top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • AMİN MAALOUF

    Amin Maalouf, 25 Şubat 1949’da Beyrut’ta dünyaya gelir. Babası Katolik bir Arap olan, gazeteci Ruchdi Maalof, annesi Odette ise Türk kökenli bir Mısırlı’ydı. Maalouf, ailenin üçü kız, dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelir. “Büyükannem İstanbul’da doğmuş. Annem Türkçe konuştuğunu söylerdi. Babam 1915 doğumluydu, yani bir Osmanlı tebaası olarak doğdu. Ben ailemde Osmanlı olmayan ilk kuşağım.” Büyük büyük amcası, Moliere’i Arapça’ya kazandıran bir çevirmendi, aile köklerinde Avustralya’da romancı olan David Maalouf ya da Brezilya’da şiirleriyle tanınan Fawzi Maalouf gibi başka edebiyatçılar da bulunur. Beyrut’ta Fransız Cizvit okullarında ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra, yine Beyrut’ta bulunan Fransız Üniversitesi’nde sosyoloji ve ekonomi eğitimi görür. Babası gibi gazeteciliğe ilgi duyar. 22 yaşındayken babasının kurucusu olduğu günlük gazete An-Nahar’da yazarlık ve yöneticilik yapmaya başlar. Bu görevi nedeniyle Hindistan, Bangladeş, Somali, Kenya, Etiyopya, Yemen ve Cezayir gibi pek çok ülkeyi dolaşma fırsatını yakalar. Yazılarında da genellikle buralardaki savaş ve çatışmaları konu alarak, çözüm yolları aramaya çalışır. Yine bu yıllarda Indira Gandi ile görüşür, Etiyopya’daki devrime tanık olur ve 1975’te Saygon’un düşmesiyle ilgili yazılar kaleme alır. Amin 1971 yılında, işitme engelli çocuklara yönelik bir enstitüde öğretmenlik yapan Andreé ile evlenir; üç oğlu da Lübnan’da dünyaya gelir. Lübnan İç Savaş’ı başlayınca, savaşmayı reddeden Maalouf, anne babasının doğduğu dağ köyüne kaçar. O günü hiç unutamadığını, evlerinin önündeki bir çatışmanın ardından sokakta 20 civarında kişinin cesedini gördüğünü anlatan Maalouf, hamile eşi ve küçük oğluyla birlikte bodrumda geceler. Yaşadığı şok, kendisinin de o gün eline silah geçse, katil olabileceği gerçeğiyle yüz yüze gelmesine neden olur. “Etnik gerginlik, herkesin katilini yaratabilir” diyen yazar, vatanını terk etmek zorunda kalır. Lübnan’dan göç etme fikrini kabullenmekte güçlük çekse de, dedesi ve amcalarının Amerika’ya, Mısır’a, Avustralya’ya, hatta Küba’ya göç etmesinde olduğu gibi, dilini ve kültürünü okuduğu okullar aracılığıyla iyi bildiği Fransa’ya doğru 1976’da yola çıkar ve o yıldan beri Paris’te yaşamını sürdürmektedir. Maalouf, adını ilk olarak bir tarih kitabıyla duyurur. Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı kitabını, Fransa’ya yerleştikten 7 yıl sonra 1983 yılında yayımlandığında bu denli ilgi göreceğini tahmin etmediğini söyler. Fransızca yazılan bu eser, kısa sürede başka dillere çevrilir. Kitabın başarısı, bugüne kadar Batılıların gözünden anlatılan Haçlı Seferleri’nin, Araplar tarafından nasıl görüldüğüne ve yaşanıldığına odaklanmasıdır. Kitabın bütün içeriği, Arap tarihçilerin ve vakanüvislerin tanıklıklarından oluşur. “Hangi Müslüman, kıyamet gününde Yaratıcısına “Kudüs için çarpıştım” veya daha da iyisi “Kudüs için şehit düştüm” diyebilmeyi istemez ki? Bir müneccimin bir gün, eğer Kutsal Kente girerse bir gözünü kaybedeceğini söylediği Selahaddin ona şu cevabı vermiştir: “Orayı ele geçirmek için iki gözü mü birden kaybetmeye hazırım.” (Arapların Gözünden Haçlı Seferleri) Maalouf, kendisiyle yapılan bir görüşmede, tam olarak kendi tarzında yazdığı ilk romanının 1986 tarihli Afrikalı Leo olduğunu belirtir; çünkü ilk yapıtı olan Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri’ni yazması için kendisini yayıncı olan bir arkadaşı teşvik etmiştir. Maalouf, kendisinin yazarlık mesleğinde devam edip etmeyeceğini ve hatta ülkesine dönüp dönmeyeceğini ilk romanı olan Afrikalı Leo’nun belirleyeceğini söyleyecektir: “Şansıma, bu roman, fark edilmeme ihtimali bile varken, 86 yazından itibaren büyük bir başarı elde etti. Hatta bir müddet Fransa’da en iyi satanlar listesinin başında yer aldı. Kurtulmuştuk… Bu kitap, belki de Lübnan’dan ayrılışımdaki kadar, hayatımın en tehlikeli virajı olmuştu.” Bu yapıtıyla Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü alır. “Tanrı’ya beni uğursuzluktan kurtarması için dua etmiyorum. Böyle durumlarda beni umutsuzluktan koruması için dua ediyorum. İnan, Tanrı bir elini bırakırsa öteki elinden tutar.” (Afrikalı Leo) 1988 yılında yayımladığı Semerkant romanı da pek çok dile çevrilirken, 1993 yılında yayımladığı kitabı Tanios Kayası ile Goncourt Ödülü’nü kazanır. 1919 tarihinde Proust’un aldığı bu ödüle sahip olmak, Maalouf için büyük bir sevinç kaynağı olsa da; kendisinin de ifade ettiği gibi, aynı zamanda yazar olarak ağır bir yükü omuzlarına bindirir. “Ben, mahşer günün dehşetinden başka imanı secdede başka namaz tanımayanlardan değilim. Ben nasıl mı namaz kılarım? Gülü seyrederim, yıldızları sayarım, yaratılışın karşısında büyülenirim, Rabbi’min en güzel eser olan insanın onun bilgisiyle aç beyninin, aşka, aç gönlünün uyanmış ve ya tatmin edilmiş duyguları karşısında hayranlığa kapılırım.” (Semerkant) “Geçici mutluluk mu? Bütün mutluluklar öyledir; ister bir hafta sürsünler ister otuz yıl, son gün geldiğinde hep aynı gözyaşlarıyla ağlar ve ertesi gün de aynı şeyi yaşamak için cehennem azabına razı olacağını söyler insan.” (Tanios Kayası) Toplumbilimci yönüyle özellikle çeşitli Doğu ülkelerine giderek buradaki toplumsal yapıları gözlemleyen ve bu gözlemelerini yapıtlarında kurguyla harmanlayarak sunan yazarın yapıtlarında, Doğu’nun sorunlarına ve bu sorunların çözümüne yöneldiği görülür. Avrupa’da yakın doğunun sözcüsü olarak tanınan Maalouf’un, tarihsel olayları bir masal tadında anlatan ve gerçekle gerçek olmayanın harmanlandığı birbiri ardına gelen yapıtları yayımlanır. Maalouf roman, tarihsel kitap, otobiyografik yapıt, libretto ve deneme gibi farklı türlerde yazar. Maalouf, 2010 yılında, yazdığı tüm yapıtlar için Prince des Asturies (Prens Asturias) ödülüne layık görülür ve 2011 yılında Fransız Akademisi’ne girmeye hak kazanır. Önemli yapıtlarını sıralarsak: Arapların Gözünden Haçlı Seferleri Semerkant Afrikalı Leo Işık Bahçeleri Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl Tanios Kayas Doğunun Limanları Ölümcül Kimlikler Yüzüncü Ad – “Baldassare’nin Yolculuğu” Yolların Başlangıcı Çivisi Çıkmış Dünya 29 Numaralı Koltuğun Hikayesi Uzaktan Aşk Adriana Mat Maalouf, yapıtlarında genel olarak, kültürel farlılıkların hoş görüldüğü, yasallaştırıldığı ve hatta tanındığı, kısacası farklı olanın bir arada uyum içerisinde yaşayabildiği bir yerin, bir dünyanın arayışındadır. Yapıtlarında, insanlar arasındaki sorunların, diğerini olduğu gibi kabul etmeyen zihniyetten kaynaklandığının altını çizer. Maalouf’un yapıtlarını yazarken takındığı tavrı, diğer bir ifadeyle yazma ve aktarma biçemini özetlersek: Saf olmayan kurgu olarak nitelendirdiği yapıtlarının büyük çoğunluğu, doğruluğu kanıtlanmış tarihi olaylardan yola çıkılarak oluşturulmuştur. Tarihi, ilk olarak, bitmek tükenmek bilmeyen karakterler, olaylar, kıssalar ve keşfedilecek çağların kaynağı olarak gören romancı, tarihten, hayal gücünden açığa çıkan öğelerle harmanladığı bir dizi anektodik ve ansiklopedik öğeyi seçer. Kendisinin de onayladığı gibi, tarih, yaratım için kaçınılmaz bir araçtır, bu herhangi bir pedagojik değer olduğu için değil de, tersine insanlığın toplumsal belleğini içinde barındırdığı içindir. Amin Maalouf, dünyadaki her şeyin insan için, insanlık için yapılması gerektiğini yapıtlarında vurgulayarak hümanist bir tutum sergiler. Irk, dil, din ve sınıf ayrımı yapmaksızın tüm insanlığın kucaklaşmasını arzulayan yazarın hümanist yönü yapıtlarında gerek satır aralarında gerekse romandaki kahramanlarının ağzından açığa çıkar. Işık Bahçeleri kitabında şu satırları yazacaktır: “Kimlerden olduğumu uzun zaman bilmedim, öğrenince önemsemedim. Biliyorsun ben ne ırk tanırım ne de sınıf.” Romanlarının hepsinin başlangıç noktasında sempati yatan bu edebiyat ustasına Bay Doğu, Modern Zamanların Bin Bir Gece Masalları Yazarı, Bay Şehrazat, Bay Hoşgörü de denir. “Bense, her yerde kendimi bir konuk gibi hissetmiştim. Çoğunlukla kucaklanarak karşılanan, bazen sadece hoş görülen bir konuk; ama hiçbir yerde yüzde yüz hak sahibi bir sakin gibi görememiştim kendimi… Ben bir ülkede değil bir gezegende doğdum. Tamam, tabi ki bir ülkede, bir şehirde, bir mahallede, bir ailenin içinde, bir doğum kliniğinde, bir yatakta doğdum… Ama hem ben hem de tüm insanlar için tek önemli şey, dünyaya gelmiş olmaktır! Dünyaya! Doğmak, şu veya bu ülkede, şu veya bu evde, dünyaya gelmek demektir.” (Doğu’dan Uzakta) Maalouf kitaplarında, Orta Asya’dan Mezopotamya’ya, buradan Avrupa’ya ve Afrika’ya uzanan uzun turlar düzenler kalemiyle adeta. Güzergahında ağırlıklı olarak Akdeniz kıyıları vardır. Hayal gücünü çalıştırarak, tarihsel olaylardan yola çıkarak okuru bilinmeyenin gizemli dünyasına götürür. Bu kadar çok okunur kılınmasının sebebi, işte eserlerinde yer alan bu kültür zenginliği ve tarihsel bilgidir. Maalouf’un romanlarında gidilen ve sözü edilen yerlerin bir listesi yapılsa, Akdeniz havzasında hiçbir yer liste dışı kalmaz. Bunlara bir de Mezopotamya, rönesans merkezi İtalya ile İngiltere ve Fransa gibi bazı Avrupa ülkeleri ile İran eklenir. Maalouf romanlarında, seçtiği yerleri kurgusal mekan olarak fona yerleştirir ve bu yerlerde kahramanlarına maceralar yaşatır. Kitaplarının hemen hepsinde doğu motifi üzerinde çalışan Maalouf, doğunun tarihindeki çarpıcı olayları romanlarında kullanır. Aslında tüm kitapları bir sürgün ve gurbet hikayesiymiş gibidir. Maalouf masallarına biraz daha renk katabilmek için ilginç kurulma hikayeleri olan yerleri de bulur. İnsanlara cazip gelen, binlerce yıldır varlığı bilinen, izleri görülen ancak pek de tanınmayan yerleri anlatır. Bu yerlerle ilgili efsaneleri tarihsel olayları aktarır. Hayal gücünü çalıştırarak, tarihsel olaylardan yola çıkarak okuru bilinmeyenin gizemli dünyasına götürür. Ayrımsız tüm toplumların en zayıf noktaları olan masallarda da olaylar tek bir mekanda geçmez. Masal kahramanları da Maalouf’un kişileri gibi heyecanlı maceralar yaşarken sayısız yerleri dolaşırlar. Maalouf’un karmaşık ve zengin olan kişisel tarihi de eserlerinde izlenebilir. Maalouf’un gerçek tarihsel bilgiler ve mekanlar çerçevesinde kurguladığı romanlarında olayın belli bir bölümü Osmanlı toprakları üzerinde cereyan eder. Tarihi romanlarında, tarih kokan mekanları roman kurgusuyla canlandırması sayesinde d,  kitapları tarih okumaktan haz almayanlara bile cazip gelir. Eserlerindeki bağlayıcılık ise gerçekle ve geçmişle iç içe olan tarih ile duyguları barındıran aşkı bütünleştirmesidir. Ki bu tarz aşk romanları okuyanlara tarihi sevdirmekte, tarih okuyanları da aşk ile birleştirmektedir. Canlı ve akıcı anlatımı aynı zamanda da bilgilendirici bir anlama dönüşür. Maalouf aynı zamanda müzik dünyasına librettolarla (opera sözleri) da imza atar. Üç tane librettosu kitaplaştırılır. * Bu yazı buradan alıntıdır

