top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Sabahattin Kudret Aksal

    BİRİ VAR Biri var, durmadan beni arar, Biri var, mevsimlerdir beklerim. Biri var ki açmamış bir bahar, Göklerimde yıldız, içimde sır. Biri var ki bahtı bende yaşar, Benim çiçeklerim açar onda. Bende musiki, bende dünyalar, Biri uzakların uzağında. Havuza düşen memleketleri, Biri var ki içimde sayıklar. Yazar, şair ve senarist olan Sabahattin Kudret AKSAL, 25 Nisan 1920'de doğdu, 19 Nisan 1993'te de aramızdan ayrıldı. 25 Nisan 1920 yılında İstanbul'da doğan yazar, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde yapmıştır. İstanbul'daki farklı liselerde 1943 ile 1947 yılları arasında felsefe öğretmenliği yapmıştır. Sonraki dönemlerde ise çeşitli kurum ve kollarda müfettişlik yapmış, İstanbul Konservatuvarı ve Şehir tiyatrosunda müdürlük yaptıktan sonra Belediye Konservatuarı Estetik Ve Psikoloji öğretmenliğinden emekli olmuştur. Sabahattin Kudret AKSAL sanat yaşamında ilk şiiri 1938 yılında Varlık dergisinde, ilk öyküsü ise 1940 yılında Küllük dergisinde yayınlanmıştır...1948 yılında sahnelenen ilk oyununun adı Evin Üstündeki Buluttur. AKSAL Şiire ilgi duyduğu ilk dönemlerde, Cahit Sıtkı Tarancı'nın etkisinde kalmış, hece vezni ve uyak kullanmıştır eserlerinde. Sonrasında ise Orhan VELİ'den ve Garip akımından etkileri şiirlerine yansımıştır. OKUL DIŞI Bakın şimdi şu sayacağım şeylerin Okulu yok. Gökyüzünde rastgele bir bulut parçası için Körükörüne tutkunluğun, Ağacın birine durup dururken abayı yakmanın, Sigara içmekten Kibrit çakmaktan alacağınız keyfin, Okulu yok. Yaz geceleri cırcır böceklerini Dinlemeyi bilmenin de okulu yok. Okulu yok ekmeği peyniri domatesi Küçümsememenin, Sözün sazın oyanın yazmanın, Halisini seçmenin, Daha buna benzer nice Nice şeyin okulu yok. Ama dilerseniz hepsini öğrenebilirsiniz. Biraz çaba, Yeter Sabahattin Kudret AKSAL 1976 yılını takip eden zamanda felsefe eğitimi almış bir yazardan bekleneni yaptı ve yalın dilden ayrılmadan şiir dilinde derinlik yaratma çabasında olmuştur. Bunu yaparken de insanlar arsındaki olumlu ya da olumsuz ilişkilerden, özellikle de doğanın sunduğu zenginliklerden bolca yararlanmıştır. Sanatsal alanda yazılarının yanı sıra çevirileri de olan Sabahattin Kudret AKSAL öykü ve oyunlarında biçim arayışında olmuş ve ağırlıklı olarak insan psikolojisinden beslenmiştir. BİR YÜREKTEN BİR YAŞAMDAN Bir hoşsohbet akşamımda Varsam dizinin dibinde dursam Yaşamış, sineye çekmiş Ve galiba yıkılmamış insanlar olarak Bir yeni varışa doğru koşar adım giderken Ne topraktan ayrı, Ne dönen devrandan uzak. Uzak yakın yaşadığımız zamanların Cümlesini alıp karşımıza Şöyle bir defa daha baksak. Nice zamandır insanoğlunu Bir, başka dünyalara doğru çekip, Bir kendi dünyasında içe dönük bırakan O iç sıkıntılarına benzer şeyin adı saadettir. Belki bahtiyar bir nefes almak zor değil ama Bırakıp kaygısını geçmiş ve gelecek günlerin Şu senin duyar yüreğini Bu benim içimdeki insanı Görmezlikten gelmek zor. Bir bakar mısın pencerenden Akan suyun parıltısı neler söylüyor.. Duyar mısın, Geçip gidecek olan nedir bugünden, Nedir ki geçip gideceğe benzemiyor. Bu şiiriyle, ruhundaki dehlizlere sürüklüyor Sabahattin Kudret AKSAL, içsel bir bakış ediniminin yanında, belki de aldığı eğitim gereği, yaşama dair felsefi bir anlam kazanımına çağırıyor okuru. 19 Nisan 1993'te yaşama veda etmiştir. ESERLERİ Şiir: Şarkılı Kahve (1944) Gün Işığı (1953) Duru Gök (1958) Bir Sabah Uyanmak (1962, ilk iki kitabın birlikte basımı) Elinle (1962) Eşik (1970) Çizgi (1976) Şiirler (1979, toplu şiirler) Zamanlar (1982) Bir Zaman Düşü (1984) Şiirler (1988, toplu şiirler) Buluşma (1990) Batık Kent (1993, ölümünden sonra, son şiirleri) Öykü: Gazoz Ağacı Oyunlar: Evin Üstündeki Bulut (oynanışı: 1948) Şakacı (1952) Bir Odada Üç Ayna (1956) Tersine Dönen Şemsiye (1958) Kahvede Şenlik Var (1966) Kral Üşümesi (1970) Bay Hiç - Sonsuzluk Kitabevi (1981) Önemli Adam (1983) Deneme: Geçmişle Gelecek (1978) Ayrıca, Paul Éluard ve Charles Baudelaire'den şiirler çevirdi Ödülleri: 1999 İstanbulu dinliyorum 1955 Sait Faik Faik Armağanı Gazoz Ağacı'yla (Haldun Taner ile haylaştı) 1957 Türk Dil Kurumu Ödülü Yaralı Hayvan ile 1965-1966 Ankara Sanatsevenler Derneği ödülü Kahvede Şenlik Var ile 1980 Yeditepe Şiir Ödülü Şiirler ile 1980 ve 1987 Avni Dilligil Tiyatro ödülleri 1985 ENKA Öykü Ödülü "Vav'lar" ile 1990 Sedat Simavi Ödülü 1990 Kültür Bakanlığı Tiyatro Onur Ödülü 1992 Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Derleme: Aycan AYTORE

  • YENİDEN

    Yusuf AKSOY * Hayat bu durulmasa da hız keser ancak fırtınalara benzer kuytudadır her daim ne güzel sinsi bekleyiştir o kibele yağmurları gibi sessiz akşamüstlerinde hüzünse hep güleç başköşe misafiri ama yürek bırakmaz elini yapışmıştır yakasına bir kez us uslanamaz gönül yorulmaz aşktan ve mevsim sonlarında aşk ve kavgadan damıtılan hayatın toplamındaki gülüşler kalır geriye ne kalır dersen bizden gece de nedir! sabah öncesi değil mi? ışığın izindedir tüm beden bahar dalları yüklüdür kar altında çıplak ağaçlar öyleyse tükensin umutsuzluk! meydanlar dost yüzleriyle dolsun patika yolları şehre uzansın fabrika yolları ve okul yolları meydanın orta yeri olsun orta yerde tek kalmasın sevgilinin vazgeçilmeze bakışları bitsin! güneşe hasret bitsin! bitsin zulüm börtü böceğe yeşile, kadına, çocuğa ve nasırlı ellere gün görmemiş yüreklere esmer günler kaybolmadan yarım kalan aşklar için yeniden çıkalım sokaklara siren seslerini bastıran kanatlanmış güvercin inadında bitsin güneşe hasret terke zorlanan aşkın düşürülemeyen şarkılarıyla yeniden sokaklara

  • NİSAN BİR

    Nurten B. AKSOY * Bugün 1 NİSAN… Bir zamanlar her 1 Nisan’da olduğu gibi ülkemizde de insanlar, özellikle gençler ve çocuklar küçük şakalar ve hilelerle birbirlerini kandırmaya, güldürmeye çalışırlardı. Hatta bazı ciddi yayın organları bile yapacakları minik “yalan” haberlerle bu güne renk katarlardı. Ama uzun zamandır ülkece yaşadığımız felaketler ve ceberut (acımasız, zorba), suratsız. kin ve nefret kuşanmış insanlar arasında hiç birimizde ne şaka yapacak ne de şaka kaldıracak hal kalmamıştı. Oysa bugün artık yüzümüz gülüyor... Nisan Bir geldi, pir geldi Şimdi nasıldır, bilmem ama bizim çocukluk ve öğrencilik yıllarımızın en sevilen günlerindendi 1 Nisanlar. Bir kaç gün öncesinden planlar, hazırlıklar yapar, özellikle biz öğrenciler, hangi hocanın dersinde hangi şakayı yapacağımızı düşünürdük. Kimimiz sınıfları değiştirerek öğretmenlerimizi şaşırtmaya çalışırken, kimilerimiz de hiç konuşmamak ya da öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmamak gibi masumca şakalar hazırlardık. Tabii anlayışlı ve iyi gününde olan bir öğretmene denk gelirsek bu şakalar çok da eğlenceli olurdu ama öğretmenimizin keyfi yerinde değilse vay halimize; Nisan 1 şakası “eşek şakasına” dönüşüverirdi. MÖ 46 yılında Roma İmparatoru Sezar, takvimin başlangıcını ocak ayı olarak ilan eder ve bu olay, çok uzun bir süre yani 16. yüzyılın ortalarına kadar sürer. Oysa Avrupa’da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıcı olarak da kabul edilen mart ayının 25’inde başlardı. 1564’te Fransa Kralı IX.Charles, Sezar’dan tam 1610 yıl sonra takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe alır. O zamanın iletişim koşullarında bazı insanların bu gelişmeden haberi olmaz. Bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerini sürdürürler. Eskisi gibi 1 Nisan’da partiler düzenlemeye, birbirlerine hediyeler vermeye devam ederler. Yeni takvimden haberdar olup onu kabul ederek uygulayan diğerleri ise bunları “1 Nisan aptalları” olarak nitelendirip, bu güne ‘Bütün Aptalların Günü’ adını verirler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler hazırlayıp onları hiç yapılmayacak partilere davet ederler, gerçek olması mümkün olmayan haberler üretip yayarak onları kandırırlar. Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup yılın ilk ayının ocak ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye başlarlar. Zaman içinde bu geleneği gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve yaygınlaştırarak devam ettirirler. Bunu muziplik nedeniyle, “şaka” niyetine, gülmek için yaptıklarını söylerler. O günden itibaren her yılın 1 Nisan günü, büyük-küçük herkesin birbirine şaka yaptığı bir eğlence günü haline dönüşür böylece. Fransız kökenli bu geleneğin İngiltere’ye ulaşması yaklaşık iki yüzyıl sürer. Oradan da Amerika’ya ve bütün dünyaya yayılır. NİSAN BALIĞI 1 Nisan’ı hala yılbaşı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” ismi verilir. Bir de 1 Nisan ile ilgili bir başka “Nisan Balığı” kavramı vardır. Fransa’da yılın bu döneminde balıkların üreme mevsimi olduğu için balık avı yasaktır. İşte böyle bir ortamda bazı şakacı kişiler, balık avcılarını kandırmak için ırmaklara ‘Nisan Balığı’ diye bağırarak çiroz ringa balıkları atarlarmış. Bu şaka kavramı da buradan türemiş. Günümüzde artık tatlı sulara balıklar atılmasa da balık şeklinde çikolatalar yenerek, insanların arkasına kağıttan balıklar iliştirilerek, dostlar işletilerek bu özel şaka geleneği de bir şekilde hâlâ yaşatılıyormuş. HİLE GÜNÜ Hristiyan âleminin çoğunda “Şaka Günü” olarak bilinen 1 Nisan, bazı Müslümanlar tarafından “Hile Günü” olarak kabul edilir. Rivayetlerde, “15. yüzyılın sonlarında Haçlı ordusu, Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatarak buradaki Müslümanları hileyle öldürüp kaleyi alır.” diye anlatılır bu gün. 1 Nisan’ın tarihi bazı yerlerde her ne kadar yaygın olarak Müslümanların şehit edildiği “Hile Günü” olarak anlatılmış olsa da, tarihi kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlanmıyor. Aksine, Endülüs’teki son kale olan Gırnata’nın düşüş tarihi, 2 Ocak 1492 olarak belirtiliyor. Nisan Bir veya Nisan Balığı; Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan Bir ile ilgili başka bir efsane de; Pagan kültüründe 1 Nisan’da kutlanan 'Fous Bayramı'dır. Antik Roma’da “Hilarya” adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır. Hindistan’da ise bu bayram 31 Mart’ta “Holi” adıyla kutlanır. UNUTULMAZ BİR NİSAN ŞAKALARI Dünyanın pek çok ülkesinde 1 Nisan’da yapılan şakalar güldürürken, kimileri ise tarihe geçecek kadar ilgi çekmiştir. Güldüren şakaların yanı sıra sonucu mahkemelere kadar uzanan şakalar da unutulmamış tabii. İşte bunlardan birkaçı… İlk Renkli Televizyon 1962’de İsveç’in siyah-beyaz yayın yapan tek televizyon kanalına 1 Nisan’da çıkan bir teknisyen, yeni ve çok basit bir teknoloji sayesinde izleyicilere renkli televizyon izleyebilecekleri müjdesini verir. Bu yöntem ekranın önüne bir naylon kadın çorabı germekten ibarettir ve yüz binlerce kişi o günlerde bu öneriyi gerçekten dener. 12. Uçan insanlar 1976 yılında İngiliz gökbilimci Patrick Moore, 1 Nisan’da, 09.47’de Plüton gezegeninin Jüpiter’in arkasından geçerken sıra dışı bir olay meydana geleceğini, gezegenlerin bu dizilişinin Dünya’nın çekim gücünü azaltacağını ve tam bu anda sıçrayanların uçma hissi yaşayacaklarını söyler. Tabii yine yüzlerce insanın bu habere inanarak uygulamaya geçtiği duyulur ertesi gün. Solaklar için Hamburger 1998 yılında ise ünlü bir fast food firması, ABD’de bir gazeteye verdiği bir sayfalık ilanda “solaklar” için özel bir menü hazırladıklarını duyurur. Bu menüdeki hamburger, solakların kolayca yiyebilmesi için 180 derece dönebiliyordur. Firma ertesi gün bu menünün şaka olduğunu açıklasa da insanlar günlerce bu menüyü sorarlar; hatta bazı kişiler, bunun sağ elini kullananlar için olanının da üretilmesini talep ederler. Pi sayısını yuvarlamak 1998’de Alabama’da bir bilim dergisi, Alabama Eyalet Meclisi’nin Pi sayısının 3.14159 olan değerini yuvarlayıp 3.0 olarak değiştirmeyi kabul ettiğini yazar. Haber kısa sürede internette yayılır. Bunun bir şaka olduğu, Alabama Eyalet Meclisi’nin protesto dolu mektuplar alması üzerine ortaya çıkar. Hamilelik beş aya iniyor Geçen yıllarda AA tarafından yayına verilen ve “Hamilelik süresini 5 aya indirecek mucizevi buluş” başlıklı haberde; İsviçreli bilim adamlarının, anne karnında bebeğin gelişimini hızlandırmayı başardığı, çalışmalar tamamlandığında kadınların 5 ayda doğum yapabileceği bilgisine yer verilir. Birçok internet sitesi tarafından kullanılan haber, dünyada ve Türkiye’deki Twitter’da o günlerde TT olur. En ağır şaka Sonucu en ağır olan şaka ise 1 Nisan 2006’da İstanbul’da yaşanır. Vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a giden bir yolcu, 1 Nisan şakası olarak “Üzerinde bomba olduğunu” söyler. Şakacı, tabii ki vapur iskeleye yanaşınca gözaltına alınır ve 2 Nisan’da da tutuklanır. Şakacı yolcu hakkında, İstanbul 8. Asliye Ceza Mahkemesinde, “Halk arasında korku ve panik yaratma” iddiasıyla dava açılır ve kendisine 15 ay hapis cezası verilir. Mahkemenin, hakkında verdiği hapis cezası kararını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na temyize gönderen şakacının talebi ise Yargıtayca reddedilir. Her zaman gülümseyebileceğimiz şakalı günlere...

