top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • Günün Onuruna...

    Şenol YAZICI * Bugün 14 Şubat. İster ÖYKÜ olsun konu, ister SEVGİLİ...İşte onların günü. İster hediye almaya gelecek müşteriyi bekleyen tüccar ol, ister okumak için kırmızı karı bekleyen okur...ya da annesini babasını anmak için senenin en tenha gününü bekleyen evlat... Ya da pandemi biterse "mars"a çadır kuracak siyasetçi... Bir yıl boyunca sevgiyi, sevdiğini anımsamayan insan ne yapacak ki 365 günün eksikliğini giderecek? Var mı öyle konsantre tarz... Yok öyle bir şey,... ...mış gibi yapmak serbest, ama yok öyle bir teknoloji henüz... Sen ne dersen de: Adı HAYIRSIZdır onun... Bu günün belki de tek özel anlamı var; o da acaba bir sahici sevenim ya da sahiden sevdiğim var mı, diye düşünmenin hem fırsatı, hem de tam zamanı... Gündelik hayatta öğrendiğimiz kurnazlıklarla yedi düveli idare ediyoruz işte... Bizim dediğimiz sevgili; Anne gibi kerem Gibi... Yoksa; Elini tez tut... Sevgisizlik yani birini aşkla sevmeden ya da birisince aşkla sevilmeden geçerse ömür, onu tümden ziyan say... Çünkü bir İnsanın erişebileceği en yüksek dağdır sevgili... ancak yaşanırsa anlaşılan... olanlara selam olsun... 14.02.2018, maviADA, Şenol YAZICI * * İhtiyaç varsa ÖYKÜ GÜNLÜKLERİ İHTİYAÇ varsa Sevgi GÜNLÜKLERİ

  • KÜSKÜN YÜREK

    Niyazi UYAR* Küsecek kadar bir dost bulmak, bir saat, iki saat, bir gün, iki gün, bir zaman küs kalabilmek… "İnsan kime küser, sevdiğine değil mi? Sen diyeceksin ki, insan sevdiğine küser mi?" Peki sen hiç tanımadığın, yüzünü bile görmediğine küser misin? Bu ne demektir, hani derler ya, Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış! "İnsan tanımadığına, hayatında varla yok arası olan biri için kendini üzer mi, ona dair yüreğinin yara almasına izin verir mi? Ben arkadaşıma, anneme, eşime küstüm… Bunu da senin baktığın pencereden değerlendirsem bile, yine de sevdiğine küser. İnsan gündelik yaşamda iletişim içinde olduklarıyla ters düştüğü olur, benim de ters düştüklerim oldu. Hatta o kadar ters düşdüklerim 0oldu ki, utanmasak yumruk yumruğa kavga edecektik!" “Evet öyle de benim demek istediğim bu değil…Peki nasıl, de o zaman mı diyeceksin? Şöyle ki, insan sosyal bir varlık değil mi, bu konuda hem fikir miyiz?” “…” “Biz yaşadığımız sosyal çevrede, iletişim içinde olduklarımızla çıkar çatışması içinde olmamız doğal değil midir? İşte buna sebep insan kızar, öfkelenir, küser. Bu başka, bu insanın toplumsal bir varlık olmasına istinaden açıklanabilecek bir şey!” “Eeeee, senin insan sevdiğine küser, hipotezinden tam olarak ne demek istediğini anlamadım ben?” “Şu demek, insanın sevdiğine küsmesi…” “Hadi patlatma insanı, ne diyeceksen de!” “Demem o ki, sevmek ibadettir, sevmek inançtır, sevmek uğrunda ölesi gelmektir! Sevgilinin adını duyduğunda, birden hayali karşında canlanıverir ya, işte o zaman kalp atışların hızlanıverir ya, nefes alışverişin düzensizleşir; ölecek gibi olursun ya, bir de kıymet verdiklerin vardır ya!” “Eh biraz anlar gibi oluyorum, fakat tam değil, biraz daha açıklama, örnekleme yapman lazım!” “ Mesela canımın içi, küstün gittin, konuşmuyorsun, küstün gittin, yakıp geçtin, yıkıp gittin! Buna derinlerden derinbir şey aramanın ne gereği var? Çevre yanımız, canlı cansız doğanın nimetleriyle müteşekkil. Sen, ben onlarsız olamayız. İnsan bir erkekle bir kadının ürünüdür. Sevsinler, sevmesinler birbirlerini. Bir gece, bir an, bir gün bir araya gelip halvet oluverirler ya. Aradan bir zaman geçer, dokuz ay veya dokuz ay on gün, buna sebep dişinin büyüyen karnından yeni bir kuşak gelir dünyaya…" “Lafı dolandırıp duruyorsun, benim bildiğimi, herkesin bildiğini, sözcük oyunlarıyla satmaya çalışıyorsun, yani laf cambazlığı yapıyorsun!” “Bak canımın içi, bak şimdi o bir gelse, bir baksa, bir selam verse; işte o zaman gör sen bendeki aşkı, işte o zaman gör bendeki beyni, bendeki yüreği. Bu yürek ne güne vuruyor, bu kalp ne yöne atıyor işte o zaman gör sen beni! Yaaa işte bu yürek artık, tık tık diye atmıyor. Bu yürek kör, bu yürek dilsiz, kaç gün, kaç gece, yalnız, yapayalnız geçti, bilir misin? Bu yürek küs, bu yürek sevdiğine küsmüş, bu yürek kıymetlisine, bizim ki dediğine, benim canım dediğine, benim yoldaşım dediğine. Bu yürek bizim kız dediğine de küs, bu yürek kardeşim dediğine de küs, abi, abim, sen bizim abimizsin, canımızsın, sen bizim için şans diyenlere de küs. Şimdi anladın mı Hani demişler ya bu gözler neler gördü, bu kulak neler duydu, ne akıl almaz şeylere şahit oldum? Boşuna demememişler onun çiğ süt emmişliğini, bir de bu kapitalist üretim ilişkileri var ya, adam satışları her devirde yığınladır, son yıllarda en üst seviyede” “Hiç bu pencereden bakmadım!” “Ya işte böyle canımın içi, yüreğim ne zaman köreser bilmiyorum; bu yürek dargın!" “Yani?” “Yanisi, çevre yanımdakilere küserim de darılırım da gelir geçer! Benim küskünlüğüm, yüreğimin sesine ses olmayana, kalbimin istikametinde istikamet bilmeze, kalpsize, gören gözü görmeze, duyan kulağı duymaza. Canım dediğim, dostum dediğim, yoldaşım dediğim...İşte buna sebep küstür benim yüreğim. İşte buna sebeptir kalemimin öfkesi, işte buna sebeptir küskünlüğüm. Ne demiş şair: Kör olmada gör beni!" "..." "İşte buna sebep küskünlüğüm!”

  • Bir KATRAN ve TÜY Öyküsü

    Red Kit okuyanlar bilirler. Kumarda hile yapanları, ilaç diye çeşme suları satanları cezalandırmak için çırıl çıplak soyup önce katrana, ardından kaz tüylerine bularlardı. Sonra da kısa bir ray bulur, el ve ayaklarından bağlayıp üstüne astıkları talihsizi dolaştırırlardı. Bu tuhaf, bildiğimiz cezaya hiç benzemeyen, insanda karşı konulmaz bir gülme isteği uyandıran eylemin salt çizgiroman çizerinin eşsiz bir hayal gücü ürünü olduğunu, hayatta bir karşılığı olmadığını sanmıştım çok zaman. Oysa; Karalama ve tüylenme, gayriresmî bir şekilde adalet veya intikam sağlamak için kullanılan bir umumi aşağılama ve cezalandırma biçimiydi. Feodal Avrupa'da ve Yeni Çağ’daki kolonilerinde, ayrıca erken Amerikan hudutunda çoğunlukla bir tür çete intikamı olarak kullanıldı. Amerikan Tarihinde Resmi Uygulamaları da Görüldü Minnesota, Luverne'den Alman-Amerikalı çiftçi John Meints, 1. Dünya Savaşı sırasında, savaş tahvillerini desteklemediği iddiasıyla Ağustos 1918'de katran ve tüye bulandı.[1] Minnesota tarihçileri bu olayı Birinci Dünya Savaşı sırasında Minnesota'daki yerlilik ve Alman karşıtı duyarlılığın bir örneği olarak gösterdiler.[2] Ölüm yok, kan yok, ama çarpıcı... Çünkü cezanın anlamı kişi yaşarsa ortaya çıkıyor, inanılmaz bir rezillik, kaldırılır gibi değil. Özetle bir protesto eylemi, ama önce yakıştıramama, şaşkınlık, kınama ünlemi de... Gerçekten edebiyata yakışır bir ironi taşıyor, başlıbaşına bir metafor da... * CHP'de yenilikçiler, yanı ÖZEL ve arkadaşları, beklenilen değildi, sadece seçim sonrası bir yangın yerine dönen CHPnin daha fazla kankaybına uğramasını engelleyecek bir çıkıştı. İnsanlara umut verdiler, gerçek rasyonel bir değişimin habercisi olacak gibiydiler başlangıçta. Bir ölçüde başardılar da... Tayyip Erdoğan karşısında hiç de küçünsenmeyecek %48 oranında oy alan, ama sonuçta kazanamayan, "Değişim gerekliyse onu da ben yaparım, ama şimdi değil seçimden sonra..." diyerek ipe un sermeye çalışan Kılıçdaroğlu'nu deyimin tam anlamıyla yakapaça alaşağı ettiler. Keşke karşılarına duvar gibi dikilen yerel seçimler bu kadar yakın olmasaydı... Çünkü bir partinin liderinin gerçek mihenk taşı seçimdir. CHP kamuoyu, açık çek vermiş gibiydi, olabilecek kimi hatalarını görmezden gelmeye hazırdılar, sonuçta işin acemisiydiler. Ciddi bir seçim onları bekliyordu. Tam bir performans sınavı olacaktı. Seçmenin afedemeyeceği bir şey vardı; seçimde ellerinde de olanları da kaybetmek. Esas olan budur. Bir partinin lideriysen kullanacağın yöntemlerden daha çok seçimde göstereceğin başarı seni ayakta tutar. Bu sağlanamıyorsa Kılıçdaroğlu'nda olduğu gibi izlediğin yollar ve yöntemler tartışılmaya başlanır. İlk ciddi acemiliği Eskişehir'in efsane belediye başkanı Y. BÜYÜKERŞEN'de sergiledi yeni yönetim. 25 Yıldır başkan olan Büyükerşen, Eskişehir'de bir olmazı olur yapmış, ülkenin hiçbir yerinde CHP tarihinde olmayan bir başarıya imza atmıştı. Ne varmış 84 yaşındaysa? Yaşlılığından dolayı tasfiye edildiğini ve kırıldığını ilan ederek bıraktı koltuğu. Sonra İzmir... İzmir ki CHP'nin kesin başarılı olacağını düşüneceği birkaç ilden biri. Başkanın belirlenmesi büyük sıkıntı oldu. Varolan belediye başkanı Tunç Soyer'ın aday gösterilmeyişi medyada açık protestolara neden oldu, belirlenen yeni aday da profili düşük bulundu, herkesin olumlu oyunu alamadı. Çankaya belediyesinden memnuniyetsizlik sesleri yükseliyor, aday gösterilmeyen birçok CHPli belediye başkanı da türlü suçlamalarla CHP'den istifa ediyor gürültüyle. Belki de doğal bunlar, ebedi başkanlık diye bir şey yok ki... Daha irili ufaklı bir çok sorun kaynıyor CHP kazanında, ama biri var ki tek başına çarpıcı bir örnek olmaya aday... O da Hatay... CHP adaylığı tartışmalı hale gelen varolan belediye başkanı Lütfü Savaş'ı aday gösterdi yeniden. AKP ile siyasete başlayan Savaş, sonraki iki dönemde CHP'den Hatay Büyük şehir belediye başkanı olmuş. Tıp fakültesinin kurulmasında da rol alan Savaş, deprem sonrası oluşan kaos ortamında depremzede Hataylıların bazılarının yakındığı biri haline gelmiş. ÖZGÜR ÖZEL'DEN AÇIKLAMA ALTERNATİF BULAMADIK Konuyla ilgili Gazeteci İsmail Saymaz'ın sorularını yanıtlayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel, "Kırsaldan acayip oy alıyor ve başka isimleri koyduğumuzda kaybediyoruz. Alternatif bulamadık." dedi. "Çok uğraştık, dört kez ölçtük." diyen Özel, depremde sorumluluğu var mı sorusuna, "Deprem meselesinde nasıl bir sorumluluğu var, onu bilmiyorum. Ben Hataylılara sordum. Sonuçta kaybetmek üzere bir şey yapamam ki. Beş birim oy çıkıyorsa, üç birim çıkanı koysan seçimi kesin kaybedeceksin. Burada Lütfü Savaş kesin kazanıyor gibi görünmüyor ama kazanabileceği görüşü çıkıyor." açıklamasında bulundu. Beri yandan Hataylılardan medyaya erişim şansı bulanların oluşturduğu kamuoyu tepkili. "Lütfü SAVAŞ olmasın da kim olursa olsun. CHP başka birini aday göstersin biz üzerimize düşeni yaparız," diyorlar. Hatay'da geçen seçimlerde ağırlıklı CHP. Belli ki deprem travmasının derin etkisi var, bir kurban arandı ve 3 dönemdir belediye başkanı olan Dr. SAVAŞ bulundu. O da istifa etmeyi kabul edecek gibi durunca... İşin aslı ne, kim bilebilir. Türkiye tarzı siyaset bu; hasımlarını yenmek üzerine kurulu değil, yemek üzerine kurulu. CUMMHURBAŞKANI, Hatay'da yaptığı konuşmada " Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez." dediği herkesin bildiği. Deprem sırasında herkesin tanıdığı aslen Hataylı olan futbolcu Gökhan Zan iyi partiden ayrılıp İşçi Partisinin milletvekili adayı oldu. Görünen Hatay'da işler zora sokuldu. Her ne kadar akla, CHP oylarının en yüksek olduğu kentlerde sorun mu arıyor, geliyorsa da bu çok haklı bir soru olmayacaktır. Bir kentin tabanında o ilgi varsa adayların çokluğunu açıklamaya yeter. Şunu anlamak zor değil, her kararın yandaşı olacağı gibi karşıtı da olacaktır. Bunu görmek için lider olmaya gerek yok, sadece biraz yaşanmışlık istiyor. Liderler galiba buradan sonra belli oluyor. Kaybedersen hele... KILIÇDAROĞLU 2 PUAN DAHA ALSAYDI kimse yöntemlerini sorgulamayacaktı, ne var ki alamadı ve her yaptığı göze batar bir kusura döndü. Yerlerinde olmak istemezdim. Ne var ki unutmamalı ki orda olmaya heveslenen de onlar. Bir yığın emekle ve hevesle oraya geliyorlar, başarılı olurlarsa nimetlerini de tepe tepe kullanıyorlar. O halde sonuçlarına da razı gelmeliler. Cumhurbaşkanlığı sistemi ikiden fazla, çoklu adayı kaldırabilecek bir sistem değil. AKP ve KILIÇDAROĞLU bunun bilincindeydi, o nedenle hiç kan benzerliği olmayan bütün partilerle iş birliği yaptılar ve son seçim kıran kırana geçti ve ikinci tura kaldı. Peki şimdi değişen ne var ki CHP''nin iki görünür genç lideri "bizi seven gelsin," modundalar. Şu anda en büyük parti hala AKP. Böylesi bir seçim sadece AKPnin işine yaramaz mı? Bir yanım " Yetti artık, seçmenini mecbur sanan CHP bir ince ayarı hak etti, belki alacağı yenilgiyle burnu sürter, bundan sonra haddini bilir," derken, öteki yanım eski alışkanlığıyla kaygılanmaktan vaz geçmiyor. Onu bunu bilmem ama bu değişim türküsüyle işi götüreceğini sanan CHP, UMALIM spontane, ama müthiş pragmatik, "Vallahi, billahi değişimi de getireceğim, bana seçim sonrasına değin zaman verin..." diye feryat ederek giden, Erdoğan'a karşı bile hiç yalansız %48 oyu ne yapıp edip bulan Kılıçdaroğlu'nu mum yakıp arar duruma düşmez ... Tabi o gün ,gelmesin de, ama gelirse, halkın da infialle, aklı başında gözüken, büyük büyük laflar eden, ama herhalde deneyimsizliğin kurbanı olan kimi CHPli YÖNETİCİYİ katran ve kaz tüyüne bulayıp dolaştırdığını düşünmek istemiyorum...

