top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • OLMAZLIK

    Yusuf AKSOY * Kaç yıkıntı görse de düşlerinde arzularını kusarak uyur gezer dolaşan insan sayılamaz sıradanlığı ile bir bilse tek olmadığını bir bilse, bir şaşırtsa kendini iktidar aşkının ruhu kör ettiğini körlerin dünyasında bir başına hayatın hayat olmayacağını karabasan dolu gecelerinde bir uyansa kararttığı pencerenin ardına cesaretle bir bakabilse hep birlikte kafesleri yıkıp zincirlerini kıranların ışığı yaydığını bir görse tek olmanın kibrini terk eyleyerek bir adım daha yaklaşacak adını aldığı olmazsa olmazlığa

  • Hayat Siyasettir

    Picasso, 'Guernica'da Ne Kadar Siyasiyse Yıllar Önceki 'Avignonlu Kızlar'da Daha Siyasidir * Yaşamın gerçeği başka bir şey, kitabın gerçeği başka… Öyle olduğunu biliriz ama yine de hayatı bir kitabına uydurmak ve açıklamak hoşumuza gider. Bunun altında hiç ilgimiz ve sevgimiz olmasa da içten içe kitaba duyduğumuz saygının payı vardır diyerek avunuyorum. Siyaseti sözlük anlamıyla kotaramadık ya ona da sanatla bir itibar kazandırmak en büyük kaygımız. Sanat ve Siyaset ilişkisi salt bugün değil yıllarca tartışılan konu. Oysa biliriz ki hayatın gerçeği kitaba uymaz. Siyaset her devir sanatın da belirleyici başat etmenlerinden olmuş. Aksi söylenebilir ama bence Picasso, “Guernica”yı yaparken ne kadar siyasiyse ondan yıllar önce “Avignonlu Kızlar”ı yaparken de o denli siyasidir. Sadece yansıyan siyaset doz, etki ve tür olarak başka başkadır. Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksız. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar egemen siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezberi bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Bu yargı da kitabi bir yargı aslında. Dar alana hapsolmayı isteyen yazar sanatçı düşünemeyeceğimize göre sanatla siyasetin hiç işi olmamalı değil mi? Oysa gerçek bambaşka. Yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağ(!) oluşturması gerektiğini tarihten biliyoruz. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Saraya kafa tutan bir Divan Edebiyatı yazarı ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki güncel siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan çok devrimci bir söylemdir. Her ne kadar amacı sanat değilse de yine de temel ilkesi objektif ve tarafsız olması gereken gazetelere baksanıza...Siyasete yaslanmadan ayakta durabiliyorlar mı? *** Bu vesikalık resim gibi ciddî ve asık yüzlü duran “Sanat ve Siyaset” konusunu düşündükçe aklıma İkinci Yeni’nin parlak şairi Cemal Süreya geliyor niyeyse. Yüzünde hınzır bir gülümseyişle, hayatı bütün badireleriyle yaşamış, yaşadığından kendini oldurmuş, özümsemiş, anlamış ve hakkını vermeye kararlı çapkın bir şair geliyordu. Elbette dizeleri de… Daha ince, daha edebi, daha örtülü, imgeyle, çağrıştırdıklarıyla daha zengin, insanın en büyük macerasını katman katman anlatan bir dizeyle geliyordu: “ Önce öp sonra doğur beni,” diyordu, Süreya. Bu dizede sadece aşkı, erotizmi, arzuyu, şehveti en incesinden tanımlamayı değil, azıcık derinine düşünen bir okursanız Süreya’nın ciltler tutacak bütün macerasını bulurdunuz. Elbette yüreğimi uyandıran, büyük arzulu, ateşli, insan yanını yani erotizmini hiç inkâr etmeyen sahici bir aşkı görüyorum ilk olarak… Ne var ki bunun yanında yüzyılın başında daha çok küçükken ait olduğu kültürden, coğrafyasından, Pülümür’den koparılıp Bilecik’e göçe zorlanan Sunni bir kültürde var olmaya çalışan Alevi bir çocuğun, ateşin ortasına hiç hazırlıksız düşen yemyeşil bir filizin, zeki, çok hisseden, o günün koşullarında ender bulunan dil bilen, eğitimli, bilinçli bir şaire dönüşünü ve tüm bu süreçte hissettiği ezici kimsesizliğini ve bitmeyen bir kimse arayışını da çok derin hissediyorum sözcüklerin gizeminde. AŞK zaten yaratılışın genlerimize kazıdığı en güçlüsünden hayvansal basit bir gereksinme olmasının yanında, ruhuna uyacak KİMSE arayışı değil midir? Biri bedensel biri ruhsal bu iki vazgeçilmez, onu evrenin en büyük, en güçlü uğruna ölümlere gidilen ve de hoş görülen, adına destanlar yazılan sevimli günahı yaratmaz mı? Ve bunu yapabilen, tek dizede insanın bütün öyküsünü anlatmayı başaran edebiyat değil miydi? Yani sizce bu dize de sanat vardı ama siyaset yok muydu? Bukovski’yi uyandırıp işte edebiyat bu, senin yazdığın pornografik et gerçeği değil, demeli anlayan birileri. Edebiyat bu, sanat da… İmgeyle, eğretileme mecaz ve adaktarmalarıyla ciltlerce kitabın yapamadığını, onlarca eğitmenin anlatamadığını, koca bir hayatın öğretemediğini bir dizeyle yüreği olan herkese, ama herkese tanımlama işi. Elbette siyaset vardı. Harflere, daha çok temaya yedirilmiş bir dönemi ve koca bir şairin fırtınalı, en baştan kaba siyasetin oyuncağı bir hayatın içlenmesi vardı, ama çok örtülü, ama çok nazik… “Tek yol devrim!,”“ Faşizme geçit yok!..” söylemleri de elbette etkileyici. Anlamak için üstün bir zekâ ve radar gibi hisseden yüreğiniz olmasına ve oturup kafa yormanıza da gerek yok, saflarına çağıran sloganlar bunlar. Paylaştığınızsa kalkıp saflarına katılasınız gelir. Sizi yaşama direk müdahale etmeye, hayatınızın kontrolünü elinize almaya çağıran siyasettir o. “Bu mahalle solculara mezar olacak…” da bunlardan biridir ama. Tartışmayan, buyuran, aitseniz, sizin yerinize de düşünen siyasetin gerçeği böyle değil midir, karşıtlarıyla dişediş savaşmak için vardır o. Bir iktidar mücadelesi… Basitlersek pastadan pay kapma savaşı… Siyaset, eylemine taraftar kazanmak, anlayışını geniş kitlelere yaymak için sanatın kabul gören güzel kılıfını kullanmayı elbette düşünecektir. Gorki’nin devlet buyruğuyla oluşturduğu edebiyat ya da Tanzimat Döneminin gerçekte olmayan edebiyatı bu bağlamda örnek olarak düşünülebilir. Bir kuram olarak gerçekten alkışlanacak ve paylaşılacak bir doğrunun aracı olması değildir kötü olan. Taraftarsak hoşumuza gitse de Adorna’nın da, Sartre’nin dediği gibi siyasal yanlışları içeren biçimler ebedi olan sanatı bozacaktır. Özgür ve kendine özgü insan düşüncesinin ve hayal gücünün bir “büyük biraderce” yönetimi demektir sanata giydirilecek ideoloji. Bütün siyasetleri üreten insansa eğer, ancak donanımlı ve özgür düşünebilen insanın koşullarına göre sağlıklı yeni siyasetler üreteceğini biliyorsak; kuşkusuz uzun sürse de bir gün bitecek bir siyasete insanı koşullandıracak bir sanata, özgür düşünmeyi ve hayal gücünü kurban etmek… yeniden düşünülmesi gereken bir eylem değil mi? Ebedi olan sadece insan. Montaigne’nin dediği gibi her şey olabilen insan… Bazen faşist bazen komünist, bazen bir aristokrat, bazen bir arka mahalle dilberi, bazense yoz bir genelev fahişesi, bazen Kürt, bazen Türk, bazen Müslüman, bazen Musevi… olabilen insan bu… Tektipleştirmenin tek bir insana bile uygulanamayacağının en iyi örneği gün yirmi dört saatti birbirine uymayan bizken milyarları tektipleştirmek nasıl olacak ki? Lucas, Picasso’yu iç savaşı anlatan Guernica’yı yaptığında artık avangart olmaktan çıktı diyerek toplumcu sanatçılar arasına dahil etmişti. Bence ondan asıl otuz yıl önce yaptığı fahişe kızları anlattığı Avignonlu Kızlar tablosuyla Picasso insanın yanında savaşan bir sanatçı olarak tarihe geçmişti bile. İşte edebiyat ve sanat. Elbet özetle ve elbette o denli basit değil. Çünkü bozuk bir siyasetin kurbanlarından biri de yazardır, seyirci mi kalacak hep kutsal sanat bozulmasın, diyerek. Üçüncü bir yol da olmalı; “Akın var, güneşe akın Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın…” bu devrimci bir tezi konu alan bir sanatsal anlatı örneği. Muhteşem değil mi? İşaret ettiği siyaset tam yüreğinizden yakalıyor, sarıyor, o lirik romantik ütopyanın bir parçası olmak istiyorsunuz. Ama bu mutlaka odur, diyemezsiniz, mahkemeye verilseniz inkâr bile edebilirsiniz, değildir diye. Sezdiriyor size. Gerisi size kalmış, siz bulun neyi işaret ettiğini, yerine ne koyacağınızı… İşte sanatsal siyaset belki bu… Kişiyi zenginleştiren, hissettiren, özgür düşünmeye itendir, siyaseti konu, tez olarak alan sanat. Vatan haini sayılarak kovulan şairimiz Nazım’ın yaptığı da bu, zararlı bulunarak derin devletçe öldürülen Sabahattin Ali’nin de yazdığı da. Kimin kime oy verdiğine bakılıyor, kişisel siyasî söylediklerini ya da yakıştırılanları bırakın bir yana, bizi ilgilendiren, üzerinde durduğumuz edebi yapıtları, değil mi? Gösterin, hangisinde kaba, ham siyaset vardır. Güncel siyasete yaslanan bir sanatın bugüne ulaşması mümkün mü? Karl Heinrich Marx’ı, doktrinini isim olarak bilen, haberdar olan, belki uğrunda anlamadan ölen, ama kitabından, yazısından habersiz çok insan, Nazım’ı, Sabahattin Ali’yi ezbere bilir, aşkla okur, dün onu unutturmaya uğraşanların bugüne uzananların düşüncelerini desteklemek için onun şiirinden destek almaları gibi. Çünkü onların yazdığında ayırmadan her insanın özlemleri, hevesleri, dünyası vardır. Oysa yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağı(!) vardır. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Padişaha kafa tutan bir Divan Edebiyatı şairi ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... Aslında tarihine, hatta mantığına baksanız sanatın siyasetle çatışması olanaksız gibi görünüyor. Çünkü sanatın alıcısı olan egemen sınıfı yaratandır siyaset… Rafael ya da MiçhelAncelo kiliseyle çatışsaydı bugün adları anılmaz, yapıtları bir yerlerde okunmazdı bile. Picasso Burjuvanın sanat tüccarlarından onay görmeseydi ne olurdu acaba. Burjuva, resmin, heykelin tek örnek yapıtlarını ticarî olarak görmese hiçbiri yaşamazdı. Yazarlar biraz daha şanslı, çünkü yapıtları tek örnek kalmıyor, çoğaltılıyor. Yine de Zola siyasetle kitabıyla olmasa da eylemiyle çatıştı diye yaşadıklarını biliyoruz. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. İspanya iç savaşında sürgüne gönderilenlerin, ölenlerin başında yazarlar, şairler gelecektir. Yukarıda örneklediğimiz Nazım Hikmet, Sabahattin Ali bizim bilinen gerçeğimiz. Ve ne üzücü ki bunların gerçekleştiği dönemlerde belli: CHP’nin tek parti iktidarı dönemi. Milli Şef halinden, aradan geçen zamanda solun ülke temsilcisine dönen CHP geçmişi sahiplenirken bunları da sahiplendiğini bir daha düşünmeli. Belki bir özeleştiri çok işe yarar, körelen kanalları açar. Tanzimat Edebiyatı dediğimiz aslında siyasete karşı savaş açmış bir belgelikler bütünüdür, edebiyat değildir. Kültürel ve siyasî anlamda çok değerli olan bu özenti ve taklit dönemin sanatsal hiçbir değeri yoktur, diye düşünürüm. O yüzden de ders kitabında bile güçlükle okunur, ne derseniz deyin DİVAN EDEBİYATI öyle midir ama. Onun siyasetle bir işi olmamış ki, güzeli üretip padişahtan kesesini almaya bakmış. Bilinç düzeyiniz arttığında ise Tanzimat denilenin batı uluslarının dayatmasıyla oluşan bir form olduğunu düşününce bu edebiyat beni rahatsız bile eder. Her ne kadar padişahın yetkilerini budama, özgürlükler geliştirme anlayışı taşısa da sonuçta ortaya çıkan formül, azınlıkların türlü imtiyazları ve bölünmeye dörtnal giden bir ülkenin temel harcı olacaktır ve sanatçı bu yıkıma, bunaldığı baskıdan kurtulmak için düşmanımın düşmanı dostum diyerek destek verecektir. İlerleyen dönemlerde siyaset sanatta bu tür özgürlükleri sınırlamaya başlayınca sanatçı, kahramanlığı bırakacak, çark edecek sanatta sanat söylemi gelişecek, bugün de tartışılan konunun da bizde temeli atılacaktır. Bu arada riski alan Tevfik Fikret, muhalif bir siyaseti izlemeyi sürdürecek, edebiyata yaptığı katkılarla da kalıcı olacaktır. Hadi ötekileri, dergilerinin kapatılmasına neden olacak yazıları kaleme alan Hüseyin Cahit Yalçın dışında kalanları anımsayın bakalım. Ulusal Kurtuluş Savaşı elbette yarattığı heyecanla sanatçının da önemlisi olacak, genç Cumhuriyetin ayakta kalma mücadelesinde yanında yer alacak kalemiyle ve ödülünü de alacak, çoğu milletvekilliğine seçilecek, tez zamanda. Haklı mıdır, elbette haklıdır, yeni bir devlete sanatçı da destek vermelidir, âmâ sanatı kurban ederek değil herhalde. Sonuç olarak her çarpık davranışın tanımlamasında kolay sıfat olan “köylü”yü keşfeden, Yakup Kadri dışında kimse kalmayacaktır anımsanan. Bunu sırası gelmişken işaretlemeli, siyasete bulaşmanın bir güzelliği de var, her sanatçının bildiği: Cami duvarına işeyeni kimse unutmuyor. Yani siyaset unutulmazlık için de bir yoldur. Bu da samimi olmayan şan şöhret ya da ikbal peşinde olanlara da sevimli gelecektir her devir. Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan devrimci bir söylemdir. Topu tüfeği, yargı gücü, yürütme organları, askeri polisi olmayan yazarın bunu sözcüklerle yapması nasıl mümkün olacaktır? Belki de o yüzden siyaset ayrı bir yapılanma ve organizasyondur. Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar bir siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezber bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Roman için söylenir yolda gezdirilen aynadır, elbette. Ama kalıcılık gücünü, evrenselliğini o aynaya yansıttığı görüntüye kattıkları, okura hissettikleriyle kazanır Yoksa yaratıcı yazına hiç gereksinme olmaz, dünün vak'anüvisleri bugünün gazeteleri, medyası bunu bizden iyi yapardı. Bence sanatçıya yakışan herhâlde insandan yana sisteme muhalif ve sorgulayan bir duruş kazanmak insana daha güzel yarınları işaret eden ütopyalar üretmektir. Bu nedenle de sanatçı kendi inandığı siyaseti de olsa, onu bir konu olarak almalı, âmâ yapıtına amaç olarak yansıtmamalı, sanatın kendi siyasetine sadık kalarak hep eleştirel yaklaşmalıdır. Çünkü İNSANın mümkündür, ama sanat yapıtının KEŞKEsi herhâlde yoktur. -maviADA Dergisi ve CEMAL SÜREYA derneği elbirliğiyle Kadıköy NOVADA AVM Cemal Süreya Konferans Salonu'nda 28 Nisan 2013'de düzenlenen"SANAT ve SİYASET" konulu panelden-- *: *

  • MAHREM

    Elif ŞAFAK * “Rüyamda bir uçan balon görüyordum. Gıpgri gökyüzündeydi, bem­beyaz bulutların arasında, sapsarı güneşin gölgesinde. Ben çatıya çıkmıştım. Aşağıdan uçan balona bakıyordum ki, şiddetli bir rüzgâr çıktı aniden. Aniden çıkan rüzgârın şiddetiyle sarsıldık hep birden. Simsiyah tozlar havalandı yerden. Uçan balon hızla sürükleniyordu. Onu gözden yitirmemek için vargücümle koşuyordum çatıların üze­rinde. Ben koştukça kiremitler yuvarlanıyordu aşağıya. Eğilip baktım kiremitlerin düştüğü yere. Aşağıda, şehrin caddeleri ışıl ısıldı ve kalabalık. Yollara yuvarlanan kiremitler yüzünden arabalar kaza yapmış­tı. Cart kırmızı, gıcır gıcır bir araba öfkeyle soluyordu yolun ortasın­da. On camını çatlatmıştı kiremitler. Çatlağın üzerine kocaman bir örümcek ağ kurmuştu. Değdikleri yere yapışan incecik, şeffaf İplikler uçuşuyordu etrafta. Arabanın sahibi beni arıyordu, aradığının ben ol­duğumu bilmeden. Gözünün önündeydim ama benden şüphelenmi­yordu. Bembeyaz kar yağıyordu simsiyah tozların üzerine. Kaldırımdan yürümeye başladım. İpliklere basmamak için gayet yavaş yürüyor­dum. Birdenbire ayaklarıma takıldı gözlerim. Ayaklarımda kuş de­senli yün patikler vardı. Evden çıkarken ayakkabılarımı giymeyi unut­muş olmalıydım. Utandım. Kimse görmeden, bir yerlerden ayakkabı bulmalıydım. Mağazaların vitrinleri cıvıl cıvıldı. Bale pabuçları, içi kürklü çizmeler, sandaletler, bağcıklı botlar, ince topuklu kadın ayak­kabıları, yumurta topuklu erkek ayakkabıları, cicili bicili çocuk ayak­kabıları vardı vitrinlerde. Neli oldukları yazıyordu etiketlerinde. Bü­tün ayakkabılar dondurmadan yapılmıştı. Büyük mağazalardan biri­ne girip, vitrindeki karışık meyveli botları satın aldım. Çıktığımda, ön camı çatlamış arabanın sahibi gözlerini kısmış, dikkatle beni süzü­yordu. Parmaklarımın ucuna basa basa geçtim önünden. Peşimden gelmedi. Kaldırımı döndüğümde, uçan balonu gördüm sapsarı güneşin gölgesinde. Gönülsüzce kıpırdadı yerinden. O çekilir çekilmez, sapsarı güneş açığa çıktı. Korkuyla baktım yeni ayakkabılarıma. Damla damla, damla damla...” “Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!” Dizimin acısıyla sıçradım. Gene uyuyakalmıştım, gene olmadık bir yerde. Ter içindeydim. Toparlanmaya çalışırken, burnuma çalındı terimin kokusu. Başkalarının da kokuyu alıp almadığını anlamak için etrafıma bakındım. Minibüsteydim. Bindiğimde benden başka kimse yoktu. Öğleden sonra bu saatlerde bu istikamete giden pek nadir ol­duğundan, minibüsün kolay kolay dolmayacağını, dolmadan da kalk­mayacağını biliyordum. O rahatlıkla uyuyakalmışım. Zaten öğlen ye­meğini abarttığım yetmezmiş gibi, birde üstüne iki porsiyon kazandibini cila çekince, adım atacak halim kalmamıştı. Epey uyumuş olma­lıyım. Minibüs tamamen dolmuş. Bir kişi eksik sadece. O da gelsin, yola koyulacağız. Yanımdaki kadın göz ucuyla beni izliyor. Muhtemelen ter koku­sunun farkında. Kucağındaki kız çocuğunun, rengi ağdalanmış çilek reçelini andıran ayakkabısının pirinç tokası hâlâ dizime batıyor. Ço­cuğun bunu bilerek yaptığından şüphem yok. Sırf beni uyandırmak için, uyanayım da kenara kayayım diye. “Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!” diye cırlayan da o. Gerçi ben de uyku rehavetiyle iyice yayıl­mışım. Derhal toparlanmalıyım. Bacaklarımı bitiştirip, pencereye ya­naşıyorum. Sırt çantamı yan taraftan alıp, kucağıma koyuyorum. Çantayı kaldırınca, altından, baharatlı sarı leblebilerle dolu kesekâğı­dı çıkıyor. Minibüs dolana kadar atıştırmak için almıştım, unutmu­şum. Kesekâğıdım da kaldırınca, epeyce yer açılıyor onlara. Gene de memnun değiller. Bilhassa kadın, bir türlü rahat edemediğini göste­ren abartılı hareketler yapıyor; bir sağ bacağı bir sol bacağı üste gele­cek şekilde sık sık bacak bacak üstüne atıyor; haşır huşur sesler çıkar­tarak poşetlerini dizlerinin kâh altına, kâh üzerine yerleştiriyor; sanki bir yere gitmesi kabilmiş gibi “gel evladım” diyerek kucağında oturan çocuğu göğsüne bastırıyor; dönüp dönüp, endişeli gözlerle sağında kalan daracık boşluğa bakıyor ve bütün bunları yaparken durmadan oflayıp pofluyor. Böylelerini iyi tanırım. Niye böyle davrandıklarını bilirim. Alışkınım. Böyle şeyler sık sık başıma gelir. Tabii en iyisi taksiye binmek benim için, ya da boş bir otobüs ya­kalamak. Ama her yere taksiyle gitmek bütçemi aşar; otobüsleri boş bulmaksa, malûm, pek mümkün olmuyor. Zaman zaman, bineceğim otobüsün ilk durağına taksiyle gidiyorum. Ama her güzergâh buna el­vermiyor. Eğer kalabalıksa, nadiren biniyorum otobüse. Zira ne za­man o yüksek basamakları hırıltılar arasında çıkıp, tıklım tıklım kori­dorda itiş kakış kendime yer açmak zorunda kalsam, bin pişman olu­yorum bindiğime. İçimden bir ses derhal otobüsten inmemi, eve dön­memi söylüyor. Ne mümkün. Şoförün şirret talimatlarıyla arkalara doğru ilerleyen kalabalığın akıntısı beni çıkıştan, çıkışı benden uzak­laştırmakta gecikmiyor. Baktım ki kurtulamıyorum, hiç olmazsa göz­lerle karşılaşmamaya çalışıyorum; merakla beni inceleyip, birbirleri­ne beni gösteren gözlerle. Yer veren çok oluyor gerçi. Ama bu işimi kolaylaştırmıyor. Ateş basıyor yüzümü her seferinde. Ter içinde zar zor oturuyorum boşalan yere. Zaten ben böyle anlarda hep terlerim. ister yaz olsun, ister kış, azıcık sıkılmayagöreyim, buz gibi soğuk ter­ler boşalır sırtımdan. Yerime oturur oturmaz, eğer iki kişilik koltuktaysam yandakine, tek kişilik koltuktaysam ayaktakilere değmemek için azami gayret sarf ettiğimden, baston yutmuşa benzerim. Bir yan­dan da, etrafımdakilerin ter kokusunu alıp almadıklarını anlamaya ça­lışırım. Hoş, alsalar da almasalar da elimden bir şey gelmez. Zaten ne zaman terlememeye gayret etsem, daha beter terlerim. Pencere kenar­larını severim. Pencereler sayesinde, varlığımın fazlasıyla farkında olan otobüs yolcularını değil, benden tamamen bihaber olan dışarıdakileri seyrede seyrede yolculuk edebilirim. Bazen de kimse yer vermez. Bazen camlara yaklaşmak da müm­kün olmaz. İşte o zaman, gövdemi abluka altına alan bakışlardan ka­çabilmek, pürdikkat beni süzenlerin akıllarından geçenleri tahmin et­mek durumunda kalmamak için, ineceğim durağa gelene kadar rahat rahat, boş boş bakabileceğim bir nokta ararım. Kafaların arasından görebildiğim kadarıyla pencerelerin dışı, yolcuların ayakkabıları, ba­caklar arasına sıkışmış alışveriş torbaları, birilerinin ellerindeki kitap­ların kapakları, otobüsün uyarı levhaları, otomatik kapının düğmeleri, acil durumlarda kullanılacak çekiçler, katlanmış gazeteler, asacakları kavrayan ellerdeki yüzükler... işte bunlardır seçeneklerim. İçlerinden birini seçer ve ineceğim durağa gelene kadar gözlerimi ondan bir sa­niye bile ayırmadan yolculuk ederim. İster oturarak, ister ayakta ol­sun, bir hayli zordur benim için otobüsle bir yerden bir yere gitmek. Ama benim kadar şişmansanız eğer, minibüsler, otobüslerden daha da beterdir. (…) (Mahrem, 2000)