  • Yıldızlararası

    maviSİNEMA * Film, Kip S. Thorne'nun evrende solucan deliklerinin gerçekten var olduğu ve bu sayede zamanda yolculuğun mümkün olabileceği teorisinden ilham alınarak yaratılmıştır. Filmin hikayesi bir grup cesur kaşifin bu deliklerden birine gitmeye karar vermesi sonrasında gelişiyor. Bu bilinmeyen boyuta yapacakları yolculukta, birlikte kalabilmek için verdikleri mücadele her birini ayrı zorluklarla karşılaştırıyor. Yapım Yılı 2014 Orjinal Adı Interstellar * OYUNCULAR Matthew McConaughey Anne Hathaway Jessica Chastain Michael Caine Bill Irwin Ellen Burstyn

  • PAYLAŞIM

    Fuat ÖZGEN * Yavan çorba sana Kebap, baklava bana Hastalık sana Koruyucu sağlık bana Sınav kazanmak sana İşe yerleşmek bana Çalışmak, didinmek sana Gezmek, tozmak bana Askerlik sana Bedelli bana Suskunluk sana Özgürlük bana Ülke derdi ile tasalanmak sana Senin derdine kulak tıkamak bana

  • EFSANE OKUL

    Niyazi UYAR * (Bornova Anadolu Lisesi) Türkiye’nin en nitelikli eğitim kurumlarından Bornova Anadolu Lisesi’nin kısa tarihçesini birkaç paragrafla ortaya koymadan önce özellikle son yirmi yıldır, yöneticilerin değişip durmasını, eğitimcilerin üstünde sallanıp duran rotasyon kılıcından söz ederek başlayalım yazımıza. Bornova Anadolu Lisesi, kamuya, özel sektöre nitelikli “insanlar,” yetiştiren nadide bir okuldur. Bir iş kolunda çalışan mutsuz ise, orada, o iş yerinde, nerede olursa olsun; verimli olunamaz. Hele bu mutsuzluk eğitimcide olursa… 1955 yılında İzmir Maarif Koleji olarak açılan bu güzide kurum 1975 yılında Millî Eğitim Bakanlığının aldığı bir kararla diğer maarif kolejleri ile birlikte Anadolu lisesi olmuştur, Bornova Anadolu Lisesi, yani bilinen adıyla BAL! BAL hakiki manada bir ekoldür. Bu efsane okul, hem öğrenci hem öğretmen hem de veli için tam manasıyla bir okuldur. Ben derim ki, çocuğunuzun bilimle uğraşmasını, bilim adamı olmasını istiyorsanız, İzmir Fen Lisesi’ne; düşünen, özgür ruhlu bir birey olmasını istiyorsanız BAL’A, gönderin! Çünkü, BAL’IN, taşından, toprağından, her bir duvarından özgürlük fışkırır. Daha okulun giriş kapısından adımınızı atıp "Ihlamurlu Yol" boyunca yürüdüğünüzde bir güzellik içine alıverir sizi. Okulun 220 yirmi dönümlük arsasını Fransız asıllı varlıklı bir Levanten olan Edmond Giraud bağışlamıştır. Bu efsane okulun yerleşkesinin içinde köşkü, koruluğu, güvercinliği, çeşit çeşit ağaçları, çamından, bademine, incirine, zeytinine, dutuna, portakalına, turuncuna, eriğine, palmiyesine, lükstürümüne, taflanına, mersinine, tesbih ağacına, servisine kadar… yüzlercesi vardır.   Türkiye'de böyle bir lise, böyle efsane bir okul yoktur. Böyle güzelliklere sahip olan bir yeri bu güzellikte, doğallıkta bırakacaklarını sanmak, ülkeyi tanımamaktır. Demezler mi, “meyve veren ağacı taşlarlar,” İşte buna sebep öteden beri sistematik olarak hep bir taarruza maruz kalmıştır Bornova Anadolu Lisesi. 220 dönümlük arazi üzerinde lojmanlarla birlikte altı okul binası daha yapılmıştır. Yani bu güzellikleri BAL’A çok görenler betona boğmuşlar bu doğal güzelliği. Yurdun değişik yerlerinden gelen başarılı öğrencilerin barınmasına imkân veren BAL'IN yatılı okul statüsü sonlandırılarak Anadolu’nun yoksul zeki çocuklarının istikbaline ket vurulmuştur... Eğitim yöneticiliği siyasi iktidarların bizden olsun anlayışı ile yıpratıldıkça yıpratılmış; fakat okulun nitelikli öğretmen kadrosu, gerçek birer eğitim emekçisi olduğundan bu değişimlerden çok fazla etkilenmemiştir eğitimi. Bu efsane okul 2016 yılında tarihinde görülmeyen, hiçbir demokratik ülkede görülmesi imkânsız bir durumla karşı karşıya kalmıştır. O gün okul tarihine kara bir gün olarak kayda geçmiştir. Ve -yaklaşık- 90 öğretmeninden 60’nın haksız bir şekilde okulla ilişikleri kesilmiştir. Bu durum arazisi üzerine saplanan beton bloklardan daha acıdır.  Çünkü bu durum, doğrudan doğruya okulun ruhuna saplanan bir hançerdir. Hep gündemde olan BAL’IN özgür düşünceli, bireyler yetiştiren ruhundan rahatsız olanlar, aslında BAL’ın laiklikten, çağdaşlıktan, Cumhuriyetten, Atatürk devrim ve ilkelerinden yana olan çizgisinden rahatsızdırlar. Bugünlerde BAL'IN arsası üzerine bir anaokulu yapılacağına dair basında, sosyal medyada yer alan haberler, hepimizi derin endişelere sürüklemiştir. Yine cennetten bir köşe olan BAL’IN arsasına beton bloklar saplanacaktır. Konuyu daha fazla uzatmadan birkaç soru ile sonlandırmak istiyorum yazımı. 1-     Lise öğrencileri ile anaokulu öğrencileri aynı bahçede olur mu, siz bilmez misiniz bunun pedagojik olmadığını? 2-     Avrupa Göçmen Fonunun desteği ile mülteciler için anaokulunun yapılacağı söylemi doğru mudur? 3-     Proje aşamasında kimsenin bundan haberi olmamış mıdır, sosyal demokrat doğayı sevdiğini iddia ettiğini tahmin ettiğim sayın belediye başkanı, neye imza attığını farkında değil midir? 4-     Bornova’da İzmir’de onca yer varken, bu güzelim okulun bahçesine neden kıyıyorsunuz? 5-   220 dönümlük araziye kıya kıya BAL’I diğer okullara mı benzetmek istiyorsunuz? 6-     Aydınlık, çağdaş bir Türkiye’nin yarınlarına nitelikli insan yetiştiren BAL sizi çok mu rahatsız ediyor? 7-     Bir inat uğruna içimizi, yüreklerimizi acıtmaktan zevk mi alıyorsunuz? İçimizi acıtan bu yanlıştan tez zamanda dönmenizi ümit etmek istiyorum. Ne olur biraz da iyi insanlara kulak verin, ne olur güzelliklere kıymayın efendiler!

  • Bir Şiir Etkinliği

    maviADA yazarlarından Semihat KARADAĞLI 23 Şubatta bir ŞİİR etkinliğinin konuğu oluyor. Program sunumunu Metin Soydeveli ve Süreyya Türkaydın'ın yapacağı etkinlik Karşıyaka Çarşı Kültür Merkezinde saat:18:00 de başlıyor.

  • Stefan ZWEİG

    ~STEFAN ZWEİG~ Doğum: 28 Kasım 1881 Viyana, Habsburg İmparatorluğu Ölüm:​22 Şubat 1942 (60 yaşında) Rio de Janeiro, Brezilya Romancı, öykü ve oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı Ülkede Hitler öncülüğündeki Nasyonal Sosyalizm egemen olmaya başladığında Yahudi asıllı bir yazar olan Zweig kara listeye alındı. 1933'te, Nazilerin ideolojileriyle bağdaşmayan, meydanlarda törenle yaktıkları, ateşe verdikleri kitaplar arasında Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. 1934'te Gestapo'nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve Londra'ya yerleşti. 22 Şubat 1942'de Brezilya'da Hitler ordularının dünya genelinde ilerleyişinden kapıldığı umutsuzlukla karısıyla birlikte intihar etti. * ZWEİG'ten DERLEMELER Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. ... Stefan Zweig/ Satranç *** Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar. Olağanüstü Bir Gece/ Stefan Zweig *** Kitaplığım benim krallığımdır Montaigne/ Stefan Zweig *** ... çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytulardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu/ Stefan Zweig *** “Özgürlüğün yolu tüm dünyaya karşı tek başına kalmak bile olsa kendi inancına bağlı kalmaktan geçer...! *** Bir fikir, ancak ifade edildiği zaman bir fikirdir. *** “Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır.” *** "Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi." *** "Belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır." Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Stefan Zweig Sayfa 56 *** İçimde bir şeyler haklıydı ve bunu sadece içimdeki diğer ben biliyordu... Satranç, Stefan Zweig *** "İyilikle gülümseyebilen insanlar vardı hâlâ.." . Satranç, Stefan Zweig *** Günümüz insanı kalpsiz. Sahaf Mendel, Stefan Zweig Sayfa 31 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları *** Derleme: Semihat Karadağlı