  • KAYNAK

    The Fountain, üç farklı zamanda biriminde, bir adamın sevdiği kadını kurtarmak için başından geçen bin yıllık serüveni konu almaktadır. 15. yüzyılda İspanya'da yaşayan Tomas ölümsüzlük verdiği sanılan efsanevi bir çeşmenin arayışına çıkar. Günümüzde, Tommy Creo isimli bir bilim adamı, kanser olan eşi İzzy'yi kurtarabilmek için umutsuzca bir tedavi yöntemi keşfetmeye çalışmaktadır. 25. yüzyılda, astronot olan Tom ise uzaydaki gezintisi sırasında kendisini çok uzun sürelerdir rahatsız eden olayların arkasındaki gerçekleri keşfeder. Bu üç adamın hikayesi tek ve ortak bir gerçeğe uzanmaktadır... * Kaynak (İngilizce: The Fountain) yönetmenliğini Darren Aronofsky 'nin yaptığı başrollerini Hugh Jackman ve Rachel Weisz 'in paylaştığı tarih, din, bilimkurgu ve fantastik öğeleri harmanlayan 2006 yapımı Amerikan romantik drama filmidir. Filmde ilk etapta Brad Pitt ve Cate Blanchett oynayacaktı ancak Warner Bros. başlangıçta 70 milyon $ olan filmin bütçesini daralttığı için yönetmen 35 milyon $ lık yeni bütçeyle başrollerde Hugh Jackman ve Rachel Weisz 'le filmi çekmiştir. Film 22 Kasım 2006 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada 'da sinema salonlarında gösterime girmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'da 10.144.010 $ ve diğer bölgelerde 5.761.344 $ olmak üzere Dünya çapında toplamda 15.978.422 $ hasılat elde etmiştir.

  • BİNBİR GECE MASALLARI

    Nurten B. AKSOY * Uzun zamandır güzel yurdumda olanları görüp yaşadıkça kahroluyorduk, ama onlar meğerse hiçbir şey değilmiş. Şimdi bir haftadır adeta kıyameti yaşıyoruz milletçe, gözümüzde yaş kalmadı, yüreğimiz parça parça. Tek tesellimiz enkazdan hayata tutunup, sağ kalanların çıkarılması. Bir de her şeye rağmen tek yürek olan insanımızın merhameti ve dayanışması... Bugün yaşadıklarımızı gördükçe aklıma Binbir Gece Masalları geldi. Hani Şehrazad adında bir kadın vardı, ülkenin birinde. Ölümden kurtulmak için her gece hükümdara masallar anlatır, sabaha karşı masalı en heyecanlı yerinde keser ve o günü ölmeden atlatırdı. Aslında efsane hepimizin bildiği gibi şöyle: Hikayeye göre; Fars kralı Şah Şehriyar Hindistan ile Çin arasındaki bir adada hüküm sürer. Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenince çok öfkelenir ve tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bu olay bir süre böyle devam eder gider… Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikâye dinlemeden uyuyamadığını söyler ver her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikâyeler anlatmaya başlar hükümdara; ama tam şafak vakti geldiğinde, hikâyenin en heyecanlı yerinde, hikâyeyi anlatmayı keser. Hikâyenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikâyeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. İşte böyle her gece bir önceki masalın devamını anlatıp, yeni bir hikâyeye başlayan Şehrazad, yine tan vakti geldiğinde hikâyenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Sona gelindiğinde ise evliliklerinde uzunca bir süre geçer ve Şehrazad üç erkek çocuğu doğurur krala. Böylece kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri diner, Şehrazad'ın sadakatine inanır. Şimdi belki içinizden nereden çıktı bu "Binbir Gece Masalları" diye geçirebilirsiniz. Şöyle bir düşündüm de aklımın erdiği demlerden beri birileri bize hep masallar anlatmış. İktidarlar güçlerini sürdürmek, hayatta kalmak, yitip yok olmamak adına tıpkı Şehrazad gibi halka hep masallar anlatmış, anlatıyor ve daha da anlatacak... Özellikle son yıllarda öyle masallar anlatılıyor ki uykumuz geliyor, eğer uyuyup kalırsak yok olacağız, bir daha uyanmamak üzere... Aslında bu yirmi yılda Binbir Gece Masallarının rekoru çoktan kırıldı, biz bilmem kaç bin gecedir masal dinliyoruz, üstelik çağın gereği, dinlerken izliyoruz bir yandan da yarı uykulu gözlerle. Şehrazad uzun yıllardır iktidarda aslında, şimdilerde o "SULTAN" olmuş, halkını uyutuyor, ama bu sefer halkını uyuturken yine kendini kurtarma derdinde. Halkın ise hükümdar gibi, uyutulduğundan haberi yok; sessizce, tevekkülle uyuyor, uyuyor, uyuyor... Her gece yeni bir masalla tatlı uykulara dalıyor millet. "Biz şunları yaptık, biz çok güçlüyüz, dünya gücümüze hayran, herkes bizi kıskanıyor, en büyük biziz, en güçlü biziz..." Oysa daha deprem olmadan bile binalar çöküyor, madenler göçüyor, önlenebilir afetlerde insanlar yok oluyordu, Şimdi ise gerçek cehennemi yaşıyoruz, insanlar diri diri toprağa gömüldü adeta, sağ kalanlar mı, onlar anasını, babasını, evladını kaybetmiş birer canlı cenaze... Bir devir düşünün ki iktidarı seçenler KAHRAMAN, seçmeyenler TERORİST sayılıyor... Bir yandan halka sürekli parmak sallayarak "bak karışmam haaa" diye bağırıyorlar, bir yandan "sürtük, şerefsiz" diye... Uyuyor insanlar, millet uyuyor tatlı bir uyuşukluk içinde... Oysa onlar uyku mahmurluğundayken BİRİLERİ yıkıyor, kırıyor, parçalıyor, çalıyor, çırpıyor, öldürüyor... Hem de hiç acımadan; çünkü kendi yaşamaları buna bağlı. Uyku tutmayanları, sesini çıkaranları, baş kaldıranları yok etmek adına her gün yeni masallar uyduruyorlar. Oysa BİRİLERİNİN bilmediği ya da unuttuğu bir şey var aslında; mutlaka her gecenin bir sabahı vardır, karanlıklar kıyamete kadar sürmez ve güneş bir gün uyuyanların üzerine de doğar ve onları da uyandırır elbet...

  • Milyarlık Sevgiler

    Nurten B. AKSOY * Günlük sevdaların, saman alevi gibi sönen sevgilerin, sanal aşkların yaşandığı “Ah, nerede o eski sevdalar!” diye hayıflandığımız demlerde; geldi geliyor, sattık satıyoruz, aldık alıyoruz derken bir sevgililer gününe daha kavuştuk. Anlamına ve masumane içeriğine baktığımızda duygu yüklü güzel bir gün gibi görünen sevgililer günü belki de kapitalist sistemin en çok pirim yaptığı, kazanç sağladığı birkaç özel günden biri. Haberlerde sunulduğu gibi tam “9 milyar liralık sevgililer günü… Böylesi güzel bir gün için iyi bir girizgah değil belki ama kapitalizm dediğimiz canavarın, aşk ya da sevgi gibi en hassas olduğumuz duyguları kullanarak insanlara bazı şeyleri dayatmasına gönlüm bir türlü razı gelmediğinden içimden gelen birkaç şeyi yazmak istedim... Duygu dozu abartılmış cicili bicili, kalpli, çiçekli, tek taşlı çeşitli reklamlarla günlerdir insanlara hediye alınmasının gereği anlatılıyor ve psikolojik yönden insanlara bu dayatma yapılırken sevgilisi olmayanların ya da bir şeyler almaya gücü yetmeyenlerin yaralarına tuz basılıyor sanki... Gerçek sevgilerin hiçbir zaman maddi bedellerle gösterilemeyeceğine inanıyorum. Bu nedenle de böylesi sevgilerin bir güne sığdırılmasını ya da yaldızlı reklamlarla insanlara dayatılmasını içime sindiremiyorum. Her tür sevginin ve gerçek aşkın kutsal olduğuna, sevgilerin pahalı hediyelerle anlatılamayacağına inanıyorum. Herkes kendince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor bugünü kutlamak adına. Ben ise sokaklarda gezip durum tespiti yapmayı seviyorum böylesi günlerde. Örneğin geçen yıl Kadıköy’ün ünlü Bağdat Caddesine çıkmıştım. O koca cadde bir "Aşk yoluna” dönmüştü adeta. Her köşe başında renk renk ve mis kokulu çiçekler satan çiçekçi kadınları, ışıklarla bezenmiş vitrinleri, birbirlerine sarılarak yürüyen ya da kafelerin kuytu köşelerinde fısıldaşan gençleri izlemiştim gülümseyerek... Bu ışıltılı görünümlerin arasında ellerinde son derece özensiz, belli ki mecburiyetten yani "günün anlam ve önemine" uyularak alındığı belli olan birer çiçek demeti veya saksısıyla ayaklarını sürüyerek yürüyen orta yaşın üstündeki beyler dikkatimi çekmişti. Yüzleri asık, omuzları çökmüş, bezgin ve bıkkın evlerine doğru giderken "Bu yaşımızda bu da mı gelecekti başımıza?" dercesine yürüyorlardı. Güldüm kendi kendime, bu çiçekler evdeki huysuz hanımların dırdırından kurtulmak için mi yoksa "mahalle baskısı" yüzünden mi alınmıştı acaba? Belki de ben yanılmıştım, belki de o çiçekler solmaya yüz tutmuş ömürlerin sevgi çiçekleriydi kim bilir?

  • BADEM AĞACI

    Nurten B. AKSOY * Nihayet kış mevsiminin sonuna yaklaşıyoruz diye beklerken, üç dört gündür birdenbire bahar geliverdi sanki. Oysa daha cemreler bile düşmedi suya, havaya, toprağa... Şubat ayının ortasındayız henüz, ama havada bir mayıs edası... Dallar kıpırdanmaya, kabarmaya başladı bile. Ama biri var ki hep aynı tuzağa düşen, hep aldanan, hep vaktinden önce bahara kavuşmak isteyen ben, yani badem ağacı... Evet, ben badem ağacı; aceleci, şaşkın, talihsiz ve zavallı... Baharın müjdecisi derler bana; ilk ben tomurcuklanırım, ilk ben açarım pembe pembe... Daha bahar gelmeden biraz ısınan havalara, yalancı baharlara kanarım hep. O gövdemi saran güneş ışınları, dallarımı okşayan ılıklık yüreğimi yumuşatıverir hemen, kıpır kıpır olur içim... Yapraklarım daha gövermeden tomurcuklarım patlayıp açılıverir. Bir görsel şölene döner görüntüm, tüm bakışları üzerine toplayan... O pespembe çiçeklerim sarmalar dallarımı. Mutlulukla açarım kollarımı gökyüzüne doğru, bahar geldi diye haykırırım. Sonra, sonra birden bire o yalancı bahar yeniden kışa bırakır yerini. Kara bulutlar önce güneşin ışıklarını örter, sonra kaplar bütün gökyüzünü, mavilikler siyaha döner. Acı bir rüzgar esmeye başlar inceden, fırtınaların habercisi olan, ardından kar düşer dallarıma, çiçeklerimin üstüne... Kolumu, kanadımı kırar fırtına, çiçeklerimi dondurur kar ve buz. Yaralı, kırık ve bitkin öyle girerim ben her seferinde gerçek bahara, bir yanım eksik... Ah insanoğlu ah! Hiç ibret almaz mısın benden, yüreğini ısıtan her güneşe açarsın içini. Hep umutlarının üstüne karları yağdırır, hep eksik, kırgın erişirsin bahara... Belki de baharı göremeden karışıp gidersin toprağa... Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • Romanlarıyla Tanıdığımız Yılmaz KARAKOYUNLU Aramızdan Ayrıldı

