top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • BİZİM KADINLARIMIZ

    Can DÜNDAR * 8 Mart 2011  · * Bizim kuşak erkeklerinin genelde problemli bir ilişkisi oldu kadınlarla... Bir ara kuşaktık. Babalarımız kadınsız ortamlarda büyümüş, eşlerini ilk kez gerdek gecesi çıplak görmüştü. Oğullarımız ise ilkokulda cinsel eğitim dersiyle büyüyecekti. "Babalarımızdan ileri, oğullarımızdan geri"ydik; her kuşak gibi... Ama zor bir ergenlik geçirdik. Boğaziçi'nde o ağaçtan bu ağaca kovalamaca oynayan âşıklar gitmiş, okul çıkışı film afişlerinde anadan üryan kevaşeler tahrik edici pozlarla bizi karanlık salonlara davet eder hale gelmişti. O salonların perdesinde inleyen kadınların cüretkârlığıyla mahalledeki kızların taassubu arasındaki uçurumda büyüdük. Perdedekine ısınamadan, ısındığımıza dokunamadan... * Sonra gün geldi "bacı" oldu çevremizdeki kadınlar... Onlar kadın değil siperde yan yana saf tuttuğumuz, omuz omuza halaya durduğumuz "yoldaşlar"dı. "Onca yoksulluk varken" gönül işleriyle uğraşmayı kendimize yediremedik. Sarp ihtilal yollarında sevdayla yitirilecek vakit yoktu. O yolda el ele gezenlere, aşk acısı çekenlere, bacılara göz dikenlere iyi gözle bakılmazdı. Vuslatı devrim ertesine erteleye erteleye tamamladık ergenliğimizi... Siperler çöküp halaylar sustuğunda, "yarin yanağından gayri" her konuda birikim sahibiydik. * "Büyük suskunluk"un ardından "bacılar"ımız yeniden ortaya çıktığında "kadın olmak" diye bir meseleleri vardı. Artık siyasetin değil, kadınlığın diliyle konuşuyorlardı. Pos bıyıklı eski yoldaşları maçolukla suçluyorlardı; "eril bir dil"den, "erkek iktidarı meselesinden" dem vuruyorlardı. Bazı "ilişki guruları", "Bizim de cinselliğimiz var" diye haykırıyor, yatakları, odaları, evleri ayırmayı öneriyorlardı. Daha birleştirememiştik ki... Bu yeni dili öğrenmeye koyulduk: "İşadamı", "bilim adamı" demek ayıptı; "iş insanı" "bilim insanı" demeye alışmalıydık. Bir ömür verdiğimiz adab-ı muaşeret bilgimiz sıfırlanmıştı: Palto tutsak, kapı açsak, yol versek, hesap ödesek kızıyorlardı. Bize kibarlık diye öğretilen şeyler bir anda eşitliği tahrip eden davranış kalıpları haline gelmişti. Pısırıklaştık. * Bu şaşkınlık döneminin ardından "yeni ortama uyma" seferberliği başladı: Pos bıyıklar kesildi. Şınav seanslarında göbekler eritildi. "Aşk Hikâyesi" filminin oğlanı gibi fitilli kadife ceket altına kot pantol giyildi. Fakat heyhat! Çilemiz bitmemişti. Bacıların bir kısmı türbana bürünüp "hacı" oluvermişti. Bir kısmı ise iş hayatına dalıp kariyer hırsına kapılmıştı. Bu ikinciler çoğu kez iki soyadlı oluyordu: biri babadan, öbürü kocadan... Her alanda rakiptik artık... "maçoluk"ta bile... Bebek bezi bağlayabilen pısırık erkekler gözden düşmüştü. Karizmatik, iktidar sahibi, maço erkek tarih sahnesine dönmüştü. Kesik bıyıklarımız ve yırtık adab-ı muaşeret kitaplarımızla ortada kalmıştık. * Maçta fanatik, işte karizmatik, ilişkide antipatik kadınlar çıkmıştı ortaya... İlişki kuramaz, kursak tutunamaz olmuştuk. Vuslata eremeden boşanma çağını karşımızda bulmuştuk. Gönlünce kadın bulamayınca ameliyatla kadın olanlar ya da erkeklere bıyık buranlar çıktı aramızdan... Annesi gibi iffetli kadın arayanlar, cepte Viagra Rus avına çıkanlar, "Hadi eller havaya" alemlere dalanlar, internet sitelerinde eş bakanlar, aczini şiddet kullanarak bastıranlar, sığınağı erkek erkeğe ortamlarda bulanlar... Her değişim dalgasında geri ve her daim acemiydik kadın konusunda... Galiba da hep öyle kalacaktık. Üzerimizde hakkı olan tüm kadınların Kadınlar Günü kutlu olsun

  • Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun

    Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmak yolunda verdiği savaşın başlangıcı, 8 Mart 1857 yılında Amerika'nın New York kentinde tekstil sektöründe çalışan yüzlerce kadının düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek için grevler yapması olarak kabul edilmektedir. Bu grevler sırasında çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can vermiş, bu olaylardan 52 yıl sonra (1910), Danimarka'nın Kopenhag kentinde düzenlenen II. Sosyalist Enternasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle, 1857’de başlayan, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikteliği mücadelesinin her yıl “Kadın Günü” olarak kutlanması kararlaştırılmıştır. 1917'de Sovyet Rusya'da kadınlar oy hakkı kazandıktan sonra 8 Mart orada ulusal bayram oldu. Kadınlar Günü, 1967'de feminist hareket tarafından benimsenene dek ağırlıklı olarak sosyalist hareketler ve komünist ülkeler tarafından kutlandı. 1975'te Birleşmiş Milletler tarafından kutlanmaya başlandı. Günümüzde Dünya Kadınlar Günü bazı ülkelerde resmi tatildir. Bazı ülkelerde protesto günüdür, bazılarında ise kadınlığı kutlayan bir gündür. Bazılarında da Sevgililer Günü ile karıştırılır. Dünya Emekçi Kadınları ile İlgili Arşivimizi Görmek İçin RESME Tıklayın

  • KADIN OLMAK

    Nurten B. AKSOY * Bugün 8 Mart Dünya kadınlar Günü… İnsan hakları temelinde, kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesi; ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanması için Birleşmiş Milletler tarafından konulmuş bir gün. Tarihçesi ise kısaca şöyle; 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından çıkan yangın, işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi yanarak can verir. İşte bu yangında ölen kadın işçilerin anısına Birleşmiş Milletler, 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması önerisini getirir ve öneri oy birliğiyle kabul edilerek kutlanmaya başlanır. 12 Eylül döneminde verilen dört yıllık arayı saymazsak “Kadınlar Günü” 1927 yılından beri ülkemizde de kutlanıyor, her günümüze yapıştırılan bir BAYRAM günü havasında... Her yıl olduğu gibi bu yıl da biz kadınlara yönelik taltifler, tebrikler ve konuşmalar yapılıyor, ağzımıza birer parmak bal çalarcasına... Öyle ya her gün horlanan, aşağılanan, dövülen, sövülen, tecavüz edilen ve hatta acımasızca öldürülen kadınların bir güncük de olsa gönülleri alınmalı, gözleri boyanmalı; fırsat bu fırsat... Öyle değil mi? Kadının ikinci sınıf insan olması emekçi olduğu gün değil, daha ana rahmine düştüğü gün başlar çoğu kez. Bir kız çocuğunun doğumuna pek çok yörede, pek çok ailede erkek evladın doğumu kadar sevinilmez. Erkek çocuklar âlâ-yı vâlâ ile büyütülürken, kız çocuklar hep erkeklere hizmet etmek için yaratıldığına inandırılır, adam yerine konmaz bir türlü... ​​ Gelişip büyüdükçe ya bir an evvel kurtulmak adına çocuk yaşta evlendirilir ya sarılıp sarmalanarak kilitlere vurulur ya da cinsel bir obje olarak gözlenir, gözetlenir ve hep bir günah tohumu olarak görülür. Evlenir, evinin kadını değil hizmetkarı olarak görülür; anne olur ama anneliğin tadına varamadan çocuğunun tüm sorumluluğunu, yükünü yüklenmek zorunda kalır. Yemek yapar, çamaşır yıkar, temizlik yapar, çarşıya-pazara gider hatta bir mesleği varsa bütün bunların yanı sıra her gün işine de gider; çünkü o kadındır, gerektiği yerde güçlü, gerektiği yerde zavallı olmak zorundadır... Her ne kadar kanunlar karşısında EŞİTSİNİZ dense de çoğu kez hakları gasp edilir bir şekilde. Eşinden ayrılsa çoğu erkeğin iştahını kabartan ya da hayata küserek yaşamak zorunda bırakılan "dul kadın" yaftası yapıştırılır üstüne. Şimdi pek çoğunuzun "amma abarttın sen de" dediğini duyar gibiyim. Haklısınız bizler yani büyük şehirlerde oturan ve belli eğitimlerden geçmiş mutlu ve şanslı azınlık olan kadınlar, bunları yaşamadık çok şükür, ama ya Anadolu'nun pek çok yerinde; köylerde veya büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan, merdiven altı atölyelerde zor koşullarda çalışan kızlar, kadınlar bizler kadar mutlu ve şanslı mı? 21. Yüzyılda hâlâ kara çarşaflara saklanan, gece sokağa çıktığı için tecavüze uğrayan, sözüm ona çok SEVİLDİKLERİ için öldürülen kadınlar ülkesinde yaşıyoruz... Hâlâ dünyanın bir köşesinde 'Kadınlar insan mıdır'ın tartışıldığını duyuyoruz. ​​ Aslında "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" gibi güzel ve saygın duygularla çıkarılan her özel günü kapitalizmin doymak bilmeyen açgözlülüğüyle nasıl da esas amacından saptırılıp karnaval havasına çevrildiğini, özüne inip anlamak yerine yozlaştırıldığını biliyoruz. Kadınların emeğinin karşılanması, haklarının gasp edilmemesi, insanca koşullarda çalışması ve İNSAN gibi yaşaması için çaba sarf edilmesi yerine gösterişli kutlama törenlerinin yapılması içimi acıtıyor, hazmedemiyorum... Ama olsun varsın, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü... Tüm mağazalarda kadınlara yüzde elli indirim var. Şehirlerin caddeleri kutlama afişleriyle dolu, pek muhterem büyüklerimiz allı pullu sözlerle kutlama mesajları yayınlıyorlar. Ha, bir de aslan polislerimiz biber gazı ve tazyikli suyla kutluyorlar kadınların gününü. Daha ne isteriz ki Tanrıdan? Varsın birkaç kız çocuğu daha tecavüze uğrasın, varsın bir kaç kadın daha öldürülsün SEVİLDİKLERİ İÇİN ne çıkar...

  • KADIN OKURSA

    Fuat ÖZGEN * Kadın okursa Bak neler olur Kadın birey olur Gücünü bilir Kula kul olmaz Köle olmaz Muhtaç olmaz Aç kalmaz Kadın okursa Geleceğe yatırım olur Türkan Saylan olur, okutur Marie Curie olur; bulur, buldurur Suna Kan olur, ruhu doyurur Halide Edip olur, coşturur Cepheye koşturur Kadın okursa Yaratıcı olur Çevresine renk katar Dünya cennet olur Kadın okursa Üretici olur Eli değer, çoğaltır Destek olur Kadın okursa Cevherken mücevher olur Değerde zirve yapar Yetkin olur Kadın okursa Şahane olur

  • Burası Türkiye Sultanım

    Burası Türkiye Sultanım Rahat vermezler sevişenlere Burada kadınların koynuna Bıçak tehdidiyle girilir Burada Aşıklara kelepçe vurulur İnsanlarımız yoksun yaşarlar aşktan Ve şaşarlar sevişenlere Kadına değer verene erkek demezler Burada Sevenleri ve sevişenleri Sevmezler sultanım sevmezler Köylerde daha çok kadınlarımız çalışır bizim Sabah ezanıyla kalkarlar Doyururlar insanları ve hayvanları Sonra vururlar çocuklarını sırtlarına Tarlaya koşarlar yalın ayak Nasırlı eller ve kara toprak Savaşırlar bütün bir gün Yakıp kavuran bir güneşin altında Çocuk ağlar Kadın ağlar Toprak ağlar Bazen acır da kadınların haline Bir serinlik gönderir karlı dağlar Yeni bir çilenin başlangıcıdır İnek sağılmayı bekler Çocuk uyutulmayı Erkek doyurulmayı Oysaki yorgunluktan kadının kemikleri sızlar Fakat gizler oyalı yemenisiyle gözyaşlarını Birer birer bitirir işlerini Sonra uzanır erkeğinin yanına Serin geceyi yorgun vücuduna sarınır Ve diker gözlerini tavanda bir noktaya Oradan gökyüzü ve yıldızlar görünür Burası Türkiye Sultanım Kadın hala alınıp satılır burada Köyde başlık parasıdır bedeli Kasabada yüzgörümlüğü Şehirde bir apartman dairesi Ya da bir gecekondu Genelevlerse bir kasap dükkanına benzer Burada kadın etinin kilosu Beş on liraya gider Büyük şehirlerin Kibar semtlerinde Durum değişir Oralarda kadın Daha iyi giyinmek için Başka türlü çalışır İpek çorap, naylon külot Ve elmas taklidi kolye Pavyon, alaturka saz Sonra bilmem ne pastanesi Ve gelsin arkasından Emrazı zühreviye hastanesi Burası Türkiye Sultanım Bir ömür boyu yalnızdır kadınlarımız Genç yaşta gömerler Kalplerine arzularını Sisli ve soluk rüyalar Süsler uykularını Kimi aradığını bulmaz Kimi ne aradığını bilmez Ve gelmez bir türlü bekledikleri an Bütün umutları bir hayaldir artık Git gide uzaklaşan Unutulmak onlar içindir Terk edilmek onlar içindir Ve bir gün Karnında çocukla sokağa atılmak onlar içindir Sokağa atılmak ve her şeye rağmen yaşamak Yine onlar içindir Ömür boyunca anlaşılmamak Burası Türkiye sultanım Kadınsız erkekler diyarı Otuzuna gelince Altmışında görünen kadınlar diyarı Yalnızlar diyarı sultanım Mahzun yürekler diyarı Bir bak gözlerine insanların Dostluktan ve sevgiden eser yok Burası Türkiye Sultanım Burada sevmek yasak Sevişenlere yer yok... Ümit Yaşar Oğuzcan *** Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 1966 yılında basılmış “Taşlamalar” kitabının sararmış yaprakları arasında bulduğumuz “Burası Türkiye Sultanım” isimli taşlaması, kitabın basılışından bugüne kadar geçen bunca yıla karşın ülkemizde kadına bakış açısının çok da değişmediğinin en acı ve en güzel kanıtı… Her ne kadar artık kadınımız daha eğitimli, daha bilinçli ve daha örgütlü görünse de örümcek ağlarıyla kararmış beyinlerin ve taş kesmiş yüreklerin hışmından koruyamıyor kendini… Ama biz umudumuzu yitirmeyelim yine de… Her şeye rağmen tüm kadınlarımızın gülebileceği mutlu yarınlara… Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun. Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • FİRUZAN HANIM