  • NASIL BİR ZAMANA DÜŞTÜK BÖYLE

    Niyazi UYAR* Hep derim ya, “Nasıl bir zamana denk geldik böyle?” İnsanların çapsızlığı, omurgasızlığı, dönekliği… Yolda belde, okulda, kahvede, gündelik yaşamda, hemen her yerde insan davranışlarını gözleyerek ulaştım bu neticeye. “Nasıl bir zamana düştük?” İşte bu veciz sözüme istinaden, söz ve müziği Mahzuni’ye ait Musa Eroğlu’nun seslendirdiği “Öyle bir zamana düştük türküsünü dinlerim, tekrar tekrar... Hakkaten ya, nasıl bir zamana düştük böyle? Daha dün Atatürk ve Atatürkçülükten nemalananların savrulup gitmesi- bana güvenilmez, sinsi gelmişti zaten- içimi acıtır. Sonra CHP içinde siyaset yapanlar, bugünlerde yandaş kanallarda CHP’ye, demokrat insanlara saldırmalarının açıklaması, akılsızlığın dışa vurumudur. Bunların yandaş kanallarda sabah akşam CHP’ye ve demokratlara saldırmaları... Oralara çaıkmanın bir bedeli olmadığı gibi, mükafatı var. İşte ben bu durumu görüyorum, ben bunun bilincindeyim. Ne demişti böylerine dair Aşık Mahzuni Şerif “Zevzek” adlı türküsünde: Hele bak şu aynaya, yüzün yüze benzer mi? Ta sabahtan uyumuş, gözün göze benzer mi? Vay o boyun devrilsin, özün bize benzer mi? Adam olamadın gitti, zevzek Beni bilemedin gitti, zevzek Hakkaten ya “nasıl bir zamana düştük böyle? Ben demokratım diyen biri, kesinlikle emeğin yanındadır, yoksullardan, emekçilerden yanadır, her daim onların haklarını savunur; fakat hakkını savundukları karşı cephede, karşı yamaçlarda onların karşısındadır. Sinan Cemgil öldürüldüğünde babası Adnan Cemgil’in köylülere ne demişti? “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi Odtü’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum!” Köylüler, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını ihbar etmişti. Ta o yıllardan beri değişen hiçbir şey olmadığı gibi daha da geri gitmemiz insanı üzüyor. Yoksulların, emekçilerin dayandığı, hayata bağlandığı tek nokta kendi ekonomik menfaatleri olacağına, ne yazık ki din oluyor. Aslında kimse onların ne diyanetlerine ne dinlerine bir şey dediği yokken. Dinden maddi menfaat elde eden şarlatanlar, onların ta evlerinin içlerine kadar girip akıllarını başlarından alarak ruhlaştırıyor. Oysa yaptıkları sömürünün, din sömürüsünün dik alasıdır. Tarikat liderlerinin limuzinlere bindiği bir başka İslam ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Bu din bezirganları bu ülkenin insanına kendi dillerinde ibadet etmelerini istemiyor. Başka hiçbir İslam ülkesi yoktur ki kendi dilinde ibadet edemesin. Hakkaten ya “ “Nasıl bir zamana düştük böyle?” 1945’lerde toprak reformu diyen, topraksız köylüye toprak diyen CHP içindeki toprak ağaları Adnan Menderes liderliğinde yeni bir parti kurup kendine toprak verecek, iş güç sahibi yapacak olanları sandığa gömüp Demokrat Parti’yi iktidar yapmadı mı? Meclis’te mutlak çoğunluğu ele geçiren Demokrat Parti, güç zehirlenmesiyle baskının, kanunsuzluğun en katmerli örneklerini sergilemedi mi? Demokrat Parti’nin iktidar olduğu ilk yıllarda ABD’nin Marshall yardımı ile köy çocuklarına süt tozundan süt dağıtılması, köylüye un, şeker, yağ dağıtılması… sefalet içindeki köylüyü, halkı kendine bağlayıp dinsel motifleri yoğun bir şekilde kullanarak, halkı inandırması neticesinde CHP bir daha doğru dürüst iktidar yüzü görmemiştir. 1923 de kurulan genç Cumhuriyetin CHP’nin kuruluş yıllarında yarattığı olağanüstü kalkınma modeli ile dünyada eşi benzeri olmayan bir kalkınma hamlesini hayata geçirmiştir.  Gerek ekonomik alanda gerek sosyal yaşamda çok ciddi devrimler hayata geçirilmiştir. Fakat ne acıdır ki, bugün yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde mahkeme koridorlarında “şeriat, hilafet,” sloganları atılabilmekte, yurdum insanını birey katarına çıkaran kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetin sahipsiz kalması… hakkaten bu çok acıdır! Hakkaten ya, “Nasıl bir zamana denk geldik böyle?” Avrupa birliği, d e m o k r a s i martavalına inanan, d e m o k r a s i n i n en ilerisinin geleceğine inanıp ölü gözünden yaş bekler gibi demokrasi beklemişlerdi, bu yetmez ama evetçiler. Şimdi size samimiyetle soruyorum, siz gerçekten yaptıklarınızdan pişman değil misiniz, siz hakkaten huzurla aynaya bakabiliyor musunuz? Ocak 2024 / Salihli

  • Maymunlar Gezegeni

    Maymunlar Cehennemi, (Özgün adı: Planet of the Apes; Türkçe anlamıyla "Maymunlar Gezegeni"), 1968 yapımı bir bilimkurgu gerilim filmidir. Yazar Pierre Boulle'in Fransızca La planète des singes adlı romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini Franklin Schaffner yapmıştır. Film, 2001 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. 1968 yapımı bu efsanevi bilim kurgu başyapıtının başrollerini Charlton Heston ve Roddy McDowall paylaşıyorlar. Astronot Taylor (Heston) insan ırkını deneyler ve spor yapmak amacıyla kullanan maymunların hükmettiği uzak bir gezegene süratle düşer. Kısa sürede Taylor kendisini avlananların arasında, ve hayatını da yardımsever bir şempanze bilimcisinin elinde bulur. Olağanüstü Makyaj Performansı nedeniyle Onursal Akademi Ödülü® kazanan ve iki Oscar'a aday olan (1968 En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Orijinal Beste) Planet Of The Apes muhteşem bir görsel şölenle başlayan ilk sahnelerinden insanın kanını donduran son anına kadar görkemli bir eğlence.

  • AĞIZ

    Fuat ÖZGEN * Ağız deyip geçmeyin Yiyip, içip beslenme Türlü tatlarla zevklenme Ağızla. Boş bulunup söylenenler Ardından gelen pişmanlıklar Ağızla. Gülme de, sırıtma da Somurtma da, köpürme de Ağızla. Beynin denetlemediği Kulağın duymadığı Ağızla. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık Diyerek yutkunduklarımız Ağızla. Şarkılar, türküler Tasarlanan öyküler Ağızla. Öpme de, sevme de Nefret de, öfke de Ağızla. Doğru da, yanlış da Yalan da, dolan da Ağızla. Gönül alan, gönül kıran, Gönle dolan, gönül çalan da Ağızla. Ağızla gelen Gider ağızla.