    (26 Nisan 1936, İstanbul - 11 Şubat 2024, İstanbul), Türk siyasetçi ve yazardır. Yaşamı ve Eğitimi 26 Nisan 1936 tarihinde İstanbul'da doğan Karakoyunlu, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesini 1955 yılında, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini 1959 yılında bitirdi. Georgia Üniversitesinden MBA derecesi aldı. Michigan Üniversitesinden "Effective Management" Sertifikası sahibidir. Doktorasını İstanbul Üniversitesinde tamamlamıştır. Çalışma Hayatı Kısa bir süre müfettişlik yaptıktan sonra Devlet Planlama Teşkilatına girmiştir. Finansman Şubesi müdürlüğünü üstlendi. İstifa ederek özel sektöre geçti. Yönetim kurulu üyeliği, başkanlığı, genel müdürlük ve genel koordinatörlük görevleri üstlendi. Batışıyla Türkiye'nin bir dönem ekonomisini ve siyasetini temelden sarsan Banker Kastelli şirketlerinin Genel Koordinatörlüğünü yapmıştır. Banker Kastelli namıyla bilinen Cevher Özden'in genel koordinatörüyken gözaltına alınmıştır. Siyasi Kariyeri TBMM XX ve XXI. Dönem İstanbul milletvekilidir.[8] Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. Ecevit Kabinesinde devlet bakanı ve hükûmet sözcüsü olarak TRT, Anadolu Ajansı, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Özelleştirme İdaresi Başkanlığında sorumlu olarak görev aldı. 2014 yerel seçimlerinde CHP'den Urla Belediye meclisi aday listesinde ilk sırayı almış ve meclis üyesi seçilmiştir. Ayrıca İzmir Büyükşehir Belediye meclisi üyesi de olmuştur.[9] Yazarlığı ve Edebi Kariyeri: Salkım Hanımın Taneleri romanı ile 1989 Yunus Nadi Roman ödülü birinciliğini kazanmıştır. Üç Aliler Divanı, Güz Sancısı, Çiçekli Mumlar Sokağı, Yorgun Mayıs Kısrakları, Ezan Vakti Beethoven, Mevsimler Eskidi Biraz isimli romanları Doğan Kitap tarafından yayınlanmıştır. Şiirlerini O Hayal Aynasından ve Rubailer isimli kitapta toplamıştır. 1999 yılında Edebiyat Alanında Mevlana Büyük Ödülüne layık görüldü. 2000 Yılında Nokta Dergi Edebiyat alanında Doruktakiler ödülüne layık görüldü. 2005 yılında yayınlanan Yorgun Mayıs Kısrakları isimli romanıyla Türk siyasi tarihinin siyaset ve sanat kadrolarının aşklarını ve mücadelelerini değerlendirdi. 2010 yılında yayınladığı Serçe Kuşun Sonbaharı isimli romanında Şeyh Bedrettin'in hayatını ve sosyal tesirlerini romanlaştırdı. 2011 yılında Doğan Egmont tarafından başlatılan çocuk romanları serisinde yayınlanan Serin Kızın Gökkuşağı isimli kitabını yayınladı. 2012 yılında Doğan Kitap tarafından yayınlanan Mor Kaftanlı Selanik isimli kitabında Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadeleyi romanlaştırdı. 2013 yılında Ekinler Gece Büyür isimli öykü kitabı Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Oyunları arasında olan Önce İnsan, Zirveden Sonra, Altın Huylu Doruklar, Romanos Diogenes, Ok ve Yay, Mavi Saplı Hayaller ve Kuzguncuklu Fazilet oyunları sahnelendi. Güz Sancısı romanı ve Zirveden Sonra oyunu ile Türk Yazarlar Birliğinin birincilik ödülünü aldı. Zirveden Sonra / Sokullu isimli oyunu 1991 yılında Türk Yazarlar Birliği "En İyi Oyun" ödülünü kazandı. Aynı Yıl Kültür Bakanlığı Tiyatro Ödülünü kazandı. Salkım Hanımın Taneleri romanı filme çekildi. Film 1998 Antalya Film Festivalinde 6 dalda birincilik ödülü aldı ve yılın en iyi sinema filmi seçildi. 1991 yılında yazılan Güz Sancısı romanı, aynı isimle 2008 yılında filme çekildi.[1] Film 2009 yılı başında Yunanistan'ın Atina kentinde gala gecesi yapılarak seyircilere sunuldu. Bu gece münasebetiyle Güz Sancısı Yunancaya çevrilerek yeniden yayınlandı.[2] Yılmaz Karakoyunlu birçok dizide senaryo danışmanlığı görevini üstlenmiştir. Hatırla Sevgili,[3] Elveda Rumeli,[4] Karayılan,[5] Her Şeye Rağmen[6] dizileri Yılmaz Karakoyunlu'nun senaryo danışmanlığı ile gerçekleştirilmiştir. 200'e yakın Türk müziği şarkısı ve saz eserleri TRT repertuvarındadır.[7] Ödülleri Yunus Nadi Roman Ödülü (1989) Edebiyat Alanında Mevlana Büyük Ödülü (1999) Nokta Dergi Edebiyat Alanında Doruktakiler Ödülü (2000) Türk Yazarlar Birliği Ödülü

  • KİME OY VERMELİYİM?

    Yusuf AKSOY * Bu günlerde ülkenin en temel konusu 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak olan yerel seçimler konusudur. Yerel seçimde büyükşehir belediye başkanları, il ve ilçe belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il genel meclisi üyeleri, muhtarlar ve ihtiyar heyetleri belirlenecektir. Türkiye gibi ülkelerde seçimlere olan güven iyiden iyiye sarsılmış olsa da yine de ülkenin en çok konuşulan ana teması olma özelliğini koruyor. Bu konuda medya ve öğrenilmiş çaresizlik hali yurttaşı çok kolay manipüle etmektedir. Seçimler çok yakıcı gündemleri alaşağı edebiliyor. Bu durumda da siyasi iktidar kitleleri oyalama anlamında muazzam bir fırsat kazanmış oluyor. Yerine getirilmeyen önceki seçim vaatlerinin sorgulanması,  profesyonelce engelleniyor ve yeni vaatler seçmenlerin gündemi haline getiriliyor. Dolayısıyla iktidar elindeki her türlü aracı kullanarak yurttaşı kendi gerçek gündeminden uzaklaştırabiliyor ve iktidarını sorunsuzca yürütmeye devam edebiliyor. Bir bütün olarak toplumun ve içinde yaşadığımız ekolojik hayat dolayımı ile çevre ve diğer canlı paydaşlarının hak ettiği yaşantı için yurttaş bilinci açığa çıkartılmak zorunludur. Bu zorunluluğun sorumluluğu ise muhalefete aittir. Yurttaş, toplum olabilme koşulunun en temel yapı taşıdır. Toplumsal sözleşmeler paradigması gereği yurttaş, insanca yaşamak için eşit vazgeçilmez, devredilmez ve ertelenemez haklara sahiptir. Yurttaş, sadece karın doyurma ve canlılığını sürdürmek gibi sıradan hayattın ardından koşmaz. Ekolojik hayatın bilincinde olur ve tüm canlılığın eşit yaşam hakkını savunur. Bu vesile ile yerel seçimlere nasıl tutum ve davranışla gidilmesi gerektiği günümüz ve aydınlık yarınlar için çok önemelidir. Yerel yönetimler, yerelin her türden ihtiyacına çözüm bulmak ve buraları daha yaşanılır kılmak için yönetime gelmeliler. Yerel denilen bölgenin ekolojik bütünlüğü gözetilmek zorundadır. Yani çevre, evcil ve yaban hayattaki hayvan ve bitkiler toplumsal yaşamın parçası olarak görülmelidir. Çevrenin, sokak hayvanlarının ve yaban hayvanlarının yaşamının hiçe sayıldığı bir anlayış ile barış içerisinde, huzurlu bir yaşamı inşa edilemez. Bu anlayıştan yola çıkarak 2462 sayılı Belediyeler Kanunu ele alınmalı ve yerelin tüm paydaşlarıyla mutlu bir yaşam süreceği yeni düzenlemeler yapılabilmelidir. Yerel yönetimlerin o yerele gerektiği gibi faydalı olabilmek için idari ve mali yönden elleri güçlü olmalıdır. İstendik değil, gerçek ihtiyaçların yerine getirilmesi için yerel yönetimlerin halkçı bir programla çalışmaları önemlidir. Halkçı, demokratik ve denetlenebilir bir belediyecilik için de belediyelerin idari ve mali özerliği gereklidir. Belediyelerin özgür çalışabilmesi için değinilen alanlarda özerkliği olmazsa yerelin ihtiyaçları doğrultusunda sınırlı yetki ve olanaklarla çalışılacaktır. Toplum hakkını savunmak; kent hakkını, hayvan haklarını ve çevre hakkını savunmaktan geçer. Huzurlu bir kent yaşamı, kentin ranta kurban edilmemesiyle, insan ve doğal yaşama en üst düzeyde saygı duyulacak çalışmalarla mümkün olur. Halkçı, demokratik belediye anlayışında halkın yerel yönetimde söz, karar ve denetleme haklarının gerçekten var olması gereklidir. Yerel seçimlerde oylarımızı tamamıyla kamu, çevre, sokaklarımızın sakinleri olan sokak hayvanları ve kültür-sanat-spor faaliyetlerini de önceleyen hizmet anlayışı ile aday olan adaylara verelim. Sadece oy verme düşüncesi içinde olmayalım. En demokratik, şeffaf, özgür, eşitlikçi halkçı bir belediye için sokağımıza, sokak hayvanlarına, ağaçlara, yeşile, mahallemize, kentimize sahip çıkmanın gereğini yerine getirelim. Bunun gereği canla başla çalışmaktır. Unutmayalım, birlikte yaşam emek ister, güven ister, dayanışma ister …

  • YAŞAM HAKKI

    Yusuf AKSOY * Yerel seçimlere yaklaştığımız şu günlerde sokak hayvanlarına ve yaban hayvanlarına karşı yok etme amaçlı politikaları ve uygulamaları asla görmezden gelmeyelim. Canlıların ortak yaşamından yana politika ve uygulama programları ile aday olan adaylara oyumuzu verelim, onlarla dayanışalım! Bu anlayışa destek olması için Ada Günlükleri'nde yaynlanan 12Aralık 2022 tarihli yazımı yeniden paylaşıyorum. Hak kavramı, genelde sadece insan haklarını ifade eden bir kavram olarak gündeme geliyor. Oysaki insan ile beraber tüm canlı türlerinin eşit yaşam hakkı söz konusu olmalıdır. Canlı türleri içinde daha gelişkin yetenekleri olan insan türü (homo sapiens), kendine uygun yaşam koşulları ve alanları oluşturup bunları sürekli geliştirebilirken diğer canlı türlerinin yaşam haklarına müdahale etmeyi de kendine hak sayabilmektedir. Bu asla bir hak değildir ve olması gereken doğal bir durum da değildir. Aksine, diğerinin haklarına saldırıdır. Erdemli insan olabilmek, kendi için hak gördüğünü başkaları ve başka canlı türleri için de hak görebilmektir. İnsan türcülüğü politik bir tercihtir. Türcülüğe karşı türlerin eşitliği savunmak, yeni politik bir tutum almak insan olabilmenin en temel ve en önemli gereklerinden biridir. Bitki türleri kendi doğal ortamında özgürce varlığını sürdürebilmelidir. Doğa hakkı kapsamında yeşil canlı türleri olan ağaçlar, ormanlık alanlar vb. yerler keyfi ve ranta dönük olarak betonlaştırılmamalı, talan edilip yakılmamalıdır. Bitkilerin hayvanlar gibi acı duygularının olmadığı bilinmektedir. Ancak hayvanların insanlar gibi duygularının olduğu, acı ve üzüntü duydukları, sevindikleri, heyecanlandıkları, korktukları  ağladıkları ve hatta küstükleri bile bilinmektedir. Hayvan hakkı, İnsan hakkı kadar değerli ve vazgeçilmezdir. İnsanın doğada varlığı ve sürekliliği diğer canlı türleriyle eşit ve dengeli ilişkiler bütününe bağlıdır. Ancak, gelin görün ki hayatın pratiği çok farklı. Betonlaşan doğal alanlar, yakılan ormanlar, keyfi kesilen ağaçlar oralarda yaşayan hayvanları da tedirgin ve tehdit etmiştir, etmektedir. Yaban dediğimiz, insanın kirli eli değmemiş olduğu doğal alanlarda insan etkinlikleri dolayımı ile yaşama olanakları zorlaşan hayvanlar, doğal olarak insanlarca zapt edilen yerleşim yerlerinin çevresinde yaşamaya başlamışlardır. İnsan egemenliğindeki çevrede ağaçlar, kuşlar, kediler köpekler ve diğer hayvanlar için yaşam eziyetten başka bir şey değildir maalesef. Dünya genelinde hayvanların yaşantısı ve hakları ile ilgili farklı yaklaşım, farklı tutum ve davranışlar mevcuttur. İnsan odaklı medeniyetin görece daha ileri olduğu Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’nın ekonomik olarak gelişip zenginleştiği bölgelerde sokaklarda hayvana rastlayamazsınız. Neden acaba? Sadece insanı temiz tür sayan hastalıklı zihniyet hayvanları zehirleyerek, endüstriyel alanda ham madde olarak ve deney aracı olarak kullanarak soykırım yapmıştır. Günümüzde ise evlerde süs hayvanı olarak karne karşılığında bakılmasına izin veriliyor. Kontrollü üremeye izin verilenler ise deney malzemesi olarak ve kozmetik ve ilaç üretiminde ham madde ihtiyacı için planlanıyor. Kâr amacıyla tüm dünyada aşırı hayvansal gıda üretimi ve tüketimi yapılıyor. Tavuk, civciv ve balık gibi hayvanlara eziyet çektirilen kafesler içinde, zararlı hormon ilaçları verilerek çok hızlı üremeleri ve yumurtlamaları sağlanıyor. Kimyasal döllenmeyle yani bir şekilde istismar yoluyla inekler yavrulatılıyor. Yavrular anne sütünden mahrum bırakılıyor ve kimyasal yoldan beslenmeleri yapılıyor. Çünkü doğal süt bir meta aracıdır; yavrular için değil pazar için toplanmaktadır. Ülkemizde hayvanların yaşantısına baktığımızda da bir felaket manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz. Doğal yaşam alanlarından insanların yaşadığı çevrelere mahkûm edilen ve insana muhtaç edilen sayısı belirsiz hayvan potansiyeli her gün ölümle yaşam arasında ince bir çizgide, sınırlı, eziyetli bir yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden bu yana hayvanların dez avantajlı durumu içimizi yakmaktadır. Toplu köpek, at ve eşek katliamları hafızalarımızdan silinmiyor. Yukarda da vurguladığım gibi insanın edimleri sonucu aynı çevresel alanlarda yaşamak zorunda kalan hayvanların büyük çoğunluğu eziyet örüyor. Bu eziyet ve işkence çok yönlü olarak bu canlara karşı uygulanıyor. Devletin sorumluluğunda olan Konya Barınağı’ndaki görüntü hayvan sever tüm toplumları şok etmiştir. Onlarca çalışanın seyrederek suça ortak olduğu ve bir çalışan tarafından kafasına kürekle vurularak öldürülen köpek ülkemizdeki hayvanlara karşı uygulanan resmi ve geleneksel tutumu gözler önüne tekrar sermiştir. Devletin ve yerel yönetimlerin denetimlerindeki barınaklar işkence ve ölüm barınaklarına dönüştürülürse, sokaklardakilerin başına gelecek hallerini bir düşünelim. Dün sokak köpekleri ve kediler sokak ortasında zehirlenerek, vurularak, diri diri gömülerek yok ediliyordu, bugün değişen ne oldu acaba? Aynı katliam ve aynı cinayet yöntemlerine yenileri eklendi: Konya’da ve göremediğimiz başka birçok barınakta köpeklerin kafalarına kürekle vurarak öldürme, kedileri torbalara koyup torbaları hava alamayacak şekilde bağlayıp boğarak öldürme. Bunlar da yetmiyor kepçelerle kocaman çukurlar kazıp topluca gömerek öldürmeler… 2004 yılında çıkan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanlara karşı işlenen suçları kabahatler sucu kapsamında değerlendiriyor. Bu suçlar para cezası yoluyla bir şekilde affediliyor. Hayvanı öldürme, ona şiddet uygulama ve tecavüz etme gibi kabul edilemez suçlara verilen cezalar asla caydırıcı olmuyor. Mevcut yasaya sonradan eklenen sözde tutuklama ve hapis cezaları gibi cezalar var gibi görünse de bunlar para cezası yoluyla ya da iyi hal gereği doğrudan affa dönüşüyor. Hayvanların eşit yaşam hakkı için yapılması gerekenler için şu önerilerde bulunabiliriz: Hayvan haklarını savunan hayvan sever örgütlenmeler ile birlikte kapsamlı yeni bir   Hayvanları Koruma Kanunu acil olarak hazırlanmalıdır. Kanun kapsamında hayvanlara karşı suç işleyenler için kesinlikle caydırıcı ve hiçbir şartta affa uğramayacak ağır cezalar olmalıdır. Hayvanlar barınaklarda değil bulundukları yerlerde yaşayabilmelidir. Bunun için bulundukları yerlerde aşılama gibi koruyucu erken tedavi süreçleri uygulanmalı ve kısırlaştırılmalıdırlar. Bu amaca uygun olarak tüm yerleşim birimlerini kapsayacak acil tedavi, bakım ve rehabilitasyon birimleri ve ihtiyaç bölgelerine de hayvan hastaneleri yapılmalıdır. Bu birimler ciddiyetle denetlenmelidir. İlk ve ortaokullarda zorunlu Doğa ve Hayvan Sevgisi Dersleri konmalıdır.        Hayvanların eşit yaşam hakkı için toplumu bilinçlendirici çalışmalar medya ve sosyal medya araçları da dâhil edilerek sürekliği olan planlamalar kapsamında yapılmalıdır. Bazı cins tür hayvan çeşitlerinin genetiği ile oynanma pahasına çoğaltılıp ticareti yapılması engellenmelidir. Av cinayettir, yasaklanmalıdır. Av tüfeklerinin ruhsatları iptal edilmeli ve tüfekler toplanıp geri dönüşüme verilmelidir. Savaşlardan ve orman yangınlarından en çok etkilenenlerden biri de hayvanlardır. Bu öngörüyle gerekli tedbirler alınmalıdır. Hayvansal gıdalar yerine bitkisel beslenmenin önemi topluma çok yönlü olarak anlatılmalı, benimsetilmelidir. Toplumca ‘dünyanın yalnız bizim olmadığı’  bilincine pratikte de sahip olabildiğimizde erdemli insan olma ve uygarlaşma yolunda önemli bir adım atmış olabileceğiz. Köpeklerin, kedilerin ve bizimle aynı çevrede yaşayan diğer tüm hayvanların evimizin, mahallemizin, semtimizin ve kentimizin sakinleri olduğunu asla unutmayalım. Hayvanların tutsak ve eziyet edilerek kirli paralar kazanıldığı yerler olan sirkler, hayvanat bahçeleri, yunus ve diğer balık türlerinin hapsedildiği akvaryumlar, kafeslerde ölümüne tutulan tavuk işletmeleri kapatılmalıdır. Atların ölümüne yarıştırılmasına derhal son verilmelidir. Köpek, horoz vb. canların kavga yarışları yasaklanmalıdır.