    NİYAZİ UYAR (Hayat hakikatinin birebir hikayesi) Her hayatım roman diyenin hayatı öyle roman değildir, lafın gelişi söylenir. Fakat Firuzan’ın hayatı romanın kendisidir. Firuzan, dört kişilik ailenin sondan bir önceki çocuğudur. Tokat Zile’de doğan Firuzan, ilk ve ortaokulu Zile’de, liseyi Balıkesir’in her sabah Ege ile, Kazdağılarıyla selamlaşan Edremit’te bitirmiştir. Tokat Zile’ye göre aydın fikirli Hasan Efendi evlatları arasında kız erkek ayrımı yapmayan ender Anadolu insanından biridir. “Kız kısmı okur mu,” diyenlerin söylediklerine itibar etmeden kızlarını okutmak için çabalamış, fakat büyük kız Fatma, “Abim okudu, Firuzan okumak istiyor, belki ufaklık da okumak isteyecek o zaman size kim bakacak baba,” diyerek Hasan Efendi’nin düşüncesini bir cümle ile çürütmüştür. Anadolu’da denir ya hani fedakâr babalar için, “O sırtındaki gömleği bile satar evladının okuması için!” Evin büyüğü Kaya tekstil mühendisidir, Tekirdağ Çorlu’da bir tekstil fabrikasında mühendis olarak çalışmaya başlamış, kısa zamanda işinde çok başarılı olmuş, Fatma da Hasan Efendi’nin onay verdiği kara yağız, tıknaz bir delikanlı ile altı ay içinde nişan düğün derken baba evinden uçup gitmiştir. Hasan Efendi’nin eşi, ağır işçi ev hanımıdır, alınacağa satılacağa karışmaz, Firuzan ise herşeyin, her bir konunun her daim içindedir. Babası ile düşünceleri ters düşünce babasına dönüp melül mahzun, “Baba ya, ama baba ya!” “Ama baba ya,” İşte o anda akan sular durur, Hasan Efendi de içinden gelmese de bu “ama baba ya,” yakarışına dayanamaz ya Firuzan’ın gönlünü alır ya da dediğini yapar! Firuzan’ın, kendine güveni doruklardadır, o, tatlı dili ile “yılanı deliğinden çıkaracak,” biridir. Her daim renklerin asili olan siyahtır tercihi: Üstünde her daim siyah kumaş bir pantolon, siyah bir bluz vardır. Saçları tepeden balık sırtı örgülüdür. Göz çukurunun içinde fır dönen iki kara göz bir şeyi kaçırırım diye adeta taramaktadır çevreyi. Basenli kadınları sevmediğinden korseyi hiç çıkarmaz üstünden. Kadınlarının yürürken basenlerinin titremesinden nefret eder, buna sebep nerede olursa olsun, kim olursa olsun, kadın erkek ayrım yapmadan, “şuna bak, her yanı bıngıl bıngıl et,” diye lappadak söyleyiverir ona göre bu çirkinliği. Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türkmenlerden olacak ki, gözleri ailenin mezhep asimilasyonu gibi asimile olmuştur. Firuzan Edremit Lisesi’nin edebiyat bölümünü üçüncülükle bitirmiş, Üniversite sınavında hatırı sayılır bir puan alınca: “Ben Ankara istiyorum, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni istiyorum, ne olursa olsun oraya gideceğim, ama demeye kalkanlara, “Tamam, ben kararımı verdim,” deyip kestirip atarak, Atatürk’ün gayretleri ile kurulan Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercih etmiştir... Ankara’da sinemalar, tiyatrolar, arkadaş buluşmaları… Her şeyi hakkı ile yerine getiren Firuzan, sene kaybetmeden üstelik öğretmenlik formasyon derslerini alarak mezun olur fakülteden. O kadar hareketli bir hayat içinde arkadaşları gibi, kendine uygun bir arkadaş, sevgili edinememiştir, ablası Fatma gibi. İlk görev yeri Van Gölü’nün kıyısında doğunun Paris’i Van’ın en muhteşem ilçesi Erciş’tir. Erciş’te kimi kimsesi yokken bir memleket evladının bir Cumhuriyet kadının, bir Cumhuriyet öğretmenin öyle bir başına olması dokuz yüz seksenli yıllar için kolay değildir. Erciş, Van Gölü’nün kıyısında vilayet olmayı hak etmiş bir şehirdir. Hak etmiştir hak etmesine de kalabalık nüfusuna sebep bekler durur vilayet olmayı. Mayıs ayında at arabalarına, karlı, buzlu günlerin üç tekerli nakliye araçlarına yüklenen dünyada benzeri olmayan inci kefallerinin tane hesabı satışı, kuş cinsinden kargası, ağaç cinsinden kavağı, tatlı, sulu domatesi, halkının “kartol,” dediği patatesi, çekirdekli kara üzümü ve Emrah ile Selvi’nin aşk kaçamaklarına şahitlik eden yeşilin başkenti… Firuzan, Erciş Atatürk Temel Eğitim Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. “Akın abi,” dediği okul müdürünün kol kanat germesiyle hiçbir sıkıntı çekmeden çalışmıştır. Erciş’in kışı çetin olur, evlerin çatılarından sarkan buz sarkıtlarının boyu bir metreden uzun olur. Sokaklardaki buz tabakaları elli altmış santime kadar ulaşır yılına göre. Buzla kaplı yollarında yürümek kolay değildir, reflekslerin sağlam olması lazımdır. Recailer, Ahmetler, buz üstünde yürümeye alışkın olmadığından eve varıncaya kadar birkaç sefer öperler buzu. Belediye nisan ayında ara sokaklardaki buz tabakalarını kırıp şehrin dışına taşımak için günlerce uğraşır. Mart ayı ilkbahar mevsiminin ilk ayı olmasına karşın, buzlu yollar, buz sarkıtları sertliğini devam ettirdiği aydır daha. Kavak ağaçlarına konup uçan kargaların sesleri ortalığı alırken, Firuzan’da Camikebir Mahallesi’ndeki Ronaların evinden çıkmış, okula doğru yürür.  Vanyolu Caddesi üstündeki Atatürk Temel Eğitim Okulu’na gidecektir. Okul bahçesi, Akın Bey’in belediye ile olan iyi iletişimi sayesinde tertemiz, karından buzundan arındırılmıştır. Okulun karşısındaki yoldan okula doğru yürüyen Firuzan Hanım ne olduğunu anlayamadan sırt üstü düşer. Sosyal Bilgiler Öğretmeni Yurttay Bey, bahçe nöbetçisidir, Firuzan Hanım’ın düştüğünü görmüştür. Koşarak gider Firuzan Hanım’ı yerden kaldırır, Türk Filmlerden kopya çekercesine... Firuzan Hanım’ın acısı, ızdırabı çoktur, utanmasa garipliğin verdiği ruh haliyle hüngür hüngür ağlayacaktır. Yurttay Bey, Firuzan Hanım’ı teselli etmek için, “dayanın, az sonra doktorun yanında olacağız, hastane çok yakın, sıkın dişinizi, dayanın!” diyerek acısını hafifletmeye çalışır. Okula uzaklığı yüz, yüz elli metre mesafede olan Erciş Devlet Hastanesi’ne götürecektir. Firuzan Hanım’ın, kendi başına yürümesi imkânsızdır, Yurttay Bey koltuğuna girmiş, yavaş yavaş götürmeye çalışırken, Firuzan Hanım’ın ızdırabı dayanılacak gibi değildir. Acıdan inim inim inlerken dayanamaz acısına, kucağına aldığı gibi hızlı adımlarla doğru hastaneye. Devlet Hastanesinin Başhekimi, öğretmen çocuğu, İzmirli Önder Yiğitbaşı’dır. Onun öğretmenlere karşı derin bir sevgisi, saygısı vardır. Firuzan Hanım’ın röntgen filminin çekilmesi için bizzat yanlarında olmuştur: Firuzan Hanım’ın sağ ayak bileğinde bir çatlak meydana gelmiştir. Hemen ağrı kesici bir iğne yapılır, sonra da ayağı alçıya alınır. Yirmi gün yatak istirahati verilmiştir. Verilmiştir verilmesine de o, daha beş gün dolmadan alçılı ayakla görevinin başındadır… O günden sonra, Yurttay ile Firuzan arasında yakınlaşma olmuş, bu yakınlaşma başka bir sıcaklığı doğururken, bu sıcaklık, hayat yolculuğunun işaret fişeği olmuştur. Akın Bey’in desteği ile de bu yakınlaşma, izdivaca kadar gider. Her şey öyle dışarıdan görüldüğü gibi değildir, insanlar da dışarıdan göründüğü gibi değildir. Yurttay dışarıdan bakıldığında oldukça naif, oldukça centilmen biri olarak görünürken evde, aynı yastığa baş koyunca başka, bambaşka biri olup çıkmıştır. Buna bir de kültür farklılığı eklenince eğitimcilerin bile eğitimsizleştiğine tanık olursunuz. İkisi de dışarıya karşı rol yapmaya devam edip giderken, “kan kusup kızılcık şerbeti içmek,” deyiminin hakikat olmasının tiyatrosunu icra ederler. Firuzan’ın naif davranışlarının yanında Yurttay’ın kaba saba davranışları zıt anlamlı sözcük çalışmalarına örnektir: Kavga dövüş, hemen her gün domuz başı kaynayan evde, insan nesli sürsün diye iki kız evlat sahibi olurlar. Olurlar olmalarına da iki ayrı dünyanın insanın, aynı mekânı paylaşması üstelik de aynı yastığa baş koymaları, “yıkılacak yar’a” dayan dur, dayan dur, veciz sözü gibidir. Füruzan’ın ailesi, mektep medrese görmüş, bıçak sağda, çatal solda ritüeline uygun yiyip içerken, Yurttay, Allah ne verdiyse çatal bıçak ne ki, bas kaşığı, bas kaşığı, sofranın da kuralı mı olur hodbinliğiyle beş dakikada bitirir kalkar sofradan. İki ayrı dünyanın iki ayrı insanın aynı evi, aynı odayı, hatta aynı yatağı paylaşması her ikisi içinde müebbet hapis cezası demektir. Firuzan Hanım’ın, siyah kıvırcık gür saçlarına, otuza varmadan aklar düşmüştür. Giyim kuşamı gibi içi kapkaradır. Siyah kumaş pantolonun üstünde her daim siyah ipek bir bluz veya tiril tiril siyah ipek şifon bir bluz veya güneşte ıldır ıldır yanan siyah ipek saten bir bluz. O, teneffüs saatlerinde iki eli kanda da olsa muhakkak sigarasını içer, içtiği her sigaranın dumanının zerresini zebil ziyan etmeden bir güzel büyük küçük dolaşımları yaptırır, sonra aheste aheste göğe doğru üfler. Yaşadığı bunca sıkıntıyı kendi içinde, kendi kendine halletmeye çalışırken bir Allah’ın kuluna yaşadıklarını anlatmamıştır. İnsan bir sırını birine dediğinde artık o, sır olmaktan çıkar ya, işte buna sebep, yalnız yapayalnız kendiyle konuşarak çözümler düşünmüştür hep! İki evladı için gece, gündüz dememiş durmadan çalışmış, kısa hızlı adımlarıyla hep bir yerlere yetişebilmenin telaşı içinde koşturmuştur. Okul saatinden sonra, yeni bir çalışma günü başlamaktadır. Gece on birden önce eve geldiği vaki değildir. Sokakların itinden köpeğinden korkarak vaz geçmemiştir çalışmaktan. İki çocuğun okul taksitlerini ödemek zorundadır. Anne baba ayrılığında anneyi tercih eden Esme ile Esmeray’a babalarının kör kuruş katkısı yoktur. Geceler gündüzdür Firuzan’a, korkuyu aklının ucuna bile getirtmez mecburiyet. Mecburiyet insanı cesur eder ya, o da korkusuzdur, cesurdur. Çantasında taşıdığı Polis Murtaza’nın “al abla işine yarar,” diye verdiği cop arkasında koca bir dağdır. Bir seferinde Manavkuyu’da önünü kesip para isteyen iki serseriye yapıştırdığı cop darbeleriyle feleklerini şaşırtmıştır. Her şeyin bir sonu, bir nihayeti vardır derler ya, onun da sabrının sonu gelmiştir. Her gün domuz başı kaynayan evde kan kusup kızılcık şerbeti içmek… sabır taşı olsa çatlar. O Anadolu kadının, Ayşelerin, Selmaların, Haticelerin … sesi olacaktır. Esaretten kurtuluşun sembolü olacaktır. Kararını vermiştir, zincirden kurtulmak için avukat öğrencisi Cansu’yu vekil tayin ederek boşanma davasını açar… Erciş’ten ayrılalı yıllar olan Yurttay ile Firuzan İzmir’e iyice alışmış, tabiri caizse âşık olmuşlar. İkisi de kendine uygun bir dünya kurarken birbirlerinden uzaklaştıkça uzaklaşırlar. Gün, günü, hafta, haftayı, ay, ayı kovalayıp giderken Firuzan sanatı sevenlerin olduğu yeni bir yaşam kurmuştur. Bu kadar yoğun bir hayatın ancak planlanarak üstesinden gelinir. Hem özel kurslar hem sinema hem tiyatro hem de sevdikleriyle çay kahve sohbetleri. Bu yoğun çalışma ile yaptığı birikim, bir de abisinin, ablasının desteğiyle, Ege’nin iyot kokularını iliklere kadar teneffüs edilen, Mustafa Kemal Sahil Bulvarına yürüyüş mesafesinde eski bir daire alır. Kendi başına onca zorluğun üstesinden gelen Firuzan Hanım için yalnızlık zordur. Sevmeye, sevilmeye ihtiyacı gün gün artıp giderken, duvarlarla konuşmak, yastıklara sarılıp yatmak uzun, çok uzun geceler, yalnız, sarmaya, sarılmaya özlem yüklü gecelerde, kor ateşlerde kalır. Firuzan, yoğunluk içinde her Perşembe tiyatroya, gitmekten geri kalmaz aynı oyunu buna sebep çok kez izlemiş olur, İşin garibi her gittiğinde de aynı yere oturur. Belli ki yanda oturan beyefendi de biletler satışa çıkar çıkmaz biletini aldığından hep yanında oturmaktır. Bir böyle, iki böyle olunca dikkatini çeker. Dikkatini çekmekle kalmaz, adamın şeklini iyi bir yazar kafasına. Yandan bakıldığında burnunun hafif sola eğri olduğunu, colormatik gözlüğün arkasındaki göz kapaklarının sarkık olduğunu iyi bir beller. İnce bıyıkları sık dişlerinin beyazlığı daha bir ortaya çıkar. Boyu ortalama Türk erkeklerinin boyunda, ekmekle karbon hidratla beslenmenin neticesi de çok olmasa da göbeklidir. Bu gizemli adam yerine otururken Firuzan’a “merhaba,” der, sonra pür dikkat oyuna konsantre olur, adeta her bir sahneyi nakşederken ara ara notlar alır. İki hafta geçmiş, “merhaba,” dan başka bir şey konuşmamışlardır. Resmiyetten hoşlanmayan Firuzan, “Affedersiniz, her oyunda yan yana oturuyoruz, merhabadan başka da bir şey konuşmuyoruz. Siz kadınlardan çok mu çektiniz, çok mu korkarsınız?” “Yoooo, o nereden çıktı öyle?” “Ne bileyim, hep önünüze bakıyorsunuz da!” “Ben yurtdışında yaşadım, Türk kadınları tanımadıkları erkeklerle konuşmazmış ya, ona sebep!” “Sizden bir gayret görmeyince, bari ben adım atayım dedim. İnşallah rahatsız etmiyorumdur sizi?” “Olur mu hiç, bilakis memnun oldum, asıl siz kusura bakmayın, sizi rahatsız etmekten korktuğum için, konuşmadım. Aslında sizinle sohbet etmek için birkaç sefer yeltendim, fakat cesaret edemedim!” “Ben Firuzan Türkdoğru. Edebiyat öğretmeniyim bir Anadolu lisesinde!” “Memnun oldum efendim, ben de Nusret Mirciloğlu! Dedim ya efendim, sizinle konuşmayı çok istedim, fakat rahatsız etmekten korktum, bir de efendim, sizin ciddi duruşunuz, cesaretimi kırdı. İzin verirseniz bu kabalığımı affettirmek isterim bir gün!” “Ya öyle mi, çok üzüldüm, gerçekten asıl ben özür dilerim. Ne yapayım böyle duruş benim de hoşuma gitmiyor! Sanıyorum içinde bulunduğum vaziyet beni böyle soğuk, buz damı gibi yapıyor, kusura bakmayın!” Gün güneş görmüş iki insan, o açığı kapatırcasına sıkça görüşmeye çalışırlar. Tiyatro sonrası Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın yan yolunda Ege, ötelerde muhtemeldir şlap şlap diye ses çıkarırken, bu iki yeni yetme(!) onun şlap şlap sesini tasavvur ede ede yürür. Karataş Lisesi’nin yanındaki çorbacılardan birer çorba içip daha yakinen tanımaya çalışırlar birbirlerini. Nusret Mirciloğlu, uzun yıllar Hollanda’da çalışmış, aynı iş yerinde çalışan Belçikalı bir kızla evlenip ev bark sahibi olmuştur. Fakat memleket özlemi, bayrak aşkı, depreştikçe depreşmiş içinde. Eşi Adora’ya Türkiye’ye dönmek istediğini, onun da kendisi ile dönerse çok sevineceğini söylemiştir. Fakat Adora Türkiye’de yaşayamayacağını, kendisinin isterse kesin dönüş yapabileceğini söyler. Durumu çocukları Pierre’yle Murat’a da açarlar. İkisi de Hollanda’da kalmak istediklerini söyleyerek tercihlerini annelerinden yana kullanır. Hollanda Aile mahkemesi Adora ile Nusret’in evliliklerini tek celsede bitirir. Firuzan Hanım, iki kızını da yuvadan uçurmuş, o da Nusret gibi yalnızdır. Büyük kızı televizyonculuğu seçerek ülkenin en büyük köyünde alır soluğu, küçük kızı Esme, akademisyen olacağım diye atıp tutarken bir gün annesine, “Anne biz Umut’la anlaşıyoruz biliyorsun, evlenmeye karar verdik,” der. İlkbaharın üçüncü ayında Esme’yi, sevinç göz yaşlarına boğularak telli duvaklı gelin eden Firuzan Hanım, Esmeray’ın evlenme taraklarında bezi yoktur. Hiçbir zaman da lafını ettirmediği gibi başını alıp medya dünyasının meskeni ülkenin en büyük köyü İstanbul’a gitmiştir. Nusret ile Firuzan cumartesiyi pazara bağlayan bir gece, her zaman gittikleri çorbacıya gitmiş, çorbalarını içmiş, Çorbacı Bayram Usta’nın bol köpüklü orta kahvelerini içerken Nusret Bey, Firuzan’a, “benimle evlenir misin,” der. Firuzan’ın yalnızlık zaten iyice canına tak etmiştir. Nusret Bey’in naif kişiliği de etkilemiştir onu, aşkın yaşı başı yoktur sözünü haklı çıkarırcasına akıvermiştir gönlü. “Evet! Benim kalbim senin, senin kalbin benim!” derken sevinçten içi içine sığmaz, ayıp olmayacağını bilse evet sesi ile saat kulesinin çevresindeki güvercinleri ürkütecektir. “Aynı evi, aynı odayı, aynı yatağı paylaşmaktan tarifsiz bir mutluluk duyarım,” der Firuzan! Söz kesilmiş, yüzükler takılmış, Firuzan’ın evinin eşyaları değiştirilmiş, ev tepeden tırnağa kara sıvaya ininceye kadar soyulup usta ellerin maharetiyle yepyeni bir ev olup çıkmıştır. Bu ara nikah günü alınmıştır, nikah her daim çorba içtikleri çorbacıda olacaktır. Nikah günü gelip çatmış, davetliler çorbacının önüne dizilen koltuklarda yerlerini almış, Konak Belediyesi nikah memuru beklenmeye başlanmıştır. Günlerden cumartesidir, 14.30’ u gösterirken saat, havanın ağırlığı Ege’nin durgunluğu, çığlıksız denize batıp çıkan martıların sessizliği, Esme ile Esmeray’ın annelerine olan öfkeleri... Esme ile Esmeray’a göre Annelerinin yaptığı bir çılgınlıktır, bir azgınlıktır. İnsan bu yaşta evlenir mi? Esme, hamiledir, yedi ay sonra bebeğini kucağına alacaktır. Anneanne duygusal bir fırtınaya tutulmuş, ikinci kez nikah masasına oturmaktadır. Torun topalak bakıp edecek anneanne evlenmektedir tekrar. Esme de Esmeray da “evlenip de ne yapacaksın, başın göğe mi erecek, sen torun sevecekken, utanıp sıkılmadan evlilik yapıyorsun, diyerek sevincini kursağında koymaktadırlar. “Ne o anne, babamda bulamadığın mutluluğu Nusret’te mi bulacaksın?” Kızlarının saygısız, kibirli halleri Firuzan Hanım’ı çileden çıkarır. “Ayıp ayıp, çok ayıp, sizden baba demenizi beklemiyorum, fakat ona göstereceğiniz saygı bana göstereceğiniz saygıdır, babanız yaşındaki birine böyle demeye utanmıyor musunuz? Şehir dışlarına gitmeyin, İzmir’de okuyun diye özel üniversiteye gönderdim sizi. Okul parasını denkleştirmek için gece yarılarına kadar özel ders verdim!” Firuzan Hanım ile kızları arasındaki tartışmalar sabah akşam devam edip giderken, kızları aldığı karardan vazgeçiremez. Ne pahasına olursa olsun Nusret Mirciloğlu ile hayatını birleştirecektir. İzmir’in havası ağırlaşmaya başlarken, nikah memurun gecikmesi gelinle damatla birlikte davetlileri de huzursuz etmeye başlamıştır. Martılar, Karşıyaka’ya, İnciraltı’na, Güzelyalı’ya, Güzelbahçe’ye, doğru gidip gelir. Az sonra nikah memurunun resmi plakalı siyah bir arabadan inerek hızlı adımlarla geldiği görülür. Memur hanım rutin konuşmasını yaparak, nikah akdine geçer. “Sen Hasan kızı Firuzan Türkdoğru, Cemal oğlu Nusret Mirciloğlu’nu eşliğe kabul ediyor musun?” Firuzan Hanım, nikah memuru son kelimeyi söylemeden “evet cevabını yapıştırmıştır. Acele etmektedir, sanki bu nikah yetişmeyecekmiş gibi his doğmuşçasına içine çabuk olup bitmesini istemektedir. Firuzan’ın “evet,” yanıtı Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’ndan karşı tarafa Bostanlı’ya, Çiğli’ye doğru yayılıp gider. “Sen Cemal oğlu Nusret Mirciloğlu, Hasan kızı Firuzan Türkdoğru’yu eşliğe kabul ediyor musun?” Nusret Bey, evet yanıtını veremeden üç el, arka arkaya patlayan silah sesinden sonra kaçışmalar, bağrışmalar, ağlaşmalar, yandım, vuruldum… sesleri ortalığı alırken, davetliler çil yavrusu gibi dağılır. Nikah masasının yanında üç insan kan revan içinde yere düşer. Kurşunlardan biri Nusret Bey’e biri Firuzan Hanım’a isabet edereken, diğeri de siyah düz saçlı memurun koluna denk gelmiştir. Başlarından vurulan Nusret Bey ile Firuzan Hanım daha orada can verirken nikah memuresi yaralanmıştır. Mutluluğu, gülmeyi en çok hak eden Firuzan Hanım ile Nusret Bey tam yakaladık derken On İki Eylül öncesinde silah talimleri görmüş, siyasal eylemlerin içinde yer alan Firuzan’ın eski kocası Yurttay tarafından vurulmuştur. … Aralık 2023 / Salihli