  • Stefan Zweig

    Nurten B. AKSOY * Karamsar ve Umutsuz Bir Yazar * (28 Kasım 1881, Viyana - 22 Şubat 1942 Brezilya) Avusturyalı Yahudi yazar Stefan Zweig, ülkesi 1938 yılında Nazi kontrolüne girince büyük bir umutsuzluğa düşerek 22 Şubat 1942’de Brezilya’da intihar eder ve arkasında bir mektup bırakır. Zweig’ın yaşamına son vermeden önce yazdığı bu son mektubu Brezilyalı bir doktor, 1960’larda bir polis memurundan alır ve 30 yıl sonra da İsrail Ulusal Kütüphanesi’ne bağışlar. Yazarın ölümünün 70. yıldönümünde İsrail Ulusal Kütüphanesi tarafından yayınlanan bu mektupla ilgili olarak arşiv müdürü Dr. Stefen Litt şöyle der: “Yazarın intihar sebebi Brezilya’da düştüğü ekonomik sıkıntılar değildi, asıl sebep Zweig’ın Avrupa kültürünün Nazi hegemonyası altında yok edilişine üzülmesi ve tüm umutlarını kaybetmesi idi.” Savaşların tüm hızıyla sürdüğü, sürekli savaş çığlıklarının atıldığı günümüz dünyasında en değerli şey olan yaşamların son bulmaması dileğiyle… Stefan Zweig, 28 Kasım 1881 tarihinde Avusturya’nın Viyana şehrinde dünyaya gelir. Varlıklı bir ailede büyüyen Zweig, küçük yaştan itibaren ciddi bir eğitim alır. İngilizce, Latince, Yunanca, Fransızca gibi dilleri konuşabilen Zweig, lise çağlarında şiir yazmaya başlar. İlk gençliğinde okumaya başladığı Alman şair Rilke onun yaşamında önemli bir yer tutar, bu yıllarda Rilke’nin etkisi ile kalemine yön verip şiire başlayan Zweig, üniversitede de felsefe eğitimi alır. Birinci Dünya Savaşında gönüllü olarak savaş karargâhında arşiv memurluğu yapan Zweig, savaştan sonra Avusturya’ya dönerek Salzburg’a yerleşir ve 1920 yılında Frederike Von Winternit ile evlenir. Yaklaşık 20 yıl yaşadığı bu şehirde James Joyce, Paul Valery, Thomas Mann, Franz Werfel ve Romain Rolland gibi önemli şair ve yazarlarla yakın arkadaşlıklar kurar. Edebiyat dünyası içinde büyük bir ağırlığa sahip olan Stefan Zweig, 1928 yılında Lev Tolstoyun 100. Doğum Günü nedeniyle düzenlenen kutlamalara katılır. 1933’te Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig’ın eserleri de yer alır. 1934’te Gestaponun villasını basıp, silah araması üzerine yazarımız ülkesini terk etmek zorunda kalır ve Londra’ya yerleşir. Ancak kendini burada da rahat hissetmez. 1939 yılında “Kalbin Sabırsızlığı” adlı romanını yayımlayan Zweig, ilk evliliğini de burada sonlandırır. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına geçen yazar, II. Dünya Savaşı sırasında New York, Arjantin, Paraguay ve Brezilya’ya yolculuklar yapar. Huzura kavuşmak için yaptığı bu yolculuklar sırasında yanında olan Lotte Altman ile ikinci evliliğini gerçekleştirir. Daha sonra Brezilya’ya yerleşir. Burada çeşitli eserler ve ünlü “Bir Satranç Öyküsü”nü kaleme alır. Ancak Stefan Zweig; İkinci Dünya Savaşı’nın, Hitler’in yarattığı kaosun ve Faşist düzenin kalıcı olacağına inandığı için büyük bir umutsuzluk ve karamsarlık içine düşer. Bir aydın olarak da anılan ve savaş karşıtlığı ile bilinen Stefan Zweig, kitapların yakılarak imha edildiği bir dönemde her şeye rağmen yazma işini bırakmaz, yaşamı boyunca oldukça fazla eser kaleme alır. Çok yönlü bir yazar ve şair olarak, özellikle yazdığı biyografi kitapları ile edebiyat tarihinde önemli bir yer kazanır. Biyografilerini yazdığı kişiler arasında Stendhal, Romain Rolland, Erasmus ve Nietzsche gibi önemli isimler bulunmaktadır. Zweig’ın özellikle de “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski” adlı kitabı edebiyat dünyası açısından büyük önem taşır. Biyografi yazarlığı ve şairliğinin yanı sıra dram ve trajedi türlerinde de birçok tiyatro oyunu kaleme alan Zweig en çok ”Satranç” adlı kitabıyla ün kazanır. Zweig, henüz ilk gençlik yıllarında ise Paul Verlaine ve Charles Baudelaire gibi Fransız şairlerinin şiirlerini Almancaya aktarır. Zweig; insanlığın faşizm karşısında aşağılanmasını, erdemlerin yok edilmesini, ötekileştirme sonucu gitgide çoğalan nefreti, kini bir türlü kabullenemez. O günlerde yakın dostu Joseph Roth, Zweig’a şöyle yazar: “Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak.” Gerçekten de Roth’un yazdığı gibi olur, kısa bir süre sonra, kitapları yakılır ve sevdiği dostları Almanya’dan ayrılır. Zweig bu duygularını bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle dile getirir: “Bir nefretin çift taraflı ağırlığıyla yere serilmiş durumdayım, savaşa neden olan Almanya’ya duyduğum nefret ve savaşın galibi olan Avusturya’daki Yahudilere duyduğum nefret benim gibi insanları yok edecek, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki, nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.” İntihar öncesi umutsuzluk hissinin oluşmaya başlamasında Londra’da oturma vizesi alamaması ve pasaportuna ‘Yabancı Düşman’ damgası yemesi en önemli etkendir belki de. İkinci eşi Lotte’yle birlikte rüyalarını yaşamak umuduyla gittikleri Amerika’da kısa bir süre her şey yolunda gitse de bir süre sonra yaşadıkları yerin havası ve suyu Lotte’nin astımına dokunmaya başlar. Zaten bir türlü kuramadıkları düzen yeniden bozulur. Böylece tekrar toparlanıp, son durakları olan Brezilya’ya doğru yola koyulurlar. Zweig, kaçarak geldiği bu son durakta tüm haber kanallarına, gerçeklere, olan biten her şeye kulaklarını kapatır. Ailesi ve geride bıraktığı geçmişi işgal altındadır. Zweig o zaman haberciler için, ‘ağızlarından kan akıyor’ tabirini kullanır. Bir Satranç Öyküsü'nün finali, yazarın 1942 yılı başlarındaki ruh halini yansıtır. Umutsuzluk içindeki Zweig, en sevdiği yazarlar olan Goethe, Homeros ve Shakespeare'de teselli arar. Okumak için bir şeyler ararken, tesadüfen Montaigne'in "Denemeler" adlı eserine rast gelir. Ölüm karşısında özgür olmak isteyen Montaigne gibi Zweig da Nazilerden kurtuluş için tek çare olarak ölümü görür. 1942 yılının 14 Şubat’ında karı-koca Zweiglar Rio festivalini izlemeye giderler. Ama o gün gazetelerde manşet olan haberi görünce huzurları yeniden yok olur. Nazi güçleri Süveyş Kanalına doğru yönelmişlerdir ve Libya’ya doğru ilerliyorlardır. Stefan Zweig ve eşi festivali izlemeden apar topar Brezilya’daki evlerine dönerler. 22 Şubat 1942 sabahı, Zweigların yatak odalarının kapısı, öğleye kadar açılmaz. Bu durumdan şüphelenen hizmetçiler polise haber verirler. Yatak odasına giren polisler sırtüstü yatan Stefan ile elini onun göğsüne koymuş olan eşi Lotte'nin cansız bedenlerini bulurlar. Zweiglar "Veronal" adındaki ilaçtan içerek intihar etmişlerdir. Titizce düzenlenmiş masanın üstünde pulları bile yapıştırılmış olan veda mektupları durmaktadır… "Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım, en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerlerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım. Hepsine uzun geceden sonra gelen sabah kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” Stefan Zweig Petropolis 22.11.1942

  • MASUMİYETİN İLK FOTOĞRAFI

    Niyazi UYAR* Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Kahverengi çerçevenin, Varak renkli işlemeleri İçinde bakıp durmakta ışıl ışıl. Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Masum, mahcup Bir çift göz, Seyrek kaşların altında. Ve de Fukaralığın belgesi bu. Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Saçlar üç numara Kırmızı çizgili Kaputtan gömlek, Kırış kırış. Pantolon askısı önden arkadan, Çaprazına eşkıya fişekliği. Masumiyetin ilk fotoğrafı bu… Okur bu çocuk demiş ya, Taş yapı ustası Melek Nurullah! İşte ona sebep, Şehre gitmiş hediyesine. İşte ona sebep çalışacak, İşte ona sebep okuyacak, İşte ona sebep adam olacak! İşte ona sebep, Düşündeki, hayalindeki, Pembeliye yar olacak! Ve İşte ona sebep, Mutluluğun fotoğrafı bu! Sene, Dokuz yüz altmış beş, İlk şehir ziyaretinde, İlk fotoğrafı bu Foto Özkahrahraman’da! Ocak 2024 / Salihli

  • Yüksek Ökçeler

    ÖMER SEYFETTİN * Hatice Hanım pek genç dul kalmış, zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşındayken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için izdivaç denen şeyden nefret etmişti. işte hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot, yığınlarından yapılmış pis, abus lanet bir heyula şeklinde gelirdi. — Gençler başkadır! diyenlere — Aman, aman... Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker? diye haykırırdı. Başlıca merakı temizlikle namusluluktu. Göztepe’deki köşkünü hizmetçi Eleni ve evlatlığı Gülter’le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de, Güller de, son derece namusluydular. Kileri kilitlemezdi, paraları meydanda dururdu. Hele Mehmet’in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakmazdı. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi gücü adamlarını teftişti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi. Derdi ki: — Benim gibi olun! Ben kimseyle görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır! Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfağında ona misafir, hemşeri filan hatta yabancı bir kedi bile gelmiyordu. Hatice Hanım belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım’ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Adeta bir cambaza dönmüştü. Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı burkulmadan bir aşağı bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesine uğradı. Çağırdığı doktor ilaç falan vermedi. — Bütün rahatsızlığına sebep, bu ökçelerdir, hanımefendi, dedi, onları çıkarın. Rahat, yünden yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz. Hatice hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi falan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat tam vücudu rahat ettiği sırada ruhu derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni’yi kendi diş fırçasıyla ağzını yıkarken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet’i, et günü olmadığı halde bol bir sahan külbastısı yerken yakaladı. — Ne oldu bunlara yarabbim? Bunlara ne oldu, bunlara? diyordu. Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını, yolsuzluğunu tuttu. Hele Mehmet’i komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit, kürek altına aldı. — Bakalım şimdi ne çalacaklar? dedi. Hakikaten çalınacak bir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince azacık daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başında kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş, kalın kollarını her ikisinin bellerinde halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için konuştuklarını duymamazlık edemedi. Mehmet diyordu ki: — Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmiyorsun! Gülter: — Her taraf kilitli ne yapayım? diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni’ye de: — Ülen gece niçin gelmiyorsun? Sana helva yapıp saklıyorum, sualini soruyor. Eleni: — Yakalanacağız, vire! Sonra hanım bizi koyacak! diye çırpınıyordu. Aralarında çıtır çıpır bir bir hasbihal başladı. Hatice Hanım gözünü açmıyor, yüreği çarparak merakla dinliyordu. Gülter: — Ah, o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katından kımıldadığını duyardık... Hasbihal uzadıkça kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı, gözlerini açtı: — Sizi alçak, hırsız namussuzlar! Defolun şimdi evimden! diye haykırdı. Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı attı. Aşçı, işçi artık eve ne kadar adam aldıysa hepsi arsız, hırsız yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rast gelmedi. Malı, mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin arsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu. Benzine kan geldi. Vakıa yine başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendisini göstermiyor: —     Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya...diyordu. (…)