  • Cem KARACA

    TÜRK müziğine emeği geçen çok sanatçımız var anılacak, hepsi birbirinden saygın hepsi birbirinden değerli, saymakla bitmez. Ne var ki bunların arasından birileri var ki birkaç kuşağın değerlerinin oluşumunda, kültürel yapılanmasında hatta siyasi anlayışında çok önemli bir yere sahiptir. Babası Azerbaycan asıllı Mehmet Karaca ve annesi Ermeni asıllı Toto Karaca (İrma Felegyan) olan CEM KARACA, o müzisyenlerden biridir. Çocukken doktor ya da mühendis olmak isteyen fakat ailesinin sayesinde müzikle iç içe büyüyen Cem Karaca, Türk rock müziğinin ve protest müziğin en önemli temsilcilerinden biri oldu. 'Namus Belası', 'ıslak Islak', 'Deniz Üstü Köpürür', 'Unut Beni, 'Sen de Başını Alıp Gitme', 'Bence Artık Sen de Herkes Gibisin', 'Tamirci Çırağı' gibi yazdığı ve bestelediği şarkılar, Türk müziğinin kült yapımları arasına girdi. Barış Manço, Erkin Koray, Fikret Kızılok ile beraber Anadolu rock müziğinin öncülerinden biri olan Cem Karaca; Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar, Dervişan gibi rock gruplarıyla beraber çalıştı. 1980 Askeri Darbe'nin gerçekleştiği yıl yurt dışına çıkan usta müzisyen, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 1983 yılında vatandaşlıktan çıkarıldı. Hakkında açılan davadan beraat edince 1987 yılında Türkiye'ye geri döndü, yasaklı olduğu TRT ekranlarına da çıkmaya başladı. Cem Karaca, sanat kariyerinin son yılları olan 2000'li yıllarda, merhum Barış Manço'nun grubu Kurtalan Ekspres ile sahne almasının yanı sıra şiir çalışmalarında bulundu. Üç film ve bir televizyon dizisinde rol alan kült isim, 100'ün ödül ve plaket aldı. CEM KARACA'NIN HAYATI "Babası Cem Karaca'nın müzik yapmasına karşıydı. Hatta adam tutup konserlerde onu yuhalatmıştı ancak Karaca bunlara rağmen müziği bırakmadı." 5 Nisan 1945 İstanbul - 8Şubat 2004 İstanbul 5 Nisan 1945 tarihinde İstanbul'un Bakırköy ilçesinde dünyaya geldi. Babası Azerbaycan asıllı Mehmet Karaca ve annesi Ermeni asıllı Toto Karaca (İrma Felegyan) olan Cem Karaca, ortaöğrenimini Robert Lisesi'nde tamamladı. Müzikle ilk tanışması annesinin teyzesi Rosa Felegyan'ın Cem Karaca'ya piyano notaları ve piyano nağmeleri öğretmesiyle oldu. Kolej yıllarındayken dünyadaki popülaritesini arttıran rock müziğine ilgi duydu. Kız arkadaşlarını etkilemek için ve arkadaşlarının istekleri doğrultusunda dönemin rock yıldızlarının şarkılarını söyledi. Cem Karaca'nın ses yeteneğini ise annesi Toto Karaca keşfetti. 1962'de Beyoğlu Spor Kulübü'nde arkadaşlarının isteği üzerine şarkı söyledi. Arkadaşları ile sahne alan Cem Karaca, daha sonra grup kurmaya karar verdi. Gruba o dönemin ünlü sanatçılarından İlham Gencer destek oldu. Usta sanatçının ilk grubu 1963'te Dinamikler oldu. Seslendirme sanatçısı Fikri Çöze'nin jübile konserinde performans sergilediler. Babası hâlâ Cem Karaca'nın müzik yapmasına karşıydı. Hatta adam tutup konserlerde onu yuhalatmıştı ancak Karaca bunlara rağmen müziği bırakmadı. Grup olarak Elvis Presley gibi ünlü rock and roll sanatçılarının klasiklerini yorumluyorlardı. 1963'ün sonunda grup dağıldı. Kısa bir süre 'Cem Karaca ve Bekledikleriniz' adlı bir grupta çaldı. Bu gruptan kısa bir süre sonra ise Gökçen Kaynatan'ın orkestrasında çaldı ancak bu beraberlik de uzun sürmedi. Aynı sene 'Cem Karaca ve Jaguarlar' kuruldu. 1965'te Altın Mikrofon yarışmasına başvurdular ancak ön elemeyi geçemediler. Karaca, 1965'te ilk evliliğini tiyatro sanatçısı Semra Özgür ile yaptı. Evlendikten 3 gün sonra Karaca, askere gitti. Askerliğine 1965 Kasım'ında Antakya 121. Jandarma Er Eğitim Alayı'nda başladı. Bu dönemde Karaca, Anadolu kültürünü tanımaya başladı. Türk ozanlarından Aşık Mahzuni Şerif ile tanıştı. 'KOMÜNİZM PROPAGANDASI' YAPMAKTAN YARGILANDI 1978'de adını Türkiye'nin iki ucu olan Edirne ve Ardahan'dan esinlenerek 'Edirdahan' adında müzik grubu kurdu. Grupla kaydettiği ilk ve son teklisi Safinaz'ı yayınladı. Bu plak Türkiye'de daha önce hiç görülmemiş olan 18 dakikalık bir rock operaydı. Safinaz adlı bir kızın kötü yola düşmesini anlatıyordu. Teklinin diğer şarkıları da Ahmed Arif ve Nazım Hikmet şiirlerinin besteleriydi. Cem Karaca, 1979'da Londra'daki dünyaca ünlü Rainbow Arena'da konser verme başarısı gösterdi. 1979'da grup dağıldı, Cem Karaca da uzun yıllar sonra ilk kez yanında bir grup olmadan solo olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde ayrıca Almanya'ya taşındı. Çoğu Nazım Hikmet şiirlerinin besteleri olan Hasret albümünü yayınladı. Mart 1980'de Sıkıyönetim Mahkemesi'nde Karaca'nın '1 Mayıs' plağı 'komünizm progandası' nedeni ile yargılanmaya başladı. Bu davada şarkıcı Cem Karaca, şarkının bestekârı Sarper Özsan ve plak şirketi sahibi Ali Avaz da suçlanıyordu. Cem Karaca, bu dönemde Avrupa turnesine başlamıştı. Dava başladıktan kısa bir süre sonra da babası Mehmet Karaca'yı kaybetti. Cem Karaca, babasının cenaze törenine katılamadı. ALMANYA YILLARI 12 Eylül Asker Darbesi sonrası Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Melike Demirağ, Selda Bağcan, Şanar Yurdatapan ve Sema Poyraz ile birlikte Cem Karaca da yurda çağrıldı. 13 Mart 1981'e kadar süre tanındı. Bonn'da yaşayan Cem Karaca, yurda dönmek için ek süre istedi. 15 Temmuz 1982'ye kadar Cem Karaca'nın süresi uzatıldı ancak Karaca, Türkiye'ye dönmeyeceğini belirtti ve süresi dolduktan sonra ise 6 Ocak 1983'te Yılmaz Güney ile aynı gün Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Cem Karaca, bir yandan da müzik hayatına devam etti. Almanya'daki müzisyen arkadaşı Fehiman Uğurdemir ile birlikte 1982'de Bekle Beni albümünü yayınladı. Bu albümdeki 'Oğluma', 'Alamanya Berbadı' ve 'Bekle Beni' gibi şarkılar Karaca'nın ülkesine duyduğu özlemi göstermekteydi. Bu albüm Karaca'nın vatandaşlıktan çıkarıldığı için medyada yer alamamasından dolayı çok fazla bilinmedi. 1984'te ise bir şarkısı dışında tüm şarkıları Almanca olan Die Kanaken albümünü yayınladı. Bu albüm Alman oyun yazarları Henry Böseke ve Martin Burkert tarafından göçmen Türkler'in Almanya'da yaşadıkları zorlukları anlatmaktaydı. Ayrıca albüm bir tiyatro oyununa da çevrildi. Karaca, albüm yayınlandıktan sonra Alman televizyonlarında albümün adı olan Die Kanaken olarak sahne aldı ve albümü tanıttı. TÜRKİYE'YE DÖNÜŞÜ 1985'te Karaca, arkadaşı Mehmet Barı aracılığıyla Başbakan Turgut Özal ile görüşerek, ülkeye geri dönme isteğini bildirdi ve Münih'e gelen Özal ile konuştu. Özal'ın olumlu yanıt vermesi ile hukuki işlemler başlatıldı. Yıl sonunda vatandaşlıktan çıkarılmasına sebep olan davadan beraat etti. 1987'de de hakkında verilen gıyabi tutuklama kararı kaldırıldı. 29 Haziran 1987'de Cem Karaca, Türkiye'ye döndü. Aynı yıl Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar albümünü çıkardı. Bu albüm o senenin en çok satan albümlerinden biri oldu. 1988'de bu albümü Töre takip etti. Bu albüm sonrası Cem Karaca, yasaklı olduğu TRT ekranlarına da çıkmaya başladı. SON ÇALIŞMALARI Şubat 2001'de Murat Töz, Barış Göker ve Cengiz Tuncer ile Cem Karaca Trio olarak sahne almaya başladı. Mayıs 2001'de ise Barış Manço'nun ölümü ile vokalistsiz kalan Kurtalan Ekspres ile beraber çalmaya başladı. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu Konserleri'nde sahne aldılar. 2002'de Yol Arkadaşları adlı grubu kurup yine onlarla sahne aldı. Ölümünden önce kaydettiği son şarkılar ancak ölümünden kısa bir süre sonra yayınlandı. İlk önce "Hayvan Terli" teklisi yayınlandı. Mehmet Eryılmaz'ın bu şarkısına Karaca'nın bir bar programında bu şarkıyı söylerken ki görüntüleri ile klip çekildi. Mayıs 2005 tarihinde, ölümünden 10 gün önce (2004) Mahsun Kırmızıgül ile kaydettiği 'Hayat Ne Garip', Kırmızıgül'ün Sarı Sarı albümünde yayınlandı. Karaca ve Kırmızıgül'ün stüdyodaki görüntülerinden oluşan bir klip yayınlandı. Haziran 2005'te ise Murathan Mungan'ın sözlerini yazdığı şarkıların yeni yorumlarından oluşan 'Söz Vermiş Şarkılar' albümünde Yeni Türkü'nün 'Göç Yolları' eserini yorumladı. 2005 yılında Yavuz Bingöl, Edip Akbayram, Manga, Teoman, Deniz Seki, Volkan Konak, Haluk Levent, Suavi, Ayhan Yener, Tuğrul Arseven tarafından yorumlanan Cem Karaca şarkılarından oluşan Mutlaka Yavrum albümü yayınlandı. Bu albüm daha önce yayınlanmamış İngilizce bir Cem Karaca şarkısı da içeriyordu. Ölümünün 6. yılında Beyaz Show'da daha önce kaydedip yayınlamadığı 'Karagözlüm' adlı şarkı ilk kez gün yüzüne çıkmıştır. CEM KARACA'nın ÖLÜMÜ 8 Şubat 2004 sabahında, solunum ve kalp yetmezliğine bağlı olarak ağır kalp krizi geçirdi. Uygulanan tüm müdahalelere rağmen kaldırıldığı Bakırköy Acıbadem Hastanesi'nde 58 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hastane tarafından yapılan açıklamada Karaca'nın ölüm sebebi kalp ve solunum durması olarak belirtildi. 9 Şubat 2004'te ikindi vaktinde Üsküdar Seyyit Ahmet Deresi Camii'nde (İranlılar Mezarlığı) kılınan cenaze namazın ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda babası ile aynı mezara defnedildi. Cenaze törenine Erol Büyükburç, Erkin Koray, Muhsin Yazıcıoğlu, Kayahan, Mustafa Sarıgül, Haluk Levent, Kenan Işık, Edip Akbayram, Ahmet Güvenç, Berkant, Sezen Cumhur Önal, Nejat Yavaşoğulları ve Necdet Mahfi Ayral gibi isimler katıldı. ÖZEL YAŞAMI Cem Karaca ilk evliliğini 22 Aralık 1965'te tiyatro oyuncusu Semra Özgür ile yaptı. Çiftin 1968'de boşanmasının ardından Cem Karaca yine bir tiyatro oyuncusu olan Meriç Başaran ile ilişki yaşamaya başladı. Ekim 1968'de Karaca ikinci evliliğini Başaran ile yaptı. Bu evlilik de 2 yıl sürdü. Üçüncü evliliğini Feride Balkan ile 21 Ağustos 1972'de yaptı. 1976'da oğulları Emrah Karaca dünyaya geldi. Çift, Cem Karaca'nın Almanya'da zorunlu yaşama döneminde ayrıldı. Cem Karaca 5 Temmuz 1993'te dördüncü evliliğini ilk eşi Semra Özgür ile yaptı. Cem Karaca'nın beşinci ve son evliliği ise İlkim Erkan ile oldu. Karaca'nın ölümünden sonra üçüncü eşi Feride Balkan ve son eşi İlkim Erkan Karaca arasında sorunlar yaşandı. İlkim Karaca, Cem Karaca'nın çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu kısır olduğunu, bu yüzden Emrah Karaca'nın onun oğlu olmadığını iddia etti. Mahkeme kararı ile Cem Karaca'nın mezarı açılıp DNA örnekleri alındı. Test sonucu Emrah'ın Cem Karaca'nın oğlu olduğu tespit edildi. Bu olaydan sonra Balkan ve Emrah Karaca, İlkim Karaca'ya açtıkları hakaret davasını kazandı. İlkim Karaca daha sonra "Cem Karaca ve Barış Manço kardeştiler" iddiası ile medyada yer buldu. * DERLEME: Aycan AYTORE KAYNAK: İnternet

