top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • UNUTTUK

    Fuat ÖZGEN * Geçim derdine düştük Güzellikleri unuttuk Günlük hengame içinde Sanatı, eğlenceyi unuttuk Cehaletle çevrildik Bilgeliği unuttuk Bencillikle yoğrulduk Hoşgörüyü unuttuk Acılarla boğuştuk Esenliği unuttuk Hazırcı bir yol tuttuk Düşünmeyi unuttuk Kul olmaya zorlandık Karşı çıkmayı unuttuk Karanlığa mahkum olduk Aydınlığı unuttuk Ezildikçe ezildik Dik durmayı unuttuk Mutsuzluk girdabına kapıldık Gülmeyi unuttuk Yoksullukta biriktik Hayal kurmayı unuttuk Sevgiden yoksun kaldık İnsan olmayı unuttuk

  • KARA GÖRÜNDÜ

    Niyazi UYAR* Değişecek kardeşim değişecek, ister batıni olsun, ister bilmem ne, hiçbir güç karşı duramayacak değişime. Öyle öğrenmiştim ben, öyle öğrenmişti bizim kuşak; öyle diyordu diyalektik! Bize çelme takmaya çalışan, kim olursa olsun, “her türlü esbab-ı cefasın toplayıp gelsin,” vız gelir bize vız, karşı duramayacaksın kardeşim. Ne demişti koca usta? “Bizim kuvvetimizdeki hız, Ne bir din adamının dumanlı vaadinden, Ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır. O yalnız Tarihin o durdurulmaz akışındandır!” Ne yaparlarsa yapsınlar ne çeşit alavere dalavere yaparlarsa yapsınlar, bundan sonra can suyu olmayacak artık onlara. Belki az bir gecikme olur, hepsi o! Bize umut aşılayan, umudumuzu dağlar kadar büyüten, yurdumun bütün insanlarına, cani gönülden teşekkür etmek, benim gibi düşünenlerin insanlığındandır. Bu teşekkürlerin belki de en büyüğü, öteden beri siyasal mülahazalara karşı olan eşimden. O siyasal argümanlara, söylemlere hep mesafeli dururken, onca yıldır, nefesiz soluksuz kalmış olacak ki, bu sefer bir volkan gibi patladı. Benden çok siyasi gündemi takip etmeye başladı. Gördüğü her hukuksuzlukta öfkesi kabardıkça kabardı. İptal edilen seçim bölgelerine dair, öfkelendikçe öfkelendi, ben diyebilirim ki, Ekrem İmamoğlu’nun yeni bir 24 Haziran’ı geliyor bu seçim iptal olan yerlerde. Bu sefer şamar daha bir okkalı olacak. Eşim gibi düşünen yurdum insanının refleksleri “Osmanlı tokatı” olarak şaklayacak; yüzlerine yaşayıp göreceğiz. Biz kazanacağız, aslında ne siz ne biz de, çünkü biz birlikte bir halkız. Biat edenler halkta yana olması gerekenler siz yerinizi ve sınıfınızı bilmiyorsunuz…  Bakın bundan sonra biz kazanacağız, bu halk kazanacak, çünkü biz halkız, çünkü biz haklıyız! Hani demişti ya yolunu, yörüngesini şaşıran bir hanımefendi, “Cumhuriyet bir reklam arasıdır,” aynen böyle demişti o hanımefendi. Bunu söyleyenin bir kadın olması insanın içini acıtıyor. Be güzel kardeşim, cumhuriyet olmasaydı ne sen bu sözü söyleyebilirdin ne de seni duyan eden birileri olurdu, sen bulunduğun yerde olmaz; evde elinde terlik kocanın işten gelmesini beklerdin kapıda. Bak hanımefendi Cumhuriyet bir ana fikirdir, fikri hümayundur. Onun ne olduğunu, öğrenmen için, önce bir kadın olarak, kim olduğunu, nerede durman gerektiğini, içinde bulunduğun topluluğun kadınları nasıl gördüğünü öğrenmen gerekecek; fakat bunu öğrenebilmen gerekecek, fakat senin bunları öğrenebilmen için kırk fırın ekmek bile yetmeyecek! “Be be be ben... gö gö gö gördüm” diyordu kaptanın gözcüsü Hüso, “Kara göründü, kara göründü!” Ne edersen et, şeyini, hangi tavana vurursan vur, atı alan bu sefer bizim kız oldu, Üsküdar'ı geçen bu sefer bizim güzel gözlü kız oldu; bizim Cumhuriyet kızı oldu! Ne yaparsan yap kara göründü! Nisan 2024 / Salihli

  • Köy Enstitülerinde Okuyanlar Yoksul Köylü Çocukları mıydı?