  • Cemre

    Cemre, folklorik bir inanış, bir halk takvimi, bir umut ve yaşam çekirdeği… İlkbahar başlangıcında yedişer gün arayla önce havada sonra su ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık artışına halk arasında verilen ad. Yani bir tür sanmak ve umut...Denk gelirse... Tümden de köksüz değildir, kar ortasında baharı kim istemez. Sözcüğün kökeni Arapçadır. Anadolu’da cemre yerine bazen “cemile” kelimesi de kullanır. Cemrelerin eski takvimlerdeki Arapça karşılığı “Cemre-i ula beheva”, “Cemre-i saniye beab” ve “Cemre-i salise behak” şeklinde yazılırdı. Cemreler kışın soğuk günlerini geride bıraktığımızın müjdecisidir. Mina Vadisi’nde Arafat’tan gelen hacıların attıkları taşlarla oluşan yığınlara da “cemre” adı verilir. "Cemre"'nin sözlük anlamı kor yani ateştir. Halk arasında ise sıcaklığın artması olarak bilinir. İlkbahar başlamadan hemen önce 7 gün arayla havaya, suya ve toprağa sırasıyla düştüğüne inanılır. Bu düşen cemreler sayesinde hava, su ve toprak ısınır. Halk takvimi tekrarlayan olaylara dayanan bir deneyim takvimidir ve şaşma olasılığı azdır. Küresel ısınma başka tabi... Cemrenin, Altay Türklerinde görülen İmre adlı olağanüstü varlığın dönüşümüyle ortaya çıktığını savunanlar da vardır. Cemreyi, Bulgar Türkleri'ndeki Zemire veya Anadolu ağızlarındaki Zemheri ve Kumuk Türkçesi'ndeki nem veya buhar anlamına gelen Zemre ile ilişkilendirenler de bulunmaktadır. Cemrelerin düşmesi, kıştan bahara geçişin sembollerinden biridir. Kasım günleri 100. güne yani miladi takvimde 15 Şubat’a geldiğinde artık kış hükmünü kaybetmeye başlıyor. İnanışa göre, bu tarihten 5 gün sonra ilk cemre düşüyor. 20 Şubat’ta havaya düşen cemrenin soğuk havayı yere indirdiği kabul ediliyor. İlk cemreden bir hafta sonra, 27 Şubat’ta ikinci cemre suya düşüyor ve suların ısısını arttırıyor, buzlar çözülüyor. Üçüncü ve son cemre de 6 Mart tarihinde toprağa düşüyor ve kır çiçekleri o andan itibaren gözükmeye başlıyor. Halk cemrenin düşüş sırasına göre önce havanın ısındığına sonra su ve yerin ısındığına inanır. Ancak bu coğrafi bilgiyle çatışır. Çünkü; güneş ışınları önce toprağı ısıtır. Yerden yansıyan ışınlar da havayı... Çok itiraz etmeyin, halkın bir bildiği vardır elbet… Meteorolojik olarak ısınma sıralaması toprak – hava- su şeklindedir. Cemre her ne kadar folklorik bir inanış olsa da, cemreler arasındaki günlerde hava sıcaklığında az da olsa düşüşler yaşansa da, özellikle Marmara bölgesine ait istatistiklere göre, cemre tarihlerinde yüzde 80’e varan oranda ısınma meydana gelmektedir. Cemreler Türk dünyasının kültür ve edebiyatına da konu olmuşlardır. Örneğin, divan şairlerinin cemre zamanlan, baharın yaklaşması dolayısıyla önemli kişiler için yazdıkları övgü şiirlerine ‘Cemreviye’ denilirdi. Cemreler baharı müjdeliyor… Bahar kendi gelmeden önce de müjdecilerini gönderir bize. Cemre bir su damlası değildir; ama biz kafamızda cemreyi hep bir su damlası gibi düşünürüz. Sanki o minicik su damlası, önce havaya düşer, havayı ısıtır; sonra suya düşer, suyu ısıtır; en sonunda da toprağa düşer, toprağı ısıtır. Şimdi Anadolu’nun çok yerinde erikler çiçeklerini açtı, açacak… Kardelenler çoktan fışkırdı karın içinden, umutsuzluğa inat… Kışın soğuk, kısa günlerinde, uzun gecelerinde kurduğumuz bahar düşleri artık gerçeğe dönüyor. Bahar geliyor. “Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır” dese de büyüklerimiz, aslında mart ayı baharın ilk ayı. Mart, nisan ve mayıs ayları bahar mevsiminin güzelliklerini içinde toplayan, sonra da bize sunan aylar… Hurafeymiş, geçsenize siz onu, insan da umut ve güzellik yaratan her şey değerlidir, bazen gerçekten daha çok… Bırakın kötü düşünceyi, karamsarlıkları bir yana atın. Hele küresel ısınma böyle giderse CEMRE’yi son görüşünüz olabilir. Ben de felaket tellallığına başladım. Görünen bu sene de geldi CEMRE, bugün kışın en sıcak günü, hatta önümüzdeki bir hafta güzel... Görürsünüz haftaya karın ortasında gelin gibi donanır bademler, erikler. Mart kazma kürek yaktırırsa kötü elbette, eriği kaçtan yeriz Allah bilir... İyi de bizim kabzımal takımı beceriklidir, hiç don yapmasa da, turfanda sebil olsa da fiyatı fırlatmak için bir gerekçe bulur... İyisi mi siz siz olun CEMREnin tadını çıkarın… Mart'a da gelince bakarız... CEMRE ile ilgili diğer yazılarımızı okumak isterseniz RESME tıklayınız

  • Bugün Günlerden Cemre

    CEMRE Tomurcuktu, Asıldı güneşi almak için Avuçlarına Açılayazdı pembeye. Kavruldu; Bordoya , bordoya çaldı dalları. Dudakta, can suyu; İlk öpücük. Ha düştü, ha düşecek cemre!.. Yürek ; inadına kardelen. Sırçaydı, Gönül köşk Rüzgarıyla dal oynasa kırılgan Yekindi, Ağırlığında ezgin; Un ufak parçalandı kolları.

  • MADEN DEĞİL RANT ÖLDÜRÜYOR

    Yusuf AKSOY * Erzincan İliç’te 13 Şubat 2024 tarihinde Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Çöpler Kompleks Maden İşletmesinde büyük kütle halinde toprak kayması meydana geldi. Toprak kaymasında toplumca yine yeni bir felaketle karşı karşıya kaldık. 9 maden emekçisi çevresel riskler taşıyan siyanürlü toprak altında kaldı. Kurtarma çalışmalarına rağmen toprak atlında kalan işçilere henüz ulaşılamadı. Maden toprağının altında kalan sadece 9 işçi değil elbette. Alın teriyle çalışıp yaşam kavgası veren tüm emekçiler siyanürlü toprak altındayız. Toprak altında kalanların aileleri başta olmak üzere toplumca büyük bir üzüntü içerisindeyiz. Ancak sadece üzgün değil, kızgınız da. Çünkü ülkemizde ölümlü maden kazalarının hemen hepsi açgözlülüğe dayalı tedbirsizlikten kaynaklanmaktadır. Salt rant amaçlı işletilen madenlerde alınması gereken hayati tedbirler gereksiz masraf olarak görülüyor ve gerekli tedbirler zamanında alınmıyor. Dolayısıyla adı ihmaller zincirine bağlı onlarca, yüzlerce telafisi mümkün olmayan kayıpla karşı karşıya kalıyoruz. Sorumlular ya tehlikenin farkında olmuyor ya da farklı yöntemlerle süreç kârlılık adına böyle işletiliyor. Maden arama ve çıkarma projelerinin baştan sona dek usulüne uygun denetlenmediği böylece açığa çıkmış oluyor. Vurdumduymazlık gerektiği şekilde sorgulanıp cezalandırılmıyor. Bu sorumsuz davranışlar işverenin, sermayenin çıkarına zarar vermemek adına yapılıyor. Emekçilerin ve yakınlarının hayatı ise maalesef hiçe sayılıyor. Jeoloji Mühendisler Odasının 14 Şubat 2024 tarihinde konu ile açıklaması uyarıların dikkate alınmadığı vurdumduymazlığı ortaya çıkarmaktadır: “2022 yılı Haziran ayında Çöpler Altın Madeni İşletmesi yığın liçi sahasındaki siyanür karışımı çözelti götüren borularda yaşanan kırılma sonucunda, yığın liçi sahasının hemen doğusundan geçen ve aktif bir fay tarafından (Munzur Fay Zonu)  kontrol edilen Sabırlı Deresine akması nedeniyle Odamız bölgede incelemelerde bulunmuştur. İncelemeler sonucunda, işletme sahası içerisinde MTA Genel Müdürlüğü tarafından 2013 yılında yayınlanan Türkiye Diri Fay Haritasında aktif olduğu ifade edilen ve Munzur segmenti olarak tanımlanan bir fay hattının bulunduğu tespit edilmiştir. Ancak bu fay hattının işletme projeleri hazırlanırken dikkate alınmadığı, hatta fayın inaktif olduğunun belirtildiği, hazırlanan atık depolama, üretim ve diğer tesis projelerinde 0.30 g  ivme değerleri gibi düşük ivme değerleri baz alınarak proje hazırlandığı görülmüştür. Olası büyük bir depremde bu alanda bulunan tesislerin yıkılma riski taşıyabileceği ifade edilerek, hazırlanan ve işletilmekte olan atık depolama tesisi, üretim tesisleri ile açık kazı ve yığın liçi için gerekli tasarım parametrelerinin hem statik, hem de dinamik koşullar (açık ocakta patlama ile kazı yapılması nedeniyle) dikkate alınarak  yeniden yapılması ve gerekli tedbirlerin alınması gerektiği ifade edilmiştir. Hatta bu durum 74. Türkiye Jeoloji Kurultayı açılış konuşmasında, hem kurultay Başkanı Prof. Dr. Gürol Seyitoğlu, hem de Oda Yönetim Kurulu Başkanımız tarafından ifade edilmiştir. [1]” Ülkemizde sayısız altın arama ruhsatına sahip olan yerli, yabancı ya da çok ortaklı şirketler olduğu bilinmektedir. Bunların yanında aktif halde altın madenler olan Artvin Hot; Balıkesir Çoraklık, Kubaşlar, Kızıltepe, İvrindi; Çanakkale Lapseki, Kirazlı, Akbaba; Erzincan Çöpler; Eskişehir Kaymaz, Sivrihisar; Fatsa Altıntepe; Gümüşhane Mastra, Midi, Mescitli; İzmir Ovacık, Çukuralan, Efemçukuru; Kayseri Himmetdede, Kaş, Öksüt; Konya İnlice; Niğde; Bolkardağ; Sivas Bakırtepe; Uşak Kışladağ altın madenleridir. Zamanında ve yeterince denetlenememe durumunda bu madenlerin tümü hem madende çalışanlar için hem de çevresel riskler barındığı için çevre ve çevredeki tüm canlı türleri için potansiyel tehlikelerdir. Dünyada özellikle Avrupa’da siyanürlü madencilik felaketlerle anılıyor. 2000 yılında Romanya’da Baia Mare Aurul Altın Maden’inde yaşanan siyanür sızıntısının büyük bir felakete sebep olduğu akıllardadır. Yeraltı sularına karışan siyanür çok geniş bir coğrafyada içme sularına karışmış ve çok sayıda insanın içme suyundan zehirlenmesine neden olmuştur. Bu tehlikenin ardından kamuoyunun da baskısıyla Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Almanya gibi ülkelerde siyanürle altın arama yasaklanmıştır. Ülkemiz yer atlı kaynakları işletilirken ’rant ya da çevreye duyarlı kamu yararı’ gibi iki seçenek arasında kalınmamalıdır. Başta altın olmak üzere tüm maden işletmeciliği ülke yani kamu yarı ile birlikte çevresel risklere karşı tüm önlemler gerçekten bilimsel anlamda alınabildiği ölçüde işletilmelidir. Siyanürün toprağa, havaya ve suya karışmasının canlı sağlığına karşı ölümcül sonuçları bilinirken asla kullanılmaması gerekir. Hatta siyanürlü altın elde etme tümden yasaklanmalıdır. Ülkemizde 1941 yılından bugüne maden facialarında 4 bine yakın insanımızı kaybettiğimizi ve 100 bini aşkın insanımızın da yaralandığı hafızalarımızda. Aynı faciaların çalışan işçilerle beraber çevre ve çevredeki tüm biyolojik canlılığa da büyük zararlar verdiğini, canlılığı tümden öldürdüğünü biliyoruz. Yerli ve çok uluslu emperyalist şirketler insanlarımızı, çevremizi, havamızı, suyumuzu ve yarınlarımızı yok sayarak ülkemizi çiftlikleri gibi kullanmamalıdır. Buna daha fazla izin vermemeliyiz. Facialara, iş cinayetlerine karşı toplumca daha çok ses çıkarmalıyız. Aksi takdirde yeni Armutçuklar, Kozlular, Yeni Çeltekler, Sorgunlar, Ermenekler, Dursunbeyler, Somalar, Amasralar ve Erzincan İliçler yaşanır. Madenin değil, kapitalizmin talan ve sömürüye dayaklı sonsuz kar hırsının öldürdüğünü unutmayalım. Geç kalınmış olsa da yurttaşlar olarak bugünden tezi yok; insanımıza, toprağımıza, suyumuza, havamıza, kurdumuza, kuşumuza ve sokak hayvanlarına dört elle sahip çıkalım. İnsanlık onurumuzu ancak adil bir yaşam kavgasıyla savunabiliriz. [1] JMO: Bi̇r çevre FELAKETİ “İLİÇ Altin Madeni̇ İŞLETMESİ.” www.tmmob.org.tr. (2024, February 14). https://www.tmmob.org.tr/icerik/jmo-bir-cevre-felaketi-ilic-altin-madeni-isletmesi

