top of page

Arama Sonucu

"" için 3682 öge bulundu

  • NEVRUZ'UMU ARIYORUM

    Çocukluğumuzda en sevdiğimiz bayramdı Nevruz. Çünkü, yemişli, çerezli eğlenceli bir bayramdı. Bir kere Nevruz’a yaklaşılan son Salı günü ateş yakmak, üzerinden, atlamak hoşumuza giderdi. Hele çaputları gazyağına batırıp ateşe verir ve ucuna bağladığımız sim ile birlikte savurur, sonra bırakırdık. Çekiç atar gibi. Ateşten topu uzağa ve yükseğe atma yarışı yapardık. Havai fişek örneği gibi. Mendil atma diye sevimli bir gelenek vardı. Çocuklar komşunun kapısını çalar, mendili atar ve gizlenirdi. Ev sahibi mendilin içine çerez kor, mendili düğümlerdi. Kapıyı örtünce de çocuklar mendili alıp giderdi. Yumurta boyamak ve tokuşturmak ise ayrı bir zevkti. Kıştan kalma kurumuş otlar, yapraklar ile ateş yakmak ise bir tür çevre temizliği idi. Evlerde bir leğen suya, uçlarına pamuk bağlanmış iğneler atardı kızlar, oğlanlar. İğneler suda birbirine kavuşursa onlarında muradı olacak ve sevdiklerine kavuşacaklarına inanılırdı. Ayrıca bir niyet tutularak konu komşunun gece kapısı penceresi dinlenilirdi. Evdekilerin konuşmalarına göre yorumlar yapılırdı. Eğer kapıyı dinleyenler güzel sözler işitmiş ve memnun kalmışlarsa kapıyı pencereyi tıklatıp kaçarlardı. Buna KULAK ASMA denirdi. Bu nedenle de herkes evde güzel, tatlı sözler söylemeye özen gösterirdi. Mahallenin yetenekli çocukları KÖSE denilen, şaman kılığına girer türlü oyunlar sergiler ve gittikleri evlerden harçlık alırlardı. Babamız eve 7 nevin denilen ve en az yedi çeşitten oluşan kuru meyve ve çerezler alırdı. Çerezler büyük bir siniye dökülür, harmanlanır ve hane halkı arasında pay edilirdi. Ama bu paydan evden gelin olarak giden kızın payı biraz daha fazla olarak ayrılır ve HONÇA denilen süslü bir tepside üzerine de altın lira bilezik konarak gönderilirdi. Bayram günlerce devam eder ve eş dost akraba mutlaka ziyaret edilir ve onlardan BAYRAMÇALIK denilen çerez v e boyanmış yumurta alınırdı. Hele küçük çocuklar o kadar çerez toplarlardı ki koyacak yerleri olmadığından, boyunlarına astıkları torbalara çerezleri korlardı. Ve bu pek şirin bir görsel olurdu. Onlar için eş dost akraba veya komşudan çerez almak adeta müktesep bir haktı. Ve öyle bir ev yoktu ki kapısına gelen bir çocuğa şeker, çerez, yumurta vermesin, eli boş göndersin. Ve bu bayram ziyaretleri Haziranın yirmisine gündönümüne kadar devam ederdi. Bir de şimdiki Nevruz kutlamalarına bakın. Bir kısım Amerika’yı keşfedercesine Nevruz’u sahipleniyor. Sahiplensin. Kim neyi istiyorsa alsın. Kutlasın ama bayram gibi kutlasın. Halkın yüzlerce yıllık geleneklerinin doğallığı içinde kutlasın. Yoksa gösteri, yürüyüş, miting yapmak, etrafı kırıp dökmek, siyasi mecralara sürüklemenin bayramla ne ilgisi vardır anlayamam. Ve hele lastik yakarak yol kesmek havayı sokağı kirletmek. Bunlar yapılmasa da Nevruz’un tadı kaçıyor. Tıpkı serada yetiştirilen meyvelerin ya da makine tavuklarının tadının bozulduğu gibi. Bir kere komşuluk kalmadı. Apartmanda yaşayanlar birbirini tanımıyor ki. İki. Kapı baca dinleyemezsiniz ki apartmanda. Üç. Evde büyük yok. Herkes kaynatadan kaynanadan ayrı yaşamak istiyor. Dolayısıyla gelenekler unutuluyor kuşaktan kuşağa geçmesi zorlaşıyor. Dört. Rasgele kapını nasıl açarsın ki. Hırsızın, kapkaççının, tinercinin kol gezdiği bu ortamda. Beş. Nevruz’a etki tepki ilkesi doğrultusunda devlet Nevruz’u sahiplenerek adeta resmileştirdi. Bu da o güzelim doğal, sıcak, sevimli, içten gelen bayram havasından uzaklaştırdı. Kısaca Nevruz’umu arıyorum. Tıpkı güzeller güzeli anneannem gibi. Asil ve mağrur bibim (babamın ablası) gibi Nevruz’u da arıyorum. Onlar bana, soğan yaprağı veya ceviz kabuğu ile boyanmış yumurtalar verirlerdi. Onlar çerezin en iyisini ve fazlaca bana ayırırlardı. Büyüdükten sonra da. Zaten onların gözünde büyüyemezdik ki. Gelişen teknoloji, şehirleşme ve tabiattan kopuş ile geleneklerimizden de hızla uzaklaşıyoruz. Nerde o eski Nevruzlar. Ve ben Nevruz’umu arıyorum. Bulamayacağımı bile bile. Asla kavuşamayacağım bir sevgili gibi.

  • Sadaka Taşından Askıda Ekmeğe

    Nurten B. AKSOY * Yardımlaşma duygularımızın doruklarda olduğu ramazan ayındayız. Belki yaşadığımız bu kutsal ayın etkisiyle, belki gittikçe artan yoksulluk ve işsizliğin etkisiyle yardım yapmak, bir şeylere olanaklarımız yettiğince çare olmak istiyoruz. Ama yola çıktığımızda etrafımızı sarıp, arsızca gülerek para isteyen ya da eli yüzü kirli, küçücük çocuklarıyla duygu sömürüsü yapıp dilenenleri gördükçe hem üzülüyor hem öfkeleniyoruz. Öfkeleniyoruz; çünkü bu insanların gerçekten yardıma ihtiyaçları olup olmadığına emin olamıyoruz. Üzülüyoruz; çünkü bu öfkeyle belki de gerçek ihtiyaç sahiplerine yardım edemiyoruz. Evet, günümüzde ihtiyaç sahiplerine ulaşabileceğimiz çok çeşitli yardım kuruluşları, vakıflar var; ama bu sefer de kafamızda deli soru işaretleri… Eskiden her cami avlusunda ya da sokak başında rastlardık çoğunlukla dilencilere. Özellikle cuma günleri, arife ve bayram günleri çıkıverirlerdi ortalığa, büyük bir teslimiyet ve tevekkülle bağdaş kurup otururlar, belki de biraz utanarak verilen sadakaları sessizce alırlar ve duyulur duyulmaz bir sesle “Allah razı olsun” derlerdi. Oysa şimdilerde o kadar çok ve çeşitli dilenci var ki şaşırıp kalıyor insan. Bir bakıyorsunuz vapurda kucağındaki bebeğiyle gencecik bir kadın, elindeki doktor raporlarını göstererek çocuğu için ilaç parası istiyor. Bir çay bahçesine gidiyorsunuz, akordiyon çalan bir baba veya anne geliyor çocuğuyla para istiyor… Hele bir de yolda giderken üstünüze üstünüze gelip “karnım aç abla (abi), bana bir yemek al” diye insanı taciz edenler var ki hangisine inanacağınızı bilemiyorsunuz, vicdanınızla mantığınız arasında şaşırıp kalıyorsunuz… Yardım yapmak bir insanlık görevi, ancak bunu yapmanın da talep etmenin de bir yolu yordamı vardır. Yoksula yardım ederken insanın amacı; kendini gösterip övünmek değil, görevini ve sorumluluğunu yerine getirmektir. Bu bakımdan yoksulları inciten gösterişlerden kaçınmak; kimsenin haberi, hatta en yakınlarının bile haberi olmadan yardım yapmak gereklidir. Yoksa tersine bir hareket yardım edilen kimseyi mahcup duruma düşürürken, yapılan iyilik de iyilik olmaktan çıkar. İşte bu duygularla yapılan yardımların en güzel örneği Osmanlı Döneminde yapılan sadaka taşlarıdır. Sadaka Taşı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, sadaka taşlarının yapısı ve fonksiyonunu şu şekilde aktarır: “Sadaka taşı, iki metre boyunda, üstünde çukur bulunan mermer bir sütundur. Yirminci yüzyılın başlarına kadar İstanbul’un pek çok yerinde bulunan bu taşların yakınına yolu düşenlerden hâli vakti yerinde olanlar, mermerin üstündeki çukura bir miktar para bırakırmış. Derdini kimseye açamayan gerçek bir fakir de ihtiyacı olunca oradaki parayı o günkü ihtiyacı ne kadarsa alır; kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı, taşın çukuruna bırakır ve meçhul hayırsevere memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönermiş.” Bir zamanlar sadece İstanbul’da yüz yetmiş üç adet sadaka taşının olduğu biliniyor. Sadaka taşlarının bazıları kısa, bazıları ise bir buçuk, iki metre civarında yüksek olurmuş. Normal ölçülerdeki bir insanın göz seviyesinden daha yukarıda olan bu taşlara birkaç basamakla çıkılırmış. Sadaka taşlarına para bırakmak ve oradan para almak için genelde akşam saatleri tercih edilirmiş, çünkü hem akşam karanlığı hem de sadaka taşının yüksekliği para miktarının görülmesini engellermiş. Sadaka taşlarının halkın kolayca ulaşabileceği yerlere yapıldığı, bunlarla ilgili bağımsız vakıflar kurulduğu, sadakaların günlük olarak takip edildiği ve bu taşların muhafazasıyla görevli kişilerin bulunduğunu yazıyor kaynaklar. Sadaka taşlarının bir başka özelliği de sadece para yardımı yapılabilecek tarzda olmalarıdır. Kimin ne zaman, neye ihtiyaç duyduğu bilinemeyeceğinden, doğrudan para yardımı yapılması ihtiyaç sahibi için en uygun olanı görülmüştür. Gösterişten uzak yapısı ve kullanım şekli ile fazla detaya sahip olmayan bu mermer sütunlar, insanımızın yardım konusunda ihtiyaç sahibini incitmemek adına ne derece hassas olduğunun bir delilidir. Ayrıca ihtiyaç sahiplerinin de eziklik hissetmeden yardımı kabul etmesi, yardım edenin gizli tutulması, riyaya girip hayrının boşa gitmemesi gibi özellikler düşünüldüğünde, sadaka taşları uygulamasının, ne kadar insani inceliklere sahip olduğu anlaşılır. Bir zamanlar İstanbul’da olduğu kadar Anadolu’nun pek çok şehrinde de sadaka taşlarının olduğu rivayet ediliyor. Bugün bu sadaka taşlarından sadece Üsküdar – Doğancılarda olanı dikili duruyor; fakat yarısı toprağa gömülü olarak. İnsanımızın kıvrak zekâsı ve hayır adına yapılabilecek iyi ve güzel ne varsa gönülden desteklemesi, günümüzde de “Askıda Ekmek” ve benzeri uygulamaları ilgi görür hâle getirmiştir. Dileğimiz bu uygulamalar ve yardımlara ihtiyaç duymayan bir toplum...

  • Çanakkale'den Mektuplar

    Nurten B. AKSOY * Bugün Çanakkale Zaferinin Yıldönümü. Bu zafer; ırkı, dili, dini ne olursa olsun bu vatan topraklarında yaşayan herkesin canlarını feda ederek, kanlarını dökerek kazandıkları bir büyük zafer. Dünya ve Türk tarihini geri dönülmez çizgilerle derinden etkileyen ve değiştiren bu büyük savaşta vatanı için canını feda eden Türk askerinin karşısında İngiliz ve Fransız askerlerinin yanı sıra dünyanın yedi bucağından gelmiş, ne için savaştığının bile farkında olmayan Yeni Zelandalı, Avusturalyalı askerler de vardı. Ve tıpkı bizim “Kınalı Kuzularımız” gibi o askerler de bugün Çanakkale topraklarında, Anadolu'nun bağrında yatıyorlar… Çanakkale’de ve diğer savaşlarda bu vatan için canlarını feda eden tüm şehitlerimizi ve Mustafa Kemal Atatürk'le silah arkadaşlarını saygıyla anıyoruz… Ruhları şad olsun… Çanakkale Savaşının büyüklüğünü tarih kitaplarında ve askeri kaynaklarda yazan bilgilerden zaten biliyoruz. Ama savaşın acımasızlığını ve insani yönünü anlatan en etkili gerçekler, bizzat o savaşa katılan, o koşullarda yaşayanların sözleri yani mektuplarıdır. Savaşın en başında her iki tarafın askerleri de kendilerinin kazanacağı yönündeki inançlarını koruyor ve mektuplarında bu hislerini ayrıntılı anlatıyorlardı. İşte o mektuplardan birkaçı… Çanakkale içinde Aynalı Çarşı Çanakkale Savaşları denince aklımıza gelenlerden biri, o meşhur “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsüdür. Bu türküyle ilgili bir mektup, 29 Eylül 1914 tarihinde henüz 11 yaşındaki bir öğrenci olan Seyfullah Nutku’nun annesine Çanakkale’den gönderdiği bir mektuptur. “Sevgili Anneciğim, İki yıldır ayrı yaşadığımız bu hayat artık bitiyor. Sana ve aileme kavuşacağım için çok mutluyum. Okulumuz artık hastane olacağı için bizi İstanbul’daki okullara göndereceklermiş. Öğretmenlerimizin büyük kısmı da askere gidiyor, üst dönemlerdeki ağabeylerimiz ise gönüllü olarak askere gideceklermiş. Türkçe öğretmenimiz bugün sınıfa geldi ancak çok durmadı, o da bize veda etti. Giderken bize vakti geldiğinde vatana yapılan hizmetin okulda verilen hizmetten daha kutsal olduğunu söyledi. Kısa zaman önce sokaklardan askerler geçmeye başladı. “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı / Anne Ben Gidiyom Düşmana Karşı” türküsünü söyleyerek yürüyorlar. Kimileri at sırtında kimileri develerle yol alıyorlar. Top arabaları ve mekkareler de onlara eşlik ediyor. Savaş çıkacağını söylediler. İngiliz ve Fransız gemilerinin boğazda dolaştığını duyduk. Gemiler buraları vuracakmış, ancak yakında İstanbul’a gideceğimiz için ben bunları göremeyeceğim. Oysa görmek isterdim. Sonunda size kavuşacağımı biliyorum. Babamın ve siz anneciğimin ellerinden öperim, kardeşlerime selam ederim. Oğlunuz Seyfullah” (Kaynak: “Çanakkale Şanlı Tarihine Bir Bakış” Emrullah Nutku) Tarihin uzun yıllar unutamayacağı çıkarma harekâtı 9 ay süren Çanakkale kara harekatında binlerce Osmanlı, İngiliz, Fransız, Hint, Avustralya ve Yeni Zelanda askeri (Anzaklar) hayatını kaybetti. İşte bu askerlerden biri, Çanakkale savaşlarında işgalci güçlerin saflarında savaşan Lance isimli bir askerin, annesine Gelibolu’dan yazdığı mektup ise şöyle: “Sevgili Anneciğim; Bana göre, yarımadada pek çok şey yaşanmasına rağmen, bugüne kadar üç çok önemli olay oldu… ”Birincisi, tarihin uzun yıllar unutamayacağı çıkarma harekâtı… İnsanın bunun değerini, muhteşemliğini ve mucizeviliğini anlayabilmesi için çıkarmanın gerçekleştirildiği noktayı mutlaka görmesi gerekir. Elbette bu harekât çok iyi düşünülmüştü. İkincisi ise, geçtiğimiz 11 Mayıs’ta binlerce Türk’ün bizim hatlarımıza yaptığı karşı taarruzdu. Karşılaştırdığımızda bizim kayıplarımız çok azdı, tüm hat boyunca yaklaşık 500 kişi. Çıkarma harekâtından bu yana üzerimize böylesine çok sayıda geldikleri ilk ve tek andı. Üçüncüsü ise 6. Takviye kuvvetimizin planladığı ve çok ağır kayıplar verdiği Tekçam taarruzuydu. Belki de bu harekata katılmadığım için çok şanslıyım. Tekçam’da hemen hemen en şiddetli muharebe yaşandı. Tanıdığım o kadar çok dostumu kaybettim ki…” 12 Kasım 1915, Gelibolu, Lance” (Kaynak: Genelkurmay ATASE Yayınları Çanakkale Muharebelerinin Esirleri İfadeler ve Mektuplar) Savaş Avustralya’da evde olmaya hiç benzemiyor “Sevgili Eric, Senin sık sık savaşta olmanın daha doğrusu muharebede bulunmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğini düşünüyorum. Gerçeği söylemek gerekirse Avustralya’da evde olmaya hiç benzemiyor. Pat pat pat diye her yerde makineliler çalışıyor, büyük top mermileri havayı acı, ince ve korkunç bir çığlık atarak yarıyor, büyük bir gürültü ile yere iniyor, toprağı parçalayıp kocaman çukurlar açıyor… Siperdeki Türklerle aramızdaki mesafe bazı yerlerde 18 metre kadar. Onlar da bizimle aynı şeyleri yapıyorlar. Bütün gün biz onlara onlar da bize bakıyor. Bazı özel günlerde onlar bizim vadideki siperlerimize her çapta top mermileri atarak hatları bozmayı ve mümkün olduğunca çok zarar vermeyi amaçlıyorlar. ‘Jack Johnson’ adını verdiğimiz büyük toplar 8-10 inç gibi çeşitli çaplarda. Mermilerinin havada gidişlerini duyabiliyor, bir sığınağa veya bir tünele girip patladıktan ve şarapnel parçaları yarımada üzerinde uçuşup dağıldıktan ve düşmesinden sonra tekrar açığa çıkıyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir de ’15’lik’ adını verdiğimiz küçük kardeşleri var, bunların çapı ise 75 milimetre. Bunlar hemen hemen tüfek mermileri gibi peş peşe geliyorlar, bunlar yağmaya başlar başlamaz yoldan bir an önce çekilmelisin.” B. Jamie 13 Ekim 1915 (Kaynak: Çanakkale Muharebelerinin Esirleri İfadeler ve Mektuplar”) Bir haftadır ölüleri gömüyorlar 4. Müfreze 6. Bölük’ten mektubun sonuna adını yazmayan bir asker, 15 Kasım 1915 tarihli mektubunda şöyle diyor: “Sevgili Babacığım, Bir süreden beri Limni’deki hastanedeydim. Ateş hattına yeni döndüm. Dizanteri yüzünden çok zor günler geçirdim. Şimdi daha iyiyim. Savaşın bitmesini istiyorum. Artık canıma yetti. 1. Tugayın Tekçam mevkiine yaptığı taarruzu okumuşsundur. Ben de o taarruzda yer aldım. Daha fazlasını görmek istemiyorum. Türk siperlerine ulaştığımızda her şeyin ve hepsinin deniz topçu atışıyla paramparça edildiğini, Türklerin orada burada üçerli dörderli üst üste yığıldığını gördüm. Burada bir Connaught Taburu var. Bir haftadır ölüleri gömüyorlar.” Bir bölük komutanının mektubu “Sabah güneşin doğmasıyla birlikte yüzlerce topun soğuk namlusundan müthiş seslerle çıkan mermilere asabiyetle yumruklarını sıkan askerin, düşman üzerine atılmak ve onları toprağa sermek için dört gözle bekletilen ileri hareketin emrini aldı. Gaziler’i takviyeye gidiyorduk. İlderesi düşmanın yüzlerce mermisinin düştüğü yer olup buradan geçmek biraz tehlikeli ise de düşmandan intikam için bütün bedenleri titreyen askerim, din kardeşlerine yetişmeye mani olan her şeye bir alaka bakışla fırlayarak ileri atıldılar. Bari benim intikamımı siz alın Yol üzerinde her nasılsa düşman mermisinden ateş alan bir sandık cephane, yolu bütün bütün kapamış. Dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye çırpınan bu Türk kalpleri, civardan tedarik ettiği kum torbalarını omuzlayarak yanan sandık üzerine hemen dördü birden atıldı. İki saniye sonra sandık, torbalar altında kalmış ve yolumuza mani olacak müşkülat ortadan kaldırılmıştı. Bu dört askerin cesareti ve fedakarlığı sayesinde İlderesi yolu açıldı. Tam zamanında Gaziler’de bulunan silah arkadaşlarına yetişmek mümkün oldu ise de Ethem Onbaşı ismindeki nefer bu vazifeyi yerine getirirken sol kalçasından şarapnel misketiyle yaralanarak şu sözleri söyledi. ‘Bir senedir kullandığım silahımla hunhar düşmana bir kurşun atmadan hastaneye gidiyorum. Bari benim intikamımı siz alın’ diye ellerime kapandı ve sulu gözlerinden yaşlar akıtarak ayrıldı.” (Cepheden Mektuplar isimli kitap. 24 Temmuz 1915’te bir bölük komutanın 4 askeriyle ilgili yazdığı mektup) Onlar artık bizim evlatlarımız olmuşlardır Çanakkale Savaşlarının Anafartalar Kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Atatürk’ün 1934 yılında Anzak askerlerinin annelerine ithafen yazdığı mektup ise şöyle: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Atatürk, 1934 Bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz “Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, âlicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi… Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…” Avustralyalı bir anne.