  • Roman İnsan ve İdeoloji

    AYNA, AMA ASLINDAN DAHA MÜKEMMEL Roman yol boyunca gezdirilen aynadır, der Stendhal. Yolumuz neyse romanımız da encamında odur. Ama... Asla gerçek değildir. Kitaba göre roman, töre ya da karakter incelemesi yapan bireyin iç ve dış çatışmalarını ele alan, tutku ve duygularını çözümleyen, hem nesnel hem öznel bir dünya kuran, gerçekle bağlantısı ne olursa olsun özünde kurgusal bir türdür... diye tanımlanabilir. Gerçeğe çok benzeyen, ona paralel, ama asla gerçek olamayan ikinci bir dünyadır. Yani aynanın sergilediği yol ne kadar değişirse, hatta tanınmaz olursa ama yine sevilirse o roman o kadar başarılıdır. Ayrıntılardaki “Pan’ın Nefesi”, şairin ve şiirin esrik gücü bütünde farkına varılmayan bir renk tayfına döner, o artık bir tarihli hayattır. Yukarıdaki tanımlara daha birçok tanım ekleyebilirsiniz, hepsinin birleştiği, roman ayrıntılı bir ya da birden çok öykü anlatır. Roman içinde birçok yardımcı öykücük içeren, gelişmiş serim, düğüm, çözüm bölümleri olan uzun ve ayrıntılı bir büyük öyküdür, kısa öyküden temel ayrılığı uzunluktadır. Bu uzunluk kısalığın ne kadar olacağı sorulabilir. Ne var ki, egemen estetiğe göre bin yıldır durmadan değişen yasalara sahip roman, bunu yanıtlamaz, anlatı biçimini bir şablona bir kalıba bağlamaz. Kendi diyalektiği, estetik yasaları, sahip olduğu bir tür anarşist özgürlük onu tanımsız kılar. Öyküyle arasında varsa fark, hissetmekle ilişkilidir. Roman Tarihli, Ayrıntılı Bir Ana Öykü Anlatır Roman tarihli, ayrıntılı bir öykü anlatır. Bu anlatıyı bütün sanat yasalarını bozarak, kırarak, gereksinmesine göre yeniden kalıplaştırıp yasa yaparak, varolanları aşarak gerçekleştirir. Bütün türleri içselleştirir, tür ve akımlardan özgün kendini kendisi yaratır, var olan yazınsal, kültürel kazanımları kullanır, pragmatik bir yaklaşımla bütün bilim dallarından kendi yararına olacak her şeyi alır. Zaten kesin yasaları ve şablonu olsaydı, köklerini dayadığı romanslardan ve halk hikayelerinden yeni bir türe geçiş gereği duymazdı onu yaratan devrimci burjuva. Ne var ki, öyle kalsaydı feodalitenin binlerce yıllık gücüne karşı koyabilir miydi, belirsiz. Roman başka ama bir yapıdır, karmaşık, içinde bir çok üniteyi barındıran bir yapı… Şiir onun bir odasıyken, deneme bir başka odası. Tarih salonu olur. Kendi kurallarını üretip kendi tarihini yazan, kendi öğretisini savunan ikinci dereceden bir dünyadır. Bu dünyada her şey, her yapı taşı yerine denk düşmelidir. Roman bir burjuva ürünüdür ve kentlidir. Sanat bütünüyle yerleşik, kentli insanın işi olsa da, kimi alanlarında feodalitenin de başarılı örnekler verdiği görülür, örneğin müzik de… Ama hiçbir romancı feodalitenin ufkunu, doğal edinimlerini kullanarak roman yazamaz. Feodalitenin yaratabildiği anlatma sınırlıdır. Romancının sergilediği faydacı yaklaşım, yararcılık felsefesi doğasını terk edip kentsel düzenekte ve sanayide zenginleşen, ama yaşama alanları daralan insanın, her duruma uyma gayretini ve yeteneğini sanki tanımlar. O Bir Aristokrattır. Gelmiş geçmiş bütün bilgelerin sözünü ettiği bir romancı vardır başlangıçta. İonya bilgeleri, klasik Heleda filozofları ve yasa koyucuları, İskenderiye, Bergama filozofları, Roma’nın büyükleri Homeros’tan söz eder. Antik medeniyetin en büyük bilgini Amasyalı Strabon, onun yanılmaz, bir usta, her şeyi bilen bir bilge olduğunu söyler. Herodot “ Homeros benden 400 yıl önce yaşadı” diyerek tarih düşer. Homeros’un İ.Ö.1200 yıllarında yapılan Truva savaşlarını ve gemicilerin dönüş serüvenlerini anlatan nazım romanı, uzun dönem epos(söz), ziraat, ilmihal, fen, tarih, hikmet, ahlak kitabı, bibl’i (tevrat ve incili) ve devrinin ansiklopedisi olacaktır. Çetin ALTAN, son Nobel ödülü sonrasında kopan tartışma ortamında, "ne kadar yükseltirseniz yükseltin hiçbir bayrak, edebiyatın bayrağı kadar uzaklardan gözükmez, " demektedir. Yorumlanışının getirdiği sisli ortamda, Pamuk’un kullandığı sözlerin ödüle etkisi tabi ki tartışılabilir, ama Türkiye’yi her suçlayanın ödül alması söz konusu olsa, ortalık Nobel dolardı, düşüncesini de göz ardı etmeden bakarsak, Pamuk, ödülü bizden farklı bir beğeninin yeğlediği Türkçe romanlarıyla almıştır. İnsanlığın binlerce yıllık bilinen tarihinde, resim gibi, şarkı gibi, dans gibi ruhunu göklere uçuran ama buza yazılan bir yazı kimliğini de kaybetmeyen, bu yönüyle de burun kıvrılan, kanında esriklik olan insanların işi diye alınan, sanatın tüm türleri içinde antik devrin bir Zeus tapınağı kadar görkemli, elle tutulur ve güçlü durur roman. Ne şiirin dokunma kırılırım haline, ne denemenin kolay unutulan benliğine, ne kısa öykünün haz veren ama anlatılamayan sihrine, ne de tarihin kuru didaktizmine ve değişmezliğine sahip değildir, o onların hepsini içinde toplar, bundan dolayı anakaradır. Kuralsızlık ve kurallar yığınıdır. Kendi kurallarını her kezinde kendi yazan, ama anlatılan, ama yaşanan, ama çok insansı bir sanat türüdür. O yüzden salt edebiyatta değil, tüm sanatlar içinde binlerce yılı aşabilecek tanrısal ayaklara sahip bir aristokrattır. Seçkinci, kavimci ve üretmeden sadece tüketen olduğundan değil, insanlığın çok derinlerine uzattığı köklerinden ve kalıcılığından ve insan üzerindeki anlaşılmaz sihrinden dolayı aristokrattır. Roman Egemen İdeolojiyle Çok İlişkilidir. Montaigne, yaklaşık beş yüz yıl önce her insan, her insanın her türlü özelliğini üstünde toplar, derken, insanın tek ve sabit bir özellik taşımadığını vurgulamaktadır. Satre’ye, Mevlana’ya, Yunus’a göre de insan her gün yeniden doğar. Her gün kendini yeniden kurar, yaratır. Ama romanın büyük ustası Balzac’a göre, insan başında neyse yaşam boyu odur. Cimriyse bir kez cömertleşmesi beklenmez.… Elgörür biri, bir bencil olamaz. Bu egemen olan ideolojiyle sıkı ilgilidir. Balzac’ın yaşadığı dönem XIX yy Fransa’sı Katolik anlayışın baskın geldiği idealizmin tüm eski dünyada yükseldiği bir dönemdir. Ama Satre’nin çağı aynı değildir, o bilinen tüm değerlerin sarsıldığı bunalım çağının çocuğudur. Her iki çağda aynı romanın yazılmasını beklemek nasıl ki doğru değildir, kahramanların da bilinen çerçevede, aynı olması da olanaksızdır. Ayrıca kabul etmek gerekir ki, ister roman kahramanı ister gerçek insan olsun, onu yaratan tarihidir. Burjuvanın yükseldiği dönemde yanı sanayi devriminin güçlendiği zamanda onun güçlü ürünü, deyim yerindeyse dünya görüşünü aşılayacak vurucu silahı romandı. XIX yüzyılın ilk yarısı romanın altın çağıdır, bir yıl içinde basılan kitap sayısı, öncekinin beş katına ulaşır, çoğu romandır. Dünya tarihinin en büyük romancıları, Dicken, Bronte Kardeşler ve benzerleri bu kısacık dönemde büyük romanlar yazar. Roman insanın güzel şeylere hakkı olduğunu işler; bireyin kahramanlığını anlatırken kentin hümanizmasını yansıtır. Dünyanın en eski, aynı zamanda en güzel romanlarından biri olan İlyada ve Odesa’nın gücü epik anlatımı kullanmasından gelir. 19.yüzyıldan sonra yeniden yeşeren epik anlatım betimleyicidir. Nesne ayrıntılı, insan işlevli, şiirseldir, somuttur. Günlük yaşama, sıradan insana ve ülkülere göndermeler yapar. Bir omurgaya sahiptir ve anlatılabilir. Tolstoyun Savaş Barış’ının güçlü ayakları bu unsurları iyi kullanmasına dayanır. Betimleme öykülemenin kendisidir. Bütün öğeler anlamlıdır, ondaki öğeleri anlamlandırmak için, dolaylı anlatım gerekmez. Bu yüzden epik öyküleme ve betimleme hayata aittir. Yani hayata ait olan nesne öykü olunca, unutulmaz. Roman Feodalizme Karşı Burjuvanın İdeolojik Mücadelesidir. Birçok edebiyatçı, romanın, feodalizme karşı burjuvanın bir ideolojik mücadelesi olduğunu savunur. Gene bir çoğu burjuvanın 1848’lerden sonra yani sanayi devriminin güçlenmesi, burjuvanın egemenliğini perçinlemesiyle romanı, romancıları da silahlarından yalıttığını düşünmektedir.… Hal böyle olunca roman da hızla evrimleşecek, Balzaclar, Stendhallar da, roman anlayışları da değişecektir.. Burjuva yeniliğe açtır. Onun devrimci yapısı buradan kaynaklanır. Kentsel egemenliği ele geçirip kurallarını yerleştirince yeni adımlara gereksinme duyacaktır. Tarih romancıyı ve ideolojisini harmanlar, kentsel kültür çok hızlı bir biçimde romanın yerini alacak medyatik olanakları ve kurgusal anlatımsal değişimleri de hazırlar. Yeni denemelerde kullanılan tekniklerin yanı sıra, anlatım biçimleri de değişmeye başlar. Nesne karakterlerin önüne, eylem ve hareketin dışına çıkar. Nesne, eylem ve hareketin dışına çıkarsa yani öykünün dışında kendi anlamını yüklenmeye başlarsa insanla ilişkisi azalır, postmodern sanatta bu vardır. Çok ilgisiz gibi duran bu nesneleri birbirine bağlama işlevini üstlenecek unsurlar aranır ya da yaratılır. Yazılan salt kurmacaya ya da anlatmayan bir söz yığınına döner. Nesne ilişkisi, kurulmayan romanlarda karakterler, nesnelerin anlamını açıklamaya yarayan onları birbirine bağlayan gevşek bir ilmek biçimine döner. Aşırı betimleme, yani doğalcı olmaksa okuru romanın içinden dışına iter, onu seyirci yapar. İçeriksel bu değişim, başka değişimleri de yanında getirecektir. 2.Dünya Savaşı sonrası dünya, başka bir boyuta taşınır, soğuk savaş döneminin rüzgarı, romancıyı da etkileyecektir. Egemen ideoloji dünyaya açılmaktadır artık, daha doğrusu saldırıya uğramaktadır. Her şeyin doğru, her şeyin yanlış olabileceği bir çağ başlamıştır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde dünya siyasasına egemen olan ideoloji, evrensel ideolojinin kalın kabuğunu zorlayacak, çatlatacak, yani Marksizm burjuvanın bu güçlü silahını kendi dünya görüşü için kullanacak, belki de yüzyıl bu deneylerle yaratılan irili ufaklı romanlarla anılacaktır. Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” roman dünyasında bir devrimdir. Gündelik yaşam felsefesi müziksel bir bakışla yaşama yerleşir. “ Sanchez’in Çocukları” ise klasik roman için sonun başlangıcıdır, çünkü o roman bir bant kaydıdır. Burjuva gelişkin güçleriyle kendine daha çok uyacak sanatlar yaratmak için yağlıboyayı da, kemanı da, romanı da terk etmiş gözükmektedir. Ama aynı dönemde U. Eco’nun betimleyici anlatıma yaslanan, klasik romana sadık Gülün Adı görkemli bir çıkış yapar. A. Maalouf’un Semerkant'ı da bu dönemin başyapıtları arasında anmak gerek. Bizde Tanzimat’ın birinci döneminde seçkin yapıtın kalem anlayışının beklentisinin altında toplum ve yaşam gerçeğine yön verme kaygısı vardır. Bütün edebiyat dalları toplumu ve sistemi onarma, ideal olana çekme düşüncesiyle kurgulanır. Halen çocuk edebiyatımızda çok yoğun biçimde görülen bu özellik, sanatın bir terbiye yolu olması gerektiğine olan inancın sonucudur ve bu anlayış edebi ürünlere yansır. Bu süreçte emek verenler siyasi kavgaları nedeniyle saygıyla anılsalar da yapıtlarının, sanatsal değeri tartışılır. Oysa Tanzimat’ın ikinci döneminde yani topu topu 25 yıl sonra yaşanan baskı nedeniyle görev edebiyatı bir yana atılmış, romancı topluma seslenememiş ama roman tekniğimiz kısa sürede hızla gelişip Batı seviyesine ulaşmıştır. Yalnız bu kez de aydınlara seslenme gayreti, romanı anlaşılmaz deyim ve tamlamalara boğacaktır. Bu dönemde Edebiyat-ı Cedidecilerin dışında kalan, ama bir öğreti amacıyla değil, halka yönelik yazan Hüseyin Rahmi günümüzde bile zevkle okunabilecek kitaplar üretmiştir. Roman İdeolojinin Çıplak Silahı Olamayacak Kadar Nazenindir Ülkemizde bu sanatsal gelgitler sık sık görülecektir. 1940 - 50 li yıllarda evrenselleşme gayretleri, altmışlı yıllarda toplumsallaşma çabası, seksenli yıllarda kimliksizlik, 2000'li yıllarda yeniden kendini arama egemen ideolojinin bir uzantısı ya da ona karşı koymanın bir yansımasıdır. Tabi romanımız da durmadan değişecektir. Kargaşadan bunalan insanın ideolojiyi, egemen ve yaygın olanı ya da azınlık ideolojisini araması çok doğaldır. Çünkü ideolojinin farkı buradadır, o hayatı ve romanı bir düzen içinde, yani anlatılabilir ister… ki bu da romandan beklentilerle örtüşür. Doğuda burjuva sınıfı olmadığından Türk romanı, Batılı romana benzemez, onu taklit eder, ama bunu yaparken bile Doğuludur. Romanımız bir sınıf üzerine kurulmaz, bir tarihe sahip değildir. Toplumsal yapımız, yani egemen ideoloji nedeniyle Orhan Pamuk’la Ahmet Altan, Yaşar Kemal’le Oğuz Atay romanı aynı dönemde yükselir. Günümüzde Balzac gibi yazanlarla Homeros vari anlatımı yan yana görürüz. Ne var ki postmodernist roman öyle değil, o dünya geneliyle eş zamanlı yürümekte. Orhan Pamuk Batılı çağdaşlarıyla aynı anda yazıyor. Oysa edebiyatçıların birleştiği bir nokta vardır, postmodernist anlatı asla roman olamaz. Postmodernizm her şeyin içini boşaltma, anlamsızlaştırma üzerine kuruludur, çünkü ancak kendi değer yargıları olmayan, ilkesiz bir yaşam sürene istediğinizi dayatır, istediğinizi satarsınız, oysa roman anlamsız olanı bile anlamlandırma işidir. Bu ülkenin insanı, başından beri ayrılıkçılığa ve kötü niyetli "dış mihraklara" karşı milliyetçi, ulusalcı; sistemi ve yaşam ayarlarını tehdit eden baskıcı teokratik ya da oligarşik yönelişe karşı çağdaş ve demokrat; batı taklidi yozlaşmaya karşı tutucu, hatta bağnaz; bağnazlığa ve donmaya karşı özgürlükçü, laik ve akılcı; gündelik yaşamını olağan götürebilmek için de eyyamcı...yani her dem siyasi olmaya, gündeme göre siyaset belirlemeye kuruludur. Bu kendi aklının ürettiği değil, üst aklın yani sistemin on yıllarca öğütlemesiyle oluşmuş bir ezberdir. Yazarı, sanatçıyı anlamak için öncelikle ülkeyi ve insanı iyi görmeli. ...ve siyaset, hem de olgunlaşmamış, felsefe, akıl ve bilimle donanmamış ilkel, mahalle efsanesi bir siyaset, o nedenle insanlar asılsa hapse de atılsa, sanılanın aksine bizde KUTSALDIR. Karnıyarık pişirmekten aciz, temel hak ve özgürlüklerinizi, asgari ücretin alımgücünü ya da bakkaldaki ekmeğin fiyatını bilmeyen olabilirsiniz, o nedenle her fırıncı başka fiyatla satar, ama başbakanın "nerden nereye koştuğunu", her gün çizdiği zigzagların akılcı açıklamalarını ezbere bilmekle mükellefsiniz, bana ne, ben bir garip çingeneyim, telli zurna neyime demek lüksünüz yoktur. Çünkü ister muhalefet ister iktidar olsun, tebaasının çizeceği zigzaglardan ya da özgürlük arayışından dehşetli korkan liderinizin, yönet diye seçtiğinizin gözü üstünüzdedir, yasalar başka dese de beceriksizliğinden ya da "dış mihraklardan" çaresiz kalır, ıslık çalarsa koşacaksınız. Öteki zamanlarda da işine bak, siyaset yasak ... formatına geçmeyi de iyi bilmelisinız. Rusya'nın devrim yılları gibi, her roman Gorki'nin anası olmalı beklentisi vardır. Kutsal kitaplar gibi "ötekini" lanetlemesi beklenir. Oysa hayat bir bütündür ve onu kategorize etmek birilerinin işiyse bile edebiyatçının değildir. Bu anlayıştaki coğrafyalarda özgür roman geç gelişir. Yaratılışı Özgür Romandan Kul Roman üretmek Olanaksızdır. Batılı tarzda ya da 1940'lardaki kadar bile özgün romanlar üretemeyişimizin nedenleri arasında gensel, sosyolojik, ekonomik... çok şey sayılabilir, ama en çok hilkat garibesi özgün siyasetimiz vardır. Oluşumundan beri bir hesaplaşmaya dönen, yerine oturmayan, her on yılda bir deprem yemiş fay gibi kayan, ya askeri ya sivil darbelerle allak bulak olmuş toplumsal ve siyasi yapımızın insanımızın olduğu gibi yazarın psikolojisini derin etkilediği bir gerçektir, çünkü bu ülkenin yazarı, tıpkı insanı gibi günlük siyasete göbekten bağlıdır. O bağlanmak istemezse bile canı çektiğinde insanını siyasete yasaklı, canı çektiğinde sistemin askeri yapmayı iyi bilen egemenler, ağzı laf yapan, isterse siyahı beyaz gösteren yazarı rahat bırakır mı? Bir şekilde onu taraf yapar. Kendini sıra yurttaştan daha fazla manganın önüne koyan, topluma karşı sorumlu hisseden, gaz yemeye çok müsait yazar da, dönemine göre ya eyyamcı ya bildirili, görevli; ya burda ya tam karşıda romanlar yazmaya çalışmış, bundan bir yarar ummuş. Oysa her eylemi misyonuna göre yönlendirmek isteyen dini edebiyat, ardına son dönemde hayli yol kat ettikleri siyaset, bilgisayar ve yayıncılık sektörünün güçlerini alsa da, henüz kayda değer bir roman üretmeyi başaramadı. Romanın Kökleri Vardır Romanımızın başarısızlığının altında bu köksüzlük bir etken olabilir. Sanıldığının aksine roman, sihrini kendi toplumundan alır ve onu anlatırken, bizde roman, dahası bizzat hayat özünde taklit olduğundan köklerini hiç bir yere dayayamaz, ortada kalır. Bir yabancılık sezersiniz. Bu da romandaki etkileyiciliği sağlayan sahihlik duygusunu doğal olarak yok eder. Roman kendinden önceki esinlendiği ya da kullandığı türlerden hiç biri gibi örneğin halk aşk öyküleri, romanslar, trajedi, destan gibi kalıplarda bir hiyerarşik diziliş sergilemediğinden örnek alınamayacak kahramanlar yaratır. Bu kahramanların hepsi kendine özgü bireydir. Günümüzde toplumsal yapı, insan coğrafyası alabildiğine çeşitlenmiştir. Sürekli zorlanan ve değişmeye mecbur bırakılan, egemen olmaya çalışan ideolojilerin kıskacındaki insanın ideal kabul edeceği tipleri yaratmak artık kolay olmasa gerekir. Romancının başarısı da yarattığı tiplerde yatar, bu tipin ille de toplumsal kabul gören bir tip olmasına çalışmak zorlamadır, o yönlü bakılırsa Kafka’nın tipleri kabul görecek tipler değildir, ama başarılıdır. Romanda çok önemli bir unsur olan kişiler genellikle gerçek anlamda evrensel değildir. Tip yaratmak, tipin bizzat içinde bulunduğu özel ortamıyla, tarihi ve nesnel örgüsüyle ilgilidir. İyi bir romancı ele aldığı tip ya da modelin nesnel koşul ve ilişkilerini başarıyla örüp sunduğunda görevini yapmış demektir. Unutulmalıdır ki roman bir denge ve dengesizlik üzerine kuruludur. Bu nedenle çatışan karakterlerin özellikleri kendi tarihlerine ve roman gerçeğine uymalıdır, hayata ve öğretilere değil. Onlar azınlıklarıyla, örneksizlikleriyle ve romanın nicel yaygınlığı sonucu her okuyanda, böyle de olurmuş hissini yaratma gücüyle evrenselleşir. Yoksa gerçekte her roman yaratımı kişi, bir insanın yani yazarın, yaratabileceği tiplerden sadece biri, yani gerçek bir insanın belki yüzde biridir. Romanlarda tipler geniş bir alan ortalamasıyken, kişilikler inanılmaz tutarlıklarıyla hayranlık uyandırsa da (Harpagon’un cimriliği, Kaptan Ahap’ın bir balinaya karşı beslediği intikam duygusu) insan gerçeğini zorlarlar. Bu yönüyle karakterler, esneyen, değişebilen özellikleriyle yaşama daha uygundurlar. Ne var ki roman kendi kuralsızlığında bunlardan hangisine gereksinme duyuyorsa onu seçecektir, bu nedenle roman kahramanı gerçekle bağı ne olursa olsun, bu bağların nicel olarak kaldığı kurgusal kimliğe geçer ve geçebildiği oranda da başarılı olur. Her romanda Roma İmparatorluğunun lejyonlarını yenen köle Spartaküs, nicelik olarak aynı olsa da, nitelik olarak aynı insan değildir. Lord Kinros’taki Atatürk’le, Çılgın Türkler’deki Atatürk ya da Herman Hesse’nin Bozkurt’undaki Atatürk aynı değildir. Yazar kendi kurgu kuramını herkesçe bilinen tarihe ve kişiliklere yamar, bundaki başarısı da onun üstünlüğünü kanıtlar. Eğer Stendhal’ın söylediği doğruysa, yani roman yol boyunca gezdirilen bir aynaysa, günümüz romanı da çağının kahramanını yaratacaktır. İnsan nasıl ki artık eskisi gibi aynı tutarlılıkları sergileyebilen, granit gibi durmaya uğraşan insan değilse, yaratı kahramanlar da öyle bir şey olacaktır. İyi yönleri yükseltilse bile yeniçağın eski değerleri yok ettiği, yerine yenisini henüz üretmediği düşünülürse hepsi de dünyasına yenilmiş bireydir artık ve örnek alınacak kadar yüksek duramayacaklarını kabul etmek gerekir. Günümüzdeki romanlarda hayran bırakan tutarlı kahramanlar yoksa buna türlü nedenler aramak olasıdır, ama en başta yaşamın değişmesi, insan gerçeğinin değişmesi, yoğun bir dış kültür bombardımanı altında yaşayan insanın kendi içinde sığınacağı, kendi olacağı bir alanının kalmayışı büyük bir etkendir. Zemin artık inanılmaz kaygandır. Bundan nasiplenen yazarın kendi örnek tipi olmayınca, sahi gözükecek kahramanı yaratması güçleşmektedir... Her romancının kendine özgü, kendince seslendirdiği bir yazma hikayesi vardır, hiç birinin diğerine benzemeyeceği gibi, hangisinin içsel ve doğru yanıt olduğu da tıpkı romanın kuralsızlığı gibi boşluktadır. Ama ortak bir yan olduğu gerçektir, bir sağaltım vardır, zevk alınan bir sağaltım. Her kitap yazarına yönelik, kendi inanıyla, yani rasyonel gerçeğiyle farklı bir arenadır. Peyami Sefa’nın kitaplarına göz attığımızda kadın kahramanlarda ortak paydalar görürüz. Vitrindekiler, yani güçlü ve aşık olunan kadınlar, ahlaken Doğulu olmaları beklenen, ama iyi eğitim görmüş Batılı anlayışta kentli kahramanlardır. Piyano çalar, dil bilir, erkeklerle aynı ortamları ve ilgileri paylaşırlar. P.Sefa, bir erkekle karşılaştıklarında onlardan Doğulu bir kadın gibi cumbasında bekleyen bir kadına dönüşmelerini bekler ve romanın çatışması / dengesizliği başlar. Bu tiplemede, yazarı tanıyorsanız, onun yaşam gerçeğinin yoğun bir etkisi olduğunu hissedersiniz. Otobiyografik bir roman olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu bunun sırrını sezdirir. Sevdiği Avrupa eğitimi almış kız, hasta ve içli Peyami Sefa’nın yerine zengin ve Batılı anlayışa sahip biriyle evlenir. Sefa tüm romanlarında o hanımla hesaplaşmasını sürdürür gibidir. Bu terapi özelliği sanıldığı kadar romanın görünen tarafı olmayabilir. Güstave Fluabert “ Bayan Bovary benim” derken ruhunun hangi yanını tanımlamıştır bilemiyoruz. Melville, Beyaz Balina’da balina mı, yoksa Kaptan Ahap mı ya da kurtulup bütün öyküyü anlatan İsmail midir, yanıtı bulmak zor. Ama Yakup Kadri’nin Yaban’ında Ahmet Celal’ın yazarın kendisi olduğunu anlamak kolaydır. J. Landon’ın yükselen Marksizm’in etkisiyle yazdığı kitaplarda, örneğin Demir Ökçe’de oligarşiye ve sermayeye kafa tutan kahramanın, yazarın 1900 yıllarda devrim bekleyen ezilen Amerikan işçisinin yanan ruhuna soğuk su çarptığını hissedersiniz, İnce Mehmet feodalitenin ezilen yüzünden gelmiş Yaşar Kemal’in başkaldıran tarafıdır belki. Yani yüzyılın ilk yarısında büyük bunalımlar karşısında ruhsal direnme gücü arayan Amerikan sanatının yarattığı süper kahramanlar gibidir biraz. Ne var ki bunu her romanda yüzde yüz yakalamak mümkün mü? Ayrıca insan ters mekanizmalarla da ruhunu rahatlatmaya çalışamaz mı? Ya da hiçbir büyük amacı olmadan anlatamaz mı? Her romancı değil, ama her roman kendi gerekçelerini kendi üretir, çoğu da yazarın iddia ettiğinin dışında bir gerekçe olur bu. Roman Bireyi Önemli Bir Noktaya Oturtan Bir Tarihtir. Ne kadar uzun olursa olsun insanlık tarihiyle kıyaslandığında dar bir zamanın tarihidir. Estetik kaygısıyla bilinen tarihten ayrılır. Roman kişisinin insanlık tarih ve deneyimiyle ilişkisi bu kısa zamanla orantılı bir bağıntı taşır. O romanın gereksinme duyduğu ve yansıttığı kadarıyla kendi tarihinden deney ve beceri kazanır. Hal böyle olunca romandan gerçek bağlantısı beklemek bilimsel olmayacaktır. Romanın etik değeri ve toplumsal sorumluluğu da yazarın yapısalcı bakış açısıyla, insan yanıyla sınırlı kalacaktır. Romancı kendi dünyasında ne olursa olsun, romanında öznel bakış açısını yitirmeden gerçeğe öykünecektir. Bu bakış açısı ya da kişisellik ne kadar nesnel olabilir ki? Güstave Fluaburt bir yazısında “ Roman olanaklarının, yani edebiyatın en geniş olanaklarını kullanan alanının yaşamdaki her şeyi karşılayamayacağını, bu nedenle tüm anlatıların, özellikle roman anlatımının boş olduğunu…” yazar. Romancı topluma sorumludur. O zaman romancının yaşam gerçeğini zorlayan bir görevin dar kalıplarından ya da salt estetiğin rasyonel gerçeğe kapalılığından değil, romanın insanı temel aldığını düşünüp insana aydınlık ve umut veren yönden bakarak yazılması en doğrusudur. Ama özgür ve muhalif bir ruhun tam anlamıyla somutlaşması olan yazarın hangi esin perisinin ve ideolojinin türküsünü dinleyeceği her zaman belirlenebilir mi, o ayrı bir konu. Çünkü hiçbir yazardan iyi bir asker olmaz. Pierre Machaey yazınsal yapıtın bir ürün, yazarın bir işçi, malzemeninse mitleri simgeleri, ideolojisiyle hazır olduğunu söyler. Yazar önceden hazırlanmış gereçleri bir tasarımla bir araya getirir. Marksist görüş de yazının dilin ve deneyimin ürünlerini bir araya getirmek emeği olduğunu savunmaz mı? Hal böyleyse yazar malzemesini ödünç aldığı topluma karşı borçludur, vefa duymak zorundadır. Yaratıcı özgürlüğünü kullansa da topluma zarar verecek bir örneklemenin içinde yer alamaz. Eğer alırsa bu kendi köklerini de budamak anlamına gelecektir. Ne var ki, bu yazar, sadakatinin, toplumsal bir dalkavukluğa, egemen ideolojinin alkışına dönmesine de razı gelmeyecek kadar ruhlu olmalıdır. Yazarın toplumuna ve insanına sorumluluğu vardır, ama bu sorumluluğun sıra insandan öteye geçmesinin altında yatan onun bir düşünce adamı, bir aydın olmasıyla ilişkilidir. Bir başka sanatçıdan, ressamdan, müzisyenden beklenmeyen bir bilgelik ona yakıştırılır. Ne var ki yazdığı romanın gerçeği, planlanan kurgu gerçeğini zorluyor, onun dışında bir yerde gelişiyorsa yazar, günlük yaşamında toplumsal sorumluğunu duymayı sürdürmeli, ama roman gerçeğinde estetiği unutmamalıdır. Çünkü onun gerçek işlevi politika değil, roman yazmaktır. Zola’nın tavrı bir roman değil, bir toplumsal tavırdır. Kralcı Balzac’ın romanlarında Jakobenleri alkışlaması ve bunda başarılı olması onun artistik gücüyle sıkı ilişkilidir, gerçekçiliğiyle değil. Başkaları aynı yolu izlemiş ama başarısız olmuşlardır. Romancının egemen ideolojiden etkilenmesi kaçınılmazdır, ama estetik açıdan nesnelerle insan bağlantısını iyi kurması, kullanacağı malzemeyi seçerken insan yararı gözetmesi onun büyük yapacak adımların ilkidir. Yazar tabi ki umut vermelidir, ama bu umudun rasyonel temelleri de olması gerekir. Kimi zaman köksüz rasyonel temelleri olmayan ütopik bir tavır inandırıcı olmayacaktır. Gücünü bir ideolojinin emrine vermek belki yazarın bileceğidir, belki gereklidir de, farklı anlayış ve arayışlar insanlığın gelişmesini tetikler, yoksa statükocu bir hayatı yeğleyip hala mağara duvarlarına resim yapıyor olabilirdik, ama o ideolojinin uzun dönemde nereye varacağını görmek gibi bir tanrısallığı olmayan yazar, sırf öyle sanıyorsa, aksi durumda yapıtının başarısını da peşinen gölgelemeyi kabul edecek demektir. Yazar gündelik yaşamında düşünen bir aydın olarak toplumsal sorumluğunu iyi taşımalı, ama yapıtında estetik ve poetikaya öncelik vermelidir. İdeolojinin anlamı yaşamı bir yarar ve düzen içende görme eğilimidir. Evrensel ideoloji hayatı yaşama, anlama, yorumlama yeteneğimizin doktrine açıklamasıdır. Olmadığında ideolojisiz betimleme, gözlem ve yaşamdaki düzenin yerini alır. Buradaki ideolojiyi bilinen anlamda gündelik politikanın ürettiği değişken ideolojiyle açıklamamak gerekir. Bu engin bir kültür ve tarihle beslenen insanlık ve sanat ideolojisi yani poetikadır. * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN

  • Ömrün Altın Çağı

    YAŞLILIK * Uğur ÖZIŞIK * * Yaş almak mutlu eder insanı, yaşlanmak üzer. Yaşlanma ile ilgili ne zaman bir makale okusam, hemen aklıma Aziz Nesin'in yetmiş yaşım merhaba  dediği yazısı aklıma gelir. Oğlu Ali Nesin'e yazdığı bir mektubunda yetmiş yaşına geldiğini sorunlarının çoğaldığını, yaşamın güçlüklerini anlatırken, oğul Ali' de mektuba cevaben şunları yazıyordu: "Sevgili babacığım, yetmiş yaşını kutluyorsun. Yaş yetmiş iş bitmiş dediğin olay burada Amerika'da  gayet olağan ve dolu dolu yaşanan bir yaş. Hatta anlatacağım olayda olduğu gibi özlenen bir yaş bile olabiliyor. Bizim şehrin ( San Francisco ) ağır ceza hakimi 90 yaşında ve hala  büyük bir arzuyla çalışıyor. İnsanlar onun  çalışma azmine ve sağlam mantığına hayranlar. Geçenlerde bir öğlen tatilinde hakim, sandviçini alıp dışarı çıkmış. Arkadaşlarıyla beraber güneşten yararlanıp yürüyorlarmış. Yanlarından bir kaç tane güzel bayan geçerken , hanımlara imrenerek ve hafifçe de iç çekerek arkadaşlarına  söyle demiş. " Ah ulan keşke şimdi yetmiş yaşında olsaydım ". İşte böyle babacığım , buralarda insanlar yaşamla ilgilerini hiç kesmiyorlar". İhtiyarlık mı yoksa yaşlılık mı ? Dil, düşüncenin arka plânını yansıtır. Yani kullandığınız dil, sizin hangi dünya görüşüne dâhil olduğunuzu ele verir. Ya da felsefî arka plânınızı yansıtır. Her ne kadar günümüzde insanların önemli bir kısmı dilin önemini kavramadığı için rastgele konuşsa da, aslında dil, düşüncenizin köklerini ele verir. Biz, dilimizi ve ahlâkımızı bozmadan önce büyüklerimize “ihtiyar” derdik. “İhtiyar” kelimesinin lügât anlamı “seçilmiş” demektir. bazı özellikleri ile “seçilmiş ve uzunca bir süre hayatta kalmayı hak etmiş insan olmak” anlamına geliyordu. İhtiyarlık, güzel âdetlerin ve faydalı bilgilerin yeni nesillere taşınması görevini kapsıyordu. Bu sebeple, geleneğimizde ihtiyarlara büyük bir saygı gösteriliyor, onların hayır duâlarını almak için insanlar özel çaba harcıyorlardı. Herkes onlara gerekli saygıyı gösteriyor, bir müşkül ile karşılaştığında onlardan akıl alıyordu. Ortaya çıkan ihtilâflar ihtiyarların hakemliğinde çözülüyor, onların tecrübeleri sayesinde toplumda huzur, saygı ve sevgi hâkim oluyordu. İhtiyarlarımıza “yaşlı” demeye başladığımız günden bu yana, onlar hakkındaki algılarımız büyük bir değişime uğradı. Öncelikle onları kendilerinden faydalanılacak tecrübeli insanlar olarak görmekten vazgeçtik. Hattâ onları geçmişin köhne zihniyetinin taşıyıcıları olarak gördük. Asırları aşarak gelen saygı, yerini bir çeşit aymazlığa, daha sonra da antipatiye bıraktı. Oysaki dünyamızda bilge insanlar ,yaş almak ile ilgili ne güzel düşünceler üretmişler. İyi olan beş eski şey vardır: Bilge ve yaşlı insanlar. Görüşmek için eski arkadaşlar. Isınmak için eski yakacak odun. İçilecek eski şarap Okunacak eski kitaplar. Emile A. Faguet Güzel bir yaşlılığın sırrı yalnızlıkla yapılan onurlu bir anlaşmadan başka bir şey değildir Gabriel Garcia Marques Yaşlanmak büyük bir dağa tırmanmak gibidir: Tırmandıkça gücünüz azalır ama bakışlarınız daha özgür, vizyonunuz daha geniş ve dingin olur. Ingmar Bergman Yaşamın ilk kırk yılı bize metni verir; sonraki otuz yılı yorum. Arthur Schopenhauer Yaşlılar gençlere güvenmiyor çünkü onlar da bir zamanlar gençti. William Shakespeare Gençler kuralları biliyor ama yaşlılar istisnaları biliyor. Oliver Wendell Holmes Gençlikte öğreniriz, yaşlılıkta anlarız. Marie von Ebner Eschenbach İnsanın olgunluğu, çocukluğunda oynadığımız dinginliğe kavuşmasıdır. Frederich Nietzsche Yaşlı bir adam genç bir adamın yaptığını yapamaz; ama daha iyisini yapar Çiçero Konuşmayı öğrenmek iki yıl, susmayı öğrenmek ise altmış yıl alır. Ernest Hemingway En yaşlı ağaçlar en tatlı meyveyi verir. Alman atasözü Ailenizde yaşlı bir adam yoksa bir tane edinin. Çin Milenyum Atasözü Yaşlılık, miras aldıklarımızı alır ve bize hak ettiğimizi verir. … Sevgiyle güleryüzle

  • YÜZDEKİ ÇİZGİLER

    Nurten B. AKSOY * “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? " Cahit Sıtkı'nın 'Otuz Beş Yaş' şiirinde dediği gibi yüzdeki çizgiler otuzlu yaşlarda belirmeye başlıyor galiba ve yaş ilerledikçe derinleşiyor derinleşiyor... Aslında yaşamın izleridir bu çizgiler. Her yaşanan ayrı bir iz bırakır; bazen hüzün, bazen de mutluluk izleri. Bir başka deyişle yürektekilerin yüze yansımasıdır bu çizgiler. Çocukluk hep mutlulukmuş galiba. İnsan çocukken acıları çok da algılamaz, bir anlamda oyundur her şey onun için. Ayrılıklar; bir başka eve, bir başka diyara göçtür. Ölüm ise bir saklambaç oyunu. Yitirdiği sevdiklerinin hep bir yerlerden kendisine baktığına ya da kendisini gözlediğine inanır çocuk. Ama bir türlü saklandığı yerden çıkıp sobelemez onu sevdiği. Çocukken hep bir gün yitirdiklerimize kavuşacağımızı sanır, hayaller kurar ve hep hep özlerdik. İşte o özlemdir yüzdeki ilk belirsiz çizgiler. Yaş ilerleyip hayatın yükleri arttıkça her bir yük yeni bir çentik atar yüzümüze. Sonra yirmili yaşlarda AŞK çıkagelir, çalar kapımızı. Yürek hoplamaları, kalp çarpıntıları, belki de mutluluk gözyaşları... Tıpkı ilkbaharda akarsuların toprakta yol açması gibi derin izler nakşeder yüzümüze bu yaşlar. Sonra mutluluk çiçekleri açar yüzümüzdeki o çok da derin olmayan vadilerde. Bazen hayal kırıklıkları bir sel olur o vadilere yerleşir, yaşımızla birlikte akar gider. Bir yuva kurup, çoluk çocuğa karışırız, mutlulukla birlikte yükü de artar omuzlarımızın; geçim derdi, gelgitler, zorluklar ya da ayrılıklar keser yolumuzu. Onlarla baş etmeye çalışırken yüreğimizdeki çizgiler derinleşir, tabii yüzümüzdekiler de... Bir gün aynaya baktığımızda tanıyamayız kendimizi, irkilir "Bu kadar çizgi ne zaman oluştu?" diye sorarız kendimize. Aslında o çizgiler bir oya gibi, bir nakış gibi yıllar içinde işlenmiştir; ama ne yazık ki artık o nakışın işlendiği kumaş eskimiştir. Ya aynalara küsme zamanı gelmiştir ya da değerli bir antikaya sahip olduğumuzu düşünüp teselli olma vakti. Sonra bir gün yükler hafifler, gaileler biter, ortalık süt liman olur. Bir başımıza kalırız, aynalara daha sık bakmaya başlarız.. Bazen o çizgilerin arsından bir yüz belirip tebessüm eder, göz kırpar bize. Eskilere gideriz yeniden, yaşadıklarımızı, yitip gidenleri düşünürüz. Eski fotoğraflara dalıp gideriz "neydim, ne oldum?" deriz. Bazen de eski dostlar "cami yıkılmış ama mihrap yerinde" diye şaka yaparlar. Bilmezler ki o mihrabın içinde ne anılar, ne âhlar, belki de ne hoş sadâlar birikmiştir...

  • Edebiyatçının 5 Yüzü

    ELİF ŞAFAK * Edebiyatın değil ama edebiyatçının beş ayrı yüzü var. İç içe geçmiş, sınırları erimiş, öyle ki artık yüzey olmaktan çıkıp, deriye ve derine işlemiş beş ayrı maske. Ne zaman hangi maske geçer öne, ne zaman hangisi saklanır geride perde perde, tayin etmek zor. Kim bilebilir şu anda hangi yüzümüzü takındığımızı biz bile bilemedikten sonra? Eşlerimiz, sevgililerimiz, hatta ve hatta terapistlerimiz dahi ayırt edemez çoğu zaman bir yüzümüzü berikinden. Kibir Edebiyatçının birinci yüzü kibir yüzü. Kulağa ne kadar nahoş gelse de, kibrin simyası kaçınılmaz olarak karışır yazının mürekkebine. Yazara kibir gerekli, günde üç öğün damla damla. Zehir ve panzehir saklı aynı maddede. Ölçüye dikkat! Kaçırınca başlarsın zehirlenmeye. Lakin kibir tadına doyulmaz bir iptila, illa ki bir şişesi hazır olacak yanıbaşında. İçten içe inanacaksın yazdığın kitabın pek bir matah, son derece özel olduğuna, inanacaksın ki yazmayı sürdürebilesin aylar ve seneler boyu. Yoksa nasıl kapanabilirsin kendi küçük odana, asosyal kavanozuna, yoksa nasıl deşebilirsin zihninin içini? Didin-çalış-yaz-sil-yaz tekrar-gene sil baştan... İnşa et kelime kelime. Kimselere söylemesen de bu küstahça zannı, sen kendi kendine inanacaksın pek bir yetenekli ve başkalarından farklı olduğuna. Şişireceksin egonu, inanacaksın ki daha evvel yapılmamış, hiç mi hiç başarılmamış bir eseri satır satır biçimlendirmekte olduğuna, oyalayacaksın ki kendini tüm bu kibirli yalanlarla, devam edebilesin yola. Korku Edebiyatçının ikinci yüzü korku yüzü. Derinde bir yerlerde saklanmış ama açılmayı bekleyen mühürlü bir mektup gibi ölüm korkusu. Yazarlar ölümden ölesiye korkan insanlardır. Yazarlar faniliklerini kabullenmekte zorlanırlar. Beşir Fuad'ın yarı müstehzi, yarı hüzünlü bir edayla sorduğu o malum soruyu mümkün mertebe kendilerine sormaktan kaçınırlar. "Peki ya sonrası?.. Sonrası... Hiç." Yazarların kara listesindedir bu meşum kelime, edebiyat sahasında var olmayı, isim yapmayı arzulayanlar HİÇ e dayanamazlar. Neyzen Tevfik, ruhu şad olsun, ürkmeden yapar bunu ama edebiyatçı yapamaz göğsüne koskoca bir HİÇ yaftası asıp dosdoğru kameraya bakmayı. Edebiyatçılar, tam tersine, ellerinde olsa hepten silecekler bu kelimeyi sözlüklerden; yeter ki bir şeyler kalsın onlardan geriye, sonraki kuşaklara, bir iz, bir hikâye, bir kitap, bir külliyat. Hepsi sırf "Ben buradaydım" diyebilmek için. İlla ki bir başkaldırı faniliğe. Keder Edebiyatçının üçüncü yüzü keder yüzü. Ne kadar kabiliyetli yahut keyifli olursan ol, peşini bırakmayan bir ince keder, gölge gibi adım adım ensende. Ne çok satmak, ne ünlenmek, ne başka dillere çevrilmek, ne sevilmek, ne yerilmek... Hiçbirinin sızamadığı bir zırh gibi keder denilen. Anlayamazsın bir türlü, ne zaman nerede, ömrü hayatının hangi deminde, çocukluğunda mı gençliğinde mi, daha dün mü yoksa seneler evvel mi, sahi ne vakit bu kadar incinmişsin? Bu kadar mı yaralısın özünde? Bu kadar mı sırça yüreğin, kırılmışsın, haberin yok. Parmak uçlarında kesikler, dokundukça kendine, ellerin kan içinde... Kararlılık Edebiyatçının dördüncü yüzü kararlılık yüzü. Yaşamın direnci başka, yazının direnci başka. Yaşam bir esintide bükebilir belini. Sen ne kadar direnirsen diren. En derin aşklar bile biter, sevgilin terk eder, en yakın dostun ihanet eder, işler ters gider, rüzgâr yanlış yerden eser, hayat denilen seyrüsefer irili ufaklı engebe, beklenmedik tuzaklara gebe. Ne gam. Yazının direnci başka yerde saklı. Yazdıkça yazmayı öğrenirsin. Yazdıkça kararlılaşırsın. Kol gücüyle çalışan bir işçiyle paylaştığın bir ortak alan olduğunu fark edersin: Emek. Yazının kabiliyetten ziyade kararlılıktan beslendiğini anladığın an, artar kendine ve mürekkebine olan güvenin. Daha çok emek sarf ederek, daha azimli, daha kararlı yazarsın. Kayıp Edebiyatçının beşinci yüzü kayıp yüzü. Dışarıdan pek bir sağlam ya da muktedir, şöyle üretken, böyle başarılı görünen edebiyatçılar dahi, bir uçurumun kıyısında durmuş uğuldayan rüzgâra kulak verir gibi, durmadan duyarlar kayıpların sesini. Her şey bir bedel ödeterek oluşur hayatta. Attığın her adım, edindiğin her kazanım, yazdığın her kitap bir yerlerde bıraktığın bir boşluğa tekabül eder. Kayıp hissi, bir türlü kanaması durmayan bir yara gibi etinde. Sızar ince ince. Ne yazarsan yaz, ne kadar satarsan sat, ne olursan ol, kapanmayan bir gedik ruhunun derinlerinde. Bilirsin ki kaybettiğin o şey her neyse gelmeyecek bir daha. Telafisi münkün olmayan kayıp duygusu edebiyatçının beşinci yüzü, hakkında konuşulması en zor olan yüzü. Edebiyatın değil ama edebiyatçının beş ayrı yüzü var. Ne zaman hangi maske geçer öne, ne zaman hangisi saklanır geride perde perde, tayin etmek zor. KAYNAK: Ebedi Edebiyatçının 5 Yüzü (Radikal, 27.05.2006).