  • Modern Zamanlar

    1936 , 5 Mart - Charlie Chaplin'in son sessiz filmi, Modern Zamanlar gösterime girdi. * Modern Zamanlar ya da Asri Zamanlar,[1][2] 1936 ABD yapımı romantik komedi filmidir. Özgün adı Modern Times olan film Türkiye'deki ilk gösterimlerinde Asri Zamanlar adıyla da gösterilmiştir.[3] Vahşi kapitalizmin gemi azıya aldığı buhran yıllarının yıpratıcı işçi çalışma hayatına göndermeler yapan film sessiz sınamanın son filmi de sayılır. Sonuçları bakımından günümüze kadar süren etkilere sahip film CHAPLIN'ın soruşturmaya uğrayıp komünist sayıldığı Amerika'dan İsviçre'ye göç etmesine ve 1977'de ölene kadar orda yaşamasına neden olmuştur. * Filmin yapımcısı, senaryo yazarı, yönetmeni ve başrol oyuncusu Charles Chaplin 'dir. Ayrıca filmin müzikleri de Charles Chaplin'e aittir. Filmin diğer başrol oyuncusu ise Paulette Goddard 'dır. Chaplin, aralarındaki yaş farkına rağmen çekimler bittikten sonra rol arkadaşı Goddard ile evlendi, bu Chaplin'in 3. evliliğiydi. 1930'lu yıllarda hüküm süren Büyük Ekonomik Buhran sırasında makineleşmenin de etkisi ile bozulan ekonomik ve toplumsal koşulları, artan işsizlik sorununu dile getiren bu film Charlie Chaplin'in ilk kez 1914 yılında yarattığı Küçük serseri (Şarlo) tiplemesine dayanan son filmdir. Her filminde daha da mükemmeliyetçi olan Chaplin, "Asri Zamanlar"'ı o dönem için rekor sayılabilecek bir süre olan 10 ayda çekmiş ve kurgu öncesi 100 kilometre uzunluğunda negatif film harcamıştı.[3] Chaplin'in "Modern Times"'da Komünizm propagandası yaptığı ileri sürüldüğü için film ABD'de gişede pek başarılı olamadı, 1,5 milyon dolara malolan film ancak 1 milyon dolar hasılat yaptı. Aynı nedenle Almanya ve İtalya'da da yasaklandı. Avrupa'nın geri kalanında ise çok büyük başarı kazandı. Her ne kadar filmde bazı ses ve müzik efektleri kullanılmış da olsa bu sessiz bir filmdir ve Chaplin'in çevirdiği son sessiz filmdir. Chaplin bu 'sessiz' filmi çevirdiği tarihte sinemada ses yaklaşık 10 yıldan beri kullanılmaktaydı. Chaplin, hem sessiz filmlerin duyguları daha iyi yansıttığını düşünüyordu hem de farklı dillerdeki insanların da bu şekilde onu anlayabileceğine inanıyordu. Amerikan Film Enstitüsü'nün (AFI) "tüm zamanların en iyi filmleri" arasında 78. sırada gösterdiği "Asri Zamanlar", 1989 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Konusu Bir fabrikada montaj hattında monoton bir işte ve delicesine bir tempoda çalıştırılan bir işçi (Charles Chaplin) tempoya ayak uyduramaz ve zamanla ruhsal çöküntüye uğrar. Monoton vida sıkma işinden alınarak deneysel bir 'otomatik yemek yedirme makinası'nda kobay olarak kullanılır. Bir dizi şanssız olay sonucunda patronları onun delirmiş olduğuna kanaat getirerek bir akıl hastanesine gönderirler. Buradan çıktığında da tesadüfen elinde salladığı kırmızı bir bayraktan ötürü komünist bir provokatör zannedilerek bu kez de hapishaneye gönderilir. Burada toplu bir firarı engellediği için ödül olarak serbest bırakılır. Sokakta babası grev sırasında öldürülen bir genç kızla (Paulette Goddard) tanışır ve onun arkadaşı ve koruyucusu olur. Ona bakabilmek için birkaç işe girer ama hepsinden de kısa sürede atılır, zaman zaman da tekrar hapse girer çıkar. Hapiste olduğu bir zamanda kız gece kulüplerinden birinde dansöz olarak çalışmaya başlar ve Şarlo'ya da aynı yerde bir iş bulur. Serbest bırakıldıktan sonra işe başlayan Şarlo, masalara şarkı söyleyerek servis yapan bir garson olarak kısa sürede büyük bir başarı kazanır, ama bu mutlulukları uzun sürmez. Zira yetimhane yetkilileri kızı geri alabilmek için peşlerindedir ve ikili mecburen oradan kaçmak zorunda kalır. Bütün olanlardan yılan genç kız moralsiz bir şekilde "Bunca zahmete değer mi?" deyince Şarlo ünlü repliğini tekrarlar: ""Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız" (Filmin tema müziğinin adı da Smile dır (Türkçesi: Gülümse) ve bu replik sinema tarihine ara yazısı ile verilmiş son replik olarak geçecektir). Son sahnede tüm Şarlo filmlerinde olduğu gibi ikiliyi Kaliforniya otoyolunda yeni maceralara doğru giderlerken görürüz. Oyuncular Charles Chaplin - Şarlo Paulette Goddard - Kimsesiz sokak çocuğu Henry Bergman - Kafe sahibi Tiny Sandford - Koca Bill Chester Conklin - Tamirci Hank Mann - Soyguncu Stanley Blystone - Sokak çocuğunun babası Al Ernest Garcia - Electro Çelik şirketinin başkanı Richard Alexander - Charlie'nin hücre arkadaşı Cecil Reynolds - Papaz Mira McKinney - Papazın karısı Murdock MacQuarrie - J. Widdecombe Billows Wilfred Lucas - Çocuk polisi Edward LeSaint - Şerif Couler Fred Malatesta - Şef garson Sammy Stein ... Türbin operatörü Juana Sutton ... Göğsü düğmeli elbisesi olan kadın Ted Oliver ... Billows'un yardımcısı Norman Ainsley ... Billows' assistant (uncredited) Bobby Barber ... İşçi Heinie Conklin ... Üretim bandındaki işçi Gloria DeHaven ... Gamin'in kızkardeşi Frank Hagney ... Dok işçisi Chuck Hamilton ... İşçi Lloyd Ingraham ... Kafe patronu Walter James ... Üretim bandının formeni Edward Kimball ... Doktor Jack Low ... İşçi Filmin müziği Resmi kayıtlara göre "Asri Zamanlar"'ın müziğini bizzat Charlie Chaplin bestelemişti; ancak parçaların düzenlemelerini yaparken kendisine Alfred Newman yardımcı olmuştu. Filmin romantik tema müziği Smile'a (Türkçe: Gülümse) sonradan şarkı sözleri de yazılmıştı. Pop müziğinin günümüzde bile çok tanınan bu popüler parçasını önce Nat King Cole plak yapmıştı. Arkasından da Diana Ross, Michael Bublé, Michael Jackson, Liberace, Judy Garland ve Madeleine Peyroux gibi birçok ünlü şarkıcı bu şarkının coverlarını yapmışlardı. Film hakkında notlar 1989 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından kültürel öneminden dolayı filmin Amerikan Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmişti. Amerikan Film Enstitüsü 2007 yılında filmi tüm zamanların en iyi filmleri sıralamasında 78.ci olarak ilan etmişti. "Asri Zamanlar", her zaman IMDb'nin "en iyi 250 film" listesine girmekte ve sıralamada sürekli olarak üst sıralarda yer almaktadır.[4] Filmin tema müziği olan Smile'ı da Charles Chaplin bestelemişti. Bu müzik daha sonra Jerry Lewis tarafından tanıtım/sinyal müziği olarak kullanılmıştı. Film o yıllarda Almanya ve İtalya'da yasaklanmıştı. ABD'de Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi 1947 yılında politik bakış açısı nedeni ile bu film başta olmak üzere Chaplin'in bazı filmlerinden dolayı onun bir komünist olduğuna kanaat getirmişti. Chaplin bu iddiayı şiddetle reddetmiş ve çok kırılmıştı. Bundan sonra da ülkeyi terkederek İsviçre'de yaşamaya ve bir daha asla Amerika'ya dönmemeye yemin etmişti. 1952 yılında İsviçre'ye yerleşti ve 1977'deki ölümüne kadar orada yaşadı. -Charles Chaplin otomatik yemek yedirme makinasında kobay- Bazı deneysel filmler hariç tutulduğunda bu film sinemada konuşmaların ara yazıları ile verildiği son uzun metrajlı büyük film olarak tarihe geçmiştir. Hatta filmin sonunda Charlie Chaplin'in sözü olan "Gülümse,umudunu kaybetme, başaracağız" repliği ara yazısı ile verilmiş son replik olarak sinema tarihine geçmiştir. Chaplin bu filmde birlikte rol aldığı Paulette Goddard ile kamuoyunu fazlasıyla meşgul edecek uzun süreli bir birliktelik yaşadı.[5][6] O zaman Chaplin 47, Paulette ise 26 yaşındaydı. Chaplin bu filmi aslında sesli olarak çekmeyi düşünüyordu, hatta diyaloglarını bile yazmıştı. Ancak "küçük serseri" karakterinin pandomime daha uygun olduğunu düşünerek bundan vazgeçti ve filmi sessiz çekmeye karar verdi. Ancak filmde gene de bir miktar ses kullanılmıştır. Teknolojiyi temsil eden şeylerden sesler duyulmaktaydı, örneğin fabrika müdürünün kullandığı görüntülü iletişim aygıtlarından, mekanik satış elemanından ve hapishane müdürünün odasındaki radyodan sesler geliyordu. Bir de garson olarak çalıştığı restoranda Chaplin uydurma İtalyanca ile bir şarkı mırıldanıyordu. (Bu şarkının ana melodisi, Chaplin'in arkadaşlarıyla öğle yemeklerini yedikleri bir lokantada sık sık söyledikleri I Want a Lassie adlı şarkıya aittir.[7] -Filmin farklı bir afişi- DERLEME: Aycan AYTORE Kaynak: İNTERNET

