top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • AVATAR

    maviSİNEMA * IMDB 7.8 FHD 9.0 ★ 2009 yılında tüm dünyadaki sinemaseverlerin beğenisinin kazanan, yakaladığı gişe başarısı ve inanılmaz görselleriyle dikkat çeken bir film vizyona girmişti: Avatar. Film aksiyon, macera, fantastik unsurlarıyla, olağanüstü güzellikte görselleriyle dopdolu, mükemmel denilebilecek bir filmdi. Ünlü Kanadalı yönetmen James Cameron tarafından yönetilen film, 237 milyon dolar gibi dev bir bütçeyle çekilmiş, ama kat kat fazlasımı çıkarmış, 2,92 milyar dolarla tüm zamanların en çok hasılat yapan filmi olmuştu. Dünya ile birlikte Türkiye'de de aynı tarihte vizyona giren film milyonlarca kez izlenmiş, hafızalarda uzun yıllar yer edecek bir filmdir. Yetenekli yazar ve yönetmen James Cameron’un hem senaryosunu hem yapımını üstlendiği Avatar filminin başrollerinde Sam Worthington Jake Sully adlı karakteri canlandırıyor. Aynı zaman da Zoe Saldana Neytiri isimli karakteri ve Sigourney Weaver ise doktor Grace karakterini oynuyor. Avatar filmi ilk çıktığı zamanlarda en çok görsel efektleri ve eşsiz sahneleriyle adını sinema dünyasına kazımıştı ve çok fazla övgü almıştı. Filmin maliyetinin ise 237 milyon dolar olduğu açıklanmıştı. İzleyiciyle buluştuktan sonra bugüne kadar kırılmış bütün rekorları adeta tarihin tozlu raflarına kandıran Avatar filminden, 2 Milyar 782 Milyon Dolar gibi akıl almaz bir hasılat elde edilmişti. Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora adlı bir uyduda geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora, on ayak uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapmaktadır. İnsanlar, Pandora'nın havasını soluyamadıkları için, akıl bağlantısı aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na'vi karışımı Avatarlar üretirler. Felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully (Sam Worthington), bir Avatar olarak Pandora'da yaşamaya gönüllü olur. Bir Na'vi prensesine aşık olan Sully, kendisini Pandora'yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında bulur. Filmin konusuna gelirsek; Jake Sully basit bir hırsızlık olayı esnasında ağabeyini ani bir şekilde kaybetmiştir. Kendisi ise savaştan sağ çıkmış ve yarı felçli durumda olan bir gazidir. Ordunun ve Araştırma firmalarının Pandora isimli bir gezegene yolculuk yaptığını öğrenir ve bu yolcuğa katılmak için bizzat başvuruda bulunur. Pandora gezegeninde Navi adında yaşayan mavi derili insansılardan ibaret bir toplum yaşamaktadır ve insanların oraya gelmesiyle birlikte hepsinin hayatı artık daha tehlikeli bir hal alır. Bilim adamları Navilere benzeyen Avatar yaparlar ve insnaın özü olan ruhu ile Avatar arasında bir transfer sağlanarak bağlantı kurulur. Jake bu topluluğun içine karıştıktan sonra onların kendilerine has hayat tarzları ve kültürlerinin ne kadar değişik olduğunun farkına varır ve topluluk ile yakınlaştıkça kendisinin de doğa ile bir bütün haline geldiğini fark etmeye başlar. Sonrasında ise şirketin ve ordunun esasında Pandora'nın tüm kaynaklarına el koyup dünyaya kaçırmak istediği gerçeğiyle yüzleşir. Bu kendisi için oldukça sarsıcı bir durumdur. Jake yarı felçli durumda olduğu için Avatar bedeni içinde diğer herkesten daha fazla kalmaya çalışır ve bu toplum ile daha yakın bir temas halinde kalarak onların bütün yaşantılarının detaylarını öğrenir. Artık Jake'nin bir karar vermesi gerekecektir. Kimin kötü taraf olduğunu gayet iyi anlamıştır ve Navi toplumunu koruyabilmek için kendisini orduya karşı siper eder. 2022'de ikinci AVATAR filmi SUYUN YOLU gösterime girmiş büyük bir ilgi de görmüştür. Devam filmleri geleceği tahmin ediliyor.

  • DERGİ ANALİZ ve RAPORLARI

    18. ARALIK 2023- 16 OCAK 2024 maviADA Dergisinde SON BİR AYDA 3086 site oturumu, 2533 tekil ziyaretçi olmuş. Bunların 1460'geogle kanalıyla, 920 tanesi facebook yoluyla 550 si doğrudan, 520si yandex kanalıyla, 50 tanesi wix kanalıyla ... 2ı Aralık- 23 Aralık 200, 6 Ocak- 14 Ocak arası 300 kişi ziyaret ederken, haftanın günlerinden Çarşamba (150) ve Perşembe günleri (120) 0rtalama oturum açan olmuş 2. Bu ziyaretçilerin 2835'i Türkiye'den olurken, 93'ü Rusya'dan, 45 Almanya'dan,23 Amerika yani United States, 13 United Kingdom yani İngiltere'den, 7 tanesi Hollanda' yani Netherlands'tan, 6 tanesi Kıbrıs'tan ve irili ufaklı birçok ülkeden... Rapor ve Analizleri aldığım 16.1.2024 tarih saat 18.30' da GERÇEK ZAMANLI SON OTUZ DAKİKA TRAFİĞİNDE oltaya 3 kişi vurmuştur. Bunlarda eşit bir paylaşımla EZİLMEK, HAYAT GÜLÜMSEŞÜNDE, EFSANE OKUL... başlıklı yazılara eşit olarak dağılmıştır. ZİYARETÇİLER HANGİ GÜN HANGİ SAATI YEĞLİYOR sorusunun yanıtı bu kez PERŞEMBE günleri öğle saatleri oluyor... ... Daha önce genel olarak gördüğümüz ZAMANA GÖRE TRAFİK te ayın iki ayrı devresinin öne çıktığını görüyoruz. Aralık 20-21-22-23 ve OCAK 8,9,10,11,12,13,14,15 GÜNLERİ... ...ve geldik ayın en pöpüler yazılarına... Niyazi UYAR'ın Efsane Okul yazısı en başta, demek "efsane okul" boşuna denmiyor, sahip çıkıyorlar. Bir haftada 761 kişi... Ardından geçen listede de olan, daha doğrusu bütün zamanların en çok ziyaret edilen ( 3 yılda 2960 kişi) Aysu Afyonlu'nun yazdığı bir araştırma derleme yazısı VİCTOR HUGO.... ve daha dün yayınlanmasına karşın LİSTEDE hızla tırmanan (3 günde 120 ziyaret) Yusuf AKSOY'un şiiri HAYAT GÜLÜŞÜNDE...geliyor ardından

  • AYRIMCILIK

    Fuat ÖZGEN * Dinciler dinde, mezhepte, anlayışta Ayırımcılık yapıyorlar Dinden soğutuyorlar yaşayışta Irkçılar ırkta, soyda Ayırımcılık yapıyorlar Bölüyor, soykırıyorlar ne fayda Siyasiler halkta, seçmenlerde Ayırımcılık yapıyorlar Taraftarlarını koruyor, hak yiyorlar diğerlerinde Küçükler bile arkadaşlıklarda Ayırımcılık yapıyorlar Acımasız oluyorlar daha başlarda Ayırımcılık her devirde, Her konuda, her yerde Ayırımcılık insanlık zehri Derinleştiriyor her derdi

  • SANA DAİR

    Niyazi UYAR* Kertil dağlarında Kızılçam ormanlarının arasında, Özlemle, Beklerken, Gelmedin! Yoktun, Zaten hiç olmadın! Aylar, yıllar! Çok yıllar! Gün yirmi dört saat, Yıl on iki ay, Yıl üç yüz almış beş gün! Geçip gitti, Geçip gitti yalnız, Hem de haybeye! Sana dair, Osman’ın at oynattığı diyarın, Tek gamzelisi, Kaymakam koruması Hasan Çavuş’un İki numarası, Kestane diyarının, Aydan arı, Günden duru Biriciği, Okuyanı yazanı cahil edeni! Sen var ya sen, Sana dair yazılan, çizilen, Tekmil dizeler, Sana dair yaratılan cümle imgeler, Sana dair cümle sevdalar, Sana dair sevginin katmerlisi, Sana dair sevda kokan şiirleri, Çağlayan olup çağıldayan nehirleri… Bir bir yok edip Kuruttun! Sana dair, belki… belki… Belki diyen tekmil umutları Belki diyen beklentileri, Kibrinin kokuşmuşluğunda yok ettin! Sana dair, İçimde kalan O en güzel anıları, Sana dair Kalem oynatışları, Tükettin!” Sana dair anıların en güzeli, Saçlarına tarak olan parmakları, Senin için çarpan yüreği, Paramparça ettin! Sana dair, Belki, belki diyen Sımsıcak gülüşleri, Öfkeye çevirdin! Değmez, değmez be ya… Sen, Kör kuyulara düşüp nefessiz kalasın, Bir nefes Yalnızca Bir nefes diye diye Çırım çırım çığrasın! Vefasızlığın okyanusunda Boğulasın, Gün güneş görmeyesin, Bir yudum su diye İnim inim inleyesin…