  • KAZA DEĞİL, CİNAYET

    Yusuf AKSOY * Aşağıda Bartın'ın Amasra ilçesinde 14 Ekim 2022 günü Türkiye Taşkömürü Müessese Müdürlüğü'ne bağlı maden ocağındaki patlama sonrası 24 Ekim 2022 tarihinde Ada Günlükler'inde yazdığım yazımı yeniden paylaşıyorum. Madenlerde daha çok kazanma hırsının artmasından başka hiçbir değişenin olmadığını acı bir şekilde Erzincan İliç'de altın madeninde meydana gelen toprak kaymasında görmekteyiz. Ölen yiten yine yoksullar, yine işçiler ... Bu yürek yakan haberi aldığımızda Cumhuriyet tarihinin en çok ölümlü maden faciası olan Soma maden faciası hemen aklımıza geldi. Soma’da yerin altında 301 maden işçimiz diri diri yanarak hayatını kaybetmişti. 17 Ekim 2022 tarihli BBC Türk News’in haberine göre "taksirle ölüme ve yaralamaya sebebiyet vermekten" yargılanan 51 sanıktan hiç birinin tutuklanmadığı bildirilmektedir. Gazete haberinde: “Davanın dördüncü duruşması Haziran 2021'de görüldü. Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi, tutuksuz yargılanan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan'a "bilinçli taksirle öldürme ve yaralamaya neden olma" suçundan 20 yıl; maden mühendisleri Efkan Kurt ile Adem Osmanoğlu'na 12'şer yıl 6'şar ay hapis cezası verdi.” Ancak “Sanıklar tutuklanmadı.” açıklaması yer almaktadır. 301 maden işçisin ölümüne sebep olanlar eli kolunu sallayarak dolaşıyorlar. Bundan cesaret alan diğer madenlerin yöneticileri sizce ölümlere karşı gerekli tüm tedbirleri alır mı? Amasra’da alınmadığını yine acı bir sonla tüm dünya gördü. 1941 yılında bu güne maden facialarında 3000 madencimiz hayatını kaybettiğini araştırmalarımızdan öğreniyoruz. Dev Maden Sen’in bu yöndeki açıklamasında bilinen bu acı kayıplardan 2030’unun son yirmi yılda gerçekleştiğinden bahsedilmektedir. Sendikanın açıklamasında: “Kayıt altına alınabilen verilere göre geçtiğimiz son 20 yılda 2030 madenci işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri uygulanmadığı ve gerekli denetimler yapılmadığı için yaşamını yitirdi. Binlerce maden işçisi meslek hastalığı ve iş cinayetlerinde sağlığını, organlarını, işini ve geleceğini kaybetti.” denmektedir. Türkiye’de ölümle sonuçlanan en çok vaka madenlerde yaşanmaktadır. Bu durumun başlıca sebepleri 2012 de çıkan iş güvenliği yasasına rağmen gerekli tedbirlerin alınmaması, denetimsizlik ve liyakatsiz görevlendirmeler ve sucu sabit olanların cezalandırılmamasıdır. Dünyanın en büyük kömür üreticilerinden ikisi Çin ve ABD’dir. Bu ülkelerdeki maden faaliyetlerine göz attığımızda ülkemizdeki büyük ihmal gözler önüne serilmektedir: “Çin'de, 2008 yılında 100 milyon ton başına 127 kişi hayatını kaybederken, bu sayı 2013 yılında 37'ye düşmüştür. Amerika Birleşik Devletleri'nde de, 100 milyon ton üretim başına 1 ile 6 kişi yaşamını yitirmiştir. Türkiye'de ise 2000 yılında 100 milyon ton başına 710 kişi hayatını kaybederken, 2008 yılına gelindiğinde bu sayı 722'ye çıkmıştır.”  İş kazaları, insan yaşamına önem veren tüm tedbirler alındığında çok büyük oranda önlenebilir kazalar olarak bilinir. Erken uyarı sistemleri, zararlı gazları seyretme sistemleri, oksijen odaları, gerekli ekipman ve yedeklenen donanım malzemeleri gibi hayati önlemler için teknoloji gerekenleri çalışma hayatına sunuyor. Bizim maden işçilerimize bunlar neden çok görülür? İşçi hayatı neden önemsenmez? Hepimizin bunu sorgulaması gerekir. Gerek Avrupa İklim Eylem Ağı raporuna göre gerekse DevMaden Sen’in açıklamalarına göre: ”Türkiye'de 2003-2009 yılları arasında madencilik iş kolunda çalışan işçilerin ortalama yüzde 67’si sendikalara üye iken 2013-2020 yılları arasında sendikalılık ortalaması yüzde 19’a geriledi.” Bu da işçilerin örgütsüz olmalarına, birçok haklarından mahrum çalışmasına, işyerlerindeki tehlike ve riske karşı seslerini duyuramamalarına sebep olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Maden ocaklarında çalışmak, insan sağlığı için ayrınca tehlikeler arz etmektedir. Maden ocaklarında yoğun olarak rastlanan metan gazı, karbon monoksit, hidrojen sülfür ve oksijen kıtlığı erken yaşlarda kanser başta olmak üzere birçok solunun, alerjik ve deri hastalıklarına yakalanmaya sebep olmaktadır. CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, Twitter hesabı üzerinden Sayıştay’ın 2019 TTK’nın Bartın Amasra raporunu paylaşarak kurumun grizu patlamasına karşı uyardığını yazdı. Sayıştay raporunda, “üretim derinliği -300 metreye ulaştığı için çalışılan damarlarda gaz içeriklerinin yüksek olduğu, ani gaz degajı ve grizu patlama riskinin arttığı uyarısı yer alıyor. Deniz Yavuzyılmaz’ın paylaştığı raporda şunlar yazıyor: “2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme, ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan damarların tamamında gaz içeriklerinin yüksek olduğu, dolayısıyla degaj kapasitelerinin de yüksek olduğu, arıza zonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir. Bu neden müessese ocaklarında ilgili mevzuat hükümlerinin yanı sıra ‘Kurum Degaj Yönergesi’ hükümlerinin titizlikle uygulanması gerekmektedir.” Sayıştay raporuna, iş güvenliği yasasına rağmen alınmayan tedbirler, denetimsizlik, liyakate uygun olmayan görevlendirmeler ve cezasızlık sonbaharda ağaçların düşen yaprakları gibi 41 işçi yerin derinliklerine düşerek hayatını kaybetmiştir. “ Güneşi görmek için karanlığı kazıyoruz”, diyen sadece 41 can karanlığa gömülüp ölmedi. 41 ailenin ocağı söndü. 41 ailede annelerin, babaların ve çocukların gözyaşları simsiyah aktı. 41 yoksul, güvencesiz işçi,  ihmallerin ölüm getireceğini bile bile yeraltına indi. Çünkü onlara göre yukardaki hayat ‘ölümden beterdi’. “Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Aşağıdaki ölüm olasılık, yukarıdaki açlık kesin" diyen Zonguldaklı bir madencinin sözü, ülkemizdeki yoksulların ve emeği ile geçinenlerin hayatına ne denli kast edildiğinin isyanıdır aslında. Gözyaşları diner mi? Dinerse ne zaman diner bilemeyiz. Nazım’ın dediği gibi ” ölümün âdil olması için hayatın âdil olması lâzım” Ancak adil bir hayat gözyaşlarını inceltebilir.  Ateş düştüğü yeri yakıyor hep. Ölümler, ne fıtrat ne de kaderdir. Ölümler, kar hırsı ve ranta doymayan açgözlülüktendir. Alın terini içen işçilerin ve yoksulların ölümü, adaletsiz ve vicdansız bir sistemin içyüzüdür. İzleyen hepimiz de bir şekilde işlenen suçların ortakları değil miyiz?

  • Sevgi Çiçeği

    Fadime Y. KAROĞLU * Çocuk gülüşü parlak Bakışı dağ yücesi Otur dizimin dibine çocuk Kendi masalını benden dinle! Işıklı geleceğini kirletmesin Geçmişin koyu zifiri. Sade parlayan renkleri çek Yücelerine! Sevgi çiçeği mimozalar sarsın, Patır patır patlasın Dallarında!

  • 6.HİS

    maviSİNEMA * Altıncı His, M. Night Shyamalan'ın yazıp yönettiği, 1999 yapımı psikolojik korku filmidir. IMDb internet sitesinde en iyi 250 film arasındadır. IMDb: 8.2 Dram Gerilim Gizem "Altıncı His" adlı film, çocuk psikologu Malcolm Crowe'un hikayesini anlatmaktadır. Malcolm, genç bir çocuk olan Cole'ı tedavi etmeye başlar. Cole, ölü insanlarla karşılaşan bir çocuktur ve Malcolm ona yardım etmeye ikna eder. Film boyunca, paranormal yetenekleri olan Cole'un, ölen insanların melek formunda olduğunu keşfederiz. "Altıncı His", gerilim ve korku türündeki filmlerden farklı olarak, duygu ve dramatik bir hikaye anlatmaktadır. Malcolm ve Cole arasındaki ilişki, filmdeki en önemli unsurlardan biridir. Malcolm, Cole'un özel yeteneklerini fark eder ve ona rehberlik ederken, Cole da Malcolm'un hayatını derinden etkiler. Film, Cole'un ölü insanlarla iletişim kurma yeteneğiyle başlar ve bu yeteneği kullanarak onlara yardım etmeye çalışmasını konu alır. Bu süreçte, Cole'un korku ve endişeleriyle baş etmek için cesaretini ve gücünü bulması gerekmektedir. Malcolm, Cole'un hayatına dokundukça, ona destek olur ve onun için bir baba figürü haline gelir. Ayrıca, "Altıncı His" aynı zamanda Malcolm'un kendi içsel mücadelelerini de ele almaktadır. Malcolm, Cole'un yardımıyla eski eşiyle olan problemlerini çözmeye ve uyum sağlamaya çalışır. Bu süreçte, Malcolm'un kendi geçmişiyle yüzleşmesi ve kendini affetmesi gerekmektedir. Film, hikayesi ve yönetmenliğiyle dikkat çeker. M. Night Shyamalan, bu filmde gerilim ve dramı ustalıkla harmanlamıştır. Aynı zamanda, oyunculuk performansları da oldukça etkileyicidir. Bruce Willis, Malcolm Crowe rolünde izleyiciyi etkilemeyi başarırken, Haley Joel Osment, Cole'un duygusal ve karmaşık karakterini mükemmel bir şekilde canlandırmaktadır. Sinematografisi ve müzikleri de filmi destekleyen unsurlar arasındadır. Filmde kullanılan karanlık renk paleti ve atmosfer, seyirciyi hikayenin içine çekerken, müzikler de duygusal anları daha da vurgular. Sonuç olarak, "Altıncı His", gerilim ve dram türlerini başarılı bir şekilde bir araya getiren bir film olarak öne çıkmaktadır. Olağanüstü hikayesi, etkileyici oyunculuk performansları ve yönetmenin ustalığıyla bir araya gelerek seyircide derin bir etki bırakmaktadır. "Altıncı His", hayatta kalma, affetme ve insan ilişkilerinin gücü gibi evrensel temaları işleyerek izleyiciyi düşünmeye yönlendirir.

