ünlü tellakları Sardılar dört yanını Kimi elini kaptı kimi bacağını Bir keseleme, sürtme faslıdır başladı Tamam on iki saat On iki ünlü tellak İncitmeden keselediler Hazretin mübarek vücudunu Öylesine kir çıktı ki sormayın Her biri nah parmağım gibi Aman efendimiz bu ne kiri Demeye kalmadı Keselerin altında eriyip gitti Koskoca sadrazam Bütün maiyet erkanı yerinden fırladı - Nittünüz devletliyi Dediler tellaklara Tellaklar cevap verdi: - Biz yıkadık, keseledik Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik Suç bizde değili Neyleyelim Kir bitti Sadrazam elden gitti !!! Ümit Yaşar Oğuzcan

  • Yılbaşı Kutlamaları

    Yılbaşı yaklaştıkça bazılarının yaşam biçimine karışma, karşı çıkma, algı yaratma, ötekileştirme çalışmaları başlıyor. “Hıristiyanların kutladığı bir günü kutluyorlar. Bu müslümanlığa terstir. İslamın yasakladığı içkiyi içiyorlar. İçince ne yaptıklarını bilmiyorlar...” gibi önesürülerle bir kesimi korkutmaya, dışlamaya, hedef göstermeye başlıyorlar. Oysa durum yeni bir yılı mutlulukla, coşkuyla karşılama, kutlama, yeni bir yıla erişebilmekten memnun olmadır. Dinsel bir yanı yoktur. İsa'nın doğumunun kutlandığı Noel, 25 aralıkta kutlanmaktadır. Noel Baba da Anadoluludur. Antalya Demre'de doğmuş ve yaşamıştır. Noel ile yılbaşı karıştırılmamalıdır. Yılbaşını tüm ülkeler birlikte kutlamaktadır. Her ırktan, coğrafyadan, dinden, inanıştan insanlar kutlamalara katılmaktadırlar. Yılbaşı kutlamaları sırasında içki içenlerin de ne kendilerine ne de çevrelerine zarar vermemeleri istenir. Kendinden geçmek, ne yaptığını bilmemek, trafik kazasına neden olmak, başkalarını zor durumda bırakmak, -hatta- kaçak, sahte içkilerle sağlığını, canını kaybetmek hoşa gidecek şeyler değildir. Başkalarına zarar vermeden eğlenmek herkesin hakkıdır. Kaldı ki yılbaşı her zaman ve her yerde içkiyle kutlanmaz. Kimileri yılbaşı kutlamalarını tam bir israfa, aşırı harcamaya çevirebiliyorlar. Yılbaşı kutlamaları çocuklar bakımından da önem taşır. Birlikte hazırlanma, hediye bekleme çocukları sevindirir. Aile arasında hediyeleşme, geleceğe dair umut besleme ilişkileri geliştirir, aile bağlarını pekiştirir. Yılbaşı kutlamalarının bir tarafı da tavuk veya hindilerle ilgilidir. Hemen her evde bir tavuk ya da hindi pişirilir. Satıcıları mutlu eder, hayvanseverleri üzer. Ayrıca süsleme için çam fidesi gerekmektedir. Fidanlıklarda bu amaçla yetiştirilmeyip ormanlara zarar veriliyorsa üzülmemek elde değildir. Yılbaşı kutlamaları hindi yetiştiricileri, kasaplar, kuruyemişçiler, içecek ve süs eşyası satıcılarınca fırsat sayılır. Kişilerin kendi yaşam biçimlerine uygun yaşaması, kendilerine ve çevrelerine zarar vermeden eğlenmesi, geleneklerini yerine getirmesi; kimsenin de buna karışmaması toplum barışı açısından önemlidir.

  • Yılbaşı Teranesi

    * Her yıl aynı terane... Yılbaşı kutlamak gavur adetidir... Neden? 1) Yılbaşının temeli Hristiyanlığa dayanır. 2) Bu, milli ve manevi değerlerden sapmadır. Bu ikisinin ardından da tabi şu geliyor: “Biz İsa’nın doğumuna dayanan Miladi yılı bırakıp, İslam tarihinde Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretine dayanan Hicri yılı alalım!” Her şeyden önce, yılbaşını 1 Ocak’ta kutlamanın temeli Hristiyanlığa dayanmıyor. İsa’nın doğum günü Ermeniler hariç (onlar için 6 Ocak’tır) tüm Hristiyan kiliselerine göre 25 Aralık’ta olduğundan yılbaşının bu açıdan Hristiyanlıkla ilgisi yoktur. 1 Ocak takvim yılının başlangıcıdır. Papa XIII. Gregorius, Julius Caesar’ın İ.Ö. 46’da yaptıgı “Julyen takvim”i, 1582’de “Gregoryen takvim” adıyla geliştirirken, 1 Mart’ın yerine yılbaşı olarak kabul ettiği 1 Ocak gününü yılbaşı olarak belirlemiştir. Osmanlı takviminin Hicri oldugu da yanlıştır. Osmanlı bu takvimi yalnızca 1. Mahmut dönemine kadar kullanmış ve sonra terk etmiştir. 1.Mahmut, 1678’de maliye alanında Julyen takvimi (Osmanlı’daki adı: “Rumi takvim”) kabul etti. 1839’dan sonra da tüm resmi ve mali işlemler, yılbaşını tıpkı Romalılar gibi (Rumi, Romalı demektir) 1 Mart kabul eden bu takvime bağlandı. Julyen takvim uygulamasi, yerini 1 Mart 1917’de “Takvim-i Garbi” diye anılan ve 1 Ocak’ı yılbaşı alan Gregoryen takvime terk etti. Bu takvimin TC’deki adı “Miladi takvim” olacak, 1926 yılında 1 Ocakta yasalaşacaktır. (1 Mart, 1983 yılına kadar mali yılbaşı olmaya devam etti, bu tarihte mali yılbaşı da 1 Ocak’a çekildi). Osmanlı’nın 17. yüzyılda kabul ettiği Julyen (Rumi) takvimin düzeltilmesiyle yapılan ve yine Osmanlı’nın 19. yüzyılda kabul ettiği Gregoryen (Miladi) takvimin yılbaşı ilan ettiği “ 1 Ocak'ı bugün yeniden tartışmak acaba ne kadar anlamlıdır? Yeni yıl gecesi dini bir gece değil, tüm insanlığın ortak sevinci olan yılın son gecesidir.