  • Atatürk ve Çanakkale Savaşı

    18. Mart 2018 * Çanakkale Atatürk'süz Olur mu? * 100 Yıl önce yenildiler, ama çekildikleri mevzide pusudaydılar. 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren resmi tarihin yanına bir karşı devrim tarihi yazılmaya başlandı. İnançsız, teorisiz, savsız; sadece inkar, redde ve karalamaya dönük bir kalkışmaya karşıdevrim demek de devrime hakaret olur, bir çapulcu anarşisi belki. Bir devir, bakmayın öyle gözüktüğüne Atatürk resimlerindeki kadar güzel bir adam değil diye iddia ederlerdi. Onlar ki bilge din adamları değildi, Atatürk İslamiyet'i onlardan korumak için devlet eliyle diyaneti kurmuştu cehaletin ve taassubun kişisel menfaatlerinin askeriydiler. Şimdi, temkinli, hazırlıklı ve kurnazdılar. İlk adım da Çanakkale Savaşı gibi onur duyduğumuz tarihi kavşaklardan, dönemeçlerden Atatürk'ün adını silmekti. O yok sayılabilirse gerisi kolaydı. Sözde tarihi başka bir yerden başlatacaklardı. " Hadi canım, o züğürt tesellisi; Atatürksüz Çanakkale, Atatürksüz Kurtuluş Savaşı mı olur," diyorduk, hepimiz Ecevit gibi başımıza geleceklerden habersiz alkış tutuyorduk bu yeni tip okullu, dershaneci oluşuma. Şimdi , 30 yıl sonra vardığımız nokta ortada. "YETMEZ AMA EVET DİYEN DE BiZDiK HOŞ. PEKI, ACABA ATATÜRK RESMİYET ELİYLE Mİ DAHIL EDİLMİŞTİ CANAKKALE TARİHİNE? Yani torpil mi geçilmişti? Bizzat Atatürk'ün notlarından OKUYALIM, resimlerinden GÖRELİM ÖYLE MİYMİŞ? * ŞENOL ÝAZICI -ATATÜRK'ün HATIRALARINDAN- "Gerekirse bir er gibi cepheye katılmaya karar vermistim" 1914 yılı Kasım ayında Mustafa Kemal Başkomutanlık Vekaleti’ne müracaat ederek cephede aktif bir göreve getirilmek istediğini bildirmiş ancak kendisine "..Sofya Ateşemiliterliğinizi daha önemli bir görev olarak görüyoruz" cevabı almıştır. Bu sefer Aralık ayında Sofya’dan Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir mektup yazarak cephede aktif görev alma isteğini tekrar eder: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.” Mustafa Kemal Falih Rıfkı Atay'a o günlerdeki ruh halini şöyle anlatacaktır: “O günlerde neler çektiğimi anlatamam. Gerekirse bir er gibi herhangi bir cepheye katılmaya karar vermiştim. Onun için Sofya’daki evimin eşyalarını, Fethi Beyi arkadaşımla anlaşarak elçiliğe taşıttım. Hemen hareket edebilmek üzere küçük bir bavul hazırladım. Artık evi de bırakmak üzere iken, ‘İsmail Hakkı’ imzalı bir telgraf aldım. İmzanın üstünde, ‘Harbiye Nazır Vekili’ yazılı idi. ‘On dokuzuncu Tümen Komutanlığı’na tayin buyruldunuz. Hemen İstanbul’a hareket ediniz’ Ben bu telgrafı aldığım vakit Başkumandan Vekili Enver Paşa, Sarıkamış Savaşı’nı yapıyordu…” Varolmayan Tümen 20 Ocak 1915 tarihinde Mustafa Kemal, Esat Paşa komutasındaki 3. Kolordu'ya bağlı Tekirdağ'da kurulacak 19 Tümen Komutanlığı'na atandı. O günleri şöyle ifade ediyor: "Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver, biraz zayıflamış, rengi solmuş bir halde idi. Söze ben başladım: ‘Biraz yoruldun’ dedim. ‘Yok, o kadar değil’ dedi. ‘Ne oldu?’ ‘Çarpıştık, o kadar!’, ‘Şimdiki durum nedir’, ‘Çok iyidir!’ dedi. Kendisini üzmek istemedim. Konuşmayı görevim üzerine çevirdim. ‘Teşekkür ederim, beni numarası on dokuzuncu olan tümene kumandan tayin etmişsiniz. Bu tümen nerededir?’ ‘Ha, evet… Belki bunun için Erkan-ı Harbiye ile görüşseniz daha iyi bilgi edinirsiniz’. Enver’i çok yorgun ve kafası işlerinde görüyordum. Sözü uzatmadım. ‘Peki o halde fazla rahatsız etmeyeyim’ dedim. Başkumandanlık Erkan-ı Harbiye’sine gittim. Gerekenlere kendimi şöyle tanıtıyordum: ‘On dokuzuncu Tümen Kumandanı Mustafa Kemal…’ Hepsi şaşıyordu! Böyle bir tümenin var olduğundan haberi olana rastlamadım. Sonunda bir akıllı dedi ki: ‘Belki böyle bir tümen Liman von Sanders’in ordusunda bulunmaktadır. Bir defa onu görseniz…’ Von Sanders’in kurmay başkanı Kazım Bey’in bürosuna giderek durumu anlattım. Kazım Bey: ‘Bizim dislokasyonumuzda böyle bir tümen yoktur. Fakat olabilir ki, Gelibolu’da üçüncü kolordu yapmakta olduğunu bildiğimiz bazı yeni teşkilat arasında yeni bir tümen kurmayı tasarlamıştır. Bir defa oraya kadar gitseniz' daha sonra Kazım Bey, ‘Bununla berber hareketimizden önce sizi kumandan paşaya tanıtayım’ dedi." Mustafa Kemal'in Limon Von Sanders ile ilk görüşmesi pek iyi geçmez. Ancak artık Tümen Komutanı olarak görev başındadır. 2 Şubat 1915 tarihinde Mustafa Kemal Tekirdağ'a geçer, 19. Tümen'i kurma çalışmalarına başlar. 25 Şubat 1915 tarihinde 19. Tümen ve Maydos (Eceabat) Bölge Komutanlığı'na getirilir. 23 Mart 1915 tarihinde Maydos Bölge Komutanlığı genişletilerek "Müstahkem Mevki Rumeli Bölgesi Komutanlığı" adını alır, komutanlığına da Albay Halil Sami bey getirilir. Atatürk'ün komuta ettiği 19. Tümen ise 3. Kolordu Komutanlığı emrine verilir. 25 Nisan 1915, "Kazandığımız An" 19 Şubat 1915 ile 18 Mart 1915 tarihleri deniz muharebeleri ile geçti. 18 Mart tarihinde İttilaf Kuvvetleri son derece kapsamlı ve güçlü bir saldırı gerçekleştirmiş olsa da somut bir kazanç elde edemedi. Deniz muharebesinin kilitlenmesi ve müttefik kuvvetlerin verdiği kayıplar, Müttefik Kuvvetlerini keskin bir kara harekatı yapmaya zorladı. 25 Nisan 1915 günü İngiliz, Fransız ve Anzak birliklerinden oluşan işgal kuvvetleri Seddülbahir, Kumkale ve Arıburnu bölgelerinden çıkarma yapmaya başladılar. Seddülbahir'de kıyı topçusunun başarısı ve karşı taarruz ile durdurulan işgal kuvvetleri, Kumkale'de atıl kalmış, Arıburnu ise tam manasıyla cehennemi yaşamıştır. Çıkarma başladığında Yarbay Mustafa Kemal Çanakkale Bigalı köyü doğusundaki Değirmenlik Mevkii'nde bulunan karargahındaydı. Çıkarmayı haber aldığı anda durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Gelibolu'daki 3. Kolordu Komutanlığı'na düşmanın konumunu ve aldığı inisiyatifi bildiren bir rapor gönderdi. 57'inci Alayı alarak yolsuz, sarp ve derin derelerle kesilen arazide intikal ederek, saat 09.40'ta Kocaçimen mevkisine vardı. Burada 57. Alay dinlenmeye bırakılmış, Atatürk Conkbayırı'na geçmiştir. Orada cephaneleri bittiği için çekilen ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastlar. Devamını Mustafa Kemal anlatıyor: "- Nerede düşman? - İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Düşman bana askerlerimden daha yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan erlere: - Düşmandan kaçılmaz dedim. - Cephanemiz kalmadı, dediler. - Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedim. Ve bağırarak, - Süngü tak, dedim. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel Bataryası'nın erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldım. Erler yatınca, düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu andır." "Ben size savasmayı degil ölmeyi emrediyorum" Tarihte bazı kritik anlar vardır bir muharebenin kaderini belirler, o muharebe de savaşın kaderini tümden değiştirir. Mustafa Kemal'in emriyle kaçmakta olan Türk askerleri mevzi alınca karşı taraf da mevzi alarak duraklar. O duraklama sayesinde 57. Alay Öncü Bölüğü Conkbayırı'na yerleşir. Artık savaşın seyri değişmiştir. Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay'a şu emri verir : “ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.” 25 Nisan 1915 günü, Karaya çıkan Anzaklar sekiz taburdan fazladır. Hemen süngü taktırarak düşmana saldırı emri veren Atatürk harekatı Conkbayırı’ndan yönetmiş; sağdaki ve soldaki birliklerle bağlantı kurmaya çalışmıştır. Atatürk anılarında Conkbayırı’ndaki o mücadeleyi “Herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.” sözleriyle ifade eder. Conkbayırı sırtlarında yaşanan boğaz boğaza çatışma sonunda 57. Alay’ın neredeyse tamamı şehit olmuş, ama düşman çıkarması da sonuçsuz kalmıştır. Vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ve süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş, sahile çekilmiş, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadır. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-Kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Çanakkale Savaşı uzmanı İsmet Görgülü, “On yıllık Harbin Kadrosu” adlı eserinde, Atatürk’ün 25 Nisan 1915 savaşlarındaki başarısını şöyle anlatmıştır: “Saat 09:30’da Ordu yedeği olan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, inisiyatifini kullanarak Kocaçimen bölgesine getirdiği 57. Alay ile, düşmanın kuzey yanından taarruz etti. Düşman ilerlemesi durduruldu. Yarbay Mustafa Kemal, düşmana taarruz etmek için Ordu Komutanından gerekli izni almayı bekleseydi, düşman muharebenin ilk saatlerinde, bölgenin en hakim tepeleri olan Conkbayırı ve Kocaçimen’i ele geçirecek ve Boğaz yolunu açmış olacak, Seddülbahir’i de savunan Türk kuvvetlerini de kuzeyden kuşatmış olacaktı. Aynı zamanda düşmanın çıkarma yaptığı Arıburnu ve Seddülbahir bölgelerine, muharebenin ilk gününde müdahale edebilecek mesafede Türk birliği bulunmadığından (M. Kemal’in tümeni hariç) Mustafa Kemal’in bu tarihi müdahalesi olmasaydı Çanakkale Muharebeleri, 25 Nisan günü kaybedilebilirdi.” [h=2]26 Nisan, "En kritik gün"[/h] İttifak Kuvvetleri saldırılarına 26 Nisan günü de devam etmişlerdir. Ortada ciddi bir sorun vardır. Arıburnu bölgesindeki Türk kuvvetleri İngilizlerden sayıca azdır, takviye imkanları düşüktür, askerler yorgun, aç ve uykusuzdur. Muharebenin bütün dehşeti askerlerin üstündedir. Atatürk bu şartlar altında mücadele ederken daha sonra o günleri şöyle tanımlayacaktır "Diyebilirim ki benim için en kritik durum 26 Nisan günü idi." 26 Nisan tarihinde Conkbayır’na yapılan taarruzu Atatürk, daha sonra Kemalyeri diye adlandırılacak yerden yönetir, Kanlısırt-Kırmızısırt hattında düşmana ağır kayıplar verdirerek, kıyıya çekilmeye zorlar. Müttefik güçlerin 26 Nisan sabahı yaptıkları saldırıda 57. Alay’ın geri kalan askerleri de ya “şehit” ya da “sağır” olmuşlardı. 19. Tümen Komutanı Atatürk, 26 Nisan akşamı verdiği emirde, “Bütün birliklerin bulundukları kıtaları tahkim etmelerini, muharebe hazırlıklarını tamamlamalarını, Kocadere köyünden tümen cephane dağıtım yerinden gerekli ikmalin erkenden yapılmasını, erlerin sıcak ve kuvvetli yemekle doyurulmasını…” talep eder. Başarılarından dolayı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa, 27 Nisan 1915’te, Atatürk’e, bir kutlama telgrafı çeker: “Başarınızı kutlarım. Raporlarınızı Başkomutanlık Vekaleti Yüksek Makamına arz ediyorum… Emrinize verilen 33. Alay’la birlikte düşmanı denize dökünüz. Donanmamız bizi ateşle destekleyecektir. Tanrı’nın yardımı bizimledir.” Esat Paşa, 30 Nisan 1915’te bir kere daha Atatürk’e kutlama telgrafı çekmiştir: “Geceli gündüzlü devam eden harbi, başarı ile yöneterek her an bir başka surette belirmekte olan fedakar hizmetlerinizin devamını bekler, sizi yürekten kutlarım." Mustafa Kemal 30 Nisan 1915’te Gümüş İmtiyaz Madalyasına layik görülür bunu Altın ve Gümüş Liyakat Madalyaları izler. 16 Mayıs 1915, "Siperler arasındaki mesafe 8 - 10 metre. Ölüm muhakkak" 1 Mayıs 1915’te, Atatürk’ün komutasındaki 19. Tümen, Arıburnu cephesinde düşmana taarruz etmiş, istenen sonuç alınamayınca, Atatürk, 2 Mayıs’ta taarruzu durdurmuştur. Atatürk, muharebe sonunda, yayınladığı emirde şöyle demektedir: “Bizimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesinlikle bilmelidirler ki bize verilen namus görevini tam olarak yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur. Düşmanı denize dökmedikçe yorgunluk belirtisi göstermeyeceklerine şüphem yoktur.” Ancak iki tarafın askerleri de hayatları boyunca karşılaşmadıkları bir dehşetin içindedir. Türk askerlerinin kumanyası azdır, İngiliz askerleri sıcaktan bunalmakta, kan kokusu cepheyi sarmaktadır. Ölüm her yerdedir. 9 Mayıs 1915’te Arıburnu cephesinin sağ yanından taarruza geçen düşman, Atatürk’ün 19. Tümeni’ne bağlı birliklerce durdurulur ve geri püskürtülür, 10 Mayıs'ta Atatürk’ün Arıburnu muharebelerini yönettiği tepeye 3. Kolordu Komutanlığı’nın günlük emriyle- “Kemalyeri” adı verilir, 11 Mayıs 1915’te öğleden sonra Başkomutan Vekili Enver Paşa, 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’yla birlikte Kemalyeri’ndeki Arıburnu karargahına gelerek cephe hakkında Atatürk’le görüşür. 14 Mayıs 1915'te İngilizler Bombasırtı'nı ele geçirmek için saldırır. O günü Atatürk şöyle anlatıyor: "Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğuk kanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur." "Demir kitle" 17 Mayıs 1915’te Atatürk, Arıburnu Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayrılarak 19. Tümen Komutanlığı’ndaki görevine döner. Ayrıca 19. Tümen, Kuzey Grubu Komutanlığı’na bağlanır. Atatürk, Arıburnu Komutanlığı’ndan ayrılırken emrindeki birliklere yazdığı veda yazısında: “23 gün sevk ve idare etmek mutluluğu kazandığım siz demir kitlenin, Tanrı’ya sığınarak yaptığı hücum iledir ki düşmanın 20.000’i aşan kuvveti Arıburnu’nda yok edildi. Yirmi üç günlük ateşli ve kanlı ortak çabalarımız anısının samimi ve temiz duyguyla korunacağından eminim.” demiştir. 25 Nisan’dan 17 Mayıs’a kadar geçen sürede Arıburnu’ndaki bütün kuvvetleri 19. Tümen Komutanı Yarbay Atatürk komuta etmiştir. Şimdi ise komutanlık Esat Paşa’ya devredilmiştir. Atatürk, karargahını Kemalyeri’nden Conkbayırı yakınlarındaki bir noktaya kaydırır. 17 Mayıs 1915’te Atatürk’e, Arıburnu muharebelerindeki başarısından dolayı padişah adına “Muharebe Altın Liyakat Madalyası” verilir. 23 Mayıs 1915’te, gösterdiği başarılardan dolayı Atatürk’e, Alman İmparatoru tarafından “Demir Haç” nişanı tevdi edilir. 30 Mayıs 1915’te, Çanakkale Ağıldere’de İngilizlerle şiddetli çarpışmalarda, Atatürk’ün komuta ettiği kuvvetler zafer elde eder. 1 Haziran 1915’te Atatürk albaylığa yükselir. Bu nedenle Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, Atatürk’e “tebrik telgrafı” çeker, mesaj şöyledir: “Yeni rütbenizi tebrik ederim. Bu terfi, görmekte olduğunuzu büyük ve fedakarane hizmetlerinize karşılık bir mükafat değil, ancak memlekete daha mühim ve ordumuza daha kıymetli hizmetler görebilecek mevkilere erişmek için geçilmesi gereken bir basamaktır." "Gerçekten bir cehennem hayatı yasıyoruz" 4 - 5 Haziran 1915’te İngilizlerin gece Arıburnu cephesindeki siperlere saldırmaları üzerine başlayan mücadeleyi, sabaha karşı Düztepe’deki karargahından Tümen cephesine gelen Atatürk yönetir. 19.Tümen birlikleri, işgal edilen siperleri düşmandan geri alır. 29 Haziran 1915’te, Başkomutan Vekili Enver Paşa, Şehzade Ömer Faruk Efendi ve İstanbul Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın, Gelibolu’da 5. Ordu Karargahı’nı ve Kemalyeri’ni ziyaret ettikten sonra Düztepe’de 19. Tümen Karargahı’nda Atatürk ile buluşur. 16 Temmuz 1915’te gazeteci, yazar ve şairlerden oluşan bir heyet Gelibolu’ya gelerek 5. Ordu ve 3. Kolordu karargahlarını gezer. Heyet, Cesarettepesi’ne giden yolun düşman kontrolünde olmasından dolayı Atatürk’ü ziyaret edemez, fakat telefonla konuşarak başarılar diler. 20 Temmuz 1915 tarihinde Mustafa Kemal arkadaşı Madame Corinne'e yazdığı mektupta şöyle diyecektir: "Burada hayat o kadar sakin değil. Gece gündüz, her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hal kalmıyor. Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir. Bundan başka hususi inançları çok defa onları ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi ya da şehit olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek." "Milleti çok büyük tehlike karsısında çaresiz bırakıyorlar" Mustafa Kemal, Envar Paşa, Limon Von Sanders ve Kolordu Komutanı Esat Paşa ile görüş ayrılığı içindedir. Haziran ayında bir çok defalar düşman kuvvetlerinin Arıburnu'nun kuzeyinden çıkartma yapacaklarını ifade etmiş, buraya yönelik alınmasını önerdiği önlemleri de bildirmiştir. Bu önerileri dikkate alınmaz. Arıburnu cephesinin bir komuta altında, Arıburnu ile Anafartalar arasının başka bir komuta altında ve Kabatepe bölgesinin de bir başka komuta altında yeniden organize edilmesini istemesine rağmen bu bölgeye ancak bir tabur yollanır. Hatta Kuzey Grubu Komutanı ile Kurmay Başkanı bizzat Mustafa Kemal'in Düztepe'deki komuta yerine gelerek arazi üzerinde konuyu tartışmış, "kendisini bu saplantıdan kurtarmaya" gayret etmiştir. Esat Paşa ise Mustafa Kemal ile yaptığı bir sohbette "Düşman nereden gelecek" diye doğrudan sormuş, Mustafa Kemal mevkiyi gösterince de gülerek "Merak etme beyefendi gelemez" diye karşılık vermiştir. İttifak Kuvvetleri Komutanı Hamilton belli ki aynı fikirde değildir. Tam da Atatürk'ün tahmin ettiği bölgeden bir saldırı planlamaktadır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Yeni Zelandalılar Sazlıdere ile Ağıldere arasından Conkbayırı'na doğru ilerlemeye başlarlar. Mustafa Kemal durumu şöyle değerlendirir: "6 Ağustos’tan itibaren düşman taarruzları, iki ay önce sorumluluk sahiplerine boşu boşuna açıklamaya çalıştığım şekilde gelişmeye başladığı zaman onların neler hissettiğini bilmeyi çok isterdim. Olaylar, onların kendilerini bekleyen şeylere karşı zihnen hazırlıksız olmak suretiyle, milleti çok büyük tehlikelerle karşı karşıya bıraktığını göstermiştir." 6-8 Ağustos 1915’te İngilizlerin Arıburnu cephesine ve Conkbayırı’na saldırmaları üzerine çok kanlı çarpışmalar olur. Atatürk, 7 Ağustos 1915’te saat 05:05’te, Kuzey Gurubu Komutanlığı’na yazdığı raporda: “Düşman gece yarısından başlayarak topçusuyla şiddetli ateş altına aldığı 18. ve 27. Alay cephelerine, saat 04:30’da hücum etmişse de Tanrı’nın yardımıyla ağır kayıplar verdirilerek hücum sonuçsuz bırakılmıştır” demektedir. 8 Ağustos 1915’te, Conkbayırı İngilizlerin eline geçer. 8 Ağustos sabahı saat 04:00’te solda bulunan Avustralya piyadesi Azmakdere’den Abdurrahmanbayırı’na doğru sağa çark ederek Kocaçimentepesi’ne saldırır. Saldırı sırasında 14. 64 ve 25. Türk Alaylarının askerleri birbirine karışır, 9. Tümen Komutanı yaralanır ve 16. Kolordu Komutanı da cepheye gelip düzenleme yapmaz. Bu karışıklık içinde Atatürk, emrindeki 10. Alayı Conkbayırı’na koşturur. Bu sırada telefonla orduların içinde bulunduğu karışıklığı Kuzey Grubu Komutanlığı’na bildirmiştir. Conkbayırı’ndaki durum o kadar kritik bir hal alır ki Fahrettin Altay Paşa derhal Esat Paşa'yı arayarak Conkbayırı bölgesine kudretli bir komutanın atanması gerektiğini, bu kişinin de Mustafa Kemal olduğunu ifade eder. Atatürk, saat 19:00’da Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa’ya, Conkbayırı bölgesindeki kritik durumu anlatarak 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders’i ikaz etmesini ister. Conkbayırı’ndaki durumun iyice kötüleşmesi üzerine, Mustafa Kemal doğrudan Liman Von Sanders ile görüşür. Görüşme şöyle cereyan eder: "-Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir önlem düşünüyorsunuz?” -“Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size ulaştırmıştım. Önleme gelince; bu dakikaya kadar çok uygun tedbirler vardı. Fakat bu dakikada sonra bir tek tedbir kalmıştır.” Liman von Sanders Paşa sorar: -“O tedbir nedir? -“Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur.” -“Çok gelmez mi?” Mustafa Kemal'in cevabı kesindir. "Az gelir!" Telefon kapanır." Atatürk gece saat 21:45’te Mareşal Liman von Sanders’in emriyle Anafartalar Grubu Komutanlığı’na getirilir. Atatürk, o gece saat 01:30’da Anafartalar Grubu Komutanlığı karargahı’nın bulunduğu Çamlıtekke’ye giderek grubun komutasını eline alır ve 9 Ağustos günü sabahın ilk ışıklarıyla taarruz emri verir. İstanbul'u kurtaran taarruz 9 Ağustos 1915’te Atatürk’ün komutasındaki kuvvetler Anafartalar bölgesinde düşmana saldırır. 9 Ağustos günü hem Conkbayırı Muharebeleri devam eder hem de Birinci Anafartalar Muharebesi yapılır. Atatürk, 7. ve 12. Tümenlerin sabaha karşı başlayan taarruzunu, Anafartalar bölgesindeki bir tepeden başından sonuna kadar yönetir. Düşman bozguna uğrayarak kaçar. 10 Ağustos 1915’te, Atatürk, İngilizlerin 8 Ağustos’ta ele geçirdiği Conkbayırı’na taarruz eder. Atatürk, “Taarruzun Conkbayırı’ndan yapılmasını gerekli buluyordum. Bu taarruza çok fazla önem verdiğim için ve benden önce çeşitli kumandanların burada yaptıkları tearuzlarla sonuç alamadıklarını bildiğim için iş bu yeni taarruzu bizzat başında bulunarak kendim idare etmeye karar verdim.” demiştir. Atatürk, sabah saat 04:30’da baskın şeklinde bir taarruza karar verir. Taarruzda kullanacağı kuvvet, 8. Tümene bağlı 23, 24. ve 47. Alaylardır. Atatürk, anılarında Conkbayırı taarruzu’nun başlamasını şöyle anlatır: “Gün doğmak üzereydi. Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyordum. Oradan hücumun yapılmasını bekleyecektim. Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum anıydı. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağaracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa ve kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende duran askerlerimiz üzerinde bir defa patlarsa hücumun imkansızlığından şüphe etmiyordum.Hemen ileri koştum. Tümen kumandanına rastladım. O da ve her ikimizin refakatimizde bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet kısa ve seri bir teftiş yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki: ‘Askerler! Karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işret verdiğim zaman hep birden atılırsınız.’ Kumandan ve subaylara da işaretimle askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim Ondan sonra hücum safının önünde bir yere kadar gidildi ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim. Bütün askerler, subaylar, artık her şeyi unutmuşlar, bakışlarını, kalplerini, verilecek işarete yöneltmiş bulunuyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız kırbacımın aşağı inmesiyle demirden bir kitle halinde aslanca bir saldırıyla ileri atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde gökyüzüne yükselen bir sesten başka bir şey işitilmiyordu. Allah, Allah, Allah…Düşman silah kullanmaya vakit bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele sonunda ilk hatta bulunan düşman tümüyle imha edildi”. 8.Tümen alaylarınca sadece süngü hücumuyla gerçekleşen bu taarruzda, 4 saat süren kanlı süngü muharebeleri sonunda Conkbayırı’nıın tamamı ele geçirilir. Düşmana çok büyük kayıplar verdirilen bu savaş sırasında General Boldwin ve Kurmay Başkanı ölür. Atatürk de göğsündeki saate isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Atatürk, Conkbayırı’nı geri aldıktan sonra öğleden sonra 8. Tümen’e veda ederek Anafartalar Grubu Karargahı’na döner. Resmi kayıtlara göre 5 gün süren Conkbayırı taarruzunda; Türk tarafı 20 bin, düşman tarafı ise 25 bin kayıp verir. Conkbayırı taarruzu hakkında, Fahrettin Altay Paşa şu yorumu yapar: “Mustafa Kemal, 10 Ağustos’ta yalnız İstanbul’un değil, bütün bir memleketin işgalini önlemişti. Artık ümitleri kalmayan İngilizler, iki ay sonra Gelibolu Yarımadasını boşaltıp çekilip gitmeye mecbur kalıyorlardı." Zafer 15 Ağustos 1915’te, İngilizler, Kireçtepe yükseklerini denizden ve karadan dövdükten sonra 54. Tümenlerinden dört taburla saat 15:30’da Aslantepe’ye karşı saldırıya geçer. Burada Gelibolu Jandarma Taburu ile 127. Alay’dan küçük bir Türk kuvveti vardır. Tümen komutanın da çok geride olması nedeniyle geç haber alındığından Aslantepe’ye zamanında kuvvet gönderilemez ve Kanlıtepe düşer. Atatürk, Turşun köyüne gider. Buradan 5. ve 9. Tümenlerden kuvvet göndererek Kanlıtepe’yi geri alır ve büyük bir tehlikeyi önler. 16 Ağustos’ta İngilizler, Anafartalar cephesindeki Kireçtepe’ye taarruz eder, Atatürk, ateş hattında 5. Tümen Karargahı’nın bulunduğu 161 rakımlı tepeden savaşı yönetir. Mustafa Kemal 20 Eylül tarihinde rahatsızlanır. 27 Eylül tarihinde Liman Von Sanders'e Anafartalar Grubu Komutanlığı'ndan istifa ettiğini bildirir. İstifası kabul edilmez. 31 Ekim'de Enver Paşa, 3 Kasım'da Ayan ve Mebusan Meclisi üyeleri Çanakkale’de Atatürk’ü ziyaret eder. Yukarıdaki fotoğrafta Atatürk üyelere cephe hakkında bilgi vermektedir. 7 Kasım 1915’te, İngiliz Savaş Kabinesi Çanakkale’yi boşaltma kararı alır. Zafer kazanılmıştır. İngiliz General Aspinall Oglander yaptığı değerlendirmede şöyle diyecektir: "Bir Tümen Komutanı’nın üç ayrı yerde tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın, hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek nadirdir." (Kaynak: Oda TV) Anafartalar Kahramanı Çanakkale Savaşları sonucunda Mustafa Kemal vatan sathında bir kahraman olarak karşılanır. Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1918 yılında Yeni Mecmua’da yayımlanan "Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat" başlıklı röportajı bunun tipik bir delilidir. "İstanbul’u kurtaran kahraman" unvanı verilen Mustafa Kemal’in ismi dilden dile dolaşır. Halkın gösterdiği bu ilgi Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından hazmedilemez. Bunun neticesi olarak sıkı bir sansür uygulanır ve Mustafa Kemal’in adının ve resminin gazetelerde yer alması yasaklanır. Hatta öyle ki Harbiye Nezareti’nin çıkarmış olduğu "Harp Mecmuası"nın kapağına "Çanakkale Kahramanı" olarak basılması kararlaştırılan resmi tam baskıya girileceği sırada gelen bir emir üzerine çıkartılarak yerine Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'nın resmi basılır. Ancak ne sansür, ne iftiralar ne de ortaya atılan efsaneler gerçeği değiştirilemez. Çanakkale Savaşı kanla, terle, gözyaşı ile kazanılmış bir zaferdir. Bu savaşın sevk ve idaresinde Mustafa Kemal yeri doldurulamaz bir rol oynamış ve kahraman olmayı hak etmiştir. Komutan sıfatıyla kazandığı zaferler Çanakkale Kara Muharebelerinin kaderini tam üç kere değiştirmiş, nihayetinde İngilizleri stratejik bir açmaz içerisinde bırakmıştır. Bugün ne yazık ki son derece ahlaksız bir şekilde bu büyük başarı yok sayılarak bir haksızlık yapılmaktadır. Elbette Mustafa Kemal'in fikirlerini beğenmeme, katılmama meşru bir haktır ama bunca dehşet, ıstırap ve mücadele ile elde edilmiş bir başarıyı tahrif etmek hakikate ve akla karşı da işlenmiş bir suçtur. Yukarıdaki fotoğraf Liman Von Sanders ile Mustafa Kemal'i birlikte gösteriyor, hasılasını Liman Von Sanders'e bırakalım: "1918 yılında Mustafa Kemal İstanbul'daki başkumandanlıktan şu mealde bir telgraf aldı: "Adana'da Mareşal Liman Von Sanders'ten Yıldırım Orduları Kumandanlığı'nı teslim almak üzere Adana'ya hareket ediniz." Bu emir üzerine Mustafa Kemal; gece gündüz mesafe katederek otomobille Adana'ya geldi. Ve orada Liman Von Sanders'e mülaki oldu. Mustafa Kemal, Adana'ya muvasalat ettiği günün öğle yemeği sonuna kadar Mareşal Liman Von Sanders'e misafir kaldı. Yemekten sonra Mareşalin bürosuna geçtiler. Von Sanders yüksek askerliğin bütün izzeti nefsiyle makamına oturdu. Ve karşısında yer almış olan Mustafa Kemal'e şu sözleri söyledi: " Çok bahtiyarım ki; bu mühim kuvvetin kumandasını sizin gibi; Arıburnu, ve Anafartalardan beri yakından tanıdığım bir yüksek Türk kumandanına bırakıyorum." Mareşal bu sözleri söylerken ayağa kalktı. Gözleri yaşarmıştı." Bütün dünyanın bildiğini, tamtamla, bağırtıyla, gümbürtüyle boğmaya çalışsan ne fayda. Anafartalar Kahramanı tarih kürsüsünde bellidir, bütün insanlık ailesi de öyle hatırlamaya devam edecek. DERLEME:Şenol YAZICI KAYNAK: İnternet