  • Türk Edebiyatının Efsanesi FÜRÜZAN'ı Kaybettik

    * "Türk edebiyatının yaşayan efsanesi sayabileceğimiz gerçek adıyla Feruze ÇERÇİ , maddi zorluklar nedeniyle ilkokulu Yalova'da okuyabilmiş, sonrasında kendini okuyarak geliştirmiştir." Türk öykü ve roman yazarı olan Fürüzan, 29 Ekim 1939'da İstanbul'da doğmuştur. Gerçek ismi Feruze Çerçi'dir. Babasını çok küçük yaşta kaybetmiş olan yazar, maddi zorluklar nedeniyle okula gidememiş ve bu anlamda büyük zorluk çekmiştir. Ailesinin ekonomik şartları elverdiği ölçüde ilkokula, İstanbul ve Yalova'da gitmiştir. 1950'li yıllarda resim ve tiyatro ile ilgilenmiş, ancak daha sonra yönünü tamamen edebiyata çevirmiştir. Karikatürist Turhan Selçuk’la evlendikten (1958) sonra bir süre Füruzan Selçuk imzasını kullandı. Orta öğrenimini yarıda bırakarak kısa bir süre tiyatro oyunculuğu yaptı. Daha sonra kendini tümüyle edebiyat çalışmalarına verdi. Daha çok gözleme dayalı gerçekçi bir anlayışı benimseyen Füruzan, ilk hikâyelerini Seçilmiş Hikâyeler, Türk Dili, Pazar Postası (1956-58); ustalık dönemi ürünlerini Dost, Papirüs, Yeni Dergi (1964-72) dergilerinde yayımladı. İlk hikâye kitabı Parasız Yatılı ile 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, ilk romanı 47’liler ile de 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazandı. 11 Şubat 2024 tarihinde 84 yaşında aramızdan ayrıldı Edebi Kişiliği: Fürüzan ilk romanlarında düşmüş kadınları, kötü yola sürüklenen küçük kızları, huzursuz burjuva ailelerini, yurt özlemi çeken ve gittikleri yerlere uyum sağlayamayan göçmenlerin yaşamını, yoksulluk içinde yaşama savaşı veren ve sahip oldukları tek şeyin sevgi olduğu yalnız kadınları ve küçük çocukların dramlarını insan sevgisiyle dolu bir bakış açısı ile okuyucusuna anlatmıştır. Yazarın ayrıntıları başarıyla verdiği canlı bir anlatımı ve karakter oluşturmada büyük bir başarısı vardır. Almanya’da bulunduğu yıllardaki gözlemlerini göçmen ve gurbetçi işçi sorunları konu başlıkları ile eserlerinde okuyucusuna anlatmıştır. Ayrı kültürlerden gelen insanların yaşamlarından başarılı kesitler sunan yazar, özellikle gurbetçilerin çocuklarının sorunlarına ilgi çekici bir duyarlılıkla yaklaşmıştır. Ünlü edebiyat eleştirmeni Fethi Naci, “öykülerinde bir gözlem zenginliği ve bir ayrıntı ustalığı, yaşanmışlıktan gelen inandırıcılık, bir insan sıcaklığı” gördüğünü söylemiştir. Öykülerinin en önemli yönü insani sıcaklık, dönemsel tanıklık/değişim ve yoksul ailelerin var olma serüvenidir. “Anne”yi hayata açılan bir kapı olarak gören Fürüzan, eserlerinde özellikle aile sorunlarını da başarıyla anlatmıştır. Kadın olmasından dolayı doğal olarak kadın duyarlılığını ve sorunlarını anlatmış olan yazar bunu nesnel bir bakış açısı ile yapmış, erkek ve kadın ilişkilerini tarafsızca izlemiştir. Kısaca özetleyecek olursak; Asıl adı Feruze’dir. Öykü yazarı olarak tanınmıştır. Orta sınıfın acısını, sevgisini anlatır. İstanbul’un kenar semtlerindeki fakir insanların yoksulluklarını, saflıkları yüzünden kötü insanların eline düşen genç kadınları, aile içi ilişkileri, kuşak çatışmalarını anlatır. Genellikle göçmenler, kadınlar ve çocuklar üzerinde durur. Kadın konusu da onun ele aldığı konulardandır. Genellikle uzun ve ayrıntılı bir anlatım vardır. Olaydan çok betimleme ve çözümlemelere yer vermiştir. Parasız Yatılı adlı eseriyle Sait Faik ödülünü almıştır. Eserleri: Öykü: Parasız Yatılı, Kuşatma, Benim Sinemalarım, Gecenin Öteki Yüzü, Gül Mevsimidir, Sevda Dolu Bir Yaz, Yedi Öykü Roman: 47’liler, Berlin’in Nar Çiçeği Gezi-Röportaj: Yeni Konuklar, Balkan Yolcusu, Ev Sahipleri, İşte Bizim Rumeli Oyun: Redife’ye Güzelleme, Kış Gelmeden Şiir: Lodoslar Kenti

  • SEVGİLİLER GÜNÜ

    Aycan AYTORE * Siz, yani filozoflar ve ötekiler...Ne derseniz deyin, varoluşun temel hikmeti çoğalmaktır... Ötekiler kim mi? Kanaat önderleri, toplum eğiticileri, akıl hocaları, siyasi erkler, okuma yazması askerlikten kazanım ama sarığı kendinden büyük çakma ermişler, yani anlayan anlamayan kural koyucular... ne derseniz deyin, varoluşun temel hikmeti ÇOĞALMAKTIR. İster adına aşk deyin, ister sevgi, ister neyse ne işte... o kapıya çıkar; canlıysanız çoğalmak dünyanın en keskin, en güçlü içgüdüsüdür. Bu bitkiler, hayvanlar için bildiğimiz değil ama herhalde biraz daha kolay, ama insan başka bir şey: Kuralları var, çağlar içinde oldurmuş... taşıdığı öteki güdüler ve geliştirdiği özelliklerle basit gözüken üremeyi karmaşık ritüellere, kurallara, onaylara, hatta yasalara bağlamış. Sonra da kalkmış adına ETİK demiş ya da POETİKA... Şiir gibi... Kötü mü yapmış? Ama soru şimdi, basit bir SEVME halini nerdeyse OHAL kapsamına sokacaksınız? Birincisi nereden olmayanı bileyim, ikincisi insanın doğası buna uygunmuş, yani aile bir dayatma ya da öğreti değil; öncelikli gereksinmesi ve vazgeçilmezidir insanın. Yoksa, bir nedenle olmamışsa onu düşman ya da çağdışı ya da banal görebilirsiniz, ama itiraf edin, aile gibisi var mı? İnsanlık binlerce yıldır ötekinin hakları, toplumsal uyum, eşitlik, paylaşım ve benzeri konularda bir ortak paydada buluşmayı henüz başarıp evrensel barışı konumlandırmamış olabilir, ama bakın evrenin her yerinde en ilkel yaşam öbeklerinde bile evlilik, tamam unsur ve yasalarıyla bilinen ve yaşayan en kutsal kurumlardan biridir. Ve evlilik çoğalmanın meşrulaştırılmış elbisesiyken, insanın başarabildiği hem en zor hem de en muhteşem, aynı zamanda en çok modası geçmeden yaşamayı başarmış sosyal yapıların hem ilki hem de en güçlüsüdür de... Yıkılırsa, hani çok sözü edilen KIYAMET var ya, asıl o zaman kopar. Çünkü aile yok olur; insan da... Uzun konu ama AİLE her şeyin temelidir, öteki de bir başka temel taşı, ama kökten buna bağlı; mülkiyet... Çünkü gariptir ama ailen yoksa mülkiyette önemini yitirir; dünya malı dünyada kalıra döner... Nasıl becermişse bir onu sağlam kurmuş insanoğlu, bir de harcındaki aşkı... Şu dünyada sırrına erilip de her şey, anayasa, hükümet, devlet... her neyse aile düzeneğiyle ve elbette aşkıyla kurulsa yok mu?.. Uf, basit bir konu gibi duruyor değil mi? Oysa az kurcalayınca tam KIYAMET... İyisi mi dağılmayalım. Ama sözü unutmadım, bu dünyada en önemli şey; çoğalmak... Öteki de para... Bir öteki de siyasi güç... Burada nefes alalım, çok felsefe yaparsanız, görürsünüz ki para, güç bile onun için vardır. Ne var ki çok felsefe inancı sarsar, o zaman bırakalım orada, motivasyon yeter, konumuza bakalım. Bu bugün böyleyse dün ne idi? * Bildiklerimiz yazıyla sıkı bağlantılı. Mağara devrini ancak duvar resimleri kadar biliyoruz, yani bilemiyoruz; ama kitap ve filmlerde canlandırılan cinsiyetler arası iletişim ve ilişki bugünküne çok benzer. Pagan dönem... Hormonları tavan yapmış genç kızlar, genç delikanlılar var, bir araya gelmek isteyen. Ama bunu onay bulmuş bir biçimde yapmanın çok yolu yok. Ne evlilik programları var, ne de arkadaşlık siteleri. Tanrıdan geçilmiyor, ama onca tanrı sadece yetki karmaşası, biri çıkıp da ben dedim böyle olacak... diyemiyor gene de. Apollon başka diyor, yarı keçi, yarı insan Pan başka...Afrodit bambaşka... Zeus'unsa hiç umurunda değil, önüne gelenle yarı tanrıları; Herkül ve benzerlerini çoğaltıyor. Nasıl desin; ortada gönül var. Kimbilir hormonlar kaç? Ya insan? Güçlüler, erki elinde bulunduranlar ve tanrılar için sorun yok, vur kafasına, canını aldığın gibi kadınını, erkeğini de al götür, kimi canın çekerse... Güçsüz, zavallı insanınsa sığınacak yeri yok. Ayrıca ne kadar güçlü olursan ol, senden bir büyük hep var. Sonra kolay mı bir sevgili bulmak? Bir araya gelebilseler, okula ya da Güzin ablalara ihtiyaç yok, yolu bulacaklar, ama ortam yok... Ve çağ antik çağ, insan ömrünün en uzunu el ayak parmakları kadar. Yiyecek zor, giyecek zor, barınmak öyle; AİLE nasıl bir sığınak, nasıl bir dünya; devlet ne ki? Sevgililer Gününe gelecektik değil mi? Zorla değil ya, tarihe bayılıyorum. Sevgililer günü, emekçi kadınlar günü gibi değil, söylenti çok... İyisi mi aralarından en yaygını üstünde duralım. * Küçük ay, yani Şubat ayı, sadece CEMREsiyle, eriklerin ve bademlerin çiçek açmasıyla değil aşkla da ilişkili antik çağlardan beri. Uzun süren kıştan sonra patlayan her tomurcuk, o gün de bugün de insana umut olmuş. Antik Yunan takvimlerinde Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılıyordu ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı. Yani bizim bugünkü sermayenin allayıp pullayıp biraz da kutsallaştırarak, öncelikle erkeklere farz kılıp da ceplerini boşalttığı sevgililer günü, gerçeğinde de ilahi bir iş. Hem o zaman teferruatsız... Gönlüne göreyi buldun mu, İtalya sıcak memleket, tak başına erik ya da badem dallarından bir çelenk, tamam... Ama gönlüne göresi biraz zor işte... Ona da devlet çare bulsun değil mi? Antik çağın bitmeyen savaşlarına asker istiyorsa bulmalı... "Her yol Roma'ya çıkar," dedirtecek dende bilinen bütün ülkeleri ele geçiren Roma, sadece o çağın değil, tüm zamanların en görkemli devleti. Roma Hukuku hala okutulan ders... gösterişli yapıları, mükemmel ordusu, yolları, su kemerleri, tapınakları bugün bile hayranlık uyandırır, bunu mu çözemeyecek? Pagan döneminden kalma bir gelenekleri var o zamanlar. Yunanlıların doğa tanrısı PAN'a eş saydıkları bereket tanrıları Lupercus'un onuruna 15 Şubat'ta pastoral bir festival düzenliyorlardı. 