  • Rüzgar Kırdı Dalımı

    Nurten B. AKSOY * Griye çalan gökyüzü altında sanki sonsuzluğa doğru uzanan mavi-gri bir deniz... Siyah ve beyaz renkli kuşlar birbiriyle dalaşıyor, denizde çırpınan gümüşi balıkları kapmaya çalışıyorlar. Tüm güzelliğine karşın o çirkin sesleriyle avaz avaz çığlık atan martılar kara bulutların kapladığı göğü süslüyor ve giden gemilerin ardından bembeyaz kanatlarıyla süzülüyorlar. Hayli yaşlı, hayli yorgun bir kadın oturuyor rıhtımda yalnız başına, içini ürperten soğuk havadan korunmak için sımsıkı sarınıyor atkısına, buz kesmiş parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasından bir nefes alıyor, dumanını savururken bulutlara doğru, puslu havanın içinde gözleri engine dalıyor... Dumanların arasından göz kırpan vefasız yüzler sanki alay ediyor, yitip giden günleri düşüyor aklına... Yıllar önce ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen liseyi bitirmiş, üniversite sınavlarına girmiş, hukuk fakültesini kazanıp bu koca şehre okumaya gelmişti. Çok gençti, güzeldi, yalnız ve yabancıydı bu bilmediği şehirde... Bir yandan geride bıraktıklarına özlem duyarken bir yandan da yeni geldiği bu deniz şehrine alışmaya çalışıyordu... Henüz kimseyi tanımıyordu, aslında pek de ihtiyaç duymuyordu yeni arkadaşlara; çünkü o kendiyle baş başa kalmayı severdi hep. Dersinin olmadığı günler kitabını yanına alıp sahile koşuyor, her gün yeni bir semtini keşfediyordu bu gizemli şehrin. Saatlerce oturduğu sahilde kıyıya vuran beyaz köpüklü dalgalara dalıp giderdi. O, denize hasret bir şehirde doğmuştu. Deniz kuşları yoktu oralarda; sıcaktı, kuraktı büyüdüğü şehir, bazen sıcak yaz gecelerinde akrepler çıkardı; dik kuyruklu, zehirli, siyah akrepler... Korkardı yalnız, annesiz yaz gecelerinde. Özlerdi küçücükken yitirdiği annesini, sığınacak bir kucak arardı hep... İşte o sahile vuran dalgalar özlemine iyi geliyordu. Dalıp gittiği dalgalar hep annesini hatırlatırdı ona niyeyse... Sonra yavaş yavaş alıştı bu deniz şehrine. Yalnızlığını paylaşacağı arkadaşlar edindi farkında olmadan, sevdi onları ve artık çok da gitmez oldu o yalnızlığını paylaştığı sahillere. Deniz'le ikinci sınıfın sonlarına doğru samimi olmuşlardı. Uzaktan bakışarak geçirdikleri birinci sınıftan sonra, yavaş yavaş konuşmaya, not alıp vermeye başlamışlardı birbirlerine. Pek çok huyları, zevkleri, fikirleri, yürekleri uyuşuyordu sanki. Zaman zaman el ele tutuşup sahile inerlerdi, ellerindeki şiir kitaplarından şiirler okurlardı birbirlerine Nazım'dan, Ahmed Arif'ten... "Yumulu göz kapaklarımın içindesin sevdiceğim Yumulu göz kapaklarımın içinde şarkılar Şimdi orda her şey seninle başlıyor Şimdi orda hiçbir şey yok senden önceme ait Ve sana ait olmayan..." Zor günlerdi o günler, ihtilal günlerinin kara bulutları kaplamıştı her yeri. Ortalığın toz duman olduğu o günlerde canlarının derdine düşmüşlerdi, doğru dürüst okula gidemiyor, eski günlerdeki gibi sık sık buluşamıyorlardı. Ama her şeye rağmen arada gidebildikleri okullarını nihayet bitirip mezun olmuşlardı. Nihayet ayrılık vakti gelmişti, herkes kendi şehrine gidecek, yolunu çizecek, yeni bir yaşama başlayacaktı. Kim bilir, belki de birlikte yeni bir yaşama başlarlardı... İleride tekrar buluşup görüşmek üzere sözleşip vedalaştılar. Artık yeni bir yaşam, yeni sorumluluklar bekliyordu onları; hakimlik sınavını kazanmış, kuralarını çekip yeni görev yerlerine gitmişlerdi. Bir uçtan bir uca savrulmuşlardı, denize ve sevgiliye hasret günler başlamıştı. Deniz, gittiği yurdun en ücrâ köşesinde isyan ediyordu her şeye... töreye, özleme, doğaya... "Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü..." Diyerek mektuplar yazıyorlardı birbirlerine şiir dolu, özlem dolu... Öğrencilik yıllarında okudukları Nazım ve Ahmed Arif şiirlerine Cemal Süreya'nın şiirleri de eklenmişti şimdi... "ben bütün hüzünleri denemişim kendimde canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını bir bir denemişim bütün kelimeleri yeni sözler buldum seni görmeyeli" derken içindeki özlemi anlatıyordu kız sevdiğine... Günler, aylar geçmişti ama ortalık hala toz dumandı; tutuklamalar, ölümler tüm hızıyla sürüyor, insanlar haksız yere yargılanıyor ve acı çekiyorlardı inandıkları, düşündükleri yüzünden. İşte o zor günlerde bir fırsat yaratıp zar zor buluşmuşlardı yeniden, o deniz şehrinde. El ele tutuşup martıları seyretmiş, dalgaların sesini dinlemişlerdi. Rüya gibi geçen üç günün ardından "Elbet bir gün buluşacağız/ bu böyle yarım kalmayacak" diyerek vedalaşmışlardı. Ama olmamış, olamamıştı, o bekledikleri "bir gün" bir türlü gelmemişti... Sonra günler günleri kovalamış; aylar, yıllar geçip gitmişti... Ne bir ses, ne bir nefes gelmişti uzaklardan. Biraz hüzün, çokça öfke dolu yılların ardından, tam kırk yıl sonra deniz kenarında üşüyen kadın haber almıştı Deniz'den. O habersiz, yalnız geçen günlerin bedeli, bir hapishane koğuşu, siyasi bir mahkumiyet, mutsuz bir evlilikle geçen bir ömürmüş meğerse... Pek çok şeye bedel, boşa gitmiş bir ömür... belki de vefasızlığın bedeli. Kadın şimdi sahilde martıları seyredip geçmişi düşünürken bir yandan heba olan ömürlere yanıyor bir yandan da bir şarkı mırıldanıyor, gözleri nemli... "Rüzgar kırdı dalımı, ellerin günahı ne / erken ağardı saçlar, yılların günahı ne..."

  • KÖPEKLER

    Erhan TIĞLI* İnsanlar köpekleri evcilleştirerek yüzyıllarca köle gibi kullanmışlar, kendilerine hizmet ettirmişlerdir. Ama kimi kişiler köpekleri pek sevmez, adlarını hakaret amacıyla ağızlarına alırlar. Kızdıklarına sadece köpek demez, “köpek oğlu köpek, it” diye iltifat ederler. Söz gelişi, Namık Kemal dalkavukları “Kimi görsek etekleriz/Ne utanmaz köpekleriz” diye taşlar. Hürriyet Kasidesi’nde zalimlere hizmet edenleri köpek olarak görür: Kilab-ı zulme kaldı gezdiğin nazende sahralar Uyan ey yareli şir-i jiyan bu hab-ı gafletten” der. Şiirde sözü geçen kilap kelp(köpek)in çoğuludur. Buradan inkilap sözü türetilmiştir. İnkılabı(köklü değişme,devrim) benimsemeyenler ya da bilinçsiz kişiler bu sözcüğü inkilap(köpekleşme) diye söyler ya da yazarlar… Namık Kemal burada halkı inleyen ve yaralı bir aslana benzeterek, onun uyanmasını, memleketin zulüm köpeklerine kaldığını belirtiyor… Tahir Efendi şair Nef’i’ye kelp(köpek) demiş. Şairimiz bakın bu efendiye nasıl cevap veriyor: Tahir Efendi bana kelp demiş İltifatı bu sözde zahirdir Maliki mezhebim benim zira İtikadımca kelp tahirdir Tahir’in sözlük anlamı temiz demektir. Nef’i maliki mezhebinden olduğunu, bu mezhebin inanışına göre köpeğin temiz sayıldığını, kendisine iltifat edildiğini söyle gibidir ama aslında köpek Tahir Efendidir diyor, köpekliği ona iade ediyor! Bu konuda şöyle bir fıkra vardır: Tahir’le Sadık adındaki arkadaşı yolda giderlerken karşılarına bir köpek çıkar. Sadık bıyık altında gülerek, “Ne dersin, şairin dediği gibi, kelp gerçekten Tahir midir?” diye sorar. Tahir, arkadaşının ne demek istediğini anlar, onu okkalı bir yanıtla susturur: “Köpeğin temiz oluşu anlayışa, inanışa göre değişir ama şurası bir gerçektir ki; köpek her zaman sadıktır!” Köpek türlü oyunlar ederek sahiplerine kendisini sevdirmesini bilir, onları oyalar, dertlerini unutturup yalnızlıklarını giderir. Bir çiftlikte bir eşek ve sahibinin kucağından inmeyen bir köpek varmış. Eşek bu işe(!) kızmış ve köpeğe, “Ben o kadar efendime hizmet ediyorum ama hiç takdir görmüyorum. Sen hiçbir şey yapmadığın halde çok seviliyorsun. Ne olur bana bunu sırrını anlat” diye yalvarmış. Köpek, “Gayet basit” diye konuşmuş: “Ben, sahibim içeri girer girmez türlü oyunlar yaparak üstüne atılıyor, kucağına sıçrıyorum. Bu da onun hoşuna gidiyor.” Eşek sevinmiş, “Tama öyleyse” deyip sahibi kapıdan girince hemen hoplayıp zıplayarak adamın üstüne atılmış. Sahibi onu kudurdu sanmış, korkuyla yanından kaçarak eşeği kasaplara teslim etmiş. Kudurmak deyince aklıma geldi. Köpek kuduz taşıyıcısıdır. Onların kuduz hastalığına tutulmamaları için aşılatmak gerekir. Adamın birisini aşılanmamış bir köpek ısırmış ama o aldırmamış, aşı olmayı ihmal edince kudurarak ölmesi kesinleşmiş. Yakınlarından bir kağıt kalem istemiş. “Vasiyetini mi yazacaksın?” diye sormuşlar. “Hayır” demiş bizimki, “Isıracağım kişilerin adlarını yazacağım.” Siz bu durumda olsaydınız kimleri yazardınız? Sakın, “bizleri müşkül mevkiye düşürenleri yazarım” demeyin. Öylelerinin öyle kraldan fazla kralcıları vardır ki, daha siz yanlarına yaklaşamadan havlayarak üstünüze saldırırlar, yeri göğü ayağa kaldırırlar… Demosten, ahaliyi başına toplamış, bağıra çağıra onlara bir şeyler anlatıyormuş. Onu pek sevmeyen bir politikacı alayla, “Gene ne havlıyorsun?” diye sormuş. Demosten taşı gediğine oturtmuş; “Bir hırsız gördüm de…! Mevlana müritleriyle yolda giderken bir köşede koyun koyuna yatan köpekleri görürler. Müritlerden biri, “Şunlara bakın. Dostça, arkadaşça bir arada yatıyorlar” der. Mevlana gülerek şöyle der; “Ortaya bir kemik atın da görün onları…” Adamın birinin yolu bir dağ köyüne düşmüş. Yolda köpekler havlayarak üstüne saldırmışlar. Bizimki kendini savunmak için yerden bir taş alıp atmak istemiş ama hangi taşa el atsa bir türlü yerinden kaldıramamış. Ellerini açarak, “Allahım” demiş. “Bu nasıl köy? Taşları bağlamışlar da köpekleri salıvermişler!” Siz siz olun, köpekli köyde taşsız, değneksiz dolaşmayın.