  • Çanakkale Zaferinin Askeri, Politik ve Ekonomik Sonuçları

    Akay AKTAŞ * 1-Merkez devletler olarak adlandırılan İngiltere, Fransa, İtalya Rusya'ya silah araç gereç mühimmat gönderemediler. Rusya'dan buğday alamadılar. 2-Bu durum Çarlık Rusya'sının çökmesine Bolşeviklerin iktidara gelmesine yol açtı. 3-Böylece dünya iki kutba ayrıldı. NATO ve VARŞOVA Paktlarının doğmasına vesile oldu.1992 yılına kadar bu etki devam etti. Aynı olmasa bile dolaylı olarak hala etkileri sürmektedir. 4-Rusya'da Bolşevikler iktidara gelince Doğu Anadolu'daki işgal ettikleri yerlerden askerlerini çektiler. Trabzon, Erzincan, Erzurum, Kars, Ağrı, Bingöl, Muş Bitlis ve Van şehirleri Rus işgali altındaydı. Buralardan çekilen Rus askerlerinin yarattığı boşluktan istifade ile Ermeniler Doğuda katliamlara başladılar. Silahsız savunmasız Türk-Kürt Müslüman ahaliyi katlettiler. Bu Ermeni vahşetinin artçı sarsıntıları halen devam etmektedir. 5-Merkez devletlerinin ana amaçlarından birisi boğazları ele geçirerek Almanya'nın Osmanlı Devletine yardım yapabilmesinin önünü kesmekti. Bunu başaramadılar. Ve savaş umulandan iki yıl fazla sürdü. Bu da iki kat ölüm ve yıkım oldu. 6-Balkan faciasından bu yana öldü bitti denilen Türk ordusunun iyi yönetildiğinde birer kahramanlık abidesi olduğu, tekrardan ortaya çıktı. BATI'nın o müthiş çelik savaş araçlarına Türk'ün vatan ve iman sevgisi galebe geldi. 7-Osmanlı halifesi tarafından ilan edilen CİHAD-I MUKADDES'in hiç bir etkisi olmadı. Araplar cihada uymak yerine İngiliz altınlarının cazibesine kapılarak bizleri arkadan vurdular. Hindistan ,Yeni Zelanda Müslümanları ise Anzaklara cüzi de olsa asker verdiler. 8- İtilaf devletlerinin yenilmez olmadıkları ortaya çıkınca dünyanın her yerinde milli kurtuluş hareketleri başladı. 9-Bu savaş bilinen en centilmen savaşı oldu. Siperdeki düşman askerler birbirlerine su ve yiyecek verdiler. Yaralılarını kurtardılar. 10-Çanakkale'de İngiliz ve Fransız askerleri durdurulunca Balkan ülkeleri ve İtalya İtilaf devletlerden yana tavır koydular. 11-Çanakkale zaferleri Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atıldığı bir savaş oldu. 12-"Ben size ölmeyi emrediyorum" diyen Yarbay Mustafa Kemal'in yıldızının parlamasına ve Kurtuluş Savaşı lideri olması sonucu doğurdu. 13-Doğu Cephesinde Sovyet Rusya ile anlaşan ve eli rahatlayan Milli Mücadele Hükümeti ve Mustafa Kemal Doğudaki birlikleri Batıya sevk ederek güç kazandılar. 14-Savaşa uzaktan katılan ABD, merkez devletleri olan İngiltere Fransa ve İtalya gibi ülkelere sürekli silah ve malzeme satarak iyice zenginleşti. Buna mukabil ABD toprakları okyanus ötesinde olduğundan hiç bir tahribata ve zaiyata maruz kalmadı. Ve İngiltere'nin yerine dünyanın süper gücü oldu. 15-Çanakkale savaşlarına gönüllü olarak katılan bütün okumuşlar, doktor mühendis, öğretmen ve üniversite öğrencileri hatta lise öğrencileri burada şehit oldular. Bu ise Osmanlı için çok önemli kaliteli bir insan gücünün kaybı demekti. Bu yıkım Cumhuriyet ilanından sonra ağır bir şekilde kendini gösterecektir. 16-O yıllarda pek tartışılan Pan-İslamizm, Pan-Türkizm gibi hayali sloganlar yerine Kuvayi Milliye gerçekliği ve akılcılığı ön plana çıktı. 17-Çanakkale Zaferi Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atıldığı bir savaştır. 18-Bütün savaşlarda hücum eden kazanırken, yalnızca bu savaşta savunmada olan Türk birlikleri düşmanı yenerek dünya tarihine eşsiz bir zafer armağan etmiştir. 19-Cephelerdeki insanların ölümüne binlerce kez şahit olan Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra: -Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir. Yurtta barış, dünyada barış demiştir. 20-Hiçbir cephede yenilmememize rağmen ateşkes ilan edilince Almanya ile birlikte mağlup sayıldık. İngiltere Fransa ve İtalya Çanakkale mağlubiyetinin acısını ve hıncını SEVR ile almaya çalıştılar. Kurtuluş Mücadelesi ve Zaferleri ile rafa kalkan SEVR hala BATI'nın beyninde bir özlem ve hırs olarak yatmaktadır. 21-Dünya topraklarının yüzde 85 i itilaf devletlerinin elindeydi. Çanakkale zaferi İngiltere'nin Fransa'nın yani itilaf devletlerinin yenilebileceğini ortaya koydu. Ve ardından bütün mazlum milletler Mustafa Kemal'i örnek alarak kurtuluş savaşları vermeye başladılar. Bu da toprağa dayalı sömürge imparatorluklarının sonu oldu.