13-15 Şubat arasında düzenlenen bu festivalde başlarına keçi derisi geçirmiş rahipler, tanrıya dualar, şarkılar eşliğinde keçi kurban ediyorlar, onun da Roma'daki kötü ruhları kovarak şehri temizleyeceğine ve böylelikle sağlık ve bereketin geleceğine inanıyorlardı. Gerçekte daha ötesi de vardı; Lupercus, Romulus ve Romus'un bir dişi kurt tarafından emzirildiği Lupercal mağarası ve Roma'nın kuruluş efsanesiyle sıkı ilişkiliydi. Anlamışsınızdır, Lupercus da bugünkü hem dehşet saçan hem sevimli kurt adam mitinin de atası. Bir pastoral çoban bayramı, fakat çok hayırlı bir bayram, pagan magan ama... Keçileri kurban eden, hayvanın derisini başına geçiren rahipler Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlarmış. Genç kızlar gönüllü olarak bereket tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarmış. İnanışa göre bir dokunuşla kısmetleri açılacak, olası evliliklerinde de doğurganlıkları artacakmış. Gülmeyin, siz hiç evde kaldınız mı? Günümüz üfürükçüleri sermayeyi nerden doğrultuyor ve ne yapıyor?.. Onlarınki hiç olmazsa devlet organzizasyonu... Bu arada sevimli gözüken bir gelenekleri de varmış. Lupercalia festivalinin arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkekler, genç kızların isimlerini yazıp koydukları yerden kura çekermiş, sonra da bayram boyunca 'çift' oluşturup, birlikte eğlenirlermiş. İyi anlaşanlar, birbirine aşık olanlar da sonradan evleniyormuş. Yani iyi giydirilmiş bir çöpçatan bayramı... Ne yapsın fıkaralar?.. Sevgililer gününün tarihi bu söylence sayılıyor. Ama daha sonrası var. Devlet devletse, adamı kendi haline bırakır mı, o işe de bir düzen vermesi gerek. * Sonraki yüzyıllarda Hristiyanlık ve tek tanrı inancı yavaş yavaş yayılsa da bu tip gelenekler hala sürüyor. Roma savaşkan bir devlet ve sürekli askere gereksinmesi var. Askerin eşi, nişanlısı, ailesi varsa savaşa gitmek istemiyor, gitse de aklı eşinde, iyi asker olmuyor doğal olarak. İmparator Claudius II bunun önüne geçmek için nişan ve evlilikleri yasaklıyor. Ne var ki Hristiyan rahiplerden Valentine adlı biri, evlenmenin Tanrı'nın insan için öngördüğü önemli ödevlerden biri ve ayrıca dünyanın amacı olduğuna inandığı için gizli şekilde insanları evlendirmeye devam ediyor, sevgilileri gizli gizli nikahlıyor. İmparator bunu haber alıyor ve... bu tarihi ezberleyin, yarın evde sorulabilir. İ.S. 270'in 14 Şubat günü Valentine öldürülüyor. Derler ki Valentine tutuklandığında bile boş durmuyor, gardiyanın kızına " Senin Valantine'in..." diye not bırakıyor. Şimdi öyle bir şey var mı bilmem ama, yakın zamana değin yaygın olan sevgiliye kart geleneği de herhalde buradan başlıyor. Aslında oradan başlamıyor, hem o kadar kağıt kalem yok, hem estetik kartlar... Sevgi notları göndermek daha sonra gerçekleşiyor, Charles Duc d'Orleans, Londra Kulesi'nde hapsedilirken 1415'te eşine şirin şiirler ve mektuplar yazar. Geleneğin başlangıcı budur derler. Ama hayal etsenize, ne güzel değil mi, mevsim ortaçağ, azraile erkek yetmiyor, ortalık kadın dolu... Adam hapisten karısına mektuplar yazıyor, daha mektup bilinmezken... Lupercalia festivali özünde bir pagan yani putperest bayramdı ve yaşıyordu. Giderek güçlenen ve resmi din haline gelen Hristiyanlık, bu kez imparatorlar ve ordular eliyle paganları ezmeye, arslanlara atmaya, tapınaklarını yıktırmaya, yerlerine kiliseler yapmaya başlamıştı.Yani intikam alıyordu... İslamiyet hariç hemen her dinde olmuş bu. Festivallerde Hristiyan bakirelerin, pagan erkeklerle anılmasından hoşlanmayan Kilise, Lupercalia festivalini, 14 Şubat 496 gününü Papa Gelasius eliyle "Valentine'nin onuruna kutlama günü" olarak ilan etti. Bu kez kurada genç erkeklerin değil, VALANTİNE gibi azizlerin isimleri çıkıyordu kızlara. * Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı tarihi dokümanlarda geçmez ve kimi tarihçilere göre sadece bir efsanedir. 1908 tarihli Katolik Ansiklopedisindeki eski şehitler listesinde, 14 Şubat gününe kayıtlı, inancı yüzünden öldürülmüş üç tane Aziz Valentine adı bulunuyor. Nitekim 1969 yılında kilise takviminden Aziz Valentine gününü çıkarmıştır. * Amerika çoktan keşfedildi, kızılderilileri yok edip gelen altınları da bitirdik, gözümüz Mars'ta, ama kolay değil. Dünya savaşlarının da iki büyüğünü yaptık, üçüncüsünde dünya diye bir şeyin kalmayacağını galiba herkes gördü; yani yık yapta da umut yok. O zaman sermaye ne yapacak? Ne kadar değerimiz varsa hepsini birer metaya çevirdiği gibi Sevgililer Günü gibi kışkırtıcı ve ucu açık bir gün bundan nasipsiz kalır mı? Bunun doğal sonucu olarak ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü baharın olmasa bile tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem, bir tüketim çılgınlığı haline gelmiştir. Kimi ülkeler örneğin Suudi Arabistan 2008'de kuşkusuz aynı nedenlerle değil ama sevgililer gününde sadece kırmızı iç çamaşırlarını değil, kırmızı olan, güller dahil her şeyin satışını yasaklamıştır. Galiba bugün de Pakistan yasakladı... 14 Şubat, 1800'lü yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olaya dönüşür, romantik aşklar bayramına... O gün bugündür de sevgililer günündeki en yaygın uygulama eşe ya da sevgiliye verilen karttır. Bu kartlara sevgi mesajları, aşk şiirleri vs. yazılabilir. Yanında bir çiçek demetiyle birlikte yenilecek bir akşam yemeği de elbette kötü durmayacaktır. Benimki de laf işte... Sanki kendim biliyorum da ahkam kesiyorum. Olsun, düşünce düşüncedir, siz daha iyisini üretirsiniz, kesin. Günümüz hız çağı, her şeyi yıkarak yerine yenisini üretemeden, en son arkaik dönemden medet umma çağı... İnsan kuşatma altında, romantik sevgi günü bak ne noktaya geldi. Beklenendi, işin içine pahalı armağanlar, kırmızı çamaşırlar elbette girecekti. Yine de insanı gülümseten her an, gün değerlidir, küçük de olsa bir şey yapın. Daha ötesiyse sizin yeteneğinize ve aklınıza kalmış.. Sevginizi göstermek ya da görmek için yılda bir günü bekliyorsanız, tek bir güne ihtiyacınız varsa asla unutmayın: 14 Şubat zorlanan sermayenin BAHARıdır, sizi dört göz bekliyor olacaktır. Bıçaklarını bilemiş, sizin yanınızda hasmınıza, pardon eşinize karşı sadakatla arkanızda duracaktır.Ta ki sevgilinizin canını, pardon son kuruşunu da alıncaya kadar... Öldürmez, çünkü gene lazım; ardı anneler günü... O işini bilir, nerden kan alacağını da... 14 Şubat aynı zamanda " Dünya Öykü Günü" , bak hiç değindiler mi? Kimi kime kırdıracaklar, ne satacaklar, ortada para yoksa niye dönüp baksınlar? Bunalttı... Boşverin, siz nasıl biliyorsanız öyle kutlayın, derdim o değil... Beceremedim ama bakmayın, göstermek istediğim insanın o büyük başarısıydı asıl: Basit bir içgüdüsüne, üreme istencine biçim, ruh, etik ve estetik kazandırarak, herkesçe ve her devir hoş görülüp alkışlanacak , kutsallaşan bir kurum oldurma, aşkı yaratma becerisine yani. Keşke yaptığımız her şeyi böyle yapabilseydik... Çok takmamalı sermayenin işin romantik yanını bırakıp kökten paraya vurmasına. Onun ve büyük AŞKının önünde saygıyla durmalı, sayelerinde coşkumuz artıyor. Ne yani sermaye; o ışıl ışıl mağazalar, AVMler, koca fabrikalar aç mı kalsın? Sen hesabını bil yeter; aklında olsun, bir sonraki ay, Mart ayı vergi ayı, bilirsin devlet de seni sever... Şanslı adamsın, seni sevmeyen yok ki! * Sevgi gününüz kutlu olsun, Evleriniz de mutlu. * 14.02.2018, Aycan AYTORE, maviADA