  • "Yaşlanmaz Şair Çocuk" Necati Cumalı

    Nurten B. AKSOY * Yaşar Kemal’in her geçen gün solan bedenine inat düşüncelerinin hiçbir zaman yaşlanmayacağını bildiği için “Yaşlanmaz Şair Çocuk” dediği Necati Cumalı şiir, roman, hikâye, deneme, tiyatro, günce gibi pek çok edebi türde eser veren, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının en tanınmış yazarlarındandır. Doğum ve ölüm tarihleri ocak ayına rastlayan yazarımızı şiirleriyle anmak istedik. Necati Cumalı 13 Ocak 1921 tarihinde o yıllarda Yunanistan sınırları içindeki Manastır’a bağlı Cuma kazasında altı çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında Türkiye’ye göç ederek İzmir’in Urla ilçesine yerleşir. Ortaöğrenimini 1938’de İzmir Atatürk Lisesinde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine giren Necati Cumalı’nın ilk şiiri, 1939’da Urla Halkevi Dergisi Ocak’ta, sanatsal değere sahip ilk şiiri ise 1940’ta Varlık dergisinde “Netice” ismiyle yayımlanır. Güneş Delisi Akan suyu severim ben Işıldayan karı severim Bir yeşil yaprak Bir telli böcek Yeşeren tohum Güneşte görsem Sevinç doldurur içime Bir günü Güzel bir günü Güneşli bir günü Hiçbir şeye değişmem Onun için savaşı sevmem Onun için zulmü sevmem Onun için yalanı sevmem Bilirim yaşamaz güneşte Bilirim yaşamaz yan yana aşkla Ne haksızlık Ne korku Ne açlık Orhan Veli, Oktay Rıfat, Cahit Sıtkı, Nurullah Ataç gibi önemli edebiyatçılarla tanıştıktan sonra onların etkisiyle şiirine yön verir, ancak şiir yazdığı dönemin hakim şiir anlayışı olan Garip Akımına katılmaz. Garipçilerin şiirlerinden farklı olarak yalın, aydınlık anlatımlı, lirik şiirler yazan Necati Cumalı, çocukluğundan başlayarak hayatında yer alan olayları şiirlerine konu edinir. 1941 yılında Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra Ankara’da Toprak Mahsulleri Ofisinde bir yıl kadar çalışır. Daha sonra askerlik görevi nedeniyle Ezine’ye giden Cumalı’nın ilk kitabı “Kızılçullu Yolu” 1943’te yayımlanır. Askerlikten döndüğü 1945 yılında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başlar ve askerliği sırasında yazdığı şiirleri aynı yıl “Harbe Gidenin Şarkıları” adıyla yayımlar. Her Dilde Türkülerin Meramı Bir Her dilde türkülerin meramı bir Sıla, iki gözlü bir ev, bir gelin Kovboyun dilinde yavuz bir at, bir kement Doğuda, bizim çobanların dilinde Taze ekmek, taze peynir Mutlu olmak her vakit elimizdedir Bütün istediğimiz bundan ibaret Köylüye toprak, kovboya kement Her şeyin başında, her şeyden önce Hürriyet 1945’ten itibaren Ulus Gazetesi sanat sayfasında, Varlık, Ülkü, Ankara gibi dergilerde sürekli olarak şiirleri yayınlanır. Ulus gazetesinde şiirlerinin yanı sıra hikâye türündeki ilk denemelerini yayımlamayı da sürdüren Necati Cumalı’nın yayınlanan ilk hikâyesi 1945 yılında Yücel dergisinde yayınlanan Aysız Geceler’dir. Gölge Ah, bir gün bir bulut üstümüze gölge edecek Güzel yüzün, kaybolacak aynalarda sularda Öyle sönen lambalar gibi alaca karanlıkta Gelecek ölüme razı değilim. Adını yazıyorum, saçlarını çiziyorum Eğilip düşünüyorum boş kağıtlara Sensin işte, yalnız sensin sevdiğim Her haline ayrı bir şiir söylemeliyim. Ankara’da Cahit Sıtkı Tarancı ile aynı evi paylaşır Necati Cumalı 1949 yılında sahnelenen “Boş Beşik” adlı oyunu ile dikkatleri çeker. Aynı yıl Ankara’daki görevinden ayrılarak İzmir’e gider. 1957’ye kadar Urla ve İzmir’de avukatlık ve memurluk yapar. “Güzel Aydınlık” (1951), “İmbatla Gelen” (1955), “Güneş Çizgisi” (1955) adlı şiir kitapları ve “Yalnız Kadın” adlı hikâye kitabı İzmir’de iken yayımlanır. Çıplak Bereketli göğüslerin Dudakların aşkla ıslak Cennetten kovulan ırmak Yatağımda çırılçıplak Her gece gürül gürül ak Yıkık yönlerimi götür Umutsuzluğumu yıka Yarına beni değiştir Geldiğin yerlerim yeşil Gittiğin yerlerim kurak 1955’ten sonra şiir, hikâye, roman çalışmalarını birlikte sürdürür. Urla ve çevresine ait gözlemleri, avukatlık yıllarında karşılaştığı olaylar ve baktığı davalardan edindiği izlenimler eserlerine şekil verir. Özellikle Ege yöresindeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını işler bu eserlerinde. 1956’da İzmir’de Ara Tiyatro’yu kurar ve yöneticiliğini üstlenir. 1957’de “Değişik Gözle” kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanını kazanan yazarımız o yıl avukatlığı bırakarak kendi imkanları ile Paris’e gider. Sonuna Geliyoruz Sonuna geliyoruz dostum Eksiliyor soframızda Bir bir iskemleler Duyuyorum içimde Yeşeriyor baş verip Toprağa vereceğim tohum Bu yaştan sonra her şey Uzak yakın bana eşit geliyor Toprağı daha bir seviyorum 1957-1959 yıllarında Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Basın Ataşeliğinde çalışır. Paris yılları “Aşk Duvarı” ve “Zorla İspanyol” gibi bazı oyunlarına ve kimi hikâyelerine kaynaklık eder. 1959’da artık “Hayatını edebiyat adamı olarak kazanma” kararıyla yurda dönerek İstanbul’a yerleşir. 1959-1963 yılları arasında İstanbul Radyosunda redaktörlük yapan yazarımızın ilk romanı “Tütün Zamanı” 1959’da tefrika edilir. Avukatlık yıllarında edindiği gözlemlerine dayanan “Susuz Yaz” öyküsünü 1960 yılında yazar. Üç perdelik bir oyun olarak tiyatroya da uyarladığı bu öykü, Metin Erksan tarafından filme çekilir ve 14. Uluslararası Berlin Film Festivalinde Altın Ayı Ödülünü kazanarak (1964) Türk sinemasında bir çığır açar. Kar Aydınlığında Sen sıcaktın yataklar sıcak Pencerende aydınlık kar Ateşim kömürüm esmerim benim O günlerin tadı başka nerde var Gençtik âşıktık deliydik Seviştikçe ağardı karanlıklar Bunca dağın karlarını erittik… 1960 yılında hariciyeci Berin Teksoy ile evlenen sanatçı, 1963’ten sonra yaşamını roman ve oyun yazarlığı ile sürdürür. Eşinin işi nedeniyle 1963-1965’te Tel Aviv ve Paris’te bulunan Cumalı, yazdıklarıyla Anadolu insanını anlatırken kimi zaman tepkilerle karşılaşır. Bazı kesimler onun yazdıklarından öylesine korkar ve yazılarını öylesine sakıncalı bulurlar ki eşi Berin Teksoy’u görevden alırlar. Eşi Berin Hanım 1966 yılında görevden alınınca İstanbul’a yerleşirler. 1967’den itibaren Makedonya, ABD, Sovyetler Birliği, Bulgaristan, İran, Yunanistan, Almanya, Çekoslovakya, Finlandiya’ya yurtdışı geziler yapan Cumalı’nın eserlerinin oluşmasında bu gezilerinin büyük etkisi olur. “Makedonya 1900” ile 1970 yılında ikinci kez Sait Faik Hikâye Armağanını, “Yağmurlu Deniz” adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu 1969 Şiir Ödülünü, “Dün Neredeydiniz” adlı oyunuyla Kültür Bakanlığı 1981 Tiyatro Ödülünü, “Tufandan Önce” kitabıyla 1984 Yeditepe Şiir Armağanını, “Viran Dağlar” romanı ile 1995 Orhan Kemal Roman Armağanı, Yunus Nadi Roman Ödülü ve Ömer Asım Aksoy Ödüllerini kazanır. Türk tiyatrosuna katkılarından dolayı kendisine 2000 yılında Tiyatro Yazarları Derneği tarafından Onur Ödülü verilir. Son İçimden hep iyilik geliyor Yaşadığımız dünyayı seviyorum Kin tutmak benim harcım değil Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum Parasız pulsuzum ne çıkar Gelecek güzel günlere inanıyorum Gelecek güzel günlere Sonunda galip geleceğine eminim İyiliğin, zekânın ve cesaretin İmanım var zaferine Aşkın, adaletin ve hürriyetin Yetiştiğim halkın içinde Bütün şiirini duydum Çalışmanın ve sefaletin Kulak verin işe gidenlerin türkülerine Yorgun argın dönüşlerini seyredin. Şairleri peygamberleri düşünüyorum Yaşamak o kadar tatlı ki Daimî bir sevgi içinde Galip sesini işitiyorum hakkın Asırlarca zulme ve işkenceye Gelecek güzel günlere inanıyorum İmanım var bereketine toprağın Ve makinenin kudretine Parasızım pulsuzum ne çıkar Huzuru içindeyim rahata kavuşanların Hayatının son senelerinde. 10 Ocak 2001 tarihinde yakalandığı karaciğer kanserinden kurtulamayarak İstanbul’da hayata veda eden Necati Cumalı, ölümünden sonra 2001 yılı Şiir Büyük Ödülüne değer bulunur. Aynı yıl Urla’da çocukluğunu geçirdiği ve daha sonra eşiyle birlikte yaşadığı evi “Anı ve Kültür Evi” olarak ziyarete açılır.

  • Nazım Hikmet

    122 Yaşında * DOSYA Her ne kadar nüfus kayıtlarında 15 Ocak 1902 olarak gözüküyorsa da araştırmacıların üzerinde birleştiği; Nazım Hikmet'in gerçek doğum gününün 15 Kasım 1901 olması kuvvetle olası... Ne fark eder ki; Nazım Hikmet gibisine her gün doğum günü yapsak az... Şairle ilgili dergimizde yer alan tüm yazıları okumak isterseniz BURAYA tıklayın. *

  • Nazım Hikmet

    122 Yaşında * Nazım HİKMET'in ÖLÜMÜ: 3 Haziran 1963 sabahı saat 06.30'da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada, tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda öldü. Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli ve yabancı yüzlerce sanatçı katıldı ve törenin görüntüleri siyah beyaz olarak kaydedildi. Ünlü Novodeviçi Mezarlığında (Rusça: Новодевичье кладбище) gömüldü. Meşhur şiirlerinden biri olan Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam figürü siyah granitten yapılan mezar taşı üzerinde ebedileştirildi. Nâzım Hikmet Ran ya da Türkiye'den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nâzım Hikmet Borzecki (14 Ocak 1902; Selanik, Osmanlı İmparatorluğu - 3 Haziran 1963; Moskova, SSCB), Türk şair ve yazardır. Her ne kadar nüfus kayıtlarında 15 Ocak 1902 olarak gözüküyorsa da Nazım Hikmet'in gerçek doğum gününün 15 Kasım 1901 olması kuvvetle olası... Şairle ilgili dergimizde yer alan yazıları okumak isterseniz BURAYA tıklayın. * EKLEYEN: Aycan AYTORE

  • HAYAT GÜLÜŞÜNDE

    Yusuf AKSOY * gün ortası kararan ağlamaklı kentimizde cümle alem seni aradı vakit bilinmez tüm zamanlarda hayat, senin yeşil gözlerinin gülüşünde atıyor çünkü kıyamazdı doğa sana nergis narinliğinde bedenin dört mevsim açan tomurcuklar gibidir nereye baksan kanatlanıyor yaralanmış tüm kuşlar sabahları geçtiğin okul yollarındaki halsiz güller gülüşünle geçişini bekliyor kıpırdanıp uyanmak için köşelere sinmiş sokakların sessiz canları sesinle ısınır bakışınla miyava dururlar sokağımızın Patisi seni bekler çılgınca taklalar atmak için şakımazlar yeni bestelerini sen gelinceye dek penceremizdeki kumrular hele Nohut ve Hamur bir sabırsız oldular ki sorma gitsin mamayı ve suyu unutarak kapıda görülmeni beklediler saatlerce anne tedirginliğinde yoksul semtlerden koşup gelen umuda yabancı okuldaki çocuklar açılan kapıların ardındaki gülüşünü beklerler bilemedikleri umut senin gelmende saklı demek ki buğulanan yeşil gözlerinde sakladığın damlalar bizim gözlerimizde pınar oldu işte o yüzden bırakmadın ellerimizi gözlerin limanları tuzaklanmış derin sularda yaşama kaçanlara yakamoz yorulmayı hiç hak etmeyen kalbin annelerini yitirmiş her dilden çocuklara uç uç böceği her daim senin olduğun yerde bahara doluyor tüm yorgun kalpler hasta yatağına asla sığmaz gülüşlerin koşarız hep ardından ardımıza bakmadan sevgilim, kalbin kalbimin en hassas yerinde yarın ne yapalım biliyor musun seher vakti kırları sırtlanıp sırtımızı rüzgara vererek gelincik yüklü ovalarda uçurtma uçurmaya gidelim sonraki gün de susmuş şehirlere inat dağların zirvesinde ateş yakalım sonra hayatı kucaklarcasına sımsıkı sarılalım altımız birbirimize

  • The Hateful Eight

    NEFRETİN SEKİZLİSİ * Muhteşem Bir Tarantino Klasiği IMDb: 7.8 The Hateful Eight, Quentin Tarantino'nun yazıp yönettiği ve Samuel L. Jackson, Kurt Russell, Jennifer Jason Leigh, Walton Goggins, Demián Bichir, Tim Roth, Michael Madsen ve Bruce Dern'in yer aldığı Amerikan western filmi. Film İç Savaş sonrası Wyoming'de kar fırtınası sırasında posta arabasıyla dağdan geçerken sığınak arayan 8 yabancı etrafında dönüyor. Filmin gelişimi Tarantino tarafından Kasım 2013'te açıklandı. Ancak Ocak 2014'te senaryo bir şekilde sızdırıldı ve Tarantino filmi iptal etmeye karar verdi. Sonra da senaryoyu halka açık bir şekilde yayınladı. Çekimler Telluride, Colorado yakınlarında 8 Aralık 2014 tarihinde başladı. Film 25 Aralık 2015'te sınırlı yayınla sadece 70 mm. film boyutunda yayınlanmak üzere ayarlandı. Dijital sinemalardaki yerini ise 30 Aralık 2015'te aldı. * Dram Gizem Vahşi Batı Wyoming'in ölü kışında, bir ödül avcısı ve tutsağı, kötü niyetli karakterlerin yaşadığı bir kulübede barınak bulur. Bu olaylar zincirinin merkezinde Quentin Tarantino'nun ikonik western filmi "İkili Oyun" bulunuyor. Tarantino'nun hayranları için bu film, yönetmenin kendine özgü stilini ve karakterlerini sergileme yeteneğini gözler önüne seriyor. Filmin baş karakterlerinden biri olan Kurt Russell, Russell'ın canlandırdığı kurnaz ve tecrübeli bir avcı olan John Ruth rolünde izleyicileri etkisi altına alıyor. Ruth, aranılan bir suçluyu yakalayarak büyük bir ödül kazanma umuduyla yola çıkar. Ancak yolda karşılaştığı kar fırtınası, onları, nefes kesen bir hikayenin odağındaki bir kulübe olan Minnie's Haberdashery'ye sığınmaya zorlar. Kulübede bulunan diğer karakterler arasında Samuel L. Jackson, Jennifer Jason Leigh, Walton Goggins ve Tim Roth gibi tanınmış oyuncular yer alıyor. Her bir karakter, önceki filmlerinde olduğu gibi Tarantino'nun ustalıkla yarattığı derin ve karmaşık karakterlerdir. Bu oyuncular, birlikte aynı mekanda sıkışıp kaldıklarında gerilimi artıran ve izleyiciyi kendine çeken bir kimya oluşturuyor. Film, Tarantino'nun imzası olan diyaloglar ve sürükleyici bir hikaye anlatımıyla dolu. Zaman zaman şiddetli ve kanlı sahnelerle dolu olan film, izleyiciyi sinematik bir yolculuğa çıkarırken, aynı zamanda karakterlerinin duygusal zorluklarını da keşfetme fırsatı sunuyor. Tarantino'nun yönettiği "İkili Oyun", Western türünde bir başyapıt olarak kabul ediliyor. Film, türün geleneksel öğelerini kullanarak klasik bir Western atmosferi yaratırken, aynı zamanda modern bir yaklaşım sunuyor. Tarantino'nun sinematik yetenekleri, geniş açı çekimler, detaylı setler ve dikkatlice düşünülmüş kurgu ile birleştiğinde, izleyicilere unutulmaz bir deneyim sunuyor. Sonuç olarak, "İkili Oyun" nefes kesici bir Western deneyimi sunan ve Quentin Tarantino'nun sinema dili ile kendini gösteren bir filmdir. Derin karakterler, etkileyici performanslar ve sürükleyici hikaye anlatımı ile izleyicileri büyülüyor. Tarantino'nun imzası olan diyaloglar ve şiddet içeren sahneler, filmi unutulmaz kılıyor. Western sevenler için mükemmel bir seçenek olan bu film, izleyicileri Wyoming'in soğuk kışında fırtınalı bir yolculuğa davet ediyor.