  • AVATAR 2- SUYUN YOLU

    maviSİNEMA * İMDb PUANI: 7,6 Oyuncular: Britain Dalton, Sam Worthington, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Zoe Saldana Yönetmen: James Cameron Yapım Yılı: 2022 Ülke: ABD Aksiyon Bilim Kurgu Macera 2009 yılında tüm dünyadaki sinemaseverlerin beğenisinin kazanan, yakaladığı gişe başarısı ve inanılmaz görselleriyle dikkat çeken bir film vizyona girmişti: Avatar. Dünyaca ünlü Kanadalı yönetmen James Cameron tarafından yönetilen film, 2,92 milyar dolarla tüm zamanların en çok hasılat yapan filmi olmuştu. İşte tüm dünyadan milyonlarca sinemaseverin uzun süredir heyecanla beklediği yapımın devam filmi, kısa süre önce vizyona girdi. Yine James Cameron tarafından yönetilen “Avatar: Suyun Yolu” (Avatar: The Way of Water) isimli film, uzun bir bekleyişin ardından izleyici karşısına çıktı. Haliyle, yıllar önce sinema dünyasında önemli bir etki bırakan Avatar filminin devam hikayesi, sinemaseverler ve sinema eleştirmenleri arasında da heyecan yarattı ve farklı görüşlere neden oldu. İlk film gibi büyük harcamalarla yapılan film, yine ilkinde olduğu gibi büyük bir gişe başarısı yakaladı. Önceki film her ne kadar ağırlıklı olarak animasyon tarzı olsa da de sert savaş sahneleri nedeniyle çocuklara çok da uygun olmadığını görüp bu kez kahramanlarının bazılarını çocuklardan seçen, belli ki kendi kuşağını yaratmayı ve geleceğin çocuklarını da yakalamayı hedefleyen film, yeni devam filmlerinin geleceğinin müjdesini de veriyor. Nitekim sonraki filmlerin gösterim tarihleri bile açıklandı. Anlaşılan AVATAR' da SÜPERMEN, BABA, STARWARS, HERRY POİTER, YÜZÜKLERİN EFENDİSİ... gibi birkaç on yıllık yeni kuşakların efsanesi olacak. Umalım tekrarın pekiştiren yanı kadar, bıktıran yanını da görür yatırımcılar. O güne kadar bu parlak fikrin tadını çıkarın. Hadi cılkı çıkmadan tüm aile ekran başına... İyi seyirler. * Na'vi'nin, BKA'nın Pandora'yı işgalini püskürtmesinden on altı yıl sonra Jake Sully, Omatikaya klanının şefi olarak yaşar ve Neytiri ile bir aile kurar. Örümcek, Pandora'da doğan Albay Miles Quaritch'in insan oğludur. Na'v'ın dehşetiyle, yeni liderleri Frances Ardmore liderliğindeki RDA, Dünya ölürken Pandora'yı doldurmak için geri döner. Yeni gelenler arasında, Quaritch Recombinant liderliğindeki ölü insan askerlerin anılarıyla aşılanmış Na'vi avatarları olan Rekombinantlar var. Bir yıl sonra Jake, BKA'ya karşı bir gerilla kampanyası yürütür. Bir kontrgerilla görevi sırasında Quaritch ve astları, Jake'in çocuklarını yakalar. * JaAvatar: Suyun Yolu (Özgün adı: Avatar: The Way of Water), James Cameron tarafından yönetilen ve yapımcılığını 20th Century Studios'un üstlendiği ABD yapımı epik bilimkurgu filmidir.[3][4] Cameron filmin yapımcılığını Jon Landau ile birlikte üstlenirken, Josh Friedman ilk başta Cameron'ın ortak yazarı olarak duyurulmuştu; daha sonra Cameron, Friedman, Rick Jaffa, Amanda Silver ve Shane Salerno'nun ayrı senaryolara atfedilmeden önce tüm devam filmlerinin yazma sürecinde yer aldıkları ve nihai belirsiz film jeneriklerini yazma halinde oldukları açıklandı.[5][6][7][8] Açıklandığına göre oyuncular Sam Worthington, Zoe Saldana, Stephen Lang, Giovanni Ribisi, Joel David Moore, Dileep Rao, CCH Pounder ve Matt Gerald, ilk filmdeki rollerini yeniden canlandıracakken, Sigourney Weaver farklı bir rolle geri dönecektir.[9] Yeni oyuncular arasında Kate Winslet, Cliff Curtis, Edie Falco, Brendan Cowell, Michelle Yeoh, Jemaine Clement, Oona Chaplin, Vin Diesel ve CJ Jones yer almaktadır. Başarılı olursa Avatar'a devam filmi çekmek istediğini belirten Cameron, ilk filmin yaygın başarısının ardından 2010 yılında ilk iki devam filmini duyurmuştu ve o zaman için ikinci filmin 2014'te vizyona girmesi hedefleniyordu.[10][11] Bununla birlikte, (birincisine) üç devam filminin daha eklenmesi ve daha önce hiç elde edilmemiş bir başarı olan sualtında performans yakalama sahnelerini filme almak için yeni teknoloji geliştirme zorunluluğu, mürettebatın üzerinde yazım, yapım öncesi ve görsel efekt konularında daha fazla çalışmaya zaman tanımak için önemli gecikmelere yol açtı.[12] Filmin ön çekimleri 15 Ağustos 2017'de Manhattan Beach, California'da başladı, ardından 25 Eylül 2017'de Yeni Zelanda'da Avatar 3 ile eşzamanlı ana çekimler yapıldı; çekimler, COVID-19 pandemisi nedeniyle prodüksiyona ara verilmesine rağmen, üç yıldan fazla süren çekimlerin ardından Eylül 2020'nin sonlarında sona erdi. Filmin sinemalarda gösterimi sekiz defa gecikmeye maruz kalmış ve en sonuncu gecikme 23 Temmuz 2020'de gerçekleşmişti;[13] en son 16 Aralık 2022'de vizyona girdi. Sıradaki üç devam filmi sırasıyla; 20 Aralık 2024, 18 Aralık 2026 ve 22 Aralık 2028'de yayınlanacaktır.[14][15] Konu Na'vi'lerin Pandora'daki[a] RDA işgâlini püskürtmesinden on altı yıl sonra Jake Sully, Omaticaya klanının şefi olarak yaşamaktadır ve oğulları Neteyam ve Lo'ak, kızı Tuk ve evlatlık çocukları Kiri (Grace Augustine'in hareketsiz avatarından doğmuş) ve ölen Albay Miles Quaritch'in Pandora doğumlu insan oğlu Spider ile birlikte Neytiri ile bir aile kurmuştur. Na'vi'yi dehşete düşüren, yeni liderleri General Frances Ardmore liderliğindeki RDA, Dünya ölürken Pandora'yı kolonileştirmek için geri döner. Yeni gelenler arasında ölen insan askerlerin anılarının zihinlerine yerleştirildiği Rekombinantlar olarak adlandırılan Na'vi avatarları da vardır. Quaritch'in rekombinantı askerlere liderlik etmektedir. Bir yıl sonra Jake, RDA'ya karşı bir gerilla savaşı yürütmektedir. Bir kontrgerilla görevi sırasında Quaritch ve astları, Jake'in çocuklarını yakalar. Jake ve Neytiri gelir ve onları serbest bırakarak Quaritch'in birkaç askerini öldürür, ancak Spider, onu oğlu olarak tanıyan Quaritch tarafından esir alınmaya devam eder. RDA'nın Spider'dan bilgi alamaması üzerine Quaritch, onu kendi tarafına çekmek için oğluyla zaman geçirmeye karar verir. Buna karşılık Spider, Quaritch'e Na'vi kültürü ve dili hakkında rehberlik eder. Spider'ın nerede olduğuna dair bilgisinin yarattığı tehlikenin farkında olan Jake ve ailesi, kendilerini Omatikaya'dan sürgün eder ve Pandora'nın doğu kıyısına çekilir ve burada Metkayina klanına sığınırlar. Orada aile, resif insanlarının yollarını öğrenir, Kiri, denizle ruhani bir bağ kurar ve Lo'ak, şef Tonowari'nin kızı Tsireya ve karısı Ronal ile arkadaş olur. Kiri'yi kavgaya dönüşen bir tartışmada Tonowari'nin oğlu Aonung'a karşı savunan Lo'ak, Jake'in ısrarı üzerine özür diler. Aonung ve arkadaşları daha sonra Lo'ak'ı bir deniz avcısının bölgesine gitmeye ikna eder ve onu orada yalnız bırakır. Lo'ak, köpek balığı benzeri bir tür olan bir avcı yaratığın saldırısından kurtulur ve Metkayina'nın ruhani kardeşleri olarak gördüğü zeki ve pasifist balina benzeri bir tür olan Payakan adlı bir Tulkun ile arkadaş olur. Döndükten sonra Lo'ak, gezinin suçunu üstlenerek Aonung'un arkadaşlığını kazanır, ancak Payakan'ın Tulkunlar arasında dışlanmış olduğunu öğrenir. Daha sonra Kiri, Metkayina'nın sualtı Ruhlar Ağacına bağlanır ve bilinci Pandora'da yaşayan biyolojik annesi Grace ile ruhsal olarak "buluşur". Bağlantıya bağlı trans sırasında Kiri bir nöbet geçirir ve bilincini kaybederek neredeyse boğulma tehlikesi yaşar. (...)