  • ÇANAKKALE

    Söyle Arkadaşım' dedi Anadolulu Mehmet yanıbaşındaki Anzak erine 'nereden kopup gelmişsin, neden çökmüş bu mahzunluk üzerine? ' 'DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN' dedi gencecik Anzak 'Öyle yazmışlar mezar taşıma. doğduğum yerler öylesine uzak, örtündüğüm topraksa gurbet bana.' 'Dert edinme arkadaşım' dedi Mehmet 'değil mi ki bizlerle birleşti kaderin, değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet, sende artık bizdensin, sende bencileyin bir Mehmet' Çanakkale'de toprağının üstü cennet altı mezar kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. 'ya sen dedi Mehmet oyun çağındaki İngiliz erine, 'yaşın ne senin kardeş böylesine erken buralarda işin ne? ' 'yaşım sonsuza dek on beş' dedi ufak tefek İngiliz eri. 'köyümde askercilik oynar coştururdum trampetimle bizimkileri derken kendimi cephede buldum oyun muydu, gerçek miydi anlamadan, bir sahici kurşunla vuruldum. Sustu boynumdaki trampet, son verildi böylece oyundan bozma işime Gelibolu'da bana da bir mezar kazıldı mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ' yazıldı. Öyküm de künyem de bundan ibaret.' Yağmur yağıyordu usul usul toprağa gözyaşları düşerek üstüne sanki damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa sahibini yitiren bir trampet... 'ya sizler' dedi Mehmet dünyanın dört kıtasından mezarlar dolusu erlere, 'hangi rüzgar savurdu sizleri bu bilmediğiniz yerlere' kimi İngiliz'di, kimi İskoç kimi Fransız'dı, kimi Senegalli kimi Hintli kimi Nepalli kimi Avustralya'dan kimi yeni Zelanda'dan Anzak gemiler dolusu asker her biri niye geldiğinden habersiz Gelibolu'nun oya gibi koylarından sızarak tırmanmışlardı dağa bayıra siper siper yara gibi yarılan toprak mezar olmuştu savaş ardından onlara. Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ kiminin de mezar taşında on altı, on yedi, on sekiz yaşında EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı. Çanakkale topraklarında, her birinin erken biten yaşam öyküsü eski yazıtlar gibi taşlara böyle kazılı. 'Anlamaz mıyım' dedi 'halinizden kardeşler' adına yazılı taşı bile olmayan asker Anadolulu Mehmet 'ben de yüzyıllarca yaban ellerde neyin uğruna bilmeden can vermişim kendi yurdum uğruna can vermenin tadına ilk kez Çanakkale'de ermişim. Uğrunda can verdikçe vatandı ancak ekip biçtiğim padişah mülkü toprak değil mi ki sizler alamasanız bile bu topraklar almış sizi, sizleri basmış bağrına sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale. Çanakkale'de toprağının üstü cennet altı mezar kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. Bir garip savaştı Çanakkale savaşı kızıştıkça kızgınlığı dindiren ara verildikçe ateşe düşmanı kardeşe döndüren bir savaştı. Kıyasıya bir savaştı ama saygı üreten bir savaş yaklaştıkça birbirine karşılıklı siperler gönüller de yakınlaştı düştükçe vuruşanlar toprağa dostlar gibi kaynaştı. Savaş bitti. Ölenler kaldı sağlar gitti köylü köyüne döndü evli evine kır çiçekleri geldiler akın akın çekilen askerlerin yerine yaban gülleri, dağ laleleri, papatyalar, kilim kilim yayıldılar toprağa. Siper siper toprağın savaş yaralarını örttüler koyunlar koruganları yuva yaptı kendine kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine. Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle silah yerine saban tutan elleriyle geri aldı savaş alanlarını doğa can geldi toprağa silindikçe kan izleri. Yeryüzünde cennet oldu öylece o cehennem savaş yeri şimdi Çanakkale Gelibolu bahçe bahçe, ülke ülke mezar dolu. Üstü cennet altı mezar Çanakkale toprağının kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. Huzur içinde uyusun vuruştukları toprakta kavgadan kinden uzakta yanyana dostça yatanlar. / BÜLENT ECEVİT Gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye Cumhuriyeti eski başbakanlarındandır. 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul'da doğdu. 1944 yılında İstanbul Robert Koleji'ni bitirdi. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'ne girdi, aynı zamanda Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nde İngilizce çevirmeni olarak çalışmaya başladı. 1946'da Rahşan Ecevit'le evlendi, aynı yıl öğrenimini yarıda bırakarak Londra Basın Ataşeliği'nde görev aldı. Aynı zamanda, Londra Üniversitesi'nde Sanskrit, Bengalce, Sanat Tarihi bölümlerine devam etti. 1950 yılında Türkiye'ye dönünce Ulus gazetesinde ve Ulus'un kapatıldığı yıllarda Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde sanat eleştirmeni, çevirmen ve siyasal fıkra yazarı ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1954 sonu ile 1955 başlarında ABD'de Kuzey Carolina'da yayınlanan Winston Salem Journal gazetesinde konuk gazeteci olarak çalıştı. Harvard Üniversitesi'nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. 1950'lerde Forum dergisinin yazı işleri kadrosunda yer aldı, 1965'de Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazdı. 1972'de aylık yayımlanan 'Özgür İnsan', 1981'de haftalık yayımlanan 'Arayış', 1988'de aylık yayımlanan 'Güvercin' dergilerini çıkarttı. Ecevit, edebiyat dünyasına 'Hep Bu Topraktan' dergisindeki şiirleriyle girdi. T.S.Eliot, Ezra Pound ve Tagore'dan çeviriler yaptı.5 Kasım 2006 tarihinde Ankara'da vefat etti. Eserleri. Bir Şeyler Olacak Yarın (Tüm şiirleri) Doğan Kitapçılık (2005) El Ele Büyüttük Sevgiyi (1997) Işığı Taştan Oydum (1978) Şiirler (1976)

  • ANSIZIN

    Yusuf AKSOY * Ansızın bulanıklaşır bir an insanı sarıp sarmalayan her şey serap olur bahar bahçe tebessümler sessizce kaybolur hesapta olmayanlar olur ansızın karıncaların kıpırdanışının bile hissedildiği o ıssız vakitlerde donarız birden beş duyumuzla duyulmaz olur incinen sevinç görülmez olur gül dikenin izi kıyıya zorlanırsın hesapta yokken baş başa kalırız birden hakikatle birden gelip elinden tutar sımsıkı gecesi olmayan uzun sohbetlere dalarız bin bir renge duran ovalara döneriz patika yollarına göz kırparak yarına koşacak zamanı tüketmeden hayatın aşkı içine alır artık seni yürüdükçe misafir olmayan gülüşlerle bir fısıltı bir kıpırdanma bir ıslık sıcak bir merhaba dolanıp durur etrafında içinde uzaklarda kalan şehir yasemin kokulu bir güzel olur şarkılar söyler sabahlara dek seher yeli gibi sarmalar gece kucaklarsın, sana bakan yıldızları her biri yoldaş olur yol boyunca dağların sisi başımızda dolanırken çiğ düşmüş çimenlere dökeriz içimizi bahar damla inerken toprağa tomurcuğa duran ağaçlarla kucaklaşırız yol veririz artık hissizliğimize sevinç ve elem ikiz kardeş olur içimizde hüzün aşka dahildir artık aşk vaz geçilmesi mümkün olmayan sonu olmayan yollardadır her daim kış ortası gönlümüz mayıs hazan mevsimi fidan dikeriz mümkün mü eylül ortasında kalmak bir de bakarsın temmuza çıkar tüm yollar

  • Yazarlar

    "Beş sağlam yazarla zorlansa da bir dergi olur, ne var ki yüz konuk yazarla bir dergi yapmakta zorlanabilirsiniz; o nedenle abone, okur, temsilci, konuk, yazar... hepsine düzgün dergilerin ihtiyacı vardır." Şenol YAZICI YAZARLAR * Şenol Yazıcı Nurten Bengi Aksoy Yusuf Aksoy Niyazi Uyar Aycan Aytöre Fuat Özgen Fadime Y. Karoğlu ve KONUK YAZARLAR ve başlangıçtan bugüne maviADALILAR YÖNETİM yazarlar / çizerler /editörler /temsilciler * BİZE YAZIN maviADA DERGİSİ KATILIM https://www.adadergi.com/iletisim * *** maviADA'da Herkes Yer alabilir. Ya Yetkili Yazar olunur ya da KONUK YAZAR. Ne var ki bu tür yayınların düzenli katılımlarıyla ayakta tutan bir omurgası yoksa salt konuklarla yaşaması güçtür. Sayfada emekleriyle ADA'ya hayat verenleri görebilirsiniz. ADA İnternet Platformunda düzenli yazanlar ve hala aktif olanlar YAZARLAR bölümünde, diğer yer verilenler, maviADA basılı dergiden seçtiklerimiz ve KONUK YAZARLAR, KATOGORİ, ETİKET ve ARŞİV de bulunabilir ya da menüdeki arama motorundan aranılabilir. *

  • Servet-i Fünûn Dergisi

    Nurten B. AKSOY * Türk Edebiyatı ve Dergiciliğinin Temel Taşlarından Servet-i Fünûn Dergisi * Yaşadığımız yüzyıl, teknolojinin son hızla değer yargılarını ve alışkanlıkları alt üst ettiği bir devir. Artık pek çok şeyimizi sanal ortamda gerçekleştiriyoruz. Bir anlamda orda yaşıyor, orda yatıyor-kalkıyor, alış-veriş yapıyor, dostluklar kuruyor, kendimizi buluyor ya da kaybediyoruz. Biz okur-yazar takımı içinse sonsuz olanaklar sunan bir derya sanal ortam. Yazıyoruz, çiziyoruz, okuyoruz; kimi zaman dünyayı kurtarıyor, kimi zaman sevdalarımızı anlatıyor; şiirler, öyküler yazıyoruz. Bunları yaparken en çok baş vurduğumuz yer de sanal sayfalar ve internet dergileri. Oysa 1900’lü yıllarda henüz internet ve bilgisayarla tanışmayan kuşak, dergi deyince efil efil kağıt kokan, renkli ya da siyah-beyaz fotoğraflarla süslenmiş, çıkacağı gün özlemle beklenen o kağıt tomarını hatırlar. Okurken okşadığımız sayfalar, içinde kaybolduğumuz öyküler, anılar ve şiirlerle dolu Doğan Kardeşler, Hayatlar, Varlıklar, Gırgırlar ve niceleri… Günümüzde sayıları her geçen gün artan ancak çok da uzun ömürlü olamayan basılı dergilerin edebiyatımızdaki tarihine baktığımızda aklımıza gelen ilk isim, bir edebi topluluğa ve döneme de adını veren Servet-i Fünûn Dergisi oluyor. Edebiyatımızda ve basın tarihimizde pek çok ilke damgasını vuran Servet-i Fünun Dergisinin çıkarılmasına 17 Mart 1891 tarihinde karar verilir. D. Nikolaidi'nin sahibi olduğu Servet gazetesinin fen eki olarak Ahmet ihsan Tokgöz tarafından yayımlanmaya başlayan Servet-i Fünûn'un ilk sayısı ise 27 Mart 1891'de çıkar. Başlangıçta günlük olarak çıkmaya başlayan dergi kısa süre sonra haftalık olarak yayımlanmaya başlanır. 1891 -1944 tarihleri arasında yayımlanan en uzun ömürlü dergi olan Servet-i Fünûn İstanbul'da haftalık olarak yayımlanarak fen, magazin, sanat ve edebiyat konularına yer vermiş, zaman zaman yayınına ara vermek zorunda kalsa da yarım yüzyılı aşan elli dört yıllık yayın hayatı boyunca 2464 sayı çıkmayı başarmıştır. “Fenlerin yani bilimin hazinesi” anlamına gelen Servet-i Fünun Dergisi, 27 Mart 1891’de yayın hayatına başlar. Derginin ilk başyazarı olan Ahmet İhsan, Servet-i Fünun'dan önce Şafak (1886) ve Ümran (1889) gibi kültür, sanat ve magazin dergilerini çıkaran bir yazardır. Çıkardığı dergiler hükümet tarafından kapatılınca Servet gazetesinin sahibi D. Nikolaidi'nin desteği ve izni ile, bu gazetenin eki şeklinde Servet-i Fünun Dergisini çıkarmaya başlar. Ancak Servet gazetesi kendisinden beklenen hizmeti veremeyince kapanır (1892). Böylece bir yıl sonra, Servet gazetesinin eki olan Servet-i Fünûn, bağımsız yayın organı olur. Başlangıçta imtiyaz sahibi olarak Nikolaidi‘nin adıyla çıkan dergi, bir yıl sonra el değiştirir ve Ahmet İhsan Tokgöz’ün adıyla yayımlanmaya başlar. Ahmet İhsan, matbaasını kurup, Servet-i Fünûn'un imtiyazını üzerine alınca; "İyi bir resimli haftalık gazete” çıkarmak istediğinden Avrupa'da o dönemde yeni kullanılan "çinkografi" tekniğini inceler. Yazışmalar sonucunda ünlülerin resimlerinden oluşan "galvano kalıplar” getirtir. Avrupa'ya gider ve yeni baskı tekniklerini öğrenir. Fransa'dan kağıt ithalatı yapan Ahmet İhsan, baskı tekniği yönünden Servet-i Fünûn'un, dönemin en iyi dergisi olmasına gayret eder. Bu konudaki çalışmalarını takdir eden saraydan nakdî yardım bile görür. Derginin 27. sayısında Ortaköy Camisi, 28. sayısında ise Kızkulesi fotoğrafları basılınca bu iki resimli sayı çok ilgi görür. Kızkulesi resmi "manzûr-ı şahane" (şahane görüntü) olarak kabul edilir. Sultan II. Abdülhamid derginin bu kalitede çıkmasından büyük bir memnuniyet duyar ve “Şân-ı Osmaniye’ye çespan olarak çıkmasını arzu buyurur" tebrikiyle birlikte dergiye kendi bütçesinden 3240 kuruş aylık bağlar. Böylelikle dergide yazan şair ve yazarların Sultan Abdülhamid düşmanlığına karşı padişah dergiyi desteklemeye devam eder. Edebiyatımızda bir edebi topluluğun ve dönemin oluşmasına ortam hazırlayan ve bu topluluğa adını veren ilk dergi olur. Böylece Servet-i Fünûn. Zaman içinde Edebiyat-ı Cedide topluluğundan başka Fecr-i Âtî, Şairler Derneği ve Yedi Meşale gibi edebi toplulukların da yayın organı olurken, Türk basının en uzun ömürlü, süreli yayınlarından biri olma özelliğini de taşır. Derginin kurucusu ve sahibi olan Ahmet İhsan Tokgöz de başyazarlık görevini uzun yıllar üstlenir. Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın, Halit Fahri Ozansoy gibi ünlü edebiyatçıların da yayın müdürü olarak görev yaptığı Servet-i Fünûn'un ilk sayılarında, dönemin diğer pek çok dergisinde olduğu gibi, "fennî" konulara ağırlık verilmesinin yanında, magazin konularına da yer verilir. Bu dönemde, dergide yer alan yazıların pek çoğu Ahmet İhsan tarafından yazılır. Ahmet İhsan, okuyucunun ilgisini çekmek, okuyucuyu bilgilendirmek ve o dönemde çok ihtiyaç duyulan, buluş yapacak kişilerin yetişmesine katkıda bulunmak amacıyla; Batı’daki yeni buluşları tanıtan ve hayal ettiren yazıları tercüme eder ve dergide yayınlar. Servet-i Fünûn'un kuruluşundan çok önce başladığı tercüme işine özellikle Jules Verne'nin eserlerinden başlar. Servet-i Fünûn'un basın tarihinde ve edebiyat alanındaki önemli yeri, uzun ömrü kadar 1895'ten sonra bu dergi etrafında yaşanan gelişmelerden kaynaklanır. Çünkü bu tarihten itibaren dergi, eski-yeni edebiyat tartışmasında yenilik taraftarlarının yayın organı olur ve yenilik yanlılarının bu dergi etrafında toplanmasına yol açar. Eski-Yeni çatışması, yani “Muallim Naci-Recaizade Ekrem mücadelesi" hükümetin araya girmesi ve Muallim Naci'nin ölümü üzerine kapansa da taraflar arasındaki tartışmalar bitmez. Yeniden başlayan "Şiirde kafiye" tartışması ortamın yeniden kızışmasına ve dikkatlerin dergiye çevrilmesine, yenilik yanlılarının Servet-i Fünûn etrafında toplanmasına yol açar. Derginin asıl önemi, Tanzimat yazarlarından sonra ikinci bir yenilik hareketi olarak ortaya çıkan; farklı dergilerde yazan ve dağınık hâlde bulunan yenilikçi gençlerin dergi etrafında yeni bir edebiyat hamlesini başlatmalarıdır. Türk Edebiyatının bu devrine “Servet-i Fünûn (Edebiyat-ı Cedide) Dönemi” denilmesi, bu edebî hareketin, bu dergide gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bu da Tevfik Fikret‘in Servet-i Fünûn’un yazı işlerini üstlenmesiyle başlamıştır. Böylece Edebiyat-ı Cedide döneminde yayınlanan şiir, hikaye, roman, edebî tenkit vb. türler ile Servet-i Fünûn, tam anlamıyla bir sanat ve edebiyat dergisi kimliği kazanır. Bu edebi oluşum, Ali Ekrem‘in otokritik niteliğindeki “Şiirimiz” adlı makalesinin kaleme alınışına kadar devam eder. Bu yazı, topluluğun arasında ilk ciddi kırgınlığı ve hatta kopukluğu yaratır. Tevfik Fikret, yazı işlerinden ayrılır. Bu görevi Hüseyin Cahit Yalçın üstlenir. Onun da Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” adlı yazısı üzerine dergi bir süre kapatılır. Bu kapanış da topluluğun dağılmasını hızlandırır. Sonuç olarak, 1896-1901 arasındaki yıllarda, Servet-i Fünûn dergisinde, ortak bir edebiyat hareketi meydana getiren ve Türk Edebiyat tarihine geçen Edebiyat-ı Cedide şair ve yazarları, edebiyatımızın batılılaşması yolunda Servet-i Fünûn Dergisi vasıtasıyla önemli eserler verirler. 1908 Devriminden sonra bir süre de günlük gazete olarak varlığını sürdürmeye çalışan dergi, 26 Mayıs 1944’e kadar yayın hayatını değişik adlarla sürdürür.