  • KOCA YÜREKLİ GÜZEL İNSANLAR

    Fuat ÖZGEN * Tiyatrocular, sinemacılar, oyuncular Bizi bize satanlarsınız. Yazarlar, çizerler, ozanlar Yaşamımıza renk katanlarsınız. Gerçek yayıncılar, gazeteciler Bizi gerçeklerle donatanlarsınız. Atatürkçü eğitimciler, aydınlar Geleceğimizi güvene alanlarsınız. Tarafsız, bağımsız hukukçular Hukukumuzu savunanlarsınız. Yeminine bağlı sağlıkçılar Sağlığımızı koruyanlarsınız. Bilimci, araştırıcı, uzmanlar Yaşamımızı kolaylaştıranlarsınız. Hayvanı, doğayı sevenler Çevremizi besleyenlersiniz. Sermayesi emeği olanlar Ülkemizi kalkındıracaklarsınız. Köylüler, çiftçiler, üreticiler Karnımızı doyuranlarsınız. Koca yürekli güzel insanlar Dünyamızı yaşanır kılanlarsınız.

  • Onat Kutlar Anısına

    Nurten Bengi AKSOY * Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden, Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın. Ama hiçbir rüzgar dolduramaz boş kalan yerini, Bir yaşamdan ötekine Birlikte uçan turnaların yerini Gökyüzünde… Terörün her gün onlarca can aldığı bir dünyada, yirmi dokuz yıl önce teröre kurban giden; yaptığı her şeyi güzel yapan şair, yazar, düşünce adamı, sinemacı Onat Kutlar‘ın anısına… Onat Kutlar, 25 Ocak 1936’da Alanya’da doğdu. Çocukluğu Malatya ve İzmir’de geçti. Altı yaşındayken ailesiyle birlikte Gaziantep’e yerleşti. Liseyi Gaziantep’te bitirdi. İlk öyküleri Gaziantep Lisesinin çıkardığı ‘İlke’ adlı dergide yayınlandı. Felsefe okumak için İstanbul’a gitti; ama Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’ne girdi. Bir yıl orada okuduktan sonra, oradan ayrılıp İstanbul Hukuk Fakültesi’ne geçti. Hukuk Fakültesi’ni bitirmek üzereyken, ani bir kararla 1961 yılında fakülteyi bırakıp Paris’e gitti. Orada yaklaşık iki yıl kaldı, bu süre içinde Felsefe eğitimi aldı. İlk öykü kitabı “İshak” (1959) ile 1960 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazandı. Sinematek’le ilgisi de bu sırada başladı. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Doğan Kardeş Dergisi’nde sekreterlik yaptı, 1965’te ise Türk Sinematek Derneğinin kurucuları arasında yer aldı ve 1976 yılına kadar aynı derneğin yöneticiliğini yaptı. 1960’tan başlayarak aralıklarla Meydan, Yeni Sinema, Milliyet Sanat, Papirüs, Hürriyet Gösteri ve Yeni Düşün dergilerinde yazdığı denemelerini “Yeter Ki Kararmasın” ve “Bahar İsyancıdır” adlı kitaplarında yayınladı. Yalnızlık Bütün bir haziran evin önünde Akasyanın dallarını eğerken rüzgar İpeğe kırmızı bir gül işlerdi Kulağı ıssız ve tozlu yollarda Yoksulluğun kedileri kapıyı Bir yaz boyu her gece tırmaladı Sırtının teline mavi bir horoz düşü Dokunmadan uykuya varamazdı Uzak denizlerden atlar geçerdi Bulutlar güze yakın gözlerinden Bekledi ölümün beyaz elinde Solgun bir gül oluncaya kadar Şiirlerini “Peralı Bir Aşk İçin Divan” ve “Unutulmuş Kent”; sinema yazılarını ise “Sinema Bir Şenliktir” adı altında topladı. 1989’da, İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın şiirlerinden bir seçmeyi Celal Hosrovşahi ile birlikte çevirerek “Sonsuz Günbatımı” adıyla yayımladı. Türk Sinematekindeki çalışmalarından dolayı 1994 yılında Fransa tarafından “L’Ordre des Arts et des Lettres” nişanıyla ödüllendirildi. Ömer Kavur ile “Yusuf ile Kenan” (1979); Ali Özgentürk ile “Hazal” (1979); ve Erden Kıral ile “Hakkâri’de Bir Mevsim” (1982) adlı filmlerin senaryolarını yazdı. 1964 yılında yaptığı ilk evliliğinden iki oğlu oldu. 1989’da ikinci kez evlendi. 30 Aralık 1994’te Marmara Otelinin pastanesinde patlatılan bir bombayla ağır yaralandı ve kurtulamayarak 11 Ocak 1995’te öldü. Bulutlu Bir Günde Doğan Çocuğa Baban bu toprağın en delikanlı boğasıydı bir nevruz şenliğinde kestiler. Ne tuhaf sen kirli yeşil eylül bulutları altında ve aylardan temmuz onun gelinciklerinden doğdun. Burcunda yıldız görünmüyor… Ölümün kapısını aralayan güz çok sürmez Yeniden vurur dallara bahar İşte sana mavi gökyüzü ve mavi deniz defteri, üstelik tertemiz El koymanın tam zamanıdır, ufukta kargalar henüz görünmüyor…