  • Gönül Ne Kahve İster

    Nurten B. AKSOY * Çoğu zaman güne iyi başlamak, ayılmak, belki biraz keyif almak için alırız fincanı elimize… Şimdi birer kahve eşliğinde okuyalım, kahvenin o sıcacık yolculuğunu ve yaşamımızdaki yerini. “Kırk yıl hatırı” olması dileğiyle… Fransız Devlet Bakanı Talleyrand’ın “Şeytan kadar kara, cehennem kadar sıcak, melek kadar saf, aşk kadar da tatlı.” diye tanımladığı kahvenin hem kültürümüzde hem de günlük yaşamımızdaki yeri yabana atılmayacak kadar önemli. Kahvenin tarihçesi, M.S. 850 yılına dayanır. Her şey Kaldi adında, Etiyopyalı bir sığırtmacın, güttüğü keçilerin bir meyveyi yedikten sonra canlanmalarını fark etmesiyle başlamış. Kendisi de bu meyveyi denemeye karar vermiş keçi çobanı ve yedikten sonra duyduğu güç ve mutluluk çok hoşuna gitmiş. Daha sonra keşişler denemiş bu gizemli meyveyi; ancak acı tadını beğenmediklerinden hepsini ateşe atmışlar. Kısa süre sonra lezzetli aroma burun deliklerine dolunca keşişler çok meraklanmışlar ve kavrulmuş meyvelerden bir içecek demlemişler. Öylesine güzelmiş ki ortaya çıkan içecek, bunu Allah’ın bir hediyesi olarak görmüşler; çünkü bütün gece ayık kalmışlar kahveyi içtikten sonra. Böylece kahve tohumunun ünü, kısa süre içinde bölgede yayılmış. İS. 1000 yıllarında kahve Yemen’de üretilmeye başlanmış. Osmanlı İmparatorluğu Yemen’e doğru genişledikçe, Osmanlılar kahveyle tanışmışlar. 1517 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul’a getirmiş ve sarayı kahveyle tanıştırmış. Türk kahvesini, sarayın görkemli salonlarında, kırk kişilik kadrolu kahveci ustaları sultana servis etmeye başlamış. Haremde cariyelere doğru kahve pişirme dersleri verilmiş. İlk kahvehane 1550 yılında İstanbul’da açılmış ve kısa sürede kahvehaneler, insanların bir araya gelerek kahve içtikleri, tartıştıkları, fikir alışverişinde bulundukları ve iş konuştukları mekânlar durumuna gelmiş. Kahvenin yolculuğunda bir sonraki adım, Venedikli tacirlerin 1615 yılında, ilk kahve tohumlarını İstanbul’dan Venedik’e götürmeleriyle gerçekleşmiş. Böylelikle İtalyanların asla vazgeçemedikleri kahve tutkuları başlamış. Bugün İtalya’da günde otuz sekiz milyon fincan kahve tüketildiği söylenmektedir. 1683’teki Viyana kuşatması sırasında, Osmanlılar arkalarında çuvallar dolusu yeşil kahve tohumu bırakmışlar. Viyanalılar ilk başlarda bunun deve yemi olduğunu düşünmüşler; ama kuşatma boyunca Türkleri izleyen gizli ajanlar, bu tohumların gerçek öyküsünü bildikleri için, kısa sürede “Türk içkisi” içilmeye başlanmış. Girişimci bir Polonyalı bunlarla şehirdeki ilk kahvehaneyi açmış. 1750 yılına dek, Batı Avrupa’nın büyük bir bölümü kahvehanelerle dolup taşmaya başlamış. Yazarların, bestecilerin ve aydın kesimin toplanma yeri olan kahvehanelerin müdavimleri arasında Voltaire, Balzac, Beethoven ve Mozart da varmış. İçeceğin yayılması ile kahve ağacı yetiştiriciliği hızla büyümeye başlamış. 17. yüzyılın sonlarına doğru seralarda kahve ağacı yetiştirme denemeleri başarılı olmuş. Bu ağaçlardan biri 1714 yılında Paris’ta XIV. Louis’ye hediye edilmiş. Böylece bu tek ağaç milyonlarca kahve ağacının atası olmuş. Osmanlı'da ilk olarak Tahtakale’de açılan ve tüm şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk kahveyle tanışmış. Günün her saati kitap ve güzel yazıların okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı kahvehaneler ve kahve kültürü dönemin sosyal hayatına damgasını vurmuş. Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve, çok miktarda tüketilmeye başlanmış. Çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek cezvelerde pişirilmek suretiyle içiliyor ve en itibarlı dostlara büyük bir özenle, süslü fincanlarda ikram ediliyormuş. Kısa sürede, gerek İstanbul’a yolu düşen tüccarlar ve seyyahlar gerekse Osmanlı elçileri sayesinde Türk Kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa’yı oradan da tüm dünyayı sarmış. Zaman içinde Avrupa mutfağına giren ve yepyeni hazırlama metodu ile hazırlanan kahve, güğüm ve cezvelerde pişirilerek “Türk Kahvesi” adını almış. Kahvenin kültürümüzde önemli bir yere sahip olduğunu başta söyledik. Günün ilk yemeğine “kahvaltı” (kahve altı) denmesinin sebebi, sabahları kahve öncesi yenen yemek olmasındandır. Dilimizde kahveyle alâkalı “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”, “Acı kahvesini içmek”, “Gönül, ne kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane” gibi deyim ve atasözleri hâlâ yaygın olarak kullanılmaktadır. Osmanlı'da kahvenin ikram edilmesi de ayrı bir hususiyet arz ederdi. Bazı yerlerde misafirlere kahveden önce lokum veya şekerleme türü bir tatlı ikram edilir, onun tadı geçmeden acı bir kahve sunulurdu. Kahve, bayramlarda, kulpsuz fincanın kendine uygun bir fincan zarfına konulmasıyla; diğer günlerde ise, tabaklı fincanlarda ikram edilirdi. Bazen, kahveye farklı bir tat kazandırmak için, kahvenin içine çiçek suyu, ‘ak amber’ veya ‘kâkule’ katılırdı. Osmanlı'dan bu yana kız isteme esnasında, gelin adayı, kahveleri ikram edip elinde tepsiyle kahveler bitinceye kadar bekler; bu şekilde görücüler tarafından daha iyi görülürmüş. Bugün bile bazı yörelerde, sabrını ölçmek için damada bol tuzlu kahve ikram edilir. “Türk kahvesi”, klâsik müzikte de unutulmazlar arasına girmiştir. J.S. Bach, o ünlü Kahve Kantatı’nı bir kahve tutkunu olduğu için bestelemiştir. Türklere sevgisiyle bilinen Fransız romancı Pierre Loti, kahveye ve İstanbul’a olan sevgisinden dolayı kahvehanelere sürekli gitmiştir. En sevdiği semt olan Eyüp'teki bir kahvehane bugün hâlâ onun adıyla anılmaktadır. 17. yüzyıl ve sonrasında Türk kahvesi tutkunu ünlü isimler arasında Victor Hugo, Alexandre Dumas, Moliere, Andre Gide ve Balzac da vardır. Günümüzde Türk kahvesinin saltanatı, hızla yayılan modern kahve ocaklarında büyük ilgi görerek sürmekte. Bunun yanında kahvenin ad değiştirmiş türevleri de çağa ayak uydurarak gençler arasındaki serüvenine koca kupalarda devam etmekte. “Kırk yıl hatırı” olması dileğiyle… Herkese afiyet olsun. 🙂

  • KEFERNAHUM

    İMDb 8,4 Filmin Özeti * 2018 yapımı bir Lübnan filmidir ve Nadine Labaki tarafından yazılıp yönetilmiştir. Film, iç savaşın yıkımından kurtulmaya çalışan bir çocuğun hikayesini anlatır. Filmin hikayesi, 12 yaşındaki Zain’in (Zain Al Rafeea) hayatını konu almaktadır. Zain, Lübnan’da yoksul bir ailede yaşamaktadır ve birçok sorunla karşı karşıyadır. Ailesi onu evlendirmek istemektedir ve Zain, bu durumdan kaçmak için evden kaçar. Kendisini sokaklarda bulan Zain, birçok güçlük ve sıkıntıyla karşılaşır. Kendisi gibi zor durumda olan bir Etiyopyalı kadın ve onun küçük çocuğu ile tanışır ve onlara yardım etmeye karar verir. Ancak, Zain, yoksulluk, zulüm ve haksızlıkla karşılaşır ve sonunda mahkemede ailesine karşı dava açar. FİLMLE İLGİLİ: Kefernahum – Capharnaüm, insan hakları, yoksulluk ve adalet gibi konuları ele alan sert ve dokunaklı bir film olarak kabul edilir. Film, gerçekçi performanslar ve Lübnan sokaklarında gerçekleştirilen çekimlerle tanınmaktadır. Ayrıca, filmin başarıları arasında Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü kazanması ve En İyi Yabancı Film dalında Akademi Ödülü’ne aday gösterilmesi yer almaktadır. Yönetmen Nadine Labaki Oyuncular Boluwatife Treasure Bankole, Kawsar Al Haddad, Yordanos Shiferaw, Zain Al Rafeea Yapım 2018 Filmleri ABD,Fransa,Lübnan Tür Dram Filmleri Kategori Yabancı Filmler Dil Türkçe Dublaj / Türkçe Altyazılı

  • maviADAlılar

    Genelde Türk ve Dünya kültür tarihinin önemli isimlerini, özelde 2002'den bu yana yolu bir nedenle maviADA'ya düşenleri, YAZARLARI, yönetenleri; katkıda bulunanları, KONUK YAZARLARI koordinatörleri, okur ve yazarlarını... kısaca ADALILARI görmek için ADALILAR sayfamıza gidin. maviADA'yla ilgili olan; KORDİNATÖR, YAZAR, OKUR ve ÜYE'lerimiz FORUM sayfasına uğrayıp üye olup küçük de bir yorum yaparlarsa hem profil sahibi olurlar, hem ADALILAR sayfamızda rolleriyle gözükürler. Dergide yer almak ve tarafımızdan da tanınmak istiyorsanız, açılan sayfalardan herhangi birinde sağ üstte, menünün hemen altında GİRİŞ YAP yazan bölümden ya da FORUMA gidip yine FACEBOOK sayfanızla giriş yapın. Bu sizin ÜYELER sayfasında gözükmenize yetecektir . Sitede bir paylaşım yapacaksanız İLETİŞİM sayfamızdan E-MAİLle yazınızı gönderirken yanına kısa bir yazınsal özgeçmiş ve iletişim bilgilerinizi ekleyin.

  • TİYATRODUR YAŞAM

    Fuat ÖZGEN * Bir tiyatrodur yaşam Sahne yaşanılan ortam Senaryoyu kim yazar, kim oynatır? Rolleri kim dağıtır? Çoğunca tanrı Azınca doğa Kimince zaman Oyuncu insan Bazen komedi olur güldürür Bazen trajedi olur süründürür Drama kaydığı da görülür Oyuncu hayatının rolünü oynar Allah ne verdiyse de Kimisine çok, kimisine yok Sahneye girdiğinde ağlar Çıkınca ağlatır Senaryo, rol dağılımı değildir adil Azı başrol oynar Oyuncuların çoğu olur figüran Oyun bittiğinde Yaşam sahnesinde Işıklar söner Yok olur sesler Perde iner

  • Yaşarken Ölüm

    PLAK, PIHTI ve FELÇ Prof Dr Osman MÜFTÜOĞLU * Tıbbi adıyla “KAROTİS ARTER HASTALIĞI”, pratikteki adıyla “ŞAHDAMARI TIKANIKLIĞI” önemli ve yaygın bir orta ve ileri yaş sağlık sorunudur. " Atak durumunda ciddi sonuçları olan, bir ultrason taramasında kolayca anlaşılabilen, ama koruyucu hekimliğin pahalılığı başta olmak üzere türlü nedenlerle ihmal edilen, oysa felç durumunda yaşarken ölüme mahkum eden, tedavisi çok pahalı SANILDIĞINDAN yaygın bir hastalıktır. maviADA " Hatırlayalım: Geçtiğimiz yıllarda rahmetli Deniz Baykal’ı, geçtiğimiz aylarda rahmetli Metin Uca’yı bu hastalık nedeniyle kaybettik. Şimdi de kıymetli sanatçımız Kadir İnanır’ın gördüğü tedavi nedeniyle bize kendini yeniden -maalesef- hatırlattı ve adeta “Ben buradayım, dikkatli ve tedbirli olun” mesajı verdi. Peki, nedir, neden olur, belirtileri, sonuçları nelerdir ve nasıl önlenir bu sağlık problemi? İşte o önemli soruların yanıtları... SORU 1 KAROTİS ARTER HASTALIĞI NEDİR Karotis damarları/şahdamarlarımız boynumuzun her iki yanında yer alan ve kalpten gelen oksijen ve besin yüklü kanı baş ve beyin bölgesine ileten hayat borularımızdır. Ne var ki zaman içinde en çok da orta ve ileri yaşlarda bu damarların içinde ve duvarında damar sertliği/ateroskleroza bağlı olarak duvar kalınlaşması ve sertleşmesi, plaklar/pıhtılar oluşmaya başlar. Sonuçta şah damarlarımızın iç duvarı daralır, beyin beslenemez ya da pıhtılardan kopan parçalar nedeniyle hasar görür. SORU 2 ŞAHDAMARINDAKİ O PLAKLAR NEDEN TEHLİKELİ ŞAHDAMARLARINDA oluşan o plaklar/pıhtılar damarları ciddi oranda daraltarak beyne giden kan akışını engelleyebilir. Ayrıca plak oluşumu damar duvarının yapısını bozup deforme eder, tehlikeli ve kopmaya müsait kan pıhtılarının/yağlı ve kararsız kopmaya hazır parçacıkların oluşmasına yol açabilir. Plaklardan kopan bu pıhtılar/parçacıklar beyni besleyen daha küçük damarları ani olarak tıkadıklarında ise ortaya geçici veya kalıcı felç hali, bellek bozukluğu ve daha tehlikeli bazı sonuçlar ortaya çıkacaktır. SORU 3 ŞAHDAMARI PLAKLARININ SEBEBİ NE Temel sebep damar sertliği/aterosklerozdur. Normalde damarlarımız eğer sağlıklı iseler son derece esnektir ve adeta cilalanmış gibi pürüzsüz bir iç duvara sahiptir. Ne var ki bir taraftan ilerleyen yaşlar, yaşlanmanın getirdiği doğal yıpranmalar, diğer taraftan da farklı tıbbi sorunlar, organize çeteler ve bu sorunlara/çetelere yönelik dikkatsizliklerimiz nedeniyle şah damarları esnekliğini kaybedip sertleşir, hasar görür. Duvarlarında plaklar/pıhtılar oluşmaya başlar. SORU 4 KİMLERİN ŞAHDAMARI DAHA KOLAY TIKANIR Sağlıklı yaşayan, genetik risklerini iyi yöneten sağlığını dikkatle izleyen ve gerekli tedbirleri zamanında alan, beslenmesine, uykusuna, egzersizine dikkat eden, sağlık problemlerinin çözümüne özen gösteren kişilerde şahdamarları kolay kolay sertleşmez, plak yapmaz ve tıkanmaz. Şahdamarlarını tıkayan temel nedenleri önem sıralarına göre alttaki sorunun yanıtında bulabilirsiniz. SORU 5 DAMAR DÜŞMANI ORGANİZE ÇETELERİN ÜYELERİ KİMLER Başarılı İçişleri Bakanımız Ali Yerlikaya’nın emniyet güçlerimizle birlikte her gün bir yenisine diz çöktürdüğü organize suç şebekelerinin bir benzeri de damarlarımızı sertleştirmek üzere sağlığımızla oynayabiliyor. O çetenin elebaşılığını ise bana sorarsanız İNSÜLİN DİRENCİ yapıyor. Yardımcısı da SİGARA! Çetenin diğer üyelerine gelince... - Kan yağlarında dengesizlik: Özellikle yüksek trigliserid (150 ve üzeri), yüksek kötü kolesterol LDL (120 ve üzeri), düşük HDL kolesterol (50 ve altı) - Hipertansiyon problemi - Şeker hastalığı - Ürik asit yüksekliği - Bel çevresi genişlemesi/obezite SORU 6 O PLAKLAR NE YAPAR Genelde plaklarla tıkanan damarlarda oluşan bu sorun damar tamamen tıkanıncaya ya da o damarlardan kopan plaklar geçici veya kalıcı inme sorunlarına (geçici iskemik ataklar veya kalıcı felçler) yol açıncaya kadar herhangi bir belirti vermiyor. GEÇİCİ İSKEMİK ATAK durumlarında şahdamarındaki plaklardan kopan küçük pıhtılar nedeniyle beyindeki kan akışı geçici olarak kesiliyor. Doğal pıhtı eritme sistemleri sayesinde o küçük pıhtılar eritildiğinde inmeye benzeyen o ataklar birkaç dakika-saat içerisinde iyileşiyor, kişi normale dönüyor. Bazen de beyne atan o pıhtılar eritilemiyor, kalıcı bir felç hali ortaya çıkıyor. Daha da önemlisi o küçük pıhtıların yarattığı yaygın beyin beslenme bozukluğu ileri yaşlarda BUNAMAYA da sebep olabiliyor. SORU 7 GEÇİCİ İSKEMİK ATAKLARIN İŞARETLERİ NELER - Baş dönmesi, dengesizlik. - Konuşma ve anlamada zorlanma hali. - Aniden oluşan görme problemleri. - Yüz, kol ve bacaklarda tek taraflı, ani güçsüzlük ve uyuşukluk. - Birden ortaya çıkan ciddi bir baş ağrısı. SORU 8 KALICI İNMENİN SONUÇLARI HANGİLERİ Eğer şahdamarından kopan pıhtı beyindeki herhangi bir damarı kalıcı olarak tıkarsa felç hali, konuşma ve görme problemleri uzun vadeli sakatlıklara hatta ölüme yol açabiliyor. Bu nedenle erken tedavi çok önemli. Özellikle ilk saatler tıbbi müdahale için altın değerindeki zaman dilimleri. SORU 9 ŞAHDAMARI PLAKLARI NASIL ÖNLENİR Eğer şahdamarındaki plaklar sorun yaratmadan erken dönemde tespit edilebilirlerse insülin direncinin kırılması, fazla kiloların verilmesi, sigaranın bırakılması, kan yağlarının ve şekerinin dengelenmesi, hipertansiyon sorununun çözümlenmesi, aspirin veya benzeri ilaçlarla kanın inceltilmesi gibi girişimlerle sorun kontrol altına alınabiliyor. Bu süreçlerdeki temel hedef ise “KAROTİS PLAK STABİLİZASYONU” olarak tanımlanıyor. SORU 10 DAMARIMDA PLAK VAR NE YAPAYIM İsterseniz gelin bu soruyu daha önceki bir yazımdan alıntı yaparak yanıtlayayım: Damarlarda ateroskleroza bağlı her plak risklidir ama “yumuşak” ya da “kararsız” plak olarak bilinenleri çok daha tehlikelidir. Bu nedenle özellikle yumuşak/kararsız plak tespit edilenlerde yapılacak ilk iş tam anlamıyla bir “sıkıyönetim” değilse bile “olağanüstü hâl” durumu ilan etmektir. Beslenmeyi iyileştirmek, fazla kiloları vermek, egzersiz yapma alışkanlığı edinmek, ruhsal yaşamı düzenlemek; kandaki şeker, tansiyon, kolesterol, ürik asit, trigliserid yüksekliği gibi sorunlara müdahale etmek ve tabii ki eğer içiliyorsa sigarayı hemen o anda terk etmek ilk tedbirlerdir. Diğer taraftan bu plakları stabilize etmek, yani yırtılmalarını, kopmalarını önleyerek kopan yumuşak pıhtı parçalarının bir yerleri tıkamasını engellemek daha detaylı düşünmeyi, deneyim ve hasta-hekim işbirliğini gerektiriyor. Plak stabilizasyonu adı da verilen bu süreçlerde tabii ki kolesterol düşürücü statinlerden, kanı incelten asetil salisilik asit ve klopidogrelden, fibratlar ve kalbi sakinleştiren beta blokerlerden de faydalanmak gerekebiliyor. KISA BİLGİ 1 PLAK VARLIĞI NASIL ANLAŞILIR Damarları erken yaşlandıran, sertleştirip kalınlaştıran, plaklar/pıhtılarla daraltıp tıkayan sebeplerin sayısı oldukça fazla. Ama önce şunu bilelim: Diğer kronik hastalıklarda olduğu gibi burada da “organize bir şebeke” ile karşı karşıyayız. Bu şebekenin üyeleri arasında kan şekeri yüksekliği, tansiyon fazlalığı, trigliserid ve LDL kolesterol aşırılığı, iyi kolesterol HDL’nin azlığı, insülin direnci ve bununla ilişkili kilo fazlalığı, çok daha önemlisi sigara alışkanlığı var. Bu nedenle öncelikle bu sorunlardan bir veya daha fazlası bulunanların ellili yaşlardan sonra ciddi bir “damar sertliği ve plak riski araştırmasından” geçmesinde fayda var. Ayrıca o plakların kopmaya hazır, yumuşak, yani kararsız ve hassas plaklar olup olmadığının da saptanması lazım. Bunu anlamanın yoluysa Hs-CRP testi incelemesinden ve doppler USG ya da CT ile (tomografi) kalp ve beyin damarlarının dikkatle incelenmesinden geçiyor. KISA BİLGİ 2 TRİGLİSERİDİN YÜKSEKSE... Özellikle kararsız yani kopma veya parçalanma riski yüksek bir yumuşak plak tespit edilen birinde eğer aynı zamanda trigliserid ve kolesterol yüksekliği de varsa sadece beslenme ve aktivite gibi önlemlerle yetinmemek, kolesterol dengesini sağlayacak statin grubu ilaçlardan da istifade etmek gerekebiliyor. Şimdi hemen aklınıza, “Bu ilaçların yan etkileri ne olacak hocam?” sorusunun geleceğini biliyorum. Haklısınız ama burada da bir “maliyet analizi” yapmak, ilaçların sağlayacağı yararlarla oluşturabileceği yan etkileri kıyaslamak zorundasınız. Bu ilaçların ciddi bazı yan etkilerinin olduğu doğrudur. Ama bu yan etkilerin çoğunun ilacın bırakılması ile birlikte ortadan kalktığı da bilinmektedir. Özeti şudur: Benim tavsiyem eğer yumuşak ve kararsız plaklarınız var ve aynı zamanda kan yağlarınız da yüksekse, siz de statinlerin herhangi birini kullanmak zorunda kalabilirsiniz. Böyle bir durumda doktorunuza itiraz etmemenizdir. ÖNEMLİ BİR RİCA LÜTFEN BU SAHTEKARLARA İNANMAYIN Sosyal medyanın gücü tartışılmaz ama faydası kadar zararı, tehlikesi, tehdidi olduğu da kesin. Kontrolsüz, güvenliksiz tehlikeli bir otoyol haline de gelebiliyor. Ve bu otoyola isteyen istediği bilgiyi yollayabiliyor. Bir grup sahtekâr yine benim resmimi ve ismimi kullanarak dandik, sahte ve çakma ürünlerini pazarlamaya çalışıyor. Lütfen dikkat edin ve benim adımı ve/veya resmimi kullanarak pazarlanmaya çalışılan bu gibi ürünlere sakın itibar etmeyin. * KAYNAK:İNTERNET *Şahdamarlarımız nasıl ve neden tıkanır© Hürriyet tarafından sağlanmıştır