  • Yazarlık ve Esnaflık

    Bir Büyüğün Anatomisi * Şenol YAZICI * / Orhan Pamuk yeni bir kitap yazmış. Nobel ödüllü, dünyanın "büyük" diye tescillediği yazarlardan biri; Onu onurlandıracak daha yukarısı yok. Hürriyet ön sayfadan büyük puntolarla verdi haberi: " Tam 40 yıldır tasarladım, beş yılda da yazdım Veba Geceleri'ni. Şimdi salgına denk geldi "Aa bak salgın çıktı, hemen roman pişirip yazdı." diyecekler." diye anlatıyordu romanın hikayesini. Gazetenin içinde de 2 tam sayfa bu minval üzere bir yazı... Gözlerim yaşardı... Kırk yıl düşün, beş yıl uğraş, tam bitir, üstüne tıpatıp bir salgın gelsin... Üzülerek okudum, öyle ya, fırsatçı denilecek şimdi koca Nobelli yazara. Ucuzundan bir konu bulmuş, sadece adını değiştirmiş salgının...neler demezler hakkında? Önce Albert Camus'un ünlü VEBA'sı geldi aklıma...Sonra Sivas Madımak Yangınlarını anımsatır gibi kitabın ilk baskılarında bazı yerlerinde inadına hala mekan olarak Sivas yazan, ama KARS'ta geçen adı KAR olan kitabı geldi . Orhan Pamuk sanki hep bunu yapıyor. Midem kalktı. Ben yazarları başka bir şeymiş gibi sanıyordum; peygamberler gibi... Ah, senin çağdaşın olmasaydım keşke... Keşke senin beyler gibi benimse maraba girdiğimiz o Tüyaplarda kitap pazarlama hikayelerini bin ağızdan dinlemeseydim. Şimdi ne var bunda yadırgayıp bu denli incinecek dersiniz... Yazar dediğin zaten hayattan esinlenmez mi? Öyle ya adam salgında eve kapanmış, ne yapacak, oturup yaşadığı salgından esinlendiği bir öykü çıkarmış. Seni bu kadar sarsacak ne? Doğru ya. öteki yazarlar roman konularını yumurtluyorlar mı? Ya da Eski Ahit mi bu, gökten inecek? Nasıl ucuzundan, bayağı geliyor bana belki de en sahicisinden o replik. Belki çok tanıdık da ondan mı? Nobelli bir yazar... bir pazarlama uğruna... nasıl sözler öyle, bir de ağlasa yok mu? Azgörülür örnekli varsıl, ünlü bir yazarken hem de... Dedim ya yukarda; yazarları başka bir şeymiş gibi sanıyordum; peygamberler gibi... Keşke hayatını, kitaplarını nasıl oldurduğunu ve nasıl sattığını hiç bilmeseydik. Ucuz romanlara benziyor bu öyküler, ben daha iyisini yazardım. Oysa bizden birisin, bildiğimiz. Biz birbirini zor aldatırız. Belli ki de yaratıcı gücün de yaşlandı, pazarlama taktiklerin de hep aynı. Onun şanssızlığı, bilmediklerimiz, hep Kafdağı'nın ardı gibi görünür ya hayatlarıyla, eserleriyle... o öyle değil, etiyle kemiğiyle, sihriyle, sıradanlığıyla bildiğimiz Pamuk... Bizim kuşak yazarlardan biri dersek... yanlış da olmaz. Daha da ötesini bilirim Pamuk'un. Ressamlıktan edebiyatçılığa geçişinde büyük katkısı olan Can Yayınları sahibi Erdal ÖZ'ü, onla ilgili her gün görevmiş gibi "kötülemeler" yazanları da de tanıyınca artık gizlisi saklısı olmayan komşuya dönersiniz. Tadı yok böyle, kandırmıyor... Bilmediğin, masal gibi olacak ki... Kıskançlıktan böyle dediğime bakmayın siz, bükemeyince bileği...Ya da erişemeyince üzüme... Pamuk'un yeni kitabı bu günlerin hikayesi, yani pandemi... Doğan Holding'in sattığı Hürriyet ön sayfadan, sayfa başından verdi. Yetmedi pazar ekinde de tam sayfa ayırdı. Belli ki iyi para aldı gazete. Gerçi almasa da yapardı, önceden de biliriz. Her devir Hürriyetin "Makbul.." paşası olmayı bilmiştir Pamuk, bazen "Maktul" gösterilse de... Her zamanki hikaye. Orhan Pamuk'un BENİM ADIM KIRMIZI dan bu yana ezbere bildiğim ama bir türlü uygulamayı başaramadığım esnaflığı bu. Görünen yeni bir şey yok... Ayrıca kabul de etmeli ki Pamuk'ta şeytan tüyü de vardır. Allah yürü dedi mi insana, onu uçurur. Güzel güzel resim yaparken, demek bir ara ülkenin S. Dali'si olmaya niyetlenmiş bakmıştı ki Baykam o tahtı kapmış, viraj alıp yazar olmuş, ilk işi de bir gazetenin roman ödülünü paylaşmıştı. Aynı romanın sadece bir yıl sonra Cevdet Bey ve Oğulları olup gene ödüle ve paraya döneceğini kim bilebilirdi? Şimdi bir tek şey eksik. Acil olarak bir zaman Orhan Pamuk'u kötüleyecek on beş yirmi kalem gerekli. Benim gibi geri kalan yazar özentileri de nasılsa anında dümen suyuna girip hiç okumadıkları, görmedikleri yeni kitabı kötüleyip bir güzel en ücra köşelere dahi duyurur , ulaştırırlar. Hele iktidardan bir işgüzar çıkıp da Pamuk'u karalasın da gör sen... Tam zamanı, gündemden çıkışı laf kalabalığında gören iktidar da sazanlaşır, atlardı. Sahi o yanı da eksik kaldı; tam bu anlarda Pamuk çıkar, ucu "cami duvarına" dokunacak, ama tamı tamına suç da oldurmayacak büyük bir söz ederdi, o da yok... Herhalde ecnebi seyirci yok şu anda vitrinde, ondan ... Maç biz bize... Sonra iş kitapçılardan gelen talebe göre basmaya ve satmaya kalır. Allah bereketini versin bile demiyor adam... Bense elimle verdiğim kitabı kabul etti diye okura teşekkür ederken... Psikolojimizi biliyor valla, aç tavuk...darı ambarı muhabbetini de, zenginin malı züğürttün çenesini yoracak, biz de konuşacağız. İşte o, bir katkımız olsun istedik. Geçmişte yapmışız ama Nobelli yazarımıza ne yapsak az... Sözü dolaştırmaya hiç gerek yok, itiraf etmeliyim: Ben bu adamı hep kıskandım. Yazarlığını mı? Hiç de değil, esnaflığını esnaflığını... Yaşasın EDEBİYAT! * Orhan Pamuk, Garip bir Algı Operasyonu ve Doğan Ödülü… Nobelli yazarımız Orhan Pamuk, Doğan Vakfı'nın ödülünü de aldı. Şaşırdınız mı? Niye ki? Nobel günlerinde Hürriyet gazetesinde Orhan Pamuk'la ilgili yazılanlar mı aklınıza geldi?.. Daha neler, burası Türkiye... Burada hiçbir yerleşik siyaset, tavır ve ilke on yıldan fazla yaşayamaz... HEM TAVIR İLKE, SİYASET, TUTARLILIK NE Kİ? Altyapısı olan, evrensel paydası bulunan, bilinçle edinilmiş kazanımlar olsalar belki. Onlar sıra vatandaşa konulan uyması zorunlu yol işaretleridir, geçiş üstünlüğü olan egemen güçlere değil... Aslında takdir etmeli, bu ülkede yaşıyorsan, mevsimine, geleneğe güvenip de tarlana yağmur yağsın diye umut etmeyeceksin, tarlanı yağmurun yağdığı yere taşımayı bileceksin... * 1952 doğumlu Orhan Pamuk önce resimle ilgiliydi. Galiba 1978'de Antalya'da bir öyküyle dereceye girdi. Ardından 1979 yılında ilk romanı olan "Karanlık ve Işık" ile katıldığı Milliyet Roman Yarışmasında birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu ile paylaştı. Bu romanı 1982 yılında Cevdet Bey ve Oğulları adıyla yayımlandı. 1983 yılında bu kitapla Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görüldü. Sonrası... Erdal Öz'ün yayınevinden çıkan kitapları üzerine hemen hemen hepsi olumsuz yüzlerce, binlerce yazı yazıldı geçen süreçte. Kişisel tanışıklığımla da söyleyebilirim, Erdal Öz, sadece hukuk mezunu, iyi bir yazar, iyi bir devrimci değil aynı zamanda işini çok iyi bilen becerikli bir adamdı. Elli yaşında başladığı yayıncılığı kısa sürede ülkenin bir numarası marka yapmayı başarmış biri. Tuttuğunu altın eden ÖZ, kitap hak etmese de satabilmek için yayınladığı kitap üzerine birkaç olumlu yazı yazdıramaz mıydı birine deyip de?.. İma etse onlarcası çıkardı, âlâsını yapacak... Ama denilebilir ki Orhan Pamuk yazıları üzerine uzun bir süreç olumlu tek bir yazı yazılmadı, güzel söz söylenmedi, ama çok, gerçekten hiçbir yazar üzerine olmadığı dende çok yazı yazıldı, karalayan, batıran... 80'li yılların ortalarında aynı zamanda Yaşar Kemal'in de arkadaşı olan Erdal Öz'ün " YENİ YAŞAR KEMAL'İ " yaratma operasyonundan söz edilecekti. Çok yazıldı, güya aday romancı Orhan Pamuk'tu. Burhan Günel bunu yönettiği KARŞI edebiyat dergisinde 80'li yıllarda çokça kullandı, ama Burhan Günel bu birine kızmasın... Doğru mu değil mi bilinmez, ama ters eğitimle Pamuk inanılmaz hızla yükseldi. Ve çok ilginç olan da Can Yayınlarında başlayan bu yükselişe "Yeni bir Yaşar Kemal yaratma operasyonuna" bizzat Yaşar Kemal de Orhan Pamuk'la gazete sayfalarında gözükerek omuz verdi. Orhan Pamuk, emsalleri çok, tarzını arayan yüzlerce yetenekli genç yazardan biriydi sadece. Ne var ki eleştirel yaklaşımdaki olumsuz doza bakılırsa sanki öyle değil de ülkenin namusuna el uzatan bir haindi. Elbette karalamalar kişiliğine değil yapıtınaydı, ama çok acımasızdı. Ünlüsü ünsüzü, sağcısı solcusu hemen herkes her çıkan kitabına sözleşmişler gibi en insafsız yakıştırmalarla saldırdılar. Emsallerine göre hayli pahalı bir kitabını alıp da okumamış olanlar da eğilimi bozmadı, ağız birliği edip Pamuk'un kitaplarını yerini dibine soktu durdu. Bir yazar, yüzlerce sayfa yazı, o kadar kitap yazar da birini beğenen çıkmaz mı? Yok, o dönem Orhan Pamuk'un bir kitabıyla ilgili değil tek bir olumlu söz söylemek, duymak mümkün değildi. Ne garip! Olumsuz şeyler yazıldıkça yazarın ünü arttı, herkesin bildiği yazar haline gelirken, kitapları çoksatar, yayınevi baskı yetiştiremez oldu. Çıkıp sokağa sorsanız toplumun yüzde ellisinin oyunu alan AKP ye oy verdiğini söyleyecek birini zor bulursunuz, onun gibi Orhan Pamuk’un kitaplarını alıp da keyifle okuduğunu söyleyecek kimseyi bulamazken hem de… Sadece yazarlar, köşe yazarları değil gazeteler de tavırlıydı PAMUK'a... Başta Ertuğrul Özkök yönetimindeki Hürriyet olmak üzere hepsi Orhan Pamuk'la uğraşıyordu. Hürriyet gazetesi yazarı Murat Bardakçı, 26 Mayıs 2002 tarihinde belgeleri ile sahtecilik ve intihal ile suçlayacaktı yazarı. Murat Bardakçı'ya göre Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanı, hikâyesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in Ancient Evenings adlı romanının bir kopyasıydı. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı romanı Mehmet Fuat Carım'ın Kanuni Devrinde İstanbul isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Anımsamalı; Benim Adım Kırmızı daha yayınlanmadan üzerine televizyon programları yapılan kitaplarındandır PAMUK'un... Bizzat tanığım, çiçeği burnunda yazar olarak katıldığım Tüyap'ta arkamda rivayeti dolaşan ama kendisi piyasa da olmayan kitabın reklamlık dev posteri asılıydı. Söylentilere göre aileden zengin Pamuk, parasını tıkır tıkır sayıp kanal tutup program yapmıştır kitabına... Yapacak elbet, reklamsız kim bilir kitabını?.. Ama intihalliği aşikar, daha henüz çıkmayan bir kitabı böylesine herkesin gözüne sokacak biçimde ortaya koyacak kadar saf mıdır, Orhan Pamuk, diye düşünmeden edemiyorsunuz. Yazarın Das Magazin adlı haftalık İsviçre dergisine verdiği bir röportajda, "Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. " beyanatı ciddi bir çıkıştı. Çünkü o zamana değin siyasetle pek ilgisi yoktu Pamuk'un... Bu muhalif tavırdan önemlisi sözüne eklediği meydan okuyan ekti. "Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi..." açıklaması hayli delikanlıcaydı. Hakkında TCK'nın 301. maddesinden ‘Türklüğe hakaret’ davası açıldı. dava ertelendi. Ama daha önemli bir şeye neden oldu, kültür sanat çevrelerinde tanınan bilinen ve yeterince sevmeyeni olan yazar, bu kez tüm ulusça tanınır bilinir ve elbette yaygın biçimde suçlanır hale geldi. Bu sözü muhalif görüşlü yüzlerce insan her gün bir nedenle söyleyebilir, karşıtları yanıtını verir, belki mahkemelik de olur, ama kimseye itibar sağlamazken, Orhan Pamuk'un gafleti gündeme bomba gibi düştü ve yankılana yankılana büyü(tül)dü, bir yanıyla kahramanlığa döndü. AB ve uluslararası güçlerinde devreye girdiği sürecin sonunda Orhan Pamuk’un hakkındaki dava 22 Ocak 2006 tarihinde düştü. O güne değin siyasi imajı olmayan Post Modernist yazar, Soljenitsin vari bir muhalif olarak görülmeye başlanacaktı, özellikle BATI’DA. ABnin de devreye girip savunduğu muhalifi, iktidarın da cezalandırma niyeti yoktu ki dava kısa sürede düştü. Zaten dikkat edilirse onun muhalifliği iktidara itiraz, savunması da mazlumlara taraf değildi. Onun muhalifliği, sahibi olmayan bir egemene belki sisteme karşıydı, belki o da değil ortaya edilmiş bir söz gibiydi. Ermeni Tehciri'yle Osmanlıyı da niye işe karıştırmıştı, koca yazar Cumhuriyetin imparatorlukla organik bir bağının kalmadığını bilmez miydi, yok toplu bir hesaplaşmanın sözcüsüyse daha eskilere gidip Babai İsyanlarının, 1820 Mora ayaklanmasının zalimce bastırılmasına niye değinmemişti, anlaşılamamıştı ama tavır elbette ortak sese aykırıydı. Aslında bu açıklama üzerinde sözün balistik uzmanları derin dursa, Orhan Pamuk'un belki en başarısız, kötü, en amaçsız, en boş, en anlamsız... cümlesi olarak seçilirdi, ama öyle olmadı, yazara büyük bir farkındalık yarattı ve batının gözüne ayakkabılarını çıkarmadan sokmaya yetti. Ekim 2006'da Nobel Ödül Komitesi “2006 Nobel Edebiyat Ödülü 'Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan' Orhan Pamuk'a verilmiştir.” açıklamasını yaptı. En son ülkeyi kendi deyişiyle "hıyar gibi ikiye bölmekle" suçlanıp ve aklanan yaşamı boyunca muhalif, ortaya çıktığı günden beri herkesçe beğenilen efsane romancı Yaşar Kemal Nobel'i alır diye umuluyordu, ama görünen salt muhaliflik, iyi yazarlık yetmiyordu. Belki amaç bu değildi, belki kendiliğinden dönüşmüştü, ama sonuç olarak bu bize hiç benzemeyen, çok yeni, belki de en postmodernist algı operasyonu amacına ulaşmıştı. Görünen tablo da Orhan pamuk ülkesinde sevilmeyen, beğenilmeyen, hatta hiç okunmayan, ama uluslararası arenada çok değerli ünlü ve artık çok da zengin bir edebiyatçıydı. Ödül bile 1 milyon sterlinden fazlaydı, diğer gelirleri hariç... Türkçe bir yazarın Nobel'le ödüllendirilmesi gibi mucizevi bir sonuç bile kimseyi ne şaşırttı ne durdurdu. Herkes kızdı, bağırdı çağırdı. Başta Ertuğrul Özkök olmak üzere Hürriyet gazetesi yazarlarının hemen hemen tamamı, 2006'da Pamuk'u yerden yere vurmuştu. Söz konusu dönemde Hürriyet'te yazan Emin Çölaşan şu ifadeleri kullanmıştı: "TC Kimlik numaralı yazarımız Nobel alabilmek için esti gürledi. 'Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kestik' dedi. Sonunda ödülü kapmayı başardı." Pamuk'un Nobel ödül töreninde konuşma yapacağı gün ise Hürriyet, "Ödül edebi, izleyenler siyasi" sürmanşetiyle çıkmıştı. Ülkesinde beklediği alkışı göremeyince Pamuk, hayal kırıklığını az da olsa ifade etmişse de takıntı yapmamış, hatta bir ara başka bir ülkeye yerleşmeyi düşündüğü gibi söylentiler yayılmasından öte de bir protesto eylemine kalkışmamıştı. Zaten bir uzak ülkede üniversitelerde ders veriyor, Fransız nişanlarıyla ödüllendiriliyor, kitabı dünya dillerine çevriliyor ve çok satıyordu artık. Türkiye'nin alkışı çok da önemli olamazdı. Sonraki yıllarda birkaç kitap daha yazdı , gariptir kimse hakkında olumsuz bir şey yazmadı, hatta olumlu söz eden birkaç cılız ses çıkmışsa da Pamuk, Nobel öncesi gibi gündem olamadı bir daha... Dokuz yıl geçmiş aradan, PAMUK sıkılmaya başlamıştır artık. Son günlerde iktidara eleştirel yaklaşan Pamuk, bu kez başka bir sürpriz yaptı. HÜRRİYET gazetesinin de aralarında bulunduğu çok sayıda basın yayın kuruluşu olan, her yıl ödüller dağıtan Doğan Vakfı bu kez ödülü ona verdi. Orhan Pamuk da "insanın ülkesinde ödül almasının tadı bir başka..." dedi. Şaşırdınız mı? Niye ki? Nobel günlerinde Ertuğrul Özkök'ün, Pamuk'un Nobel almasına tam olarak sevinemediğini, iki farklı duyguyu bir arada yaşadığını belirtmesi, Özdemir İnce ise grubun kanalında yaptığı konuşmada, "Pamuk sıradan bir yazardır. Türkiye satışa çıkarılmıştır. Bundan utanç duyuyorum" sözleri gibileri anımsayarak mı? Daha neler, burası Türkiye... Burada hiçbir siyaset, tavır ve ilke on yıldan uzun ömürlü olmaz... Pardon 20 yıldan... Aslında takdir etmeli, bu ülkede yaşıyorsan, mevsimine, geleneğe güvenip de tarlana yağmur yağsın diye umut etmeyeceksin, tarlanı yağmurun yağdığı yere taşımayı bileceksin... Acaba birileri çıkıp benim yazdıklarımı da sistemli biçimde kötüleyebilir mi, her gün?.. Acele bir milyon sterline ihtiyaç hasıl oldu da... ŞENOL YAZICI 22.02.2015