  • BİR ZAMANLAR YILBAŞI

    1947 doğumluyum. Bu demektir ki 1952 yıllarına kadar olayları hayal meyal de olsa hatırlarım. O tarihlerde, hele yaşadığımız Iğdır’ın Türkiye’nin en ücra köşesinde, sınırda 7-8 bin nüfuslu küçük bir kasaba olduğu gerçeğini göz önüne alırsak, tespitlerim daha iyi anlaşılır. Yılbaşı yaklaştığında bir telaş başlardı evlerde. Yılbaşı nerede ve kimlerde geçirilecek. Mutlaka, bir dostun ya da akrabanın evinde toplanılırdı. Ne pişirilecek. Neler yenilecek. Ve özellikle de ne giyilecek. İllaki hindi kesilir. Yenilir, ağır ağır içilirdi. Genelde şarap. Radyo açılır, cızırtılı, kesintili olsa da İstanbul türküleri ve Orhan Boran dinlenilirdi. Ve herkes heyecanla saat 24’den sonra Milli Piyango İdaresinin çekilişini dinlerdi. Zira hepimizin en azından bir bileti vardı. Öyle haremlik selamlıkta şimdiki gibi yoktu. Cümbür cemaat bir arada olurduk. İlerleyen saatlerde kümeleşme başlardı. Erkekler rakı ve müzik faslına geçerlerdi. Arada bir de tango-slov yapılırdı. Kadınlarda kendi aralarında ama aynı salonda sohbet eder, pişti, vale oynarlardı. Biraz da köylü, cahil denmesin diye bir iki bardak şarap da onların içtiği olurdu. Gençler, kızlı erkekli bir arada ve her türlü eğlenceye katılırdık. Kimse kimseye de yan gözle bakmazdı. Domino, poker, 21 gibi oyunlardan önce tombala çekilişi yapardık aramızda. Daha sonra ağır kâğıt oyunlarına geçilirdi. Sabaha kadar bu eğlence devam ederdi. Uykusuz kalırdık ama bilmezdik uykusuzluğumuzu. Şu inanış Batı kökenli olsa da, yılbaşını ne kadar iyi mutlu eğlenceli geçirirsek önümüzdeki yılın da öyle geçeceği hâkimdi. Günahtır, gavur işidir gibi bir yaklaşım yoktu. Taa İran’da 1979 Humeyni irticai harekâtın iktidara geldiği yıla kadar. O tarihten ve tabii 12 Eylül darbesinden sonra din yeniden keşfedilip beyinler ağır ağır yıkanmaya, topluma sözüm ona şer’i hükümler ve yaklaşımlar enjekte edilmeye başlandı. Ve günümüzde traji komik bir kisveye büründü yılbaşı kutlamaları. Büyük kentlerde sokaklarda içmek, nara atmak, kızlara tacizde bulunmak gibi seviyesiz, sözüm ona kutlamalar başladı. Onların dışındakiler ise ortaçağ –tarım toplumu beklentilerine sığınmaya başladılar, * -İyi günler. Yılbaşını nasıl kutlayacaksınız. -Ve aleykümselam mümin kardeşim. Yılbaşı da neymiş. Kâfir icadı. Biz Allah’a çok şükür edelim ki Hak dinindeniz. Elhamdülillah Müslüman’ız. Bizim yılbaşımız Hicri olup, ayları, günleri dolaşıyor. Bu sebepledir ki hiçbir günün, ayın hatırı kalmıyor. Hele Noel diye, yılbaşı diye hindi kesmek, bu dünyayı da öteki dünyayı da yakmak, hindi gibi pişirmek demektir. Emme bir gün önceden hindi alır ve kesersen, hiçbir mahzuru yoktur. Çoluk çocuk da bayram eder inşaallah. * -İyi günler. Yılbaşını nasıl kutlayacaksınız. -İyi günler. İyi yıllar. İyi yıllar… -Efendim yılbaşı toplumun çağdaşlaşmasının ve batı dünyasına entegre olmasının bir kanıtı olup, evrenselliğini onaylamasına yönelik izdüşümlerden en önemlisi sayılmakla birlikte, yeni yıla ne kadar coşkulu, eğlenceli özümseyerek girersek önümüzdeki yılında öyle geçeceğine dair inanç ve beklentiler, toplumu alesta tutmaktadır. Buna koşut olarak, umut sarmalı, insanları motive etmektedir. Bu yüzden ben yılbaşını… * -İyi günler. Yılbaşı hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? -Ah güzel ağabeycim, yılda bir kere hatundan mazeretli olaraktan, felekten gün çalacağız demektir. Arkadaş taallukatı ile birlikte bir meyhaneye gidip iyicene demleneceğiz. Ardından da bakara, 8-9 oynayıp yolumuzu bulmaya çalışacağız. Bu nedenle yılbaşı benim için çoook önemlidir. Başka zaman oldu mu hatun evi başımıza yıkar. İşin yoksa onun dırdırını çek. Keşkem her ayın başı da yılbaşı gibi kutlansa, biz de felekten gün çalsak. Hem yılbaşları ülkenin ekonomisine katkıda bulunuyor. Ticaret bilem canlılaşıyor değil mi… * İyi günler Yılbaşı için bilet alıyorsunuz galiba. -Evet birader. -Büyük ikramiye çıkarsa ne yapacaksınız. Bir kere çocukların anasına, birkaç ev alıp, onu geline, oğla muhtaç olmaktan kurtaracağım. Bu insaniyetlik icabıdır yani. Sonracığıma deniz kenarında ve yaylada münasip evler alıp, bizim kırık ile keyfime bakacağım. Gerçi o biraz masraflı olacak. Kürk, mücevher araba… Ama olsun. Zevkin pahalı olanı makbuldür anam. Şu iki satırlık ömrümüzde, biz de gün görelim değil mi birader. * -Selamün aleyküm beybaba. Yılbaşı hakkında ne düşünürsünüz. -Ne düşüneceğiz oğul, eskiden Sultan-i Nevruz vardı. Bütün bayramların sultanı demekti. Bu sebeple günler öncesinden hazırlık yapılırdı. Bağ bahçe temizlenirdi. Böylece yalnızca etrafımız değil, ruhlarımızda temizlenirdi. Şimdi o güzel yılbaşını terk ettik. Bir acaip icatlar çıkardılar. Başımıza gökten taş yağsa yeridir * -İyi yıllar. Ne yapacaksınız yılbaşında. -Ne yapmayacağız ki. Saat 21 den sonra bizim güruh ile Taksim’e çıkacağız. Hem biramızı yudumlayacağız hem de eğleneceğiz. Bir insanın ömründe kaç kez yılbaşı olur ki. En fazla 40-50 defa değil mi. Bunu da ıskalamamak gerek. Belki manita bile yaparız. * -Sayın Başkan yılbaşı kutlama çalışmaları nasıl gidiyor? -Yılbaşı bizim ananelerimize, harsımıza tamamen mugayirdir. Ama biz asri ve çağdaş bir idareci olarak, elbette ki her görüşten vatandaşlarımızın taleplerine cevap vermek için çalışacağız. Bizim için demokrasi, insan hakları ve hoş görü esastır. Bu nedenle yılbaşı için her türlü hazırlıklarımızı tamamladık. Bu sebepledir ki … * -Selamün aleyküm Teyze, Yılbaşı için ne düşünüyorsunuz. Ne diyem bey oğlum. Ben dul bir kadınım. Torunum ile birlikte yaşamaya çalışıyoruz. Evin ekmeğini bulduğumuzda bizim için yılbaşıdır, bayramdır o gün. Hepinize iyi yıllar.

  • YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN

    Şenol YAZICI * BU MAÇIN KAZANANI ATATÜRK Galatasaray ve Fenerbahçe Arabistan'da Riyad'ta yapacakları, seçilen yer nedeniyle uzun süre tartışılan Süper Kupa maçına dakikalar kala, Suudi yönetiminin formalardaki Atatürk temalı poster ve afişlere yasak getirmesi üzerine takımlar maça çıkmama kararı aldı ve yurda döndü. Yansıyan bu. Gerçek nedir? Bir 40 milyon dolar sözü geçiyor, aslı nedir? Ne, kim neden oldu da onca gösterişli stadyumumuz, bunca futbol ilgilisi seyircimiz varken neden Arabistan'da oynanıyor bu kupa?.. Bunları ve diğer ayrıntıları zamana bırakalım, manzaraya bakalım: Şimdiden 2024 ışıl ışıl bir başka görünüyor. Mucize gerçekleşiyor; ruh geri geliyor demek. Yılbaşı, gerçekte kış gününde bir gülümseme, bir moral kazanma şansı veren; derin düşününce, nedir bu kırmızı aşkına yol açan saçmalık diyeceğiniz; içini ancak sizin doldurabildiğiniz şahsa özel bir kutlama günü değil artık, bir ulusa göre özel bir anlam kazandı, millileşti. Tarih, tarih olalı ülkem böyle yılbaşı görmedi. Bahçeli ve Cumhurbaşkanından henüz ses yok, ama Ömer Çelik bile alkışladı, önce Riyat'taki futbolcularımızın, ardından bütün futbol kulüplerinin ve tüm ülkenin, Türkiye'nin ulusal onuruna sahip çıkışını. Şimdi tam zamanı; AKP isterse olmayacak şey mi var? Yıllardır, dünyaya inat, çocukları sabit saat uygulamasıyla karanlıkta okula gönderen onlar değil mi? Bundan böyle 29 ARALIK bizim özel miladımız olsa ya... Ne yani, bizim yılbaşı tatilimiz 29 Aralık'ta başlayıp 2 Ocak'ta bitse, Namık Kemal diyesi; kıyamet mi kopar? Aksine tatil cenneti ülkemiz bir güzellik daha kazanır. 2015, 1o Kasım tarihli Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı adlı yazımda; zorlama sevgi olmaz demiştim. "Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek ATATÜRK'ün adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi..." Kanunla yasayla olmaz, içten gelmeli... Öyle olmadı mı, kendiliğinden doğmalı aşk... O zaman uğruna ölünür. Demek kısmet bugüneymiş... Orda olanları bir gözünüzde canlandırın; 22 tane futbolcu, 5-10 yönetici, ancak birkaç ekmeği derdinde taraftar; ülkenden uçak hızıyla 4 saat uzaktasın ve 90 dakika bir onursuzluğa katlansan milyonlarca dolar cebinde... Ne zor değil mi? Sen futbolcusun, asker, politikacı değil, al paranı... Demediler. Kazanan ATATÜRK oldu. Biz tarafımızı, 1919 Mayısında seçtik. Yönümüz ATATÜRK'ün çizdiği yol; çağdaşlık... Siz bakmayın bu bölünmüş, parçalanmış halimize. O aramızdaki parti çekişmeleri, türlü iktidar hesapları, kayıkçı kavgası... Hele siz bizim bayrağımıza, ATA'mıza, vatanımıza ciddi ciddi bir dokunun da görün... vaat ettiğiniz ne olursa başınıza çalar, kapıyı çarpıp gideriz. Görünen yılların en güzeli, en hayırlısı olacak gibi duran 2024 herkese kutlu olsun.