  • 179.SOKAKTA CİNAYET

    Niyazi UYAR* Salihli’nin Sokak adları, İzmir’in sokak adları gibi numaralıdır: 150 Sokak, 45 Sokak, 180 Sokak, 195 sokak... Her sokağa ad vermek, nasıl bir ad vermek, hangi adı vermek… Sorun üstüne sorun açmaktır. 179 sokakta oturuyordu Atiye Zengin, toprak zengini, çiftlik sahibi bir aileye gelin gidiyorum diye ağzının suyunu akıta akıta sevindik delisi olmuş, sevincinden gözüne uyku bile girmez olmuş. Cemiyet başkanı kayınbaba şehrin ekâbirlerindendir, törenlerde protokol için ayrılan yere oturmasına sebep, keyiften dört köşedir. Cemiyet başkanının iki oğlu, bir de kızı vardır. Atiye’nin kocası Cevdet evin büyük oğludur. Cevdet daha çok kazanmak için babasının ticaret anlayışını modası geçtiğini ticari faaliyetlere müdahale etmeye başlayarak, dümene geçip kısa zamanda şirketin ticaret hacmini genişletmiş kısa zamanda dikkatleri üstüne çekmiştir. Çek, senet, alacak verecek işlerinde teamüllerin dışına çıkıp kendince yollar izlemeye başlamıştır. İki yüz binlik şehirde adı en çok konuşulan iş insanı olmuştur. Akşam yemeklerini Seyran tepedeki şarkılı gazinoda yer, gönlünce eğlenir, arkadaşları bir an bile yalnız bırakmaz Cevdet ağabeylerini, her akşam eğlence, her akşam eğlence… Cevdet, yüksekten uçtukça daha çok yükseleceğini düşünür, uçtukça uçar. Hesaplar şaşınca, evdeki hesap çarşıya uymamaya başlamış, önce çekleri karşılıksız çıkmaya başlar, sonra tefecilerden aldığı paraları ödeyemez olmuş ve üç ayda her şey ters yüz olmuştur. Dönümlerce tarla, çiftlik, gayrı menkuller… bir bir elden gitmiş, sonra oturduğu eve icra gelmesi üzerine Cemiyet başkanı, şehri terk ederek alıp başını gider. “Saray, saray,” denilen cemiyet başkanının evine icra gelmesi, bardağı taşıran son damladır, başkandan sonra eşi, oğlu, kızı da şehri terk etmişler ve “saray saray,” denilen evin bacası baykuşlara yuva olmuştur! 179 Sokak emekli sokağıdır. Günün hiçbir saatinde ses şamata olmaz, sakin şehrin hayat bulması, 179 sokakta kurulmuştur. Ne balkondan balkona ne camdan cama konuşan komşular ne sokakta top oynayan erkek çocuklar, ne de seksek oynayan kızlar. Çalışma saatinin başlangıcında dört beş kişi, bakımlı, intizamlı aynı saatlerde işlerine gidip gelir. Her gün on altı sularında, formalı bir kadın muhtemeldir hastane çalışanı elinde alışveriş poşetleriyle sokaktan geçer, 179 sokak ile 180 sokak arasında bağlantı yapan kısa bir sokağa sapar, sokağın sonunda yeni yapılmış apartmana girer. İki katlı, üç katlı, dört katlı apartmanların olduğu sokakta üç yeni apartman vardır. Geneli, kırk elli yıllık binalar için kentsel dönüşüm dedikleri rantsal dönüşümde evden ocaktan olmamak adına müteahhitlerle görüşmezler. Çoğu devlet memuru emeklisi olduğundan, ince eleyip sık dokur, “acaba müteahhit bizi dolandırır mı,” korkusunu yoğun yaşarlar. Kimi kimsesi olmayan vatandaşlar, işte böyle deprem güvenliği olmayan, yılların yorgun binalarında oturmaya devam eder. Atiye’nin oturduğu bina Sağlık Mahallesi’nde Şüheda Caddesine yüz elli metrelik mesafededir. Atiye sarı saçlarını taramadan, at kuyruğu saçlarını bağından kurtarmadan sokağa çıkmaz. At kuyruğu saçlar, özgürlüğü eline alınca, hafif bir esintide, aheste aheste dalgalanır, dalgalandıkça, bakmayı bilen gözlerin yüreklerini oynatır. O, iki çocuk doğurmuş, yine de göğüsleri el değmemiş gibi dimdiktir. Atkuyruğu saçlar, lekesiz ince yüzünü engelsiz ortaya çıkarmakta, allığı ile bir gonca gibi kızaran etli dudakları alev alev yanmaktadır adeta. Benzetmeler yapılan, adına öyküler yazılan, şiirler dizilen, adı güzel, kendi güzel Muhammet’e evlat olan Fatıma Ana gibi güzel, lakin onun sarışınıdır. O, o ihtişamlı günlerde her gün kuaförlere giderken bu sayıyı önce haftaya, sonra aya; sonrada da gitmez olmuş, kendi işini kendi görmeye başlamıştır. Gökten taş da yağsa, yiyecek ekmeği bile olmasa kendine olan saygısından ötürü, giyimine kuşamına her daim dikkat eder. O, giydiklerini yakıştırır, 179 Sokak’ın kadınlarından elli yıl öndedir. Anası, “Ben çektim, o çekmesin, erkeğin güzeli çirkini olmaz, cüzdanı kabarık olsun,” yeter,” demiş, Cemiyet Başkanın büyük oğlu Cevdet’i çöp çatanların devşirmesiyle elde edip baş göz etmiştir Atiye’yle. Hoş Cevdet’in boyu posu yerindedir. Kaşı, gözü, burnu, ağzı uyum içindedir. Cevdet, lise okumamış, fakülte okumamıştır. O, babasından sonra kumandayı ele alacak, Atiye de hanım ağa olacaktır, nasıl olsa. Koca apartmanda onlardan başka kimse yoktur. Cemiyet Başkanı ilçenin en güzel mahallelerinden birinde üstelik köşe bir arsaya dört katlı bir apartman yaptırmış, her çocuğu için bir daireyi hazır etmiştir. Dış cepheyi mermerle kaplatmış, bahçeye cins cins ağaçlar diktirmiş, balkonlara Aydın’dan şömine ustası getirtip şömine yaptırmış, projeyi İzmir’in ünlü mimarı Eylül Ilgın’a çizdirmiş. Odalar geniş tutulmuş yirmi beşer, salonlar ellişer, mutfaklar yine yirmi beşer metrekare… Dört katlı, “saray mı, saray,” dedikleri binanın icradan satışı içten bile değilken, İzmirli Avukat Cansu Hanım’ın kıvrak zekâsı ile önlenmiştir. Atiye’nin Cansu Hanım’la yaptığı duygusal konuşma Cansu Hanım’ın, “Atiye Hanım, gelin aynanın karşısına geçelim,” diyerek aynanın karşısına geçerler. Atiye ile Cansu’nun benzerlikleri insanlar eşleriyle yaratılır, sözünü bir kez daha hakikat kılmıştır. Cansu Hanım, her ne pahasına olursa olsun, bu binayı, kendim adına, sizin adınıza, göreceksiniz, sattırmayacağım kararlılığı, “Tanrı’nın fakire eşeğini kaybettirip sonra buldurup sevindirmesi gibi sevindirmiştir. Hakikaten de binanın satışını önlemiştir Cansu Hanım! Atiye dört katlı apartmanın bal yapan tek arısıdır. Cevdet, Jawa’nın Hindistan versiyonu motoruna biner mahalleden birileriyle göz göze gelememek için sabah sekizde sanayiye aylıkla çalıştığı parçacı dükkânına gider, dükkânı bir güzel siler süpürür, çayı demler, simitçiden simit, peynir alır, patron ile birlikte yaparlardı kahvaltılarını. Patron çocukluk arkadaşıdır, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Arkadaşının durumuna üzüldüğünden yanında iyi bir maaşla işe almıştır. Cevdet’le Atiye evlidir, bir kez bile birlikte kahvaltı yapmamışlar. İhtişamlı günlerinde Cevdet, işyerinde çaycı kadının ona has hazırladığı kahvaltıyı yapmış, akşamları da Seyrantepe’deki gazinoya gidip Ukraynalı revü kızları ile gönül eğlendirmiştir. Hele bunlardan Roksan’a olan tarifsiz tutkusu… Atiye koca evde bir başınadır. Kâh balkon çiçekleriyle oyalanır, kâh bahçe çiçekleriyle, bahçedeki ağaçlarla. Elindeki kuru çınar çubuğuyla çiçeklerin ağaçların topraklarını havalandırır, solucanları çubuğu ile ezer, kurumuş yaprakları koparır, eşelediği toprağa karıştırırdı. Su parası çok gelmesin diye pet şişelere doldurduğu su ile sular, çiçekleri, ağaçları. Koca koca ağaçların pet şişenin suyu ile kanması ne mümkündür. Bir damacana suyu versen bana mısın demezler. O ağaçları, çiçekleri sevip baktıkça, Cevdet öfkeye gelir, “bu senin ağaçlarını, çiçeklerini yolup atacağım! Kızım bunlara verdiğin su ile iki ay idare ederiz biz,” diyerek öfkesini dile getirir sık sık! Ona rağmen Atiye her ağacı, her çiçeği aşkla kucaklar, Cevdet’e diyemediği sevgi sözcüklerini onlara der. Bu sözlerin, cümlelerin binde birini Cevdet’e söylemiş olsaydı, vaziyet başka türlü olur muydu, olmaz mıydı… Bilinmez, Cevdet gibiler için sevgi, para pul demektir. Bir yalnızlığın panoramasıdır Atiye’nin yaşamı. O, insanlardan, eşinden göremediği yakınlığı, ağaçlarda, çiçeklerde bulmuş; buna sebep en iyi dostu, sırdaşı çiçeklerdir. O da Cevdet gibi mahalleden kimse ile bir kelimecik konuşmaz, bir hayalet gibi gider gelir. Cemiyet Başkanı bahçe için İzmir’den peyzajcı getirmiş, onun mahir eliyle cennet gibi bir bahçe yaratmıştır 179 Sokakta. Salihli’nin havasına toprağına uygun olacak ağaçlar, çiçekler özenle seçilmiştir: Leylak, manolya, papaz eriği, Japon gülü, Şakira, limon, lükstürüm, taflan, ilkbaharda kıpkızıl çiçeğe duran nar ağacı… … Kışın yeterli yağış olmayınca Gediz Ovasına hayat olan Demirköprü Barajı’nın suyu kıt demektir. Su olmayınca hayat olmaz derler ya, su olmayınca, Ege’nin verimli toprakları çorak demektir. Gediz, çorak demektir. Atiye’nin bahçesindeki o güzelim ağaçlara bol su vermesi lazımdır. Öyle olmayınca güzelim ağaçlar kuruyacaktır. Atiye’nin hayran hayran izlediği karşı komşusu Hatice Hanım, sabah altıda kalkar, balkonu bir güzel yıkar, balkon çiçeklerini tek tek sever, sulardı. Hatice Hanım’a özenen mahalledeki Ayşe ablası da yeşertmiştir balkonunu. Atiye, Hatice, Ayşe Hanım saat kurmuş gibi, hemen her gün aynı saatlerde kalkar çiçekleriyle oyalanırlar; sonra kahvaltı hazırlıklarına geçerlerdi. Atiye için Cevdet’in varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. O eve ne zaman gelir ne zaman gider gider duymaz bile. Cevdet yatak odasına Atiye’nin yanına uğramadan salondaki koltuğa kıvrılıp yatar. Günler böyle yek düze akıp giderken, yaz mevsimi yerini sonbahara bırakmak için yavaştan hazırlıklara başlamıştır. Günler kısalmaya başlayalı iki ayı geçmiştir. Köyün bilmişi Gök Münevver derdi ki, “avastos on beş dedi mi yaz pitti,” demek. Ağustosun on beşi geçmiş, eve isabet eden güneş ışınları mekân değişikliğini yapmıştır. Beş on gün sonra sonbahar başlayacaktır. Sonbahar, ayrılık mevsimidir, sonbahar hazan mevsimi, yaz ile kış arasındaki geçiş mevsimidir. Dalından kopan her yaprak, yavaş yavaş aşağı düşerken, itibardan düşen koltuklarına uçarak gelenlerin koltuktan düşmesi gibi itibardan düşmüştür. Altın sarısı yapraklar, yeşilini, yeşilin canlılığını kaybetmiş, yaşlılığın iniş merdivenleri gibi yavaş yavaş düşmektedir. Dalından kopan altın sarısı yapraklar tabiat kanunlarının tekabülü gereği Mevlevi dervişlerinin dönmesi gibi döne döne inmektedir. Belki de insan topraktan gelmiş, toprağa dönecektir, söyleminin hakikat olmasıdır; kim bilir? Atiye, yalnızdır ecde, o sabah akşam hep yalnızdır. Parçacı arkadaşının yanında aylıkla çalışan Cevdet, lale devrinin ihtişamlı günlerine özlemle tekrar dirilmek, ayağa kalkmak için aç tavuğun kendini arpa ambarında görmesi gibi boş boş hayaller kurar; olmayacak duaya âmin demek gibi. O hep inşallah olacak, inşallah olacak, âmin çok âmin diye diye uyur kalırdı salondaki koltukta. Cevdet her şeyi hak etse bile Atiye’yi hak etmesi imkansızdır. O ne eski günleri ne de Atiye’yi hak edemeden Hak vaki olacaktır. Neydik, ne olduk, şahtık şah mat olduk, sözünün hakikatini yaşamaktadır. Evlendi evleneli, hep gece yarısından sonra, bazen sabaha karşı gelen Cevdet, nereden icap etmişse etmiş, akşam yemeği zamanı eve gelesi tutmuş. 179 Sokak sakinleri Cevdet’le bir kelime konuşmamış bile olsalar onun bu saatlerde eve geldiğine tanık olmamıştır. Bu saatte gelmesi bir şeylere delalettir ama neye, kimsenin bunu bilmesi imkansızdır. Akşam olur olmaz inine giren mahlûkat gibi yatağına giren 179 sokağın ahalisi, bugün deve karnı yarılmış gibi evlerinin balkonunda, pencerelerindedir. Akşam ezanı okunmuş, sokağın tek müstakil evin tavukları tüneklerinde uykuya geçmiş, nedense tavukların yatışını kıskanan 179 Sokak sakinleri bugün bir ilke imza atmaktadır. Mahallenin yeşil gözlü, Amerikan tıraşlı sevimli çocuğu Emre paten öğrenmeye çalışmaktadır, sokak lambasının aydınlattığı yerlerde. Emre düşmeden ilerledikçe, annesi “aferin, aferin oğluşuma,” deyip alkış tutarken, sokağın kıl kuyruk sakini yerden bitme Ömer’i arabasını güvenli bir yere park etmek için sokağı muhasara altına almıştır. Yerden bitme Ömer’i sokağı gözetleye koysun, sonradan görme ayı irisine benzeyen doğuştan kapkara Timur’u, park yeri bulamadığından, dörtlülerini yakıp sokağın bir yerine bıraktığı arabasını boşalacak ilk yere park etmek tetiktedir. Cemiyet başkanının evinde üç el silah patlar. Meraklı komşular camlarda, balkonlardadır. Hayret dolu bakışlarla birbirlerine “ne oldu ki,” sorularını mimiklerle sormaktadırlar, acaba ne oldu ki, acaba ne olmuştu ki? Üç el silah sesi, akşamın bu saatinde… Meraklı komşuların bir şey öğrenme ihtimali yoktur, “acaba ne oldu ki” sorusunun yanıtını, içlerinden biri polise ihbar ederse işte o zaman öğrenilebilir, ya da… Sorunun cevabını kudretli ilahi anlatıcı, verebilir hemen. Yatsı ezanı okunmak üzeredir, dininde, diyanetinde olan mahallenin inanmışları, abdestlerini evlerinde almış, camiye doğru giderken, mahalleyi alan bir siren sesi ve iki polis arabası 179 Sokak’a giriş yapınca mahallelinin meraklı bekleyişi artıkça artar. Polisler cemiyet başkanının evini elleriyle koymuş gibi ziline basar, fakat açılmaz kapı. Bir kez daha, bir kez daha basılır zile; yine açılmaz kapı. On dakika olmuş, hala bir netice yok, hala polisler eve girebilmiş değil; kapı önündedir, çelik kapı duvar olmuştur adeta. Cemiyet başkanını hoyrat oğlu, cebi para görünce tekrar Seyrantepe’deki eğlence evine, yeniden Ukraynalı, uzatmalı sevgilisi Roksan ile düşüp kalkmaya başlamıştır. Roksan, parfüm kullanmaz, aynen parfüm banyosu yapmış gibi kokar. Bu koku ne menekşeye ne karanfile ne melisa çiçeğine benzer; bu kokuya doğada denk gelebilecek bir çiçek yoktur. Roksan bir yetmiş boylarında, Cevdet’le aynı boyda, dolgun vücudu, mavi gözleri, yeşil askılı bluzu, beyaz keten pantolonu ve pantolonun içinde fıkır fıkır oynayan, yalım yalım yanan basenleriyle, alımlı, gösterişli bir kadındır. Cevdet’le bir araya gelince gözü her daim Cevdet’in gözünde, eli Cevdet’in elindedir. Ara ara ıslak dudaklarını ısırdıkça Cevdet deli divaneye dönmektedir. Roksan, Atiye’nin uzun boylusudur, ikisinin de ten rengi aynıdır, ikisini de gözleri mavidir, ikisinin de saçları sarıdır, ikisi de sarışındır. Cevdet, Atiye’nin tıpkısı Roksan’a yanıp yakılmasının sebebi hikmeti, esbabı mucibesi bu mudur acaba sorusunun cevabını her şeye olur olmaz cevabı olanlara bırakalım. Cemiyet başkanına evi ocağı terk ettiren Cevdet, tekrar Roksan’a dönmüştür. Ne derler Anadolu’da, “köpek bok yemekten vazgeçer mi?” Cevdet’in Roksan’a gittiğini daha ilk günden fark eden Atiye, kadınlık gururu her gün daha çok içini acıtmaya başlayınca, mahpushane hayatı olan hayatı daha fazla sürdürmenin mümkün olmayacağını düşünmeye başlamıştır ikinci başlangıcın ilk gününde. Cevdet’i kendine bağlaması zaten imkansızdır, ilk günden ayrılığın tohumları atılmıştır yataklarına. Cevdet, ilk gün vahşi bir köpek gibi saldırmış, bir köpek gibi ısırılmadık yerini bırakmamış, Atiye yapma dedikçe maçoluğun en görgüsüzlüğünü sergilemiştir. Ayağı dışarı olan erkeğin en büyük yardımcısı Atiye’nin hemcinsleridir. Ne derlerdi? “Bir kocasına sahip olamadı!” Balkondan balkona laflayan yaşlı kadınlar, yolda belde birbirlerine merhaba diyen erkekler, kapı önlerinde dedikodunun belini kıran kadınlar: “Ne oldu gı, bu adam neden çıktı, bir şe mi va?” “Bilmiyom, va bi şe ki, bu adam bu saatte geldi!” “Ne ola ki?” “Heç bi fikrim yok, eyi bi şe değil; emme acaba ne ki?” “Nolcak gonşula, adam evine bön erken gemiş, ne va bunda?” “Orası öle de yine de bi şe olcak gibi!” “Onun her gün Urus gızı ile gönül elendirdeni hekes biliyo!” “Kim biliyo, ben bilmiyom!” “Sen ne biliyon ki, sen aşam ne yedin, baken  onu biliyon mu?” “Urus değil, gızım, Urus değil; Ukanyalı!” “Neyse ne işte, gavır gızı işte; yuva yıkan urospunun biri işte!” “Ayıp, ayıp gadın para gazanmak için gemiş, bakmasın bizim ekekle de! Aç tavık ambarı dele deye boşuna mı deyola?” Eve erken gelen Cevdet, Atiye’ye Roksan’la mutlu olduğunu, aradan çekilmesini söyleyerek, “ayrılalım,” demiş. Atiye Cevdet’in dediklerine karşılık tek kelime etmez, dinler, dinler. Sonra balkona çıkar bir sigara yakar, mavi gözlerini kapatıp bir zaman öyle kalır. Sonra yatak odasına geçer, çeyiz sandığını açar ve... Bu esnada Cevdet’te balkona çıkmış, bir sigara da o yakmıştır. Atiye’ye ye Cemiyet başkanı kayınpederinin, “Kızım, namusuna halel getirmek isteyen her kim olursa, al bunu alnı çatına çat diye yapıştır!” Cemiyet başkanı, evin bodrumunda tabancanın nasıl kullanılacağını üç şarjör boşattırarak öğretmiştir. “Sakla kızım, inşallah kullanmak mecburiyetinde kalmasın, eğer mecbur olursan Allah yarattı deme, tekrar diyeyim, alnı çatına çat diye yapıştır!” Atiye tabancanın ağzına mermiyi vermek için mekanizmayı çekip bırakır. Kurşun namludadır artık. Kararlı adımlarla, salona gider. Cevdet, sigarasını içmiş, salondaki çağla renkli tekli koltuğa oturmuş, Atiye’ye diyeceklerini bir kez daha kafasından geçirmektedir. “Bana yar olmayanı, kimseye yar etmem, iki on yıldır evliyiz, ne zaman gün güneş gösterdin ki bana? Zehir ettin bana hayatı, senin gibi aşağılıkların yaşaması haram!” “Dur Atiye, delirdin mi, şeytan doldurmuş olabilir!” Şeytan değil, başkan baban doldurup vermişti!” “Babam mı, babam mı verdi?” Böyle diyerek, yerinden yavaşça doğrulan Cevdet, Atiye’ye doğru yavaş adımlarla yürümeye çalışırken, Atiye’nin gözünü kan bürümüştür. “Baban doldurup verdi, namusuna halel getirecek kim şerefsiz olursa çekinmeden alnı çatından vur,” dedi. “Yapma katil olursun, ver o silahı bana; elinden kaza maza çıkar, ver o silahı!” “Katil olurum, öyle mi?” “Katil ya!” Cevdet yaklaşmış, hamlesini yapıp silahı Atiye’nin elinden alacakken… ” Al o zaman, al o zaman!” İki el ateş etmiş, Dakikasında yere yığılan Cevdet’e iki kurşun isabet etmiş, biri başına, öteki de göğsüne! Atiye Cevdet’i öldürdükten sonra polisi arayıp kendini ihbar eder. Bir kurşunu da kendine ayıran Atiye, tabancayı şakağına dayayıp çeker tetiği. Kurşun, beynini darmadağın etmiş, o da dakika içinde yere yığılıp kalmıştır. Polis, kapıyı koç başı ile açıp doğru apartmanın üst katına çıkar. İki yüz kırk metrekarelik aile apartmanında onlardan başka oturan yoktur. Diğer katlar boştur. Üst katın salonunda kanlar içinde iki kişinin cansız bedenleri ile karşılaşır. Asayiş ekiplerin tecrübeli polis memuru, maktullerin nabızlarına bakar, kalp atışlarını dinler, ses alamaz. Polis memuru Süleyman, telsizci polise ara merkezi durumu bildir. Onlar ne yapmamız gerektiğini söyler. Anlı şanlı cemiyet başkanının aile apartmanından iki cenaze çıkar. Biri Atiye’nin, biri Cevdet’in!

  • Mavi Boncuk

    İbrahim TIĞ * söyle hangi geceyi sakladın koynuna kalbin terli at, erkenci yaz, gelincik çalıntı aşklar neden bırakmaz beni usulca soyduğun upuzun gençliğimdi yatağıma iliştirdiğin tenin, ıslak bir gülüş şüpheci bahar, gece mesaileri bu yüzden hep geç başlar buyur ol bitsin zil zurna bekleyiş rakı sar dudağına dağılsın kendine bende yokum törenlerini bitir aç göğsünün kapılarını saklama yoksa anlatamadığım yerlerin üşür aşk mavi boncuk değil ki, görkemli sözcükler dağıtasın! 14 Ocak 2023

  • Erdal Öz

    1935-2006 Erdal Öz, 26 Mart 1935’te Sivas, Yıldızeli’nde doğdu. Devlet memuru olan babasıyla birlikte Türkiye’nin değişik yerlerini dolaştı. Tokat Lisesi’ni bitirdikten sonra, İÜ Hukuk Fakül­te­si’n­de başladığı yükseköğrenimini Ankara Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. TDK Yayın Ko­lu’nda, Türk Sinematek Derneği An­kara Şubesi’nde çalıştı. İs­tanbul’da arkadaşlarıyla birlikte a Dergisi’ni çıkardı. İlk öykü kitabı Yorgunlar, 1960’ta a Dergisi yayınları arasında çıktı. İlk romanı Odalarda, aynı yıl Varlık Ya­yınları’ndan çıktı. Ankara’da Sergi Kitabevi’ni açtı. 12 Mart As­kerî Darbesi’yle başlayan karanlık dönemde siyasal görüşlerinden do­layı üç kez tutuklandı, hapis yattı ama yargılanma sonucunda aklandı. Bu dönemi işlediği Yaralısın adlı romanıyla 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’na de­ğer görüldü. 1975-1981 yılları arasında Cem Yayınevi’nin Arkadaş Ki­taplar adlı çocuk edebiyatı dizisini yönetti. 1981’de Can Ya­yınları’nı kurdu. Sular Ne Güzelse adlı kitabıyla 1998 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Cam Kırıkları ile 2001 Sedat Simavi Öy­kü Ödülü’nü aldı. Kanayan (1973) adlı öykü kitabında, Deniz Gezmiş Anlatıyor (1976) ve Gülünün Solduğu Akşam (1986) adlı anı-romanlarından sonra Gülünün Solduğu Akşam’a girmeyen not­lar ve izlenimlerini 2003’te Defterimde Kuş Sesleri’nde topladı. SSCB gezisinin izlenimlerini içeren Allı Turnam (1976), 1998’de Bir Gün Yine Allı Turnam adıyla yeniden yayımlandı.Havada Kar Sesi Var adlı öykü kitabı 1987’de basıldı. Dedem Korkut Öyküleri (1979), Alçacıktan Kar Yağar (1982), Babam Resim Yaptı (2003) adlı üç çocuk kitabı yayımlandı. Erdal Öz, 6 Mayıs 2006’da aramızdan ayrıldı.