  • ÜNİVERSİTELİ AŞIK

    Niyazi UYAR* Evde yalnızlık, hayatta yalnızlık kadar olmasa da yaşamını alt üst ediyordu Bülent’in! Akşama doğru evine yakın marketlerden birine gider, hazır köftelerden veya dondurulmuş balıklardan alır, evin içi kokmasın diye evinin küçük balkonunda keyfince pişirir, pişirirken kalp krizi ile yaşama çok erken veda eden Rıfkı arkadaşı gibi kadehini doldurur, ağzı yana yana pişenlerin hem tadına bakar hem de açlığını yatıştırırdı. Çoğunluğu emekli olan 180 Sokak’ta bir iki komşu her bir hareketini, adeta kayıt altına alır gibi takip ederdi. Öğleden sonra saat 13 .15’di. Evde bir başına canı sıkılır. Eşi, evini taşıyacak olan kardeşine yardımcı olmak için başka bir vilayete gitmiş Yalnız olduğundan zamanı bir türlü planlayamaz, yattığı, kalktığı saatler hep değişir. Vakit kuşluğu geçmiş, güneş Ankara istikametinden doğalı epeyce zaman olmuştur, az sonra İki minareli, her minaresinde ikişer şerefe olan Küçük İmam Camii’nin müezzini, minarenin şerefesine çıkmadan öğle ezanını okuyacaktır. Devlet Hastanesi Şüheda Caddesi’nin üstündedir. Caddede pandemi günlerinin ambulans trafiği seyrelmiş, emekli şehrinin emeklileri, sıcak çarpması, kalp spazmı ile ara sıra ambulans yolculuğuna çıkarak hastaneyi ziyarete giderler. Bülent kahvaltısını yapmış, evine epeyce mesafede olan yaştaşlarının gittiği kahveye gitmek için evinden çıkar. Yol boştur, acil işi olanlar dışında pek fazla insan çıkmamıştır dışarı. Bu yaşın sahibi olmuş, bu kadar sıcak bir yaz görmemiştir. Yaşlılar, emekliler yaşamayı çok sevdiklerinden midir ya da ölüm korkusundan mıdır, orası bilinmez, “saat on bir ile on altı saatleri arasında dışarı çıkmayın,” uyarısına harfiyen uyarken, Bülent’in aldırdığı yoktur. Bülent, Ramiz Turan Stadyumunun yanından geçerken, havada alaca gölgeli tesbih ağaçlarının, koyu gölgeli fıstık çamlarının yapraklarını kıpırdatacak, efildetecek en küçük bir esinti yoktur. Güneş her şeyi yaktığı gibi özellikle belediyenin süs ağacı olarak, parklara, yol kenarlarına diktiği, sıcak gördü mü, pörsüyüveren ağaçların yapraklarını şeytan çarpmışa döndürmüştür. Susuzluktan dili damağı kuruyan sokak hayvanları, belediyenin, “patili dostlarımızı unutmayalım,” diye bırakılan boş yiyecek, içecek tabaklarını yalamaktadır çaresiz. Bülent’i gece yine uyku tutmamış, hesap üstüne hesap, yorum üstüne yorumlar yapmış, sabaha karşı bir sonuca varınca, ruh yorgunluğundan sızıp kalmıştır. Artık, Nigar'ı edebiyat dünyasından çıkarıp atmaya karar vermiştir. Bundan sonra ne şiirlerinin ana duygusu ne yaratıcı metinlerinde ana tema olarak yer vermeyecek, cehennem çukurlarına atıp katran kazanlarında fokur fokur kaynatacaktır. Dününü, bugününü, yarınını ipotek altına alan Osman’ın at oynattığı diyarın Nigar'ını tek kalem vuruşu ile yok edecektir, bu halden bilmez, sevdadan anlamaz, kör bir maddiyata aldanan bu tek gamzeliyi ve ve bir daha adını ağzına almamaya yemin ederek yok edecektir… Hakikat dünyanın realitesi buna imkân vermezse, sanal dünyanın özgürlükleriyle halledecektir. Günün her saatinde, her nerede olursa olsun, yolda, belde, evde hatta tuvalette bile hep onun adını zikrediyor, kimi kimsenin olmadığı anlarda, duyulur duyulmaz cini gelesiye haykırıyordu, “Nigar, Nigar” diye. Görünürlerde kimi kimse yoktur, insan dostları bir gölgeye, serin bir yerlere sokulmuştur! Sıcak yaz günlerinde günü balkonlarda geçiren ahali, asfaltın sıcaklığı doğrudan evlerine hücum edince kapıyı bacayı kapatmış, sıcaktan eriyip yok olmamak için, sık sık banyoya gidip ıslatmaktalar vücudunu. Soğuk su, sıcak bedene değince “cost,” diye çıkan sesle anca kendine gelirler. Bülent, bir yıldır, Nigar'ı Osman’ın at oynattığı diyarların tek gamzelisini, söküp atmak için yüreğinden defalarca söz vermiş, git gellerle epeyce mücadele etmiş, nihayet bu son gecede aldığı son kararın rahatlığı ile, ihtilallerin yapıldığı saatte, 04. 00 da uyuyabilmiştir. Artık bundan sonra adını anmayacak, beyninden, yok ettiği Mavilisinin bundan sonra gönlünü meşgul etmesine izin vermeyecek, yettim bittim silip atacaktır. Ona dair süslü, tumturaklı ifadeler hiç kullanmayacak, o, hiç hak etmemiştir güzel anlatımları. Bülent günün sabaha devrildiği saatlerde, bir karara varır. Onu her şeyinden beyninden, yüreğinden koparıp atacaktır. Yıllar yıllar boyu her yazılı metninin merkezine gelip oturan, yardımcı düşüncelere, imgelere, söz oyunlarına, ana temalara hâkim olan Telli Nigar'ın bir daha anmayacaktır adını. Evlerin balkon kapılarını sımsıkı kapatan ahali, güneş perdelerini de çekmiştir. Yoldan iş icabı gidip gelen motorlar, elektrikli bisikletler vardır tek tük! Ağustos gelmediğinden, ağustos böceklerinin sesleri mesleri yoktur daha. Tek hatlı demiryolunu kesen Acısu caddesi üstündeki trafiği kapatan bariyer, kapanış işaretini vermiş, az sonra raylar üzerinden akıp gidecek tren, Uşak’tan aldığı yolcuları İzmir’e götürecektir. Araçlar gidiş geliş istikametinde yolu kesen bariyerlerin açılmasını bekleyecektir. Tren yoluna bakan, Salihli eşrafından Uğurların köşkünün bahçesinde çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler vardır. Dünün bu ihtişamlı köşkü, sırtını yanında yükselen apartmana dayamış -ne acı- o apartmanın müştemilatı gibi görünmektedir. Köşkün yanına, yönüne yapılan Marangoz Nurullah Amca’nın keklik kafesine benzeyen ahşap çatılı balkoncuklar, köşkün birer dikiz aynasıdır. Her tren gidiş gelişinde evin uzun saçlı, dudağı benli torunu, ön balkona çıkar, tren geçinceye kadar trenlerin penceresinden ona el sallayan yolculara el sallar. Trendeki yolcular, abone yolcular olduğundan dudağı benli, uzun saçlı kızla tanıştır. Uzun saçlı, dudağı benli kızın evinde her şey programlıdır, yeme içme, yatma kalkma… her şeyin, her şeyin planlı olması, dudağı benli, uzun saçlı kızı boğmaktadır adeta. Tren yolcuları ile selamlaşması, kendini tren yolcularının arasında addetmesi özgürlüğe kaçıştır onun için. Bülent’in üniversiteli arkadaşının ataması şubat seksen iki de Uşak Besim Atalay Ortaokuluna yapılmıştır. Tesadüf nböyle bir şeydir işte: Uşak’ın 64 olan trafikteki kodu ile Nigar'ın üniversite numarası aynıdır. Nigar Hanım, Besim Atalay Ortaokulu’nda üç yıl görev yapmış, sonra da rotasyonla aşıklar şehri Sivas Yıldızeli Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine atanır. O, aşıklar şehri Sivas’ı, aşık atışmalarını, deyişleri çok sevmiştir. Hele anında dizilen ölçülü, uyaklı dizelere hayran olmuş, deyiş okuyan dedelerin tezene vuruşlarında, dizelerinde bulmuştur yüreğinin bastırılmış sevdasını. Güzel günlerin tez geçmesi misali eş durumu tayini ile Marmara’nın bir sahil şehrine çıkınca tayini, her şey, çabucak değişmiştir. O bu değişikliği hazmetmeye çalışırken, renkleri bile birbirine karıştırmış, buna sebep kocası Mustafa, onu bir ruh sağlığı hekimine götürür. Ruh Sağlığı Hekimi Fehmi Bey, durumun ciddiyetine binaen, derhal yatırır hastaneye… İlk aylar, kocası Mustafa, bir iki komşusu, bir iki arkadaşı gelir gider ziyaretine. Süreç içinde iyileşeceğine Nigar Hanım, daha da kötüye gider. Zamanla da önce arkadaşları, sonra komşuları; en sonunda kocası Mustafa da arayıp sormaz olur. Sarı bina denilen bu akıl ve ruh sağlığı hastanesinde beş ayını doldurmuştur. O, “deliliğin” verdiği cesaretle, Mustafa’nın yanında olmasına bile aldırmadan, sık sık Üniversiteli aşkının adını mırıldanır.  “Bülent, Bülent, neredesin, ne olur bir kez göreyim yüzünü," diye konuşur durur. Mustafa, evliliklerinin ilk günlerinde dün ne yaşadın, hiç arkadaşın oldu mu, diye ısrarlı çok sorular sormuş, yok demiş o da. “Benim babam despottu, bir erkekle konuşmam imkansızdı,” deyip hep reddetmişti, ilk aşkı Bülent’i. Nigar'ın ara ara dalıp gitmelerine çok şahit olan Mustafa, onun uykuda bir şeyler sadıladığını duymuş, fakat hiçbir şey anlamamış. Anlamamıştır anlamamasına yalnız içindeki kurt iyice huzurunu kaçırmıştır. Sarı binanın hasta odasında “Bülent, Bülent,” diye de adını duyunca boynuzlandığını düşünmüştür. Buna sebep çılgına dönen Mustafa, hiçbir şey söylemeden Sarı Bina’dan ayrılıp Marmara’daki sahil şehrindeki evlerine doğru sürer, Fort Taunus’unu. Yol boyu da içini çeke çeke ağlayan Mustafa, öfkeden deliye dönmüştür. İzmir yolu ile sarmaş dolaş Susurluk Çayı’nın yanından geçerken, ağaçların delice söğütlerin, ahlatların, sazlıkların, çayır otlarının, çınarların birbirleriyle kucaklamasını görünce, hayıflanır, “ah ah,” der, sonra da eli yaka cebine gider, Tekel 2000 Sigarasını çıkarıp yakar, arabanın cam kolunu çevirerek azıcık aralar camı ve ilk dumanı delice söğütlere doğru üfler. Nigar Hanım, iyiden iyiye kapanmıştır artık içine, doktorlar, günde iki sefer uğrar, bir şey demeden gider. Hemşireler verilen tedavileri uygular, ilaçları verir, iğnesini yapar onlar da tek kelime konuşmazlar. Canı çıkmak üzeredir, zır deli olmasına ramak kalmıştır, o da bunun farkındadır. Hastaneden kaçmayı koymuştur kafasına, ama nasıl? Bir yolunu bulmalıdır, kocası da aylardır ne uğramakta ne arayıp sormaktadır. Trenin geliş gidiş saatlerini, her gün düdük sesini duya duya bellemiştir. Hastaneden kaçıp doğruca istasyona gidecek, 09.10 trenine binecek, ilk görev yeri Uşak’a, Besim Atalay Ortaokulu’na gidecek, okulun taş yapısını, Cumhuriyetin kurucusu, yüzyılların eşsiz insanı Aziz Atatürk’ün büstünü öpüp koklayacaktır. O büstün önünde sayısı belirsiz ne konuşmalar yapmıştır. Demiştir ki bir seferinde: “Dünyanın dört bir yanını görebileceğin bir dağın zirvesine çık: “Yorul, sonuna kadar yorul… Hiç durmadan yürü, hiç durmadan koş…” Dirençli ama yumuşak bir sesle konuşurdu her daim Nigar Hanım! “Kaleminle bütün kinini yaz… Aşkın nefretini, hasretini, insanların yalancılığını, iki yüzlüğünü yaz… " Nigar Hanın devamla, "Çocuklar, şimdi beni iyi dinleyin, kulağınızı dört açın, ve dinleyin, Atatürk gibi düşünmek… O Atatürk bizim Atatürk’ümüz çocuklar. O her durumda, her konuda başarıya ulaşmanın yollarını göstermiştir bize!” ... Uşak İzmir treniyle, Uşak’tan Manisa’ya, Manisa’dan Uşak’a birkaç kez gidip gelmiştir. Son seferde trenden inip Salihli sokaklarında Salihlili Bülent’i aramayı koymuştur kafasına. Tren Salihli’den geçerken Nigar, Bülent’i görmeye çalışır. Günlerden bir gün Bülent’te evinden çıkmış, Acısu Caddesine doğru yürürken, bariyerler yolu kapatmıştır. Bülent, yolun açılmasını beklemektedir. Bariyere tutunan Bülent'i görünce: “Bülent,” diye cini gelesiye bağırır. Bağırır bağırmasına da tren geçip gitmiştir.  Deliye döner, o çılgınlıkla trenin imdat kolunu asılır. Az sonra tren istasyona birkaç yüz metre kala “zınk” diye durur. Şaşkına dönen makinist, kapı düğmelerine basarak kapıları açar. Yolcular panik içinde bağrış çığrış, oradan oraya koştururken kimleri de Nigar Hanım gibi kendilerini raylarını üstüne bırakıkırken, Nigar tren yolu boyu çıldırmışçasına koşar. Sarı bina firarisi Nigar Öğretmen, tren yolunu kesen Acısu caddesi kavşağına gelmiştir. Az önce bu kavşakta gördüğü Bülent görünürlerde yoktur. Tekrar cini gelesiye bağırır, “Bülent, Bülent, Bülent!” Ramiz Turan Stadyumuna bakan apartmanın müştemilatını andıran, dünün gösterişli köşkünün önündeki uzun saçlı, dudağı benli kızı, geçip giden trenin arkasından bakmaya devam etmektedir. Tren yolunda traverslere basa basa koşan kadınının, “Bülent, Bülent,” diye bağırışını şaşkınlıkla izler. Bülent, yolu kapatan bariyerler açılınca, yine avare avare cadde boyu yürümeye devam ederken, “Bülent, Bülent!” diye haykıran bir ses gelir kulağına. Geri dönüp bakar kimseyi göremez. Sonra tekrar, “Bülent, Bülent, Bülent,” diye arkası arkasına adının söylendiği yöne doğru iyice kulak kesilir. Cadde üstündeki tapu dairesinin önüne gelmiştir. Nigar'ın hastaneden kaçtığının ikinci günü eşi Mustafa’ya haber verilmiştir. Mustafa, Nigar'ın nereye kaçabileceğini tahmin etmektedir. Onun üniversiteden arkadaşı Bülent’le kısa dönem askerlik yaparken tesadüfen Burdur’da karşılaşmışılar. O “sakın Nigar'ı üzme, o çok iyi bir insandır,” deyince şüphelenmiştir.  Asker dönüşü Nigar'ı epey takip etmiş, o yokken, gizli gizli telefonla konuştuğunu öğrenmiştir. Telefon idaresine birkaç sefer gitmeye karar vermiş, telefon konuşmalarının dökümünü almak için, fakat bu küçük şehirde dile düşmekten korktuğundan vaz geçmiştir. Mustafa, Manisa tren istasyonuna gelir ve bilet almak için gişeye gider hızlıca, trenin saatini sorar. Treninin geliş saatinin geç olduğunu öğrence, otobüs terminaline gider. İstasyon ile terminal yakındır. Biraz yürüdükten sonra terminaldedir ve Salihli’ye giden minibüsün ön koltuğunda almıştır yerini. Minibüs bir saat on dakika sonra Salihli’dedir. Olayın nerelerde cereyan ettiğini tesadüfen aynı trenin aynı kompartmanında yan yana yolculuk yapan birisi ile Manisa istasyonunda karşılaşmış, o da her şeyi anlatmıştır. Salihli tren istasyonun gelen Mustafa, tarihi binanın önünde, arkasında, sağında, solunda bir iki tur atar, bu tarihi bina gibi, tarihi çınar ağaçlarına gıpta ile bakar. İstasyonu arkasına alarak, doğu istikametine tren yolu boyu yürür. Acaba önüne ne çıkacak, az sonra onu nasıl manzaralar karşılayacaktır, müthiş bir gerilim içindedir. Bugüne kadar hiç gelmediği, içinden bile geçmediği bu şehirde şimdi bir başınadır. Mustafa tren yolu boyu yürür, yolu kesen Acısu Caddesi Kavşağının sağ yanındaki ihtişamlı köşkü görünce dikkat kesilir. Köşkün balkonundaki uzun saçlı, dudağı benli, kumral küçük güzel kız vardır. Kız sekiz on yaşlarında, sevecen bir çocuktur.  Adamın rayların üstünden aklını fıydırtmış gibi koştuğunu görünce “Allah Allah, ne garip” der. Az önce “Bülent, Bülent, Bülent,” diye raylar üstünde koşturan kısa küt saçlı, kumral ile beyaz arası bir kadının koştuğunu görmüştür. Bu Arap kırması, gözlüklü kara yağız adam, ne aramaktadır tren yolunda? Arap kırması, gözlüklü adam, bir kadının tren yolundan geçip geçmediğini sorar kıza. Uzun saçlı, dudağı benli kız, “Önce sen kimsin de bakayım, sonra sorunu sorarsın deyince, adam kıpkırmızı kızarır ve “Özür dilerim kendimi tanıtmadım, çok haklısın! Ben Mustafa, Mustafa Uçar!” “Memnun oldum, ben de bu köşkün sahibinin torunu, Deniz!” Akıl yaşı, beden yaşından büyük olan bu kız çocuğu, Mustafa’ya hayat dersi vermiştir ki, ne ders. Büyükler, çocukları önemsemediklerinden doğrudan böyle girerler lafa. Deniz, Arap kırması Mustafa’ya verdiği ders hayat dersidir. Adamın, gözlerinin alev alev yandığını gören Deniz, Arap kırması, bu gözlüklü adamı sevmemiş, sevmediği gibi şüphelenmiştir. Adam belki bir cinayet işleyecektir. Sık sık kadınların öldürüldüğünü annesinden duymuş, annesinin üzüntüsüne şahit olmuş, bu adam, belki de gördüğüm kadını öldürecek,” diye düşünür. “Hayır hiç kimse geçmedi, kimseyi görmedim ben, az önce tren geçti, başka da bir şey görmedim!” Treni sormadım, biraz önce aklını kaybetmiş, bir kadın geçti mi diye sordum!” “İyi ya, ben de trenden başka bir şey görmedim dedim ya!” Tren yolundan hemen her gün gençlerin, berduşların, aşıkların, kaçak göçek aşıkların, kimsesizlerin, yalnızların geçit töreni yaptıkları yerdir. Yol ağaçlık, çiçekliktir, yol boyunca uzayıp giden yeşillik, yeşil akıp giden bir nehirdir. Kendini dinleyen, yalnızlığını kimi kimse ile paylaşmayanlar, bu yolda hep gider gelir. Gidip gelirken, doğudan batıya, batıdan doğuya dert taşıyıp giden trenlere yoldaşlık ederler! “Bülent, Bülent, neredesin, az önce buradaydın, şimdi nerelere kayboldun?” Nigar, kaç gündür Salihli’de tren yolu boyu Bülent’i aramakta, her gün de “daha demin buradaydın, şimdi nerelere kayboldun,” demektedir. Mustafa, Nigar'ın hastaneden kaçtığını iki gün sonra öğrenmiştir ya, öğrenir öğrenmez, arkasını aramak aramamakla, epey sanıp banmış, sonra istemeye istemeye otobüse binmiş, İzmir yolu ile sarmaş dolaş romantik Susurluk Çayının yanından geçerken, Nurten’e olan öfkesi azıcık köresemiş, içinden ona karşı bir acıma duygusu belirmiş, beliren bu acıma duygusu yüreğini yumuşatmış, onun başka birini sevdiğini bile bile onunla evli kaldığı için kendinden nefret etmiş. Okumuş yazmış bir ailenin çocuğu olmasına rağmen görücü usulü evlenmiş. İşte böyle bazen eğitimciler de eğitime ihtiyaç duyarlar! Nigar, her gün tren yolu boyu Bülent’i aramakta, her gün istasyon ile Kurtuluş arasında sabahtan akşama gider gelir. Güneş batı istikametine doğru yavaş yavaş kayarken, çam ağaçlarının, iğne yaprakları hafif bir esintiyle yavaştan salınmaya başlamıştır. İzmir’den yola çıkan motorlu tren, Salihli istasyonunda inecek yolcularını indirmiş, binecek yolcularını almış, öğretmen evinin yanından geçerken, “çekilin, çekilin geliyorum,” dercesine acı acı öttürür düdüğünü. Nigar, öğretmen evinin karşısındaki yolu kesen barikatın önünde durmuş trenin yolcularını sayarcasına, bakar. Tren geçtikten sonra bariyer açılmış, taşıtlar hemzemin geçitten istikametlerine doğru devam edip giderken, Bülent’in de karşı yönden kendine doğru geldiğini görür, işte o an eli ayağı tutulur. Ona koşup sarılacakken çakılıp kalır yerine. Yalnızca, “Bü bü bü,” diyebilmiş. O Bülent diyemeden Bülent geçip gitmiştir. Mustafa, Nigar'ın Salihli’ye geldiğinden adı gibi emindir. O da birkaç gündür Salihli sokaklarında Nigar, aramakta, fakat bir türlü rastlayamaz. Yanındaki para da yavaş yavaş suyunu çekmektedir. İlk günler çorba, odun köfte lüksünün yerini, ekmek arası peynir, ekmek arası helva almıştır. Kendine gelen Nigar, Bülent’in arkasından koşarken, “Bülent, Bülent,” diye avazı çıktığı kadar bağırır. “Bülenttt, Bülentttttt” sesi o kadar yüksek tonda çıkmıştır ki, fıstık çamlarına, tesbih ağaçlarına ıhlamurlara konan kuşlar ürküp göğe doğru havalanıp uçar. Geriye dönen Bülent, bir kadının kendine doğru koştuğunu görünce şaşırır; fakat şaşkınlığını çabuk atar. Gelen üniversiteli aşkı Nigar'dır. Bülent’te onu unutamamış, günün her saatinde adını, Bozdağ’a doğru haykırmıştır. Aradan yıllar yıllar geçmiş, mazide kalan tutku, araya giren ataerkile ram olunca aşklarını yüreklerine gömdürmüştür. İkisi de Tanrının her günü birbirlerinin adlarını, kimi kimsenin olmadığı yerlerde dağlara, taşlara haykırır. Bülent, her ne kadar tütünle, kadehle tedavi etmeye çalışsa da aşk ıstırabını, Nigar akli melekelerini kaybederek, Sarı Bina’ya düşmüştür. Bir zaman birbirlerine sımsıkı sarılan Bülent’le Nigar, şehrin içinden geçen demiryolu boyunca uzayıp giden çitlere sardırılan sarmaşıklara bakarlar sevgiyle, sonra sarmaşıkların yanındaki, yönündeki sarı gülleri, kırmızı gülleri, pembe gülleri hayran hayran seyrederler bir zaman sonra “s” harfi gibi öbek öbek dikilen taflan kümlerinin yanına çökerler. Dizine başını koyan Nigar'ın saçlarını parmaklarıyla düzeltirken Bülent, gözlerini ayıramaz Nigar'ın gözlerinden. Bu mutluluk tablosunun resmini Abidin’den başka kim yapabilir ki? Kendini terk edip giden, yalandan da olsa bir gün bile “seni seviyorum,” demeyen bu kadını deli gibi sevmiştir Mustafa. Yıllarca aynı yastığa baş koymuşlar, aynı yatağı paylaşmışlar, fakat sadece paylaşmışlar. Mustafa’nın yanına yatan adeta cansız bir mankendir. Bir gün bile yalancıktan “seni seviyorum,” dememiş, dese, kim bilir neleri vermezdi ona Mustafa? Mustafa belindeki tabancayı çıkarır, mermiyi namluya sürer, hiç ses çıkarmadan yaklaşır. Günün her saatinde vızır vızır işleyen araç trafiği, insan trafiği durmuş, az sonra işlenecek cinayete uygun ortam hazırlamaktadır. Öğretmen evinin bahçesinde de ne gariptir oturan hiç kimse yoktur. Gökyüzünde yolunu, yönünü kaybeden bir top bulut, güneşin önünü kapatarak, şehrin üstünü gölge olup kaplayıvermiştir. Mustafa aşıklara iyice yaklaşır, aralarındaki mesafe on adım var yoktur. Ne kadar yaklaşırsa, yaklaşsın, Bülent’le Nigar'ın top patlasa duyacak halde değildirler. İkisi de gözlerini birbirlerine dikmiş, yüreklerini sarmaş dolaş edip kopmuşlar dünyadan. Mustafa, tabancayı doğrultup nişan alır… Bakar bakar, sonra o da tutulup kalır, kıyamaz, bu sevginin kutlu olduğunu düşünür. Böyle bir aşkı, böyle bir seveni olmadığı için kendini suçlar o an. İnsan beyni saniyede binlerce düşünceyi sıralar arkası arkasına, Mustafa'nın beyni de binlerce düşünceyi saniyede düşünür, hepsini gözünün önüne getirir… Kıyamaz Mustafa, bu kutlu aşkı bu üniversiteli aşıkların aşkına selam durup hiçbir şey demeden çekip gider. Çekip giderken, elindeki tabancayı tren yoluna fırlatıp atar...