  • AŞKIN GÜCÜ

    İsviçre'de tatilde olan genç Chris Nielsen, tekneleri alabora olduğunda gölde Annie Collins ile tanışır. Chris ve Annie birbirlerine âşık olurlar. Hızla evlenen Chris, çocuk doktoru olarak çalışırken, Annie ressam ve sanat satıcısıdır ve iki çocukları olur, Ian ve Marie. Ama mutlu aile hayatları, Ian ve Marie bir araba kazası geçirip onları ve arabayı süren dadıyı öldürdüklerinde paramparça olur. Dört yıl sonra, trajediye rağmen, Chris ve Annie hayatlarını yeniden bir araya getirmeye ve yıldönümlerini kutlamaya çalışırlar. Ya bu iki tutkulu aşıktan birine bir şey olursa? Sinema tekniğinin çağdaş donanımıyla ŞİİR GİBİ bir görsellik de sunan film Dante'nin İlahi Komedya'sını anımsatsa da bayağılığa düşmeden BÜYÜK BİR İLGİYLE kendini izletiyor. Aşkın Gücü (Özgün adı: What Dreams May Come) 1998 yapımı Amerikan filmidir. Robin Williams, Cuba Gooding, Jr. ve Annabella Sciorra'nın başrollerini paylaştığı yapım, Richard Matheson'ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Vincent Ward'un yönetmenliğini yaptığı filmin adı Hamlet'in To be or not to be adlı bölümünden alınmıştır.[1] * Aycan AYTORE

  • Nardugan-Yeni Yıl Bayramı

    Nurten B. AKSOY * Acısıyla tatlısıyla koca bir yılı daha geride bırakıp yeni bir yıla başlayacağız. Her ne kadar “acısıyla-tatlısıyla” desek de geride bıraktığımız yılın hem dünyada hem ülkemizde çok da tatlı anılar bıraktığını söyleyemeyiz. Bu yıl da daha önceki yıllar gibi savaşlarla, terör olaylarıyla, doğal afetlerle, kazalarla ve yitirilen canlarla acı dolu ve kötü bir yıl olarak anılarımızdaki yerini alacak. Daha güzel günler ve yarınlar için umutla karşılayacağız yeni yılı. Çünkü her yeni başlangıç yeni umutlara gebedir. Şöyle veya böyle her insanın geleceğe dair umutları, beklentileri vardır, bu nedenle insanoğlu her yeni başlangıcı kendince kutlar ve kutsar Her yıl sonuna doğru başlayan “yılbaşını nasıl kutlayacağız, nereye gitsek, Noel’le yeni yıl aynı mıdır, kutlamak günah mıdır, dinimizde yeni yıl kutlaması yoktur….” gibi sonu gelmeyen tartışmalara rağmen yeni yıl gelecek ve insanlar bir şekilde onu karşılayacak, çünkü dediğimiz gibi her yeni şey ve yenilenmek insan için umut demektir. Şöyle İnternet dünyasına girip küçük bir araştırma yaptığımızda yeni yıl kutlamalarının sonradan icat edilen bir adet olmadığını, çok eskilere dayanan bir gelenek olduğunu görüyoruz. Örneğin bunlardan biri Nardugan Bayramı, bir başka deyişle yeni yıl bayramı. Nardugan, Ön Türklerde ve İslamiyet’in kabulüne kadar olan dönemde Türkler ile Sümerlerde de aynı adla anılan yeni yıl bayramıdır. Her yıl 22 Aralık’tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanan Nardugan geleneğinin Türkler gibi anayurtları Orta Asya olan ve çeşitli nedenlerle Mezopotamya’ya göç eden Sümerlere Türklerden geçtiği, oradan da Anadolu kültürleri aracılığıyla Eski Roma’ya değin uzandığı ve günümüzdeki yılbaşının temelini oluşturduğu sanılıyor. “Orta Asya steplerinde tarım ve hayvancılıkla uğraşarak yaşamlarını sürdüren Türklerde güneş çok önemlidir. 21 Aralık günü en uzun gecedir ve ardından günler uzamaya, güneş daha çok görünmeye başlar. Bu yüzden 22 Aralık gününü Türkler çok önemser ve bu tarihten sonraki dolunayın çıktığı ilk günü yeni yılın başlangıcı kabul ederler. Söylencelere göre; İslamiyet öncesi Türk inançlarında gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık tarihinde gece, gündüzle kıyasıya bir savaşa girer. Bu uzun savaştan sonra gün, geceyi yenerek zaferi kazanır. Yani günler uzamaya, güneş yüzünü daha çok göstermeye başlar. İnsanlar da güneşin bu zaferini, bir anlamda yeniden doğuşu, büyük bir sevinçle, büyük şenliklerle “akçam” ağacının altında kutlarlar. Anadolu’da dokunan halı, kilim ve işlemelerimizde motif olarak bugün hâlâ görülen Akçam ağacının sadece Orta Asya’da yetişen kutsal bir ağaç olduğu söylenir. Türklerin, tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir “Akçam ağacı” bulunduğuna inanılırdı. Bu ağacın tepesi, gökyüzünde oturan tanrı “Ülgen”in sarayına kadar uzardı ve bu ağaca da “Hayat ağacı” denirdi. Nardugan sözcüğü “Güneşin yeniden doğuşu” anlamına gelir. (Nar: güneş, Tugan ya da dugan: doğan demektir) Nardugan şenliklerinde Türkler güneşi geri verdiği için Tanrı Ülgen’e dualar edip, duaları Tanrı’ya ulaşsın diye akçam ağacının altına hediyeler koyar, dallarına da ipler, bezler bağlayarak o yıl için iyi dileklerde bulunurlardı. Bugün hâlâ süregelen geleneklerimizde olduğu gibi insanlar bu bayram için evlerini temizler, güzel giysiler giyer, ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynarlardı. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret edilir; aileler bir araya gelerek yaptıkları özel yemekleri birlikte yiyip içerlerdi, çünkü bayramın tüm aile ve dostlar bir araya gelerek kutlandığında ömrün çoğalıp uğur getireceğine inanılırdı. (Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ) Yani Türkler her yılbaşında bir ritüel olarak yapılan çam ağacı süsleme geleneğine ve kutlamalarına yabancı değildi. Tarih öncesine dayanan ağaç kültünde, Hayat Ağacı ve rengarenk çaputlarla süslenmiş dilek ağacı geleneği günümüzde de Asya’nın en doğusundan Balkanlar’a kadar her yerde yaşamaktadır. Günümüzdeki çam ağacı süsleme geleneği de bereketli zamanları hatırlatan yeşil bir ağacı süsleyip, yeni yıl ile birlikte yeni başlangıçları kutlamak ve daha mutlu bir yaşam hayali kurmak da aslında binlerce yıl önceki antik çağ insanlarının inanışından çok farklı değil. Bu inanışın yani bir diğer deyişle “Noel Ağacı” hazırlamanın kökeninin Pagan dinine dayanan bir gelenek olduğu söylenir. Paganizm, temelinde “kadim doğa dinleri” olan spritüel bir yaşam tarzıdır. İşte doğanın kutsallığına inanan ve doğadaki her şeyde izlerini gösteren o ilahiliğe saygı duyan Paganlarda çam ağacı süsleme geleneği de bu inancın bir tür ifadesidir. Çam ağacı, Paganların doğaya saygı duruşunun göstergesiyken, Çin’de ve Mısır’da her mevsim yeşil kalan yaprakları ile ölümsüz yaşamın sembolü kabul edilmiş. Yeni bir yıla girerken bu ülkelerde çam ağacı, zamansızlığa vurgu yapmak niyetiyle süslenmeye başlanmış. Doğudan esen çam ağacı rüzgarı Avrupa’da ise farklı bir alışkanlığın ardından yılbaşına taşınmış. Hıristiyanlık öncesinde putperest bir inancı benimseyen Avrupalılarda yaygın olan ağacı kutsama inancı Hıristiyanlığın ardından ağaçların süslenmesine dönüşmüş. Hristiyan olan ülkelerde her yıl 25 Aralık tarihinde İsa’nın doğumu olarak kutlanan Noel, Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu isimleriyle de bilinir. Zaman içinde Hristiyan olmayan toplumlarca da büyük bir sevinç ve coşkuyla kutlanan Noel, dini içeriği olmayan, sadece eğlence amaçlı hediyeleşme ve yeni bir yılı karşılama amacıyla pek çok toplumda kutlanmaktadır. Gerek Noel’in gerek yılbaşlarının ana figürü olan Noel Babaya gelince; Hıristiyanların Noel Baba dedikleri Aya Nikola, Antalya’nın Patara antik kentindeki Demre’de yaşamış bir azizdi ve fırtınaya tutulan denizcilerin koruyucusu sayılırdı. Demre’de fakirlere, özellikle çeyizi olmadığı için evlenemeyen kızlara yardım ettiği ve onları rencide etmemek için özellikle geceleri yoksulların evine girip para bıraktığına inanılırdı. Genellikle sekiz Ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaşan, sırtındaki içi hediye dolu heybeyle evlere bacadan giren ve armağanlarını uslu çocukların ayakkabılarının ya da ocağın üstünde asılı çoraplarının içine bırakan Noel Baba hâlâ yaşayan folklorik bir şahsiyettir ve günümüzde yılbaşlarının en önemli figürüdür. Şöyle veya böyle geleceğe yani yeni bir yıla ait güzel hayaller kurmak, savaşsız, kavgasız ve yaşanılası güzel günler umut etmek hepimizin hakkı. Öyleyse mutlu bir yeni yıla kavuşmak dileğiyle...