  • Yaşama Kafa Tutan Mücadeleci Bir Kadın Suat Derviş

    Nurten B. AKSOY * Türkiye’nin ilkler listesinin birçoğunun başında adı geçen, ama tarihin tozlu sayfalarında unutturulmak istenen, her zaman ezilenden, horlanandan, halktan ve hayatı karartılanlardan yana olan bir Türk kadını Suat Derviş… Kadın hakları ve demokrasi alanlarında mücadele etmiş bir aktivist-yazar olan Suat Derviş’i yaklaşmakta olan Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde analım, anlatalım istedik… Kendisini saygıyla anıyoruz… Aydın bir ailenin kızı 1903 yılında İstanbul’un Moda semtinde varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi ona Hatice Suat adını koyar, ancak Suat erkek ismi olduğundan, adı kayıtlara Hatice Saadet olarak geçer. Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu, tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi Abdülmecid’in mabeyincilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Suat, Osmanlı’da Telefon İdaresi’nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan Hamiyet Hanım’ın da kardeşidir. Yazılarımı kimseye göstermezdim. Çocukluk çağında evde özel eğitim görerek Fransızca ve Almanca öğrenen Suat Derviş, eğitimine Kadıköy Numune Rüştiyesinde ve Bilgi Yurdu’nda devam eder. Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duyan Suat Derviş’in Hezeyan başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayımlattırır. Bu, onun yayımlanan ilk eseridir. Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: “Yazılarımı kimseye göstermezdim. Nazım, mektepte olduğum saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış.” Bu olaya önce kızan Suat Derviş, sonra içten içe de gurur duyar… Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / Bir kere eğemedim bu kadının başını (Nazım Hikmet) Henüz çocuk yaşında olan Suat Derviş edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “Hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi” olarak tanıtılır. Bu yıllarda Nâzım Hikmet ile arkadaşlığının, şairin ona duyduğu tek taraflı bir aşka dönüştüğü iddia edilir. Nazım Hikmet, 1920’de “Gölgesi” adlı şiirini Suat Derviş’e ithafen yazar. Sonradan Nâzım Hikmet’le dostluğunu; “Nâzım Hikmet çocukluk arkadaşımdır. Ailecek görüştüğümüz bu büyük şair, benim Alemdar’da yazmamı sağlayarak bana bir kapı açmıştır. Benim için yazdığını söylediği şiir ise gurumu okşamanın ötesinde bir şey ifade etmez” diye anlatır. Bitmeyen yazma tutkusu İlk romanı olan “Kara Kitap” 1921 yılında basılır. Edebiyat dünyasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanan bu eserinde Suat Derviş, ölüme mahkûm olan güzel ve hassas bir genç kızın son nefesine kadarki yaşama arzusunu belirten iç seslerini ve duygularını anlatır. 1923’de yazdığı “Hiçbiri” romanını, “Ne Ses Ne bir Nefes (1923), Bir Buhran Gecesi (1924), Fatma’nın Günahı (1924), Gönül Gibi (1928)” ve Latin harfleri ile yazdığı ilk eser olan “Emine” (1931) romanları izler. İkdam Gazetesinde bir ilk olan kadın sayfası Romanlarında Osmanlı’nın çöküşünü kadınların yaşamları üzerinden anlatan Suat Derviş’in kitaplarında işlediği ilk konular, saray ve konaklarda yaşayan kadınların keder dolu hayatıyla ilgilidir O, yazdığı bu romanlarında İstanbul’un üst düzey yaşamından kesitler sunar, ilişkileri anlatır, kadının toplumsal konumunu ve özgürlük talebini irdeler. 1925’te ilk hikâyeleri Almancaya çevrilir. Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktadır. 1922’de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yapar. Bir süre sonra Alemdar’dan ayrılıp İkdam’a geçer ve gazetede bir kadın sayfası hazırlayarak bu konuda öncü olur. Bir yandan piyano, bir yandan felsefe, bir yandan yazarlık 1927’da konservatuvar eğitimi almak için kardeşi Hamiyet Hanım ile birlikte Almanya’ya gider ve Berlin’de Sternisches Konservatuvarında piyano dersleri alır. Bir süre sonra ailesinden habersiz Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesine kaydolur. Faşizmin yükselmesine tanıklık ettiği Almanya’da bir yandan öğrenciliğini sürdürürken bir yandan da gazete ve dergilerde çalışır. Yazıları çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinden siyasi gazetelere kadar pek çok yayın organında yayımlanır. 1932’de babasının ölümü üzerine okulunu bitirmeden yurda döner. Yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olarak Montreux Konferansı’nda Yurda döndükten sonra Bâbıâli’nin başarılı muhabirleri arasına girer; İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da çıkan pek çok gazetede yazıları yayımlanır. Bir yandan da roman tefrika etmeyi sürdürür. ”Onu Bekliyorum (1934), Onları Ben Öldürdüm (1935), Baba Oğul (1936)” romanları çeşitli gazetelerde tefrika edilir. Resimli Ay Dergisinde çalışmaya başlaması ile solcu basın dünyasına adım atar. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken Montreux Konferansı’nı izlemeye gitmesi ona “Yurtdışına giden ilk kadın gazeteci” unvanını getirir. Kıpkızıl Komünist Suat Derviş 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar. Bu gazetede çalıştığı dönemde Sovyetler Birliği’ne yaptığı bir gezi, Suat Derviş’in düşünce dünyasını derinden etkiler. Dönüşünde yayımladığı röportaj dizisi, “Kıpkızıl Komünist” olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden olur. Gezinin yapıldığı 1937’de tefrika edilen “Bu Roman Olan Şeylerin Romanı” görüşlerindeki değişimi yansıtır. 9. Toplumcu- gerçekçi bir yazar Gazetelerde Nazizme, Faşizmin yükselişine ve adaletsizliğe karşı yazılar yayımlarken, romanlarında köşklerde yaşanan aşkları, ziyafetleri ve davetleri yazmayı reddeden Suat Derviş, artık toplumcu- gerçekçi bir edebiyat anlayışına yönelir. 1938’de “Bir İstanbul Gecesi” tefrika edilir, 1939’da “Hiç” romanı yayımlanır. Dört kez nikah masasına oturan Suat Derviş’in (Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenli ve Reşat Fuat Baraner) yaşamında bu isimlerin yanı sıra etkili olan bir isim daha vardır ki o da çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’tir. Onun hayatının bütün dönüm noktalarında Nazım Hikmet her zaman yanı başındadır. Yeni Edebiyat Dergisi ile başlayan yeni bir süreç Yeni Edebiyat Dergisi Suat Derviş ve eşi Reşat Fuat Baraner’in yönetiminde çıkmış bir dergidir. Bu dergide ilk kez «toplumcu gerçekçi» edebiyat anlayışının estetik sorunları üzerine yazılar yayımlanmıştır. Suat Derviş’in sol görüşleri, kısa süren ilk üç evliliğinin ardından 1941 yılında Türkiye Komünist Partisi (TKP) genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik ile pekişir. Baraner ve Derviş’i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları “Yeni Edebiyat Dergisi” olur. Çift, Türkiye’de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmi altı sayı yayımlar. Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazar. Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı olur. 1944’te “Zeynep İçin” romanını yazar. Aynı yıl “Biz Üç Kardeşiz, Fosforlu Cevriye, Çılgın Gibi” romanları gazetelerde tefrika edildi. Komünistlik, işsizlik ve mahkumiyet “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” adlı incelemesinin 1944’te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “Hatice Saadet Baraner” yerine takma adla yazılar yazmaya başlar. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklanır. Sorgu sırasında çocuğunu düşüren yazar, Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesiyle yargılanır ve 8 ay tutuklu kalır. Geçim sıkıntısı ile başlayan gurbetlik Hapisten çıktıktan sonra büyük sıkıntı çeken yazar, geçimini sağlamak için Almanca, İngilizce ve İtalyanca çevirilerin yanı sıra editörlük de yapar. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar. 1947’de “Büyük Ateş”, 1950’de “Yaprak Kıpırdamasın” romanları tefrika edilir. 1951’de tekrar tutuklanan eşinin 1953’de yargılanmaya başlaması üzerine kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşılık ülkeden ayrılarak İsveç’teki ablasının yanına yerleşir. Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulunan Ankara Mahpusu romanı Avrupa’da çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanır, kendisini yurtdışında tanıtacak kitaplarını yazmaya başlar. “Zeynep İçin” romanını “Ankara Mahpusu” adıyla yeniden yazar. Romanı, ablası Hamiyet Hanım Fransızcaya çevirir. 1957’de “Le Prisonnier d’Ankara” adıyla yayımlanan eser, on sekiz dile çevrilir ve o kadar beğenilir ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulunur. Daha önce yayınlatamadığı “Çılgın Gibi” eserini Fransızcaya çevirir. Eser, Les Ombres du Yali (Yalının Gölgesi) adıyla 1958’de yayımlanır. En bilinen eseri Fosforlu Cevriye Suat Derviş, eşi Reşat Fuat Baraner’in hapisten çıkmasının ardından 1963 yılında Türkiye’ye döner. Bu dönemde takma isimlerle roman ve hikâyeler, çocuk masalları yazar, tercümeler yapar. Fosforlu Cevriye, öğrenci ayaklanmaları ve sert isyanların zirveye ulaştığı 1968’de May Yayıncılık tarafından Ankara Mahpusu ile birlikte yayımlanır. Yazarın “En çok sevdiğim eserim” dediği Fosforlu Cevriye romanı, Türk edebiyatında bir sokak kadınının hayatını konu edinen ilk eserlerdendir. Suat Derviş, bu romanında insan sevgisinin toplum dışına itilmiş bir fahişeyi nasıl değiştirdiğini başarıyla anlatır. Devrimci ve mücadeleci bir yaşamın hazin sonu 1968 yılında eşini, 1970 yılında ise ablasını kaybetmesi onu derinden etkiler. İki gözünde de ciddi sağlık sorunları çıkana kadar yazmaya devam eder. Moskova’da geçirdiği ameliyat sonrası gözlerinden birinin belli oranda düzelmesinin ardından arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda görev alır. Derneğin kapatılması üzerine yeniden yazarlığa ağırlık verir. Sürekli göz altında tutulan Şişli’deki evini devrimci gençlere açıp onları gizler. 1971’de evi basılır, birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklanır. Ertesi yıl Fosforlu Cevriye’yi Gülriz Sururi için senaryoya dönüştürdükten kısa süre sonra şeker hastalığının vücudunda yarattığı tahribat sonucu hastaneye kaldırılır ve 23 Temmuz 1972’de yaşama veda eder. Hayata kafa tutan ve asla pes etmeyen bir kadın Suat Derviş gazete röportajları, hikâye, masal ve fıkralardan başka, neredeyse 30 yılda 30 kitap yayımlayan üretken ve mücadeleci bir kadındır… “Kıpkızıl bir komünist” diye yaftalanmasına rağmen o, sadece “Başı eğilmez” değil, aynı zamanda kafa tutan bir kadın olarak, fikirlerinden hiç taviz vermeden yaşama tutunmaya çalışır. Kendisinden daha ünlü olan eseri Fosforlu Cevriye filme çekileceğinde hızla senaryosunu bitirir ve teslim eder. Çünkü kocasının ölümünden sonra da geçim sıkıntısı devam etmektedir. 4 Eylül 1968’de bir film şirketi sahibine yazdığı bir pusulayla Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan 150 lirayı ister: “Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim. Fakat 20 gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var.” Suat Derviş'in yüreği kırıktır ve parasızdır, ama asla pes etmemiştir… Ruhu şâd olsun… Kaynak: Odatv.com

  • CEMRE

    Yusuf AKSOY * Hep kuşatmaları sevdim yürürken mavinin koyulaştığı grinin siyah beyaz olduğu başlangıcı çok öncelerden bitişi olmayacak zamanlarda gün elini bırakmaz bir sevgili yaşa yaşayabildiğin kadar ne gece var günümde ne tufan sahra gönlümde hep kuşatmaları sevdim ben bahar kokusu geldikçe odama çiğ düşmüş sabahlarda yeşil bir yaprak olur gün güle uzanırken tüketemediğim dağ esintileri göz kamaştıran kristal örtü taze başak kokuları nazlı yağmur damlaları birleşip çağlayan oluyor kucaklıyorum sımsıkı sarmaşığı oluyoruz yalnız ağacın hava su ve toprağa yılda bir düşerken cemre bir gülüşünü hatırlamayla sayılamayacak kadar düşüyor tüm coğrafyama cemreler