  • Kalandar

    *ŞİİRİN TAM EKRANDA ANİMASYONUNU İZLEMEK İÇİN VİDEOYA TIKLAYINIZ* Dönüşler, Bir dal kiraz çiçeğine, Ya da bir bayram sabahına saklanır , Bilirim. Neyleyim, elimde değil, Bir yanım var ki benim, Üşütür ayrılıklar. Hiçbir şey sonsuza değin sürmez, bilirim; Ne aşklar ne ayrılıklar. Bir dönüşler, En vurucu o zamandır, Saklanır bayram sabahlarına Ve kar yüklü bir kiraz dalına. Bilirsin, Gelecekler! Sarınır mavi yalnızlığıma beklerim. Beklerim! Gün uzar yüzyıl olur, Su döner yuvasına, Ağaç bile uykuda, Bir karanlık ki, Sorma! Aydınlığı özlerim. Beklerim!.. Geçer gider bayramlar, Kar yağar umutlara, Gelmez, Beklediklerim! * Ocak 2000 / Bornova İzmir

  • Deprem

    Aycan AYTORE * 450 Yıllık , Asırlık Binalar Ayakta , Lüks Rezidanslar, Daha Geçen Yıl Yapılan Siteler...Neden Yıkıldı? * Adıyaman'daki 94 yıllık Alman Köprüsü ayakta kaldı Yapımına 1927'de başlanan Gölbaşı ilçesindeki Alman Köprüsü, 1929'da tamamlanarak hizmete alındı. Toplam 280 metre uzunluğunda, 35 metre yüksekliğinde, 12 ayak ve 7 kemeri bulunan tarihi köprünün ayaktaki hali dikkati çekti. Köprü Sağlam, Ne Var ki Tren Yolu bozuk Malatya'nın Hekimhan ilçesindeki demir madenini Hatay'ın İskenderun ilçesine götürmek için kullanılan hasarsız köprü, uzantılarında, yani demir yolunda depremin verdiği hasardan dolayı kullanılamıyor. Mimar Sinan'ın Hatay'daki 449 Yıllık Binası Dimdik Ayakta, Depremzedelere Sığınak Oldu Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa'nın emri üzerine Mimar Sinan tarafından 1574 yılında yaptırılan külliye, turistlerin yerine depremzedelere kapılarını açtı. Yaklaşık 15 bin metrekare alana sahip külliyede bir kervansaray, kadınlar ve erkekler için birer hamam, medrese, cami ve 45 dükkanlı bedesten bulunuyor. Kervansarayın geniş avlusu, etrafında kervanların ve yolcuların geceyi geçirdikleri kubbeli odalar ile külliyenin dışında kurulan çadırlarda yaklaşık 350 depremzede barınıyor. Deprem Pahalı ve Ciddi Önlemler Alınmazsa Değil Çok Katlı Apartmanı, Bir Kulübeyi Bile Yıkar , Rayları Yamultur, Ağaçları İkiye Böler, Toprağı Yarar Öncelikle düzgün zemini öneren uzmanlar Mimar Sinan'ın yüzyıllardır ayakta kalan eserlerini örnek gösteriyorlar. Bu yapılmadığında çok pahalı malzemelerle gene de her koşula dayanabilen binalar yapmak mümkün. Depremde ağaç ortadan ikiye ayrıldı: 'Asrın felaketi' olarak nitelendirilen Kahramanmaraş merkezli olarak gerçekleşen ilk depremin merkez üssü Pazarcık ilçesinde fayın yüzey kırıklarını araştıran Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hasan Sözbilir, deprem sırasında ikiye ayrılan ağaç ve çevresinde inceleme yaptı. Lüks Rezidanslar, Daha Geçen Yıl Yapılan Siteler... Depremde Yepyeni Binalar Neden Yıkıldı? Bu görüntüler Malatya'dan. Mia Zona - Onedio Üyesi 07.02.2023 - 15:14 Milyon TL'lik satılık ev ilanları, 'mükemmel' site projeleri, lüks rezidanslar... Yaşadığımız trajik depremde birçoğunun yıkılmasına tanık olduk. Peki yeni yapılmış bu binaların yıkılmasının sebebi ne? Kaynak: Ekşi Şeyler Merkez üssü Kahramanmaraş olan trajik deprem ne yazık ki uzun yıllar etkisi silinmeyecek bir felaketi yaşamamıza sebep oldu. 10 şehirde ciddi hasara neden olan depremde eski yapıların yanı sıra henüz yeni yapılmış binaların da yıkıldığını gördük. Malatya'da yıkılan bu binanın henüz 1 yıllık olduğu ve ilanında "Bina son deprem yönetmeliğine uygun olup tüm malzemeler 1.sınıf kalite ve işçilik ile tamamlanmıştır." yazıyor. İnsanların apaçık şekilde kandırılmalarına kimsenin müdahale etmemesi o kadar üzücü ki. Bu görüntüler de Osmaniye'den. Bu görüntüler yeni evlerin ne kadar çürük yapıldığını o kadar net gösteriyor ki. Deprem bölgesindeki yeni yapıların birçoğunda durum aynı. Binalar ne kadar yeni görünse de her yerleri çatlamış ve yıkılmış halde... Bu bina yeni yapılmış deprem yönetmeliğine uygun diye söylenen Hatay İskenderun Dumlupınar mahallesinde stc residence. Binanın boruları patladı ve duvarlar çatladı. Babam annem ve abim 11.kattan inmeyi başardılar kurtuldular. pic.twitter.com/jYZSEOnjBN — Sude (@sudepulatt) February 7, 2023 Yeni yapılmış binaların neden bu şekilde zarar gördüğünü Ekşi Sözlük'teki bir yazar inceledi. 👇 Perde çok yüksek, muhtemelen içeride de kademe var. Bodrum ve zemin kat kolonları aşırı eksenel yük nedeniyle sünekliğini doldurmuş. Perdeler büyük olasılıkla ince olduğu için gerektiği gibi kesme kuvvetlerini karşılayamıyor. Bina ansızın adeta hiç salınım yapmadan birden göçüyor. Böyle yüksek binaları siz siz olun piyasa paket programları ile yapmayın. Yönetmeliğe uygun çözdüm dersiniz ama program algoritmasına uymuşsunuzdur haberiniz olmaz. Bir de buna işçilik kusurları eklenirse felaket kaçınılmaz olur. Üniversitelerin betonarme derslerinde okutulması gereken ibretlik bir olay. Basit bir açıklama yapalım ama biraz uzun... Türkiye 1999 depreminden sonra ilk yönetmeliğini 2007 yılında yayımladı. Bu yönetmelikle en büyük ivme değeri birinci derece deprem bölgesinde 0,40g olarak alındı. Bunu kabaca şöyle düşünebilirsiniz; Tasarım mühendisi binayı tasarlarken yapının toplam ağırlığı 100 tonsa 40 ton bunu yatay kuvvete dayanacak şekilde dizayn edecekti. Bunu yaparken de betonun dayanımının yarısını alacak, donatıda da bir miktar dayanım azaltması yapacak, sabit yükleri yüzde kırk arttırırken hareketli yükleri de %60 oranında arttırıp hesap yapacaktı. Böyle şartlarda bu binanın herhangi bir depremde yıkılması, altını çizerek söyleyeyim, mümkün değil. 2018 yılında bir güncelleme daha yaptık... Daha doğru bir tabirle ASCE yani ABD yönetmeliğini birebir kopyaladık. Çünkü bir önceki biraz daha Avrupai kalıyordu ve takdir edersiniz ki Avrupa'da Yunanistan ve İtalya haricinde deprem neredeyse yok. Sonra AFAD çok doğru bir çalışma yaparak bizim okullarda aşina olduğumuz deprem yönetmeliğini bir kenara atıp parsel bazında ivme değerlerini yayımladı. Bu ivme değerlerine turkiye.gov.tr'den bile ulaşabilirsiniz. Burada yayımlanan ivme değerleri bazı bölgelerde biraz aşağıda kalmasına rağmen birçok bölgede ciddi arttı. Mesela benim 0,40g olarak aldığım değer bazı yerlerde 0,78g oldu. Neredeyse iki kat bir artıştı bu. Buna ilave olarak da TS500'e ek birçok uygulama ekledi. Artık inşaatları yapmak daha zor mesela. Yönetmeliklerin amacı hiçbir binanın yıkılmaması değildir. Mühendisin amacı da bu değildir. Mühendis bunu amaçlasa şu an yaptığımız yapıların ancak yüzde 10'unu yapabiliriz çünkü maliyetler inanılmaz boyutlara ulaşır. Mantık şudur genel itibarıyla, 50 yılda bir olan bir deprem için ekonomik ömrü 20 yıl olan binayı neden sapasağlam yapalım. Bunun yerine belli noktalara hasar aldırıp binayı depremde minimum hasarlı ya da yeri geldiğinde can güvenliği sınırı olarak tasarlarız. Türkiye'de tarihsel projeksiyon göz önüne alındığında meydana gelebilecek en büyük depremin biraz daha büyüğüne göre binalar kesinlikle ayakta kalmalı. Ama yeri gelir minimum hasar, yerine göre de can güvenliğini sağlayacak derecede hasar almasına izin veririz. Olaylara böyle bakarsanız sanırım bizim amacımız daha net anlaşılır. Biz binaya perdeyi bir amaçla koyarız. Deprem kuvvetlerini alsın diye. Ancak bunu koymak aynı zamanda risklidir de. Eğer yanlış yere koyarsanız yapıyı bozar ve yapının ekstra dönmesine neden olur. Aynı zamanda bu perdelerin de yeterli rijitlikte olması gerekir ki perde gibi davransın. Bahçe duvarı gibi perde yapılmaz. Kolonlar ise bizim hayati organımız. Biz yeri gelir döşemeden vazgeçebiliriz. Hatta birkaç kiriş bile feda edebiliriz. Ancak kolonların ağır hasar görmesini asla göze alamayız. Kolonlar yeterli dayanıma haiz olmalıdır. Bu tarz yüksek katlı yapılarda kolonlara korkunç boyutlarda basınç gelir. Adeta ezilir. Üzerinizde 100 kg çuval var ve ben sizin bacağınıza basit bir tahtayla vursam anında fibulayı kırabilirim. En ufak bir yanal kuvvette de bu kolonlar dağılır. Bahsettiğim bu. Tasarım ilkelerine, yapı statiğine ve yönetmelik felsefesine inanılmaz aykırı bir uygulama. Kabul edilebilir değil. Hiçbir şekilde. Rezonansa da değinelim... Siz yapınızı deprem yönetmeliğinin tüm kriterlerine göre kusursuz yaptınız. Ama AFAD'ın son depremler bölümüne bakarsanız depremler neredeyse 4'ün üzerinde büyüklükte ve 10 dakika gibi periyotlarla olmaya devam ediyor. İnsanların depremleri binanın içinde daha uzun hissetmesinin psikoloji haricinde bir sebebi daha var. O da binanın da salınım yapması ve bu salınımın deprem bittiğinde hemen bitmemesi. O yüzden biz binaları tasarlarken bu periyot kısmına çok takılırız. Eğer bu değer uzun bir değerse ve zemin de alüvyonal bir zeminse zeminin periyodu da bina gibi yüksek bir değer olacaktır. Bu da aynı trambolinde zıplamaya benzer. Sizin hareketiniz ne kadar tramboline uyarsa o kadar zıplarsınız. Yapının salınım periyodu da zemin periyodu ile örtüşürse etki katlanarak artar ve sizin hesaplamadığınız ivme değerleri nedeniyle de bina da en iyi ihtimalle ağır hasar görür ama genelde yıkılır. Beton sınıfını istediğiniz kadar yüksek alın, tüm yönleriyle hem geoteknik hem de deprem mühendisliği yönünden ele alınmamış ve imalatı doğru düzgün denetlenmemiş her yapılar bu akıbete uğramaya adaydır. Deprem bölgelerinde özellikle artçılarla yıkılan binaların buna bağlı yıkılmış olabileceğini de düşünüyorum. Zaten böyle bir depremin geçtiği zemin de artık zemin etüdünde yazan zemin hakim titreşim periyodundan uzaklaşmış olur. Elbette sıvılaşma da böyle verimli ovalar için gözden kaçırılmaması gereken bir başka husus. Sıvılaşmanın olduğu yerde yüzeysel temel olan yapılarda bizim tüm öngörülerimiz de çöpe gidiyor. Celal Şengör, Naci Görür gibi dünya çapındaki hocalarımızın dediklerine göre bu artçılar bir yıla kadar devam edecek. Bu büyüklükte de en az bir ay devam edeceğe benziyor. İşte tüm bu sebeplerden ötürü çatlakları gözünüze çarpan hiçbir binanın değil içine girmek önünden bile geçmeyin. O yapının tüm kimyası değişti. Plastik şekil değiştirme dediğimiz safhaya geçti bir kere. Yani basit bir tabirle o bina yoruldu. Hesaplanan hiçbir veri o bina için de zemin için de söz konusu olmadığı için en ufak bir depremde de yıkılabilir durumda. Aman dikkat edin, hep birlikte aşacağız merak etmeyin... Kaynak: Ekşi Sözlük * DERLEME: Aycan AYTORE * DEPREM DOSYASI: DEPREMle ilgili maviADA Yazarları tarafından yazılan zaman içinde dergide yeralan yazıları görmek isterseniz RESME tıklayın.

  • DOKUNTU

    Fuat ÖZGEN * Bir gül açar Gönüller şenlenir Unutulur dertler Sevgiler renklenir Bir kuş öter Deli gönül coşar Duygular atlanır, koşar Bir yarış başlar Bir göz güler İç ısıtır Umutlar yükselir Kaygılar ötelenir Bir şarkı fısıldanır Anılar canlanır Duygular beslenir Aşklar depreşir Bir göz süzülür Akıl baştan gider Dil tutulur Damarlarda kan tutuşur Giderken bir el sallanır Gözler nemlenir Bozulur moraller Hıçkırıklar boğazda düğümlenir

  • Kentsel Dönüşüm

    Semihat KARADAĞLI * çırptı silkeledi düşlerini bir avuç sevgi serpti çiçeksiz gri beton duvarlara gagası ile çaldı yüreğinin kapısını ah'ladı kanayan yaraları kuşlar sabah şarkısını çığırmıyor sabahlar çiçek kokmuyor artık merdivenleri tırmandı güneşe uzandı oysa her taraf toz duman tavan arasında bir kepçe ucunda tuz buz oldu her şey dostluklar vincin ucundan darmaduman hurdacıya satıldı... dünyanın hıçkırıklarında damlalar aktı yağmur sandı herkes o eski evin enkazında anıların ağladığını kimse anlamadı... 17.01.2024 /İzmir/ metro yolculuğu/ Saat:08.53 Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Kalandar