  • AYI-DAYI-KÖPRÜ

    Fuat ÖZGEN * Ayı-dayı-köprü Kendine bir yol seç Köprüyü geç Ayı-dayı-köprü Atasözü, işin özü Doğruya kaparsan gözü Ayıya bırakırsın sözü Ayı-dayı-köprü Ayıyı şımartırsan güçlenir Her köprüyü bir ayı sahiplenir Ayı-dayı-köprü Yaltaklanarak geçersen köprüyü Kazancın değmez olur Sen alçaldıkça köprüler yükselir Ayı-dayı-köprü Ayıdan akıllısın Ayıya dayı deme Köprüyü geçeceksen Güçlü ol, ayıyı kaçır Alçalma, yüksel İnsansın, insan ol

  • SEL

    Niyazi UYAR Yanıyordu ortalık. Güneşin yakıcılığı adamın başını matkap gibi delerek, beynini buharlaştırıyordu sanki! Kuşlar, böcekler iğne deliği kadar bir gölge bulabilmek için akla karayı seçiyordu. Ulu orta durmak mümkün değildi, kavuruyordu adamı... Dillerini dışarıya çıkaran kuşlar, sürünen bilumum yaratıklar, serinlemiş akşam saatlerine ulaşmayı düşlüyordu. Derenin az yukarısında bulunan palamut meşeleri kesile kesile yok olmuştu. En yukarılardaki kızılçamlar ise, demircilerin körüğüne kömür üretmek adına meşelerle birlikte yakılmış. Çoluk çocuğun kursağına yiyecek olarak girsin diye, aşılanan bir kaç armut ağacından gayrı, bir de kurumuş eşek dikenlerinin, kenger dikenlerinin gölgesinden gayrı sığınacak bir ağaç yoktu. Derenin kıyısında çıkan hayıtlar, ılgınlar, söğütler, böğürtlenler, kızılcıklar, itburunları... Yukarılardan mevsimli mevsimsiz boşanıp gelen sellerle aşağılara, İlke Çayı’na doğru sürüklenmişti... Elinde tüfeğiyle keklik avına çıkan Ali İhsan, Karayar’ın en sarp yerine yuvasını kondurmuş bir kartal yuvası görür, görür görmez de tabanları yağlayıp evin yolunu tutar. Aslında bu kartalı o anda avlamayı o kadar çok ister, o kadar çok ister o kadar çok ister; lakin harbiliğinde atacak tek bir mermisi kalmamıştır. Uçara vurma tutkusu, harbiliğini boşaltmıştır. Yürürken gördüğü kekliklere ateş etmeyi içine sindiremez ya bir türlü! Kıcırlar’ın Mustafa’nın Kahvesi’nde diyecektir ki: “ Tam beş keklik vurdum, hem de uçara ha!” diyecektir. Eve girmeden Yunus’u bulur önce! Karayar’daki kara kartalın yuvasını ballandıra ballandıra anlatır. İki arkadaş ertesi gün ava gitmek üzere kavilleşirler. Yunus: “Akşam yemeğinden sonra fırının önünde buluşalım, yarın ile ilgili planımızı yapalım. Ben eve giderken, Hüseyin’e de uğrayıp onu da çağırayım.” Üç arkadaş kasabalının ortaklaşa kullandıkları Otman Ağa Fırını’nın önünde yatsı ezanına yakın buluşur. Sokak aydınlatmaları günlerdir yanmaz, lambalar patlaktır muhtemelen veya başka bir şey vardır. Kim bilir kaç gün sonra bakılacaktır. O nedenle ortalık zifiri karanlıktır. Kasabanın muhafazakâr başkanın kendine oy vermeyen mahalle sakinlerini aklı sıra cezalandırmaktadır. Onların da pek umurundaymış gibi. Biri de başkana gidip: “ Ne olur başkan, lambalarımızla ilgileniverin, demezler ya!” İşte bu durum, başkanı daha da çıldırmaktadır. İşlerinden yorgun argın gelen mahalleli, akşamdan yataklarına sokulmuş, horlamaya bile geçmiştir çoktan. Geceleri öten yaz böceklerinin, adlarını dahi bilmedikleri kuşların sesleri yüreğinde korku bulunan insanları daha da korkutmaktadır. Kümeslerdeki tavuklara dadanmış kurnaz tilkiyle, hırsız çakal öteki mahallenin sokak aralarına dalmıştır bile. “Hanemizi düşmandan korusun,” diye besledikleri köpekleri de karanlığı delen ulumalarıyla korkunun şiddetini artırdıkça artırmaktadır. Karanlık oldu mu, nedense hep korku üzerine söylenceler anlatırlar birlerine. Bu üç arkadaş karanlığın korkusu ve yaratıkları üzerine anlattıkça, korkunun dayanılmaz zevkini duymaya başlar yüreklerinde. Hüseyin: “Bizim evin tam karşısında, Çam Dede’de her perşembe yatsıdan sonra şehit ocağı yanar. Ocak bir yanar, bir söner. Babam, merak etmiş bunu, Çam Dede’ye yakın bir yerde bir meşe palamudunun altında beklemeye başlamış. Tam o saat gelince ocak yanmış! Ocak yanmış yanmasına; ama babam bakamamış bile. Adamın gözünü kör edecek parıltıda bir ışık saçılıyormuş, deme gitsin. Babam: “Sen sabisin, belki sen bakabilir, ne var ne yok, görebilirsin,” dedi, ama ne yalan söyleyeyim, güvenemedim kendime.” Ali İhsan: “O bir şey mi oğlum? Gece oldu mu, Karayar’ın tepesinin üç noktasına cinler ateş yakarmış. Sonra da cinler padişahının başkanlığında bir şenlik kurulurmuş. Karayar’da cinler padişahı otururmuş. O nedenle düğün dernek hep burada kurulurmuş! Balpınar’ın, Şeytan Gediği’nin, Hamaz Taşı’nın, tekmil cinleri buraya gelirmiş; ya biliyor musunuz?” Yunus: “Ali İhsan, böyle şeyleri nereden öğrenirsin, nasıl uydurursun, seni bir türlü anlayamıyorum vallahi?” “Dedemden öğrendim, uydurmadım. Benim Esat Dedem, ne kadar çok şey biliyor, bir duysan, küçük dilini yutarsın, belki de altına edersin ya!” “…” “Öyle deme Yunus! Cinleri bir kızdırdın mı, gece yatınca seni korkutur durur, haberin var mı?” Akşamdan beri Ali İhsan’la Yunus’un konuştuklarını dinleyen Hüseyin: “Bırakın böyle salak şeyleri yahu, adama gecesini zehir edeceksiniz! Sabaha kadar uyuyamam şimdi! Salak salak şeyler anlatmakta üstünüze yok sizin, haydi varıp yatalım da sabah erken kalkar gideriz, haydi kalkın!” Korka korka evlerine gittiler, korka korka yataklarına sokuldular. Korkularının aksine deliksiz bir uyku çektiler. Güneş ufuktan başını çıkarmadan yataklarından çıktılar, ellerini yüzlerini yıkayıp uykunun izlerini temizlediler. Kökboyasıyla boyanmış, yünden dokunmuş torbalarına azıklarını koyarak ellerine de sıvamaca tereyağı sürülmüş bir fasla ekmek alıp yola koyuldular. Tüfekleri sırtlarında, harbilikleri bellerindeydi. Bu üç arkadaş, günü hiçbir zaman üzerlerine doğurmamış olmakla övünürdü. Karayar’a geldiler, birkaç saat kara kartalın yuvasından çıkmasını beklediler. Fakat o, olacakları mı sezmiş, ya da daha önce yuvasını mı terk etmiş, bir türlü çıkmaz meydana. Bu ara güneş Yağcıdağ’ın tepesinden ayrılarak, kuşluk vaktindeki yerine çıkmıştır. Ali İhsan, tek kırmasını yuvaya doğrultmuş, ha çıktı, ha çıkacak kara kartalı beklemektedir. Hüseyin de Yunus da Ali İhsan vuramazsa, hemen arkasından ateşleyecektir. Yunus’la, Ali İhsan, tek kırmalarına çok güvenmektedir, on iki milimetrelik çapıyla kartalı değil, Alan Yaylası’nın kır domuzlarını bile anında düşürebileceklerini söyler. Şakayla, alayla karışık da, Hüseyin’in çiftesinin bir işe yaramayacağını söyleyip çıldırtırlar onu! Kara kartal, birden yuvasının üstünde kanat çırpmaya başlar. Bir saniye bile gözlerini yuvanın üstünden ayırmayan üç kafadarı atlatmıştır. Ali İhsan’la, Yunus’un yürek atışları hızlanır. Yüreklerin atışı, göğüs kafesini delip çıkacaktır neredeyse. Bu iki arkadaş aynı anda hedefe kilitlenmiş, ateş etmek üzeredir ki, Hüseyin, ikisinin de tüfeklerini hedeften uzaklaştırıp çiftesinin iki gözünü de boşluğa sıkar. Sonra