  • Yazar ve Ütopya

    Şenol YAZICI * İnsan bu; tarihi yaratan, yazan… Evreni yaşanılır kılan ya da onu bir cehenneme çeviren "EŞREF-İ MAHLUKAT yani egemen yaratık sözünü ettiğimiz, ECCE HOME. Yani hem en soylusu, hem en soysuzu olabilen... Onu cahil bırak, bir siyasete, bir kavrama köle yap; Haşhaşilere taş çıkarsın... Ona öğret, ahlak işle, kalbini ve beynini keşfetsin, kendini yok ederek seni ve tüm insanlığı kurtarsın... Öyle çelişki yumağı, öyle pragmatik... Hem alçak, hem en soylu; hem kahraman, hem hain; hem Lükres Borjuva, hem Kraliçe Viktorya… Onda her şey, insanlığın tüm halleri var, der Montaigne; her insan, tüm özellikleri üstünde taşır. Onu her yönüyle ele almak, hem olanaksız, hem de gereksiz bir emek. Neye inanırsanız inanın, ister Darvin’e, ister yaratılış söylencesine, yaşayan türlerin içinde insan sezme, düşünme, anlatma ve yaratma yeteneğiyle en karmaşığı, ama en görkemlisi de. Bir milyon yıllık tarih, on bin yıllık uygarlık, kırk bin yıllık Home Sapiens; insan… Bu heybetine karşın denilebilir ki kelebekler de dahil türlerin en zayıfıdır da… Ortalama yetmiş yıllık ömrünün kesintisiz otuz yılını muhtaç yaşar. İlk yirmi yıl yaşama hazırlanır, son on yıl ölüme, arada yıkımlarla düşkün geçen zamanı da eklersek, yetmişlik bir ömürde hırpalanmamış elde ne kalırsa o, işte güçlü insan. Olgun İnsanı Tanrının yansıması sayan Tasavvuf düşüncesi bir yerde eksikti, insanda tanrısal güç yoktu. Ama kullanmayı bir başarabilse var olanlar, sınır tanımaz bir büyüklüğe ulaşabilecek güçlerin çekirdekleri olacak... O hem cennet, hem cehennemdir. Onda zorla öğrendiği, ama iyi benimseyip uğruna dövüştüğü onursal değerler; sevgi dostluk, hümanizma, dürüstlük ve erdem vardır; onda hayvan yanından emanet, ama hala çok güçlü yarar, çıkar, kuşku, haset var; onda eğitimle kazanılmış değerler, yurtseverlik, sorumluluk var. Bu değerlerin çoğu birbiriyle kıyasıya çatışır da. Hep kendini düşünmesi ilkel sağ kalma düşüncesinin içgüdüsel sonucuyken, yiyeceğini başkasıyla paylaşırken gelişmiş, öğrenen ve uygardır. İnsanda bir başka yetenek daha var: Empati. Kendine başkasının gözüyle bakabilme, kendini başkasının yerine koyabilme gücü. Tek başına bu bile, bir insanın her insan olabilmesi ya da tüm insanlığı temsil etmesi değil midir? İnsan, aynı zamanda yaşadığı ortamla ve çevresindeki her şeyle, canlı cansız bakmadan yoğun ilişkiler kuran, anlayan, hisseden, müdahale eden ve onu açıklamaya çalışan bir canlı. Öte yandan başkalarıyla zorunlu ilişkiler kuran sevecen bir yaratık… Benzer yaratıklar gibi değil o, hep var olanı kullanmıyor, olmayanı yaratıyor da, sürekli düzenden geçinen değil, düzene katkıda bulunan da o. İnsan, tüm bunları anda ve süreçte yaparken başta kendiyle, sonra çevresiyle çatışır, savaşır. Aynı yanılgılardan ve yenilgilerden bıktığından kendine ders alacağı bir tarih yaratır. Başlangıçta tek derdi, kendini ve soyunu yeni benzer felaketlerden korumakken, zaman içinde bu alışkanlık onu yaşamı irdelemeye, anlamaya ve açıklamaya götürecektir. Bütün bu kazanıma kültür denir. Bu kültürün en önemli işçisi yazardır. Bu bakış açısı Marksist bir bakış açısıdır. Yazar toplumun malı olan dili kullanır, o zaman topluma borçludur. Bu doğru gibi gözükse de, bu yazarın talebiyle alınmış bir borç değildir, o herkesin sahip olduğu değerler üzerine kendi yeteneklerini ve çalışmasını ekleyerek büyük olur, sadece dil sahibi olduğu için değil. Ki öyle de olsa yazar da toplumun bir paydası olarak dilin asıl sahiplerinden değil midir? Böyle bakınca bu bakış açısı, var olan her şeyden olduğu gibi yazardan kahraman yaratmak, sisteme monte etmek için siyasetin kullandığı motive aracı olur daha çok... Marksist bakış açısıyla baktığımızda toplumsal malzemeyi; dini, mitleri, imgeleri araç olarak kullanır yazar. O zaman yazarın, aracını gerecini kullandığı topluma karşı borcu vardır, diye düşünmek tabi ki doğal. Oysa kimileri yazarın kendinden başka bir amacı ve aracı yoktur der. Doğru olan payda buysa da, diğeri de var olan her şeye insana özgü bir yarar yüklemek isteyen materyalist felsefenin penceresinden kuşkusuz akılcıdır. Peki yazarın gücü, erki nerde ortaya çıkar? Yazarın varsa gücü dili kullanmakta ortaya çıkacaktır. O toplumun dilini kullanır, ama o dili alanının dışına sürer, orda başka bir biçem yaratır. Bu kullanımla da toplumdan ayrılır soyutlanır, yalnızlaşır. Bir yapıta yazınsal değer kazandıran yollar olan düz değişmece ve istiare de dediğimiz eğretileme yazara o gücünü verirken onu sınıfsız, aitliği olmayan, boşlukta bir noktaya da sürükler. O artık hiçbir sınıfın, bilinenin üyesi, benzeri değildir. Düzenin ekonomik ve sosyal yönden bir geleneğe oturtulamadığı ülkelerde yoksul, ezilen insanın temel kaygısıdır siyaset, çünkü ekmeği dahil her şeyi onun elindedir. Siyasetçi de bunu bildiğinden geniş kitleleri amaçları uğruna kullanmak için hakça gözüken, estetikle sıvanmış sözler kullanır. Tabi ki söz ustası yazarı bu anlamda kullanmak çok daha pratik sonuç verir gibi gözükmektedir. Oysa hangisi olursa olsun, aklını bir ideolojinin emrine veren yazar özgür ve adil olamaz, insanın yanında kökten muhalif kalamaz artık. İdeolojinin söyledikleri doğru da olabilir. Ne var ki tarih içinde görülmüştür ki, çok hakça gözüken birçok söylem, zaman ve ortama göre kimi insanın da bazen tüm dünyanın da zararına olabilmiştir. Çünkü ideoloji durmadan değişen dünyaya ve insana gem vurmak için oldurulur ve çoğunluğun yararına olsa da kesinlikle bir bölüm ya da azınlık insanın zararına gelişir. Kaldı ki sanatın kitleleri yönetmek ya da insanlara ekmek kazandırmak gibi bir misyonu hiç olmamıştır. Onun nirengi noktası insandır, bütün öğretilere, insanı esir alan her şeye karşıdır. Yazarlık onuru, sınıfsız bir noktadaki yazara azınlığın diktasını tescil etmesine yardıma izin vermez, o sadece sorgular ve akıl yürütmeyle doğrunun anahtarını dağıtır, tabi biliyorsa. Zaten bilen yazardır, diğerleri hevesli… Korku ve kaygıdan içe kapanan, cephe gerisine çekilen insanın, önce moral değerlere ihtiyacı vardır, bu da her sistemde ve siyasette ortak olarak insanidir, öğretisel değil. Egemen güçlerin kavgası, yazarın vicdanında olamaz. Unutmamalı ki, Fransız Devriminin, Komünizmin olduğu gibi Faşizmin de doktriner ya da sanatsal yazarları vardır. Ama onları büyük ya da anılır yapan siyasete verdikleri alkış değil, ürettikleri yapıtlardır. Çünkü sanatsal yazı, gündelik siyasetin tamamen dışında bir yerdedir. Şurada birleşmek lazım, yazar, sık duyduğumuz sanat sanat içindir benzeri söylemlerle yapamadığını, yapmadığını yani başka insanlara duyarsızlığı örtemez, onun birinci derecede sorumluluğu insandır. Eğer savunmasıyla, işini estetikle yapmayı kastediyorsa tabi ki haklıdır, sanatçı yarar uğruna sanatın doğasını bozamaz, tıpkı insanı terk edemeyeceği gibi, ederse onun adı sanat olmaz. Biliyoruz ki, bu söylemin bizde ortaya çıktığı zamanlarda şiddetli bir yönetim baskısı vardır, yazarlar bu söylemle ruhsal avunmalarını sağlamaktadırlar ama mutlu değildirler. Çünkü onu ortaya çıkaran itici gücü, yani insanı, sanatın dışında tutmak zorunda kalmıştır, bu nedenle estetik kaygıyı öne çıkarmış, başarmıştır da, ki sanat insan demektir. Namık Kemallerin kuru didaktik, amaç uğruna aslı yok eden, sanatçıdan çok siyasetçi tavrına karşı, içi dolmayan, ama estetik ve aslına çok benzeyen ürünler ortaya koymuştur Halit Ziyalar, Serveti Fünuncular. Yine de onların da içinde en öne geçen, sanatını insanın emrine veren Tevfik Fikret olmuştur, çünkü mazlumun yardıma ihtiyacı vardır ve elvereni yüceltir, ne var ki kişisel çıkar hesaplarıyla ya da gündelik ucuz siyasetle yapanı değil. Yazar, kuşkusuz insandan yana, ama kökten muhalif, bireyi sınırlayan, tek tipleştiren ideolojiyi yadsıyan, yeni bir ütopya yaratandır. Gerçek yazarın, hangisi olursa olsun, bir kavmin, bir ideolojinin, bir doğmanın ya da bir azınlık ahlakının kulu olabileceğine inanamam. Çünkü yazar, var olandan duyulan memnuniyetsizliğin ürünüdür, sistemin alkışçısı değil. O halde kimi öğretileri sorgulamadan alkışlayıp ona askerlik yapan bir giysi, evreni kucaklaması gereken, herkesin peygamberi olan yazara ne kadar uyacaktır. Remarquen'in Faşizmi, Soljenistinin komünizmi, Jack Landon'un kapitalizmi ve oligarşiyi alkışladığını düşünün. Onlar karşı çıktıkları için vardır, birine karşı çıkıp başka bir öğretinin partizan savunuculuğuna soyunmuş olsalardı, Peyami Sefa'nın, Necip Fazıl'ın son dönemine döner, şimdi ancak devlet gücüyle adları anılır olurlardı, tabi yöneten iktidar onların anlayışındaysa... O zaman ne kalır geriye, geriye en azı değil, en önemlisi kalır. Yazar var olanın alkışçısı değil, insanlığa çözümler öneren ütopyalar yaratandır. Ütopyası, çapı kadar, yani olayların satır aralarını görme, toplum ve insan sosyolojisini, psikolojini hissetmedeki isabeti kadar olurken sanatı başkalarına aktarma, inandırma yeteneği kadar evrenselleşecektir. Yazar, gerçekte bir sınıfı olmayan, aitliği reddeden bağımsız, nazenin ve kırılgan, ama kurulu evrensel düzene karşıysalar tek başlarına inanılmaz tehlikeli, bildikleri ve sunduklarıyla insanla yönetim erki arasındaki bir yerde, ama insandan yana bir aristokrat, ama yatırımsal gücü olmayan bir aristokrattır. O zaman o aristokrat ruhuyla, en doğrusu bile olsa tüm öğretilere mesafeli duracaktır. Yazar E. ZOLA’dır, Tolstoy’dur… Yazar Orhan Kemal’dir, yazar Kemal Tahir’dir… ya da onlar gibilerdir. Diğerleri? Bir partinin, bir azınlık ideolojisinin gür sesli anlatıcıları mı kastettiğiniz? Onlar kimseler, herhalde birilerinin iplerini çektiği ideoloji askerleri, gerçekte ezberini bir türlü bozamayan medrese talebeleridir… Yazar tüm zamanların orta yerinde, ama üstünde durur; bir eli geçmişte, bir eli gelecekte, sözün, dilin bilimsel ya da açıklanamayan tüm güçlerini kullanarak tüm insanlığa seslenir. Bu seslenme fizik kanunlarını altüst eder, onu durduramazsınız, o sonsuz bir akışkanlıkla çağlar üzeri akar. Tabi ki biz salt has yazarlara özgü sesten söz ediyoruz. Medyanın, yayınevlerinin ya da gündelik satış politikalarının ya da bir çaresiz kavimlerin inançlarını sömüren ya da üreme içgüdülerine vuran ve böylece yükselen kâtiplerden değil. Böylesine gizemli gücün sahibi ki bu güç emanet ya da miras ya da bindirilmiş bir güç değildir, sıradan insanın gündelik hesaplarını hayli aşmış olmayı gerektirir. O yaratılış olarak sistemlere ve güce muhalif, ama insanın yanındadır. Onun muhalefeti yıkıcı bir anarşizmin yansıması değil, insanı daha iyi koşullara taşımanın arzu ve hırsıyla yüklenmiş bir beklentinin nasıllı sorgulamasıdır. Onun o zaman ezberlenmiş bir ideolojisi olması olası değil. Çünkü bütün ideolojiler, korumaya çalıştığı insanını dar kalıplara sokmaya uğraşan, ondan iyi askerler yaratmaya çalışan egemen düşüncenin anayasasıdır. Yazarın görevi her halde ütopyalar yaratmaktır, ideoloji kuramcının işidir. İdeoloji nesneleri yerli yerinde görme eğilimidir. Oysa ütopya ezilen grupların ideolojiye verdiği karşılıktır. KARL MANNHAİM 1929’DA her ideolojinin bir egemen düşüncenin yasası ve tutuculuğu olduğunu, ideolojinin bir kavram kulluğu olduğunu söyler. Her ideolojinin yaşamsal gereği olan başka düşman insanları ve ideolojileri vardır. Hâlbuki ütopya, özgürleşmeye çalışan, hak arayışındaki ezilen grupların, geniş insan yığınlarının çıkış, insanı sınırlayan, mutsuz eden her şeye çare arayışıdır. Çoğu kez rasyonel temelleri olmayan bir düştür, kurmaca bir dünyadır ütopya. Egemen güçlerin, siyasi erkin, partilerin ve inanç sistemlerinin dışında bir yerde duran yazarın tek silahı da her halde yaratma gücü, yani kurmaca dünyalar değil midir? Başlangıçtan bu yana barışık yaşamın, sadece zayıf için değil, tüm insanlık için savaşın ve şiddetin oluşturduğu huzursuzlukta yaşamaktan daha iyi olacağını düşünen insanoğlu, ütopyalar üretti, dinler, ideolojiler yarattı, yasalar koydu. O yaşayabilmek için çözüm yolları ararken, savunma ve güçte gensel kazanımlarının yanında kalıcı ve aktarılabilen bir kültür de üretti. Ne var ki ürettiği her çözüm yolu bir süre sonra kendi hasımlarını yaratıp insanı böldü, parçaladı, kamplara ayırdı, bizden, sizden yaptı. Görünen o ki bu garip karşıtlama sürecek. İnsanları kurtarmaya kalkan her ideoloji gene insanlığa zulmedecek. İnsanın baskıya ve baskı yönetimine karşı son çare olarak ayaklanma zorunda kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimiyle korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre… Diye başlar İnsan Hakları Bildirgesi… Ne talihsizdir, bir kahramana bir kurtarıcıya gereksinme duyan insan, ne çok mutsuzdur. Ne var ki bugün insanoğlu hala kahramanlara ve koruyuculara gereksinme duymaktadır. Günümüz masal çağı olmadığı gibi kuşatılmış insanın kahramanlığı da söz konusu değil. O zaman yazara iş düşmektedir. Gerçi sen ne dersen de, cürmün kadar yer yakarsın denilse de, umursanmasa da o gene de ahlaklı kalmaya çalışarak konuşuyor, yazıyor. Nietzche, kendi ahlak anlayışını şöyle tanımlar: “Çirkinle savaşmak istemiyorum, gözümü ondan çevirmekle yetineceğim. Bundan böyle tek inkârım bu olacaktır. Bugünden başlayarak bir daha hiçbir zaman bir onaylayıcı olmayacağım.” Yazar ne bir sistemin kolluk gücü, ne onaylayıcısı, ne satıcısı ne de egemen anlayışın namus bekçisi değildir, bu görevi üstlenenler vardır ve buna göre koltukları, kariyerleri, silahları vardır. Tek silahı söz olan yazarın işi güzellikler yaratmak ve insanlığın yararına sunmaktır. Edebiyat bir anahtardır, ama kapıyı kendiliğinden açmaz, onu kullanacak olan insandır. Yazarlık bir meslek gibi görünse de yaratıcılık bir meslek değildir. Yazarın gücü dili alanının dışına sürmekle, orda kullanmakla ortaya çıkar. Bu yönüyle toplumdan ayrılır soyutlanır. Geçmiş yazarları tanımlarken onlara sıfatlar öngörülür. Vakanüvis Racine, saray şairi Fuzuli, Cumhuriyet dönemi yazarı Faruk Nafiz Çamlıbel gibi… Bu yazarın toplumsal kurumlarla işlevliğini tanımlar. Oysa bu sınıfsal bağlantı yazarı sınırlar. Yazar birinin ya da bir kesimin sözcülüğünü bıraktığı o an konumunda bir boşluk oluşur. Toplumcu şair Nazım Hikmet adlandırmasının önünden toplumcuyu çektiğiniz anda Şair NAZIM Hikmet kalacaktır geride ve gerçekten o zaman yaratıcılık sınır tanımaz. Çünkü artık yetkesini sadece kendinden alır. Çağdaş yazar çırılçıplak insandır; Ecco Home… Onun sihirli gücü dünün ve yarının arasında bugünde durup düne ve yarına seslenen, söyleşen üstün yazılı sözün gücünden gelir.. Kitabın ve yazarın rolü, toplumun insanının estetiğe, imgeleme gücüne dayalı konumunu yoğunlaştırmak, yani özetle vermektir. Çağdaş yazar, yaratılışın bahşettiği bütün çevreleri ve çevrelerin ilgilerini kurarak her birine yer vererek onları tanımlayarak yaşar ama hiç birinden değildir. O yalnızdır. Paul Auster, bizler camileri, kiliseleri reddedenler bir şeye inanmak istedik, diyor. O da demokrasi. Demokrasi çok seslilik, demokrasi herkesin düşüncesini açıklama özgürlüğü, demokrasi sınırlarını ancak bir başkasının özel alanına kadar genişleten bir hoşgörü ortamı... Derdiniz birilerini sizin keyfinize tutsak etmek değilse, hepimiz o çok sesle birlikte insanlığın ortak mutluğunu sağlayacak renk ve ışık gelecek diye ummuyor muyuz? Yazar, o gün orada olmalı... O ışığın, rengin ve tüm insanlığın çocuğu değil miydi? ***

  • UĞURlar Olsun

    Semihat KARADAĞLI * (22. Ağustos 1942- 24 Ocak 1993) 24 Ocak 1993 günü bundan tam 30 yıl önce, bir pazar sabahı, Türkiye bir patlamayla sarsıldı. Cumhuriyet gazetesinde “Gözlem” adlı köşesinde yıllarca kimsenin değinmeye çekindiği konulara değinen, bugün tartıştığımız pek çok konuyu ilk kez dile ve gündeme getiren korkusuzca yazan hukukçu, araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu o gün arabasına konulan bir bombayla öldürüldü. Şair Ali Çınar bu faili meçhul cinayet sonrasında yaşanan olayı dizelerinde şöyle anlatır: Bir pazar sabahıydı Ankara kar altında Zemheri ayazıydı Yaz güneşi koynunda Ucuz can pazarıydı Kalemim düştü kana Zalimler pusudaydı Bedenim paramparça Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun Bir keskin kalem bir kırık gözlük Yürekli yiğitlere hatıran olsun Çevirdim anahtarı Apansız bir ölüme Şarapnel parçaları Saplandı ciğerime Ucuz can pazarıydı Kan doldu gözlerime İsimsiz korkuları Katmadım yüreğime Bembeyaz doğruları Yaşadım ölümüne Uğur'lar olsun Uğur'lar olsun Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun Bir keskin kalem bir kırık gözlük Yürekli yiğitlere hatıran olsun” diyerek dizelerinde birçok şair ve yazar ve aydının üzüntüyle uğurladığı gibi şiirlerinde ölümsüzlüğe uğurlamıştır. * Karlı bir günde sokağı kana bulayan bomba, sadece ailesini değil, bütün bir ülkeyi yasa boğmuştu. Peki Kimdir Uğur Mumcu neden öldürüldü? Uğur Mumcu, köken olarak Ankaralı olmasına karşın dedesi Etem Pekzimetçioğlu ve babasının görevi nedeniyle 22 Ağustos 1942'de Kırşehir'de dünyaya gelmiştir. Babası Ankara'ya atanınca, Balık pazarındaki Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler’deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı. Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi. Öğrencilik yıllarından itibaren çok okuyan, araştıran ve sorgulayan Uğur Mumcu 1965 yılında Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra ince kısa süre avukatlık yaptı. Dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. Dönüşünde Hukuk Fakültesi İdari Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu. Askerlik dönüşü üniversiteden ayrıldı ve gazeteciliğe başladı. Yön, Kim, Ant, Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam'dan sonra uzun süre Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarında Ülkedeki yolsuzluk ve bozukluklarını araştırıp sorgulayan, ülkenin gündemine dair yazılar yazdı. Atatürk ilkelerinin, lâik, demokrat bir Türkiye'nin yılmaz savunucusu iken, 24 Ocak 1993 pazar günü otomobiline konan bir bomba ile öldürüldü. * Peki ne demişti Uğur Mumcu yazılarında neden öldürülmüştü? Neler dememişti ki... Şöyle bir yazılarına göz atalım isterseniz. “Terör odaklarını ortaya çıkarmak devletin görevidir. Yurttaşların can güvenliklerini korumak devletin görevidir. Devletin saygınlığını korumak, yine devletin görevidir. “ “Bir ulus, ne kadar okuma-yazma, öğrenme, araştırma eğilimde ise, o kadar sağlam, o kadar hoşgörülü ve demokrat yapıda olur. “ * O bir sakıncalı Piyade idi. Yazdıkları ile hayatın zorluklarında insanları güldürdü. Hatta Aziz Nesin onun kitabı hakkında: "Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için,Eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, İşte öyle acı acı güldüm." demiştir. * Sakıncalı piyadedir o. Neler yaşamamıştır ki İşte onlardan biri: “Ağrı askeri hastanesi doktorları, benim mide ülserim dolaysıyla, ikiye ayrılmışlar. Sonunda, Ankara Gülhane Tıp Akademisi Hastanesi’ne yollanmam için karar çıktı. Ankara’ya geldiğimde doktorlar, beni önce, astsubay hastalarının yattığı koğuşa aldılar. Sonra da bir general odasına. Patnos’ta er, Ankara’da general... Gel keyfim gel! General odasına yattığım gecenin sabahı, odayı temizlemek için bir hademe kapıyı açtı. Baktı ki içeride pijamalar içerisinde, saçları kesik, gözlüklü bir adam oturuyor. Alışkanlıktan olacak: - Paşam girebilir miyim?... deyince beni gülmek aldı. Paşaya bak paşaya! Hademe, sonra garip garip bakmaya başladı. Paşa desen, paşa değil; er desen, paşa odasında pijama ile ne arıyor. Sordu: -Paşam rahatsızlığınız ne? Ne deyim; kesik saçlarımı düşünüp hademeyi yanıtladım, Saçkıran, saçkıran… Saçlarımı onun için kestiler…” * Yazılarında bizi acı acı güldürmüş ve düşündürmüştür. “Gözaltına alındıktan sonra da arandığım ve teslim olmam gerektiği günlerce radyo ve televizyonda ilân edilmez mi? Ben Yıldırım Bölge Cezaevinde radyo dinlerken, arandığımı ve teslim olmazsam, silâh kullanılacağını dinler dinler gülerdim…” * Kulaktan dolma bilgilerle ve kahve dedikoduları ile düşünmeye alıştırılan toplum yavaş yavaş içinden çürür. Ne acı bir yoldayız. Herkes ölür ama herkes yaşamaz. İşte yazdıkları ile ölümsüzlüğe adı yazılmıştır Uğur Mumcu’nun. “Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “medeni cesaret.” Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir "sürüngen" gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca. Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül akan kişilikleri, köhneleşmiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol bilmişiz yıllarca.” * “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. “Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz. “ Unutmayalım ki “cesur bir kez, korkak bin kez ölür.” “Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi suskunluk simgesi olmamasıdır. “ "Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar." “Kürt’ü Türk’e; Türk’ü Kürde’; Ermeni’yi Türk’e; Türk’ü Ermeni’ye; Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye düşman eden, emperyalizm ve emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarıdır. “ “Geçmişi yeniden yaşamak istemiyorsak, bu geçmişi, çok iyi tanımak ve değerlendirmek zorundayız. “ * “Sanat toplumu değiştirmek için bir araçtır. Bu aracı, amaca ve ereğe göre kullananı desteklemek, ona güç katmaktır bizim görevimiz. Emekçi halkın yaşamını, hak arama özgürlüğünü, burjuva toplumunun türlü ilişkilerini ortaya koyarak bunların çözüm yollarını göstermektir... “ “Evet garip bir ülkedir Türkiye. Milli çıkarları savunanlar komünist ve dinsiz, yabancı Hristiyan şirketlerini savunanlar milliyetçi ve Müslüman. Her yurttaşın toprak sahibi olmasını isteyenler mülkiyet düşmanı, uçsuz bucaksız toprakları ağalara verenler mülkiyetçi. Yabancı şirketlere milyonlar kazandıranlar özel girişimci, milli sanayinin kurulmasını isteyenler özel teşebbüs düşmanı. Milli kahramanlar korkak, hain, Amerikan firması müttehitleri vatansever... “ "Olmuş bir kere" zihniyetinden, "aman yüce makamları yıpratmayalım" pısırıklığından, "büyüklerimiz bilir" kolaycılığından ya da adamsendeciliğinden, "böyle gelmiş böyle gider" kaderciliğinden, söyler misiniz, ne zaman kurtulabileceğiz? “ O yiğit insanın ardından birçok şair yazar gazeteci aydın insan isyanlarını, acılarını yazıya, şiire dökmüştü. Değerli şair Ataol Behramoğlu “Uğur’a Ağıt Değil Övgü” isimli şiirinde acıyla isyan ediyordu. Günümüzde insan olmanın Çok ağır bedeli var Ya parçası olacaksın alçaklığın Ya seni parçalarlar Oysa insan olmak Çoğalabilmektir başkalarıyla İnsansın, birinin canı yanarken Senin de canın yanıyorsa Bir bombayla canına kıyılan Çoğalmasını bilen biriydi Daha az Uğur Mumcu'yduk dün Daha çok Uğur Mumcu'yuz şimdi * Gazeteci Bekir Coşkun Uğur Mumcu’yu anma yazısında şöyle der “O yiğit insanı anmak istiyorsan... Kalk artık... Adım at... Silkelen... Kıpırda... Anmaya yüzün olsun... Yoksa... Her anma günü, o biraz daha ölür... Bir de sen vurma... * “Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi...” (…) Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, Unutma bizi, Unutma bizi... * Evet en çok yarınlarımız olan çocuklar için direnmek gerekiyordu. Nihat Behram bir şiirinde şöyle diyordu (…) “Neden savaşıp birbirini öldürüyor insanlar Toplanıp birlikte oynamak varken?” diye söylendi çocuk. “Oyun karın doyurmaz, dersine çalış!” Diye azarladılar. Düşünde oynarken gördü Dünyanın bütün çocuklarını; Mutluydu uyandığında.” * İşte bazen O koca yürekli kalemin bile ne yazacağını bilemediği anlar olmuştur. İşte Cumhuriyet Gazetesinde 5.12.1981 tarihinde yazdığı "Kır Çiçekleri" isimli yazısında şöyle anlatır: "Bugün daktilomun başında yıllardan beri ilk kez, ne yazacağımı düşünerek dakikalarca durdum. Elim bir türlü tuşlara varmadı. - Ne yazayım bugün? İnsan, içindeki sıkıntılarla boğuştu mu sözcükler, bir dönme dolap gibi beyninizde döner durur. Öyle ki, sözcükleri beyninizden, yüreğinizden ve dilinizden çekip, daktilo şeridine vuramaz, ak kâğıt üzerine siyah harfleri, siyah sözcükleri dizemez, noktaları, virgülleri koyamazsınız... Çünkü, sözcüklerin kendi dünyaları vardır; bu dünyalar, güneş çevresinde dönen küreler gibi beynimizde, vicdanımızda, yüreğimizde döner dururlar... Sözcükler, gün olur, uzanamadığımız yıldızlar kadar uzak, gün olur, hoyratça ezip, geçtiğimiz kır çiçekleri gibi, bizlere yakın olurlar. Ve biz çoğu kez bu uzaklığı da, bu yakınlığı da ölçüp biçemeyiz. Ve sözcükler, yüreklerimizde, vicdanlarımızda, beyinlerimizde ve de atar damarlarımızda döner, dururlar... Bugün hiç yazı yazmasam diyorum, gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, "Erdem", bunun "Onur", bunun "İnanç"... - Ne yazayım bugün? Çevrenize şöyle bir bakın; bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırsınız. Kimi zaman da binbir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup sirk cambazları gibi sıçrayıp Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda... Pul mu? Onlarda... Hep, bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, binbir yalanın sığdığı başlarını gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır. - Ne yazsam bugün? Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım!.. Geçmiş olaylarından vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!... - Ne yazsam bugün? Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs'tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile Ege'nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip, "işte" desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar. Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri "İnanç", biri "Erdem", biri "Onur"... - Bugün ne yazsam ne yazsam acaba? Daktilomun başında yıllardan beri ilk kez yazacağım yazının soru işaretine takılıp dakikalarca düşünüp duruyorum. Sözcükleri, daktilonun tuşlarından kara şeride bir türlü çarpamıyorum. Yanıma oğlum "Özgür" geliyor. "Ne düşünüyorsun baba?" diyor. Sonra ekliyor: - Beni yaz baba, beni yaz, benim adımı yaz baba, benim adımı yaz, benden söz et baba, benden söz et... Duruyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, yine düşünüyorum... Bir dağ başına gitsem, kır çiçekleri toplasam ve sonra, evet ve sonra... ve... ve... ve... - Bugün ne yazsam?" * Ve o Yazmayı hiç bırakmadı Yazdı yazdı yazdı ta ki kalemi kırılana kadar *** Cesur kalemler sanatla özgürlük ve insanlık için yazmaya devam ediyorlar. İşte Ahmet Telli “ Ve serüvenciler düşer bu yollara ancak (…) Onlar ki dünyanın son umudu Soyları tükenen birer çılgındırlar Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında Ölümle alay ederler sanki (…) Vurulup düşseler de her kuşatmada Serüvencidir onlar ve hiç ölmezler Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa Bulurlar heder olmanın bir yolunu Onlar ki bu dünyada Kahraman olmaya mahkumdurlar Sislenen anılar kaldı bize onlardan Renkleri bozulup duran solgun anılar (…) O serüvenlerin günlüğü tutulmadı Yazılmadı o insanların destan şiiri Parça parça ettirilseler bir kartala (Ki sanırım böyle oldu sonları) Fışkırır yüreklerinden Başarısız ihtilallerin yangınları Evet bu ülkede ihtilaller kadar özgürlükleri yok eden geri götüren olaylar olmamıştır. Perikles savaşta ölen yurttaşları için düzenlenen törende kendisine verilen konuşma görevinde ölenlerin ardından ağıt yakmak yerine uğrunda can verdikleri devletin demokrasisini anlatmayı yeğlemiştir. Bundan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önceki o söylevde söyledikleri çağımız insanlığı için bile özlü bir demokrasi dersidir. "Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır." * İnsanlar doğuyor ölüyor. Ancak gerçek sanatçılar, insanlık için mücadele eden kalemler geride güzel izler bırakarak gidiyorlar sonsuzluğa. Koca şair, usta kalem Nazım Hikmet’e saygıyla Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil hakim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır. * Vatan neresidir diye sorarsanız “Anadolu” nun her karış toprağı vatandır. O bir yurtsever, bir devrimci, bir Atatürkçü idi. Bir Anadolu sevdalısı, Atatürk ilkelerinin savunucusu. İnsanların eşitliği özgürlüğü üzerine yazmıştır yıllarca. "Atatürkçülük, 'yük olur' diye bırakıp gereğinde taşınan bir 'emanetçi bavulu' değildir. Evet, bağımsızlık... İlle de bağımsızlık... “Ben Atatürkçüyüm…. Ben, cumhuriyetçiyim… Ben lâikim… Ben antiemperyalistim… Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım… Ben insan hakları savunucuyum… Ben, terörün karşısındayım… Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır.” *** O Cesur kalem karamsarlığa karanlığa teslim olmadan yıllarca yazdı. * Ahmed Arif'in dizelerinde dediği gibi "Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana." * Ressam; yazar ve şair olan Bedri Rahmi Eyüboğlu yurt dışında olduğu sırada Bursa Cezaevi’nde tutuklu olan ve açlık grevi yapan yakın arkadaşı Nazım Hikmet’e ithafen “Zindanı Taştan Oyarlar” şiirini kalem almıştır. "Bursa'nın ufak tefek yolları Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri Tepeden tırnağa şiir gülleri Yiğidim aslanım aman burda yatıyor." Şiirde “Bursa’nın” kısmı daha sonra “Şu sılanın” olarak değiştirilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası İsveç’te sürgünde olan değerli sanatçı Zülfü Livaneli bu şiiri bestelemiştir. Mehmet Ali Ağca davasını takip etmek üzere Avrupa’da bulunan Uğur Mumcu, bu sırada İsveç’e Zülfü Livaneli’yı ziyarete gelmiştir. Livaneli bu olayı şöyle anlatır. “Uğur Mumcu besteyi dinleyince ağlamaya başladı. Ben de niçin ağlıyorsun Uğur deyince, Uğur :"Bu beste bütün devrim şehitlerinin ağıdı olmuş.' Maalesef bu beste Uğur Mumcu'yu, 10 yıl sonra Ankara'da hayatını kaybetmesinin ardından, 200 bin kişi ile 'Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor' şarkı sözleriyle uğurladı. Yiğidim aslanım burada yatıyor. Gönüllerimizde yatıyor." Yiğidim Aslanım Şu sılanın ufak tefek yolları Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri Tepeden tırnağa şiir gülleri Yiğidim aslanım burda yatıyor Bugün efkârlıyım açmasın güller Yiğidimden kara haber verirler Demirden döşeği taştan sedirler Yiğidim aslanım burda yatıyor Ne bir haram yedin ne cana kıydın Ekmek kadar temiz su gibi aydın Hiç kimse duymadan hükümler giydin Yiğidim aslanım burda yatıyor * Her dönemde karanlıkları aydınlatan bir ışık olacaktır. Mücadelemiz değerli şair Adnan Yücel’in dediği gibi “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek “devam edecektir. "Bin kez budadılar körpe dallarımızı Bin kez kırdılar. Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz Bin kez korkuya boğdular zamanı Bin kez ölümlediler Yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Ülkemizin faili meçhul cinayetlerinde yitirdiğimiz tüm aydınlarımızın anısına saygıyla.. Semihat Karadağlı 23.01.2021 Yararlanılan Kaynaklar: 1)- Sakıncalı Piyade/Uğur Mumcu 2)- Uğur Mumcu/ Cumhuriyet gazetesi köşe yazıları. 3)- https://www.yeniasir.com.tr/sarmasik/yazarlar/ali_kocatepe/2012/10/21/zindani-tastan-oyarlar 4)- https://www.haberler.com/yigidim-aslanim-burda-yatiyor-bestesi-ugur-mumcu-4559520-haberi/ 5)-wikipedia 6)- Ahmet Telli /Su Çürüdü/ 7)- Adnan Yücel/ Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek 8)- http://www.ataolbehramoglu.com.tr/html/siir-84.htm 9)- Nazım Hikmet /Kuvayi Milliye Destanı 10)- Ahmed Arif/Hasretinden Prangalar Eskittim