  • Ceyhun Atuf Kansu

    İNEBOLU KAYIKÇILARI Ceyhun Atuf Kansu * Gurşun attım fidana Fidani vuramadum İki sevdam var iken Birini alamadum. Bu güzel, oynak Karadeniz türküsü “gurşunların” sevda uğruna harcandığı o tatlı barış günlerini söylüyor. Ne var ki, Yunanoğlu Bursa’dan Anadolu içlerine sarkıyordu. Şimdi attı mı, saldırganı alnından vuracak ‘gurşun’  arıyordu. 61’inci Tümen piyadesi, bizim, Karaisalı’dan İmdat Çavuş. ‘Hani  Möhimmat’ derler, mermi, fişek, kurşun, mavzer’  hepsi savaş gereçleridir bunların. Bunlar da pek azdı bizim Anadolu’muzda Kurtuluş Savaşı başlarken İstanbul depolarında çokça mermi, tüfek var idi ama, savaş sonu silah bırakıştığımızdan, bu depolardan mermi tüfek çıkarmamız yasaktı. Kendi depolarımızın başına ve de kapısına kara zenci İngiliz nöbetçileri dikmişlerdi ki, yanaşanı yakıyorlardı. Ama Anadolu’da da, Kurtuluş Savaşı askerleri mermi, fişek bekliyordu. Öyleyse? Ne yapıp etmeli bu mermi fişekleri alıp Anadolu’ya taşımalı. Bu işin yiğitleri de çıktı ortaya. Geceleri depoları basıyorlar, gizliden mavnalara, motorlara mermi tüfek yükleyip alıp götürüyorlardı. Ölümü göze alıp yapıyorlardı bunu. Neden ki, bizim İmdat Çavuş’un tüfeği mermi bekliyordu ateşlenmeye. İstanbul depolarından gizli gizli alınan ‘möhimmat’ sandıklara doldurulup, gemilere taşınıyordu. Bu iş de oldukça tehlikeli bir işti. İstanbul’daki düşman askerleri göz açtırmıyorlar, kuş sektirmiyorlardı. Kuşkulandılar mı bu gemileri basıyorlar, Anadolu Kurtuluş Savaşı için altın değerindeki ‘ savaş gereçlerini’ aldıkları gibi, bunları can bahasına kaçırmış yiğit yurtseverlerin ardına düşüyorlar, bulduklarını öldürüyorlardı. Neyse ki, İstanbul’daki Milliciler, yani Anadolu’daki Ulusal Kurtuluş Savaşına inanmış, gönül vermiş yiğit yurtseverler, bu işi öyle ustalıkla yönetiyorlardı ki, ‘ möhimmat yüklü’  gemilerin çoğu yakalanmadan, İstanbul Boğazını aşıp Karadeniz’e  açılıyor, dalgaları yara, yara, Anadolu halkının tüfeklerine mermi, askerlerine tüfek taşıyordu. Bütün bu gemilerin kutsal emanetlerini boşalttıkları yer İnebolu iskelesi idi. İnebolu, Karadeniz’e bakar. Ortasından bir dere iner. Derenin iki yanı yamaç yokuştur. İnebolu’nun denize bakan evleri bu yamaçlardadır. Güzelim bir İnebolu türküsü; Çıkabilsem şu yokuşun başına diye başlar. İnebolu’nun balıkçı, kayıkçı, halkı ağlarını serip, kayıklarını bağladı mı, bu yokuşlardan vurur ak evlerine. İnebolu’nun denizi bir belalı denizdir. Dört bir yandan vuran yel, denizi bir harmanlar ki, dalgalar, İnebolu’nun uzağında demir atan gemilerin direklerini aşar. İstanbul Millicilerinin İstanbul depolarından kaçırıp, gemi ambarlarında sandıkladıkları ‘möhimmatı’  yüzleri poyraz yemiş gemiciler alıp İnebolu önüne getirirler. Getirirler ya, şimdi bu kız güzeli mavzerleri, kutsal kanatlı mermileri indirmeli ki, oradan Anadolu’ya, Ankara’ya, Mustafa Kemal’in ordusuna kavuşturmalı. Burada iş, bizim yağız kayıkçılarımıza düşer. Mavnasını, kayığını alan, denizin ortasında bir o yana, bir bu yana vuran geminin yanına varır. ‘Haydaa!..Haydaa!..Haydaa!..’  Şu göğsü bağrı açık, başında keçe külah, zıpka mintan, çıplak deniz ayaklı, aksakallı yağız adam İnebolu kayıkçısı Salih Reistir. Geminin İnebolu denizine vardığını gördüğü gibi, bahçesi güllü, penceresi saksılı küçük evinden, İnebolu yokuşuna indiği gibi kayığına binmiştir ver etmiştir kürekleri; ‘Hayda..Haydaa ki ne haydaaaa!..’  Dalga bir vurur kayığa, kayık iner aşağıya? Dalga bir vurur aşağıdan kayık çıkar yukarıya, ta geminin bordasına. ‘Ver ? Halim Kaptan.. Hey canunu, sevdiğum sandiklaru’  Çok usta olmalı bu sırada. Kayık tam bordaya kavuştuğunda, el çabukluğuyla alır sandığı Salih reis. Aman çok ıslanmasınlar. Mustafa Kemal Reisin emanetidir bunlar ve Anadolu’muzun namusu. Salih Reis, bir sandık, iki sandık, gelir bir dalga, iner aşağıya, çıkar yukarıya üç sandık, derken yükler kayığı, ‘Hayda? Hayda!..’ Şimdi aşalum dalgalaru, varalum İnebolu karasına, insan gülü toprağına…’ Bir Salih Reis değil haa, İlyas Kaptan, kayıkçı Kadir, kayıkçı Cemil, İnebolu’nun bütün yurtsever namuslu kayıkçı esnafı, menekşe boyalı, çimen boyalı, gökyüzü boyalı kayıklarıyla, mavnalarıyla oradadırlar. Denizin ortasında, dalgaların ortasında ve İstanbul’dan gelen geminin çevresinde.  Ha babam yüklerler, ha babam yüklerler. Ve gece, yağmur iner taşırlar, gündüz Karadeniz’in deliboran dalgaları üstlerinden aşar taşırlar, Anadolu’nun namus yükünü İnebolu toprağına. Yaşa Salih Reis yaşa! Karaisalı’dan İmdat Çavuş bekliyor bu mermileri atmaya, bekliyor bu tüfekleri ateşlemeye ve şimdi İnebolu’dan yeni bir türkü başlar: İnebolu iskelesinden bu sandıklar, mermi tüfek yani ‘möhimmat’ dolu sandıklar kağnılara ve de eşek sırtlarına taşınırlar. Kardaşlar, Karaisalı’dan İmdat Çavuşa yani Kurtuluş Savaşı cephesinin askerlerine bu mermileri, bu tüfekleri şimdi kağnılar eşekler taşıyacaklardır. Harita bileniniz bir baksın: İnebolu, Kastamonu’nun iskelesidir. Kağnılara yüklenen ‘möhimmat’  buradan gıcır da gıcır Kastamonu yollarına vurur. Kastamonu, sonra yaz kış başı karlı, çamları dumanlı Ilgaz Dağı, sonra Çankırı kırı, sonra Kalecik düzü, sonra Ankara ve oradan Eskişehir yöresinde dayanga tutmuş askerlerimiz. Bir uzun yol ki gündüzleri öğütür, geceleri yer, suları kurutur, ekmeği böler, yıldızları eskitir, dağları siler? Başlar kağnıların türküsü. Bir eski türkü, köylü Anadolu kadar eski: Sapı yüklettim kağnıya Çok yalvardım Tanrıya Rabbim sen kavuştur Yüzü çifte benliye Dahdi dahdi? Dahdi dahdi? Bu türkü güzel ya, İnebolu toprağından, Anadolu askerinin namus yükünü alan kağnı kolları bu türküyü biraz değiştirseler yeridir: Mermi yüklettim kağnıya Çok yalvardım Tanrıya Rabbim sen kavuştur Bizi şanlı orduya Dahdi dahdi? Dahdi dahdi? Kardaşlar, bu kağnıları güdenler, bu kutsal emanetleri koruyanlar, kırçıl gözlü öküzlerin gözlerinden öpe öpe dağ bel aştıranlar, erkekleri cephelerde vuruşan köy kadınlarıdır. Anadolu anaları, Anadolu bacılarıdır. Konak konak? Yorulmadan ve de çıplak ayak, yürürler kağnıların yanında. Kastamonu’ya varırlar. Oradan yeni bacılar, yeni analar alır kağnı kolunu, sararlar Ilgaz Dağlarına. He ya yavrum? Bizim Karaisalı’dan İmdat Çavuşumuz beklemektedir ki şimdi, sabırsız beklemektedir, gece gündüz demeyin ki, namlular dola, tüfekler ateş ala, Mustafa Kemal’in askerleri de, düşman oğlunu vura? Bu bacılarımız, bu analarımız bizim, yaman kadınlardır ve de yiğit kızlardı. Bunların içinde bir Kezban kadın varmış. Kağnı kolunun başında yürüyormuş karlı bir günde. Bu Kezban kadın, bırakacak kimsesi olmadığından altı aylık bebesini de taşıyormuş kucağında kağnı kolunun yanında ve kar uçuşan havada. Bebe mosmor kesilmiş, mor gül olmuş dudakları. Kağnının üzerinde bir yorgan serili. O sırada, Ankara’ya giden atlı bir milletvekili, bu durumu görünce, atını durdurup: Ana! Ana!.. Şu yorganı al da bebenin üstüne ört, donacak baksana! Demiş, Kezban ana, yorgan aralayıp göstermiş: Yorganın altında üç sandık cephane… Ve bizim ala yavuz anamız demiş ki: – Cephaneler ıslanırsa bozulurlar. Âmâ, bebe donup ölürse, bir dene daha doğururum.. Hele işte kardaşlar; bu bizim Kezban analarımız, mermiyi fişeği Ilgaz Dağından aşırıp, Çankırı kırından geçirip böyle yetiştirmişler ki Karaisalı’dan İmdat Çavuşa o da Anadolu’nun namusu budur deyip, ateşleyip tüfeğini yedirmiş mermiyi gök gözlü yaban oğluna!..” Ceyhun Atuf Kansu " Adına şiir ödülü de konulan, günümüzde daha çok şair kimliğiyle bilinen aynı zamanda da doktor olan Kansu'nun ilk ödülünü bir deneme kitabıyla aldığını bilir miydiniz? " DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ "Bana çiçek getirin, dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin!" Köy öğretmeni Şefik Sınığ'ın son sözleri. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum Bütün çiçekleri getirin buraya, Öğrencilerimi getirin, getirin buraya, Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer Bütün köy çocuklarını getirin buraya, Son bir ders vereceğim onlara, Son şarkımı söyleyeceğim, Getirin getirin...ve sonra öleceğim. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum, Kaderleri bana benzeyen, Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları, Geniş ovalarda kaybolur kokuları... Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri, Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni, Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Afyon ovasında açan haşhaş çiçeklerini Bacımın suladığı fesleğenleri, Köy çiçeklerinin hepsini, hepsini, Avluların pembe entarili hatmisini, Çoban yastığını, peygamber çiçeğini de unutmayın. Aman Isparta güllerini de unutmayın Hepsini, hepsini bir anda koklamak istiyorum. Getirin, dünyanın bütün çiçeklerini istiyorum. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum. Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım, Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden, Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden, Ne güller fışkırır çilelerimden, Kandır, hayattır, emektir, benim güllerim, Korkmadım, korkmuyorum ölümden, Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Baharda Polatlı kırlarında açan, Güz geldi mi Kopdağına göçen, Yörükler yaylasında Toroslarda eğleşen. Muş ovasından, Ağrı eteğinden, Gücenmesin bütün yurt bahçelerinden Çiçek getirin, çiçek getirin, örtün beni, Eğin türkülerinin içine gömün beni. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, En güzellerini saymadım çiçeklerin, Çocukları, öğrencilerimi istiyorum. Yalnız ve çileli hayatımın çiçeklerini, Köy okullarında açan, gizli ve sessiz, O bakımsız, ama kokusu eşsiz çiçek. Kimse bilmeyecek, seni beni kimse bilmeyecek, Seni beni yalnızlık örtecek, yalnızlık örtecek. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Ben mezarsız yaşamayı diliyorum, Ölmemek istiyorum, yaşamak istiyorum. Yetiştirdiğim bahçe yarıda kalmasın, Tarümar olmasın istiyorum, perişan olmasın, Beni bilse bilse çiçekler bilir, dostlarım, Niçin yaşadığımı ben onlara söyledim, Çiçeklerde açar benim gizli arzularım. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Okulun duvarı çöktü altında kaldım, Ama ben dünya üstündeyim, toprakta, Yaz kış bir şey söyleyen sonsuz toprakta, Çile çektim, yalnız kaldım, ama yaşadım, Yurdumun çiçeklenmesi için daima, yaşadım, Bilir bunu bahçeler, kayalar, köyler bilir. Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya, Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya. Ceyhun Atuf KANSU (1919 - 1978) Yaşam Öyküsü: Ceyhun Atuf Kansu’nun Yaşam Öyküsü(1919, İstanbul – 17 Mart 1978, Ankara) şair, doktor. Eğitimci ve politikacı Nafi Atuf Kansu’nun oğlu. Küçük yaşta annesini kaybetti. Babasıyla birlikte 1921’de Ankara’ya gitti. Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi?nden mezun oldu. Halkın içinde, halk için çalışma yolunu seçerek, kendi isteğiyle Turhal Şeker Fabrikası Hastanesine atandı. 11 yıl burada çalıştıktan sonra Ankara?ya atandı. Ankara’da da muayene açmadan Şeker Kurumu hastanesinde çalıştı. İlk şiiri lise öğrencisiyken okul dergisinde yayınlandı. Ardından şiirleri İnkılapçı Gençlik, Ülkü, Yücel, Millet, İstanbul gibi dergilerde yer buldu. Halk şiirinin öykünmeleriyle başlayan şiir serüveninde çağdaş şiirle geleneği özümleyerek kendine özgü yerel ve yalın bir dil oluşturdu. Sosyalist gerçekçilerden etkilendi. Olgunlaşmış bir şiirle kuşağının önde gelen temsilcileri arasında yerini aldı. Bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal sorunlara ağırlık verdi. Halk dilinden, halk söyleyişlerinden geniş biçimde yararlanarak, halkın özlemlerini, sevinçlerini, acılarını ve yaşama savaşımını coşkulu bir söyleyişle dile getirdi. Şiirlerinin kaynağını hoşgörü, insanlık sevgisi, bağımsızlık ve doğa oluşturdu. “Çocuk” dergisinde masalları, Vakit ve Ulus gazeteleri ile Varlık ve Seçilmiş Hikayeler dergilerinde öyküleri de yayınlandı. 1986’dan başlayarak adına bir şiir ödülü kondu. Ceyhun Atuf Kansu Kendini anlatıyor: “Ben bir halk ve toplum ozanıyım. Ya da öyle bir ozan olmak isterim. İlk şiirlerimi lise sıralarında yazdım. Bireysel duygularla dolu şiirlerimde bile hiç olmazsa halk diline yaslandım. Açık açık, tatlı tatlı anlaşılır söylemeyi yeğ tuttum. Sevdiğim ozanlardan en aşağı üçü halk ozanıdır. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan’dır. Güneş vurmuş dereler gibi ışıl ışıl akmalı mısralarım. Bulanık sulardan hoşlanmam. Ne var ki bu yolu tutunca da, sizi ozan saymayıveriyorlar. Saymasınlar, ben onların ozanı değilim ki, ben halk ozanıyım. Bireysel duygularımı da topluma yönelmiş mısralarımı da severek, bilerek açık açık söylerim ben. Türk halk şiirinin geleneğidir bu. Halk şiirine öykündüğümü söyleyebilirler. Ben o şiire öykünmüyorum; okulum benim o şiir; şiiri o okulda öğrendim. Gerçek şiir de orada, halktadır diyorum. Böyle deyince de halkın dili ile, sevinçlerini sevinçlere, dertlerini dertlere bağlayarak yazıyorum. Ben aşkların, isteklerin, dileklerin ozanıyım.(…) Apaçık benim yolum. Siz çıkmaz diyebilirsiniz bu yola. Ozan saymayabilirsiniz beni. Ben ozan olduğumu biliyorum. Seviyorum işimi. Bahar rüzgarını yazdım lise sıralarında. Sonraları Bir Çocuk Bahçesinde’yi yazdım. Öğle Yemeği’ni yazdım. Çocuklar Gemisi?ni yazdım: düşlerimle dolu baştanbaşa. Şimali Şarkiye Doğru?yu, Dünyanın Bütün Çiçekleri?ni, Saz Şairi?ni yazdım, Haziran Defterinde. Halka Bakan'ı, Orta Anadolu'yu, Dağ Türküleri'ni yazdım. Göçemeyeceğimiz son yurdu nasıl kurtardığımızı yazdım, Sakarya Meydan Muharebesinde. Geze geze, tepelere çıka çıka, o adı güzel köyleri seve seve yazdım o destanı. Tükenmedim de. Yaşanılacak bir yurt haline gelsin diye Anadolu, birbirimizi sevelim, birbirimizi tanıyalım, birbirimize bağlanalım, birbirimize saygı gösterelim diye yazacağım durmadan. Seher kuşları gibi kardeşliği, özgürlüğü söyleyeceğim, en güzel vakitlerde. Deyin ki ben Manyas Gölü?nde bir balığım, Köroğlu Dağlarında bir çam ağacıyım, dağlarıma, tozlu dumanlı yollarıma.” Ceyhun Atuf Kansu (Ben) Eserleri Şiir Bir Çocuk Bahçesinde (1941)Bağbozumu Sofrası (1944)Çocuklar Gemisi (1946)Yanık Hava (1951)Haziran Defteri (1955)Yurdumdan (1960)Bağımsızlık Gülü (1965)Sakarya Meydan Savaşı (1970)Buğday, Kadın, Gül ve Gökyüzü (1970)Arılar, Bekleyen Kadının Günü, Çocukluk Aşkı, Dünyanın Bütün Çiçekleri, Kar Türküsü, Kızamuk Ağıdı, Lirik Şarkı, Lumumba, Uyuyan Güzel Anneye, Uzun Hava Şiir Makale ve Denemeler: Devrimcinin Takvimi (1962)Ya Bağımsızlık Ya Ölüm (1964)Köy Öğretmenine Mektuplar (1964)Atatürkçü Olmak (1966)Atatürk ve Kurtuluş Savaşı (1969)Balım Kız Dalım Oğul (1971)Halk Önderi Atatürk (1972)Cumhuriyet Ağacı (1973)Sevgi Elması 1972 Ödülleri: 1965 Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü, Köy Öğretmenine Mektuplar ile.1966 Yeditepe Şiir Armağanı1970 Behçet Kemal Çağlar Ödülü, Sakarya Meydan Savaşı ile. Derleme: Şenol YAZICI Kaynak : iNTERNET