da, Kocadere’ye doğru alır yatırır. Ali İhsan’la, Yunus ne olduğunu anlamadan, bir şeycikler demeden peşi sıra koşmaya başlar. Bu sırada güneş tepeye çıkmış, gölgelerini de ayaklarının uçlarına yapıştırmıştır. Adımlarını attıkça, adımları gölgelerinden dışarıya taşmaktadır. Hüseyin onlara bir şey söylemeden alıp başını gitmiştir. Gitmesine gitmiştir de Ali İhsan’la Yunus’un tüfeklerinin namlularının aşağıya öyle bir itmiştir ki, akıllarını başlarından almıştır, Bağırıp kızmak istemişler, lakin dilleri mi bağlanmış ne, ağızlarını bile açamamış, açamadıkları gibi şaşkınlıktan bir hal olmuşlardır. Karayar’daki, kartalı avlamayı akşamdan kararlaştırmışlar... Kararlaştırmışlar kararlaştırmasına da Hüseyin’in dellenmesiyle her şey berbat olmuştur şimdi... Bağırıp kızmak isterler; fakat öfkeden ateş yumağına dönmüş hali ürkütür onları. Hüseyin ağzını açıp bir kelime etmeden, deli deli koşmakta; sonra hızlı adımlarla yürümektedir. Arkasından yetişmek için adamın tazı olası lazımdır. Pırnallara, ardıçlara konan ağustos böcekleri çatlarcasına ötmektedir. Hüseyin’in ne amaçla patlattığı bilinmez tüfek, bodur kalmış kızılçamlara konup uçan ve arada uçma alıştırmaları yapmakta olan alakabak yavrularının, öteki kuşların, böceklerin sesini soluğunu kesmiştir. Hüseyin’in ızgara telinden kese kese yaptığı saçmalar, göğün boşluğunu delip geçerek, yıldızlara ulaşmıştır. Sessizliğin ve sıcaklığın bungunluğunu parçalayan “tom” sesi, Koca Tavşan Tepesi’ni, Küçük Tavşan Tepesi’ni, Kocamar Kaş’ını sallamıştır. İrili ufaklı tepelerin canlıları yerlerinden fırlamış, koşmaya, uçuşmaya başlamıştır. Tavşan tepelerinin korkak tavşanları, daha tepeye doğru koşmaya başlamıştır can korkusuyla. Korkak tavşan, oldum olası tüfek sesini duydu mu, tin tin, dere tepe aşar, nereye gittiğini bilemez, alır başını gider! Özellikle Deli Osman’ın tavşan eti merakı, “tavşan eti eşek eti ” diyenlere karşı bir ihtiras olmuştur. Kekliğin, üveyiğin, gödenin etini, etten saymayan Deli Osman: “ Onlar da et mi, dişimin kovuğunu doldurmaz, boşu boşuna sıkı mı harcarım, siz ağzınıza yemiyorsunuz ki?” Zavallı hayvancığa hayatı zehir eden tüfek sesi, deli deli koşturtmaktadır onu. Gerçi bu ses, Deli Osman’ın tüfeğinin sesine benzememektedir, amma o yine de dikkatli olmak zorundadır. Ya Osman, yine ava gelmişse! Korkularına korku katarak, daha hızlı koşturmaya başlar. Boz tavşan, koşturdu koşturdu, vardı, kocamış kurdun inine daldı. “Gel beni ye” demekti bu! Lakin o da tüfek sesini duymuş, terk etmiştir yuvasını. Hüseyin önde, Yunus’la Ali İhsan arkada Kocadere’nin sıcaktan kavrulmuş kızıl kumlarının üstüne vardılar. Buralarda cana merhem olacak tek ağaç bulmak mümkün değildir. Neredeyse, dünya ile yaşıt olan ulu meşe palamutları, başları göğe ulaşan kızılçamlar, kesile yakıla yok edilmiştir. Meşe palamutlarının kesilmesine devlet bir nebze hoş görülü davranmıştır. Ya çamlar, peki onlar nasıl olmuş da yok olmuştur? Onca orman muhafaza memuru varken nasıl olmuş da onca çamın köküne kıran mı girmiştir? Devlet, ormanını koruyamamıştır! Dere kenarındaki söğütler, ılgınlar, hayıtlar, kızılcıklar, böğürtlenler, itburunları da derenin mevsimli mevsimsiz selleriyle yok olup gitmiştir. Şimdi başını sokacak bir gölge bulmak mümkün değildir. Bu sıcak havada üç arkadaş ne amaçla buraya gelmiştir, nedeni belli değildir. Karayar’dan buraya kadar Hüseyin önde onlar arkada koşarak gelmişlerdir işte! Şimdi, adamı cayır cayır yakan güneşin altında ne yapacaklarını bilemeden öylece kalmışlardır. Baharda derenin kıyısında yeşeren labadalar, kaz ayakları, reyhanlar, kurumuş gazele dönmüştür. Bir kuşa, bir sürüngene, bir böceğe sığınacak bir gölge yoktur. Sıcaklık, aşağıdan yukarıya, buradan ötelere doğru dalga dalga yayılmaktadır. Bu esnada bunca sıcaklığa bana mısın demeyen, iki karayılan, yalım yalım yanan kızıl kumların üstünde güreş tutmaktadır. İki koca karayılan, yerden yarım metre kadar kalkmış, kuyruklarının üstüne oturmuş, fırsatı buldukça birbirlerinin orasına burasına indirmektedir. Sonra da dalmaktadır birbirlerine: Alt alta üst üste dakikalarca boğuşurlar. Sıcaktan delirdikçe deliren yılanlar öldürücü hamleler yapmaktadır. Her yanları kana kesmiş, kan leş içinde kalmıştır. Onların dövüşünü bir kayanın üstünde, dili dışarıda izleyen kertenkele pişmek üzeredir neredeyse. Üç arkadaş da kartalın yuvasını unutmuş, karayılanların dövüşüne dalmışlardır. Hiçbiri ağzını açıp bir kelimecik etmemiş, dizlerinin üstüne çökmüş, alınlarından şıpır şıpır damlayan tere aldırmadan yılanların ölüm oyunlarını izlemektedir. Böyle ne kadar zaman geçmiş, farkında değildirler. Birden yukarılardan taş şakırtılarının, kaya şakırtılarının su löpürtülerinin geldiğini duyar gibi oldular. Bu sıcakta, adamın yağını eriten bu sıcakta sel mi olur diye de düşünerek, oradan olmadılar. Onlar, yılanların aslında oynaş mı, ölüm oyunu mu oynadıklarının ayırtına varamamışlardır. Karayılanlar, kuyruklarının üstüne oturmuş, arada ağız ağza dalaşlarını, sonra da sarmaş dolaş oluşlarını izlemektedirler. Şakır şakır, löpür löpür sesleri gittikçe yaklaşmaktadır. Yılanlar, kuyruklarının üstünde yorulmuş olacaklar ki bıraktılar kendilerini yere. Yorulmuşlardır yorulmasına; ancak biri de orayı terk edip gitmez. Belli ki, kaçmayı erkekliklerine(!)yediremez. Bir zaman öfke dolu bakışlarla süzdüler birbirlerini; sonra başlarını on santimetre kadar yerden kaldırıp kavgaya devam kararı aldılar. Cenk sürüyordu, böyle giderse biteceği de yoktu. “Ali İhsan,” dedi Hüseyin! “Şu zavallıları gel, ayıralım, yazık birbirlerini öldürecekler! Gel birini sen tut; birini ben tutayım, haydi gel!” “Git oğlum, sen manyak mısın? Güneş, tepene geçmiş, beynini yemiş senin! Ölürlerse, ölsünler, bize ne bundan?” “Ne manyağı oğlum, asıl güneş senin beynini yemiş!” Yunus, yerden aldığı taşı yılanlara doğru fırlatmayı düşündü. Sonra birden sıcaktan linyit koruna dönen taşı yere bıraktı. Bir de aklına--bu mevsimde yılanlara dokunmak, zemheride deveye dokunmak demektir. Her ikisi de adamı cırtladığı yere kadar kovalar—düşüncesi gelmiştir anlaşılan; yoksa taşı eline aldın mı fırlatmak kolaydır. Şakır şakır, löpür löpür sesi, yaklaşmış, nerdeyse yanlarına kadar gelmiştir. Yılanlar birbirlerinden ayrılmış, tepeye doğru uçarcasına süzülüp gitmiştir. Besbelli ki, bir felaketin yaklaşmakta olduğunu hissetmişler. Deminden beri adamı cayır cayır yakan güneş, saniyede bulutların arkasında kaybolup gitmiş, ortalık saniyede karaya kesmiştir. Ürperten bir karanlık derenin içini daha da karartmıştır. Tozları, toprakları yerlerinden eden serin bir esinti yüzlerine çarpıp onları uyandırdığında artık çok geç olmuştur. Kaçacak bir yer