  • Bir Ney ve Söz Ustası Neyzen Tevfik

    Nurten B. AKSOY * Aslında küfür ve küfürlü söylemler edebiyata, hele hele şiire hiç yakışmasa da söz Neyzen Tevfik’e gelince akan sular durur. Çoğunlukla küfürlü taşlamalarıyla hatırlanan Neyzen aslında tam bir söz cambazıdır. Neyinin nağmeleri ne kadar büyülüyse, hicivleri ve diğer şiirleri de öylesine güzeldir. “Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara, neyim ve meyimle (şarap) bir kuru yaprak gibi savruldum.” diye özetler yaşamını Neyzen Tevfik. Tevfik Kolaylı ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semâilerinin bestecisi olarak da bilinir. Osmanlı döneminde istibdat yönetimine, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı çıkanlara hicivleriyle cevap vermiş; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa şiirleriyle kafa tutmuştur. Birçok defa tutuklanan ve akıl hastanesinde yatan Neyzen yaşamı boyunca sara hastalığı ve yoksullukla mücadele etmiş, 28 Ocak 1953’te İstanbul’da ölmüştür. Neyzen Tevfik, yüreği insan sevgisiyle dolu biriydi. Dünya malına hiç değer vermezdi. 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosunda jübilesinin yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar, kendisine bir takım elbise göndermesini söyler. Arkadaşı elbiseyi gönderir. Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir. Sonra eski elbiselerini giyer ve bana vereceğiniz parayı da yoksullara dağıtın, der. Bir toplantıda; “Herifin tonla parası var, bir eli yağda, bir eli balda… Nereye gitse, hemen kenara çekilip yol açıyorlar!” diye savaş vurguncularından birinin dedikodusu yapılmaktadır. Neyzen, “Gerçekten kenara çekiliyor mu herkes?” diye sorar, “Çekiliyor.” cevabını alınca da “Demek cebindeki pisliğe bulaşmak istemiyorlar.” diye yapıştırır cevabı. Devrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir toplantıda ise neyini üflerken kendisini dinlemeyip konuşanları görünce çok öfkelenir ve aşağıdaki dizeleri söyler: Sanma ciddiyet ile sarf ederim sanatımı, Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir. Bezm-i meyde süfehânın saza meftûn oluşu, Nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir! (bezm-i mey: içki meclisi, süfehâ: zevk ve eğlenceye düşkün kişiler, meftûn: gönül vermiş) Zamanın maliye bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemde bir gün Neyzen’e sorarlar: “Neyzen, çalarken mi neşelenirsin, yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?” Neyzen hemen taşı gediğine koyar: “Maliye Vekili değilim ki, çalarken zevk alayım.” Düşeli derd-i firâkın ile sevdâya meye Müptelâyım, deliyim, sinmişim esrâr-ı ney’e Feleğin kahpe başında paralansın parası Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye… (derd-i firak: ayrılık acısı, müptelâ: tutkun, esrâr-ı ney: ney’in sırrı) Alkol tedavisi için yattığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklar hastanenin başhekimi Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklar ve içmeye devam ettiği takdirde hayati tehlike doğacağını söyler. İleri derecedeki samimiyetlerine dayanarak içki içmeyeceğine dair bir de yemin ettirir Neyzen’e. Aradan zaman geçer Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e bir yerde içki içerken rastlar. Hemen hatırlatır; “Hani sen içki içmemek üzere ant içmiştin?” Neyzen yapıştırır cevabı: “Üstat, biz fakir adamız bulunca içki içeriz, bulmayınca ant içeriz…” İhtiyarlık ile gençlik diyerek, Şu hayâtı ikiye böldürme! Ey büyükten de büyük Allâhım, Benden evvel s… öldürme Dr. Fahrettin Kerim Gökay ‘içkinin zararları’ konulu konferansını vermektedir. Bir ara: “Rakı’nın her kadehi, hayatımızı bir saat kısaltır” der. Dinleyiciler arasında olan Neyzen yerinden fırlayıp bağırır: “Eyvah, yandık!” Hayrola, diye sorarlar. “Hesap ettim, meğer ben öleli tam kırk yıl olmuş!!!” Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır. Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır. Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca, Kürsî-i liyâkat, pezevenk puşt olanındır! (umde: ilke, pâye: mevki, kürs-i liyâkat: mevki) Bir gün, Neyzen Tevfik Pendik’teki bir dostunda sabaha kadar devam eden âlemden sonra, biraz hava almak için çıkar ve deniz kıyısına gelerek bir çitlembik ağacının altındaki bir kayanın üstüne oturur. İnsana huzur veren derin bir sessizlik vardır doğada. Üstat, bu romantik havayı kaçırır mı, hemen neyini çıkarır ve çalmaya başlar. Biraz ileride ise çamaşırlarını yıkayan birkaç askerin tokaç sesleri duyulur. Ney sesini duyan askerler biraz sonra yanına gelerek büyük bir huşu ile dinlemeye başlarlar Neyzen’i. Bir ara Neyzen melodiye ara vererek, “Merhaba evlatlar, siz de benim gibi bu gece uykusuz kaldınız galiba!” diye takılır onlara. Askerlerden birisi kulağına eğilip, “Kurbanın olayım amca, sabah sabah bizi deli ettin, ama sözümü kötü görme, kopçaların çözülmüş, edep yerin gözüküyor…” deyince, Neyzen kalkıp askerin boynuna sarılır. “A benim aslanım, ben sana kurban olayım ki edebim olduğunu ilk defa senden işitiyorum!” diyerek nüktesini patlatır. Sonra, pantolonunun düğmesini ilikler ve askerlere bir güzel ney ziyafeti çeker. Bir taraftan câm-ı aşkın, bir taraftan meyle ney Kör kütük, zil zurnayım; sâkî fitil ettin beni! Sarhoşum, kör kandilim, yandım o mavi gözlere, Altmışından sonra cânâ bob-stil ettin beni. (cam-ı aşk: aşk kadehi, sâkî: içki sunan, cânâ: sevgili, bob-stil: züppece giyim tarzı) Halk adamlığı, ney çalışındaki ve yergi türündeki ustalığı ile Neyzen, “Türklerin Diyojen’i” sayılırdı. O, yüzyılların yetiştiremeyeceği büyük bir sanatçı, mevki ve şöhret sahiplerini amansız bir şekilde hicveden derbeder bir deha idi. Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler; Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler. Künyeni almak için partiye ettim telefon, Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler! İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar. Karşılaştıklarında, Neyzen, “Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince adam, “Genç yasta vali oldu, neden fasulyeye benzesin?” diye sorar. Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.” Öyle hürriyete âşık ki kadınlar, hatta Hiçbir erkek olamaz onlara yol arkadaşı. Çıkar at çarşafı teklîfine karşı, nitekim Donu fırlattı g..ünden, açacak yerde başı… Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım bir gün Neyzen’le karşılaşınca, “Aşk olsun, benim için aşifte filan gibi sözler söylemişsiniz.” der, Neyzen elini sinek kovalar gibi sallar ve “Hanım, sen beni tanımıyorsun. Ben herkesin bildiği şeyleri söylemem.” diye cevap verir. Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden, Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü. Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine, Yurdu şahane cehalet yeni baştan bürüdü. Dini bütün geçinen bir dostu Neyzen’e sorar, “Beni tanırsın. Cennetin anahtarı sende olsa beni oraya almaz mıydın?” Neyzen, karşısındakini baştan ayağa şöyle bir süzdükten sonra gülümser, “Bende cennetin değil de cehennemin anahtarı olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu. Belki seni oradan çıkarırdım!” diye cevap verir. Neyzen’in kardeşi Şefik Kolaylı anlatıyor: “Tevfik rakıdan kesilmiş, istirahat etmek üzere Pendik’e gelmişti. Tevfik, senin yüzünden bak neler oldu. Dr. Mazhar Osman Bey beş araba koyun gübresi istemişti, gönderdim. İhbar etmişler, müfettiş geldi, uzatmayalım başımıza iş açtın, dedim. Bir hayli güldü. Birkaç saat sonra işte bu kıta’yı yazıp elime verdi. Sertabibin bilirim kudret-i ilmiyesini, Kimi hakkında şöyle, kimi böyle dedi Mîriden çalma rüşvet olarak Pendik’ten Mazhar Osman tam beş araba gübre yedi. (sertabip: başhekim, kudret-i ilmiye: bilginin gücü, mîri: devlet) Şefik Kolaylı’nın, Dr. Mazhar Osman’a parasız verdiği gübreler için hakkında soruşturma açıldığı anlaşılmaktadır. Bu soruşturma, cumhuriyetin ilk yıllarında devlet malının nasıl korunduğunun bir göstergesidir. Bugün, devlet malının nasıl talan edildiğini gördükçe, “Nereden nereye geldik…” diye düşün­mekten kendini alamıyor insan. Neyzen’in sevmediği tek şey, otoriteydi. O yüzden devlet erkânı ile iyi geçinmezdi. Yalnız, Atatürk’e çok bağlıydı. Atatürk’ün ölümünden sonra günlerce evinden çıkmadığı söylenir. Neyzen Tevfik, ileriyi gören bir şairdi. Bundan yıllarca önce yazdığı hicivleri sanki bugün yazılmış gibi güncelliğini hala korumaktadır. Türkü yine o türkü sazlarda tel değişti, Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti.