  • ÖMER SEYFETTİN

    KERAMET * ÖMER SEYFETTİN * Yangın yarım saatten beri devam ediyordu. Fakat mahallenin ahalisi iki ev sonra söneceğine kaildiler. Çünkü bir zat-ı şerifin türbesi vardı. Mümkün değil, o, tutuşmazdı! Şiddetli bir kıble rüzgârı esiyor, alevleri, kıvılcımları saçan tahta parçalarını, türbenin üzerine, türbenin altındaki evlerin çatılarına fırlatıyordu. İtfaiye bölüğü, tulumbalar son gayretlerini sarf ediyorlardı. Polisler etrafı ablukaya almışlar, kaçırılan eşyanın yağmasına meydan vermiyorlardı. Çiroz Ahmet, etrafına bir göz gezdirdi. Bu kaşarlanmış bir külhanbeyi idi. Onca yangın demek vurgun demekti. Ama mahalle çok fakirdi. Biliyordu ki, şu yanan zavallı kulübeciklerin içinde yatak yorgandan başka bir şey yoktu. Halbuki vurgunda âdet “yükte hafif, pahada ağır şeyler” i bulmaktı. – Allah belâsını versin! Faydasız yangın! Diye başını salladı. Ahali türbenin önüne toplanmıştı. – Buraya gelince söner! Diyorlardı. Çiroz Ahmet, yeşil boyalı türbenin penceresine sokuldu. Kör bir kandilin hafifçe aydınlattığı sandukaya baktı. Başı ucunda iki büyük şamdan duruyordu. Sandukanın iki tarafında iki seccade yayılı idi. Açık rahlelerde büyük Kur’an-ı Kerimler yan gelmiş yatıyorlardı. Çiroz Ahmet kelepir karşısında parlayan bir yahudi gözüyle bunlara baktı. Asgarî bir hesap yaptı, içinden: -Şamdanlar onar liradan yirmi… Seccadeler on beşerden otuz.. Kitaplar mutlaka yazmadır. “Yirmi de onlara” de! Etti yetmiş… Dedi. Yeşil boyalı kapıya gitti. Çiroz, kemikli omuzlarıyla bu kapının kuvvetini yokladı. Sonra kilidine baktı. Yavaş yavaş dayanmağa başladı. Halk yangınla meşguldü. Çiroz Ahmet son derece kuvvetliydi; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bazusuz, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet… Dayandıkça kapı çıtırdamağa başladı. Nihayet küt etti açıldı. Çirozun, içeri girince ilk işi, kör kandili üflemek oldu. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildi. Zihni hemen bir vurgun plânı tertibine başladı. Plân zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz, “netice” yi beklemiyor, teferruatını tatbik ediyordu. Şamdanların mumlarını çıkarıp yere attı. Rahlelerdeki kitapları alıp hepsini belinden çıkardığı Trablus kuşağına sardı. Sonra biraz durdu, burnunu kaşıdı. Yavaşçacık seccadeleri topladı; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi sandukanın sırtına örttü. Şimdi kapıdan çıkmak lâzım geliyordu. Ama dışarısı dolu idi. Sandukaya dayandı. Biraz düşündü. Kavuk da bırakılacak bir şey değildi. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birdenbire kaydı. Çiroz Ahmet düşmemek için toplandı. Acaba evliya diriliyor muydu? Durdu, baktı, gülümsedi. -Vay canına, yere mıhlı değilmiş be, dedi. Eğildi, altına bakmak için sandukayı kaldırdı. Bu gayet hafifti. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmıştı. Zihnindeki “çıkış plânı” tamamlandı. Kitaplarla şamdanları kucakladı. Bu sandukanın altına girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Durdu. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açtı. Sol taraf caddeye çıkıyordu. Yakalanmak ihtimali vardı. Sağ taraftaki sokak tenha idi. Viranelikler çoktu. Ama yangın o tarafta idi. Herkes o tarafa birikmişti. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmedi. Paldır küldür kapıdan çıktı. Gürültüye başını çeviren halk şaşırdı. Herkes olduğu yerde kaldı, işte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durdu. Şiddetle esen rüzgâr birdenbire durdu. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürdüler. Sanduka yangına doğru yürüdü. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titriyordu. Sanduka, korkunç, manevî bir heybetle sallana sallana aralarından geçti, karanlıklarda kayboldu. Türbeden evvelki iki ev de ateşten kurtulmuştu. Yanmayıp evliyasız kalan türbe, yine mahalledeki kutsiyetini muhafaza etti. Yalnız okuyanlar, yüzlerini eskisi gibi artık boş binaya çevirmiyorlar, kıbleye bakıyorlar: “İki gözüm, yangın gecesi bu tarafa gitti!” diyorlardı. (Ömer Seyfettin, Bomba, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul 1968, s.187-189) * ÖMER SEYFETTİN: 11 Mart 1884 yılında bugünkü Balıkesir'in Gönen ilçesinde dünyaya geldi. 6 Mart 1920'de 35 yaşında hayatını kaybetti. Türk edebiyatının önde gelen hikaye yazarlarından biri olan Ömer Seyfettin, kısa hikayeciliğinin kurucusu kabul edilir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının önde gelen isimlerden biri olup, Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. 1839'da Tanzimat Fermanı ile başlayan Türk modernleşmesi Jön Türk'lerin genellikle Fransız ağırlıklı entelektüel kaynaklardan beslenmesi ve İttihat Terakki kadrosunun düsturu haline gelen 19. yüzyıl pozitivizmi ile güçlü bir 'bilimci' damara sahip olanların bir hareketi olagelmiştir. Ömer Seyfettin de bu gelenekten gelen, ancak kuşağının, yüzünü batıya çeviren farklı kişiliklerinden biridir. 19. yüzyıl Türk modernleşmesi , Darwin ve evrimden de haberdardır. Darwinizm, modernleşme aktörlerinin motifleri arasında önemli bir yere de sahiptir. Bu dönemde, kuşağını etkileyen felsefi, edebi, siyasi ve bilimsel kuramların farkında olan Ömer Seyfettin, Darwin'i ve dönemindeki evrim anlayışını içinde barındıran iki öykü ile karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, Gizli Mâbet kitabında yer alan 'Kesik Bıyık' ve 'Pireler' adlı öyküleridir. ÖMER SEYFETTİN'İN HAYATI 11 Mart 1884 yılında bugünkü Balıkesir'in Gönen ilçesinde dünyaya geldi. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey ile, Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen 4 çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen'de mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile, İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi. Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmani'ye, 1893 ders yılı başında Askeri Baytar Rüştiyesi'nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askeri İdadisi'ne nakil olarak eğitimine, arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti. İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne'deki öğrenciliği sırasında yazdı. İLK HİKAYESİ 1903'TE YAYIMLANDI 1900'de idadiyi bitirerek İstanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahane'ye başladı. İstanbul'da Mecmua-i Edebiye dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. Tenezzüh adlı ilk hikayesi bu dönemde, 13 Nisan 1902 tarihinde Sabah dergisinde yayımlandı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine 'sınıf-ı müstacele' denilen bir hakla okulundan imtihansız şekilde, 19 yaşında mezun oldu. Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu vesileyle İzmir'deki fikri ve edebi faaliyetleri ve bunlar içerisinde yer alan gençleri tanıma fırsatı buldu. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü, Necip Türkçü'den ise sade Türkçe ve milli bir dille yapılan milli edebiyat konusunda fikirler edindi. SELANİK VE GENÇ KALEMLER DERGİSİ Ocak 1909'da Selanik Üçüncü Ordu'da görevlendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cuma-yı Bala kasaba ve köylerinde görev yaptı. Razlık (günümüzde Bulgaristan'da bulunan bir şehir) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği Bomba, Beyaz Lale, Tuhaf Bir Zulüm adlı hikâyeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve hikayeleri İstanbul'da ve Selanik'te çıkan çeşitli dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip'e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit'te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin'in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur. 1910 yılında Ziya Gökalp'in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik'e yerleşti. Rumeli'nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik'te çıkarılan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi, Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayınlandı. BALKAN SAVAŞI VE ESARET Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar, Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin'in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması sırasında, Kanlıtepe'de 20 Ocak 1913 tarihinde 21 askeriyle birlikte esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen ve 28 Kasım 1913 tarihinde sona eren on aylık esareti sırasında sürekli okudu. Mehdi, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikayeleri Türk Yurdu'nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yazarak, yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı. İSTANBUL VE TÜRK SÖZÜ DERGİSİ Ömer Seyfettin, 15 Kasım 1913'te esareti bitince İstanbul'a döndü. Bir yıl kadar sonra, 23 Şubat 1914'te askerlikten ayrıldı ve Kabataş Sultanisi'nde edebiyat öğretmenliği görevine girerek, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlendi. Bu evlilik Fahire Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen, 3 Eylül 1918'de sonlandı ve Ömer Seyfettin yeniden yalnızlığa döndü. Gerek bozulan evliliği gerekse I. Dünya Savaşı yenilgisini görmesi onu etkiledi. Anadolu’da uzun seyahatlere çıkarak bu olumsuz havadan kurtulmaya ve her hafta en az bir hikâye yazmaya çalıştı. SON YILLARI 1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen zamanda, birçok olumsuz duruma rağmen verimli bir hikayecilik döneminin içinde olmuştur. Bu dönemde on kitap dolduran yazar, 125 de hikaye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken ve Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayınlandı. Bir yandan da öğretmenlik görevini sürdürdü. ÖMER SEFETTİN'İN ÖLÜMÜ 25 Şubat 1920'de hastalığı artmaya başladı ve 4 Mart'ta hastaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920'de 35 yaşında hayatını kaybetti. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının 'şeker' olduğu anlaşıldı. Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya bölgeye araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı, 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi. En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren Ömer Seyfettin ve Hayatı adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikayeleri bir kitap serisi halinde basıldı. Bu hikayeler günümüzde de okunmaktadır. CENAZESİNE SAHİP ÇIKILMAYINCA CESEDİ KADAVRA YAPILDI Ölümü edebiyat dünyasına da acı şekilde yansıdı. Ömer Seyfettin'in sahipsiz cenazesi hastanede kesilip biçilmiş ve arkadaşları bundan çok sonra haberdar olabildi. Yusuf Ziya Ortaç, 'Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler' adlı kitabındaki ilgili bölümde Seyfettin'i ölümünden bahsetti. Ünlü yazarı hastanede kimse tanımıyordu, bu yüzden sahipsiz olduğunu düşünüp bedenini kadavra olarak kullanmak istediler. Tıp öğrencilerinin etrafında toplandığı ceset kadavra yapılmak üzere kesildi, gazetede yayınlanan bu fotoğrafı görenlerin bir kısmı Seyfettin'i tanıyıp hastaneye koştu. Ancak artık her şey için çok geçti; ünlü yazarın başı çoktan kesilmişti. TÜRK EDEBİYATINDAKİ ÖNEMİ Ömer Seyfettin'in hikayelerinde kullandığı çocuk teması, eğitsel bakış açısı ve modern Türk hikayeciliğine etkisi, Türkçe öğretimine katkıları akademik çalışmalara konu olmuştur. ÖMER SEYFETTİN ÖYKÜ Toplam 100' ü geçkin kitabından bazıları şunlardır. Bir Hikâye, Açık Hava Mektebi, Akşam Sefası, Ant,Antiseptik, Apandisit, Ashabı-ı Kehfimiz,Asilzadeler, Aşk Dalgası, Aşk ve Ayak Parmakları, At, Ay Sonunda,Ayın Takdiri! Bahar ve Kelebekler, Baharın Tesiri, Balkon, Başını Vermeyen Şehit, Beşeriyet ve Köpek, Beyaz Lale, Beynamaz, Bilgi Bucağında, Binecek Şey, Bir Çocuk Aleko, Bir Hatıra, Bomba,Diyet, Falaka, Ferman, Forsa, Foya, Gizli Mabet... Ömer Seyfettin'in bütün yazarlar gibi şiirleri de vardır. Ömer Seyfettin, kuşağının, yüzünü batıya çeviren yüzeysel ve kaba çoğunluğundan farklı kişiliklerinden biridir.[17] 19. yüzyıl Türk modernleşmesi entelijansiyası, kabalaştırılmış biçimiyle Darwin ve evrimden de haberdardır. Bu kaba Darwinizm, modernleşme aktörlerinin devindirici motifleri arasında önemli bir yere de sahiptir.[18][19] Bu dönemde, kuşağını etkileyen felsefi, edebi, siyasi ve bilimsel kuramların farkında olan yazar, Darwin’i ve dönemindeki evrim anlayışını içinde barındıran iki öykü ile karşımıza çıkmaktadır. (4). Bunlar, Gizli Mâbet kitabında yer alan "Kesik Bıyık" ve "Pireler" adlı öyküleridir.[20] Kesik Bıyık Ö. Seyfettin'in, "Kesik Bıyık" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir;[21][22] “Darwin denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hâsılı hâsılı her şeyi…” Pireler Seyfettin'in, Gizli Mâbet kitabındaki bir diğer öyküsü olan ve özellikle Darwin sonrası maddi dünya algısını bir şekilde içeren akılcı Batı tıbbı karşısında eski usul hekimliğin yerildiği, "Pireler" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir; “Siz istersiniz muska…siz istersiniz üfürük…Siz istersiniz ilâç! Halbuki hastalıkların evvelâ sebeplerini bulmak lazım! Bu sebep bulununca şifâ bulundu demektir! Senin köpek hasta, niçin?…Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir âzâyı vazifesiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile vazifeleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler. Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için…Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için…Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumağa başladı. Uyandı tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymaya idiniz, açlıktan halsizlikten ölecekti!…” “…sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, meselâ kuyruklarının dibine bir takım muacciz (taciz eden) sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin’in hakikatlarını dinliyordum…” Ömer Seyfettin, "Pireler" öyküsünde bahsettiği, Osmanlı’ya dek akseden, “Darwin’in hakikatları” olarak tanımladığı bu kavramsal çerçeve, aslında döneminde Darwin’e de çok yabancı olmayan; evrimsel biyolojinin işleve ilişkin açıklama biçimlerine önemli bir süre egemen olan uyarlanma (adaptasyon) kavramına karşılık gelmektedir. Bu görüşe göre her canlının, canlıdaki her bir organın bir işlevi bulunur. Bu işlevi tanımlayan ise, canlıların içine doğdukları, onların biyolojisinden bağımsız çevrelerin oluşturdukları çözülmesi gereken sorunlRuşen Eşref Ünaydın'ın 1918'de yayımlanan "Diyorlar ki" adlı kitabında bulunan mülakatında Ömer Seyfettin, kendisini etkileyen edebiyatçılardan şöyle bahsetti: "Şinasi'den sonraki edebiyata gelince, Kemal Bey'i (Namık Kemal) çok sevdim. 'Evrâk-ı Perîşân'dan sayfalar ezberledim. Bana hayatiyet veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alakadar eden Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hâmid'i (Abdülhak Hamit Tarhan) pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey'e (Recaizade Mahmud Ekrem) gelince, Nijad'ı için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım. Ne müessir şeylerdir. Fikret!.. (Tevfik Fikret) İşte bana 'mükemmellik' iştiyakını veren! İdadiye mektebinde iken hep 'Rübab'ı okuyordum. Halid Ziya, bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar 'Bir Ölünün Defteri'ni okumuştum. Onun yalnız lisanı skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuvvetlidir ki Avrupa'nın cenûb-ı şarkîsinde; mesela Romanya'da, Sırbistan'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da o kuvvette bir romancı yoktur." Seyfettin, kendini tanımlayıp dönemin edebiyatının eleştirisini yaparken ise şu ifadeleri kullandı: "Bana gelince, ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın şiarı, 'Çok laf, az eser!'dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin. Değil mi?" * Derleme; Aycan Aytore KAYNAK: İNTERNET

  • Kırıldıkça

    Semihat KARADAĞLI * Kırıldıkça Sardunya gibi Kırıklarını batırdı toprağa Tamir edip yaralarını Her yerinden çiçek açtı... Kırlangıç misali daldı güne Güneşi selamladı Sevgi kırıntılarını serpti Kuşlara Mor menekşeyi okşadı Dikensiz kaktüs çiçek açtı Kelebek kondu Öptü kanatları ile sabahı Savaştan acıdan kararmış gökyüzü Kirpiklerinin ucundan Usul usul yağdı Tutup yüreğinden Bir el silkeledi kötülükleri Döküldü düşler rengarenk Dünya bir ucundan aydınlandı...

  • TOP GUN

    IMDB 6.9 FHD 8.0 ★ ABD Donanmasında üst Teğmen Maverick savaş pilotluğu yapmaktadır. Ayrıca Teğmen Nick ise yine Maverick ile birlikte radar önleme subayı olarak USS Enterprice gemisinde Hint Okyanusunda görev almaktadır. F-14A Tomcat kullanan Maverick bir anda kendisini düşmanla burun buruna bulur. Bu olay sırasında MiG – 28 ile yapılan müdahalede Maverick füzelerden birine kitlenmeyi başarır. Ancak bu sırada karşı tarafta Maverick’in kanat adamı Cougar’a kilitlenmiştir. Maverick artık füzeyi fırlatmak zorundadır ancak Maverick’in bu kararı kanat adamının da sarsılmasına neden olur. Bu yüzden Maverick inmesi gerektiğini bilmesine ve iniş emri almasına rağmen kendi bildiğini okur. Bu tavrı ise Maverick ile kanat adamının istifa etmelerine neden olur. Fakat ne Maverick ne de dostu çok fazla uzak duramayacaklarını bilmektedirler. Kendilerini bir şekilde yeniden savaş alanına atmak isteyen ikili hayallerinden çok uzak bir göreve atanırlar. Bu aldıkları yeni görev ise Donanma Hava Üssü'ndeki, Deniz Savaşçısı Silah Okulu olan Top Gun'a katılmalarıdır. Bu durumdan nefret eden Maverick ise yarın ki ilk okul gününden önce bir bara gitmek ister. Burada oldukça güzel bir kadına yaklaşmaya çalışan ancak başarılı olamayan Maverick bu kadının aslında bir Top Gun eğitmeni olan astrofizikçi Charlotte olduğunu ertesi gün anlar. Tam bir savaş pilotu olan ve savaş alanlarından uzak durmak istemeyen Maverick bu okula nasıl tahammül edecektir? Bu efsane ve unutulmaz filmde yönetmen koltuğundaki isim Tony Scott’dır. Sinema tarihinde yerini alan filmin senarist ekibini ise Jim Cash ile Jack Epps Jr., Ehud Yonay’ın, Top Guns isimli gazete makalesinden beyaz perdeye uyarlayan isimlerdir. Üzerinden kaç yıl geçerse geçsin asla unutulmayacak bu filmde Tom Cruise başrol ekibinin lider ismidir. Ünlü oyuncuya bu ekipte Tim Robbins ile Kelly McGillis isimleri eşlik etmektedir.