yoktur. Şakır şakır, löpür löpür sesi ayaklarının dibindedir artık. Ne tutunacak bir dal, ne de girecek bir kovuk! Üç arkadaşın yardım isteyen sesleri derenin derininden tavşan tepelerine, Karayar’a, Kocamar Kaş’ına, Bedire Deresi’ne ulaşmıştır ulaşmasına da duyan eden olacak mıdır acaba? Duysalar bile yetişebilecekler midir? Kocadere, yukarı köylerin Boscaklı’nın Hüdük’ün Kızılca’nın neleri var, neleri yok, hepsini alıp getirmiştir. Kavunlar, karpuzlar, domatesler, patlıcanlar...köylülerin barınak olarak kurdukları çadırları, alaçıkları, yemelik diktikleri erikleri, kirazları kökünden söküp alarak sürükleyip getirmiştir. Selin üstünde bunlar varken, koca koca taşlar şakır şakır yuvarlanmaktadır. Şimdi bu selin içinde Yunus, Ali İhsan ve bir de Hüseyin vardır. Bir elleri, bir ayakları yukarı gelmekte, yuvarlana yuvarlana sürüklenmektedirler aşağıya, İlke Çayı’na doğru. “İmdat, imdat,” diye her ağızlarını açtıklarında tas tas su dolmaktadır. Tutunacak sağlam bir dal yoktur ortalıkta. Yıllara meydan okuyan asırlık çınarlar Kocadere’nin mevsimli mevsimsiz azgın selleriyle sürüklenip gitmiştir aşağılara. Söğütler, ılgınlar, hayıtlar ise, yıllarca önce yok olmuştur. Hele, Hüseyin’in elini yüzünü boyaya boyaya yediği “kür üzümü”dediği böğürtlenler, Kocadere’nin akış düzenini yitirdiği ilk yıllarda yok olmuştur. Böğürtlenlere yuva kurmuş serçeler, çobanları çileden çıkaran çobanaldatanlar, Gıcırların Nurullah’ın “aman ha öldürmeyin” dediği çil keklikler yılın belli aylarında dereyi ziyaret eden uzun bacaklı, uzun gagalı leylekler, yuvalarına çamur taşıyan kırlangıçlar gelmez olmuştur artık! Hüseyin, suyun üstündeki, bir erik dalına yapışmış öylece sürüklenmektedir. Başı yukarıdayken, ara ara “imdat, imdat!” isteyen sesiyle yıldızları beri baktırmaktadır. Ali İhsan’la Yunus görünürlerde yoktur. Sel, onları ya iyice altına almış; ya da bir kenara fırlatıp atmıştır! Hüseyin arkadaşlarını göremeyince:”Ali İhsan! Yunus!”diye çağırır, fakat duyuramaz bir türlü. Hüseyin, suyun üstünde bir sal gibi süzülen erik ağacına tutunarak şimdilik hayatta kalmayı bilmiştir. Zaten üç yaşındayken çay kenarında oynarken, Güldürler’in Nurullah: “Bak Gıcır Gızı, bu çocuk büyük adam olacak, göreceksin,” demişti ya! İki üç yaşındaki bir çocuk, yarın ucuna kadar varıyor, kendini aşağı bırakmıyor, iki üç yaşındaki bir çocuk kendini çayın içine atmıyor, kenarında oynuyor... İşte ondan dolayı büyük adam olacak bu çocuk demiştir Güldürlerin Nurullah! Kocadere’nin suyu kabardıkça kabarır. Suyu artıracak ne yağmur, ne boran hiçbir şey yoktur. Ötelerde, çok ötelerde şimşekler de çakmıyordu. Fakat durmadan kabaran, yatağını metrelerce büyüten bir sel engelsiz, İlke Çayı’na doğru alıp götürüyordu her bir şeyi. Suyun üstü pazaryerine dönmüştü: Meyveler, sebzeler... Yörük çadırlarıyla bostan bekçilerinin alaçıklarının direkleri... Taş kovuklarında, kaya diplerinde yaşayan yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar selin üstünde bir can pazarına çıkmışlardı. Kocadere’nin yatağı genişledikçe genişlemeye başlamıştır. Bu artık bir dere değil, yukarıdan aşağıya; aşağıdan yukarıya durmadan büyüyen bir suyu yoludur. Dört bir yan suyun altındadır şimdi… Nereden gelmiştir bunca su? Durmadan artan, artıkça kabaran, kabardıkça Cennet Deresi’nin çamlarını da içine alan bir denizdir artık. Bu sel, deli deli akmıyor, öyle şakır şakır, löpür löpür etmiyordu artık! Mayalanan bir hamurun şişmesi gibi şişmektedir boyuna. Gümele Köyü, Çay Köy, Encekler Kaşı... her yer, her yer suyun altında kalmıştır. Eline bir dal geçiren insanlar hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Tanımadık, bugüne kadar Hüseyin’in yüzünü dahi görmediği bir yerlerde görmüş bile olamayacağı insanlar... Bunlar bildik insan tiplemesine pek uymuyorlardı zaten: Kulakları bir tuhaf, burunları başka bir tuhaf. Kafalarının biçimleri Kaf Dağı’nın devleri gibiydi adeta! Sular durmadan yükselmekte, yükseldikçe de şehirler konduruyordu üstüne sanki! Üç katlı, dört katlı, sekiz katlı, on bir katlı binalar... Hüseyin’in erik dalı, değişmiş, yerine traktör römorkları için yapılan bir saman ilavesi almıştır. Şimdi erik dalına göre daha rahattır. Böyle günlerce dursa da bir sıkıntı olmaz. İşte o da, hareket etmeyen, kıpırtısız duran suyun üstünde öylece durmaktadır. Suyun üstü, Bahçıvan Mehmet Amca’nın bahçesi gibidir. Yediği önünde, yemediği arkasındadır... Hüseyin, saman ilavesinin üstünde günlerce kaldı, bir başına. Dilini bildiği, bir Allah’ın kulu yoktu. Tanıdığı, bildiği, sevdiği tekmil arkadaşları yok olmuştu birden. Şimdi, bir su ülkesinde, bir salın üstünde bir başınadır. Yalnızlığa dayanmak kabildi; ancak dilini konuşmadan daha ne kadar dayanabilirdi ki? Suyun üstünde bildiği, tüm türküleri, yarım yamalak bildiği şarkıları, şiirleri okudu. Hele okul yıllarında Mavilisi’yle birlikte söylediği, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Karlı Kayın Ormanı,” adlı türküleri söylerken bir hoş oldu, yüreği yerinden fırlayıverecekmiş gibi oldu. Adını seslendi: “Mavili, Mavili!” “…” “Sesimi duysun da bana gelsin, bu Allah’ın suyla kaplı damında ne yapacağım bir başıma,” diye inledi. “Adını anmamaya ant içmiştim; andımı bozdum.” Mavi kotlu, güzeller şahı Fikriye! Aydan arı, günden duru bir tanem, duy beni! “…” Ne çare, sesini duyan eden olmadı. Dayanmak mümkün değildi, günlerdir suyun üstünde bir başına duruyordu. Bugüne kadar, kitaplarda dahi resmini görmediği onlarca yaratık suyun üstünde duruyordu, gerçi bir zararları yoktu; yok olmasına! Birden gökyüzünde renk renk bulutlar peyda olmaya başladı. Sonra renk renk bulutlar beyaza döndüler bir bir. Sonra maviye kesti. Her yer maviye döndü: Yer gök, her yer mavi oldu. Birden mavi buluttan al bir at doğdu; kişnemeye başladı. Yelesi rüzgârda dalgalanıyordu mavi mavi. Kuyruğu, özenle toplanmıştı. Üzerinde saçları mavi, pantolonu mavi, gözleri mavi, güzeller şahı durmaktaydı bütün heybetiyle. Güzeller şahı, bir zaman öylece durdu hareketsiz. Sonra sürdü atını bir cana, bir dosta sevdalı Hüseyin’ine. İki can, çevirdiler bakışlarını birbirlerine: Yirmi yılın, yüz yılın, yüz yirmi bin yılın, on milyon yılın sevdasını tazelediler. Bir Kerem, bir Arzu, bir Ferhat, bir Şirin, bir Haydar bir Serap, bir Nazife, bir Zafer, bir Ali, bir Duygu, bir Can, bir de Fikriye oldular... Sonra, el ele tutuşup yürüdüler güneşin doğduğu yere doğru. “Haydi,” dedi Mavi kotlu, güzeller şahı: “Atla!” Atladı Hüseyin al atın terkisine. Mavili sürdü, mavi ummandan, mavi bulutlara. Mavi bulutlar, bir karıştı, bir kaynaştı, her şeyi görünmeze döndürdü. Sonra, iki canı sinesine alıp sırrına erilmezlerin ülkesine uçurdu...