    Şenol YAZICI * Zigana’nın doruğundan, derenin açtığı yatak boyunca denize esen ince yel, vadiyi dolduran, kabara kabara yükselip dağların doruklarında gelin tacı olmuş dumanı dağıtmaya yetmezdi. O yumuşak esinti, akşama doğru dağları tarayan solgun günün ışıkları azalıp gökyüzü bulutlarla kararınca canlanır, bir kıyamet gürültüsüne döner, kar yüklü ormanlardan aşağıya sel gibi akar, her bir evdeki feri sönmeye yüz tutmuş ateş böcekleri kadar aydınlığıyla karanlığa hükümsüz kalan köyün üstüne bütün gücüyle yüklenirdi. Ne duman kalırdı, ne bulut... O zaman gökyüzü, bir tepeye çıkıp baksan dünyanın öte ucunu görebileceğin kadar temiz bir aydınlıkta pırıl pırıl yanardı. Ormanların üstünde dolaşan görünmez bir dev el, ulu kestanelerin, çamların doruklarını hoyratça okşar, yüreğimizi ağzımıza getirmek için bir an duralar... ardından güneye bakan evimizin alnında kıyamet bir rüzgâr olur, top gibi patlardı. Ev kökünden zangır zangır titrer, sıvasız dolma duvarlardan taş toprak yağardı. Yandaki mısır yüklü sarender, çatırtılarla yerinden oynar, rüzgârın kollarında niyetlenir, uçtu, uçacak gibi birkaç kez yekinir, sonra büyük bir gürültüyle toprağa gömülü tahta ayaklarının üstüne, bu yıl da burdayım der gibi çökerdi. Koca çatıları söküp uçurtma gibi kollarına alıp götüren rüzgârın bir gün onu da alıp dağların, vadilerin, köylerin üstünden Polathane’ye kadar götürüp denize gömeceğini bilirdik. Bilir beklerdik, ama bir şey de yapamazdık. Babam öldüğünden beri bu işlere bakacak, eli erecek kimsemiz yoktu. Ağabeyim yeni yeni meydana çıkmışsa da o kadarı henüz elinden gelmezdi. Kıble, çıkıp geldiği yerlerde belki sıcaktı ama burada, kar yüklü tepelerden kopardığı buz parçalarıyla jilet gibi keskin bir kırbaca döner, şaklardı Rumlardan kalma evin duvarlarında. Yine de çatıdaki incecik hartamalar, aralarından sızan rüzgârın kükremelerine bana mısın demez, kıyamet gibi hışırdar dururdu yerinde. Gün geceye devrilirken, artık kılık değiştiren dışarıdan ürker eve koşardık. Öyle zamanlarda hiç olmadık kadar güven veren ve gençleşen eski evimiz, bel vermiş kapısından sızan gaz lambasının ışığıyla sanki anam gibi sıcak, onun gibi sevecen, kollarını açmış bizi bekleyen yıkılmaz bir kale gibi görünürdü. Hala öyle midir bilmiyorum, ama o zamanlar kış günleri oralarda hep birbirine benzeyen ama amansız, ama sıkıcı ve dehşetli yoksul günlerdi, Bir tek gün; nereden, hangi arkaik gelenekten geldiğini bilmediğim, yılbaşı kabul edilen, ama bilinen takvime hiç uymayan kalandar hariç. Çocuk düşlerimin cehennemi kışında buzdan duvarları paramparça eden bir masal gecesi gibiydi kalandar... * Yine bir akşam ağabeyimle eve döndüğümüzde anamı, kazanın altında pilekide uyku veren tıkırtılarla yanan yer ateşinin başında küçük kız kardeşimle bizi beklerken bulmuştuk. Ateşin yalımlarında aydınlanan derin çizgilerle dolu yüzünde huzur veren bir gülümseme vardı. Gözlerini eksiğimiz gediğimiz var mı diye tek tek üstümüzde dolaştırırken bir yandan da kazanı koca bir kepçeyle karıştırmayı sürdürüyordu. Tavandan yer ocağının yandığı pilekiye sarkan iri zincirin ucundaki zifir zindan kara kazan, çoğu kez zemherinin bu yoksul günlerinde ne bulursa; lahana, pırasa, fasulye ya da fırın lağusuyla dolu kaynardı. Koku eğer açlığımızı artıran türdense yemeğe kuyruk yağından da bir parça atılmış olduğunu anlar, sevinirdik. O gün başka kokuyordu… Ambarda özel günler için saklanan kurutulmuş mısırlar, yazınki güzellikten uzaktı, ama sakız kabağıyla pişince yine de hoş bir koku veriyordu. “Ana bu akşam misafir mi var yoksa?” Gerçek sebebi bilen bir sesle sormuştu ağabeyim . Annem sağlam dişlerini gösterip gözlerine değin gülünce hepimiz dört yana bakınmış, her zamanki kara ışığın yerine tarabaya asılmış camı pırıl pırıl gaz lambasını, süpürülmüş toprak tabanlı yer evini, yıkanıp pencerenin boşluğuna yerleştirilmiş temiz kapları, yandaki ambarın üstüne süzgecin içine yığılı, topraktan çıkarılmış elmaları, ayvaları, fındıkları, hurmalarıyla bir yığın meyveyi görünce ve dışarıdaki karı, evi kökünden söküp götürmeye kararlı esip savuran karakışı düşününce anlamıştık. Yine de " Kaçı ki bugün Ocak ayının?" diye sormama, takvimle çok işi olmayan annem yanıt vermişti: "13 Ocak..." “Calandar,” diye heyecanla bağırmıştı, benden küçük, her zaman “k” harfinin yerine “c” koyan küçük kardeşim Leyla... Sonra telaşla odaya doğru koşarken beni ayartmaya kararlı en şirin sesiyle seslenmişti. “Torba atacağız değil mi abi? Sonra da annemin izin vermeyeceği aklına gelip ona da seslenmişti: ”Gideriz değil mi anne?” Gitmem mi? Ne kadar da hoşuma giderdi. Her kalandar geceleri ev ev dolaşıp kapılardan torba atar, içine doldurulan yemişleri, şekerleri hazinemizmiş gibi tek tek sayar, sonra da keyifle yerdik… Anneme bakmıştık yalvarır gözlerle… O da başını sallamıştı. “Eskiden caminin orda tiyatıro da yaparlardı, hakkı dayım karakoncolos olurdu. Kızlar, kadınlar olmazdı oyunlarda, kadınları da erkekler oynardı, ama biz de seyre giderdik… Şimdi hepsi unutuldu…” Kim bilir kaç kez dinlemiştik, eski kalandarları. Bayram gibiymiş. Büyükler de katılırmış kalandar eğlencelerine. Hatta çok eskiden buralarda oturan ama mübadelede Yunanistan’a gönderilmiş Rumlar bile... İnsanlar yüzlerini soba, kazan kurumlarıyla, maniyayla siyaha boyar, türlü kılıklara girer, ellerinde çamdan meşaleler, caminin orda toplanır, karakoncolos denilen hortlak kılığına girmiş olanlarla diğer köylülerin mücadelesini izlermiş. Sonra da ellerinde torbalar maniler söyleyerek ev ev dolaşırlarmış… "Bu gavur icadı Yılbaşı yeni çıktı, daha dün... Hiçbir şeyin de eski tadı kalmadı..." Annem geçmişi, çocukluğunun o mutlu zamanlarını anlatmayı öyle severdi ki şimdi de maniler dahil hepsini yineleyeceğine emindim, bu nedenle önden kestirdim: “Hadi anne, çok geçe kalmayalım, kurt murt olur.” Annemin bizim adımıza endişelerini bilmem işe yaradı. Anlatısını kesip kalkmış, ağabeyime seslenmişti. “Sen de git bunlarla, ne olur ne olmaz.” Zaman değişmiş, şimdi torba atmak sadece çocuklara özgü olmuştu. Ağabeyim, sıkıntılı sıkıntılı gülmüştü; “ Payımı verirseniz ben sizi kollamaya gelirim, ama gözükmem. ” “ Sen de yüzüne maniya sür ağbi,” demiştim, kazanın siyah kurumlarını gösterip. ”Kimse tanımaz o zaman…” “Sizinle olacağım da anlamayacaklar... Uğraşamam öyle şeylerle, görünmem kimseye…” “Yaşasın,” diye sevinçle haykıran Leyla, eski bir şeker çuvalı torbasının kesik yarısını bulup gelmişti hemen. Şimdi kimlere gideceğimizin hesabını yapıyorduk. Senenin bu zamanında herkeste verecek meyve şekerleme olmazdı. Hali vakti yerinde olanlara gitmek daha akıllıcaydı. Duyduğumuz sevinci hissettiği ve paylaştığı yüzündeki geniş gülümsemesinden belli annem: “Topal’a gitmeyin, utandırırsınız adamı, nasıl gitsin pazara o ayakla?” “Gitmeyiz,” dedim, annemin daha önceki tembihlerinden birkaçını daha anımsayarak. “Rüstem amcaya da gitmeyiz, onun da karısı hasta...” Kardeşim atılmıştı. “Ama Züleyha yengeme uğrayalım, kocası Almanyalı…” Almanya’da çalışanların evleri bizlere göre zengindi. Hepimizi imrendiren yiyecekleri, giysileri olurdu. Annemin kızgın bakışlarıyla karşılaşınca hatırlamıştık ama geç kalmıştık. Yeni yılın başlangıcı sayılan gecede ve ertesi gün kimi insanların adını bile anmazdı, bırak evine gitmeyi, evine almayı… Züleyha yenge de onlardan biriydi. “Anmayın o kaybananın adını, bu mübarek gecede… Hele uğramaya kalkın bak ne yaparım sizi… Onun kadar ayağı uğursuz bir karı görmedim ben… “ Kim bilir ne zaman bir kalandar sabahı Züleyha yenge bize uğramış, haftasına varmadan da anamın tek ineği can vermişti. Onun kademsiz ayağından derdi o gün bugündür. Yine de çok uzatmadı. Yemeğimizi gülüşerek yedik. Annem torbamıza birkaç tane fındık bir iki ceviz de atıp bizi yolcu etti. Dışarı çıktığımızda ustura gibi kesen bir soğuk karşılamıştı bizi. Ne bulmuşsak kat kat giyinmişsek de gene de üşüyorduk. Karın içinde yokuş çıkmak hayli zordu, biraz yürüyünce ısındık. Şimdi hafifleyen rüzgârın etkisiyle gökyüzünde tek bir bulut kalmamış, keskin bir maviliğin içinde koca bir tepsi gibi yükselen ay etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Gözün alabildiğine her yer bir gümüş örtü altında parlıyordu. Yaprakları hala dökülmeyen karayemişler, üzerlerine yığılı karla yolun kıyısında bir duvar gibi uzanıyordu. Bakımsız evimiz, yıkıldı yıkılacak sarender kendini bir giysi gibi kuşatan karın dolgunluğunda gösterişli ağa konaklarına dönmüştü. İlk bize en yakın Bahriye teyzelerin evine gittik. Kalandar gecesi kapıyı açmamak, torbaya bir şey koymamak hem yoksulluk sayılır, hem de ayıplanırdı. Kocası Almanya’da çalışan Bahriye teyze belli ki kimseyi beklemiyordu, kapısı kapalıydı. Ama perdelerinin ardında ışık vardı. Evin avlusuna girmeden ağabeyim o gür sesiyle geldiğimizi duyuran bir mani tutturmuştu. “kalandar gecesi devlet bacası tasımı dolduran cennet hocası doldurtmayan cehennem hocası üstte erkeği altta dişisi...” Kapalı kapı aralandı, solgun bir ışık karların üstünden fındıklığa uzandı. Ağabeyim yol kıyısında beklerken biz iki kardeş kapıya yanaştık. Usulca kapıyı aralayıp ucuna ipi bağladığımız torbayı içeri attık, ne var ki gücümüz yetmemiş, torba eşiğe düşmüştü. Bu kez yeniden alıp yerocağının başında oturan insanlara doğru savurmuştuk. Sonra da saklanıp beklemeye başlamıştık. Bulunduğum yerden torbamızı ben yaşlarındaki kızının çektiğini görüyor, içini karıştırırken annesine bir şeyler dediğini de duyuyordum. Heyecanımız artmış koyacaklarını merak ediyorduk. Neden sonra kız torbayı kapıya getirip bırakmıştı. Çekerek aldığımız torbayı evden biraz uzaklaşınca açtık. İlk seferimiz başarılı geçmişti. Kocaman bir Alman çikolatası vardı içinde. Birkaç eve daha uğradık. Umduğumuzdan daha cömert davrandılar bize. Fındık, ceviz, kestane ve kabak tatlılarıyla tıka basa doldu torbamız. Küçük ceplerimize sığdıramadığımızdan hemen hepsi torbada duruyor, öylece atıyorduk kapılardan. Kimse de torbadakilere dokunmuyor, gönlünden kopanı koyup kapının önüne bırakıyordu. Bir evden pişmiş tavuk butu bile koymuşlardı… Evlerin arası uzaktı. Karın içinde çok zorlanmadan bata çıka gidiyorduk ama ayaklarımız suyla dolmuş, üşümeye başlamıştık. Hele Leyla çok üşümüş, dönmek istiyordu. Biz de istiyorduk ama gözümüz doymuyordu. Aldıklarıma annemizle yeriz diye dokunmamış, hepsini torbada saklıyor, değişmeli taşıyorduk. Dönüş yolunu daha düz diye değiştirdik. Çeşmenin başına geldiğimizde soluklanmak için duraladığımızda akasyaların arasındaki Züleyha yengenin evinin ışığı görmüştük. Sanki şeytan dürttü bizi. “Biz demezsek anam nerden bilecek, bir de buna atalım torbayı sonra da gidelim,” diye hepimiz adına seslendirdi aklımızdan geçeni ağabeyim. Artık titreyen Leyla eve dönüşe sevinmiş, “Hemen atıp gidelim ama”... demişti. Düzlüğün ortasındaki bakımlı evin saçaklarından boyum kadar buzlar sarkıyordu yere, Zenginliğine karşın bende kasvet uyandırdı ev, annemi düşünüp vazgeçmeyi de kurdum bile, yine de bir şey demedim, yürüdük kapıya doğru. Bu kez mani söyleyip gelişimizi duyurmamıza gerek yoktu. Evin kapısı aralıktı, süzülen ışık pencerenin önündeki kurumuş kasımpatıların üzerine düşüyordu. Ceplerimizden düşecekler diye yarısını yediğimiz çikolata dışında hepsini doldurduğumuz ağır torbayı aralık kapıdan içeri zorlukla atmış, sonra da elimiz de ip duvarın ardına saklanmıştık. Çocukların torbayı aldıklarını, kendi aralarında bir şeyler söyleyip gülüştüklerini duyuyorduk, ama onları göremiyorduk. Üşümüş, sabırsız bekliyorduk. Arada ipi hafiften yokluyordum, torba bir türlü gelmiyordu. Sonunda ip gevşedi, çektim yavaşça. Ağırlaşan torbayı kapının eşiğine getirip, uzanıp aldım. Güçlükle kaldırmıştım yerden. "Ben taşıyamayacağım ağbi," demiştim, " Sen al bunu. Ne koydularsa böyle…" Sonunda eve ulaşmıştık. Islanmış üşümüştük, zangır zangır titriyor, dişlerimiz birbirine çarpıyordu. Ama mutlu ve gururluyduk. Torbamızı ateşin başına bıraktık. Üstümüzü değiştirmek için gidecektik ki ağabeyim; “Tavuk bile koydular anne, dur vereyim sana…” diyerek aldığı torbayı ters çevirip yere serdiği sofra bezinin üstüne devirmişti. Gözlerimiz faltaşı gibi açılmıştı o an. Torbadaki cevizler, fındıklar sır olmuş, onların yerine bezin üstüne hala sıcak olan küller dökülüyordu. * ŞENOL YAZICI, 13 OCAK 2014 ** Peygamberin hicretini baz alan Rumi takvimin aya ve güneşe göre iki biçimi var, biri 355 gün, diğeri 365 gün. Son dönem ikincisini kullandığımızı ve bu takvimin Miladi takvime göre 13 gün geri olduğunu bilirsek kolay anlaşılır KALANDAR geleneği. Yani İSLAMİ KÖKLERİ de olan Anadolu'da kimi yörelerde hala gündemde bir Yılbaşı kutlaması. Yine de İSLAMİ BİR TAKVİMDEN yılbaşı kutlaması nasıl çıkmış?.. Dahası içeriğindeki dil, uygulama ve yaşama geçirilişiyle bildiklerimizle ve önyargılarımızla ciddi ayrılık gösteren KALANDAR nasıl bizim olmuş?.. Bildiğim değil, ne var ki her toplum ve her insan geçmişin sıkıntılarını unutmak, yeniden bir umutla başlamak için yol, gün, neden aramış. Bir sağlam istinat noktası oldurmaya çalışmış. Devlet erkanınca da kutlanır olan Nevruz'da böyle bir şey değil mi? Bir umut yaratma gayreti... Umuda ve sevince en çok ihtiyacımız olan şu günlerde YILBAŞIna açılan savaş neyin ürünü o zaman? Bu tektipleştirme gayreti niye? 365 gündür kan ağladık zaten, görünen daha da ağlayacağız. Bırakın o ağlamalara hazırlık güç toplamak için bir akşam gülümseyelim, çok mu? İLAHİ ve KARMAŞIK GİBİ GÖRÜNEN TAKVİM mucizesinin yani yeni yıl kavramının tıpkı saat gibi dünya işlerini düzenle halletmek için bir insan tarafından icat edildiğini ve çok kolay biçimde , ama eksikleri görüldüğünden yine bir insanın ağzından çıkan emirle değiştirilip düzenlendiğini görürsek yeni yıl, YILBAŞI algısı değişebilir. Bunun için de okumak gerek elbet... TAKVİMLERi tanımak isteyen TIKLASIN * ANADOLU'nun çok yerinde, farklı etnik kökenler tarafından da ayrım göstererek de olsa kutlandığına ve kullanılan dilin özel terminoloji ayrımına bakılırsa RUM kökenle ilgisi çok zayıf gözüken, yörede PAGAN döneminden bu yana binlerce yıldır oturan bütün kavimlerin inanç ve kültüründen izler taşıyan KALANDAR, genel resmine bakılırsa çok tanrılı dönemin izlerini daha çok taşıyan, zor geçen KIŞı anlamlandıran, özellikle çocukların dünyasında mutlu ve sihirli bir etki yapan, yeni yılın ilk günü sayılan 13-14 Ocak gecesine ve herhalde 14 Ocak'a verilen addır. ***