  • Dünya Tiyatro Günü ve BRECHT

    Yusuf AKSOY * 1961'de Uluslararası Tiyatrolar Birliği (International Theatre Institute) tarafından kuruldu. Her yıl 27 Mart günü ITI merkezleri ve dünya çapında tiyatro grupları tarafından kutlanmaktadır. Pek çok ulusal ve uluslararası etkinlik kutlamalarda yer almaktadır. En önemli etkinliklerden biri, dünya çapında başarı kazanmış  bir tiyatro oyuncusu, yönetmeni veya yazarın yazdığı evrensel bildirgedir. İlk bildirge 1962’de Jean Cocteau  (Fransa) tarafından yazılmıştır. Kabulü UNESCO Dönemin ITI başkanı olan Arvi Kivimaa tarafından önce Helsinki, sonra da Viyana’da yapılan 9. ITI Konferansında ortaya atılan ‘tiyatrolar günü’ fikri, İskandinav ülkelerinden gelen desteğin de etkisiyle hayata geçirildi. Kabul edilişinden sonra her yıl, Paris’te 1962 tarihli Uluslar Tiyatrosu’nun (Theatre of Nations) da açılış günü olan 27 Mart günü, ITI’nin şu an sayısı 100’ü bulan dünya çapındaki merkezlerinde çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başlandı. Hedefi UNESCO tarafından kurulan ITI’nin “sahne sanatları bağlamında, dünya çapında bilgi ve uygulama alışverişini arttırmak, gelişim sürecinde sanatsal yaratıcılığın ve üretimin gerekliliği konusunda toplumsal bilinci uyandırmak, insanlar arasındaki barış ve dostluğun sağlanması ve artmasını gerçekleştirmek adına karşılıklı anlayışı geliştirmek, UNESCO’nun hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunmak” gibi hedefleri, Dünya Tiyatro Günü’nde bir kez daha hatırlatılmaktadır. Her yıl tiyatro ve tiyatroyla ortak çalışan diğer sanat disiplinlerinden gelen üstün başarılı bir sanatçı bu gün için bir konuşma yapmaya davet edilmektedir. Uluslararası Bildirge olarak görülen bu konuşmanın metni 20’den fazla dile çevrilmekte, pek çok gazetede yayınlanmakta ve dünya üzerindeki pek çok tiyatro grubunun oyunundan önce okunmaktadır. Pek çok televizyon ve radyo kanalı bu bildirgeyi beş kıtanın her köşesindeki dinleyicilere ulaştırmaktadır. Dünya Tiyatro Günü tiyatro dünyasındaki insanlar için sahne sanatlarının insanları bir araya getirici gücünü kutlamak, seyirciyle daha iyi bir iletişim kurmak ve insanlar arasındaki anlayış ve barışı arttırmak için bir fırsat olarak görülmektedir. Dünya Tiyatro Günü’nde yapılan etkinlikler, uluslararası işlevlerinin yanı sıra ulusal ve bölgesel tiyatro gruplarının bir araya gelmesinde de rol oynamaktadır. Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirgesi Jean Cocteau ilk bildirgenin yazarıdır. 1993'te Venezuela ITI Merkezi 1962'den 1993'e kadar yayınlanan tüm bildirgeleri biri özgün dillerinde, diğeri İspanyolca olmak üzere iki antoloji halinde yayımlamıştır. Uluslararası Bildirge'nin yanı sıra, ITI dünyanın hemen her yerinde büyük gösteriler ve festivaller düzenlemektedir. https://tr.wikipedia.org/wiki/Dünya_Tiyatro_Günü Tiyatroda İlk Akla Gelenler Tiyatronun Kurucusu Bertolt Brecht Epik tiyatro, siyasal amaçlı bir tiyatro düşüncesidir. Bertolt Brecht’in doğrudan Marksizm-Leninizm etkilenimiyle oluşturduğu ve seslendiği seyirci kitlesini de emekçi sınıf olarak belirlemiş bir kuramdır. Epik kelime anlamıyla halk arasında söylenen destansılık anlamıyla epik kelimesi kullanılmamaktadır. Asıl amacı tiyatronun; yalnızca lüks olarak toplumun elit kısımlarına hitap ediyor oluşu değil, aynı zamanda sıradan halkın sorunlarını da konu edinebilen bir anlayış üzerine kurulu olabileceğini göstermektir. Bertolt Brecht Teoride ve pratikte Marksizmin felsefi, siyasal ve ekonomik tahlillerini tiyatro sahnesine yansıtmaya çalışır. Brecht tarafından bilim çağının tiyatrosu olarak değerlendirilen epik tiyatro, kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar; oyunlar bir devrimin gerekliliğini çoğu kez doğrudan işaret etmese bile, var olan sistemin olumsuzlanması yoluyla, seyircisini başka alternatifler üzerine düşünmeye çağırma iddiasındadır. İşte yazarın seyircisini sokmayı arzuladığı bu aktif eleştirel tutum, Brecht tarafından ilk kez 1927 yılında kullanılan epik tiyatro nitelemesinde karşılığını bulur. Brecht canlandıran, taklit eden, seyirciyi yanılsamaya sokan gerçekçi tiyatro düşüncesinin karşısına koyduğu epik tiyatronun, yanılsamacı yönü yok edilmiş, anlatımcı bir tiyatro olmasını hedefler. Brecht’e göre, görünenin ardındaki gerçeği göstermek, burjuva gerçekçiliğiyle ve bütünlüklü bir tiyatro algısıyla mümkün değildir. Tam tersine bu algıyı kıracak, seyirciyi determinist neden-sonuç ilişkisinin cenderesinden kurtaracak ve böylece yanılsamayı kıracak bir tiyatroya ihtiyaç vardır. Yazarın siyasal amaçlı tiyatrosunu Piscator’unkinden ayıran, seyirciyi üstlenmeye çağırdığı bu aktif tutumdur. Epik tiyatro seyirciyi bir gözlemci yapar, ondan yargıya varmasını ister. Yazar bunu sağlamak için çeşitli araçlar kullanır. Oyunlar episodik olarak bölümlenmiştir ve bu episodlar arasındaki neden sonuç bağı olabildiğince gevşek tutulur. Hatta Brecht episodların başına açıklayıcı şarkılar ve notlar koyar; bu yolla merak öğesi olabildiğince yok edilir. Seyircinin oyuna olan mesafesini koruyabilmesi için tarihselleştirme kullanmak da yazarın bir diğer yöntemidir. Tarihselleştirme kullanarak, oyunlarının geçmiş bir zamanda ve/ya da başka bir toplumda geçirir. Bunu yaparken Brecht’in endişesi, şimdiki zamanda ve şimdiki toplumda geçen bir oyunun seyircinin özdeşlik kurmasına yol açarak, aktif eleştirel tutumunu kaybetmesine yol açacağıdır. Brecht’in kullandığı araçlar arasında en bilineni yabancılaştırma efektidir ve en genel anlamıyla, sahnedekinin bir oyun olduğunun seyirciye hatırlatılması amacını taşır. Böylece seyircinin oyuna kapılması, akla dayanan eleştirel tutumunu bırakarak duygularına kapılması engellenecektir. Episodik anlatım ve tarihselleştirme gibi araçların yöneldiği amaca hizmet eden yabancılaştırma, oyunun tüm yapısından bağımsız olarak düşünülemez. Althusser’e göre Brecht’in yabancılaştırması, diyalektik materyalizm felsefesiyle doğrudan ilişkilidir. İnsanı, olayları ve toplumu bitmiş, tamamlanmış olarak almaz. Somut durumların irdelenmesine yardımcı olur. Brecht, “hiç düşünmeden öylece zaten anlaşılıyor sanılan bir şey, [yabancılaştırmayla] özellikle anlaşılmaz duruma bile getirilebilir. Ama bir koşulla: Böylece sonunda gerçekten anlaşılmasını sağlamak adına” der. Bu Althusser’e göre diyalektik bir bakıştır: Bildiğini sanan seyircinin yabancılaştırmayla gerçek bilgiye ulaşmasını sağlamak. Walter Benjamin yazılarında Brecht'in gestus kavramından söz eder. Bu kavram oyun metinlerine ilişkin olmaktan çok, gösterimsel anlam taşır. Daha çok Brechtyen Oyunculuk altında incelenebilecek bu kavramın temel mantığı, sahnedeki oyun kişisinin sınıfsal konumunu belli edecek bir yüz ya da beden tavrıdır. Örneğin oyun kişisinin yerleri nasıl süpürdüğü bir gestus olabilir. Yerleri her zaman süpürmeye alışkın olan bir hizmetçinin tavrıyla bir prensesin yerleri süpürmek zorunda kaldığında göstereceği tavır, onların sınıfsal farklılıklarını ortaya koymak için bir araç olacaktır. Brecht Küçük Organon’unda, tiyatronun eğlendirici yönünü ne kadar önemli bulduğunu da anlatır. Ancak bunu burjuva tiyatrosunun eğlence anlayışını eleştirerek yapar. Epik Tiyatro'nun ulaşmaya çalıştığı seyircinin kandırmacadan değil, öğrenmekten, bilmekten ve çözümlemekten zevk alan bir seyirci olduğunu söyler. Epik tiyatro örnekleri Brecht'in oyunlarından ·         Adam Adamdır ·         Cesaret Ana ve Çocukları ·         Kafkas Tebeşir Dairesi ·         Sezuan'ın İyi İnsanı ·         Önlem ·         Puntila Ağa ve Uşağı Matti ·         Galilei'nin Yaşamı ·         Schweyk ·         Dilenci veya ölü köpek ·         Lukullus'un sorgulanması ·         Ova ·         Şeytan kovma ·         Karanlıkta ışık ·         Gecede trampet sesleri ·         Üç kuruşluk opera ·         Mahagonny kentinin yükselişi ve düşüşü ·         Balıkçı https://tr.wikipedia.org/wiki/Epik_tiyatro Bertolt Brecht'e karşı HAÇLI SEFERİ Asıl mesleği marangoz olan André Müller sen., kendi deyimiyle, "30 yaşındayken Brecht'in tiyatrosuna aşık" olur. Uzun yıllar Brecht ile birlikte tiyatroda çalışan Müller, tiyatro eleştirmenliğinin yanı sıra değişik sol dergi ve gazetelerde gazetecilik yapıyor. Almanya'nın en tanınmış edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki, 20. Yüzyıl'ın en büyük dramaturgu Bertolt Brecht'in halk tarafından unutulduğunu söylüyor. Kamuoyu yoklamaları yapılarak Brecht'i kimsenin okumadığı, bilmediği şeklinde bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekte sorun, kaç kişinin Brecht'i tanıdığı veya okuduğu sorunu değil. Ölüm yıldönümü, doğum günü gibi özel günler bu gibi eski Brecht karşıtları, komünizm karşıtları için saldırıya geçmek için vesile edilen günlerdir. Onların en hoşlandıkları düşünce Brecht'in öldüğü ve unutulduğudur. Reich-Ranicki, ki bu konuda onunla hem fikir olacağımıza eminim, çok iyi bilir ki, bir şeyin gerçekleşmesini sağlamak ısrarcı olmaktan geçer. Kaç Alman örneğin Goethe'yi tanıyor, kaçı okumuş, o sonuçta bizim ulusal şairimiz! Hangi okulda Goethe okunuyor. Eminim ki, Brecht'i okuyanlardan çok daha azı Goethe'den bir şey okumuştur. İsmini duymuştur, ama okumamıştır. Size Köln'den bir örnek vereyim: Bir okulda çocuklar için Brecht'in şiirlerinin okunduğu bir etkinlik düzenlenmiş, ilgi beklenenden çok fazla olduğu için etkinlik birkaç kez tekrarlanmak zorunda kalmış. Ortaya atılan bütün iddiaların hepsi saçmalıktır. Brecht uzun dönemden beri Alman edebiyatının ayrılmaz bir parçasıdır. Brecht'e karşı bu kadar öfkenin nedeni ne? Herhangi bir Alman gazetesini alın ve okuyun, göreceksiniz ki, komünizm hiçbir yerde sistem olarak kalmadığı halde, sanki komünizm varmış gibi buna karşı büyük bir kararlılıkla mücadele sürdürülüyor. Bunu yaparlarken çok geniş davranıyorlar. Yaşadığımız bu toplum komünizmden o kadar korkuyor ki, yeniden dirilecek ve karşımıza dikilecek diye, onu hatırlatan her şeyi eleştiriyor, yerden yere vuruyorlar. Bu konuda, onu hatırlatan her şeyle ilgili tam bir histeri yaşatıyorlar. Karlsruhe'den Jan Knopf isimli bir profesör, "Yepyeni bir Brecht keşfettiğini" söylüyor. Çok güzel bir örnek bu bay Knopf. Batı Almanya'da Brecht'in toplu eserleri, gerçek toplu eserleri, ilk kez yayınladığında bu bay bunu yorumlamıştı. Bu yorumunda "Tabi ki Brecht büyük metodunu Marksist diyalektikten çıkartır ve bu konuda özellikle Lenin'den yararlanır" demiştir. O dönem bu bay bana oldukça şüpheli gelmesine karşın emin değildim, kendini tam tanımıyordum. Bugün yaptığı tam da özünü ortaya koymasıdır. Belki de adamcağıza, "Bak şimdiye kadar yaptıkların pek iyi sayılmazdı, eğer işini daha iyi yapmazsan, enstitünü, profesörlüğünü unut, sana para mara yok" demişlerdir. Eğer bugün, istenildiği söylenen bir sistem olsaydı, yani herkes birbirini seviyor, herkesin en pahalı arabası var, yoksulluk yok, 5 milyon işsiz de yok... O zaman belki Brecht'e karşı, bir bütün olarak Marksizm'e karşı daha soğukkanlı, daha hazımlı yaklaşırlardı. Ama bugün 5 milyon işsiz var, bu bir gerçek. Her gün Marx'ın bu süreçle ilgili söylediklerini doğruluyorlar. Bu nedenle de kendilerinden emin değiller, geleceklerine güvenemiyorlar. Üç Kuruşluk Opera'yı düşünün. 