  • Osman Hamdi Bey

    Nurten B. AKSOY * Osmanlının son dönemlerindeki en çalışkan devlet adamlarından, en tanınmış sanatçı ve entelektüellerinden, Türk Müzeciliğinin ve güzel sanatların gelişmesinde çok önemli hizmetleri olan Osman Hamdi Bey 30 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya gelir. Ülkenin okumak için yurt dışına gönderilen ilk öğrencilerinden ve ilk maden mühendislerinden olup, sadrazamlığa kadar yükselen İbrahim Ethem Bey’in oğludur. Osman Hamdi, ilkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başlar. Oğullarının da kendi gibi yurt dışında öğrenim görmesini isteyen babası, onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris’e gönderir. Fakat güzel sanatlara duyduğu ilgi, onu dönemin ünlü ressamlarından dersler alarak resim çalışmalarına yöneltir. Ayrıca eğitimi sırasında arkeoloji derslerine de katılır. Paris’te kaldığı süre içerisinde açılan Paris Sergisi’nde görev alır. Onun Paris’te bulunduğu dönemde Osmanlı Devleti resim öğrenimi için Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyyid’i Paris’e gönderir. Bu üç kişi, Türk resim sanatının ilk kuşağını oluşturur. Osman Hamdi Bey, 1867 Paris Dünya Sergisi’ne bugün nerede oldukları bilinmeyen “Çingenelerin Molası”, “Pusuda Zeybek “ve “Zeybeğin Ölümü” adlı üç yapıtını gönderir. Paris’te tanışıp evlendiği Marie ile evlilikleri on yıl sürer. Bu evlilikten Fatma ve Hayriye adlı iki kızları olur. Yurda döndükten sonra devletin farklı kademelerinde görev alan Osman Hamdi Bey’in ilk görev yeri Mithat Paşa’nın vali olduğu Bağdat’tır. Burada kaldığı sürede bu şehrin çeşitli görünümlerini yansıtan tablolar yapar. Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile ilgilenir. O sırada vali Mithat Paşa’nın yardımcısı olan, geleceğin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi ile de tanışıp dost olur. İstanbul’a döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olan Osman Hamdi, bu sırada Viyana’da düzenlenen uluslararası bir sergiye komiser olarak katılır. Burada tanıştığı bir başka Fransız hanımla ikinci evliliğini yapar. Naile Hanım adını alan ikinci eşinden Melek, Leyla, Ethem, Nazlı adlı çocukları dünyaya gelir. 1875 yılında Kadıköy’ün ilk belediye başkanı olarak görevlendirilir ve bu görevi bir yıl sürer. 1881’de Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine padişahın şahsi emri ile müze müdürlüğüne atanır. 1 Ocak 1882’de padişah II. Abdülhamit, Osman Hamdi Beyi Türkiye’nin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğüne tayin eder. Okul binasını Mimar Vallaury ile birlikte tasarlarlar. Binanın yapımı ve akademik kadronun kurulmasının ardından okul 2 Mart 1883’te öğretime açılır. Müze-i Hümayun müdürü olan Osman Hamdi’nin ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırlamak olur. Yürürlükte bulunan 1874 tarihli Eski Eserler Nizamnamesini 1883 yılında yeniden düzenler ve yürürlüğe sokar. Böylece Batılı ülkelere Osmanlı topraklarından eski eser kaçırılmasını önler. Müze müdürlüğü sırasında ilk Türk bilimsel kazılarını başlatan Osman Hamdi Bey, Nemrut Dağı, Lagina (Muğla, Yatağan) ve Sayda (Lübnan)’da arkeolojik kazılar gerçekleştirir. Sayda’da yaptığı kazılarda bulduğu antik eserler arasında arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan İskender Lahiti de bulunmaktadır. Osman Hamdi Bey, kazılar neticesinde artan eserleri sergileyebilmek için yeni bir bina arayışına girer. Aya İrini’den sonra Çinili Köşk’e taşınan eserlere burası da yetersiz gelince, devrin yöneticilerini ikna ederek bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını inşa ettirir. Müze-i Hümayun, arkeoloji ağırlıklı bir müze olmuştur. Koleksiyondaki silahlar ve askeri teçhizatlar Aya İrini’de bırakılır ve bugünkü Askeri Müze’nin temeli olan bu yeni müze, 1908’de ziyarete açılır. Osman Hamdi Bey’in İstanbul dışındaki kentlerde kurdurduğu eser depoları ilerde kurulacak bölge müzelerinin temelini oluşturur. Sanayi Nefise Mektebi öğrencilerinin eserlerini mektebin büyük salonunda toplayarak Güzel Sanatlar Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmaya başlar. Tüm bu çabaları, onu çağdaş Türk Müzeciliğinin kurucusu yapmıştır. Osman Hamdi Bey, müzecilik ve arkeoloji çalışmalarını sürdürürken resim yapmayı da hiç bırakmaz. Resimlerini genellikle Eskihisar’daki evinde geçirdiği yaz aylarında yapar. Türk resminde ilk kez figürlü kompozisyonu kullanan ressam olarak tanınır. Resimlerinde okuyan, tartışan, özlemini duyduğu Türk aydın tipini ve dışarıya açılmış kadın imgesini ele alır. Dekor olarak tarihi yapıları, aksesuar olarak tarihi eşyaları kullanır. “Kaplumbağa Terbiyecisi” (1906), “Silah Taciri” (1908) Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerindendir. Birçok resmi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Londra, Liverpool ve Boston müzelerinde sergilenmektedir. Sanatçı, 24 Şubat 1910 tarihinde Kuruçeşme’deki yalısında hayatını kaybeder. Ayasofya’da kılınan cenaze namazının ardından müzenin bulunduğu Çinili Köşk’e getirilen cenazesi, vasiyeti üzerine Eskihisar’a götürülerek defnedilir. Mezarının başına Bakanlar Kurulu kararıyla iki isimsiz Selçuklu taşı konur. Sanatçının Eskihisar’daki köşkü 1987’den bu yana müze olarak hizmet vermektedir. Kaplumbağa Terbiyecisi isimli tablosu, Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerinden birisidir. 1906 tarihli eserin, özellikle ilham kaynağına dair net bilgilerin olmamasına karşın çeşitli rivayetler vardır. Bir söylentiye göre ressam, geri kalmış bir toplumu çağdaşlaştırmaya çalışan bir aydının yorgun hâlini anlatmaktadır Bir başka rivayet ise, Kaplumbağaların esin kaynağının, Lâle Devrindeki Sadâbad eğlenceleri sırasında, hava karardıktan sonra sırtlarına mum dikilerek serbest bırakılan kaplumbağalar olduğu şeklindedir. 2004 yılında yapılan bir açık artırmada Pera Müzesi, Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 milyon TL karşılığında satın alır. Tablo halen Pera Müzesi’nde sergilenmektedir. Nisan 2009 itibarıyla tablonun değerinin yaklaşık 10 – 15 milyon TL olduğu tahmin edilmektedir.