  • Cemal SÜREYA

    ÜVERCİNKA Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma Yatakta yatmayı bildiğin kadar Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor Bütün kara parçaları için Afrika dahil Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar Bütün kara parçalarında Afrika dahil Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırken ki Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek Pasajında akşamüstleri Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor Bütün kara parçalarında Afrika hariç değil Cemal SÜREYA Cemal Süreya (d. 1931, Pülümür/Erzincan – ö. 9 Ocak 1990, İstanbul) Şair ve yazar. Cemal Süreya, 1931’de Erzincan’da doğdu. 9 Ocak 1990’da İstanbul’da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Cemalettin Seber. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nü bitirdi. Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik görevleri yaptı. 1982’de müşavir maliye müfettişliğinden emekli oldu. Ağustos 1960’ta başladığı ve yalnızca dört sayı çıkarabildiği Papirüs dergisini, Haziran 1966-Mayıs 1970 arası 47, 1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. 1978’de Kültür Bakanlığı’nda Kültür Yayınları Danışma Kurulu üyesi olarak da görev yaptı. Emekliliğinden sonra, yayınevlerinde danışman ve ansiklopedilerde redaktör olarak çalıştı. Birçok dergide yazıları ve şiirleri yayımlandı. Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergileri ile Saçak dergisinin kültür-sanat bölümünü bir süre yönetti. Politika, Aydınlık ve Yeni Ulus gazeteleri ile Yazko Somut ve 2000’e Doğru dergilerinde köşe yazıları yazdı. İkinci Yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılır. İkinci Yeni Şiiri Şiire lise yıllarında aruz denemeleriyle başladı. İlk şiiri “Şarkısı-Beyaz” Ocak 1953’te Mülkiye dergisinde yayınlandı. 1950’lerin başlarında gelişen ikinci yeni hareketine katılmakla birlikte, şiirde anlamsızlığı savunan görüşleri benimsemedi. Karşı çıktığı geleneğin diri değerlerinden yararlandı. Şiirde erotizmi canlandırırken, toplumsal değerlere uzak düşmedi. Şiirin “anayasaya aykırı” olduğunu, doğanın ahlakı kovduğu yerde ve yasadışı olduğunu savundu. Bu görüş onu şiirde öyküden kaçınmaya, çarpıcı, yoğun imge adacıklarından oluşan bir söz sanatına yöneltti. Düzyazılarında sürekli yeni sorular sordu. Denemelerinde de başka sanatçılar, özellikle şairler üzerinde durmayı yeğledi. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü konuldu. Cemal Süreya'nın Eserleri: Şiir: Üvercinka (1958) Göçebe (1965) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Sevda Sözleri (1984, Üvercinka, Göçebe,Beni Öp Sonra Doğur Beni, Uçurumda Açan-1984- ile birlikte) Güz Bitigi (1988) Sıcak Nal (1988) Sevda Sözleri (1990, 1995, tüm şiirleri) Korkarak Vinç Deneme- Eleştiri: Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Günübirlik (1982) 99 Yüz (1992) Uzat Saçlarını Frigya (1992) Folklor Şiire Düşman (1992) Aydınlık Yazıları/ Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992) Papirüs’ten Başyazılar (1992) Toplu Yazılar I (2000, Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar) Toplu Yazılar II (2005, Günübirlikler) Günce (Günlük): 999 Gün/ Üstü Kalsın (1981) Mektup: Onüç Günün Mektupları (1990) Çocuk Kitabı: Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993) Söyleşi: Güvercin Curnatası (1997) Derleme: Mülkiyeli Şairler (1966) Yüz Aşk Şiiri (1967) Şiir Çevirileri: Yürek ki Paramparça (1995) Öteki Çeviriler: Gelinlik Kız (E. Ionescu- 1964) Küçük Prens (A. De Exupery- 1965) Bir Aşk Kırgınının Şarkısı (Apollionaire- 1965) Günümüz Sağcı Fikirleri (S. De Beauvoir- 1966) Sade’ı Yakmalı mı? (S. De Bauvoir-1966) İhtilalin Özü (Mao Zedung-1967) Amerika Birleşmemiş Devletleri (V. Pozner- 1967) Aşkın Suçları (M. De Sade-1967) Palto (Gogol-1968) Yeşil Papa (Asturias-1967) Gök Cephesi (N. Dinh- 1968) Küçük Prens (A. De S. Exupery- 1975) 32 Saat Özgürlük (G. Hernadi- 1968) Milli Kurtuluş Cephesi (D. Bravo- 1969) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Lenin- 1974) Dine Karşı Düşünce Tarihi (A. Bayet- 1970) Bir Aşk Kırgınının Şarkısı (Apollinaire-1970) Büyük Ahlak Doktrinleri (F. Gregoire-1971) Vadideki Zambak (Balzac-1985) Nekrassov (Sartre-1971) Gönül ki Yetişmekte (Flaubert- 1971) Goriot Baba (Balzac- 1974) Meyhane (E. Zola- 1974) Çin Uyanınca (A. Peyrefitte- 1975) Venezuella Makiliklerinde Douglas Bravo Konuşuyor ( 1976) Mutluluk Getiren Seks (1976) Emeğin ve Emekçinin Tarihi (P. Brizon- 1977) Faşizmin Analizi (Macciocchi-1977) Kırmızı Balon (Lamorisse- 1980) Yarını Bilen Adam Nostradamus (Fontbrune- 1982) Bir Tanem (Marceau- 1991) Sosyoloji Tarihi (Bouthoul- 1995) * CEMAL SÜREYA DOSYASI maviADA'da zaman içinde yeralan Cemal SÜREYA hakkında yazılanları ve maviADA'nın şairin eşi Zuhal TEKKKANAT ve bizzat Cemal SÜREYA'yı sağlığında tanıyanlar ile yaptığı çalışmaları içeren DOSYAyı resme tıklayarak görebilirsiniz