20 yıl önce, çok şahane bir parça olduğunu söylerdim, sonuçta oyunun oluşumunu biliyorum, kimlerin oynandığını biliyorum.. ama toplumsal aktüelliği açısından emin olamazdım. Sonuçta 20 yıl önce her köşede bir dilenci yoktu, bugün var; Köln'de alanları ele geçiren ufak çocuklar, Münih'te dilenme yeri kiralayanlar, bunların hepsi bugün var. Yoksulluk ve sefalet, sefaletin sömürülmesi bunlar hepsi yeniden gerçek. Üç Kuruşluk Opera'da bunların hepsi işleniyor, toplumun içinde bulunduğu durum sergileniyor. Bu nedenle de Üç Kuruşluk Opera, 20 yıl öncesinden çok daha aktüel. Brecht'in batıda belki en fazla tanınan oyunu olan Üç Kuruşluk Opera'nın, her defasında yumuşatılarak, toplumsal eleştirisi azaltılarak oynanmasının nedeni bu olsa gerek. Bu çok normal. Eğer bir toplum bir işi yapmak zorunda kalıyorsa ve bunu yaptığından dolayı mutsuzsa her yolu deneyecektir. Brecht'e karşı mücadele etmenin birçok yolu var. Örneğin resmi onurlandırmalarda Brecht üzerine bir tutam Alman saçmalığı dillendirilebilir. Oyunlar her yeni sahnelenişinde içi de boşaltılabilir. Zaten Almanya'nın yeni tiyatro yönetmenleri yazarın ne dediğini bilmek bile istemiyorlar. Yazar ne dediyse tersini yapıyorlar. Yarın kalkıp, "özü itibariyle Brecht CDU'nun bir temsilcisiydi" derlerse bu beni şaşırtmaz. Brecht'e saldırılar bir moda tarzında yapılıyor. Birkaç yıl öncesinde birinin aklına Brecht'in kadınlarla ilişkisi geldi. Evet Brecht birçok kadınla hayatını paylaştı, işini paylaştı onlarla çok iyi çalışmalar ortaya çıkardı. Ama o dönemin modern feminizmi kapsamında Brecht'in bu yönü tersine çevrildi ve ona karşı kullanılmaya çalışıldı. Ne denilmişti: Kadınlar hep çalıştı, hep yazdılar. Brecht de onlardan çalıp altına imzasını çaktı. Yani bu tür iddialara ne denilebilir ki? Bu bir dönem moda olmuştu, 10 yıl kadar sürdü ve moda bitti. Artık kimse bundan bahsetmez oldu, çünkü insanların artık ilgisini bu şekilde çekemiyorlar. Başka bir iddia, başka bir moda başlatırlar. Brecht'e karşı tutum, onun dünya görüşüne karşı tutumdur. Brecht'in benzeri kampanyalara karşı tutumu ne oldu? Soğuk savaş boyunca da kendisiyle bağlantılı olarak anti komünist kampanyalar sürdürüldü. Brecht birçok akıllı insan gibi Rusya ve ABD arasında savaş dönemi gerçekleşen müttefikliğin geçici olacağını başından beri biliyordu. O dönem ortaya çıkan illüzyonlara kapılmadı. Brecht, ABD'nin geçici olarak bazı şeyleri sineye çektiğini ve Sovyetlere karşı fırsat kolladığını biliyordu. ABD'deki anti komünist kampanyadan payına düşeni aldı. 30 Ekim 1947'de sorgulandı. Brecht bütün gelişmeleri sürekli sınıf bakış açısıyla değerlendirirdi, kampanyalara karşı yaklaşımı böyle oldu. Bugün Lübnan'da ve genelde Ortadoğu'da yaşanları da bu bakış açısıyla değerlendirirdi. İki dünya savaşı yaşayan Brecht, bugün yaşasaydı sınıf bakış açısıyla; Alman emperyalizminin bugün yeniden gelişip serpildiğini, güçlenip büyüdüğünü ve kendine, savaşın yenilgisi ve yarattığı tahribatın ardından konulan sınırları ve buna bağlı olarak kabullendiği yaptırımları artık unutturmak istediğini söylerdi. Ki bugün, geçmişte yaşananları unutturmanın en iyi yolunun insancıl yardım gerekçesinin öne sürülmesi olduğuna dikkat çekerdi. Bugün Almanya ne yapıyor, "Yahudilere karşı suçluluğum var" diyor ve bunu İsrail'e karşı suçluluğa dönüştürüyor, ki bu iki şey aynı değil. Almanya orada kendi çıkarları gereği böyle bir yöntem izliyor. Bunu söylemek sınıf bakış açısını gerektirir. BRECHT'İ KİM TANIYOR? Bir süre önce "Bücher" isimli dergi tarafından Brecht'in 50. ölüm yıldönümünde "Ünlü şairi kim biliyor" diye bir araştırma yaptırıldı. Araştırmada denek olarak alınan 16-65 yaş grubu arasında 1084 kişiye Brecht hakkında sorular yöneltilmiş. Araştırmanın sonuçlarına göre Almanların çoğunluğu (yüzde 55'i) en son okul dönemlerinde Brecht'in eserlerini okuduğunu söylemiş. Bu ve önceki sene Brecht'ten bir şey okudunuz mu sorusuna çoğunluk "Natırlamıyorum" derken sadece yüzde 2'lik bir bölüm kesin olarak "evet okudum" demiş. Yüzde 42 ise Brecht'ten bir şey okuduğunu sanmıyor veya hatırlamıyor... "Bücher" dergisinin vardığı sonuç: Brecht Almanya'da unutuluyor! Brecht'in bütün eserlerini yayınlayan Suhrkamp Yayınevi, konuya ilişkin kısa bir açıklama yaparak, araştırma sonuçlarını farklı açıdan yorumlamanın mümkün olduğuna dikkat çekerek konuya açıklık getirdi: "Sorulara cevap verenlerin yüzde 55'i Brecht'i okul dönemlerinde okuduklarını söylüyorlar. Bunu hangi Alman yazarı üzerine daha söyleyebiliriz? Bugüne kadar sadece Suhrkamp Yayınevi'nden çıkan Brecht eserleri 16,5 milyon adet satmıştır, her yıl bunun üzerine 300 bin (300.000) adet ekleniyor. Eserleri 50'den fazla dile çevrilmiştir ve hâlâ Alman tiyatrolarında en fazla eseri sergilenen yazardır." https://www.evrensel.net/haber/172604/bertolt-brecht-e-karsi-hacli-seferi#google_vignette Derleme: Yusuf AKSOY Kaynak :  İNTERNET

  • AŞK MEVSİMİ

    Fuat ÖZGEN * Önce hazırlanır ortam Düşer cemreler Isınır her yan Canlanır toprak Çiçek, yaprak Döşenir halılar Renk cümbüşüyle Çevreyi kokular sarar Ardından müzisyenler Kuşlar, böcekler Çeşitli besteler, her tondan sesler Renkler, kokular, sesler Tamamlanınca dekor Gevşer gönül yayları Akıl baştan gider Aşk mevsimi başlar Güdüler, dürtüler coşar Danslar, kurlar, serenatlar Cilveleşmeler, eşleşmeler Çılgınca geçer bahar

  • 21 MART DÜNYA ŞİİR GÜNÜ

    Yusuf AKSOY * Şiir yazmayı, okumayı, yayınlamayı ve teşvik etmeyi amaçlayan UNESCO 21 Mart’ı Dünya Şiir Günü olarak ilan etmiştir. Şiirin sorgulayarak çeşitlilik yarattığını söyleyen UNESCO, 21 Mart Şiir Günü ile hem dil çeşitliliğini kutlamayı hem de şiir yazmayı yaygınlaştırmayı hedeflemiştir. İlkbaharın başlangıç ayı olan Mart ayı tarihsel birçok önemli gün, hafta ve olayı da içine alır. Halklar efsanesine göre şubat ortasında başlayıp belli aralılarla sırasıyla hava, su ve toprağa düşen cemrenin son olarak toprağa düşüşü de mart ayına denk gelir. Böylece kış mevsiminin yerini ilkbahara bıraktığı kabul edilir. Mart ayına denk gelen çok önemli bazı gün ve haftalardan bahsetmeden, geçmek doğrusu eksiklik olur: 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 14 Mart Tıp Bayramı, 18 Mart Çanakkale Zaferi, 21 Mart Irk Ayrımı İle Mücadele Günü, Nevruz, Dünya Şiir Günü, Dünya Down Sendromu Farkındalık Günü, Âşık Veysel’in ölüm yıldönümü, 22 Mart Dünya Çocuk Şiirleri Günü, 27-30 Mart Kütüphaneler Haftası ve onu da 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü takip etmektedir. Mart ayında kutlanan, anılan gün ve haftalara baktığımızda uygarlık tarihi için dönüştürücü önemi olan gün ve haftaları görüyoruz. Canlılığını sürdürme garantisini elde eden insan öteki ile insanlaşma yolculuğuna çıkıyor. Bu yolculuk aynı zamanda doğaya yakışır insan olma/oluşma sürecidir esasta. Bu yolculuk kalabalıklaşarak süren döngüsel bir yolculuktur. Yolcu olan insan yol boyunca farklı davranışlar göstermiştir, göstermektedir. Kültürlendiği ortamın etkisi altında kendisiyle barışık olduğu dönemde öteki ile, diğer canlılarla yani bir bütün olarak doğa ile de barışık oluyor. Aksi durumda ise sadece kendisiyle değil yaşam alanındaki herkesle ve her şeyle kavgalı bir halde oluyor. Bahse konu olan insan tekil insan değil elbette ki. Kendi tarihini yaratan insan yığınlardan bahsediyorum. Dünyanın birçok ülkesinde 21 Mart dolayımı ile sanatla barışık toplumlarda insanların yüzü tomurcuk yüklü ağaçların rengârenk çiçeğe dönüştüğü haline dönüşüyordur. Kapitalizmin pençesinde insanca olan tüm değerlerin hiçe sayılarak ayaklar altına alınması nedeniyle dumur olan ve kendine yabancılaşan insan yığınları sessizliğe gömülürken şiirler gecede yıldız gibi kaymalı yeryüzüne. Şair, şiiri zavallı hale düşürmez. O, her koşulda sözünü esirgemeyendir. Brecht’in dediği gibi: “Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Elbette, şarkı da söylenecek karanlık zamanları anlatan.” PEN Türkiye Merkezi tarafından verilen 2024 Dünya Şiir Günü şiir ödülünün sahibinin Enis BATUR olmuştur. Çok değerli bir şair ve yazar olan BATUR, PEN adına Dünya Şiir Günü Bildirisini de kaleme almıştır. Yine çok değerli bir kadın şairimiz olan Arife KALENDER ‘de Türkiye Yazarlar Sendikası adına Dünya Şiir Günü bildirisini yazmıştır. Yaratan, yıkan ve yeniden kuran insan, maddi emekle birlikte duyuşsal emeğin de sahibidir. Sanatın her türü insanın en hassas yaratısının başında gelir. Merakı sonucu ortaya koyduğu devinimi (hareketleri-dansları) çığlığı, yalvarışı, hüznü ve sevinci yani bin bir dilde sesi (şarkılara, türkülere de dönüşen şiirleri) yaşamın toplam bir özetidir. Özellikle şiir, yaşamımızın acı, tatlı tüm birikimini en yalın halde ortaya sermemizi sağlayan kolektif sesimizdir. Söyleyemediklerimizdir, şair nezdinde şiirin söyledikleri. Varoluşsal sıkıntılardan sıyrılıp döngüsel, her türden emekle canlı ve onurlu gerçekliğimizin farkına varışımızdır. Maddi manevi kuşatmaları yardığımız ve yaşama koştuğumuz nefesimizdir. Yaşama soru sorup yanıtını üretebildiğimiz mutluluk laboratuvarımızdır sezgilerden süzülüp gelen şiirimiz. Bizim dilimizden yeryüzüne savrulan şiir; umutsuzluğun, cesaretsizliğin, tükenişin, aşksızlığın, mutsuzluğun yani perişanlığın panzehridir. Nu mutlu şiirler üretenlere ve şiirlere dost olanlara. Ve ne mutlu yeniden ayağa kalkmaya dair olan mevsimin başında 21 Mart’ta Dünya Şiir Gününü kutlayanlara Nazım Usta’nın yıllar önce seslendiği “STRONSİUM 90” adlı şiiri geleceğin şiiriymiş aslında. Şair, bugünü ve geleceği özgürleştirmenin yolunu şiirle gösteriyor. “Acayipleşti havalar, bir güneş, bir yağmur, bir kar. Atom bombası denemelerinden diyorlar. Stronsium 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete, kapısını çaldığımız büyük hasrete. Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.” MaviADA ve ŞEHİR dergilerinde yayınlanmış olan ‘Şiir İtaat Etmez’ başlıklı yazımın son paragrafını burada paylaşarak 21 Mart Dünya Şiir Gününü coşkuyla selamlıyorum: “Şair, hayatı yeniden çağırandır. Tüm sanat türleri ile birlikte şiiri savunuyorum. Ancak, şair şiirini kutsamaz. Ulaşılması gereken onurlu bir hayat için verilen emeği ve kavgayı kutsar. Yaşam sürdükçe sanatsal yaratı sürecektir. Bedenler esir alınabilir. Ancak kalpten akla, akıldan kalbe giden yollar tutulamaz, Şiir, dün olduğu gibi bugün de, yarın da itaat etmeyecek ve kurulan bentleri aşabilecek gücünü yine gösterecektir. Şiiri susmuş şair, şairi susmuş hayat bir hiçtir. Hiçliğe alışmayalım …”