  • KARA DENİZ

    Fuat ÖZGEN * Ben karayım Ben denizim Ben karadenizim Hırçınım, dalgalıyım Kara sevdalıyım Karayım Denizi kucaklarım Denizim Karanın renklerini saklarım Ben karayım Ben denizim Ben karadenizim Denizin oluşturduğu bulut Karanın beklediği umudum Ben karayım Ben denizim Denize koşan karayım Karayla oynaşan denizim Ben karayım Ben denizim Ben karadenizim Denizim Canlıyım, heyecanlıyım Kanım kaynar, suyum oynar Karayım Denize koşan yüce dağlarım Ben karadenizim

  • SEVGİLİ VALENTİNE

    Sevgililer Günü * Şenol YAZICI * Siz, yani filozoflar ve ötekiler...Ne derseniz deyin, varoluşun temel hikmeti çoğalmaktır... Ötekiler kim mi? Kanaat önderleri, toplum eğiticileri, akıl hocaları, siyasi erkler, okuma yazması askerlikten kazanım ama sarığı kendinden büyük çakma ermişler, yani anlayan anlamayan kural koyucular... ne derseniz deyin, varoluşun temel hikmeti ÇOĞALMAKTIR. İster adına aşk deyin, ister sevgi, ister neyse ne işte... o kapıya çıkar; canlıysanız çoğalmak dünyanın en keskin, en güçlü içgüdüsüdür. Bu bitkiler, hayvanlar için bildiğimiz değil ama herhalde biraz daha kolay, ama insan başka bir şey: Kuralları var, çağlar içinde oldurmuş... taşıdığı öteki güdüler ve geliştirdiği özelliklerle basit gözüken üremeyi karmaşık ritüellere, kurallara, onaylara, hatta yasalara bağlamış. Sonra da kalkmış adına ETİK demiş ya da POETİKA... Şiir gibi... Kötü mü yapmış? Ama soru şimdi, basit bir SEVME halini nerdeyse OHAL kapsamına sokacaksınız? Birincisi nereden olmayanı bileyim, ikincisi insanın doğası buna uygunmuş, yani aile bir dayatma ya da öğreti değil; öncelikli gereksinmesi ve vazgeçilmezidir insanın. Yoksa, yani bir nedenle olmamışsa onu düşman ya da çağdışı ya da banal görebilirsiniz, ama itiraf edin, aile gibisi var mı? İnsanlık binlerce yıldır ötekinin hakları, toplumsal uyum, eşitlik, paylaşım ve benzeri konularda bir ortak paydada buluşmayı henüz başarıp evrensel barışı konumlandırmamış olabilir, ama bakın evrenin her yerinde en ilkel yaşam öbeklerinde bile evlilik, tamam unsur ve yasalarıyla bilinen ve yaşayan en kutsal kurumlardan biridir. Ve evlilik çoğalmanın meşrulaştırılmış elbisesiyken, insanın başarabildiği hem en zor hem de en muhteşem, aynı zamanda en çok modası geçmeden yaşamayı başarmış sosyal yapıların hem ilki hem de en güçlüsüdür de... Yıkılırsa, hani çok sözü edilen KIYAMET var ya, asıl o zaman kopar. Çünkü aile yok olur; insan da... Uzun konu ama AİLE her şeyin temelidir, öteki de bir başka temel taşı, ama kökten buna bağlı; mülkiyet... Çünkü gariptir ama ailen yoksa mülkiyette önemini yitirir; dünya malı dünyada kalır'a döner... Nasıl becermişse bir onu sağlam kurmuş insanoğlu, bir de harcındaki aşkı... Şu dünyada sırrına erilip de her şey, anayasa, hükümet, devlet... her neyse aile düzeneğiyle ve elbette aşkıyla kurulsa yok mu?.. Uf, basit bir konu gibi duruyor değil mi? Oysa az kurcalayınca tam KIYAMET... İyisi mi dağılmayalım. Ama maksadımı yani sözü unutmadım. Bu dünyada en önemli şeydir çoğalmak... Öteki de para... Bir öteki de siyasi güç... Burada nefes alalım, çok felsefe yaparsanız, görürsünüz ki para, güç bile onun için, başka bir deyişle çoğalmak için vardır. Ne var ki çok felsefe inancı sarsar, o zaman bırakalım orada, motivasyon yeter, konumuza bakalım. Bu bugün böyleyse dün ne idi? * Bildiklerimiz yazıyla sıkı bağlantılı. Mağara devrini ancak duvar resimleri kadar biliyoruz, yani bilemiyoruz; ama kitap ve filmlerde canlandırılan cinsiyetler arası iletişim ve ilişki bugünküne çok benzer. Pagan dönem... Hormonları tavan yapmış genç kızlar, genç delikanlılar var, bir araya gelmek isteyen. Ama bunu onay bulmuş bir biçimde yapmanın çok yolu yok. Ne evlilik programları var, ne de arkadaşlık siteleri. Tanrıdan geçilmiyor, ama onca tanrı sadece yetki karmaşası, biri çıkıp da ben dedim böyle olacak... diyemiyor gene de. Apollon başka diyor, yarı keçi, yarı insan Pan başka... Afrodit bambaşka... Zeus'unsa hiç umurunda değil, önüne gelenle yarı tanrıları; Herkül ve benzerlerini çoğaltıyor. Nasıl desin; ortada gönül var. Kimbilir hormonlar kaç? Ya insan? Güçlüler, erki elinde bulunduranlar ve tanrılar için sorun yok, vur kafasına, canını aldığın gibi kadınını, erkeğini de al götür, kimi canın çekerse... Güçsüz, zavallı insanınsa sığınacak yeri yok. Ayrıca ne kadar güçlü olursan ol, senden bir büyük hep var. Sonra kolay mı bir sevgili bulmak? Bir araya gelebilseler, okula ya da Güzin ablalara ihtiyaç yok, yolu bulacaklar, ama ortam yok... Ve çağ antik çağ, insan ömrünün en uzunu el ayak parmakları kadar. Yiyecek zor, giyecek zor, barınmak öyle; AİLE nasıl bir sığınak, nasıl bir dünya; devlet ne ki? 'Sevgililer Günü'ne gelecektik değil mi? Zorla değil ya, tarihe bayılıyorum. Sevgililer günü, emekçi kadınlar günü gibi değil, söylenti çok... İyisi mi aralarından en yaygını üstünde duralım. * Küçük ay, yani Şubat ayı, sadece CEMREsiyle, eriklerin ve bademlerin çiçek açmasıyla değil aşkla da ilişkili antik çağlardan beri. Uzun süren kıştan sonra patlayan her tomurcuk, o gün de bugün de insana umut olmuş. Antik Yunan takvimlerinde Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılıyordu ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı. Yani bizim bugünkü sermayenin allayıp pullayıp biraz da kutsallaştırarak, öncelikle erkeklere farz kılıp da ceplerini boşalttığı sevgililer günü, gerçeğinde de ilahi bir iş. Hem o zaman teferruatsız... Gönlüne göreyi buldun mu, İtalya sıcak memleket, tak başına erik ya da badem dallarından bir çelenk, tamam... Ama gönlüne göresi biraz zor işte... Ona da devlet çare bulsun değil mi? Antik çağın bitmeyen savaşlarına asker istiyorsa bulmalı... "Her yol Roma'ya çıkar," dedirtecek dende bilinen bütün ülkeleri ele geçiren Roma, sadece o çağın değil, tüm zamanların en görkemli devleti. Roma Hukuku hala okutulan ders... gösterişli yapıları, mükemmel ordusu, yolları, su kemerleri, tapınakları bugün bile hayranlık uyandırır, bunu mu çözemeyecek? Pagan döneminden kalma bir gelenekleri var o zamanlar. Yunanlıların doğa tanrısı PAN'a eş saydıkları bereket tanrıları Lupercus'un onuruna 15 Şubat'ta pastoral bir festival düzenliyorlardı. 13-15 Şubat arasında düzenlenen bu festivalde başlarına keçi derisi geçirmiş rahipler, tanrıya dualar, şarkılar eşliğinde keçi kurban ediyorlar, onun da Roma'daki kötü ruhları kovarak şehri temizleyeceğine ve böylelikle sağlık ve bereketin geleceğine inanıyorlardı. Gerçekte daha ötesi de vardı; Lupercus, Romulus ve Romus'un bir dişi kurt tarafından emzirildiği Lupercal mağarası ve Roma'nın kuruluş efsanesiyle sıkı ilişkiliydi. Anlamışsınızdır, Lupercus da bugünkü hem dehşet saçan hem sevimli kurt adam mitinin de atası. Bir pastoral çoban bayramı, fakat çok hayırlı bir bayram, pagan magan ama... Keçileri kurban eden, hayvanın derisini başına geçiren rahipler Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlarmış. Genç kızlar gönüllü olarak bereket tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarmış. İnanışa göre bir dokunuşla kısmetleri açılacak, olası evliliklerinde de doğurganlıkları artacakmış. Gülmeyin, siz hiç evde kaldınız mı? Günümüz üfürükçüleri sermayeyi nerden doğrultuyor ve ne yapıyor?.. Onlarınki hiç olmazsa devlet organzizasyonu... Bu arada sevimli gözüken bir gelenekleri de varmış. Lupercalia festivalinin arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkekler, genç kızların isimlerini yazıp koydukları yerden kura çekermiş, sonra da bayram boyunca 'çift' oluşturup, birlikte eğlenirlermiş. İyi anlaşanlar, birbirine aşık olanlar da sonradan evleniyormuş. Yani iyi giydirilmiş bir çöpçatan bayramı... Ne yapsın fıkaralar?.. Sevgililer gününün tarihi bu söylence sayılıyor. Ama daha sonrası var. Devlet devletse, adamı kendi haline bırakır mı, o işe de bir düzen vermesi gerek. * Sonraki yüzyıllarda Hristiyanlık ve tek tanrı inancı yavaş yavaş yayılsa da bu tip gelenekler hala sürüyor. Roma savaşkan bir devlet ve sürekli askere gereksinmesi var. Askerin eşi, nişanlısı, ailesi varsa savaşa gitmek istemiyor, gitse de aklı eşinde, iyi asker olmuyor doğal olarak. İmparator Claudius II bunun önüne geçmek için nişan ve evlilikleri yasaklıyor. Ne var ki Hristiyan rahiplerden Valentine adlı biri, evlenmenin Tanrı'nın insan için öngördüğü önemli ödevlerden biri ve ayrıca dünyanın amacı olduğuna inandığı için gizli şekilde insanları evlendirmeye devam ediyor, sevgilileri gizli gizli nikahlıyor. İmparator bunu haber alıyor ve... İşte bura önemli, bu tarihi ezberleyin, yarın evde sorulabilir. İ.S. 270'in 14 Şubat günü Valentine öldürülüyor. Derler ki Valentine tutuklandığında bile boş durmuyor, gardiyanın kızına " Senin Valantine'in..." diye not bırakıyor. Şimdi öyle bir şey var mı bilmem ama, yakın zamana değin yaygın olan sevgiliye kart geleneği de herhalde buradan başlıyor. Aslında oradan başlamıyor, hem o kadar kağıt kalem yok, hem estetik kartlar... Sevgi notları göndermek daha sonra gerçekleşiyor, Charles Duc d'Orleans, Londra Kulesi'nde hapsedilirken 1415'te eşine şirin şiirler ve mektuplar yazar. Geleneğin başlangıcı budur derler. Ama hayal etsenize, ne güzel değil mi, mevsim ortaçağ, Azrail'e erkek yetmiyor, ortalık kadın dolu... Adam hapisten karısına betikler gönderiyor, daha mektup bilinmezken... Lupercalia festivali özünde bir pagan yani putperest bayramdı ve yaşıyordu. Giderek güçlenen ve resmi din haline gelen Hristiyanlık, bu kez imparatorlar ve ordular eliyle paganları ezmeye, aslanlara atmaya, tapınaklarını yıktırmaya, yerlerine kiliseler yapmaya başlamıştı. Yani intikam alıyordu... İslamiyet hariç hemen her dinde olmuş bu. Festivallerde Hristiyan bakirelerin, pagan erkeklerle anılmasından hoşlanmayan Kilise, Lupercalia festivalini, 14 Şubat 496 gününü Papa Gelasius eliyle "Valentine'nin onuruna kutlama günü" olarak ilan etti. Bu kez kurada genç erkeklerin değil, VALANTİNE gibi azizlerin isimleri çıkıyordu kızlara. * Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı tarihi dokümanlarda geçmez ve kimi tarihçilere göre sadece bir efsanedir. 1908 tarihli Katolik Ansiklopedisindeki eski şehitler listesinde, 14 Şubat gününe kayıtlı, inancı yüzünden öldürülmüş üç tane Aziz Valentine adı bulunuyor. Nitekim 1969 yılında kilise, takviminden Aziz Valentine gününü çıkarmıştır. * Amerika çoktan keşfedildi, Kızılderilileri yok edip yağmaladığımız altınları da bitirdik, gözümüz Mars'ta, ama kolay değil. Dünya savaşlarının da iki büyüğünü yaptık, üçüncüsünde dünya diye bir şeyin kalmayacağını galiba herkes gördü; yani yık yapta da umut yok. O zaman sermaye ne yapacak? Ne kadar değerimiz varsa hepsini birer metaya çevirdiği gibi Sevgililer Günü gibi kışkırtıcı ve ucu açık bir gün bundan nasipsiz kalır mı? Bunun doğal sonucu olarak ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü baharın olmasa bile tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem, bir tüketim çılgınlığı haline gelmiştir. Kimi ülkeler örneğin Suudi Arabistan 2008'de kuşkusuz aynı nedenlerle değil ama sevgililer gününde sadece kırmızı iç çamaşırlarını değil, kırmızı olan güller dahil her şeyin satışını yasaklamıştır. Galiba bugünlerde de Pakistan yasakladı... 14 Şubat, 1800'lü yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olaya dönüşür, romantik aşklar bayramına... O gün bugündür de sevgililer günündeki en yaygın uygulama eşe ya da sevgiliye verilen karttır. Bu kartlara sevgi mesajları, aşk şiirleri vs. yazılabilir. Yanında bir çiçek demetiyle birlikte yenilecek bir akşam yemeği de elbette kötü durmayacaktır. Benimki de laf işte... Sanki kendim biliyorum da ahkam kesiyorum. Olsun, düşünce düşüncedir, siz daha iyisini üretirsiniz, kesin. Günümüz hız çağı, her şeyi yıkarak yerine yenisini üretemeden, en son arkaik dönemden medet umma çağı... İnsan kuşatma altında, romantik sevgi günü bak ne noktaya geldi. Beklenendi, işin içine pahalı armağanlar, kırmızı çamaşırlar elbette girecekti. Yine de insanı gülümseten her an, gün değerlidir, küçük de olsa bir şey yapın. Daha ötesiyse sizin yeteneğinize ve aklınıza kalmış.. Sevginizi göstermek ya da görmek için yılda bir günü bekliyorsanız, tek bir güne ihtiyacınız varsa asla unutmayın: 14 Şubat zorlanan sermayenin BAHARıdır, sizi dört göz bekliyor olacaktır. Bıçaklarını bilemiş, sizin yanınızda hasmınıza, pardon eşinize karşı sadakatle arkanızda duracaktır. Ta ki sevgilinizin canını, pardon son kuruşunu da alıncaya kadar... Öldürmez, çünkü gene lazım; ardı anneler günü... O işini bilir, nerden kan alacağını da... 14 Şubat aynı zamanda " Dünya Öykü Günü" , bak hiç değindiler mi? Kimi kime kırdıracaklar, ne satacaklar, ortada para yoksa niye dönüp baksınlar? Bunalttı... Boşverin, siz nasıl biliyorsanız öyle kutlayın, derdim o değil... Beceremedim ama göstermek istediğim insanın o büyük başarısıydı asıl: Basit bir içgüdüsüne, üreme istencine biçim, ruh, etik ve estetik kazandırarak, herkesçe ve her devir hoş görülüp alkışlanacak hikayelerini de kurgulayarak, kutsallaşan bir kurum oldurma, aşkı yaratma becerisine şapka çıkarmamak mümkün mü? Keşke yaptığımız her şeyi böyle yapabilseydik... Çok takmamalı sermayenin işin romantik yanını bırakıp kökten paraya vurmasına. Onun ve büyük AŞKının önünde saygıyla durmalı, sayelerinde coşkumuz artıyor. Ne yani sermaye; o ışıl ışıl mağazalar, AVMler, koca fabrikalar aç mı kalsın? Sen hesabını bil yeter; aklında olsun, bir sonraki ay, Mart ayı vergi ayı, bilirsin devlet de seni sever... Şanslı adamsın, seni sevmeyen yok ki! * Sevgi gününüz kutlu olsun, Evleriniz de mutlu. * 14.02.2018, Aycan AYTORE, maviADA

  • 14 Şubat Sevgililer Günü

    Dosya Sevgililer gününüz kutlu olsun, Sanslı insansın, seni seven biri var... * Geçmişte erkeninden duyururduk, hediyenizi alın başınız derde girmesin diye. Bu yıl boşladık; bu can pazarında, kızılca kıyamette sizden hediye bekleyeni bir görün istedik. ...varlığınız ona yetmiyorsa atın başınızdan diye... Amann, hemen değil, pandemi bitsin hele... Şaka elbette, öyle koşullandırdı ki sermaye ki hediyesiz sevgi olmaz der olduk. Umarım bu pandemiyle geçirdiğimiz cehenennemi yıl aklımızı başımıza getirir. Artık değerlinin ne olduğunu biliyoruz.. Yine de çok takmamalı, sermayenin işin romantik yanını bırakıp kökten paraya vurmasına. Onun ve büyük AŞKının önünde saygıyla durmalı, sayelerinde coşkumuz artıyordu. Artık onlar da zor durumda... dostluğu, arkadaşlığı, aşkı bilen çok insanlı GÜZEL GÜNLER UMUDUYLA. *

bottom of page