  • Emile ZOLA

    GERMİNAL * "Gücünüz yoksa makul olmak zorundasınız." Germinal'den. Dünya onu Dreyfus davasıyla tanıdı. Casuslukla suçlanan bir subayı savununca ülkesini terk etmek zorunda kaldı. İster yapısalcı ister başka türlü bakın literatürün tartışılmaz devidir ZOLA ... ve GERMİNAL de birbirinden aşağı kalmaz yapıtlarının en seçkin örneğidir. Bu Cumartesi akşamı maviSİNEMA'da bu iki NATURALİST devi tanıyacağız. GERMİNAL'in Konusu: * Etienne Lantier iş bulma ümidiyle Kuzey Fransa'da küçük bir maden kasabasına gelir. Burada açlık sınırında yaşayan işçi silahlı gücüne katılır ve onlar gibi, gün doğumundan batımına dek madende kazma sallar. Çok geçmeden zorlu koşullar karşısında işçileri örgütlemeye karar verir ve çalışma koşullarını iyileştirilmesi emeliyle bir grev tertip eder. Tüm bu negatiflikler içinde Catherine isimli bir kıza gönül vermiştir. Fakat olaylar Etienne'in istediği gibi gelişmez. Film Ekibi Claude Berri -Yönetmen Miou-Miou-Aktör Jean Carmet-Aktör Gérard Depardieu-Aktör Türler Dram Romantik Detaylar İlk gösterim tarihi:1993 Film süresi 160 Dakika Ülke 🇫🇷 Fransa Emile ZOLA * D: 2 Nisan 1840, Ö:29 Eylül 1902, Paris Zola, 19. yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Emile Zola, doğduğu yer olan Paris'te edebiyat dünyasına atıldı ve çalışmalarıyla büyük beğeni topladı. Zola Edebiyatı Zola, doğaüstü güçler ve romantik temalar yerine doğalizmin özelliklerini kullanarak gerçekçi eserler yarattı. Gerçek hayattan kesitleri eserlerinde kullanarak toplumsal sorunları ele almasıyla tanınır. Zola Kitapları Yazarın en popüler eserleri arasında 'Nana', 'Rougon-Macquart', 'Thérèse Raquin' ve 'Germinal' yer almaktadır. 'Germinal', Fransız işçi sınıfının hayatını anlatırken, 'Thérèse Raquin' adlı kitapta aşk, ihanet ve intikam konuları işlenir. Zola Filmleri Zola'nın eserleri sadece edebiyat dünyasında değil, sinema dünyasında da büyük ilgi gördü. 'Thérèse Raquin', 'Germinal', 'Nana' ve 'La Bête Humaine' filmleri, yazarın kitaplarından uyarlandı. Zola Kimdir? Emile Zola, 1840 yılında Fransa'nın Paris şehrinde doğdu. Babası, İtalyan bir mühendisti ve annesi de Fransızdı. İlk kitabı 'Les Contes à Ninon'u yayınladığında henüz 30 yaşındaydı. Zola Şarkıları Zola'nın edebi eserleriyle ilgili şarkı sözleri de ünlü müzisyenler tarafından bestelenmiştir. Örneğin, 'Germinal' eserinden esinlenerek oluşturulan 'Le Père la Victoire' şarkısı, müzik severler tarafından çok beğenilmiştir.Zola'nın eserleri, gerçekliği yansıtması, edebi değeri ve sosyal eleştirisi sebebiyle günümüzde de okunmaktadır. Eserlerinde toplumsal adaletsizliklere, yoksulluğa ve önyargılara değinmesi, okuyuculara farklı bir bakış açısı sunar.Sonuç olarak, Zola'nın yazarlık hayatı boyunca yarattığı eserler, edebiyat dünyasında iz bırakan önemli çalışmalar arasında yer almaktadır. Hem edebiyat hem de sinema dünyasında varlığı etkisini günümüze kadar sürdürmektedir. Zola Kimdir? Emile Zola, 2 Nisan 1840 tarihinde Paris'te doğdu. Babası İtalyan, annesi ise Fransızdı. İlk öğrenimini babasından özel dersler alarak aldı. Daha sonra Lycée Saint-Louis ve Lycée Sainte-Barbe okullarına devam etti. Başarılı bir öğrenciydi ve lise eğitimini tamamladıktan sonra babasının ona bulduğu bir işte çalışmaya başladı. Ancak, iş hayatı Zola'nın hayallerini süsleyen edebiyat dünyası kadar ilgi çekici değildi. 1871 yılında "Thérèse Raquin" adlı romanını yayınladı ve yazdığı kitapla büyük başarı elde etti. Bu kitap aynı zamanda gerçekçilik hareketinde bir dönüm noktasıydı. Zola, gerçekliği olduğu gibi yansıtmak isteyen bir yazar olarak tanımlandı. Zaten, gerçekliği, objektif olmayı ve doğayı konu alan romanlar yazması onu gerçekçiliğin öncülerinden biri yaptı. Zola, "Rougon-Macquart" adlı roman serisiyle de ün kazandı. 20 ciltlik bu seride, Fransız toplumunun farklı sınıflarını ve yapılarını anlatmıştır. Kitapların konusu, ahlaki ve siyasi sorunlara, baskılara ve çatışmalara odaklanıyordu. Gerçekçi tarzı nedeniyle, Zola birçok eleştiriye maruz kaldı ve hatta dönemin hükümeti onun kitaplarını yasakladı. Ancak, yazar bu duruma boyun eğmeyerek, yargılanmayı ve cezalandırılmayı göze aldı. Hatta, "J'accuse" başlıklı yazısında, Yahudi subay Alfred Dreyfus'u yanlış yere hapseden Fransız ordusunu eleştirdi ve baskılara karşı mücadele etti. Zola, 29 Eylül 1902 tarihinde Paris'te öldü. Ancak eserleri bugün bile edebiyat dünyasında etkisini sürdürüyor. Gerçekçilik hareketinin öncülerinden biri olarak, 19. yüzyıl Fransa'sının kültürel ve siyasi tarihine de büyük bir katkı sağlamıştır. Zola, Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden biridir. 19. yüzyılın gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden olan Zola, Fransız edebiyatına ve tarihine damga vurdu. Zola, gerçekliği olduğu gibi yansıtmak isteyen bir yazar olarak gerçekçilik hareketinin öncülerinden biri oldu. 20 ciltlik Rougon-Macquart serisi, Fransız toplumunun farklı sınıflarını ve yapılarını anlatarak büyük bir okuyucu kitlesi edindi. Zola, Yahudi subay Alfred Dreyfus'u yanlış yere hapseden Fransız ordusunu eleştirerek baskılara karşı mücadele etti. Zola, eserleriyle bugün bile edebiyat dünyasında etkisini sürdürüyor. Zola Kitapları Zola'nın kitaplarında, toplumsal yapıdaki adaletsizlikler ve çelişkiler, makro ve mikro düzeyde ele alınır. Söz konusu eserlerde, işçi sınıfından insanların zorlu hayatları, burjuvazi, sanayileşme, ekonomik değişimler, kötü çalışma koşulları, bürokrasi gibi birçok konu vurgulanır. Eserlerinde gerçekçi bir üslup kullanan Zola, çağının sorunlarını samimi ve sarsıcı bir şekilde işlemiştir. Kitapların sesi ve anlatımı, okuyuculara gerçekçi bir bakış açısı sunar. Bu nedenle, hem edebiyat tarihi hem de sosyoloji açısından önemlidirler. Zola kitapları, Fransa'da yayınlandıktan sonra hızla Avrupa'nın geri kalanına yayıldı ve Dünya çapında büyük bir okuyucu kitlesine ulaştı. En ünlü kitaplar arasında, "Nana", "Rougon-Macquart", "Germinal", "Thérèse Raquin", "La Débâcle", "L'Assommoir" ve "Une page d'amour" sayılabilir. "Nana", Zola'nın en ünlü eserlerinden biridir. Roman, bir Paris melodramında başlayan Nana adlı bir aktrisin hayatını anlatır. Bu eser, 19. yüzyılda Paris'in alt dünyasını, gece hayatını ve sosyal yapısını doğal bir üslupla ele almıştır. "Rougon-Macquart", Zola'nın yirmi romanlık bir serisidir. Her kitap ayrı bir hikayeyi anlatırken, karakterler birbirleriyle ilişkilidir. Romanlar aynı ailedeki farklı bireylerin hayat öykülerini ve sosyal yoksunluğu ele alır. "Germinal", maden işçilerinin zorlu koşullarını anlatan bir romandır. Zola, romanı yazmadan önce gerçek bir maden grevini araştırdı ve gerçek hayattan ilham aldı. Eser, işçi sınıfının yaşadığı çaresizliği ve insanların yoksullukla mücadelesini gözler önüne serer. "Thérèse Raquin", Zola'nın başyapıtlarından biridir. Roman, kocasını öldürmek isteyen bir kadının hikayesini anlatır. İnsan doğasının karanlık yönlerini ele alan eser, psikolojik gerilim türünde yazılmıştır. "L'Assommoir", Alkolizm konusunu ele alan bir romandır. Zola, gurme ve alcolizim hakkında inceleme yapmıştır ve bu eserinde sosyal yoksulluğu da vurgulamıştır. Kitap dönemin Fransa'sında büyük yankı uyandırdı ve bugün halen okunmaktadır. "Une page d'amour", Zola'nın en farklı eserlerinden biridir. Roman, bir yazar ve karısı arasındaki aşkı anlatır ve kent hayatına yeni bir bakış açısı kazandırır. Genel olarak, Zola kitapları, sosyal ve psikolojik temalarıyla çağının edebi akımlarına yön vermiştir. Bu eserler, Fransız gerçekçiliğinin önde gelen eserleri arasında yer alır ve sınıfsal adaletsizlik, doğalcılık ve Romantizm gibi konuları ele alır. Zola, hayatın karmaşıklığını ele alırken, insanların cesaretli ve gizemli yanlarına odaklanmayı başarır. Zola Filmleri İtalyan asıllı Amerikalı yazar Emile Zola, 19. yüzyıl Fransa'sını anlatan romanlarıyla tanınır. Ancak Zola aynı zamanda sinema sektörüne de büyük etki yapmış bir yazardır. Kendisi aynı zamanda senarist ve yönetmenlik yaparak, kendi eserlerini sinemaya da uyarlamıştır. Bu yazımızda Zola filmleri hakkında bilgi vereceğiz. Germinal (1963): Zola'nın 1885 yılında yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan bu film, Fransa'da maden işçilerinin yaşamlarını anlatır. Film, madencilik sektöründe çalışan işçilerin zorluklarını, yoksulluklarını ve grevlerini ele alır. Filmde, Gerard Depardieu başrol oynamaktadır. Nana (1926): Zola'nın 1880 yılında yazdığı Nana romanı, bir hayat kadınının ve onun varoş hayatının hikayesini anlatır. Roman, geniş bir yelpazede insan ve karakterlerini içerir. Film, Roman Polanski tarafından yönetilmiştir ve Anna Karina başrol oynamaktadır. La Terre (1921): Zola'nın aynı adlı romanından uyarlanan film, kırda yaşayan çiftçilerin yoksul yaşamlarını anlatır. Film, Zola'nın gerçekçi ve sosyal adalet konularındaki fikirlerini yansıtır. Yapımcılığını Abel Gance'in üstlendiği film, Renee Jeanne Falconetti ve Armand Bour'da başrol oynamaktadır. Zola filmleri, sadece tiyatro sahnesinde değil sinemada da etkisini gösteren devrimci bir yazarın akıllara yatan eserlerini yansıtır. Zola, gerçekçi hikayeleri, geniş kitlelere ulaşarak, insanların sorunlarını ve zorluklarını anlamalarına yardımcı olurken, aynı zamanda sinema sektörünün de ilgi odağı haline gelmiştir. EMİLE ZOLA ve çocukları Derleme: Şenol YAZICI, KAYNAK ; İNTERNET

  • KANSU Şiir Ödülü Gülümser ÇANKAYA'nın

    2024 yılı Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü kazanan şair açıklandı. Seçici kurul, Gülümser Çankaya'nın Epikiriz adlı yapıtını oybirliğiyle ödüle uygun buldu. 1986'dan bu yana verilen Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü 2023 yılında 'Karakırmızı' adlı dosyasıyla Ertuğrul Özüaydın kazanmıştı. GÜLÜMSER ÇANKAYA KİMDİR? Tarım teknikeri olan Gülümser Çankaya, uzun yıllar Tarım ve Orman Bakanlığı'nda çalıştı. Alanya'da çıkan Etken ve Şiirsaati dergilerinin kurucusu ve yayın yönetmeni oldu. Sunullah Arısoy şiir ödülü ve Vecihi Timuroğlu özel ödülüne değer görüldü. Denizden Sonra, Soğuma, Sebep, Mektupta Şiir Var, Epikriz adlı yapıtları kitaplaştırıldı.

  • FÜRUĞ FERRUHZAD

    Nurten B. AKSOY * GÜNEŞ DOĞUYOR / Füruğ Ferruhzad * Bak nasıl içinde gözlerimin Eriyor damla damla keder Karanlık ve isyancı gölgem nasıl Tutsağı oluyor güneşin Bak Yok oluyor tüm varlığım ve beni İçine alıyor bir kıvılcım Fırlatıyor taa doruklara Bak nasıl Sayısız yıldızla Doluyor gökyüzüm benim Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan Ve kokular ve ışıklar ülkesinden Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte Fildişi, bulut ve kristal Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum Götür şiirlerin ve coşkuların kentine Yıldızlarla dolu bir yol, beni götürdüğün Çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek Bak Nasıl yandım ben bu yıldızlarla Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi Yıldızlar topladım Eskiden ne kadar uzaktı toprak Gökyüzünün mor köşelerine Yeniden duyuyorum şimdi Senin sesini Karlı kanatlarının sesini meleklerin Bak nerelere ulaştım sonunda ben Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi Yıka beni dalgaların şarabıyla İpeğine sar beni öpüşlerinin İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde Bırakma artık beni Beni yıldızlardan ayırma Bak tam karşımızda gecenin mumu Damla damla nasıl eriyor Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla Gözlerimin simsiyah kadehi Senin ninnilerini dinlerken Ve bak nasıl Şiirlerimin beşiğine Sen doğuyorsun, güneş doğuyor... (Türkçesi: Onat Kutlar-Celal Hosrovşahi) Füruğ Ferruhzad ( D. 5 Ocak 1935-Ö. 13 Şubat 1967 ) Biz de " Kuş ölür, sen uçuşu hatırla " dizeleriyle herkesçe bilinen, yaşamı ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad, kadınların sorunlarına da değindiği yapıtlarıyla şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca şiirlerinde İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. 5 Ocak 1935'te Tahran'da dünyaya gelen Furuğ Ferruhzad, mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar okuduktan sonra kız sanat okuluna gider. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrenir. Füruğ, 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şapur ile evlenir. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam eder. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār dünyaya gelir Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında eşinden ayrılan Füruğ, mahkemenin Kāmyār'ın velayetini babasına vermesinden sonra oğlunu bir daha göremez. Eşinden ayrıldıktan sonra yaşamını yazarlık, gazetelerde editörlük yaparak kazanmaya başlayan Füruğ, İbrahim Gülistan’la tanışır ve sinemacılığa başlar Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yapar. 1962 yılında yaptığı belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filimler Festivalinde birincilik kazanır. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya'da düzenlenen Ober Havzen Film Festivalinde en iyi film ödülünü alır. Düşünceleri ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad’ın kadınların sorunlarını ele aldığı şiirleri ve fikirleri şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. Kadınların daha iyi koşullarda bir yaşama kavuşmasını ve medeni haklar elde etmesini savunur. Şair, Şah Döneminin despotluğuna da karşı çıkar, bazı şiirleri kimi zaman erotik bulunduğu için de sürekli eleştirilere maruz kalır. 13 Şubat 1967'de geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren Ferruhzad ile ilgili, birisi Unesco diğeri Bernardo Bertolicci tarafından olmak üzere 1962 yılında iki belgesel film hazırlanır ve yayınlanır. Çağımız İran şiirinin önde gelen kadın yazarlarından olan Furuğ Ferruhzad ilk şiirlerini İlkokulu bitirdiği yıllarda yazar. Gazel türü bu şiirlerin ardından İlk şiir kitabı “Tutsak”, bir yıl sonra da kocası Pervez Şapur’a ithaf ettiği “Duvar” adlı kitapları yayınlanır. "Yeniden Doğuş" adlı kitabıyla şiirinde zirveye ulaşan Ferruhzad’ın şiirleri ölümünden sonra” Soğuk Mevsim” adı altında bir kitapta toplanır. DERLEME: Nurten B. AKSOY

  • KAPILAR

    Fuat ÖZGEN * Benim dünyam deriz Kapısını açar gireriz, yaşar, sonra da çekip gideriz Bâd-ı sabâdan başkaları da açsın isteriz kapımızı Sorsunlar dileriz halimizi, hatırımızı Yoksulsak olur kapılar taş duvar Varsılsak açılır sonuna kadar Bozuk olursa devletin yapısı Kapanır yüzümüze hizmet kapısı Sevgi ile açılır gönül kapımız Etrafı aydınlatır mutluluğumuz Yaşarken baharda, yazda, kışta Cennete, cehenneme açılır kapımız bu akışta Dostu el kapısında ararız da Dönüp bulunca şaşarız kendi kapımızda Bir kapı kapanırsa bin kapı açılır derler Biri bize denk gelir mi bilemem