  • AH BU SÖZCÜKLER

    Niyazi UYAR* "İnsan ne bulursa dilinden bulur," derler ya doğru değildir! İlk bakışta öyle görünse bile gerçek bambaşkadır. Dilin etkisi, ağızdan çıkan sözcüklerdedir. Sözcüklerin bilinen bilinemeyen anlamları dilin gücünü gösterir. Dilin tadı tuzu kullanılan sözcüklerdedir. “Güzel bir söz” derler, “güzel bir söz söyle canımı ye,” derler! “İnsan ne bulursa dilinden bulur,” deseler de kullandığı sözcüklerden bulur. Sözcüklerden ötürü az mı insanın başı ağrımış, az mı insan cezaevlerinde yatmış, ocağına incir ağacı dikilmiş! Dile anlam veren, onu anlamlı kılan sözcüklerdir. Onların etki gücü, çağrışımı siyasal iktidarların uykusunu kaçırmıştır. Siyasal iktidarlar konuşma derken "böyle söyleme" demiş, "benim erkimi sıkıntıya sokacak şeylerden uzak dur," demiş. Siyasal iktidarların her konuşan insanla bir sıkıntısı olmaz ki onların sıkıntısı sözü anlamlı olanlar, sözü erdemli olanlardır. Onların derdi “özgürlük” diyenlerdir, “barış” diyenlerdir. Gelin geçmişten günümüze bir “yürüyüş” eyleyelim. Eyvah "yürüyüş" dedik, farkında olmadan. Olsun anayasada "yürüyüş" konusuna değinilmiş ya! Anayasa maddesinin yapısındaki akustiğe, güzelliğine bakın: “Herkesin önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir…” Bakın bakın sözün manasındaki ehemmiyete bakın! “Yürüyüş” dedik ya, toplanma ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten diye başlayan adına hukuk dedikleri eğilen, bükülen, ona göresi, buna göresi olan ifadelerle bir mahkeme kuruluverir hemen. Sen, benim özgürlüğüm, hakkım, hukukum dediğin an bir başka “suça” doğru yelken açarsın. “Özgürlük, hak hukuk,” diyen insanlar 12 Eylül’de az mı çekti bu sözcüklerin elinden? Bir “yanıt” sözcüğü yüzünden kaç eğitimcinin, kaç öğrencinin anasından emdiğini burnundan getirdiler. Ne gariptir ki buna milliyetçilik açısından karşı çıkanların eski Türk metinlerinde “Kutadgu bilig’te kullanıldığından bile bir haberdir. Ah Uğur Mumcu, ne de güzel söylemişsin: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar!" Karşı çıkılan “yanıt” sözcüğü değildi aslında, karşı çıkılan değişimdi, gelişimdi onun sonucunda yaşanacak devrimdi. “Devrim” deyince bir düzenden bir başka düzene geçiş değil, aman uykularınız kaçmasın! “Devrim,” batılı anlamda gelişim demek. “Devrim, ah devrim” senin aşkına tutulan, senin esiri aşkın olanları heyecanlandırırken, uğruna nice gençlerin hayatları karardı. “Devrim, devrim” diyen Denizler, Yusuflar, Hüseyinler…” darağacında üç fidan” olup darağacını boyladı. Ah bu sözcükler ah! Bu sözcükler yok mu, siyasal iktidarların uykularını kaçırdı. Sözcüklerden korkan iktidarlar yasak ettiler “örnek demeyi, yasak ettiler yasa demeyi, yaşam demeyi, ulus demeyi, yurttaş demeyi, yanıt demeyi… Devletin kelli felli yöneticileri bu sözcükler kullanılmasın diye yönetmelikler, tüzükler hazırladılar. Bu sözcükler yasak dediler, bu sözcükleri kullananlar hakkında yürürlükteki yasalara göre işlem yapılacaktır deyip afili cümleler kurdular. Devletin televizyonunda yasak sözcüklerle ilgili “aranan seri katilleri” çağrıştıran bildiriler okundu, okul müdürleri aracılığı ile eğitim camiası bilgilendirildi. Anlı şanlı devletimiz halkı zararlı sözcüklerden korumak için “kutsal bir vazifeyi” yerine getiriyordu işte. İşte öyle, insan ne bulursa dilinden falan değil, yani insan ne bulursa kullandığı sözcüklerden bulur. Öyle değil mi boş boş konuşan, insanlara kim ne demiş bugüne kadar? “Devleti Aliye” için tehlike kahvede konuşulanlar değildir, onun canını sıkan “hak diyen, hukuk diyen, özgürlük diyen, kadın hakları diyen insanlardır. İnsan dilinden bulmaz, insan kullandığı sözcüklerden bulur belasını(!) Dili anlamlı kılan sözcüklerdir. Ah bu sözcükler ah! II. Abdülhamit döneminde kimse “murat” sözcüğünü kullanamamış. Örneğin deyimlere bile sansür gelmiş. “Allah muradını versin,” demek isteyen biri “Allah miradını versin,” demiş. “Yıldız” sözcüğü sakıncalı olduğu için katiyen kullanılmamış. II. Abdülhamit’in burnundan ötürü kimse içinde “burun” sözcüğü geçen cümle kuramamış. Hele hele “vatan, hürriyet, cumhuriyet… Sözcükleri adamakıllı tehlikeliymiş. “Namık Kemal, Şinası, Ziya Paşa… cezanın en büyüğünü kabullenmek manasına geliyormuş. Yani fakir fukara olmuş yazı dili, kısırlaştıkça kısırlaşmış. Az miktardaki sözcükle yazma zorunluluğu ortaya çıkmış. Kazayla ağzından bir “yıldız” sözcüğü çıksın gör o zaman sen hücrenin katmerlisini. Sakıncalı sözcüklerden dolayı devrin yazarları, şairleri o dönem için "dilin sözcük fukarası" olduğunu söyler. Ah bu sözcükler ah! Eğiliyorsun, bükülüyorsun, hep bir algının esiri, hep bir kandırmacının aracı oluyorsun. Toplumsal değişimin önünde bir engelsin, sen yok mu sen, ah ah! Senin çok anlamlı olman, ironik olman, mecaz anlamlı olman… anlamaya ket vuruyor(!) Ah bu sözcükler ah! Bugünlerde de sözcüklere yeni anlamlar yüklediler: “Zam,” sözcüğü sevimsiz olduğu için fiyat ayarlaması diyorlar, “yüksek enflasyon” eskiden canavar resmi ile resmedilirken, şimdi sepetin içindekileri değiştirerek, normalleşti, kadınının özgür ruhlu olması, biat etmemesi çileden çıkarıyor birilerini. Yeni yepyeni şeyler öğrendik bugünlerde: Hasta garantili hastaneler, yolcu garantili hava limanları, araç geçiş garantili otoyollar… Ah bu sözcükler ah, Ne çektik senin elinden? Beyaza kara deyip saatlerce tartışıyorlar gözümüzün içine baka baka! Beyaz beyazdır, kara da kara. İşte böyle çok manalı şeylerde “aydınları” tartıştırmak dilin becerisi falan değil bence, bu sözcüklerin ihtiva ettikleri derin manalardır! Sözcüklerimizin kıymetini bilelim.

  • Nevruz'a Güncel Bakış

    25.03.2019 * Zeki SARIHAN * Emperyalist Batı’nın iyice hırpalamak istediği Türkiye, buna karşı Kurtuluş Savaşı verirken sırtını da devrimci Doğuya dayamıştı. Ankara’da elçilik açan ülkeler bunun somut ifadesidir. Sovyet Rusya, Azerbaycan, İran, Afganistan, Buhara-Hıvye... Gerek Doğu milletlerinin, gerek Ankara temsilcilerinin bu saflaşmanın Doğu-Batı saflaşması olduğu, Milli Mücadelenin ise Doğu’nun Batı’ya karşı savaşı olduğunu anlatan birçok demeçleri vardır. Ankara’ya göre Türkiye bir Doğu ülkesidir. Bu durum, Doğu ülkelerinin ortak kültür değerlerine de sahip çıkmasına neden olmuştur. 1922 günü Ankara’da devlet tarafından kutlanan Nevruz bunun ifadesidir. ANKARA’DA GÖRKEMLİ NEVRUZ KUTLAMASI Ankara’nın resmi yayın organı Hâkimiyet-i Milliye’nin 23 Mart 1922 tarihli sayısında verilen habere göre, 22 Mart günü askerler şehir içinde harekete başlamışlar, bütün mebuslar ve halk da Meclis önünde toplanmışlardır. Halk ve mebuslar, Meclis önünden mızıka çalarak geçen askerleri alkışlamışlardır. Çeşitli sınıflara mensup iyi giyinmiş on bölük asker sarı, kırmızı, yeşil sancaklarla şehrin ana caddelerinde resmigeçit yapmışlardır. NEVRUZ YERİNE BALO KÜLTÜRÜ Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra devlet eliyle Nevruz kutlamaları sona ermiş, bunun yerini Yakup Kadri’nin Ankara romanında anlattığı yüksek zümrenin dans merakı sarmıştır. Bu akım, bir moda olarak İstanbul’da yaygınlaşmaktadır. 22 Mart 1925 tarihli Cumhuriyet’ten Nevruz’un yalnız İran’ın resmi günü olarak İstanbul elçiliğinde kutlandığını öğreniyoruz. 17 Nisan 1926 tarihli Cumhuriyet’in “Yeni Balolar” başlıklı haberinde Türk Muallimler Cemiyeti’nin Perapalas’ta görkemli bir balo düzenlemeye hazırlandığı yazılmıştır. Galatasaray Terbiye-i Bedeni’ye Kulübü de 8 Nisan’da Tokatlıyan salonunda bir balo vermeye hazırlanmaktadır. Geçenlerde de Galatasaray’ın Denizcilik şubesi tarafından verilmiştir. Çok geçmeden balo ve dans tutkusu Anadolu kentlerini de sarmaktadır. 21 Mart 1926 tarihli Cumhuriyet, “Anadolu’da Dans Merakı” başlıklı yazısında Konya Muallimler Birliğinde bir dans salonu açıldığını yazmaktadır. Kökü 6.000 yıl öncesine giden ve Doğu milletleri arasında kutlanmakta olan Nevruz’un bu yıl yarım ağızla geçiştirilmiş ve kitlesel olarak yalnız Diyarbakır’da kutlanmış olması, Türk devletinin bu günü Kürtlere terk ettiğini gösteriyor. TÜRKİYE NEREYE AİT Kürtlerle barış çabaları döneminde bazı hükümet adamları, Kürtlere yaranmak için Nevruz’da ateş üzerinden atlama gösterileri yapıyordu. Hiç alışık olmadıkları için davranışlarındaki iğretilik de göze çarpıyordu. Şimdi hükümetimizin Nevruz diye bir derdi yoktur. Balodan da hoşlanmıyor. Halk, devlet aldırmasa, hatta yasaklasa da geleneğini şu veya bu biçimde sürdürür. Devletin ise hangi kültüre sahip çıkacağını sormakta haksız sayılmayız. Hükümet Türkiye’yi Doğu’da mı, Batı’da mı, yoksa Güney’de mi (Arap yarımadasının bir parçası olarak) konuşlandırıyor? (21 Mart 2019)

  • Hoş Geldin NEVRUZ

    Nurten B. AKSOY * “güneşe doğru ılık bir yol hikayesi başlar; önce cemre, sonra nevruz, sonra bahar…” Bahar gelecek, geliyor derken işte geldi bile. Cemreler düştü önce; havayı, suyu, toprağı ısıttı. Şaşkın bademler pıtrak gibi açtı çiçeklerini. Güneş yüzünü saklamaya devam edip karlar yağsa da bahar geldi işte. 21 Mart yani gayri resmi olsa da baharın ilk günü. İçinden geçtiğimiz süreç, uzun zamandır belimizi büken zamlar, hayat pahalılığı derken belki de 'Baharı görmeden yaz geldi geçti' diyeceğiz, ama olsun, biz yine de HOŞ GELDİN BAHAR diyelim... NEVRUZ'UN TARİHÇESİ Avrasya’nın geniş coğrafyasında yaşayan halklarda baharın müjdecisi ve “Yeni gün” olarak bilinen 21 Mart; yeniden canlanmaya başlayan doğanın insanlara sunduğu bolluğu, bereketi, sevgiyi, kardeşliği, paylaşmayı ve dostluğu simgeleyen kutlu bir gündür. Dünyadaki birçok toplulukta, farklı inanışlarda ve farklı isimler altında şenliklere konu olan, dünyanın en eski bayramı “Nevruz”; Farslar, Kürtler, Zazalar, Azeriler, Anadolu Türkleri, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Karakalpaklar, Kazaklar tarafından kutlanan geleneksel “Yeni yıl” ya da “Doğanın uyanışı ve bahar” bayramıdır. Yazılı olarak ilk kez 2. Yüzyıl’da Pers kaynaklarında adı geçen Nevruz, İran ve Bahai takvimlerine göre yılın ilk gününü temsil eder. Günümüz İran’ında, her ne kadar İslami bir kökeni olmasa da bir şenlik olarak kutlanan bu bayramı bazı topluluklar 21 Mart’ta kutlarken, diğerleri Kuzey Yarım Küre’de ilkbaharın başlamasını temsilen, 22 veya 23 Mart’ta kutlarlar. Anadolu ve Orta Asya Türklerinde, Göktürklerin Ergenekon’dan çıkışı anlamıyla ve baharın gelişi olarak kutlanır. Kürtler’de ise Nevruz bayramının, Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa Efsanesi‘ne dayandığına inanılır. 2010’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 3000 yıldan beri kutlanmakta olan Pers kökenli bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. 2009 yılında toplanan Birleşmiş Milletler Manevi Kültür Mirası Koruma Kurulu da, Nevruz’u “Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi”ne dahil etmiştir. “Nevruz” sözcüğünün aslı Farsçadan gelir; yeni anlamındaki “nev” ile gün ışığı/gün anlamındaki “rûz” sözcüğünün birleşmesinden oluşmuştur. Anlamı 'yeni gün / gün ışığı'dır. Nevruz geleneğinin, tarihte en son Buzul Çağı’nın bitmesinden hemen önceki günlere yani 15.000 yıl öncesine kadar uzandığına inanılır. Efsanevi Pers Kralı Cemşid, İranlıların avcılıktan hayvancılığa ve yerleşik yaşama geçişini temsil eder. Eski çağlarda, mevsimler insanoğlunun yaşamında günümüzdekinden daha yaşamsal bir öneme sahip olduğu için insanların her şeyi dört mevsim ile çok yakından ilgiliydi. Zor geçmiş bir kışın ardından gelen bahar, doğanın uyanışı, yeşillenen ve çiçeklenen bitkiler ve koyunların yavrulaması insanoğlu için büyük bir fırsattı ve yeniden doğuş demekti. İşte böyle bir dönemde, eski İran’da Nevruz kutlamalarını başlatanın Kral Cemşid olduğuna inanılır. Türk topluluklarında ise efsaneye göre bir savaşta yenilen Türkler, Ergenekon adlı sarp dağların çevrelediği bir böl­geye yerleşip burada dört yüz yıl yaşarlar. Za­manla çoğalıp buraya sığmaz olunca, çevrelerindeki demir­den dağı eriterek kendilerine yol açıp Ergenekon’dan çıkarlar ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirirler. Ergenekon Destanı, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları; etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı’nın önemli bir çizgisi, Türklerin demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak eski Türklerin doğal sanatı ve övüncü idi. Kimi topluluklar bu günü “Tanrı’nın dünyayı yarattığı gün”, kimileri “Nuh Peygamber’in yere ilk ayak bastığı gün”, kimileri ise “İlk insanın yaratıldığı gün” olarak kutlarken; bazı topluluklar gece ile gündüzün eşit olduğu bu günü, bir bahar müjdecisi kabul ediyor. Nevruz, kapalı bir mekandan açık bir mekana doğru hareket etmeyi; güneşe, ısıya ve bolluğa duyulan özlemi gösterir. Efsane ve inanışlarda geçen ateşin doğması, Buzul Çağı’nda insanın ateşi icadı ve dağları eritmesi Maden Çağı’na girişi; tarlanın sürülmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ise Neolitik Çağ’a girişi sembolize eder hep. Çeşitli şenliklerle kutlanan Nevruzlarda bölgelere göre çok farklı oyunlar oynanırken bu güne özel giysiler giyilir, özel bazı yemekler de pişirilir. Topluca yenilen Nevruz yemeğinden sonra insanlar birbirlerinin yeni yılını kutlar ve mezar ziyaretleri yapılır. Bu günde dargınlar barıştırılırken, parçalanmak üzere olan aileler de mahallenin ileri gelenleri tarafından barıştırılır. Fakirlere, kimsesizlere ve yaşlılara maddi ve manevi yardım eli uzatılır. Gençler, yakılan Nevruz ateşinin üzerinden atlayarak eğlenirler. Türk topluluklarında yüzlerce yıldır kutlanan Nevruz, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de “Nevruziye” denilen şenliklerle kutlanırmış. Bu güne özel yapılan ve “Nevruziye” denilen macunlar, ileri gelenlere ve halka sunulurmuş. Daha sonraları, üzerlerine altın tozu dökülmüş kırmızı renkli nevruz şekerleri de hazırlanarak halka dağıtılmaya başlanmış.