  • Edgar Allan Poe

    ÇANLAR Zamanı say, tempo tut, Runik bir tempo olsun, Tin tin tin sesleri müzik gibi yükselsin Çanlardan, çanlardan, çanlardan, Çan...çan...çan... Çanların çınlayan sesini dinle... O cesur çanlar! Titreşimleri ne müthiş bir korku masalı anlatıyor! Ah, çanlar, çanlar! Korkuları nasıl bir masal anlatıyor... Edgar Allan Poe Edgar Allan Poe'nun dehası yalnızca sınırlarını aşmakla kalmaz, Baudelaire’den Benjamin’e kadar birçok yazar ve düşünür için birer tartışma ve esin kaynağı olur, bunun temel nedeni kuşkusuz çağının çok ötesinde bir düş gücüne sahip olmasında yatmaktadır. Edgar Allan Poe, 19 Ocak 1809 tarihinde Boston Massachusetts’te birer tiyatro oyuncusu olan Elizabeth Arnold Hopkins ve David Poe’nun oğlu olarak dünyaya geldi. Annesini ve babasını henüz üç yaşına basmadan kaybetmesi üzerine, Richmond’ta zengin bir tacir olan Frances ve John Allan tarafından büyütüldü. 7 Ekim 1849 (40 yaşında), Baltimore, Maryland ABD'de öldü. 1815’te yeni ailesiyle İngiltere’ye giden genç Edgar, Chelsea’de okula devam etti. 1820’de Richmond’a döndü ve Virginia Üniversitesi’nde Latince ve şiir üzerine eğitim almaya başladı. Ancak, öğrenimini yarıda bırakan Poe, West-Point Askeri Okulu’na kaydoldu, ancak bir sene sonra atıldı. Kötü alışkanlıkları, okuldan çıkarılması baba John Allan’la Poe’nun arasında sorun yaratıyordu. Ama onu gerçek bir anne gibi seven Frances Allan’ın da ölümüyle babayla oğul arasındaki sorun büyüyünce Poe bir daha dönmemek üzere evi terk etti. Bir süredir şiir yazan Poe’nun ilk kitabı Tamerlane and Other Poems (Timurlenk ve Diğer Şiirler) 1827 yılında Bir Bostonlı takma adıyla yayımlandı. Kitaba ismini veren ve başlıkta yer alan karakterinin Timur’un ölüm döşeğindeki sayıklamalarını anlatan şiir Tamerlane: Onunla beraber, aşk içinde yaşlandık, Yabanı da ormanı da dolaştık; Kış havasında göğsüm ona kalkan olur Güneş ışığı cana yakın güldüğü vakit O dilber açılmakta olan gökleri nişanlardı, Ben onun gözlerinden başka bir cennet görmedim(Çeviri: Tacettin Fidan) 1829 yılında yayımladığı ikinci kitabı Al Aaraaf, Tamerlane and Minor Poems (Al Aaraaf, Timurlenk ve Kısa Şiirler)‘i de doğunun gizemi ile yazdı. Poe, Kuran’ın yedinci suresi Araf’tan esinlenerek Al Aaraaf’ı yazar. Ve orasıAh! Belki benim bezgin ruhum orada hayat sürecekCennet’in Sonsuzluğu’ndan ayrıVe fakat Cehennem’den de ne kadar uzak! Şişedeki El Yazması adlı öyküsüyle 1933’te The Baltimore Saturday Visitor’ın açmış olduğu yarışmada birinci olduktan sonra Southern Literary Messenger’da editör yardımcılığı işine girdi. 3 yıl sonra 27 yaşındayken, 13 yaşındaki kuzeni Virginia Clemm ile evlenir. “Tahmin ettiğim gibi, gemi bir akıntıya kapılmıştı; tabii beyaz buzların yanından uğuldayıp gümbürdeyerek geçen, bir çağlayanın savrulma hızıyla, güneye doğru gürleyerek inen bir akıntıya bu isim verilebilirse. Duyduğum dehşeti hayal etmek sanırım olanaksız, yine de bu korkunç yerlerin gizlerini çözme merakı çaresizliğime ağır basıyor ve ölümün en çirkin şekline razı edecek beni. Heyecan verici bir bilgiye asla açıklanmayacak, ona ulaşmanın yok olmak anlamına geldiği bir sırra doğru koştuğumuz kesin. Belki de bu akıntı bizi güney kutbuna götürüyor. Bu kadar çılgın görünen bir varsayımda her türlü olasılığın bulunduğunu itiraf etmek gerek.” (Şişedeki El Yazması) Lynn Cullen’in yazdığı Bayan Poe adlı romana göre zeki, entelektüel bir kadın olan şair Frances Sargent Osgood, ressam Samuel Osgood ile evlidir ve iki kızları vardır. Kocası sık sık evi terk eder, borçları yüzünden Frances çeşitli sıkıntılar yaşar. Arkadaşlarının ısrarıyla katıldığı bir partide Poe ile tanışır. Poe’nun karısı Virginia, Frances’in uyarladığı çocuk kitaplarından dolayı ona hayrandır ve bu partide tanışırlar. Evlerine davet ederler; Poe, Frances’i ruh eşi olduğuna inandırır. O sırada verem olan karısı Virginia’nın öleceğini bildiği ve yalnız kalmaktan korkan Poe’nin yalnızlık yaşamaması için bu ilişkiyi öğrenmesine rağmen ses çıkarmadığı rivayet edilir. Poe, karısının ölümcül hastalığı, çalıştığı gazeteyle anlaşmazlıkları, eleştirilerinin ağır olması nedeniyle, bazı yazar ve şairler tarafından sevilmemesi, çocukluk travmaları gibi birçok problemden bu aşk sayesinde uzaklaşır. Frances hayatına girdikten sonra içki içmeyi bile bırakır bir süre. Frances’in sadece 1 yıl yaşayan 3. kızı Fanny Fay’in, Poe’nin çocuğu olduğu iddia edilir. Ancak bazı Poe uzmanları bu aşkı kabul etmez. O yıllarda yeni çıkan Broadway Journal Dergisi’nde, ikisinin şiirlerinin yan yana sayfalarda çıktığını ve şiirleriyle cilveleştiklerini, aşkın platonik düzeyde olduğunu yazarlar. Poe, karısının ölümünden iki yıl sonra vefat eder ve yaklaşık bir yıl sonra Frances de tüberkülozdan hayatını kaybeder. Frances’in iki kızı da, birkaç yıl içinde aynı hastalıktan ölürler. Edgar Allan Poe bilim-kurgu türünde de bir öncüdür. 1835 tarihli Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni adlı öyküsünde Jules Verne’den yıllar önce Ay’a yolculuğu bilimsel açıklamalarla yazmıştır. “Bu konuda en fazla, şimdiye dek indirgenemez kabul edilen azotun bileşenlerinden biri olduğunu ve yoğunluğunun hidrojeninkinden yaklaşık 37.4 kat daha az olduğunu söyleyebilirim. Tatsız, ama kokusuz değil. Saf haldeyken yeşil bir alevle yanıyor ve insanı hemen öldürüyor. Bana kalsa sırrının tamamını açıklamaktan çekinmezdim, ama patenti (daha önce de ima ettiğim gibi) Nantes’de yaşayan bir Fransız’a ait ve bana bu bilgiyi koşullu olarak verdi. Aynı kişi bana, benim niyetimin farkında olmadan, bir hayvanın zarından, gazın kaçmasını olanaksız kılacak balonlar yapmanın yöntemini de gösterdi. Ancak, bunu çok pahalı buldum ve sonuçta reçine verniğiyle kaplı ince müslinin de aynı işi görebileceğini düşündüm.” (Hans Pfaall’ın Duyulmadık Serüveni) İlk ve tek romanı olan Arthur Gordon Pym’in Öyküsü ise 1837 yılında yayımlanmıştır. Poe bu romanında, Grampus adlı gemiye kaçak olarak binen Nantucketli Pym’in başından geçen şiddet dolu, inanması zor bir deniz serüvenini anlatır. “Binlerce kişi ağzımdan çıkacak tek bir heceye ya da kolumu oynatışıma karşı tetikte bekliyor olsaydı bile, yine ne kıpırdayabilir ne de konuşabilirdim. Ben çaresizce yatarken, canavar ya da her neyse, hiçbir şiddete başvurmaya kalkışmadan öylece duruyordu ve onun altında ölüp gideceğimi düşünüyordum. Bedensel ve zihinsel güçlerimin beni terk etmekte olduğunu hissediyordum, tek kelimeyle ölüyordum; sırf korkudan ölüyordum. Başım dönüyordu, ölüm derecesinde hastaydım, görme yeteneğim zayıflamıştı, üzerimde parıldayan göz küreleri bile donuklaşmıştı. Son bir çabayla, Tanrı’ya fısıldadım ve ölüme razı oldum.” Edgar Allan Poe’nun 1839 tarihli Usher Konağı’nın Çöküşü başlı başına bir psikolojik öyküdür. Başlangıçta aklı başında olan anlatıcının, deli Roderick Usher’ın etkisiyle öykünün sonunda sanrılar görmeye başladığına tanık oluruz. Bu yönüyle de aklın iflasını ve rasyonel zihnin kaotik bir evreni anlamlandırmadaki yetersizliğini anlatan psikolojik bir öyküdür. Edgar Allan Poe hemen hemen öykülerinin tamamında kendi ruhunu, psikolojisini anlatır gibi. Usher Konağı’nın Çöküşü’nde ise sanki kendi yaşamını anlatır. Fransız yazar ve psikanalist Marie Bonaparte şöyle diyor: “Poe’nun garip, dengesiz ve saplantılarla dolu yapısının kendini cinayete ya da deliliğe sürüklemesini önlemek için elinin altında bir başka zehir vardı. Herkesin aynı rahatlıkla kullanamayacağı bir zehir: Güzel ve özenli yazısıyla, arada bir derin üzüntüsünden ayrılmasını sağlayan, ürkünç, kasvetli ama avutucu imgeleri kağıda döktüğü mürekkepten söz ediyorum.” “Bir ölünün ki gibi solgun bir cilt, iri, saydam ve hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak derecede ışıltılı gözler, oldukça ince ve solgun, fakat çok hoş bir kıvrıma sahip dudaklar, göze çarpmak isteyen ve ruhsal bir gücün eksikliğini duyumsatan güzel yapılı bir çene, pamuklu bir dokumadan daha yumuşak ve ince saçlar, şakakların üstünde aşırı bir genişlemeye neden olan tüm bu yüz hatlarının hepsi, kolayca unutulmayacak bir çehre oluşturuyordu.” (Usher Konağı’nın Çöküşü) Yaşamının kısalığına karşın, kısa öykünün bugünkü şeklini almasında önemli bir kilometre taşı niteliği taşıyan Poe, polisiye roman türünün de kurucusu kabul edilir. Morgue Sokağı Cinayeti ilk polisiye ve modern dedektif öyküsüdür. Poe’nun muhakeme öyküleri olarak adlandırdığı üç öyküsü Morgue Sokağı Cinayeti (1841) , Çalınan Mektup (1842) ve Marie Roget’in Esrarı (1843) art arda yayımlanır. Morgue Sokağı Cinayeti, Rue Morgue’da yaşayan Madame L’Espanaye ve kızının kafaları karıştıran bir şekilde ölmelerini konu alır. C. Auguste Dupin, bu vahşice cinayetin sırrını çözer. Dupin karakteri Marie Roget’in Sırrı ve Çalınan Mektup’ta da yer alır. Polisiye türünün ilk kitabı Morgue Sokağı’nda Cinayeti, muamma romanın ilk örneği, dedektifi Dupin de kendi türünün ilkidir, hatta Sherlock Holmes karakteri bile Dupin’den etkilenilerek yazılmıştır. “İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı’ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu. İkimiz de aynı kitabı arıyorduk, ender bulunan, pek önemli bir kitaptı. Bu olay bizi birbirimize yakınlaştırmaya yetti. Tekrar tekrar buluştuk. Bir Fransız’ın kendisinden söz ederken takınacağı tam bir açık yüreklilikle anlattığı aile öyküsü, beni pek ilgilendirmişti. Okuduğu kitapların çokluğuna da şaşıp şaşıp kalıyordum, ama asıl ruhumu bir ateş gibi saran yaratıcı hayallerinin sıcaklığı, canlılığı, tazeliğiydi. Paris’te o zaman aramakta olduğum şeyleri ararken, böyle bir adamın dostluğu, benim için değeri ölçülmez bir hazineydi, bu düşüncemi açıkça ona söyledim. Sonunda kentte kaldığım sürece beraber oturmaya karar verdik, ben onun kadar darlık içinde olmadığımdan, bir ev tutup ruhlarımızın karanlık havasına uyacak bir biçimde döşemeyi üzerime aldığım ev, St Germain’in dış mahallelerinde ıssız bir yerdeydi, zamanın aşındırdığı çirkin, neredeyse yıkılacak eski bir yapıydı, ne olduğunu sorup öğrenmediğimiz bazı boş insanlar yüzünden yıllarca boş kalmıştı.” (Morgue Sokağı Cinayeti) 1942 yılında yayımlanan Kızıl Ölümün Maskesi öyküsünü özetlersek Prens Prospero, kızıl ölüm hastalığından korunmak için kendini bir manastıra kapatır. Prens, birçok soyluyla birlikte, manastırın yedi farklı renkteki odasında maskeli balo düzenler. Partide gizemli biri ortaya çıkar, tüm odaları dolaşır. Prospero bu yabancıyla yüzleştiğinde düşüp ölür, bu yabancı Kızıl Ölüm’dür. “Kızıl Ölüm, çoktandır ülkeyi kırıp geçiriyordu. Hiçbir salgın bu kadar ölümcül, bu kadar korkunç olmamıştı. Avatarı ve mührü kandı, kanın kızıllığı ve dehşetiydi. Keskin sancılar, ani baş dönmeleri ve sonra gözeneklerden boşanan kanla geliyordu ölüm. Kurbanının bedeninde, özellikle de yüzünde beliren kızıl lekeler, hastalığın onu diğer insanların yardım ve sevgisinden yoksun bırakan belirtileriydi. Hastalığa yakalanma, hastalığın ilerlemesi ve sonun gelmesi topu topu yarım saatlik bir işti. Ama Prens Prospero mutluydu, yürekliydi, akıllıydı. Ülkesindeki halkın yarısı hastalıktan yok olup gidince, saraydaki şövalyelerle leydiler arasından sağlığı ve neşesi yerinde olan bin kişi çağırttı huzuruna, onlarla birlikte kale gibi bir manastıra, uzaklara çekildi.” (Kızıl Ölümün Maskesi) Poe’nin polisiyeye getirdiği yenilikleri sıralayalım: Bir entelektüel olan çözümleyici dedektif C. Auguste Dupin sayesinde neredeyse görünmez ipuçlarını yakalamasını ve onları bir araya getirerek sonuca ulaşmasını bilen bir dahidir. Öykülerinde entrikanın karmaşıklığı ve dedektifin hareket tarzı karşısında kafası karışan, gizemin ve gerilimin sürmesini sağlayan bir anlatıcı vardır. Poe öykülerindeki kurguda, okuyucunun bütün dikkatini gizem üzerine değil de dedektif öyküsü üzerine, bir gizemin çözülmesi için atılan çözümleyici adımlar üzerine odaklar. Dikkat, düğümün kendisinden çok düğümün açılması üzerine yoğunlaştırılır. Poe dedektif öyküsünü serüven öyküleri sınıfından çıkarıp, karakter portresi sınıfına sokarak onu edebi bir düzeye yükseltmiştir. 1843 yılında yayımlanan kısa öyküsü Kara Kedi anlatıcısının akıl sağlığının yerindeliğinden, yumuşak başlı, insancıl ve yufka yürekli oluşundan dem vurarak başlar, ama daha sonra şeytani yanının ortaya çıkışı ile devam eder. Bu ortaya çıkışın tetikleyicisi ise bir kara kedidir. Öykünün en belirgin yanı öykünün anlatıcısının güvenilemezliğidir. Çünkü anlatıcı kendi akıl sağlığından şüphe etmekte ve bunu tekrar tekrar dile getirmektedir. “Hayvanı görmek bile istemiyordum. Ama Pluto’ya yaptıklarımı düşününce bayağı utanıyor, bu yüzden kediye kötü davranmaktan çekiniyordum. Bir süre hayvana vurmadım, ama zamanla ona karşı büyük bir kin duymaya ve ondan vebadan kaçar gibi kaçmaya başladım. Bu kinimin nedeni, kediyi eve getirdiğimin ertesi günü, tıpkı Pluto gibi, bir gözünün oyuk olduğunu görmemdi. Gelgelelim bu durum, karımın kediye karşı daha acıyıcı, koruyucu davranmasına yol açtı. Çünkü daha önce söylediğim gibi, karımda acıma duygusu son kerte aşırıydı. Kediye olan tiksintim arttıkça, hayvan tersine, bana daha çok sokuluyordu. Evde nereye gitsem adım adım arkamdan geliyor, oturduğum iskemlenin yanına uzanıyor ya da kucağıma çıkarak yaltaklanıp duruyordu. Ayağa kalkıp yürüsem ayaklarımın arasına dolanıyor ya da tırnaklarını pantolonuma geçirerek üstüme doğru tırmanmaya çalışıyordu. Böyle anlarda kediyi bir vuruşta yok etmek istiyordum; ama biraz, daha önceki kötü anının yılgısı ve —evet, buna inanın, daha çok da hayvandan korkum dolayısıyla böyle bir şey yapamıyordum. Bu korkuyu tanımlayacak sözcük bulamıyorum.” (Kara Kedi) Poe’nin 1843 yılında yayımlanan Gammaz Yürek öyküsü takıntılı ruh haliyle işlediği cinayette bir anlamda haklılığına bizi ikna etmeye çalışan, öte yandan vicdanıyla çatışmak zorunda kalan caninin anlatısıdır. “Ardından, hafif bir inilti duydum ve onun ölümcül korkunun iniltisi olduğunu biliyordum. Acı ya da keder inlemesi değildi o, ah, hayır! Korkuyla dolduğunda ruhun derinliklerinden gelen alçak, boğuk sesti. Sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam geceyarısı, bütün dünya uyurken, o ses, beni delirten korkuları şiddetlendirerek göğsümden taşardı. Söyledim ya, sesi iyi tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum ve içten içe gülmeme rağmen ona acıdım. Yatağında sıçradığında duyduğu ilk sesten beri uyanık olduğunu biliyordum. O andan itibaren korkuları giderek arttı. Korkularını nedensiz bularak hoş göstermeye çabaladı ama başaramadı. Kendi kendine, “Hiçbir şey değil canım olsa olsa bacadaki rüzgardır, sadece yerde yürüyen bir faredir” ya da “Sadece bir cırcırböceği cıvıltısıdır” deyip durdu. Kendini bu varsayımlarla rahatlatmaya çalışıyordu, ama hepsinin boşuna olduğunu anladı. Her şey boşunaydı, çünkü ölüm, yaklaşırken kara gölgesiyle, kurbanı sinsice çevrelemiş ve ağına düşürmüştü. Beni görmemesine ve duymamasına rağmen, kafamın odadaki varlığını hissettiren, algılayamadığı gölgenin sarsıcı etkisiydi.” (Geveze Yürek) Öykülerinde şiirsel ve dolayısıyla ahenkli bir anlatımın bulunması, şairliğini yazarlığına da yansıtmış olmasından kaynaklanır. Nitekim Poe, Kompozisyon Felsefesi adlı makalesinde, duyguları daha ziyade bir efekt olarak gördüğünden bahseder. Burada, Kuzgun adlı şiirini, seçtiği bir efekt etrafına ördüğünü belirtir. Poe’nin 1845 tarihli Kuzgun şiirinde, dizelerdeki kuş imgesi, adeta yalnızlığı ve kederi artıran bir unsur, siyah renkli ve gizemli kuzgun, hep süren yası simgeler. Kuzgun, Poe’nin dizelerinde acının evrensel simgesine dönüşür. Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin! Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan! Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın! Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan! Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan! “Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.” (Çeviri: Ülkü Tamer) 1847’de eşi Virginia’yı kaybeder, Poe’nin ölümünden sonra yayımlanan o çok bilinen şiiri Annabel Lee şiirini karısı için yazdığı düşünülüyor. Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskandı bizi, Evet! Bu yüzden (şahidimdir herkes Ve o deniz ülkesi) Bir gece bulutun rüzgarından Üşüdü gitti Annabel Lee. Sevdadan yana, kim olursa olsun, Yaşça başça ileri Geçemezlerdi bizi; Ne yedi kat gökteki melekler, Ne deniz dibi Cinleri, Hiçbiri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee. (Çeviri: Melih Cevdet Anday) Edgar Allan Poe’nin öykü yazarlığının yanı sıra edebiyat eleştirmenliği de çok önemlidir. Antik çağların üç birlik kuralı temelinde modern edebiyat kuramı oluşturması, onun daha sonra Fransız simgeci şairleri tarafından öncü sayılmasını sağladı. Geliştirdiği edebiyat kuramını kendi öykülerinde geliştirerek kullanıyordu. Poe, yazdığı özgün metinlerle birçok yazarı, sanatçıyı derinden etkiledi. Vladimir Nabokov, Poe’nin Annabel Lee şiirini Lolitası’nda Humbert’in ilk aşkının adı olarak kullandı. Yine aynı romanda yazarın şiirlerinden bazı deyimler ödünç almayı da ihmal etmedi. Claude Debussy, Usher Konağı’nın Çöküşü’nü bir opera, Sergey Rahmaninov ise Edgar Allan’ın Çanlar şiirini koro için yazılmış bir senfoni olarak besteledi. Alan Parson’s Project grubunun 1976’taki çıkış albümü Tales of Mystery and Imagination (Gizem ve Hayalgücü Öyküleri) Poe’nin aynı adlı öykü kitabı üstüne kuruludur. Şarkıların adları öykü adlarıyla bire bir aynıdır. Joan Baez’in söylediği Annabel Lee ile Iron Maiden’ın Murders In The Rue Morgue şarkıları da bilinen Poe etkilerinden. Genç yaşta kaybettiği karısının ardından, alkolik olan ve dengesiz bir hayat süren Poe, 1849’un sonbaharında sokakta üstü başı yırtık ve kendinden geçmiş bir halde bulunduktan dört gün sonra 7 Ekim günü 40 yaşında ölür. Ölümüyle ilgili olarak birçok spekülasyon yapılır, bunlardan biri de o dönemde adam kaçırıp zorla içki içirerek sarhoş edip farklı yerlerde sahte oylar kullandırmasıyla tanınan bir çetenin eline düşerek alkolden zehirlenip öldüğü idi. Poe ile aynı yerde yaşamış, onunla şahsen de tanışmış Susan Archer Weiss, Poe’nin ölümünden bir süre sonra kaleme aldığı ve 1907 yılında yayınladığı inandırıcılık, içerik, hem de anlatım açısından zaman zaman yetersiz kalan Edgar Allan Poe’nin Ev Yaşamı kitabında şöyle diyor: “Başka bir erkeği etkilemeyecek olan içki Edgar’ı çarpardı… Başka birine birkaç bardağın yaptığı etkiyi Poe bir bardakta yaşıyordu… Aynı özellik kız kardeşinde de vardı. Alkole karşı dayanıksızlıkları genetik olarak geçmiş diyebiliriz ve herkesin bildiği aşırılıklarının sebebini alkole bağlayabiliriz.” * DERLEME, KAYNAK:İNTERNET