  • KİME

    Yusuf AKSOY * uyduruk kışında dört duvar içinde kendi başına tir tir titreyerek üşüsen ne ki ağızları bağlanmış koca koca kentlerin salt buz değil pas tutmuş yollarının kıyısında kendinden yok olmuş zavallı halinle üşüsen ne ki bir bir vurulurken bir koşu öte yakada açlığı bilmez zemheriye aldırmaz insan kalabilmenin yaralarıyla avuçlarında taşları patlatanları gör bir de din, dil, cinsiyetten ötelenmiş nefesleriyle öldürene meydan okurken kar taneleri senin başına buzdan taç oralarda kandan buz oluyor bedenlerde sen kime üşüyorsun ışıkları sönmüş bomboş utanç sokaklarında ayaklar altındayken gecen ve gündüzün

  • KELEBEK ETKİSİ

    maviSİNEMA * Kelebek Etkisi'ni kısaca, beklenmeyen bir olayın içinde yer alan ufak detayların öngörülemez sonuçlara yol açması olarak tanımlayabiliriz. Bu kavramın çıkışı Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgilidir ve özellikle şu örnek ile ünlenmiştir: “Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir.” Film bunun üzerine kurulu... IMDb: 7.6 Bilim Kurgu Gerilim Oyuncular: Amy Smart, Ashton Kutcher, Eric Stoltz, Ethan Suplee, Melora Walters Yönetmen: Eric Bress, J. Mackye Gruber Yapım Yılı: 2004 Ülke: ABD, Kanada "Evan Treborn, hayatındaki önemli olaylar sırasında bilinç kaybı yaşayan bir karakterdir." Evan, çocukluk ve ergenlik döneminde yaşadığı bu bilinç kaybı durumlarıyla mücadele etmektedir. Bu süreçte, kayıp anılarını hatırlama ve hayatını değiştirme yolunda olağanüstü bir yetenek geliştirir. Film, Evan'ın bir günlüğünü okuyarak geçmişe yolculuk yapabilme yeteneğini keşfetmesiyle başlar. Günlüğüne döndükçe, yaşadığı olayları tekrar yaşar ve hatırladığı anılara müdahale edebilir. Ancak bu süreçte, geçmişte yaptığı her müdahale, geleceği etkileyecektir. Evan'ın bu yeteneği, ona hem özgürlük hem de büyük bir sorumluluk getirir. Geçmişte yaşadığı hatalarını düzeltmek ve sevdiklerini kurtarmak için zamanı geri sarar. Ancak her müdahale sonucunda, yepyeni bir alternatif gerçeklik yaratır ve Evan, bu karmaşık dünyada kendini kaybolmuş hisseder. Film, izleyiciyi zaman ve gerçeklik kavramları üzerine düşünmeye yönlendirir. Geçmişin değiştirilebilirliği ve gelecekteki sonuçları üzerine derin bir düşünce provokasyonu sunar. Evan'ın iç dünyasına odaklanan film, onun travmatik deneyimleriyle baş etmeye çalışmasını ve kendi gerçeğini aramasını anlatır. Oyunculuk performansları oldukça etkileyici ve karakterlerin iç dünyalarını başarıyla yansıtıyor. Evan karakterini canlandıran oyuncu, bilinç kaybı durumlarına gerçekçilik katarak seyirciyi etkiliyor. Filmin atmosferi, karanlık ve gizemli bir hava yaratırken, sinematografi ve müzik seçimleri de buna uyum sağlıyor. Hikayenin akışı, izleyiciyi büyüleyen bir şekilde ilerliyor ve sonunda şaşırtıcı bir sürpriz sunuyor. Sonuç olarak, Evan Treborn'ın yaşadığı blackouts özgün bir konuyu ele alan bu film, izleyiciyi zaman ve gerçeklik kavramları üzerine düşünmeye teşvik ediyor. Sürükleyici hikayesi, etkileyici oyunculuk performansları ve atmosferi ile dikkat çekiyor.

  • BULUT

    Fuat ÖZGEN * Yükü ağır kara bulut Oyalanmayı bırakıp Önündeki listeye bakıp Pınarlara gözyaşı taşıyor Tüyden hafif pamuk bulut Takıp ipek kanadı Çocuklara ağız tadı Pamuk şeker dağıtıyor Yere değen yoğun bulut Kurtlara kucak açıyor Ama rüzgarı görünce Kaçacak delik arıyor Elektrik yüklü kızgın bulut Başka bulutlarla takışıp Şimşekle, yıldırımla Tehlikeli oyunlar oynuyor Ağırlaşan yoğun bulut Çatlayan topraklarda beklenirken İstenmediği yerde boşalıp Sele sebep oluyor Gökyüzünde birçok bulut Gündüz güneş, gece ayla Mavi geniş sahnede Karagöz oyunları sergiliyor Rahmetini boşaltan bulut Rahatlatıp rengarenk Gökkuşağıyla doğaya İmzasını atıyor

  • İKİZLER

    Niyazi UYAR* Emel Hanım’la Kemal Bey, on yıldır evlidir. On yıldır, çocukları olmadığından gitmedikleri doktor, çalmadıkları kapı kalmamıştır. Tüp bebek adının daha yeni yeni anılmaya başlandığı yıllardır o yıllar! Yalnızca İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde deneme aşamasındadır. Bulunduğu şehirde olsa bile pek kimse cesaret edemezdi zaten. Çevre baskısı insanın aklını başından alıverir. Başkasının belinden geleni taşımak, onu doğurmak... sıkıysa tüp bebek yap… Emel Hanım, çocuk isterim, illa da çocuk, illa da çocuk deyince, evlatlık bir çocuk sahibi olmak için geceler boyu kafa kafaya verip çok düşünmüşler. Doktor Hüsnü Miral: "evlatlık alın, hem ülkeye iyi bir vatandaş kazandırırken siz de çocuk sahibi olmuş olursunuz," demiştir, defalarca, onlar düşünelim deyip geçiştirler Hüsnü Bey'i! Sonra bir anda, nerden geldiyse Emel’in aklına, okul arkadaşı Celal Yılmaz’ın Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür olduğu gelir. Emel ile Kemal nice zamandır,hep meselesiyle yatıp kalkmaktadırlar. Gündüzler torbaya mı doldu derseniz, gündüzler torbada değildir; okuldadır, ikisi de hırslı öğretmendir. Teneffüslerde bile öğrencilerinin aksayan yanlarını tamamlamak için çalışırlar. Söyleşileri, tartışmaları ancak torbaya girmeyen gece saatlerindedir. “Hayatım bir çocuk istiyorum!” “Tamam hayatım, biliyorsun gitmediğimiz doktor kalmadı, çocuğumuz olmazmış, öyle demedi mi Doktor Hüsnü Miral, hert defasında da bize, "evlatlık bir çocuk alın, vatana iyi bir insan yetiştirirsiniz demedi mi?” "Tüp bebek…" Emel tüp bebek der demez… “Bir dakika, bir dakika, bu lafı duymak istemediğimi kaç sefer söyledim, sana? Ne diyecekler bana, Kemal’in karısı başkasından gebe kalmış… Sakın bir daha duymayacağım, beni çıldırtmak mı istiyorsun? Ben elin dölünü senin karnında istemem!” “Doğru değil söylediklerin, anlattım bunu, bir daha anlatayım istersen!” “Anlatma, anlatma, anlatma! Geri zekalı mıyım ben, sen beni anlamak istemiyorsun; yeter duymak istemiyorum, tüp müp!” “Tamam, tamam bir daha konuyu açmayacağım; fakat bildiklerin tamamen yanlış! Bak ne diyeceğim benim ortaokul arkadaşım Celal Yılmaz, Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür. Ona gidip kimsesiz bir çocuk alalım, onu büyütür hem hayra girer hem de memlekete hayırlı bir evlat yetiştirmiş oluruz, ne dersin?” “Çok güzel olur, hemen yarından tezi yok, arkadaşını ziyarete gidelim! Çocuğu ben de çok seviyorum, çocuğumuz olmadığı için, ne günahlara girdim bilemezsin, her şeye isyan ettim!” “Yarından tezi yok, Celal’i ziyarete gidip ne yapmamız gerektiğini öğrenmiş oluruz hayatım!” “Tamam tamam çok sevindim, yarın Celal Bey’e gidiyoruz!” Bölge müdürlüğüne geldiklerinde mesai yeni başlamıştır, Celal Bey, Cumhuriyet gazetesini okurken bir taraftan Fatma Hanım’ın yaptığı sabah kahvesini höpürdete höpürdete içmektedir. Yüzüne göre epeyce büyük atkılı colormatik camlı gözlüğünü kaşının üstüne kaldırmış, dikkatle, adeta satırların altını çize çize okumaktadır. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Mustafa Ekmekçi, Cüneyt Arcayürek… Gazete değil, adeta okuldur Cumhuriyet Gazetesi onun için. Sabah kahvesinin yanında muhakkak çikolata kokulu piposunu eksik etmez. Piponun, kahvenin kokusu odanın içini kaplamakla kalmaz koridorlara kadar yayılır. Celal Yılmaz'ın odası botanik bahçesi gibidir. Eminönü’ndeki Yeni Caminin arkasındaki çiçekçilerle arkadaş olmuştur. Hafta sonları bir bir çiçekçileri dolaşır, bazen onlarla, bazen de “çiçeklerle” konuşur. O, aynı zamanda tam bir halk adamıdır, dışlanan insanlara acır, bir sıkıntıları varsa çözüm yolları arar, yardımcı olmaya çalışır. Buna sebep bu insanlar da kendilerine değer veren devletin bu önemli bürokratını tarifsiz sevip saymakla kalmaz baş tacı ederler. Gazetesinden başını yavaşça kaldıran Celal Yılmaz, bir kadınla, bir adamın kendisine doğru geldiğini görür. "Allah Allah, sabah sabah bunlar kim ola ki," diye düşünür. Sabah saatlerinde gelen eden olmadığı için her zaman keyifle, sindire sindire içerdi kahvesiyle birlikte çikolata kokulu piposunu. “Buyurun, hoş geldiniz, buyurun, buyurun!” Emel, Celal müdüre dikkat kesilerek bakarken ikisinin de gözleri çakışır bir noktada. Celal Müdür, birden düne, okul yıllarına döner, o anda zaman şerit şerit akar gider gözünün önünden. “Emel, Emel, Emel sen misin, gözlerime inanamıyorum, nereden çıktın sen?” “Benim ya Celal, bu kurumun müdürü olduğunu epey zaman önce Asuman söylemişti, birlikte gelip sürpriz yapacaktık, fakat sürprizi eşim Kemal’le yapmak mecburiyetinde kaldık!” “…” Yarım saatten fazla maziyi konuşur iki arkadaş, sonra asıl meseleye gelir Emel.  Çocuklarının olmadığını, on yıldır evli olduklarını, ikisinin de çocukları çok sevdiklerini, bu nedenle evlatlık bir çocuk almaya karar verdiklerini nemlenen gözlerle, sesi çatallaşarak anlatır, eğer yardımcı olursa duacı olacaklarını söylerken içini çeke çeke ağlar. Yalvaran gözlerle ne olur yardımcı ol, eli boş gönderme bizi, der gibidir adeta. … Celal Yılmaz, işleri kolaylaştırmış, bürokratik işlemleri hızlandırmış, kısa zamanda onlara, kara gözlü, kara, kapkara saçlı tek yumurta ikizi, ayırt edilmesi imkânsız ikizlerin evlat edinmelerine vesile olmuştur. Emel Hanım’la top sakallı Kemal Bey, İkizlerin beslenmesi, ihtiyaçları için saçlarını süpürge etme deyiminin hakikatliğini kanıtlarcasına her bir şeyi tamam ederler, fakat İkizlerin okulla, okumakla alakaları olmadağındanhırslı iki öğretmen açısından hayal kırıklığı olur; fakat yapacak bir şey yoktur. İlkokulu Pirireis İlkokulu’nda okuyan İkizler, aynı binada eğitim veren Pirireis ortaokuluna devam etmemişler, ilkokulu bitirdikten dört yıl sonra çalışma hayatına bir tekstil atölyesinde başlarlar. Çalıştıkları işyeri Pirireis İlkokulu yolu üzerindeki bir atölyedir. Beş yıldır, herkesi şaşkına çeviren bir disiplinle işlerini savsaklamadan çalışır İkizler. Her gün aynı saatlerde işe gidip gelir kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmadıkları gibi kimseye de saygısızlık yapmazlar. Yaşları artık yirmi birdir. İkizlerden birinin adı Yasemen, diğerinin adı bir sesli değişimi ile Yasemin’dir. Adlarındaki bu kadar benzerlik, görünüş olarak da hemen hemen aynıdır. İlk yıllar birine ne alınmışsa, aynısı diğerine de alınmıştır, fakat sonraki yıllar aynısını bulmak mümkün olmadığından Kurtuluş’taki kadın terzisi Luset’e diktirilmiştir giysiler. Bayan Luset’e sadece Kurtuluş’ta bir kadın terzisi değildir. O bir kadın terzisinden çok ötedir. Bu ötelik güzelliği ile birlikte kişiliğindedir. Onun kalın kaşları, simsiyah kirpikleri, yanım yanım yanan kahveyi gözleri vardır. Güzelliğinin farkında olduğundan konuşmasıyla, tavırlarıyla herkesi kendine hayran bırakır, kimseye umut vermez araya koyduğu mesafe saygınlık çizgisidir. Onun okşanmaya hasret göğüsleri, isyan ateşini yakmış, başkaldırmıştır adeta, statükoya. Göğüslerden aşağı ince, ipince bir bel, kavranmayı beklerken, dolgun yuvarlak basenleri ne aşağıda ne yukarıda Heykeltıraş Memet Türkoğlu’nun keskisi ile düzeltilmiş gibidir. Dolgun basenler, dolgun bacaklarla alımını yukarı taşırken, mavi kot pantolonun içinde durmadan dans etmektedir sanki. Yasemen’le, Yasemin işyerinin karşısındaki Pirireis Ortaokulu Fen Bilgisi Öğretmeni Birkan’ın aynı saatlerde karşısına çıkıp ilgisini çekerken o, hangisine baktığını şaşırmakla kalmaz, kim, kimdir ayıramaz. Yasemen’le Yasemin ikisi birlikte aşıktır ona, hem de ne aşık; körkütük bir aşk! Birkan 77 numaralı belediye otobüsünden İplikçi durağında iner, durağın karşısındaki Kasımpaşa Halk Pazarına uğrar, fiyatlara bakar fiyatları kıyaslar nereden ne alacağını tespitini yapar, akşam eve giderken tez çabuk alışverişini bitirdikten sonra halk ekmek büfesinden ekmeğini alır, otobüs durağına gidererek, 77 numaralı otobüs durağına gider. Duraktakilere 77 numaralı otobüsün yeni gittiğini öğrenirse, muhakkak durağın yanında olan muhtarlık binasına uğrar, Muhtar Ali Amca ile dereden tepeden laflardı biraz. Birkan okula doğru yürürken, sol yandaki iç içe geçmiş tenekeli evleri, camlarından çıkarılmış soba borularını, kara zift gibi kalorisiz ağaçlı kömürünün dumanlarının göğe doğru ağışı gibi kaygılar da böyle dumana binip gitse, ne güzel olur, derdi kendi kendine. Pirireis'in önünden geçen yol Hacı Ahmet'e çıkar. Yokuşa sarmadan yan yana iki küçük tekstil atelyesi vardır. İkizler bu işletmelerden birinde çalışmaktadır. Okulu geçtikten sonra yolun sağında solunda irili ufaklı üç işletme daha vardır. Mahalle aralarına kadar gelen küçük işletmelerin gürültüleri, okula giden öğrencilerin şamatalarına karışıp giderken, kakofonik sesler mahalleye, Pirireis’in bahçesindeki Pir Hüsamettin türbesine, oradan Kurtuluş’a doğru uzayıp gider. Okulun bitişiğindeki Kömürcü Şehmus’un belediye encümeninde üye olmasına sebep tozlu kömürleri mahallelinin başının belasıdır. Hele bir rüzgâr esmeye görsün, kara bir toz bulutu oradan oraya savrulur, savrulup giderken evlerin dış cephelerini kömür karasına çevirmiştir. Buna sebep mahalleli ağızını doldura doldura küfrederler ki, ne küfür, gün güneş görmeyen küfürler… Birkan Öğretmenin bahçe nöbeti olduğu günlerde Yasemen’le, Yasemin fırsat buldukça atölyeden dışarı çıkıp Birkan Öğretmene bakarlar. Adlarının bir harfinin farklı olmasından başka her bir şeyleri aynı olan Yasemen'le Yasemin, kara gözlü, kara kaşlıdırlar. Kızlarının âşık olduğunu Kemal Bey’le, Emel Hanım da bilmektedir. Bilirler bilemelerine de ikisinin de aynı kişiye, Birkan Öğretmen'e aşık olduğunu bilemezler. Birkan Öğretmen ikisine birden âşık olmuştur, iki kardeşi birbirinden ayıramaz, bir harften başka her şeyi ile tıpa tıp aynıdır. O hangisi ile hayatını birleştirecek, hangisine “ömrüm ömrün, yolum yolun olsun,” diyecek, bilemez... Birkan Öğretmen bayram konuşmalarının değişmez ismidir. Trabzonlu müdür, her bayramda ona verirdi bayram konuşmasını. Yine bir bayram gününde Birkan Öğretmen büyük bir coşku ile bayram konuşmasını yaparken içinden de Yasemen’le Yasemin’i, Kuzey Deniz Saha Komutanlığının karşısındaki Kafkas Pastanesine götürecek, "ilanı aşk” yapacaktır. Yapacaktır yapmasına da hangisine, ikisine de birden aşkını ilan edemeyeceğine göre? Giyim kuşamlarından tutun da seslerine, saçlarının rengine, saç tarama modellerine, konuşmalarında vurgu tonlamalarına kadar tıpa tıp aynıdır. Birkan müthiş bir muammanın içindedir. Yalnızca bir sesli harf farkından başka her şey aynıdır. Bu açmazı çözme ihtimali imkânsızdır. İnsanın beynini patlatacak bir mesele, bir sesli harf dışında her şey aynıdır. Birkan bu iki kızdan hangisine aşıktır, hangisini sevmiştir, bu iki kız da deli gibi sevmiştir onu. İkisi de başlarını yastığa koyar koymaz, Birkan karşılarına geçer, “sen benim ömrümsün, sen benim yaşama sevincimsin, sensiz bir hayat, hayat değil bana…” Birkan bu iddialı sözleri aynı anda ikisine de söylemektedir. İkisi de Birkan’a “ya benimsin ya da kara toprağın,” deyip açıkça tehdit etmektedir sanki onu… O ikisini de sevmiş, ikisine de kör kütük âşık olmuştur. Hangisiyle hayatını birleştirecektir, ikisi de aynı derecede onu sevmiş, o da aynı derecede de âşık olmuştur. İkisinin de kendine ideal bir eş, ideal bir eşit olacağını bilmektedir; fakat… İlahi anlatıcı, olarak beni bile sıkıntılar bastı, varsın bu hikâye sonuçsuz kalsın, sevgili okur kendi kafasından kendince bir sonuç yazsın, bu aşkın sonucunu okurun engin hayal dünyasına bırakmalı. Sevgili okur yazdığın sonuç, belki burada paylaşılmaz; inşallah mutlu bir şekilde sonuçlanır, öyle olması harika bir şey olacaktır... Diyeceksiniz ki, Emel Hanım’la Kemal Efendi’ye ne oldu. Onlar kızlarının onaylamadıkları yaşayışlarını kimseye anlatamayız diyerek İstanbul’dan, onları kimsenin tanımadaığı yerleri diyarları mesken tutmak için alıp başlarını giderler...