  • Cemal SÜREYA

    ve BİR ŞAİR BAHÇIVANI Zühal TEKKANAT Aşk Bazen Şiiri Yaratır Bazen de Şairi... / " Aşklar da bakım istiyor öğrenemedim gitti " diyen şair o. Kolay anlaşılır Garip geleneğini reddeden, imge zengini İkinci Yeni geleneğini başlatanların arasında yer alan, bunu en iyi özümseyen ve en güzel örnekleri veren şair CEMAL SÜREYA... Aziz Nesin “Jean Paul Sartre ve Cemal Süreya dünyanın en küçük devletleri; ikisinde de bir devlet olabilecek kadar birikim var," dermiş. Bu övgüye hakkıyla uyacak edebiyat adamlarımızdan biri. Vadideki Zambak, Lenin’den Emperyalizm, Küçük Prens… gibi çevirileri dahil altmışı geçkin kitaba, dar olanaklarıyla Papirüs dergisine de yıllarca imza atmış, ellili yıllarda dil bilen Mülkiyeli bir şair. 9 Ocak 1990'da aramızdan ayrıldı. Hafızası bu denli zayıf bir toplumda, eğer ki siyaset dayatmıyorsa, unutmaya yetecek bir süredir bu. Ama Cemal Süreya birçok günümüz şairinden daha sahici yaşıyor. Ardı ardına basılan kitaplarıyla, her yıl yapılan anma etkinlikleriyle, adına kurulmuş derneğiyle, güncellenen Papirüs dergisiyle, daha bir duyulur şiiriyle Cemal Süreya asıl şimdi var. Arkadaşları, eşi dostu, okuru, şiirden anlayanı unutmadı kuşkusuz… Ne var ki, Nazım HİKMET, Necip FAZIL gibi birkaç kişiyi saymazsak çok örneğini görmediğimiz bu vefanın kaynağı başka. Öze baktığınızda bunun ardında tek kişi var. Hepsini harekete geçiren, Cemal Süreya’yı bir görev gibi almış günümüze taşıyan, şiirine hakkını teslim ettiren bir hanım: Zühal Tekkanat. Süreya’nın eşi, onun taktığı şiir adıyla Elif SORGUN. Bu ülkede doğmak talihini yaşayan her yazan çizenin, Tanrım hiç olmasa bana böyle bir aşk ver…diyeceği, bitmeyen bir sevdanın yaşayan vefalı bakıcısı… Şiir de şanslıymış, CEMAL SÜREYA da… Bazen Aşk ŞİİRİ, bazen Aşk ŞAİRİ yaratır. MaviADA’yla İkinci Yeni’ye, Cemal Süreya’ya ve kuşkusuz fonda yer alacak ulusal yazına bakmayı düşündüğümde, yirmi bir yıl önce içinden çıktığım bir deprem enkazının ortasında başlayan dostluğumuzla övündüğüm bu değerbilir İstanbul hanımefendisine, ilerleyen yaşına, bozulan sağlığına karşın aydınlık bir zekâ ve bitmez bir dirençle sergilediği olağanüstü mücadeleye, başardıklarına dikkat çekmek, bir farkındalık yaratmaktı amacım. Çalışmamıza SÜREYA’nın ve TEKKANAT’ın arkadaşlarının yanında deneyimli kalemlerin gösterdiği ilgi doğru seçimimizin kanıtıydı. Emek verenlere, desteğini esirgemeyen ve dergimize İstanbul temsilcisi olarak da katılıp bizi onurlandıran Zühal TEKKANAT’a da teşekkür ediyoruz. * Şenol Yazıcı * Bahar, 2012, maviADA * Şimdi Zuhal Tekkanat da yok, 27 Ekim 2019'da aramızdan ayrıldı; Cemal Süreya tümden öksüz kaldı. Yerleri aydınlık olsun. * *maviADA'da yayımlanmış Cemal SÜREYA dosyasına göz atmak isterseniz resme TIKLAYIN

  • Cemal Süreya:DOSYA

    25.sayı maviADA bahar 2012 * Cemal Süreya DOSYA * Bazen aşk ŞİİRİ, Bazen de AŞK ŞAİRİ yaratır... Şenol YAZICI Katılanlar: Şenol Yazıcı-2 Zühal Tekkanat’la Söyleşi-3 Ahmet Özer-6 Öner Yağcı -9 Eray Canberk-10 Hakan Gerçek-11 Engin Turgut-12 M. Zeki Gezici-14 Gülgün Çako -15 M.Zeki Ateş-16 Ahmet Saraçoğlu-17 * diğer Cemal Süreya yazılarını buradan görebilirsiniz *

  • Cemal Süreya'dan eşi Zuhal'e

    12 Temmuz 1972 Zuhal'im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N'olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. "Üçüz, gözüz biz. " Sen de öyle düşünmüyor musun? Ne tuhaf, son bir iki ayda seni, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. Bunlar aşkın halleri, aşkın zaman zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. Bunu böyle yorumlamak gerekir. Bir de seviyorum seni. Tek dalımsın. Memo'yla birlikte, ama ondan da öncesin. Bunu böylece bilesin. Bilinmelidir bu. Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşcül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo'yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk. Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin... Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun? Duygulu bir adamım ben. Bir film görmüştüm eskilerde; bir Fransız filmi; adı: "Jesuis un Sentimental. " O filmdeki adam gibi miyim nedir? Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür. Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olamaz. Sev beni. Yaşayacağız. Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Aşk büyüdü, aşk! Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. Yüzüğünden öperim.

  • İYİLEŞMEK

    Biz iyileşmeyiz artık öyle kolay dehlizlerinde gömülü kaldığımız köy ve kentler ucuz can pazarıyken kaç kez yıkıldı bu ülke üstümüze kaldıramadık, kollarımız yetmedi toz bulutları sardı göğü, gök kayboldu duyulmayan sesimizde kaldı sevda sözleri sokakları bizle şenlenecek olan ülkenin emanet ve şaşkın duran ışıkları söndü soğuktan, açlıktan, nefessizlikten değil kimse duymadığından yavaş yavaş öldük yavaş yavaş ölüyoruz durmadan yeraltına sürüldük on kent dolusu halk on kent dolusu halk evsiz değil elsiz kaldık defteri doldu taştı yaşamı kanatıp ezenlerin ele güne karşı soramazsak geç kalınmış hesabı uykularda düşecek bedenlerimiz öder bedelini tarih kapkara olur, utanır geleceği kuracak olanlar