  • DEĞİŞİM SANCISI

    Niyazi UYAR * İlk gençlik yıllarımda, iyiden iyiye politize olmuştum, çağdaşlarım gibi. Sağcısı solcusu, “bu ülke nasıl kurtulur, insanımız daha iyi şartlarda yaşar, yoksulluğu nasıl yok ederiz, gelir adaletsizliğini nasıl ortadan kaldırabiliriz…” Durmadan okuyorduk, hem de ne okuyuş, okurken notlar alıyorduk, arkadaşlarımızla sık sık bir araya gelip fikir tartışmaları yapıyorduk. Diyalektik ve Tarihi Materyalizm, Faşizme Karşı Bileşik Cephe, Bir Adım Geri İki Adım İleri… Kapital size uygun değil, gelecekte okursunuz derlerdi bu yola erken çıkan İbrahim Demir’ler, Orhan Erdal’lar, Mehmet Çakır’lar, Ali Rıza Özmen’ler… Toplum Düzenleri, dikkatle okunması gereken baş ucu kitaplarımızdandı. Ne bellemiştik, değişim: İlkel komünal toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum ve nihayet komünist toplum. Böyle olacak, toplumlar bu aşamalardan geçerek en paylaşımcı, en özgürlükçü toplum düzenine varacak diyorduk. Ne diyorduk, öyle bir düzen kurulacak ne savaş olacak ne sömürü. İnsan, insan gibi yaşayacak, hiç kimse açta açıkta kalmayacak… Biz hakça, insanca yaşayacağımız bir düzeni, bir gün mutlaka kuracağız… Şimdi ben bunları neden yazdım, anlatmaya çalışayım, dilim döndüğünce, okuduklarım belleğimde kaldığı kadarıyla ve aklım yettiğince... İlkel komünal toplum yaşandı bitti. Feodal toplumun izleri olsa da o da geride kaldı. Kapitalist toplum. İşte o en azgın bir şekilde hem de en vahşice yaşanıyor, daha ne kadar yaşanır, görünürlerde bir emare göremiyorum. Sermaye için insanlık alemine kapkara bir hayat bırakıyorlar, kendi çocuklarını hatta torunlarını bile düşünmeden. Sermaye denilen şey, insana insanlığını unutturan en aşağılık metadır… Değişim böyle olacak, nihai hedef en güzele, en inancasına ulaşmaktır. Dünya değişiyor, her şey değişiyor; hem de öyle bir değişiyor ki, tanık olduklarımdan dişe dokunur mu, dokunmaz mı bilmem, ben yine de bir şeyler anlatmak isterim. Dünya değişiyor, hem de nasıl? Dünya baş döndürücü bir hızla değişiyor derlerdi ya, ben itibar etmezdim… Doğa değişiyor, insan değişiyor, insanın huyu suyu değişiyor; bakın anlatayım: Değişim, ileriye, hep güzele doğru olunca bir anlam ifade eder. Zaten sözcüğün ruhunda bu vardır. Değişmek, gelişmektir, ilelemektir. İnsanoğlu tarih sahnesinde yerini almasından beri hep böyle olmuştur. Mesela ilk insanın yaşamını gözümüzün önüne getirelim. Görürüz ki, insan var olmak için, yaşamak için hep bir mücadelenin içinde olmuş, hep savaşmış. Değişimin ruhunu ortaya koymaya çalışırken, insanın düşünce ve yaşayış olarak da ileriye doğru evrildiğini görürüz. Fakat bazı insanlar, hatta bazı devletlerin aydınlık yüzlerinin kapkara karardığını görürüz. Bu durum eşyanın da diyaletiğin de ruhuna aykırıdır. Mesela İran, mesela Afganistan, mesela Pakistan... Bu ülkelerin bin dokuz yüz ellilerdeki fotoğraflarına şöyle bir bakalım. Bu aydınlık yüzlü insanların ülkeleri kapkara kararmış. Ya bizim "yetmez ama evetçi'lerimiz." Bu sayın ahalimiz, aydınlıktan, devrimden yana değil miydi? Kendi düşünceleriyle taban tabana zıt olan siyasal islamcılara payanda olup cehenneme giden yolun taşlarını döşemediler mi, bu örnekler değişimin sancısı değil de nedir? ... Bir yıldan fazla bir zamandan beri İzmir’e gitmiyorum. Hafta sonunda, yurtdışında çalışan oğlumu havaalanına götürdükten sonra arabamı Metro Bölge Durağına yakın bir yere zor bela park ettim. Başımı sağa, sola, öne arkaya çevirip yollara bellere, insanlara, evlere baktım pür dikkat! Yirmi beş yılım geçen Bornova sokaklarında tanıdık bir simaya tesadüf edemedim. Her yer araba, yolların sağı solu çivileme araba dolu. Üzerinden üç yıldan fazla zaman geçen İzmir depremi ile yıkılan evler, ağır hasar alıp boşaltılan apartmanlar ve selamsız sabahsız geçip giden insanlar… tam manasıyla yaban olmuş bana… Metroya binip Çankaya’daki Bitpazarına gitmekti amacım. Ben İzmir’de iken yedi dakikada bir gidip gelen metro seferleri üç dakikaya indirilmiş, makinalara birer vagon daha eklenmiş. Yalnız rüzgârlı havasında değişen pek bir şey olmamış. Çankaya metrosunda yürüyen merdivenle yer üstüne çıkar çıkmaz, yüzüme, gözüme çarpan rüzgâr yine öyle deli deli esip durmakta, hoş geldin sefa geldin dercesine. Her yerden insan fışkırıyor, telaşlı telaşlı da bir yerlere yetişmeye çalışmaktalar sanki. Üç dakikada bir gidip gelen metro oradan oraya insan taşıyor boyuna. Binlerce insan günün her saatinde oradan oraya taşınmakta nereye, ne için gittiğini bilmeden. Hızlı hızlı, adeta koşarcasına birbirlerine çarpa çarpa yürüyen insanlar, bir şey olmamış gibi devam edip gitmekteler yollarına. Metro istasyonlarının girişinde çıkışında dilencilik yapan başka başka milletlerin vatandaşları. Kara uzun sakallı şalvarlı erkekleri, kara çarşaflı kadınları, yanlarında pes perişan sabi sübyanları… Sokakların rengi değişmiş, İzmir sokaklarının rengi değişmiş, İzmir yabancılaşmış, İzmir sokakları renk değiştirmiş; tanıdığım bildiğim İzmir bu değil! Allah allah canlarım, cankuşlarım, nedendir bilinmez hiçbirine tesadüf edemedim. Hepsinin mi işi çıkmış? Anladım, bazılarının işi gücü olsa bile yirmi beş yılda binlerce öğrencim oldu, hiçbirine mi tesadüf edemem, adeta zemheride sinek olmuşlar; yoklar! Çankaya Bitpazarında dolaştım, dolaştım, gözüme yarayan hiçbir şey bulamadım. Aslında bir tamir işim vardı, yaptırayım dedim. Hayret bir şey, o ne, tamiri, yenisinden daha pahalı, hem de güvencesiz.  “Geç geç dedim kendi kendime git yenisini al,” deyip vaz geçtim. Çankaya’da arabada simit satan simitçiden bir İstanbul simidi alıp açlığımı yatıştırayım dedim. İstanbul’dan tadı damağımda kalan yarım örgülü simitleri severim, ona sebep bir İstanbul simidi aldım. Yarım ekmek tavuk dönerin içine jilet kalınlığında, iki üç dilim tavuk döneri yüz lira; hey babam, Türkiye uçuyor, kanatsız manatsız. Uç babam uç! Eskiden terk biletle, doksan dakikalık zaman içinde ücret ödemediğin toplu taşıma aktarma ücretine yüzde elli zam gelmiş. Bölge durağında inip ihtiyaç molası vereyim, hem de orada olabileceğini, tahmin ettiğim Orhan Can’ı, Fiko’yu, Üçler Beler’i (Beşler’i. Beşleri ben eklerim onunla her konuşmamda.) görürüm,” dedim. Baktım, Orhan Can, okey oynuyor, selam verip masasına yancı olup oturdum. Hoş beşten sonra, Orhan Can oyunu bir arkadaşına devretti. Bir yarım saat söyleştik, oradan buradan. Hatta Orhan Can, bir öğretmenin, (üstelik pozitif ilimler(!) öğretmeni) BAL Grubundaki paylaşımını gösterdi. Pozitif ilimler öğretmeni(!) Ahzap suresinin İngilizce paylaşımını yapmış. Gök görmediğin bir oğlu olmuş da şeyini koparıp atmış ya. Bu pozitif ilimler(!) öğretmeni Ahzap suresinin İngilizce ’sini yazabiliyormuş baksen(!) aferin ona Bir Orhan Can, bir ben anlatırken, zaman da rahvan atını tırısa kaldırmış geçip gidiyor. Orhan Can’a, “Bu çantalar burada dursun, lavaboya gideyim, dönüşte de Fiko ile Üçler Beşler’e merhaba diyeyim” diyerek kalktım. Lokalde emekli eğitimcilerle yarenlik, yoldaşlık eden öteki meslek gruplarından insanlarda olur. Oyunlar başladı mı, en sakinleri bile yenilince, kâğıdı gelmeyince gözlerinden ateş çıkar.  Kimi masalarda oyunlar sakin sakin oynanırken bazı masalara hararet hâkim olmuştur. Briç oynayanlar kendilerini ayrıcalıklı sayarken, avamın oynadığı okey ve öteki kâğıt oyunları yurdum insandan manzaralardır. İlk kez ortaokul yıllarında Fen Bilgisi Öğretmenim Kemal Hortaşlı’dan değişim nedir sorusuna aradığı yanıtla öğrenmiştim, değişimin en güzel, en isabetli tanımını. “Doğada her şey değişir, değişmeyen tek şey her şeyin değiştiğidir.” Hakikaten her şey değişiyormuş, diyecektir kısrak yürüyüşlü, çekinik duruşlu, ressam yoldaşım. “Senin bildiklerin bardak oldu, değişmez mi hiç, diyecektir, Kıymetlim! Değişmez mi diyecektir, Meşeli Tepenin Mavilisi… Ne demişti Kendirli Pehlivan, “Ohooo, köçekler oynadı geçti!” Gördüm, köçekler oynayıp geçmiş, eski çamlar bardak olmuş! Ne dersen de nereden bakarsan bak. Akşamdan sabaha değişmekte olan doğanın -göya- en üstün, en akıllı yaratığı akşamdan sabaha kırk dona girermiş tanık oldum … Yaşadım gördüm, geçirdim, onca şeye tanıklık ettim. Dünyanın dönüş hızı mı arttı nedir. İnsanlardaki değişimi yakalamak olası değil. Dünün keskinden keskin solcuları, karşı sahile geçmiş, sapa sap olmuşlar bile. Bundan sonra akşamdan sabaha her şey değişecektir. Bir bakmışsınız, akşam kahvede okey oynadığınız arkadaşınız 90- 60- 90 olmuşsa, Orhan Veli’nin,” Gemlik’e doğru denizi görürsen, sakın şaşırma,” dediği gibi bizde değişen ne olursa olsun, şaşırmayalım!

  • Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşımız

    Nurten B. AKSOY * Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında İstanbul’da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde dünyaya gelir. Annesi Emine Şerif Hanım; babası ise Fatih Cami medresesi hocalarından Mehmet Tahir Efendidir. İlköğrenimine Fatih’te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başladıktan sonra ilkokul bölümüne geçer ve babasından Arapça öğrenmeye başlar. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde devam ederken bir yandan da Fatih Camisinde Farsça derslerini takip eder. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada büyük başarı göstererek hep birinci olur. Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl! Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl. Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesinin medrese öğrenimi görmesi konusundaki ısrarına rağmen, babasının desteği sonucu 1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydolur. 1888’de okulun yüksek kısmına devam ederken babasını kaybeder ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması, aileyi yoksulluğa düşürür. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bırakır. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydolur. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım. Okulu bitirdikten hemen sonra o dönemin Ziraat Bakanlığı’nda memuriyete başlar. Memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulunur. Bu sayede halkla yakın temas kurarak, onları yakından tanıma fırsatı bulur. 1898 yılında İsmet Hanım’la evlenir; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya gelir. Mehmet Âkif, bir yandan memurluk yaparken edebiyata olan ilgisini de şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürür. Resimli Gazete’de, Servet-i Fünûn Dergisi’nde şiirleri ve yazıları yayımlanır. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde kompozisyon, sonra Çiftçilik Makinist Mektebi’nde Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atanır. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, "Medeniyyet" dediğin tek dişi kalmış canavar? II. Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye yapar. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkarak, “sadece iyi ve doğru olanlarına” şeklinde yemini değiştirir. II. Meşrutiyet’in Âkif’in hayatında en büyük etkisi, Meşrutiyet ile birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştur. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları birkaç gazetede yayımlandıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara veren Akif, Meşrutiyetin ilanından sonra, 1908’de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı olur. Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki belki yarından da yakın. 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden yayın bölümünde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalışır. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırır. Balkan Savaşı’ndan sonra, yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrılır. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ndeki görevine devam eder. Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. Mehmet Âkif, Berlin’de görevliyken tüm dehşetiyle süren Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri heyecanla takip eder. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini ise Arabistan’da iken alır. Bu haber karşısında büyük coşku duyar ve “Çanakkale Destanı” adlı ünlü şiirini yazar. Türk halkının Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak direnişe geçtiği dönemlerde bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir’e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağanos Paşa Camisinde çok heyecanlı bir hutbe verir. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verir, konuşmalar yapar ve İstanbul’a döner. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Ancak Mehmet Âkif, Kurtuluş Savaşı’na verdiği bu destek yüzünden görevinden alınır ve oğlu Emin’i yanına alarak Anadolu’ya geçer. Sebil-ür Reşad Dergisi’ni Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan davet gelmiştir. TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya varır. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katılır. TBMM’nin açılışından sonra Atatürk’ün isteği ile Burdur milletvekilliğine aday olur ve seçilir. 1921’de Ankara’da Taceddin Dergahı’na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam eder. O dönemde Yunanlıların Ankara’ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri’ye taşımak için hazırlık vardır. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara’da kalınmasını, Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerir; teklifi tartışılıp kabul edilir. Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. 1921 yılında zamanın Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey, Akif’i ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna eder. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, konulan para ödülünü almamak koşuluyla katılır. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü ulusal marş olarak kabul edilir. Âkif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dâr-ül Mesai vakfına bağışlar. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım; O zaman yükselerek arsa değer belki başım. 1926-1936 yılları arasında Mısır’da yaşayarak Kahire'deki bir üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verir. Bu arada siroz hastalığına yakalanır. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döner ancak iyileşemez. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanında hayatını kaybeder. Edirnekapı Mezarlığına gömülür. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal! Şiir yazmaya öğrencilik yıllarında başlayan Mehmet Akif “Sanat toplum içindir” ilkesine bağlı kalmış. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak halkın dert ve sıkıntılarını anlatan manzum hikâyeler yazmıştır. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başlayan şairin ilk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne” başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül” adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşımızı yazarak İstiklâl Savaşı’nı anlatan Mehmet Akif, eserlerini “Safahat” adlı kitapta toplamıştır. Saygıyla anıyoruz…