  • BAHAR GELİNCE

    Fuat ÖZGEN * Bahar gelince Beton açar mı çiçek Tepeleri tepelenen dağlarda Canlanır mı böcek Bozulmuş sularda Oynaşır mı balık Öter mi Konacak dal bulamayan kuş Yeşillenir mi çatılar Büyür mü silahta filiz Yeşerir mi bombalanan evlerde umut Kalırsa Resimlerde, dizelerde, öykülerde, şarkılarda aşk Mutlu olur mu sevgililer

  • A. KADİR

    Nurten B. AKSOY * SABAH TÜRKÜSÜ Bir deniz üstündeyim, ne ucu var ne bucağı Bir rüzgâr önündeyim, gel keyfim gel… Bir deniz üstündeyim, ne ucu var ne bucağı Bir sevda içindeyim, başım dumanlı… Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü Bir iner bir çıkarım bu yokuşu Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü Kazanırım çocuklarıma ekmek parası. Ben deniz üstünde, rüzgâr önünde Ben sevda içinde, tatlı türküde İnişte, yokuşta, ekmek parasında İki oğlum var, Mehmet’le Ali Gönlümde bir dünya, pamuk gibi… Nazım Hikmet’in “A. Kadir’i pek severim, yüreğimin başında oturan insanlardan biridir. Onun yüreği halis bir şair yüreğidir.” diye bahsettiği mapushane arkadaşı; 1940 sonrası şiirimizin toplumcu-gerçekçi ama kavgacı olmayan nahif şairi… Aynı zamanda Farsçadan Yunancaya pek çok dilde yaptığı çevirileriyle Dünya edebiyatının bizde tanınmasını sağlayan Abdülkadir Meriçboyu ya da herkesçe bilinen adıyla A. Kadir * Kadir ya da tam adıyla İbrahim Abdülkadir Meriçboyu, 1940 kuşağının toplumcu-gerçekçi ve çileli şairlerinden biridir. Şiirlerinin yanı sıra yaptığı çeviri çalışmalarıyla Dünya edebiyatının, edebiyatımızda tanınmasına büyük katkıda bulunmuştur. 1917 yılında İstanbul’da dünyaya gelen A. Kadir orta öğrenimini Eyüp Ortaokulu’nda tamamladıktan sonra asker olmak istediği için Kuleli Askeri Lisesine gitmeye başlar. Faruk Nafiz ve Necip Fazıl’ın etkisinde kalarak yazdığı İlk şiirlerini 1930’lu yıllarda Ali Karasu imzasıyla yayımlar. BEN SENSİZ BURALARDA Yaslanıp omuzuna gecenin sabahı karşılar gibi, ama dünyaya günaydın diyemeden. Yatar gibi çimenler üstünde, ama çimenlerin kokusunu alamadan. Koşar gibi denize doğru, ama denizde kulaç atamadan. Uzanır gibi bir çocuğun başına, ama çocuğun başını okşayamadan. Tırmanır gibi gürbüz bir ağaca, ama ağaçtan bir meyve koparamadan. Kavuşur gibi eski bir dosta, ama eski dostla kucaklaşamadan. İş başında türkü söyler gibi, ama sesimi ben bile duyamadan. * Kuleli Askeri Lisesi’nden mezun olduktan sonra Kara Harp Okuluna devam etmeye başlar. Burada okurken Nazım’a hayranlığıyla dikkatleri çeken A. Kadir son sınıfta “zararlı kitaplar okuduğu ve aykırı düşüncelere sahip olduğu” gerekçesiyle okuldan atılarak tutuklanır. On ay hapse mahkum olan A. Kadir, Nazım Hikmet’le aynı cezaevinde kalır. Burada kaldığı sürede zaten hayranı olduğu Nazım’ı ve fikirlerini yakından tanıma fırsatı bulur. * YOL Tekmil haklar alınır. Tekmil hürriyetler kısılır. Tekmil köşe başları, tekmil kapılar tutulur. Gökyüzü tıkılır dört duvar içine. Bütün bunlara karşı, Dümdüz, apaydınlık kalır Seni bana getiren yol. Hapisten çıktıktan sonra askerliğini er olarak tamamlayan şairimiz İstanbul Hukuk Fakültesinde okumaya başlar. 2. Dünya Savaşının sürdüğü 1943 yılında “Tebliğ” adlı ilk şiir kitabını yayınlar. Buradaki şiirlerinde savaşın halkların çıkarına olmadığını haykırır. Savaşın acı yönlerini ve anlamsızlığını anlatır. Ancak, “Savaş karşıtı” şiirlerini içeren “Tebliğ” kitabı yasaklanarak sıkıyönetimce toplatılır. A. Kadir de İstanbul’da bulunması sakıncalı görülen kişilerle birlikte sürgüne gönderilir. Sürgünlük yıllarını Muğla, Balıkesir, Konya, Kırşehir ve Adana’da öğretmenlik yaparak geçirir. .... Varşova’da kaputun kaldı, Dunkerk’te arka çantan. Düştü bütün fotoğrafların Sivastopol’da. Bir şafak vakti Paris’te bıraktın zavallı yüreğini, Kurşuna dizilenler karşısında.... .... Kuleli Askeri Lisesindeyken sosyalist düşünceye doğru kayan fikirleri Nazım Hikmet’le tanıştıktan sonra daha bir pekişip güçlenen şair. “Tebliğ” adlı şiir kitabında bir yandan savaşa karşı çıkarken bir yandan da yoksul Türk insanının dertlerini anlatır. * ÇİÇEKLERİ UMUDUMUZUN Çok olun, çocuklar, çok olun, Yüzlerce olun, binlerce olun, on binlerce. Daha çok olun, daha çok olun, Yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun. Bu dünya ne tek tek yaşamakta, Bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde, Bu dünya ne parada, ne pulda, Ne kalleşlikte ne zulümde. Bu dünya aşkın içinde, alın terinde. … Çok olun, çocuklar, çok olun, Yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun, El ele verin, çocuklar, el ele, Bütün gündüzler sizin olsun, Yaşayın dünyayı doya doya. Çocuklar, çiçekleri umudumuzun. Sürgünlüğü bitince 1947’de İstanbul’a döner ve bir bisküvi fabrikasında çalışmaya başlar. Buradan ayrılınca çeşitli yayınevlerinde düzeltmenlik, çevirmenlik gibi işler yapar. 1965’ten sonra kitaplarını kendisi yayımlayarak yazarlık yaşamını sürdürür. 1940 sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatın kavgacı olmayan şairi A. Kadir’in şiirlerinde her şeye rağmen insan en öndedir. O bazı sosyalist gerçekçi arkadaşları gibi sanatsal kaygılar gütmeden, sadece kitleleri galeyana getirecek şiirler yazmak yerine insancıl, barışçıl şiirler yazar. Sürgünden dönüşünde şiirlerini zaman zaman dergilerde yayımlar. Abdülbaki Gölpınarlı ile Farsça aslından düzyazı olarak çevirdikleri Mevlâna’nın şiirlerini serbest nazma dökerek “Bugünün Diliyle Mevlâna” adıyla bir kitapta toplar.(1955). Çok beğenilen bu kitap üst üste birkaç kez basılır. 1958’de Azra Erhat ile birlikte yaptıkları İlyada çevirisi ise A. Kadir’in başarılı bir çevirmen olarak iyice tanınmasına neden olur. Asım Bezirci’nin “Kadir’in adı, çilenin olduğu kadar direncin de adıdır, umudun ve çalışkanlığın da adıdır. Kısacası, örste dövüle dövüle çelikleşen namusun adıdır.” diye anlattığı şairimiz 1 Mart 1985 tarihinde İstanbul’da vefat eder. İlhami Soysal ise “A. Kadir, dün de bugün de halkın ve insanların şairidir. Şiirlerinde alabildiğine bir insan sevgisi, alabildiğine bir sıcaklık ve candanlık vardır.” der. İNSAN İnsan kuş kanadında gelen yazı. İnsan arı su, insan ak süt. İnsan yemyeşil uzanan bahçe. İnsan kum, insan çakıl taşı. İnsan yiğit, insan dost, insan sevdalı. İnsan kancık, insan ödlek, insan hergele. İnsan kocaman, dağ gibi. İnsan parmak kadar, küçücük. İnsan alın teri, insan lokma, insan kan. İnsan solucan, insan sülük. İnsan kuş kanadında gelen yazı. İnsan gül fidanında yanan gonca. İnsan umutların kapısı.

  • FIRINCI KADIN

    Niyazi UYAR* Nedendir bilinmez, sokak lambaları gün doğuncaya kadar yanar. Elektrik enerjisi fazlalığından mıdır, işletmeci firmanın halkın sırtından geçinmesi midir… cevapsız kalan sorular. Fırıncı Kadın, kış günlerinde akşam on sekiz, yaz günlerinde yirmiye kadar fırının satış reyonunda ekmek satar. Kış günlerinin akşam altısı geç olur. Yaza göre geç olmasa bile karanlık olur. Karanlık korkutucudur, karanlık kadınlar için tekin değildir. Kış günlerinin akşam altısında devlet memurları evlerine ulaşmış, çoktan sofranın başındadır. Fırıncı Kadın bir an önce eve ulaşmak için gayret ederken, öte yandan benim yaşama sevinçlerimden dediği sokak hayvanlarının yemlerini yemliklere koymaktadır. Ekmeğini fırından alan Kasap Yüksel’e kanı ısınmış, onun sıcak içten yaklaşımıyla güne, ekonomiye dair sohbet ederler. Kasap Yüksel’in getirdiği artık et, yağ parçalarını kapaklı bir tencerede pişirir, bayat ekmekleri fırında iyi bir kuruttuktan sonra et parçalarının olduğu tencereye koyar, sokak hayvanlarının yiyeceklerini hazırlar eve giderken yol üstündeki kaplara sıra ile taksim ederdi. Fırıncı Kadın ne kumral ne sarışındı; ikisinin ortasında bir ten rengine sahipti. Her daim gülen gözleri maviydi, siyah kalın kirpikleri göz bebeğini koruyan devrim muhafızı gibi bir boydaydı. Tek yanağına; Tanrı’nın özenle kondurduğu gamzesi, sevdiklerini içine alıp yok ediverecekmiş gibi derincedir. Ekmek almaya gelen her müşteriyi güler yüzü ile karşılar ekmeği kâğıda sarıp poşetleyerek “afiyet olsun efendim, Allah ağız tadınız bozmasın,” diyerek uğurlardı. Burnunun ucu hafif yukarı doğru kalkık olması onun estetik cerraha gittiğine dalalet eder ki, bu doğru değildir. Zaten emekçilerin estetiğe ayıracak ne paraları vardır ne pulları; onlar geçim derdindedir. Başında Anadolu kadının çelgi dediği saçlarının yarısından çoğunu açıkta bırakan beyaz örtü, hafif kepçe kulakları da açıkta bırakmıştır. Önüne aldığı Ara ara beyazı çıkmaya başlayan kestane rengindeki saçları eğilip kalktıkça, göğüslerini dövmektedir. İnce beline bağladığı kemeri, heykeltraş keskisi ile yontulmuş gibi duran sarmaya, sarılmaya hasret basenlerini bütün güzelliğiyle sergiler. Fırıncı Kadın, Kasap Yüksel’in getirdiği artıkları kaynatmış, fırınladığı bayat ekmekleri et suyuna yatırıp poşetlemiş, fırından evine doğru yürümeye başlamıştır. Kaç aydır yağışsız geçen Salihli’nin göğü, yağmur damlalarının en basiretlisini, en bereketlisini, Gediz Ovası’nın üstüne indirmeye başlamıştır, öğleden beri. Güçlü kuvvetli yağmur damlaları üzüme, asmaya, eriğe, kaysıya bilumum nebata hayattır. Fırıncı Kadın’ın yolunu bekleyen sokak hayvanları onun birkaç dakikalık gecikmesiyle huzursuz olmaya, havlayıp miyavlamaya başlamıştır. Patrona kasa teslimi yapan kadın her gün eksiksiz teslim ederken kasayı o akşam açık vermiştir. Her eksiği çalışanın maaşından kesen patron bu konuda asla taviz vermeyen biridir. Ona göre vereceği her tavizin daha büyük açıklara sebep olacağını düşünmektedir çünkü. Şehrin öteki mahallelerinden gelen sokak hayvanları zafiyet geçirmeye yakınken, Fırıncı Kadın’ın mahallesinin sokak hayvanları semirdikçe semirmiş, oburlaşmıştır. Beyaz köpeğin kızık zamanıdır. Öte mahallenin köpekleri de yollarını şaşırdıklarından mıdır nedir, o akşamı Fırıncı Kadın’ın sokağında karşılamıştır akşamı. Fırıncı Kadın, sokak hayvanlarının yiyeceklerini yiyecek kaplarına bıraka bıraka evine doğru yürürken, sokağa yeni gelen üç beş köpek, yaşlı zeytin ağacının altına uzanmış, kendilerine doğru yürüyüp gelen kadının dost mu, düşman mı olduğuna bakmadan hırlamaya başlamıştır bile. Fırıncı Kadın, hayvan sevgisine dair bildiği lisanla seslense de sevmeye sevilmeye alışık olmayan köpekler aynı anda atılır Fırıncı Kadın’ın üstüne. Fırıncı Kadın’ın yapmayın, etmeyin, yiyecek getirdim size diye yakarışları hiç kar etmediği gibi, daha da öfkelendirmiştir onları. Eli, ayağı, yüzü, gözü, karnı göğsü demeden, nerden olursa ısırıp parçalarlar. Devlet Hastanesine kaldırılan Fırıncı Kadın, günlerce yoğun bakımda tedavi görür, her gün iyileşeceğine daha da kötüye gider durumu. Ayların cücesi şubatın son haftasına doğru sabah kırağısı kalkmadan sevgi dolu yüreği hayatın yorduğu yüreğine ağır gelince teslim etmiştir canını. Ruhu şad olsun, bütün güzel insanların başları sağ olsun; toprağı incitmesin!

  • Bursa Kitap Fuarı Açılıyor

    Bursa için kitap zamanı… Bursa 21. Kitap Fuarı, 2 Mart Cumartesi günü Tüyap Bursa Uluslararası Fuar Merkezi'nde açılıyor. 10 Mart Pazar akşamına kadar devam edecek fuar, Bursalı edebiyatseverlere dopdolu bir program sunuyor.