  • Nevruz ve Tarihi

    Zeki SARIHAN * Tarihi çok eskilere giden ve üç bin yıldan beri kutlanan Nevruz’un İran kökenli olduğu bir gerçek. Kuzey Yarımkürede gündüz ve gece uzunluklarının eşitlendiği bu günün baharın ve yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilmesini tam bir isabet saymak gerekir. Çok eski bir uygarlık dili olan Farsça, Türkçe ‘’Yeni Gün’’ anlamındaki Nevruz’u çevresindeki topluluklara da vermiş. Bu halklar şunlar: Afganlılar, Anadolu Türkleri, Arnavutlar, Azeriler, Gürcüler, Karakalpaklılar, Kırgızlar, Kürtler, Tacikler, Türkmenler ve Zazalar. (Vikipedi, Özgür Ansiklopedi). Nevruz için Fars kültürü Demirci Kava’nın halkı zalim Dehak’ın elinden kurtarışı, Türk kültürü ise Ergenekon’dan çıkış efsanelerini yaratarak ona millî birer kurtuluş günü anlamını kazandırmışlar. Başka bazı toplulukların da yeni yıla giriş günleri var. Örneğin Batılıların yeni yılı 1 Ocak’ta başlıyor. Çinlilerin, Arapların millî takvimleri daha başka. Birleşmiş Milletler Manevi Kültür Mirası Koruma Kurulu tarafından ‘’Dünya Manevi Kültür Mirası’’ listesine (2009) alınan Nevruz, ertesi yıl Birleşmiş Milletler tarafından ‘’Dünya Nevruz Bayramı’’ olarak kabul edilmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında hükümetin yarı resmi yayın organı Hâkimiyeti Milliye’nin 21 Mart 1922 tarihli 461. Sayısında, birinci sayfada şu küçük haber yayımlanmıştır: “Yarınki Resmi Geçit: Yarın Nevruz münasebetiyle şehrimizde bulunan kıtaat Büyük Millet Meclisi önünde bir resmigeçit icra ettikten sonra şehri dolaşacaktır.” Bu resmigeçidin ve kutlamanın haberi ise aynı gazetenin 23 Mart 1922 tarihli Perşembe günkü 463. sayısında verilmektedir. Metni aynen veriyorum. Yalnızca eskimiş bazı sözcüklerin bugünkü karşılıklarını ayraç içinde yazıyorum. “RESMİGEÇİT BÜTÜN GÖĞÜSLERİ KABARTACAK DERECEDE MUNTAZAM OLMUŞTUR Nevruz ananevi ve halkımızın riayet ettiği bir teferrüc (gam dağıtma, gezinti) ve sürur (sevinç) günüdür. O kadim anane ve âdete teban (uyarak) dün askerlerimiz daha sabahtan şehir içinde harekete başlamışlardı. Badezzeval (Öğleden sonra) saat birde Meclis önündeki meydanlığa Darülmuallimîn (Erkek Öğretmen Okulu) binası yanlarına, Taşhan önüne, Millet Bahçesi’ne kadın erkek birçok halk toplanmaya başlamışlardı. Saat üçte Meclis’te bütün mebusan ve vekiller toplanmış olduğu gibi hariçte de binlerce halk içtima etmişti. Uzaktan Karaoğlan Çarşısı cihetinden mızıkası işitilmeye başlanınca kahraman askerlerimizi görmek için halktaki heyecan arttı. Meclis kapısının önünde bir polis müfrezesi iki tarafı ahzı mevki etmişti (tutmuştu) Meclis azası Meclis bahçesinde ve balkonlarda bulunuyorlardı. Bando gelerek karşıda durdu ve resmigeçide karşı terennüme devam ediyordu. Sırasıyla atideki (aşağıdaki) kıtalar gayet muntazam elbise, teçhizat ve kahramanlara yakışan vaz (duruş) ve intizam ile Meclis’in ve halkın alkışları arasında geçti. 1. Esbsüvar (atlı) zabitan ve bir süvari kıtası. 2. Gök sancakla bir piyade kıtası. 3. Al sancakla bir piyade kıtası. 4. Sarı sancakla yine bir piyade kıtası. 5. Al yeşil sancakla yine bir piyade kıtası. 6. Sıhhiye kıtası levazımatı sıhhiye ile. 7. Yeşil sancakla makineli tüfek kıtası. 8. Milli elbise ile pek mükemmel ve mücehhez Giresun maiyet gönüllü bölükleri. 9. Merkez Taburu ve diğer piyade kıtası. 10. Mükemmel itfaiye kıyafeti ve levazımıyla itfaiye bölüğü Resmigeçitten evvel kıtaatı askeriye kışlalarından hareketle Müdafaai Milliye Vekâleti’nde saat bir buçukta içtima etmişler ve Müdafaai Milliye Vekili Kâzım Paşa huzurunda resmigeçit yapmışlardır.[1] Askerlerimiz saat iki buçukta Müdafaai Milliye’den hareketle Koyun Pazarı’nı takiben Karaoğlan Çarşısı’ndan Meclis önüne gelmişler ve İstasyon’a giden caddeden hareketle kışlalarına dağılmışlardır.” (İkdam’daki haberin başlığı “Türklerin Kurtuluş Günü Ergenekon’un Ankara’da kutlanışı” ,Yenigün’ün 22 Mart tarihli sayısında Kütahya Mebusu Besim Atalay’ın “9-22 Mart: Ergenekon Türklerin Kurtuluş Günü” başlıklı bir yazısı da vardır, Yakup Kadri’nin İkdam’daki yazısının başlığı da Nevruz’dur. ) 1. Kurtuluş Savaşı Ankara’sı geleneksel olarak kutlanan baharın gelişini hem Nevruz, hem Ergenekon Kurtuluş Günü olarak kabul etmektedir. 2. Hükümet askeri geçitlerle kutlayarak bu güne resmî bir mahiyet vermiştir. Böylece gelenekle resmiyeti birleştirmiştir. 3. Nevruz’un renkleri olan yeşil, kırmızı ve sarı, askeri birliklerin sancaklarında yer almıştır. 4. Nevruz 21 Mart değil, 22 Mart günü olarak kabul edilmektedir. [1] Törende Mustafa Kemal Paşa’nın bulunmayış nedeni o sırada Akşehir’de olmasındandır. NEVRUZDAN BALO KÜLTÜRÜNE… Bu kez, içimden 1922’den sonraki yıllarda da Nevruz’un resmi olarak kutlanılıp kutlanılmadığını araştırmak geldi. Birkaç gazetenin arşivine baktım. Bir bilgiye ulaşamadım. Cumhuriyet gazetesinin 22 Mart 1925 tarihli sayısında İstanbul’daki İran Elçiliğinde dünkü Nevruz Bayramı nedeniyle yapılan bir törenden söz edilerek Nevruz’un İran’ın resmi bayramı olduğuna vurgu yapılıyor. Aynı gazetenin 17 Mart 1926 tarihli sayısında ‘’Yeni Balolar’’ başlıklı haberde İstanbul’daki yabancı ve gayrimüslim okulların Türk Muallimleri Cemiyetinin Perapalas’ta görkemli bir balo vermeye hazırlandığı, bunun için büyük gayret gösterdiği, balonun büyük rağbet göreceğinin beklendiği yazılmıştır. Aynı sütunda şu haber de yer alıyor: ‘’Galatasaray Terbiyei Bedeniye Kulübü de 8 Nisan’da Tokatlıyan salonlarında bir balo vermeye hazırlanmaktadır. Geçenlerde verilen balo, Galatasaray’ın Denizcilik Şubesi tarafından verilmiştir. Bu balo ise Kulübün Genel Merkezi tarafından verilecektir. Güzide bir tertip heyeti tarafından hazırlanan balonun Denizcilik balosuna çok üstün olması için her şey yapılmaktadır.’’ Aynı gazetenin Nevruz haberi var mı diye baktığımız 21 Mart 1926 tarihli sayısında ‘’Anadolu’da Dans Merakı’’ başlıklı bir haberle karşılaşıyoruz: Konya’da yayımlanan Babalık gazetesinden aktarıldığına göre Konya Muallimler Birliğinde bir dans salonu açılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye, kendisini devrimci Doğu’nun Batı’ya karşı bir koçbaşı sayıyordu. Nevruz’un resmi olarak kutlanması bunun ifadesidir. Savaştan sonra bunun yerini Yakup Kadri’nin Ankara romanında anlattığı gibi alafranga olma çabası almıştır. Halk değilse de devlet Nevruz’a yabancılaşmıştır. Nevruz kutlaması ile ilgili iki fotoğraf Dr. Koray Özalp-M. Bülent Varlık imzasını taşıyan ve geçtiğimiz yıl Çankaya Belediyesi tarafından yayımlanan Anadolu Hükümeti Ankara’sı (Koray Özalp Koleksiyonu) adlı kitapta, bu Nevruz kutlaması ile ilgili iki fotoğraf yer alıyor. Her iki fotoğrafın sağ üst köşelerinde eski yazı ve rakamlarla “Kurtuluş Günü, 22.3.38” (22 Mart 1922) notu yer alıyor. (s. 181) Independent Türkçe 21 Mart 2020

  • NEVRUZ'UMU ARIYORUM

    Çocukluğumuzda en sevdiğimiz bayramdı Nevruz. Çünkü, yemişli, çerezli eğlenceli bir bayramdı. Bir kere Nevruz’a yaklaşılan son Salı günü ateş yakmak, üzerinden, atlamak hoşumuza giderdi. Hele çaputları gazyağına batırıp ateşe verir ve ucuna bağladığımız sim ile birlikte savurur, sonra bırakırdık. Çekiç atar gibi. Ateşten topu uzağa ve yükseğe atma yarışı yapardık. Havai fişek örneği gibi. Mendil atma diye sevimli bir gelenek vardı. Çocuklar komşunun kapısını çalar, mendili atar ve gizlenirdi. Ev sahibi mendilin içine çerez kor, mendili düğümlerdi. Kapıyı örtünce de çocuklar mendili alıp giderdi. Yumurta boyamak ve tokuşturmak ise ayrı bir zevkti. Kıştan kalma kurumuş otlar, yapraklar ile ateş yakmak ise bir tür çevre temizliği idi. Evlerde bir leğen suya, uçlarına pamuk bağlanmış iğneler atardı kızlar, oğlanlar. İğneler suda birbirine kavuşursa onlarında muradı olacak ve sevdiklerine kavuşacaklarına inanılırdı. Ayrıca bir niyet tutularak konu komşunun gece kapısı penceresi dinlenilirdi. Evdekilerin konuşmalarına göre yorumlar yapılırdı. Eğer kapıyı dinleyenler güzel sözler işitmiş ve memnun kalmışlarsa kapıyı pencereyi tıklatıp kaçarlardı. Buna KULAK ASMA denirdi. Bu nedenle de herkes evde güzel, tatlı sözler söylemeye özen gösterirdi. Mahallenin yetenekli çocukları KÖSE denilen, şaman kılığına girer türlü oyunlar sergiler ve gittikleri evlerden harçlık alırlardı. Babamız eve 7 nevin denilen ve en az yedi çeşitten oluşan kuru meyve ve çerezler alırdı. Çerezler büyük bir siniye dökülür, harmanlanır ve hane halkı arasında pay edilirdi. Ama bu paydan evden gelin olarak giden kızın payı biraz daha fazla olarak ayrılır ve HONÇA denilen süslü bir tepside üzerine de altın lira bilezik konarak gönderilirdi. Bayram günlerce devam eder ve eş dost akraba mutlaka ziyaret edilir ve onlardan BAYRAMÇALIK denilen çerez v e boyanmış yumurta alınırdı. Hele küçük çocuklar o kadar çerez toplarlardı ki koyacak yerleri olmadığından, boyunlarına astıkları torbalara çerezleri korlardı. Ve bu pek şirin bir görsel olurdu. Onlar için eş dost akraba veya komşudan çerez almak adeta müktesep bir haktı. Ve öyle bir ev yoktu ki kapısına gelen bir çocuğa şeker, çerez, yumurta vermesin, eli boş göndersin. Ve bu bayram ziyaretleri Haziranın yirmisine gündönümüne kadar devam ederdi. Bir de şimdiki Nevruz kutlamalarına bakın. Bir kısım Amerika’yı keşfedercesine Nevruz’u sahipleniyor. Sahiplensin. Kim neyi istiyorsa alsın. Kutlasın ama bayram gibi kutlasın. Halkın yüzlerce yıllık geleneklerinin doğallığı içinde kutlasın. Yoksa gösteri, yürüyüş, miting yapmak, etrafı kırıp dökmek, siyasi mecralara sürüklemenin bayramla ne ilgisi vardır anlayamam. Ve hele lastik yakarak yol kesmek havayı sokağı kirletmek. Bunlar yapılmasa da Nevruz’un tadı kaçıyor. Tıpkı serada yetiştirilen meyvelerin ya da makine tavuklarının tadının bozulduğu gibi. Bir kere komşuluk kalmadı. Apartmanda yaşayanlar birbirini tanımıyor ki. İki. Kapı baca dinleyemezsiniz ki apartmanda. Üç. Evde büyük yok. Herkes kaynatadan kaynanadan ayrı yaşamak istiyor. Dolayısıyla gelenekler unutuluyor kuşaktan kuşağa geçmesi zorlaşıyor. Dört. Rasgele kapını nasıl açarsın ki. Hırsızın, kapkaççının, tinercinin kol gezdiği bu ortamda. Beş. Nevruz’a etki tepki ilkesi doğrultusunda devlet Nevruz’u sahiplenerek adeta resmileştirdi. Bu da o güzelim doğal, sıcak, sevimli, içten gelen bayram havasından uzaklaştırdı. Kısaca Nevruz’umu arıyorum. Tıpkı güzeller güzeli anneannem gibi. Asil ve mağrur bibim (babamın ablası) gibi Nevruz’u da arıyorum. Onlar bana, soğan yaprağı veya ceviz kabuğu ile boyanmış yumurtalar verirlerdi. Onlar çerezin en iyisini ve fazlaca bana ayırırlardı. Büyüdükten sonra da. Zaten onların gözünde büyüyemezdik ki. Gelişen teknoloji, şehirleşme ve tabiattan kopuş ile geleneklerimizden de hızla uzaklaşıyoruz. Nerde o eski Nevruzlar. Ve ben Nevruz’umu arıyorum. Bulamayacağımı bile bile. Asla kavuşamayacağım bir sevgili gibi.

bottom of page