  • Ağaçlar ve Onlara Yazılmış Şiirler

    Nurten B. AKSOY * Uzun ve soğuk süren bir kıştan sonra yavaştan baharın kokusu gelmeye başladı. Çok geçmez ağaçlar yeşermeye, renk renk çiçeklenmeye başlar. Baharlarda hayranlıkla seyrettiğimiz ağaçlar, sıcak yaz günlerinde de gölgesinde nefesleneceğimiz sığınaklarımız oluyor… Peki yaşamın imgesi olan ağaçları günümüzde ne kadar önemsiyor ve koruyabiliyoruz. İşte bu sorunun cevabı çok da iç açıcı değil…Kimi zaman ağaçlar için canlara kıyılırken, pek çok zaman da ağaçlara kıyılıyor hiç acımadan… Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında şehir mimari yapılarla adeta yeniden inşa edilir. Fakat bir şehre huzuru getiren, göz zevkini okşayan doğadan, yeşilden yani ağaçtan yoksundur İstanbul. Fatih, İstanbul’un tam bir medeniyet şehri olmasını ister. Bu nedenle yeşille, doğayla barışmalıdır şehir. Birçok yere ağaçlar dikilir. Cihan padişahı ağaca o kadar önem verir ki kanunnamesinde “Ormanımdan ağaç kesenin başı kesile!” diye ferman buyurur. Oysa artık şehirler kurulup yeniden imar edilirken ne yazık ki ilk yok edilenler ağaçlar oluyor. Bazen bir köprü, bazen bir AVM, bazen bir site yapmak için ya da yeni yollar açmak adına binlerce ağaç bir kalemde kesiliveriyor. Çocuklarımıza “yeşil bir dünya” yerine betonlaşan şehirler bırakıyoruz artık. Koruyup kollayamadığımız o yemyeşil ulu ağaçları hiç olmazsa biz de efsanelerle, şiirlerle anlatalım istedik… Ağaç Olsam İnsan değil de ağaç olsam Dallarımın arasından rüzgar esse Yapraklarım, çiçeklerim meyvelerim olsa! Mevsimleri yaşasam… Köklerimle toprağın derinliklerine sarılsam. Kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar… Böcekler, karıncalar yollansalar içime… Çürütseler oralarımı, Ballarım, sakızlarım olsa Gövdeme bir insan yaslanıp uyusa… Ben bunları hiç bilmesem, sadece ağaç olsam… Erkan Oğur Efsanelerden modern edebiyat yapıtlarına taşan imgelerden biri olan ağaç, çoğunlukla da hayatla özdeşleştirilir. Ağaç yaşamak demek, ölümsüzlük demek, aile demektir. Faulkner bu yüzden anlattığı ailelerin bahçelerindeki ağaçlardan bahsetmeye zaman ayırır; Giono bu yüzden ağaç eken insanları anlatan kitaplar yazar; eski efsaneler bu yüzden dünyadaki bütün yaşamı dallanıp budaklanmış bir ağaçla sembolize etmişler. Ağacın kökleri derinlere iner, dalları ise göğe uzanır; iyi de hikâyesi nerede başlar? Ağacım Mahallemizde Senden başka ağaç olsaydı Seni bu kadar sevmezdim. Fakat eğer sen Bizimle beraber Kaydırak oynamasını bilseydin Seni daha çok severdim. Güzel ağacım! Sen kuruduğun zaman Biz de inşallah Başka mahalleye taşınmış oluruz. Orhan Veli Bilinen ilk yazılı destan olan Gılgamış’ta (MÖ 2700) ağaçların baş tacı edildiğini görürüz. Kahramanın yolculuğu ağaçlar altında başlar ve ender bulunur meyveler veren ağaçların altında sona erer. Böylece dünyanın sınırları tanımlanmış olur ağaçlarla. Yani her şey ağaçla başlayıp, ağaçla biter. Zerdali Ağacı Havalar güzel gidiyor Sen de çiçek açtın erkenden Küçük zerdali ağacım Aklın ermeden Bak kurt gibi kalın yapılı Görmüş geçirmiş ağaçlara Küçük zerdali ağacım Pişman olursun sonra Şimdi okşar gibi hafif hafif Bir gün yerden yere çalar rüzgar Küçük zerdali ağacım Bakma güzel gitsin havalar Sallansın dalların çocuklar gibi Bakma güneş ısıtsın varsın Küçük zerdali ağacım Sonra donarsın Zemheride bahar mı olur Akşamları seyret anlarsın Sakın erkenden çiçek açma Küçük zerdali ağacım… Cahit Külebi Mısır mitolojisinde, hayat ve ölümün, İsis ve Osiris’in hikâyesinde de önemli rol oynar ağaçlar. Osiris öldüğünde, cesedi bir akasya ağacının dibine sürüklenir, aşkını hayata döndürmeye çalışacak olan İsis onu orada bulur. Kavaklar Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar… Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omuzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar… Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar. Metin Altıok Uzakdoğu da atlamaz hayat ağacını. Taoizm’de üç bin yılda bir, yiyeni ölümsüz kılan bir meyve veren ağaçtan bahsedilir. Çinliler bronz ağaçlar yaparlar, insanoğluna ölümsüzlüğü sunan hayat ağacını onurlandırmak için. Kuzey Amerika Kızılderili mitolojisindeki ağaç ise şöyle; Efsaneye göre hamile bir kadın cennetteki hayat ağacının dalına çıkıyor ama dengesini kaybedip düşüyor, kendini sonsuz denizde buluyor. Bir kaplumbağa kurtarıyor onu. Kadın da düşerken elinde kalan dal parçasını ekiyor kaplumbağanın sırtına. Böylece dünya doğuyor (İşte size kaplumbağanın sırtındaki dünya efsanesi). Sitem Önde zeytin ağaçları arkasında yar Sene 1946 Mevsim Sonbahar Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim Dalları neyleyim Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim Yar yar… Seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar Değirmen misali döner başım Sevda değil bu bir hışım Gel gör beni darmadağın Tel tel çözülüp kalmışım Yar yar… Canımın çekirdeğinde diken Gözümün bebeğinde sitem var Bedri Rahmi Eyüboğlu Bir de meşhur bilgi ağacı var haliyle, Havva’nın dalındaki elmayı koparıp Adem’e verdiği, Adem’in de elmasını yiyerek hepimizi cennetten sürdürdüğü. Tekvin’e göre “günah” bile o elmadan doğmuştur Arkadaşım Badem Ağacı Sen ağaçların aptalı Ben insanların Seni kandırır havalar Beni sevdalar Bir ılıman hava esmeye görsün Düşünmeden gelecek karakış… Açarsın çiçeklerini Bense hayra yorarım gördüğüm düşü… Bir güler yüz bir tatlı söz Açarım yüreğimi hemen Yemişe durmadan çarpar seni karayel Beni karasevda Hem de bilerek kandırıldığımızı Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza Koo desinler bize şaşkın Sonu gelmese de hiçbir aşkın Açalım yine de çiçeklerimizi Senden yanayım arkadaşım Havanı bulunca aç çiçeklerini Nasıl açıyorsam yüreğimi… Belki bu kez kış olmaz Bakarsın sevdan düş olmaz Nasıl vermişsem kendimi son sevdama Vur kendini sen de bu güzel havaya… Aziz Nesin Hayat ağacı, insanın cennetten atılışına vesile olur olmasına, ama böylece dünyada yeni bir hayat başlar. Sadece bu efsanenin ve hayat ağacından/bilgi ağacından gelen o elmanın edebiyattaki yansımalarını yazmaya kalksak, sayfalar yetmez konuyu tamamlamaya. Mark Twain’in alaycı Adem’in Günlüğünden Notlar’ı mı dersiniz, Milton’ın Kayıp Cennet’i mi? Ceviz Ağacı Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda, Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, Koparıver, gözlerinin gülüm, yaşını sil. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a. Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında. Nâzım Hikmet Antik Yunan ve Roma da geri kalmaz ağaçları taçlandırmakta elbette. Peki, Ovidius’un Dönüşümler’ine ne demeli? Kurtuluşu ağaca dönüşmekte bulan kızın hikâyesini hatırlatalım, unutmuş olanlara: Güneş Tanrısı Apollon bir peri kızına âşık olur ama kız istemez onu… Tanrı bu, bırakır mı peşini, kovalar kızı nereye giderse. Sonunda kız yalvarır tanrılara kendisini kurtarmaları için ve kıza acıyan tanrılar da defne ağacına dönüştürürler onu. Apollon’un da başına defne dallarından bir taç takmakla yetinmesi gerekir kızı elde edemediği için. Rüzgarlı Meşe Güneşe benzediğin, ısıttığın, güzel Günlerdi onlar, getirdiğin mutlulukla Ağarır vaktimiz, kızarır gelincikle, Yol boyunda ballanırdı ekşi böğürtlen. Kadın, kanatlarını çırparak çığrışan Kazlarını güder, bir rüzgâr inim inim, Dumanlı bulutlarını sürerdi gökte. Kızsa parmak kadar, otların arasında Yarı beline dek gömük, çiçek toplardı. Döne döne çıkardık dağa patikadan, Omuz omza inerdik dağdan meşelerle, Ormanla sarmaş dolaş geçerdik kapıdan. Gün kavuşur, testi pencerede soğurdu. Ak bir örtü masada, bakraç, sonra yüzün Lambanın ışığında, sarı, ince uzun. Duvarda aşılmaz çitleri gölgelerin, Sarmaşığı ellerinin, kirpiklerinin, Saçlarının geceye çıkan uğultusu. Oktay Rifat Ortaçağ’la birlikte, özellikle Avrupa edebiyatında çeşitlenir ağaçlar. Salkımsöğütler ve meşeler karışır Walter Scott’ın yazdığı şövalye maceralarının arasına, “darağacı” çıkar ortaya, suçluların dallarda sallandırıldığı bu romanlardan. Hüzünlü bir hava çöker önceden hayatla özdeşleşen ağaç imgesine, ama çağ da hüzünlü bir çağdır zaten. Karlı Kayın Ormanında Karlı kayın ormanında Yürüyorum geceleyin. Efkârlıyım, efkârlıyım, Elini ver, nerde elin? Ayışığı renginde kar, Keçe çizmelerim ağır. İçimde çalınan ıslık Beni nereye çağırır? Memleket mi, yıldızlar mı, Gençliğim mi daha uzak? Kayınların arasında Bir pencere, sarı, sıcak. Nazım Hikmet 19. yüzyıldan sonra bi­raz daha çeşitlenir ağaçların rolleri. Hermann Hesse incir ağa­cının gölgesinde oturtur bilgeliği arayan Siddharta’yı; Enid Blyton çocuk kitaplarındaki en fantastik ağaçları yaratır ve çocukların ağacın tepesindeki merdivenden yeni evrenlere adım attıkları mace­ralar yazar. J. R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’nde ulu ağaçları yürütür Mordor’la yapılan savaşı kazandırmak için kahramanlarına. Bu kadarla da kalmaz Tolkien’in ağaç sevgisi: Silmarillon’a göre Orta Dünya’nın ışığı da iki ağaçtan gelir aslında… Sayıklayan Ağaç Güzü duymayagörsün ağaç, Artık her günü bir işkence; Bir hayale dalar her gece, Başında gök ürperen bir taç. Göz kırparken ona yıldızlar, Baharında sanıp kendini Çağırır eski bülbüllerini Ağaç pırıl pırıl sayıklar. Cahit Sıtkı Tarancı Bir de karakterlerini ağaçlarla tamamlayanlar var elbette. Örneğin Italo Calvino ağaçlara sığınan bir karakterde arar yanıtı: Ağaca Tüneyen Baron’u unuttunuz mu yoksa? Babasına kızıp ağaca çıkan ve bir daha inmeyen çocuğun hikâyesini? Ağaçlarda kurulacak bir devlet için anayasa tasarısı hazırlamaya kalkışını? (Hoş, belki hepimiz daha mutlu olurduk ağaç tepelerinde yaşasaydık…) Rahatı Kaçan ağaç Tanıdığım bir ağaç var Etlik bağlarına yakın Saadetin adını bile duymamış Tanrının işine bakın Geceyi gündüzü biliyor Dört mevsimi, rüzgarı, karı… Ay ışığına bayılıyor Ama kötülemiyor karanlığı Ona bir kitap vereceğim Rahatını kaçırmak için Bir öğrenegörsün aşkı Ağacı o vakit seyredin. Melih Cevdet Anday Hayat ağacının farklı çağlarda ve farklı toplumlarda karşımıza çıkması, efsanelerden hikâyelere geçmesi, şairleri ve yazarları cezbetmesi aslında kimseyi şaşırtmamalı. Hayat, kendi meyvesinden tekrar tekrar doğan bir ağaçla simgelenmeyecekti de neyle simgelenecekti sonuçta…Hayatın başladığı gibi bitmesi, hikâyenin (ister darağacı, ister öteki dünyanın yolunu gösteren bir servi olsun) yine bir ağaçla sona ermesi de şaşırtmamalı öyleyse. Çünkü hikâyeler başladıkları yerlerde biter genelde ve yeni tohumlarla geri dönerler ait oldukları yere… Not: Yazımızdaki şiirlerin altındaki ağaçları anlatan bölümler şu kaynaktan alınmıştır https://www.ekoiq.com/hayat-agaci-bilgi-agaci-daragaci/

  • JUAN GELMAN

    * “Hayatımdaki en büyük onur” diyordu Arjantinli şair Juan Gelman doğduğu mahallenin (Villa Crespo-Buenos Aires) takımı Atlanta, kulübün kütüphanesine onun adını verdiği için. Latin Amerika’nın hemen hemen bütün şiir ödüllerini alıp ardından 2007 yılında İspanya’nın en büyük edebiyat ödülü Cervantes’i onurlandıran 82 yaşında bir ihtiyar büyük şair olarak söylüyordu bunu. Sonra şaka yollu ekliyordu: “Ama bana çektirdikleri onca acıdan sonra bunu yapmaları gerekiyordu, bir tür telafi oldu.” Şair Juan Gelman’ın hikayesinin en keyifli kısımlarından biriyle gülümseyerek başlamak istedim. Juan Gelman Ukrayna göçmeni yahudi bir ailenin tek Arjantinli üyesi olarak 1930 yılında Buenos Aires’in Villa Crespo mahallesinde doğar. Ailenin diğer tüm fertleri Ukrayna’da ya da yolda doğmuştur. 11 yaşında ilk şiiri yayınlanır. 15 yaşında Komünist Gençlik Birliği’ne katılır. Üniversitede kimya okurken şair olması gerektiğine karar verir ve okulu bırakır. 26 yaşında Komünist Parti’den militan şairlerle ya da şair militanlarla “El pan duro” (Kuru ekmek) isimli şiir okulunu kurarlar. Tek ihtiyaçları “ekmek ve tüfek”tir. Okulun yayınladığı ilk ve tek şiir kitabı Juan Gelman’ın “Violin y otras cuestiones”i olur. Aynı yıllarda partinin haftalık gazetesinde gazeteciliğe başlar. Bunu özellikle belirtiyorum, çünkü Juan Gelman aynı zamanda Latin Amerika’nın en önemli gazetecilerindendir. 1967’de Komünist Parti’den ayrılıp Devrimci Silahlı Güçlere (FAR) katılır. 1975’te örgüt tarafından ülkedeki devlet şiddetini uluslararası kamuoyuna duyurması için Avrupa’ya gönderilir ancak bir kaç ay sonra Mart 1976’da darbe olur. “Diktatör Videla’nın köpekleri” ülkenin dört yanında Gelman’ı ararlar. Şairi bulamayınca Ağustos 1976’da oğlunu (20) kızını (19) ve altı aylık hamile gelinini (19) evinden alırlar. Kızı dört ay sonra bırakılır. Oğlunun kalıntıları 1990 yılında La plata nehrinin kollarından birinde bir varilin içinde bulunur. Ensesine bir kurşun sıkılmış, varile konulmuş, üzeri çimentoyla sıvanmıştır. Araştırmalar gelininin Uruguay’a kaçırıldığını, doğuma kadar yaşamasına izin verildiğini, bir kız çocuğu doğurduktan sonra katledildiğini söyler. Gelman, uzun mücadeleler sonucu 2000 yılında torununu bulur. Genç kız gerçek ailesinin soyadını taşımaya karar verir. Ama adalet kavgası asla bitmez: Gelman, halen gelininin ve Videla dikatörlüğünün kaybettiği 30.000 çocuğunun kavgasını vermeye devam ediyor. Adalet istiyor. 1997’de henüz torunu bulunmamışken verilen “Ulusal Şiir Ödülü’nü alırkenki konuşmasına “Benim için paradoksal bir durum” diye başlamış ve şairliği “belleğin gölgesinin belleği olmak” olarak tanımlamıştı. 2007’de aldığı Cervantes Ödülü törenindeki konuşmasında da belleğin sınırları olmayan engin kutsal bir alan olduğunu belirterek insanın kaçınamadığı, çağrılmadığı halde gelen ya da hiçbir şekilde uzaklaştırılamayan anılarından dem vurur ve “Antigone’ye atıfta bulunarak “ölüleri gömmenin kutsal bir hak” olduğunu söyler: Gelinini ve suçluları, adaleti arar. Şair 1975’te terk ettiği ülkesine 1988’de dönse de ancak birkaç ay kalır. Sürgündeki 13 yılını Roma’da Paris’te, Madrid’de, New York’ta ve Meksiko’da geçirmişti. 1988’den bu yana da Meksiko’da yaşıyor. Dolayısıyla, sürgün, Arjantin, Buenos Aires kaçınamadığı temalardandır. Adalet, bellek, kavga hep vardır şiirlerinde. “Ama şiirin konusu diye bir şey yoktur, her şey şirin konusudur” demeyi ihmal etmez. Ben kendi adıma Paris’teki sürgün yıllarında hayvanat bahçesindeki aslanla dertleştiği uzun şiirini bu sayfalarda aktaramadığıma hayıflanıyorum. Hep aklında taşıdığı şairlerden biri olarak andığı César Vallejo gibi o da dili eğer, büker, zorlar, araştırır.  Bugüne kadar yayımladığı yirmiden fazla şiir kitabında benim burada sizlere aktarmayı beceremediğim pek çok farklı şekilde kurcaladı bize “efendi gibi konuşun(!)” diye verilen dili. Sözcükleri birleştirerek, yeni kelimeler türeterek, bildik kalıpları kırarak denedi; sonra susarak denedi: “Şiir yalnızca söylediğini söylemez, sustuğunu da söyler” diyerek açıkladı bunu. “Çeviriler I ve II” isimli kitaplarında kendi uydurduğu Kuzey Amerikalı şairlerin şiirlerini çevirdi. “Tango” kelimesinden Gotan diye bir sözcük türetti ve doğduğu şehre, ülkesine milongalar yazdı. Beş yüzyıl öncesine giderek Sefaradi İspanyolcasıyla şiirler yazıp günümüz diline uyarladı. İspanyol mistiklerine yaklaşıp “olmayana aşkını” dile getirdi ve şöyle açıkladı durumu: “Tek fark var: onlar için olmayan şey tanrıyken, benim için adaletti.” 1978’de verdiği bir röportajda “Ben şiir yazan bir militanım” diyordu. Otuz küsur yıl sonra Arjantin’in bu yaşayan en büyük şairi, en ihtiyar militanı yazdığı binlerce dizenin ardından Meksiko’daki evinde gecenin bir yarısı sırtında hırkası ve elinden düşürmediği sigarasıyla hâlâ mırıldanıyor: “Binlerce dizeyle bile Devrim yapamayacaksın” diyor ama yine masaya oturuyor, yine -adaletin izini sürercesine- yazmaya devam ediyor. *Bu yazı, ufak tefek değişikliklerle YasakMeyve dergisinin şimdi numerosunu hatırlayamadığım bir sayısında yayınlanmıştı. Bu yazı Juan Gelman: Belleğin Gölgesinin Belleği başlığıyla Haziran 21, 2012 tarihinde takip ettiğim bu sitede yayınlanmıştır. Bu sayfaya olduğu gibi alınmıştır. Yazının aslını bu linkte bulabilirsiniz. Bu makaleyi hazırlamada harcanan emeklere saygılarımla. Devamında Juan Gelman’ın katledilen oğlunun ardından yazdığı mektubu başlıklı makale okunmalı! https://sardunyalar.com/2017/07/24/juan-gelman/ Yüreğim bir kemandı * Şairliği “Belleğin gölgesinin belleği olmak” olarak tanımlayan Arjantinli Şair Juan Gelman 16 Ocak’ta 83 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Acı ve başarılarla örülü yaşamı boyunca daha adil bir dünya ve adalet için yirmiden fazla eseri bizlere armağan eden Gelman, toplumsal belleğin toplumların gelişimi için ne denli önemli olduğunu da bizlere gösterdi. * Juan Gelman’ın bize öğrettiği bir gerçek oldu: Toplumsal belleği olmayan toplumların çağdaş ve adil bir yaşama ulaşma şansları olamaz. Keza insanı ve dünyayı derinden kavrama yetkinliğine ulaşamayanların evrenselliğe ulaşmaları mümkün değildir. Derin acıların yaşandığı bu coğrafyada acılarımızla yüzleşmenin kalıcı bir barışın anahtarı olduğu gerçeğini Juan Gelman’ı okurken bir kez daha anlıyoruz. Bir kuş gibi yaşayıp, yüreğini özgürlük şarkısını söyleyen bir keman gibi çalıştıran Gelman, hep bizimle olacaktır; neşe gibi, mutluluk gibi… Mezartaşı Yazısı Bir kuş yaşıyordu bende. Bir çiçek dolanıyordu kanımda. Yüreğim bir kemandı. Sevdim ya da sevmedim. Ama ara ara sevildim. Bana da neşe kattı: ilkbahar, tutuşan eller, mutluluğa özgü tüm şeyler. İşte böyle olmalı insan! (Burada bir kuş yatıyor. Bir çiçek. Bir keman.) https://www.evrensel.net/yazi/70476/yuregim-bir-kemandi İspanyolcanın ve Latin Amerikan’ın en önemli yazarlarından biri kabul edilen Gelman, yazmaya başladığı 1956 yılından bu yana 20'den fazla şiir kitabı yayımlamış, yapıtları 14 dile çevrilmiştir. Gelman, 2007'de Cervantes Ödülü'ne de layık görülmüştü. Derleme: Yusuf AKSOY Kaynak: İnternet

  • Mimozalar

    Fadime Y. KAROĞLU * Dalları çiçekten kaybolmuş Mimoza salkımı, Bu  kadar mı alır insanı? Alır götürür de Yıllar ötesi Nisana savurur mu? Patlamış sarıya kucak dolusu. Egeye döndürür mü? İçini kaynatarak Kollarına kavuşturur mu? Öylece kalmak ne güzeldir! Durdurup zamanı. Gözlerin dolar hatırladıkça. Sığdıramazsın En güzel köşelerine Asmak istersin... Sonrasında bir siyah çuhaya bezeyip Asarsın evinin en güzel yerine. Sevdanın andacı diye. Duvarında durur Sanki konuşur gibi! Ne vakit buz tutsa yüreğin Döner döner bakarsın Çağırır diye!..

  • KAN DÖKÜLECEK

    Upton Sinclair'ın ünlü romanı Oil; yani PETROL  isimli romanından sinemaya uyarlanan film. İMBB: 8,2 Kan Dökülecek (İngilizce özgün adı: There Will Be Blood), Upton Sinclair'ın Oil! isimli romanından sinemaya uyarlanan 2007 yapımı film. Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Paul Thomas Anderson yapmıştır. Başrolünde Daniel Day-Lewis ve Paul Dano yer almaktadır. Filmin ABD'de gösterim tarihi 26 Aralık 2007'dir. Filmin müziklerini Radiohead gitaristi Jonny Greenwood yapmıştır.[1] Film 2007 yılında En İyi Film-Drama ve En İyi Aktör-Drama (Daniel Day-Lewis) dallarında Altın Küre'ye aday gösterilmiştir.[2] 8 dalda Oscar'a, 9 dalda BAFTA'ya aday gösterilmiştir. Tarihsel Arka Plan: İlk olarak 1854 yılında kerosenden petrol rafinerisi başarı ile sonuçlanmıştır. ABD'de geçerli olan bir kurala göre, bir arazinin sahibi olan kişi, o arazide bulunan her türlü madeni çıkarma yetkisine sahipti. O tarihlerde belirli bölgelerde petrol bulunduğu söylentisi yayıldığında, para kazanma planları yapan birçok insan o bölgeye akın ediyor ve en küçük arazilerde bile olsa arama yapmaya çalışıyorlardı. John D. Rockefeller bu dönemde hem rafineri, hem demir yolu hem de boru döşeme işlerinde bütün petrol pazarını kontrolü altına almayı başarmıştı. Rockefeller, kendisinden sonra hiç kimsenin pazara girmesine ve söz sahibi olmasına izin vermemiştir. KONU Aile çiftliği arazisinde petrol çıkartma haklarını almasıyla birlikte servetini hızla katlayan bir işadamı ile (Daniel Day-Lewis), kısa sürede gelişip kalkınan kasabanın karizmatik genç rahibinin (Paul Dano) paralel öyküsü anlatılır. Güney Kaliforniya’da petrol bulunmasının ardından ortaya çıkan tablo, daha önceki yıllardaki “Altına Hücum” olgusunun eşdeğeridir. İşadamının Amerikan Rüyası kavramının farkına varması ve Amerikan Rüyası tarafından yok edilmesiyle birlikte filmin öyküsü hırs ve inançların irdelemesine dönüşür.

bottom of page