  • YURDUM GİBİ YARALIYIM

    Nurten B. AKSOY * ELVEDA Mevsimim bitti farkındayım Kalem kal’aya dönüştü Ey garip şairler sizi, ey Nasıl sevdim bilemezsiniz Şimdi yaldızlı açıklama ve pul istersiniz Kalbim donarken, kağıdım yandı Meselem buydu, farkındayım Hayata hep uzaktan baktım Korkum kendimeydi, kendimleydi ey Sol cebimde hep kör bıçak hüznü Nasıl sevdim, ey garip şairler sizi ey! Mevsimim bitti, bağışlar mısınız? 4 Ağustos 2013 tarihinde, henüz 55 yaşındayken hayata veda ederken ardında çoğu hüzün kokan şiirler, ödüller ve kitaplar bırakan Ahmet Erhan; “Şairlerin ölüm günleriyle değil doğum günleriyle hatırlanmasını isterim.” demişti, bu nedenle biz de onu doğum gününde anmak istedik. Sevgi ve özlemle… Ülkenin alacakaranlıkta yaşadığı yetmişli yılların aykırı çocuğu, 'hayatı özelleştirip büyük harflerle yazan' Ahmet Erhan, 8 Şubat 1958’de Ankara’da dünyaya gelir. 1970'li yılları, Türkiye’nin o "Alacakaranlık" yıllarını; her sokakta, her gün silah seslerinin duyulduğu, kardeşin kardeşi vurduğu yılları Ankara’da yaşar. Gazi Yüksek Öğretmen Okulu’nun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girer. Henüz 17 yaşındayken başlar şiirlerini yazmaya ve yayımlamaya. Militan Dergisinde ilk şiirleri yayımlandığında yıl 1975’tir. İlk şiirlerinde 1970’li yılların atmosferini, bireyin o toplumsal olaylar içindeki yalnızlığını, tedirginliklerini yansıtır. 1981 yılında “Alacakaranlıktaki Ülke” kitabıyla Behçet Necatigil Ödülünü kazanır ve tanınır. Ahmet Erhan 12 Eylül öncesinde gece lisesinde okurken babasının ölümünden sonra gündüzleri aynı lisenin kantininde, çay ocağında çalışır, akşam derste uyur. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açıp bir arkadaşını çağırırlar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçar. Sağcıdır çocuk, vuracaklardır. Ahmet ise sınıf sorumlusudur, arkadaşının önüne geçer ve gelenlere; “Hayır, benim sınıfımdan adam alamazsınız!” der. Ama sonrasında o sınıf arkadaşına da şöyle der: “Arkadaş okulu bırak, her zaman ben olmayacağım ki yanında.” UMUT Usul usul geceleyin Sirenler duyarsan derin Kapını gökyüzüne dayayıp da bekle Yolunu şaşırmış bir yıldız düşer belki üstüne Başını yastığa göm Yüreğini ay ışığına ayarla Yorganına sıkıca sarın Derin bir nefes al Ve sakın ağlama… Yaşamı boyunca hiçbir zaman eline silah almayan Ahmet Erhan yedi kere kurşunlanır. Bu kurşunlanmaların ilginç tarafı ise dördünü solcuların, üçünü sağcıların yapmasıdır. Bir gece dere yatağından eve dönerken sağcılar çevirir, üzerinde parka, içinde de bir sürü bildiri… Herkesin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan olduğu zamanlardır! Sınıfta kurtardığı çocuk çıkar aralarından şansına, “Kimse dokunmasın ona!” der. Ankara Esat’ta yalnız yaşayan, kendi halinde bir öğretmendir Ahmet Erhan. Bir gece yarısı evini polis basar ve İkinci Şube’ye götürülür. Emniyet amiri, “Ne iş yaparsın?” diye sorulunca; “Büyük Kolej’de öğretmenim.” der. Amir şaşırır: “Benim kızım da orada okuyor, niye aldınız lan hocamı!” diyerek çıkışır. Sebep; dağdaki bir PKK’lının cebinden çıkan Erhan’ın "Alacakaranlıktaki Ülke" kitabıdır. VEDA Yitirdim cebimdeki bütün adresleri Yağmurlar, yağmurlar ortasında kaldım Aklımı boğacak o selleri Ben kendi damarlarımda yarattım Artık ne bir satır yazı, ne de bir selam Tek kişilik bu oyunda rol alabilir Gitti bütün seyirciler boşaldı salon Geride kalan yalnızca, yalnızca maskelerdir Eli naylon güllü o dostlukların Bir tek anısı ve sızısı yok içimde Yitirdim cebimdeki bütün adresleri Kendimi kazandım bir başka biçimde… Ahmet Erhan’ın şiirlerindeki karamsarlık, dönemin tüm şairlerinin ağzına sakız olur adeta. Şair için “dünyanın en karamsarı” yorumları yapılırken, kendisi bunu pek umursamaz. Zorluklarla geçen yaşamından çok da şikayetçi olmaz, bir derviş edasıyla karşılar başına gelenleri… Ahmet Kaya’nın bestelediği “Bugün de Ölmedim Anne” şiiriyle edebiyat dışı okurun da dikkatini çeken Ahmet Erhan, okurun gözünde naif, ürkek kırılgan bir şair imgesi bırakır. Son yıllarında, şarkı sözlerinden gelen üç beş kuruşla geçinmeye çalışan, birçok yayınevinden düzeltmenlik isteyen; ancak şiirlerinde ortaya koyduğu sarhoş imajından dolayı kimsenin oralı olmadığı Ahmet Erhan’ın yirmi yıl Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaptığı unutulmuş gibidir. Onun için gerçek dört tutku vardır: Şiir, aşk, futbol, at yarışları. En derin aşk şiirlerini âşık olmadığı dönemlerde yazmıştır. Erhan’a göre insan hayatta bir kere âşık olur, ötesi o aşkın dipnotlarıdır. TÜRKÜ Uyandım, dağlarda duman Ovada sabahın tütsüsü Deniz ürperiyor uzaktan Koynunda güneşin gülü Kanat kanat dağılsam Unutamam kendi göğümü Gelirsin bana sulardan Yüzünde yosunların tülü Yaşamak, seni seviyorum Demenin başka türlüsü… 50 yaşına, sağlık sorunlarıyla giren Ahmet Erhan’ın, en çok ağrına giden şey, sesidir. 20 yıl Türkçe- Edebiyat öğretmenliği yapmış birinin sesinden çocukların korkması ağrına gider. Gırtlak kanseridir, iki kez ameliyat olur. İkincisinde ses tellerinden birini alırlar, üstelik kısa süreli de olsa bir de kalbi durur. Yine bir söyleşisinde “Babamın öldüğü yaş olan 51’i geçmeye çalışıyorum” diyen Ahmet Erhan 4 Ağustos 2013’te, 55 yaşında hayata veda ettiğinde, dediği gibi babasının öldüğü yaşı geçmiştir ve hayattan hiçbir zaman geçer not alma iddiasında bulunmamıştır. Son yıllarında kendisini şiir adına saklayan Ahmet Erhan; “Beni artık şair olarak kimse tanımıyor gibi bir duygu var içimde. Özellikle son on yılda biraz fazla saklandım galiba.” der. Oysa daha yirmili yaşlarındayken Ankara sokaklarında, şiir bilenlerin birbirine gösterdiği isimlerdendir. Şimdiyse Türk şiirinde herkesin bildiği, ardında çoğu hüzün kokan şiirler, kitaplar ve ödüller kalan ünlü bir şair… YURDUM GİBİ YARALIYIM Yurdum gibi yaralıyım Ne eksik, ne fazla Derin bir uçurumum Bütün haritalarda Geceleri çığlıklar Giriyor düşlerime Dirlik nedir bilmedim Yalan yanlış tarihimde Yurdum gibi yaralıyım Dünyaya karşı ben Yıllar değil, yıllar umudumdur Sessizce küllenen… (1981) Geçen ölüm yıldönümünde maviADA olarak yaptığımız AHMET ERHAN'ın YURDUM isimli şiirini aşağıdaki videomuzdan İZLEYEBİLİRSİNİZ... İZLERKEN bu şiirin günümüzde yazılmadığını, yazılış yıllarında Güneydoğudaki çatışmaların ve terör olaylarının henüz başlamadığını da fark edip, göz önünde bulundurmak önemli... Boşuna demezler; SANATÇILAR ülkelerinin kahinleridir diye...

  • GÖÇÜK ALTINDA

    Niyazi UYAR* 1923 Ruhunu kaybedince tükenişi yaşıyoruz. Çaresiz kalmak, yutkunmak, söylenmesi gerekeni içine gömmek… Bugünler işte o günler. Milletçe çok büyük acılar içindeyiz: Hatay, Gaziantep, Malatya, Adıyaman, Adana., Diyarbakır, Urfa, Osmaniye, Kilis, Elazığ... Binlerce insanımızı kaybettik, yüzbinlerce insanımız evsiz barksız... Söylenecek çok, hem de o kadar çok şey var ki... Hiçbir yetkinliği, birikimi olmayan hırsız, katil müteahhitlerin yaptıkları evler insanların mezarı oldu. Biz bu acıları 1999 yılında da yaşadık. O depremden gereken dersi çıkardık denilerek "doğal afet sigortası fonu" oluşturuldu. Fonda toplanacak paralarla insanımızı güvenli binalarda oturtmaktı amaç. Oluşturulduğu yıldan beri fonda hatırı sayılır bir meblağ toplandı, toplanmasına toplandı da ne oldu sonuç? Acı, gözyaşı, yıkım, ölüm, ölüm, ölüm... yine bize kaldı... Akıl ve bilimin rehberliğinden uzaklaşınca, hepimiz göçük altında kaldık, Güneydoğu depremindeki yurttaşlarımız gibi… Pozitif ilim okumuş, pozitif ilmin öğretim üyesi biri, üstelik de fizik profesörü. Diyor ki, “Deprem, bina değil, Allah öldürür!” Bir diğeri diyor ki, “deprem bölgesine mobil mescit… Aklıma mukayyet olmam lazım... Biz daha çok göçük altında kalırız, böyle etkili, yetkili yetkililerimiz olduğu sürece…

  • İYİLEŞMEK

    Yusuf AKSOY * Biz iyileşmeyiz artık öyle kolay dehlizlerinde gömülü kaldığımız köy ve kentler ucuz can pazarıyken kaç kez yıkıldı bu ülke üstümüze kaldıramadık, kollarımız yetmedi toz bulutları sardı göğü, gök kayboldu duyulmayan sesimizde kaldı sevda sözleri sokakları bizle şenlenecek olan ülkenin emanet ve şaşkın duran ışıkları söndü soğuktan, açlıktan, nefessizlikten değil kimse duymadığından yavaş yavaş öldük yavaş yavaş ölüyoruz durmadan yeraltına sürüldük on kent dolusu halk on kent dolusu halk evsiz değil elsiz kaldık defteri doldu taştı yaşamı kanatıp ezenlerin ele güne karşı soramazsak geç kalınmış hesabı uykularda düşecek bedenlerimiz öder bedelini tarih kapkara olur, utanır geleceği kuracak olanlar

bottom of page