  • YAŞAR KEMAL

    28 Şubat Türkçe'nin gelmiş geçmiş, en güzel anlatıcısı YAŞAR KEMAL'in ölüm yıldönümü... 6 Ekim 1923'te Osmaniye Hemite'de doğan yazar 28 Şubat 2015'te İstanbul'da öldü. On altı yaşındayken 1939'da ilk şiiri "Seyhan"ı Görüşler adlı Adana halkevleri dergisinde yayımladı. Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başladı ve 1940-1941 yılları arasında Çukurova'dan ile Toroslardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar, 1943 yılında Adana Halkevi tarafından basıldı. Kayseri'de askerliğini yaparken ilk hikâyesi olan "Pis Hikâye"yi yirmi üç yaşındayken yazdı. 1948’de "Bebek" hikâyesinin ardından "Dükkancı"yı yazdı. 1940'larda Adana'da çıkan Çığ dergisi çevresinde Pertev Naili Boratav, Nurullah Ataç, Güzin Dino... gibi isimlerle tanıştı... 1950'li yıllarda 12 yıl röportajlar yapsa da asıl ününü 1955'te çıkan İnce Mehmet'le başlayan romanlarıyla yaptı. "Günü yansıtan gerçekçi konulardan daha çok efsane ve söylencelerden köklerini alan, haksızlığa karşı savaşan yoksul ama güçlü insan mitoslarına dayalı yapıtları büyük ilgi gördü. Epik anlatımın bizdeki en güçlü ve başarılı yazarlarından biri oldu. Türkçeyi görsel tablolar yaratmak, şiirsel betimlemeler yapmak için ustaca kullandı." 28.02.2018 KATILANLAR / Şenol Yazıcı Zeki Sarıhan Nurten Bengi Aksoy Emine Azboz Fadime Yıldırım Karoğlu Akay Aktaş Rahim Gür Sevilay Uztutan Bengi Su Akarca Ekrem Hayri Peker ve ötekiler ... YAŞAR KEMAL DOSYASI ve YER ALAN YAZILARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN * ÖTEKİ DOSYA ve TARTIŞMALAR: maviADA DOSYALARI AÇIK DOSYALARDIR HER ZAMAN KATILABİLİRSİNİZ. KATILMAK İÇİN GİDİNİZ

  • YAŞAR KEMAL ANISINA

    Nurten B. AKSOY * 14 Ekim 1982 tarihinde Uluslararası Cino Del Duca ödül töreninde “İnsanın gücüne inanıyorum, sözün gücüne de bundan dolayı inanıyorum. Edebiyatımı bu gücün üstüne kurmaya çalıştım. Söz insanın kendisidir. İsterdim ki benim de yaptığım edebiyat bir sevinç, insanlığa bir aydınlık türküsü olsun. En acıda, işkencede bile ben insanın yaşama sonsuz bağlılığını, minnettarlığını gördüm. Söz adamı olmamdan mutluluk duydum.” diyen Türk edebiyatının çınarı Yaşar Kemal'i yitireli iki yıl oldu. O, yaşamı boyunca eserlerinde Türkçeyi büyük ustalıkla kullandı, pek çok ödül aldı, Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi. Gerçi ödülü ona vermediler ama o, okurlarının gönlüne taht kurarak en büyük ödülünü aldı. Biz de ölüm yıldönümünde Yaşar Kemal'i yaşamından kesitler ve dostlarının anlatılarıyla anmak istedik. Halk Kızı ve Halk Oğlu Ahmet Altan Anlatıyor: Ben ergenliğe yeni adım atmış, belki de gereğinden fazla kitap okuyan, edebiyat konuşmaya meraklı ve itiraf edeyim ki kendini dünyanın merkezi sanan kibirli bir oğlan çocuğuydum. Konuşmalarım, tavırlarım Yaşar Kemal’i sinirlendirirdi bazen. Yaşar Kemal’le bir oyun oynamamış, böyle bir hatıraya sahip olmayan, o mahalledeki tek çocuk bendim sanırım. Kimi zaman ukalalıklarımla onu çok kızdırdığımda, o kocaman sesiyle küfür eder, “Kerime, halk kızı olduğu için gerçek insandır, sen ona benzememişsin” derdi. Annem gülerdi, “Sen o ite aldırma Yaşar” derdi. Annem Yaşar Kemal’i çok severdi, kardeşiymiş gibi davranırdı, sanırım öyle de hissederdi. Ben onların “halk kızı ve halk oğlu” olmalarıyla usulca dalga geçer ve Yaşar Kemal’i daha fazla kızdırırdım. Bizi Hiç Ayrı Saymadılar Romanlarının ülkesi Çukurova'da, Van muhaciri ailesiyle roman gibi bir çocukluk geçiren Yaşar Kemal, ailesiyle köylüler arasındaki ilişkiyi yıllar sonra “Doğduğum bu Türkmen köyünde bizi Kürt diye hiç ayrı saymıyorlardı. Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylülerle akraba gibiydik" diye anlatır. Türkü Söyleyen Kekeme Çocuk Yaşar Kemal, üç buçuk yaşındayken, evlerinin avlusunda koyun kesen halasının eşini izlerken talihsiz bir olay sonucunda bir gözünü kaybeder. Bu olaydan bir yıl sonra da babası bir cinayete kurban gider. Babasının camide namaz kılarken kalbinden bıçaklanarak öldürülmesine tanık olan Yaşar Kemal kekeme olur ve on iki yaşına kadar konuşmakta zorlanır. Yalnızca türkü söylerken kekemeliği belli olmaz. Babasının ölümüne çok üzülen Yaşar Kemal, uzun süre mezarlıkların önünden dahi geçemez. Ancak okur-yazar olduktan sonra kekemelikten kurtulur. Çocuklar da İnsandı Çocukluğunda canının her istediğini yapar, âşıkların anlattığı destanları, eşkıya hikayelerini dinleyip ileride romanlarında anlatacağı bir atmosferde kendisini geliştirir. "Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor" kitabında çocukluğunu "Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım. Elbette çocuktuk biz de ama hiç kimse bize küçültücü bir davranışta bulunmadı. Bizim köyde çocuklar da insandı" sözleriyle aktarır Sizi Mahkûm Edeyim Diye Çok Baskı Yapıldı Bana 1951 yılında Kozan Ağır Ceza Mahkemesinde, aldığı bir cezadan beraat haberi gelir. Mahkemeden çıkarken mübaşir, başkan seni istiyor, der. Yaşar Kemal odaya girdiğinde başkan onu ayakta bekliyordur. Oturun, der önce ve devam eder: “Ben biraz okur-yazar bir adamım. Sizi mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. Siz Çukurova’da kalmayın, hemen İstanbul’a gidin. Orada Yeni Caminin arkasında arzuhalcilik yapar, hayatınızı kazanabilirsiniz. Sizi burada öldürecekler, yazık olacak öldürülürseniz. Sizin ‘Bebek’ hikâyenizi karım da okudu, edebiyattan iyi anlar, merakından sizi görmeye mahkemeye kadar geldi. Ben de dilinize, ustalığınıza hayran kaldım, buralarda durmayacağınıza bana söz verin.” Yaşar Kemal başkana gideceğine dair söz verir ve teşekkür ederek çıkar. İstanbul’a gelir ve arzuhalcilik yapmaya başlar. Allah İki Adanalıya “Yürü ya Kulum” Demiş “Yaşar abiyle hayatımızın kırk dört yılı birlikte geçti, kötü günler, iyi günler gördük. Gurbet acısı, ölüm acısı, parasızlık, hapis, linç, zulüm gördük. Bunca yıl ve bunca dert içinde, en çok ne yaptınız denirse buna cevabım; türkü söyledik, edebiyat konuştuk, güldük olur. Türküler dedim madem, devam edeyim. Basınköy'deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe İstasyonundan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik. Bazen de onca yolu yürürdük, çünkü derdi ki ‘Allah iki Adanalıya yürü ya kulum demiş. Sakıp Ağaya yukarı doğru, Yaşar Kemal’e de Florya’dan Sirkeci’ye doğru’. Sirkeci dediysem bir maksadı var elbette: Kültür Merkezine giderdik. Kültür Merkezi oradaki üç numaralı vapur iskelesindeki kasetçilerdi. Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orda, biz de bunları alıp dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık. Cembeli dinlerdik, İpin Ucu Sendedir dinlerdik, dengbejler, âşıklar dinlerdik. Halay türkülerinde elini, Hey hey hey… diye sallar; yaşa be! diye coşardı.” (Zülfü Livaneli) Edebiyatı Ölüm Kalım Meselesi Olarak Algılayan Bir Yazar Zülfü Livaneli'den bir başka anı: “Bir öğleden sonra Stockholm’de bizim talebe evindeyiz; ona kendi şiirinden bestelediğim ‘Merhaba’ adlı kaydı dinletiyorum. Ne diyeceğini de merak ediyorum doğrusu, yürek pır pır! Birden yüzünde büyük bir kaygı ifadesi beliriyor: Eyvah diyor, eyvah; bir yandan da sokak kapısına yöneliyor ve çıkıp gidiyor. Afallayıp kalıyorum. Parçayı beğenmedi desem değil, daha tamamını dinlemedi bile. Başka bir yere sözü vardı da unuttu desem o da değil; çünkü zaten görüştüğümüz çok az insan var. Neyse merak içinde akşam oldu. Sonra telefon ettim; ne oldu Yaşar abi, dedim. Anlatırım yahu dedi, hadi buluşalım. Stockholm’de Thilda ile geçici olarak kaldıkları eve gittim, onunla dışarı çıktık. Her zamanki Çin lokantamıza gittik, her zamanki masamıza oturduk, her zamanki yemeği söyledik. O sıralarda ‘Al Gözüm Seyreyle Salih’ romanını yazıyor. Dedi ki; yahu senin evde birden aklıma o sabah yazdığım bölüm düştü. Yunus balığı ölüyor, Salih de onu kıyıdaki kumlara gömüyor. Kendi kendime dedim ki bu çok çiğ bir şey; Yaşar Kemal nasıl yaparsın bu çirkinliği, yakışıyor mu sana! Hemen eve koştum, o sayfaları yırtıp attım, yeniden yazdım, balığı gömdürmedim, içim rahatladı. Edebiyatı ölüm kalım meselesi olarak algılayan, dünyaya hikaye anlatmak üzere gelmiş bir büyük yaratıcının heyecanıydı bu. Şapka çıkardım. Karacaoğlan Gibi Olacaksın Çocukluğunu ozanların anlattığı efsaneler, okudukları şiirlerle geçiren Yaşar Kemal, küçük yaşına rağmen ozanlara öykünerek türküler, şiirler söylemeye başlar. Kendisiyle atışan görme engelli âşık Ali'nin "Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın" sözleri onu çok mutlu eder. Belki Ben de Senin Kadar Güzel Bir Şey Yazabilirdim “Bana anlattığı bir başka hikaye de Nazım Hikmet’e küsmesidir” diye anlatıyor Zülfü Livaneli: Paris’te Abidin Dino’yla birlikte Nazım Hikmet’i tren istasyonunda karşılarlar. Nazım der ki ‘’Yaşar, romanını okudum. Eğer bana bu kadar zulmetmeselerdi, bunca yıl hapis yatmasaydım belki ben de senin kadar güzel bir şey yazabilirdim ama olmadı.’’ Yaşar Kemal, ‘’Koca Nazım’ın genç bir adamla alay etmesi yakışık alıyor mu?’’ diyerek oradan ayrılır ve küser Nazım’a. Neden sonra anlatabilirler Yaşar Kemal’e Nazım’ın onunla alay etmediğini, içinden gelenleri söylediğini. İki büyük yaratıcıdaki alçak gönüllüğe bakın. Gönlü Zengin Adam Ali Sirmen Anlatıyor: “12 Mart’ta da 12 Eylül’de de Yaşar Kemal’in hapishane ziyaretleri, Noel Baba’nın Noel ziyaretlerini gölgede bırakırdı. 12 Mart döneminde, tutuklu olarak, Davutpaşa Kışlasında bulunduğumuz sırada yaptığı bir ziyarete, hani neredeyse kamyonetle gelmiş gibi neler neler getirmemişti ki... Aradan neredeyse 45 yıl geçtikten sonra, şimdi koskoca iki kiloluk, o zamanlar güç bulunan ve lüks bir madde sayılan Nescafe kutusunu gayet net anımsıyorum. Bizi hapishanede ziyarete gelen anneme oradan kahve hazırlayıp sunduğumda tereddüt ettiğini görünce, koca kutuyu gösterip ısrar etmiştim: “Baksanıza bizde ne kadar çok var, siz için, için!” Annem bunun üzerine büyük bir rahatlama ifadesiyle aynen şunları söylemişti: “Ben de sizi merak ediyordum, maşallah oğlum, meğer burada sizin durumunuz bizden iyiymiş…” O Ağıtları Yeryüzünden Sildiler Can Dündar Anlatıyor: Anadolu’da “ağıt yakmak” derler, dildedir. Ama Yaşar Kemal’in ağıtları gerçek anlamda yakılmış. ‘Yeryüzünün en güzel ağıtlarını derledim 40’lı yıllarda’ diye anlattı; Dört yılda 300 ağıt topladım. jandarma geldi, evden aldı, götürdü. Karakola gittim sordum. Bir polis müdürü bulmaya söz verdi. Sonra geldi, ‘Yakmışlar onları sobada’ dedi.” Bu yangının alevi, hâlâ yüzündeydi adeta... Öylesine üzgündü, bunca yıl sonra bile... O ağıtları yeryüzünden sildiler, dedi. Ama bazıları belleğindeydi. Yaz, dedi. Açtım defterimi; o söyledi, ben yazdım, eski bir yangından, yaşlı bir çınarın hafızası sayesinde kurtulan iki ağıtı: “Dervişin mendili ala/ bülbül konar daldan dala Ben öpmeye kıyamazdım/ belemişler kızıl kana...” …………….. “Anavarza at oynağı/ kana belenmiş gömleği/ Gıyman aşiretler gıyman/ kör karının bir değneği”. Adı Sulu Kendi Susuz Yemek Yaşar Kemal’le öğle yemeği yedik dün... Harbiye’de Borsa Lokantası’ndaydık. Eşi Ayşe Hanım ve Zülfü Livaneli de bizimleydi. Garson “Ne yersiniz” diye sorunca: “Dostoyevski’ninkinden” dedi Yaşar Kemal... Zülfü Livaneli tercüme etti: “Karalahana dolması... Rus yazar da hep ondan yermiş.” Ondan önce bir şey alır mısınız, diye soran garsona bu defa; adı sulu kendi susuz bir şey getir, diye cevap verdi. Zekice bulmacanın tercümesi yine Zülfü Livaneli’den geldi; su böreği istiyor… (Can Dündar) En Sevgili Çocuk Bendim Yaşar Kemal memleketi Osmaniye’nin Gökçedam (Hemite) köyünde yapılan bir törende çocukluk anılarını şöyle anlatır: "Ben bu memlekette bir Kürt köyünde doğdum, Türk köyünde büyüdüm. Yalnız bu Hemite’de en sevgili çocuk bendim. Bu denilecek, söylenecek bir şeydir. Şimdi biz bin senedir beraberiz. Bu memleketi eskiler müthiş yapmışlardır. Ben Kürt çocuğuydum, oyun oynarken arkadaşlarımız kavga ederdi, herkesi döverlerdi. Ama beni dövmezlerdi. Bir kez bile bana ‘Sen Kürtsün’ diye laf söylemediler” O Romana Başlamış Olsaydınız Bitirmeden Bırakmazdınız Yaşar Kemal, İnce Memed’i uzun süredir aklında kurgulamıştı. Artık oturup yazması gerekiyordu. Marmara Denizinin buz tuttuğu bir kışta, üç ayda romanı bitirip Cumhuriyet Gazetesinin yayın yönetmeni Cevat Fehmi’ye verir. On beş gün sonra da romanı okudunuz mu, diye sorar. -Yarıya kadar okudum, diye yanıtlar yayın yönetmeni. -Doğru değil okuduğunuz… -Neden doğru değilmiş? -Efendim o romana başlamış olsaydınız, bitirmeden bırakmazdınız. -Seni şımarık seni! Kendini ne sanıyorsun, daha ilk romanın. Bir ay sonra Cevat Fehmi, Yaşar’ı odasına çağırır: -Haklıymışsın, önceki gece romanına başladım ve bu sabah bitirdim. Elimden bırakamadım. Onda Şeytan Tüyü Vardı 1943’te, Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışırken Raşit Kemali yani Orhan Kemal ile yolları kesişir. Bir arada fazla kalamazlar, ayrılmaları uzun sürmez. İstanbul’da buluşmak üzere sözleşirler. 1946’da Yaşar Kemal askere gider Askerliğini bitirip, Adana’ya dönünce ‘Bebek’i yazar. Bu arada birçok yazısı baskın ve sorgularda yok olur. Yazarlarla tanışabilmek için birkaç kez Ankara’ya gider. Azra Erhat’la da böyle tanışır. O yıllarda doçent olan Erhat, fakültedeki dersinden sonra yanına yaklaşan gencin taşralı olduğunu anlar. Yaşar Kemal: Ben Kemal Sadık Göğceli’yim. Abidin Bey gönderdi, Güzin Hanımın selamı var. Benim ‘Ağıtları’ almışsınızdır, okudunuz, tanıyorsunuz beni. Azra Erhat, ‘Ağıtları’ yeni bir dünyayı keşfederek okumuştu: Haydi gelin evime gidelim, deyiverir. Kemal son derece sevimli ve akıllı olduğundan Azra’yı etkilemeyi başarır. Çünkü herkesin dediği gibi onda şeytan tüyü vardır. Türklerin En Kürd'üne, Kürtlerin En Türk'üne Yazımızı Sait Faik’in Yaşar Kemal için imzaladığı kitabındaki: “Türklerin en Kürd'üne, Kürtlerin en Türk'üne” sözleriyle bitirelim. Bu ülkeyi yıllardır yönetenler sadece bu cümleyi bile anlasalardı hâlâ bu kadar acı çekilmezdi. Ölüm Yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz KOCA ÇINARI…

  • EROS İÇİN

    Yusuf AKSOY * Karanlık zamanın dehşet saçan tasmalı insan türü sabah akşam öylesine suç işliyor geçip gittiğimiz kaçtığımız hatta her yer her mekân koca bir suç mahalli sustukça dili olanın adeta dili kesiliyor dili olmayan canlar kimsesiz ve hiç sayılıyor kimsesiz ve hiç sayılana işkenceler, ölüm hak sayılıyor kötülüğün ve ölümün her türlüsü mülksüz ve masum olana geliyor öldüresiye tekmeleniyor canımız yetmiyor zehirleniyor ciğerimiz kurşunlanıyor silah bilmez bedenler ülkenin orta yerinde, herkes uyanıkken başlarını okşayacak bir masum el için koşmadık sokaklar bırakmayan canların kirli ve kanlı küreklerle başı eziliyor betonlar arasında sokakta ve meydanda utançtan ve korkudan yüzümüzü çevirdiğimiz kötülük her gün kutsanıyor miyav çığlıkları kedilerin imdada el sallayan patileri köpeklerin yasal silahlarla vurulan kuşların kanat sesleri insan kalanımıza haykırıyor adalet için sokaklara düşmeyen cellatların kanını ve terini silendir Eros için adalet tüm canlar içindir içtiğimiz suyun aldığımız nefesin kalan insan yanımızın hakkı ve onuru içindir

bottom of page