  • 0 Kerpiç Ev Yok mu, O Kerpiç Ev

    Fatih ALTAYLI "Seçim takvimi açıklanır, adaylar belirlenir, YSK listeleri açıklar, liderler mitinglere başlar ve terör hortlar. Ne yazık ki, bu durum o kadar kanıksanmış ki, şehitlerimiz kimsenin umurunda bile olmuyor. Millet olma özelliğimiz öylesine hızla kaybettirildi ki, 12 şehidi tınan kimse kalmadı. Gazze’de hayatını kaybedenlere bile daha fazla üzülüyor “yerli ve millilerimiz”. ... Sizin için isimleri bold yazılmış bu çocuklar 20’li yaşların başında ve adlarını okuduktan birkaç saniye sonra unutacağınız çocuklar. Ama aslıda binbir emekle ve belli ki binbir yoklukla büyütülmüş, gelecekleri için umutlar beslenmiş, hayaller kurulmuş, hayaller kurmuş bebeler. Ölümlerinde kimlerin bir zerre sorumluluğu var ise eğer… Allah hepsini kahretsin… ... O kerpiç, o sıvasız briket evlerden doğup, daha büyüyemeden, üç beş kuruş için, başka bir işe mülakatı aşıp giremeyeceği, Suriyeli ya da Afgan göçmenlerin arasından sıyrılıp başka bir yerde emeğinin karşılığını alamayacağı için “sözleşmeli er” olmak zorunda kalan o evlatların nasıl öldüğü hiç gözünüzün önüne geldi mi! ... Bizim İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de sinemaya gittikleri zaman bile aklımızın kaldığı evlatlarımızın yaşıtı 21, 22 yaşında aslan gibi evlatlar o dağlarda nasıl can veriyor, hiç düşündünüz mü!" * Fatih ALTAYLI yazının tamamını okumak için lütfen buraya tıklayın.

  • Lois ARAGON

    Mutlu Aşk Yoktur * İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an Mutlu aşk yoktur Hayatı bu silahsız askerlere benzer Bir başka kader için giyinip kuşanan Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan Onlar ki akşamları aylak kararsız insan Söyle bunları Hayatım Ve bunca gözyaşı yeter Mutlu aşk yoktur Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri Ve hemen can verdiler iri gözlerin için Mutlu aşk yoktur Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine Mutlu aşk yoktur Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin Mutlu aşk yoktur ama Böyledir ikimizin aşkı da * Louis ARAGON Louis ARAGON ( 3 Ekim 1897, Paɾis - ö. 24 Aralık 1982, Paris) Siyasal eylemci ve komünist şair, romancı ve deneme yazarı. Çağdaş Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri olarak bilinir. Türkçede Livanelli'nin de şarkısını yaptığı Mutlu Aşk Yoktur adıyla çevɾilen şiiɾiyle tanınıɾ. Önceleɾi, Dada akımının öncüleɾi aɾasında sayılıyoɾdu, sonɾadan Andɾé Bɾeton ve Philippe Soupault ile biɾlikte bu yüzyılın en önemli şiiɾ akımı olan Süɾɾealizm'in kuɾuculaɾından biɾi oldu. Şiiɾ, ɾoman, eleştiɾi, deneme, çeviɾi olaɾak 61 kitaρ yayımladı. Aragon'un ünü, II. Dünya Savaşı'nda gizli karşı koyma hareketiyle daha bir büyümüştür. Le Paysan de Paris adlı romanı, gerçeküstücülüğün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilmektedir. Charles d'Orléans'dan, Victor Hugo'ya değin uzayan bir şiir ςizgisini sürdürür Aragon. Açık yazan ozanlardandır, birçok şiirleri bu yüzden şarkı haline getirilmiştir. Aragon romancı olarak da ün yaρmıştır, çağdaş romanında önemli bir yer tutar. Le Paysan de Paris adlı romanı, gerçeküstücülüğün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilmektedir. Birkaç çevirisi de vardır. 24 Aralık 1982'de Paris'te ölmüştür. “Ölüler savunmasızdır, kitaplarımız bizi savunacak ,”diyen Aragon, 24 Aralık 1982' de öldüğünde vasiyeti üzerine sevdiği kadın Elsa’nın yanına gömülmüştür. ARAGON'un Hayatında ELSA''nın Rolü 1896 Moskova doğumlu bir Rus olan Elsa, ilk eşinden 1920 yılında ayrılıp Paris’te yaşamaya başlar. 1937'de yayınlanan İyi Akşamlar Thérèse adlı romanıyla kendinden söz ettirmeye başladı. Alman işgali sırasında, 1943'te yayınlanan Beyaz At, büyük beğeniyle karşılandı ve Elsa Triolet'yi yaygın bir üne kavuşturdu. 1928 yılında, tanıştıklarından sonra geri kalan yaşamı boyunca hep kendisi için şiirler yazacak olan, Louis Aragon ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, özellikle Aragon Elsa’nın gözlerine vurulur. 1939 yılında evlenirler. Elsa, Aragon'u Fransız Komünist Partisi'ne girmesi konusunda etkiledi. Triolet ve Aragon Fransız anti-faşist hareketinde görev aldı. Elsa Triolet 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü kazandı. Bu ödülü kazanan ilk kadın oldu. İkili, Fransız yurt severlerinin Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca yapmış olduğu direniş hareketi sırasında, Fransa’nın güneyinde kimliklerini gizleyerek etkin bir şekilde mücadeleye katılırlar. Elsa'nın Gözleri ... öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de bütün güneşleri orada gördüm , orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde, ............... Dünyaya ezberlettiği şiirlerde anlattığı Elsa'dır bu Elsa Triolet. Evlenirler ve diilere destan olan bir aşkın kahramanı yapar Elsa'yı... -Lois Aragon, Elsa Triolet, Andre Breton, Paul Eluard, Maria Benz- "Ne zaman ki bir kadını, "dişi'' değil, ''kişi'' olarak görürsek işte o zaman uygar ve medeni bir toplum oluruz," diyecek kadar aşkın bir dünya görüşüne sahip Aragon, en büyük acısını da onca değer verdiği sevgilisi Elsa eliyle yaşayacaktır. 16 Haziran 1970 günü Elsa ölünce, ondan 12 yıl sonra ölecek olanAragon’u zor günler bekler. Bir gün karıştırdığı çekmecelerden birinde Elsa'nın bir listesini bulur. Elsa’nın birlikte olduğu ve olmayı düşündüğü kalabalık bir sevgililer listesini görünce tüm dünyası yıkılır. 24 Aralık 1982'de ölür. * DERLEME, DÜZENLEME: Şenol YAZICI

  • Yurttaş Kane

    Citizen Kane * IMDB: 8,6 (144,320) Yönetmen:Orson WellesÜlke: AmerikaTür:Dram | Gizem Gösterim Tarihi:01 Mayıs 1941 (ABD)Süre:119 dakika Senaryo:Herman J. Mankiewicz | Orson Welles | Roger Q. Denny Müzik:Bernard Herrmann Görüntü Yönetmeni:Gregg TolandYapımcılar:Orson Welles | George Schaefer * Film Hakkında: Orson Welles’in zamanın ötesine geçmiş bu başyapıtı, Amerikan Film Enstitüsü tarafından “Tüm Zamanların En İyi Amerikan Filmi” seçilmiş, İngiliz Film Enstitüsü’nün yaptığı ankette de eleştirmenler ve yönetmenlerce “Tüm Zamanların En İyi Filmi” ünvanına layık görülmüştür. “Yurttaş Kane”, bu ünvanları yarım yüzyıldan uzun süredir gururla taşımaya devam etmektedir. 25 yaşındaki “dâhi çocuk” Orson Welles, ilk uzun metrajlı filmi Yurttaş Kane, sinemaya getirdiği “net alan derinliği” gibi teknik yenilikler, Welles’in incelikli senaryosu ve karakteri derinlemesine işleyişiyle sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri haline gelmiştir. Dönemin en büyük medya patronlarından William Randolph Hearst, kendi hayatını anlattığını düşündüğü bu filmin gösterime girmesine şiddetle karşı çıkmış, hatta yapımcı RKO’ya, filmin imha edilmesi için prodüksiyon giderlerinin çok üstünde bir para teklif etmiştir. Filmde, zengin medya patronu Charles Foster Kane, Xanadu’daki görkemli malikânesinde hayata gözlerini yumar ve son nefesini verirken, başucundakilere kimsenin anlam veremediği bir sözcük fısıldar: “Rosebud”. Bütün medya, Kane’in son sözünün anlamını bulmak için harekete geçer ve konuşulan her kişi, Kane’in hayatının farklı bir yönünü ortaya çıkartır. Ancak “Rosebud” gizemini korur.

bottom of page