  • Sevgi SOYSAL

    MAL AYRILIĞI VE ŞAMPANYA KOVASI * Bütün kızlar, şampanya adını duymuş bütün sıradan kızlar, sevgili bir erkeğin kendilerine pembe şampanya ısmarlamasını düşünmüşlerdir. Gümüş kova içinde, buzlar arasında pembe şampanya, sonra belki de kuş cıvıltıları. Başlarına tuğla düşmemiş bütün kızlar. Tuğla düşene kadar. Tuğla düşünce, tek düşünce ölmemek olur, yaşamak olur elbet. Şampanya gibi usul usul, kibar kibar, kabardı erkek. -Ev tuttun ha? -Bir tane sana, bir tane de bana, dedi kadın, şampanya yudumlarcasına, yumuşak. Adam şampanyalıktan çıktı. Sanki ilk tuğlayı başına yemiş. Masanın çevresinde eşindi, eşindi. Aynı köpekler gibi. Gezmeğe götürüleceğini sezen köpekler gibi. Ve sevinçle, hayır kederle havladı. -Delisin sen! -Dönüp durma masanın çevresinde, midem bulanıyor, dedi kadın. Sanki alışmadığı, o eski aptal düşlerin şampanyasından sarhoş. Adam bir tuğla gibi düştü ayaklarına, başına eskilerden düşen tuğla gibi. -Ben sensiz yaşayamam. Beklenmedik anda birinin başına bir şey düşse, bu tuğla da olsa, güler insan. Hatırladı, güldü kadın; kendi başına düşen tuğlayı bir kez daha seyretti. Adam kalktı, sarı bir yüzle. Ağlıyor, aman, eski şampanya köpükleri ve kuş cıvıltıları gibi, kilisede evlenen bir çifti kutlayan bir rahip gibi, yüznumara duvarına çizilmiş ayıp resimler gibi, ağaçlara oyulmuş kalpler, sevgili adları gibi. Bütün bu görüntülerin bir yerlerinde ağlayan bir erkek vardır. Gevşemeyecekti kadın. Hangi kadın erkek gözyaşlarıyla gevşememiştir? Hangi çılgın kadın? Şaşarım. Bendimi çiğner taşarım. Hangi çılgın gevşemelere zincir vuracakmış şaşarım. Tuğladan, önceki aptallıkla geviş getirecekti; görüntüyü, o bütün aptal kadınlara gözyaşı döktüren görüntüyü kaçırdı. Katı, kaskatı kaldı. Hiç şampanya içmemiş kadar katı. Bu kötü romanı, bu kötü filmi göremedi, gözleri yaşaramadı. Şimdi bir tuğlanın zamanıdır. Şimdi yeniden ölmenin. Adam kadında şampanyanın, kilisede evlenen sevgili görüntüsünün getirebileceği gevşekliği arandı. Ellerini tuttu kadının. İşte şimdi bütün apartmanlar yıkılsın üstüne, belki, ancak o zaman ölünebilir. Yok şu sırada aşk sahneleri oynamak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircileri bolluğu yüzünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göremedi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmedik, bir cümle fazla konuşmak, taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak. Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine. -Yarın taşınıyoruz. Bir kamyonet tuttum. Bütün eşyaları yükleriz. Sen kendi evine, ben kendi... İşte şimdi her şey eskisi gibi. Erkek inandırıcı hıçkırıklarla ağlıyor, kadının da gözleri yaşlı. Otursalar, birbirlerine yeni bir aşk mektubu yazsalar. Sonra da gidip belediyeye çöpçü yazılsalar. Kadın silkindi. Bir şarkı mırıldandı. Bir çocuk şarkısı: -"Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine." -Ben sensiz yapamam. -Bunu söylemiştin. Yeni bir şey de söyleme. Yeni bir şampanya patlatma. Kadın kulaklarını tıkadı. Tıkamasa şampanya kulaklarından taşacak. Tavanın bir yerlerinde duvar inceden çatladı. Çatlak hızla büyüdü, büyüdü, büyüdükçe genişledi. Bir örümcek ağı gibi apartmanı sardı. Çatlaklardan şampanyalar aktı. -Evimizin eşyalarını da yeni tamamlamıştık, dedi adam. Kadın ilk kez merakla baktı. Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eşyalarda geziniyor. Bilyalara bakıyor. Bilyalarını sayıyor. Benim bilyalarım. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyalarım. Buna gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki ya ne zaman gülünür? Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmanlara vurdu kadın. Apartman gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını. -Yeni tuttuğum evler bundan küçük. Eşyalar iki evi idare eder. -Yine de ikimize yetmez, yani az eşyamız olur. -Yeter, dedi kadın. İstersen sayalım eşyalarımızı. Apartman yıkıntıları arasından bir inilti duydu kadın. Bir köpek yavrusu belki, ya da bir çocuk, üzüldü bir an. Erkek rahatlamış. Fırladı yerden, bir tuğla gibi düştüğü yerden. Gözyaşları kuruyalı yıllar geçmiş. Yeni bir şampanya açmak gereksiz bir masraf olur şimdi. -Bu resmi ben alırım, dedi adam. Düşünür gibi yaptı kadın. -Olur. -Öteki de senin olur. Bilyaları ayırmağa başladılar. Bu sana, bu bana. -Bu halı ne olacak peki? Düğünümüzde dayım getirmemiş miydi onu? Kadın mantarı patlatarak fışkırdı şişeden. -Herkes kendi soy sopunun getirdiği düğün hediyesini ayırsın önce. Adam yadırgamadı bu sözü. Öylesine bilyacıklarına dalmış. -Kütüphaneleri, koltukları, hani ben yaptırmıştım ya, evlenmeden önce hani. -Yatak odasını da babam yaptırmıştı ya hani. -Ben yerde mi yatacağım, yani? -Herkes kendi yatağını, yorganını alsın. -Yemek masasını sen almıştın. -İki iskemlesi senin olsun. -Teyp, plâklar? Beni oyalarlar diye düşünüyorum. -Radyoyu niçin sattın? Onlan da ben oyalanırdım. -Bu dolabını sen al. Çocuk sende. -Havagazı fırın ne olacak? -Gel tabakları, çatalları ayıralım. -Bu benim. -Bunu sen al. -Bunu sen al. -Ölümü gör sen al. -And verdim sen al. Al sana, al sana diye vururdu kabahat yapınca büyükler. Tokatı nasıl almalı? -Peki alırım. -Alırım peki. Şimdi sıradan kızların gözlerindeki yaşları kurudu. Şimdi sıradan kızlar çok eğleniyorlar. -Kitapları indirelim. Kitapları, tencereleri, evdeki bütün ıvırzıvırı halının ortasına döktüler. -Bu kitap benim. -Bu tencere hatıradır bana. -Sen anlamazsın o kitabın dilinden. -Sana tava dokunur. -Bana gerekli, el kitabım. -Elimin altında bir tava bulunmalı. -Ya bu kitap, ya halı. -Halı. -Kitap bende kaldı tamam mı? -Hepsinin üstünde benim adım yazılı. -Birinci sayfaları koparırım. -Yırtma! -Halıyı kirletme! -Yırtacağım. -Bunlarsız yazamam. -Yazma! Erkek bilyaları cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı. Çelme atıp kaçacak. -Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek. -Her şey ikimizin. -Bu kitap benim ama. Bir tuğla, bir tuğla üstüste, bina büyüyecek yeniden. Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayakta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne. Adam eşyaların ortasında, dimdik bunu hiçbir buldozer yıkamaz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapıvermeli. Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü, bir kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptallıkların şampanya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği perdelere, analarıyla yuvalarına dükkân dükkân perdelik kumaş arayan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlüğü düşürmeye çalışan kaynanalara, evli misiniz diye soran ev sahiplerine , kontratlara, ütülü çamaşır sepetlerine "şampanya adını duymuş bütün kızlara" nanik yaptı. (1969) (*) Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, Bilgi Yayınevi, Ankara 1980, ss: 13-20 SEVGİ SOYSAL *** Hikâye ve roman yazarı (D. 30 Eylül 1936, İstanbul - Ö. 22 Kasım 1976, İstanbul). Annesi aslen Alman kökenli olan Aliye Hanım, babası bürokrat Mithat Yenen’dir. Hukukçu, yazar ve devlet adamı Mümtaz Soysal’ın eşiydi. Babasının görevi nedeniyle çocukluğu ile gençliğini ve daha sonra eşi Mümtaz Soysal’ın görevleri gereği yaşamının büyük bir bölümünü Ankara’da geçirdi. Ankara Kız Lisesini (1952) bitirdi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümünde bir süre okuduktan sonra Almanya’da Göttingen Üniversitesinde arkeoloji ve tiyatro öğrenimi gördü (1956-57). Türkiye’ye döndükten sonra Alman Kültür Merkezi ve Ankara Radyosunda (1960-61) çalıştı. Bir süre Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne devam etti. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi gerçekleştiğinde TRT’de program uzmanı olarak görev yapıyordu. Kadın-erkek ilişkileri ve evlilik temasını işlediği ilk romanı Yürümek nedeniyle “müstehcenlik” suçlamasıyla yargılandı ve TRT’den ayrıldı. Pek çok aydın ve yazar gibi o da herhangi bir neden gösterilmeksizin tutuklandı. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaki zorunlu sekiz ay ikâmetinden ardarda yazdığı roman, hikâye ve anı kitaplarıyla döndü. Daha sonra yine bir kitabından dolayı bir yıl hüküm giydi. Adana’da dört ay sürgün hayatı yaşadı (1972). Politika gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Yazı ve kitaplarını yazar Özdemir Nutku’yla evliyken Sevgi Nutku, yönetmen Başar Sabuncu ile evliyken Sevgi Sabuncu, son olarak siyasetçi Mümtaz Soysal ile evliyken Sevgi Soysal imzalarıyla yayımladı. İlk eşi Özdemir Nutku’dan bir oğlu, üçüncü eşi M. Soysal’dan iki kızı oldu. Londra’da meme kanser tedavisi gördü, ancak iyileşemedi, İstanbul’a döndüğünün ertesi günü öldü ve Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi. İlk öyküleri 1960’tan itibaren Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Değişim dergilerinde, 1965’ten sonra Dost, Papirüs ve Yeni Dergi’de yayımlandı. İlk dönem öykülerinde bireysel sorunları, sonraki öykü ve romanlarında toplumsal sorunları ele aldı. Ahmet Oktay’ın ifadesiyle “Duygusal, romantik ve Kafkaesk bir söylemden siyasal ve sorgulayıcı bir söyleme geçti.” İlk öykü kitabı Tutkulu Perçem’de ve on dört öyküden oluşan Tante Rosa’da bunalımı, tedirginliği, karamsarlığı, yabancılaşmayı, kadın özgürlüğünü işledi. B. Necatigil, Tante Rosa için “romantik ironisi, şiirli, nükteli, yer yer grotesk anlatımıyla hikâyeciliğimizin özel başarılarından biridir” diye yazdı. Romanlarında halkın ve aydınların toplumsal, siyasal gelişmeler içindeki yerlerini, öğrenci ve gençlik hareketlerini, siyasal kovuşturmaları, hapishane, sürgün yaşamı ve işkenceyi anlattı. Eserlerinde ince alay, açıksözlü bir anlatım ve sosyal adalet tutkusu kendisine özgün bir yazarlık kişiliği kazandırdı. İlk romanı Yürümek ile TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışmasında Başarı Ödülünü aldı. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ile 1974 Orhan Kemal Roman Armağanını kazandı. Ankara Meydan Sahnesi’nde H. Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” oyununda rol aldı. Kitapları, Bilgi Yayınevince 8 cilt halinde ve daha sonra da İletişim Yayınlarınca (2002) basıldı. Işıl Özgentürk Tante Rosa’nın “Seni Seviyorum Rosa” adıyla senaryosunu yazıp filme çekti (1991). “Yapıtlarında yalnızca kadın duyarlılığını yansıtmakla yetinen kimi kadın yazarların aksine, Soysal bu döngüyü kırmayı (ve) kadın sorununu da çok yetkin bir biçimde işlemekle birlikte, ‘kadın yazar’ deyiminin ötesin(e) geçmeyi başarır.” (Murat Belge) “Sevgi Soysal’ın hayat çizgisiyle yazarlık çizgisi birbirine paralel olarak yürür. Biri ötekinden ayrılamaz ya da soyutlanamaz. Hayatı ne oranda, ne yönde, nasıl değişmişse sanatı da aynı gelişimini sürdürmüştür. Bu yargı Sevgi Soysal’ın otobiyografiye kapandığını göstermez, tersine, önce de söylediğim gibi, otobiyografik öğelerin öykü ya da roman gerçeğine dönüştürülmesi gibi bir ustalığı getirir.” (Atilla Özkırımlı) “Sevgi Soysal’ın benim için en önemli özelliği, gerek özel yaşamında gerek edebiyatında yol almaktan korkmaması. “Benim için” diyorum çünkü Sevgi Soysal, her has yazar gibi farklı açılardan incelenebilir ama ister mapushane koğuşlarını, hastane odalarını, ister kent sokaklarını dolaşın, görüntüleri saptayan göz aynıdır: Size beylik deneyimleri özgünmüş gibi göstermeye kalkışmayan, acıları abartmayan, toplumun yaşamını yönlendirmeye heveslenen resmi kurumların hepsiyle dalga geçen, ara sıra kendine de bıyık altından gülen zeki bir yazarın gözü ve ironik yaklaşımı. (…) “Kahramanlarını yargılamaz; okuru sarsmak değil sarsalamak ya da silkelemek derdindedir. Doğru varsayılan her şeyden kuşku duymanız adına yüksek sesle sorular sorar, yanıt yetiştirmeye çabalamaz. (…) “Yol almak, düz bir çizgide adım atmak değildir Sevgi Soysal için; dönüşmek, yenilenmek, bu uğurda hırpalanmaktır.” (Tomris Uyar) “Kitapları genellikle yaşadığı karmaşık dönemi yansıtan ve bir anlamda kendisiyle birlikte büyüyen ve gelişen kitaplardı. Her biri bir mercek altına yatırıldığında, dönemin bütün sıkıntıları, haksızlıkları, ara rejim bunalımları ve çarpıklığı bir bütün olarak karşımıza çıkar. Sevgi Soysal, belki de o dönemin, yani 12 Mart döneminin yarattığı en çarpıcı ve özgün yazarların başında gelmektedir. Bu özgünlüğü, olaylara kendi öznelliğini koymadan, dışarıdan bir gözle toplumsal olayları irdeleyebilmesidir. İlk kitabı “Tutkulu Perçem”den, bitirmediği son kitabı “Hoş Geldin Ölüm”e kadar hepsi dönemin izlerini taşır. Tutkulu Perçem ne kadar bir bunalım edebiyatına yakın ortaya çıktıysa, Hoş Geldin Ölüm de daha başlangıcından itibaren toplumsal bunalımın ipuçlarını vermektedir. Bir tek Tante Rosa bu anlatımın dışında kalmıştır. (…) “Tante Rosa, Sevgi Soysal’ın sanata en çok yaklaştığı, sanatsal kaygısını ön planda tuttuğu kitap olarak ayrı bir önem taşımaktadır. Daha sonra yazdığı kitaplarında Soysal, toplumsal olayların da etkisiyle daha didaktik ve gerçeğe bağlı yazma yolunu seçmiş, “Şafak” adlı romanında da zirveye çıkmıştır.” (Mümtaz İdil) “Sevgi Soysal, Türk edebiyatına, hikâyeleri ve romanlarıyla, alışılmamış, yepyeni bir kadın tipi armağan eden, ilk değilse bile, en başarılı sanatçıdır. Onun eserlerin de, Halide Edib’le başlayan kadın duygusallığının, etinin teninin tutsaklığında eriyen, ama ruhunu, kişiliğini koruma yolunda savaş veren romantik kadın tipini gerilerde bırakıyoruz.” (Vedat Günyol) ESERLERİ: Hikâye: Tutkulu Perçem (Sevgi Nutku adıyla, 1962), Tante Rosa (Sevgi Sabuncu adıyla, 1968; Aliye Yenen çevirisi ve Selçuk Demirel’in çizimleriyle Almanya’da 1981), Barış Adlı Çocuk (1976). Roman: Yürümek (Sevgi Sabuncu adıyla, 1970), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), Şafak (1975), Hoşgeldin Ölüm (bitmemiş son romanı, ilk hikâye kitabı Tutkulu Perçem’le birlikte, 1980). Anı: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976). Fıkra: Bakmak (1977). Çeviri: Mezar Bekçisi (F. Kafka’dan, 1966), Godot Geldi (M. Bulataviç’ten, 1969), Beş Paralık Roman (B. Brecht’ten, 1972). KAYNAKÇA: Vedat Günyol / Sevgi Sabuncu ve Erkek Dünyası (Yeni Ufuklar, Mayıs 1971) - Çalakalem (1977, s. 155-167), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Atilla Özkırımlı / “Tutuklu Perçem’den Şafak’a Sevgi Soysal’ın Yazarlık Çizgisi” Sevgi Soysal’ın Tante Rosa içinde (1996) – Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Mustafa Arslantunalı / En Sondaki Fakir Uyak (Virgül, 2000), A. Ömer Türkeş / Sevgi Soysal: Edebiyatta Arayışın Adı - (Radikal Kitap, 26.11.2002), Erdal Doğan / Sevgi Soysal/Yaşasaydı Aşık Olurdum (2003),  Tomris Uyar / Bitmeyen Bir Devinim (Virgül, Şubat 2003).

bottom of page