  • YARIYIL TATİLİ BAŞLADI

    Yusuf AKSOY * Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki yaklaşık 20 milyona yakın öğrenci 19 Ocak Cuma günü yarıyıl karnelerini aldı. 2023-2024 öğretim yılı yarıyıl tatili 22 Ocak Pazartesi günü başlayacak, 2 Şubat Cuma günü sona ermiş olacak. Hafta sonu tatilleriyle birlikte 16 gün sürecek olan yarıyıl tatili öğrencileri şüphesiz ki sevindirmiştir. Ebeveynler için aynı şeyi söyleyemeyiz diye düşünüyorum. Neredeyse gündüz tam gün okulda, öğretmenlerin gözetiminde ve sorumluluğunda olan çocuklar iki hafta boyunca tam gün anne ve babaları ile birlikte olacaklar. Bilim ve Teknoloji çağının düşünce ve davranış normlarını benimseyen çocuk ve gençlerle ilgilenebilmek önceki dönemlere göre epey bir zorlaştı. Tatil ve okul dönemlerinden yola çıkarak öğretmenlerin görev ve sorumlulukları ile ilgili mutlaka empati kurulacaktır. Dolayısı ile öğretmenlerin daha iyi anlaşılacağı ve gerektiğinde dayanışma sorumluluğu kazanılacağına inanmaktayız. Elbette ki okul hayatı deyince sadece öğrenci ve öğretmenler akla gelmiyor. Okul hayatı, bir bütün olarak eğitim sistemini akla getiriyor. Eğitim sistemi ise toplumsal ve ekonomik sistemin isterilerine uygun olarak düzenlenip hayata geçirilmeye çalışılan bir politik alandır. Dolayısıyla mevcut eğitim sistemimizde yapısal onlarca sorun çözüm beklemektedir. Çözüm bekleyen birikmiş onca ciddi sorunlar varken mevcut siyasal ve ekonomik paradigmanın gereği bunlara her geçen gün yenileri eklenmektedir. Demokratik, özgür ve barışçı toplumlarda eğitim; her türden ayrımcılıktan uzak ve eşitçe erişilebilir bir hak olarak kabul edilir.  Laik, bilimsel, özgürlükçü, kamusal, eşitlikçi, parasız, türcülükten uzak, çevreye ve ekolojik hayata duyarlı bir eğitim süreci insan onuruna yakışan bir süreçtir. Genel amaç ise sağlıklı ve dengeli bireyler yetiştirmek olmalıdır. Sağlıklı ve dengeli yetişmiş bireyler, kolektif hayatın özneleri olarak herkes için daha iyi bir hayatı inşa etmek hedefi içinde olurlar. Aynı işi, eşit olarak yapan öğretmenleri kadrolu, sözleşmeli, ücretli, başöğretmen, uzman öğretmen, ‘sade’ öğretmen olarak parça parça edilen ve farklı ücretler verilerek değersizleştiren zihniyet kendini sorgulamalıdır. Eğitim, vazgeçilemez bir insan hakkı ve bir kamu hizmeti olması gerekirken kamu okullarına gerekli özen gösterilmeyerek ve laik eğitime aykırı uygulamalar çoğaltılarak özel, paralı okulculuk teşvik ediliyor. Kamu okulları yeterli bütçe ayrılmamasından dolayı, personel eksikliği, donanım eksikliği, kütüphaneleri ve laboratuvarları boş, kalabalık sınıflar gibi sorunlarla boğuşmaktadır. 4+4+4 sistemi ile esasta 12 yıl zorunlu olması gereken okul süreci baltalanmıştır. Kız çocuklarının okuldan uzaklaşması, çocuk işçiliğinin önünün açılması gibi sonuçlar zorunlu eğitimim 12 yapılmamasından kaynaklanmaktadır. Ortaöğretim okullarını sınav esasıyla ‘nitelikli-niteliksiz’ okullar, meslek liseleri, İmam Hatip Liseleri şeklinde eğitim hakkı eşitliğine aykırı olarak düzenlemek topluma kazandırmaz aksine kaybettirir. Eğitim kurumlarını Çedes (Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum) vb. projelerle istendik yönelime sokmak; ders çizelgelerini din içerikli derslerle doldurmak, yapancı dil derslerini seçmeli hale getirmek, ders kitaplarının dil ve içeriğini anlaşılmaz hale getirmek hangi toplumsal gelişmeye, nasıl bir kalkınmaya hizmet edecek acaba? Hep beraber yanıtını talep etmeliyiz. 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan değişikliklerle Mesleki Eğitim Kanunda yapılan değişiklikle MESEM adı verilen Meslek Eğitim Merkezleri aracılığı ile meslek lisesi öğrencileri staj adı altında ucuz işgücü olarak işletmelerde çoğunlukla denetimsiz olarak çalıştırılıyorlar. Eğitim ve Bilim emekçileri Sendikası Eğitim Sen’in de açıkladığı gibi: “Eylül ayından bugüne kadar 7 çocuk MESEM kapsamında çalışırken yaşamını yitirmiştir. Yaşanan can kayıpları, kazalar ve hastalıklar MESEM programını ve bu program kapsamındaki iş yerlerinin denetlenmesi gerektiğini göstermektedir.” Kamu iradesi yarının toplumunu inşa edecek olan çocuk yaştaki öğrencileri bu çarktan acilen çıkarmalıdır. Meslek lisesi öğrencileri çocuk işçiliği kapsamında değil, ilgi, istek ve kabiliyetleri çerçevesinde donanımlı kamu okullarında, sömürü çarkının dışında meslek hayatına hazırlanabilme koşullarına sahip olabilmelidir. Türkiye’deki enflasyonist koşulların her geçen gün daha da kötüye gitmesi nedeniyle çalışan kesimlerin bile yoksullaştırdığı bir dönem yaşanıyor. Anne babaların bırakın çocuklarına okul harçlığı vermesini, evden bile çantalarına besin maddeleri koymakta zorlandıkları bilinmektedir. Sayısı bilinmeyen çoklukta okula kahvaltı yapmadan giden öğrenci kitlesi olduğu kamuoyunca da bilinmektedir. Özellikle tam gün süreli okullarda tam gün aç kalan öğrenci sorununu görmezden gelmek kabul edilemez. Öğrenci gün boyu okulda açken hangi zihinsel ve bedensel gelişmeye sahip olabilir. Bu, çok can acıtan durum herkesin farkında olması ve acilen devlet tarafından daha fazla ertelenmeden çözülmesi gereken bir sorundur. Devlet tarafından her kademedeki okul öğrencilerine karşılıksız bir öğün yemek verilmelidir. Yedi yıldır çözülmeyen çok üzücü ve rahatsız edici başka bir konu da kalıcı yaz saati uygulamasıdır. Özellikle ikili öğretim yapan okulların öğrencileri, öğretmenleri ve okul personeli karanlıkta yarı uykulu olarak okul yoluna çıkmak zorunda kalıyorlar. Karanlıkta yollarda olmak; başta güvenlik sorunu olmak üzere, yarı uykusuzluk, kahvaltı yapmadan aç karnına derste girmek gibi sorunlarla yüz yüze gelmeye sebep olmaktadır. Kalıcı yaz saati uygulamasının kimlere ne fayda sağladığı açıklanmalı ve bundan vazgeçilmelidir. Aydınlık geleceğimizin garantisi olarak gördüğümüz çocukların keyfi olarak karanlıkta okul yollarına zorlanmasından vazgeçilmelidir. Eğitim hayatımızdaki birikmiş sorunları özetle anlatmaya çalışsak da bitmiyor. Sorunların kalıcı çözümü öğrenci ve velilerden bağımsız olamaz. Onun için eğitimin her kademesindeki sorunların çözüm sürecinde, öğrenci ve velilerimizin de sürece katılması olmazsa olmazdır. Sevgili öğrencilerimiz yarıyıl tatilinde dinlenmeyi, eğlenmeyi, gezmeyi ve yeni kitaplar edinmeyi fazlasıyla hak etmektedirler. Aileler bu konuda olanakları ölçüsünde gerekeni yapmaya çalışacaklardır. Ancak ekonomik olanakları çok sınırlı olan ve hiç olmayan binlerce ailenin çocuklarına hiçbir siyasi fayda gütmeden el uzatacak kamu kurum ve kuruluşları ile yerel yönetimlerin sorumlu davranacağı dileği ile iyi tatiller diliyorum …

  • “Bekle Beni” Şiirinin ve Yazar Mihailoviç Simonov’un Hüzünlü Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Savaşlar belki de insanoğlunun başına gelen en büyük felaketler. Hem savaşa gidenleri hem de geride bıraktıklarını en acımazsız şekilde etkileyen savaşlardan arda kalan bazen bir şarkı, bazen bir fotoğraf, bazen bir şiir… yaşananların en acı ve unutulmaz belgesi oluyor. İşte onlardan biri de ünlü Rus yazar Simonov’un savaşa giderken geride kalan sevgilisi için yazdığı ve hem savaşan askerlerin, hem de onları bekleyen sevgililerin, anne-babaların hayata tutunuşlarının ve umutlarının simgesi olan “Bekle Beni” şiiri… Bekle beni, döneceğim Bütün direncinle bekle beni. Bekle hüzün yağmurları Gökyüzünü kaplayınca Kara kış üşütürken bekle, Sarı sıcaklar yakarken bekle. Ünlü Rus yazarı Konstantin Mihailoviç Simonov, 28 Kasım 1915’te Saint Petersburg şehrinde dünyaya gelir. Babası Kızıl Ordu’da subay olduğu için çeşitli taşra okullarında okuyan Simonov, Moskova’da yükseköğrenim görürken bir yandan da tornacılık yapar ve makine mühendisi olur. Moskova’da bir fabrikada mühendis olarak çalışırken ilk şiirlerini yazmaya başlayan Simonov, bu arada Gorki Edebiyat Enstitüsünü de bitirir. Bir müddet mühendislik yaptıktan sonra gazetelerde yazmaya başlar. II. Dünya Savaşında ordu gazetesi “Kızıl Yıldız’ın” savaş muhabiri olarak askerlik görevini yaparken, gerek cephede gerekse cephe gerisindeki Sovyet insanının mücadelesini, 1940-1945 yılları arasında gazetesine gönderdiği yazılarında dile getirir. Kimseler beklemezken bekle beni Unut anılarla yüklü bir geçmişi Ne bir mektup ne bir haber Gelmesin ne çıkar, bekle beni Bekle beni döneceğim Bekle, yalnızca sen bekle beni Bu yazılarıyla Stalin Ödülü’nü kazanır. Savaştan esinlenerek milliyetçi ve devrimci görüşlere yer veren lirik ve epik şiirler yazar. Özellikle savaşı anlatan romanlarıyla ünlenen Simonov ülkesinin en büyük ödülü olan Lenin Edebiyat Ödülü’nü alır. (1974) İki büyük ödül sahibi olan yazarın adını, daha bu ödülleri almadan önce yazdığı “Bekle Beni-Zhdi Meny” şiiri ile tüm Rusya duyar ve şiir savaşan tüm askerlerin yüreklerinin üzerinde, ceplerinde taşıdığı kutsal bir yazıya dönüşür adeta. Genç yazarın bir sinema sanatçısı olan genç ve güzel sevgilisi Valentina Serova için yazdığı söylenen şiir, aslında bütün beklenen ve bekleyenlerin ortak duygusunu dile getirir savaş günlerinde. Bekle beni döneceğim, Bırak beklemekten usanmış dostlarım Oğlum, anam, yoldaşlarım Öldüğümü sansınlar benim Umudu kesip bir ateşin başında Beni yâd edip içsinler ama sen İçme sakın yürek acısı o şaraptan Simonov, yaşadığı süre boyunca sevmekten bir an bile vazgeçmediği Valentina Serova’yı ilk kez Moskova yakınlarında bir tren istasyonunda görür. O zamanlar 21 yaşında ve Sovyet sinemasının oldukça ünlenmiş bir sanatçısı olan Serova, sarı saçlı, ince ve uzun boylu, güzel bir kadındır. O yaz günü Moskova yakınlarındaki bir istasyonunda tesadüfen Valentina’yı gören Simonov, genç kadına hemen o anda vurulduğunu anlatır hep. İkinci Dünya Savaşının en sert günlerinin yaşandığı yıllarda Rusya, Alman kuşatması altındadır. Tarihin gördüğü bu en büyük savaşta (Stalingrad Savaşı: II. Dünya Savaşı’nın kesin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir ve Almanların geri çekilmesiyle 1943 yılında sona erer.) Rus ordusunda görev yapan şair ve gazeteci Konstantin Simonov da cephededir. Savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü anlarda. Simonov da herkes gibi tetiktedir, ama bir türlü savaşa kendini veremez. Çünkü geride biricik sevgilisi, dünyalar güzeli Valentina Serova’yı bırakmıştır. Aklı hep sevdiği kadındadır, onu deli gibi özlemektedir, ama asla umutsuz da değildir. Bu cehennemi andıran korkunç savaştan sağ kurtulup onunla yaşayacağı günleri düşler. İşte bu karmakarışık duygular içindeyken, sonradan efsaneleşecek o şiirini yazmaya koyulur. İnançla, sabırla bekle beni. Bekle beni, döneceğim… Tüm ölümlere inat bekle. Çünkü o büyük bekleyişin Çünkü o büyük bekleyişin Düşman ateşinden kurtaracak beni. Şiirini bitirdikten sonra, izne ayrılan bir askere teslim ederek, çalıştığı gazeteye ulaştırmasını rica eder. Gazeteye ulaştırılan şiir gazete tarafından yayımlanır. Ve olanlar olur… Şiir savaşan askerler ve savaştaki sevdiklerini bekleyenler arasında bir fırtına gibi eser. O yıllarda savaşta ölen hemen hemen bütün askerlerin ve subayların cebinden aynı şiir çıkar: Bekle beni… Şiir halk arasında öylesine büyük etki yaratır ki Rusya’da kutsal metinler dışında en çok okunan metin olma özelliğini kazanır. Daha sonra ağızdan ağıza yayılarak değişik melodilere bürünen şiir, hepsi hüzünlü pek çok şarkıya güfte olur. Şarkılar öyle popüler olur ki Simonov mektubunun gazeteye ulaşıp ulaşmadığını bile bilmezken, bir gün cephede kendi şiirinin bestelenmiş halini bir askerin ağzından duyar. Bekle kızgın sıcaklar içinde, Karlar savrulurken bekle beni “Yalnızca seninle ben, ikimiz Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz” O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği. Kimseler beklemezken Beni beklediğini. Nihayet savaş biter, Simonov büyük bir heyecanla Valentina’nın yanına gider ve 1943 yılında evlenirler. Simonov’un savaşta olduğu bu özlem yıllarında Valentina artık Sovyet sinemasının en ünlü oyuncularından biridir. Savaşın tüm hızıyla sürdüğü o günlerde yaşam, insanlar, ilişkiler de değişmiştir, ama Simonov sanki hâlâ Stalingrad cephesinde yaşıyor gibidir. Uğruna ölümlere gidip geldiği, sadece ona kavuşmak umuduyla hayatta kalabildiği kadını artık pek tanıyamaz O hâlâ ılık bir yaz gününde geride bıraktığı sevdiği o kadını görmek ister ama göremez. Valentina’nın uçarı ve aykırı bir hayat sürmesi, ortalıkta bazı dedikoduların dolaşması Valentina’ya olan aşkını zerre kadar azaltmaz. Ancak günün birinde yaşananlardan etkilenip, canı kadar sevdiği bu kadını incitebileceğinden korktuğu için, 1957 yılında hiçbir açıklama yapmadan onu terk eder ve bir daha hiç geri dönmez. O günden sonra Simonov kendini yazmaya verir. Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitaplarını yazar. Sovyet Yazarlar Birliği başkanı seçilir, Türkiye de dahil birçok ülkeye gider. 1975 yılında Valentina öldüğünde cenazesine bile gitmez. Ama cenazenin ertesi günü Valentina’nın mezarında, üzerinde “Bekle Beni” şiirinin yazılı olduğu, çiçeğin birine iliştirilmiş bir kağıt parçası bulunur. Simonov, sevdiği kadını daha fazla bekletmeden, sadece dört yıl sonra 1979 yılında hayata veda eder.

  • SABAHIN SELAMI VAR

    Semihat KARADAĞLI * sözcükleri kalbinde tarttı kırpıp konfeti gibi sabaha serpti masada sıcak çörekler tıklım tepiş tabaklar fazla yiyemeyeceğim kilo alıyorum diye kıkırdadı masadan kalktı kadın sürükleyip gülümsemesini... tabaklar dolusu yiyecekler hop dedi çöpe gitti minicik gagalı serçelerle karnı sırtında aç çocuklar üşüştü sıyırdı masada kalan sabahın endamını selamlayan çıtır gevrekten dökülen susamlarını…

bottom of page