    Zeki SARIHAN * 17 Nisan 1940'ta kurulan Köy Enstitülerinin yıldönümü yurdun birçok yerinde konferanslar, panel ve sempozyumlarla kutlanıyor. Bu vesile ile eğitimimizin içinde bulunduğu durum da masaya yatırılıyor. Köy Enstitülerinin açılış ve kapatılış nedenleri hakkında ideolojik tutumdan kaynaklanan yanlış bilgiler var. Geniş bir aydın kesimi , kendilerini 1930'ların ve 1940'ların iktidarıyla eşleştirdikleri için sağlıklı yorumlarda bulunamıyorlar. Bunlar hakkında en sonuncusu geçen Nisan ayında olmak üzere geçmişte bazı yazılar yazmıştım. Bu yazımda, doğruluğu tartışılmaya muhtaç bir yargı üzerinde duracağım. Bu yargı enstitülerle illgili yazılarda tekrarlanan bir iddiadır. Buna göre enstitülerde okuyanlar yoksul köylü çocuklarıdır. Bu iddia üzerinde durmadan önce "yoksul köylü"nün ne olduğuna bakalım. KÖYDEKİ SINIFLAR Köylerde bugün olduğu gibi 1940'lı yııllarda şu sınıflar bulunurdu. Tarım işçileri, yoksul köylüler, orta köylüler, zengin köylüler, toprak ağaları. Tarım işçileri, geçimini tarımda başkalarının tarla ve bahçelerinde işçilik yapmakla sağlayanlardır. Bunlar daha çok kapitalizmin geliştiği bölgelerde bulunur. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayıp mevsimlik işçi olanlar da bu sınıfın içinde sayılmalıdır. Yoksul köylüler, çalışabileceğinden daha az toprağı bulunanlardan meydana gelir. Bunlar kendi topraklarını işlemekten başka, başkalarının toraklarında da gündelikçi olarak çalışırlar. Ortakçılar da bu sınıfın içindedir. Orta köylü, İşleyeceği kadar toprağa sahip olanlara denir. Bunlar ücretli işçi çalıştırmazlar, kendileri de başkalarının işlerinde çalışmazlar. Çok çok, komşularıyla keşik yaparlar. Yani birbirlerinin işine ücret almaksızın ve vermeksizin giderler. Zengin köylüler, ailenin kendi gücüyle işleyebileceğinden daha çok toğrağa sahip olanlara zengin köylü denir. Bunlar tarla ve bahçelerini ücret vererek işletirler. Hayvanları için çoban tutarlar. Yolculuklarını atla yaparlar. Zengin köylü, çalışanların başında bulunsa da ailenin çocuk ve kadınları dışarıda çalışmaz. Toprak ağaları, geniş topraklara ve sürülere sahip köylüdür. Geçmişte işlerini angarya ile gördürürlerdi. Günümüzde toprak ağalığı oldukça zayıflamış, angarya çalışanlar hemen hemen kalmamıştır. Köy Enstitülerinin açıldığı yıllarda Türkiye nüfusunun yüzde 80'i köylerde yaşıyordu. Köyle kent arasında büyük bir uçurum vardı. Köylüler birçok hizmetten yoksundu. Bu durum, bütün köylülerin tek bir bütün olarak algılanmasına ve enstitülerde okuma olanağına kavuşan çocukların "yoksul köylü çocuğu" olarak algılanmasına neden olmuştur. Fakat bu iddiaya irdelenmeye muhtaçtır. Şu nedenlerden ötürü: 1. 1940'ta köylerin yüzde 75'in okul yoktu. Okul olmayan köylerin daha çok yoksul köylülerin yaşadığı köyler olması doğaldır. Bu köylerin yoksul çocukları, kasaba ve kentlerde okuma imkânından da yoksundular. Esasında yoksul köylülerin tarım ve hayvancılıkta işgücü olarak kullanmak yerine çocuklarını okula göndermekte pek istekli olmadıkları da bilinir. 2. Birkaç yıl önce Köy Enstitüsünün devamı olan Akpınar Öğretmen Okulu mezunlarından bir grupla sohbet ediyorduk. Onlar arasında kısa bir anket yaparak ailelerinin köydeki hangi sınıfa mensup olduklarını sordum. "Yoksul köylü" çocuğu değillerdi. Daha çok orta köylü ve devlet memuru çocuklarıydılar. KENDİ KÖYÜMDEN ÖRNEK 3. Bizim köye öğretmen 1954 yıllında geldi. Komşu köylerin hiçbirinde okul yoktu. Bu nedenle o köylerde okul açılıncaya kadar ikişer üçer çocuk da bizim köyün okuluna gelirdi. Bununla birlikte bizim köyden Köy Enstitüsüne giden öğrenci omuştur. Bunların hiçbiri yoksul köylü ailesine mensup değildi. Köy Enstitüleri yasasına göre enstitülere girebilmek için köy okulundan diplomam almak zorunluydu. Köy çocukları ilçe merkezlerinde okumuş olsalar da enstitüye giremezlerdi. Mensubu bulunduğum sülale. eskiden beri erkek çocuklarını okutma geleneğine sahipti. Bu çocuklar ilçe merkezindeki akrabalarının yanında okuyorlardı. Ancak o yıllarda gidebilecekleri hemen tek okul, köy enstitüsü olduğu için son sınıfta bir köy okuluna naklederler ve oradan diploma alırlardı. Naklettikleri yer, gene akrabalarının bulunduğu Kumru bucağı idi. 1952'de Kumru Merkez İlkokulundan diploma alan iki akraba çocuğu o yıl Akpınar Köy Enstitüsüne girmiştir. Birinin babası Fatsa'da ticaret yapıyordu. Yeterii kadar toprağı olmakla birlikte o yılların torpilli mesleklerinden olan ormancılık da yapmıştı. İkincisi ise orta köylü çocuğu idi. Ağabeyim de onlarla birlikte aynı okuldan diploma almakla birlikte o yıl babam öldüğü için enstitüye gidemedi. Köyümüzden Enstitüye giden üçüncü kişi de orta köylü statüsünde olan ve babası gene ormancılık yapan bir çocuktur. İlkokulu 1958'de bitiren ikisi kız, 6'sı erkek 8 kişiydik. İkimiz İlköğretmen Okuluna gitmeye hak kazandık. Biri ben, biri de komşu köyden, annesi tarafından akrabamız olan Ahmet'ti. İkimizin ailesi de orta köylü idi. Daha sonraki yıllarda köyümüzden 4 kişi daha Akpınar Öğretmen Okulu'nu kazandı. Böylece 1970 yılına kadar Akpınar'da bizim köyden Ahmet'le birlikte toplam olarak 9 kişi okudu. Bunların 6'sının soy adı Sarıhan'dır. İkisinin annesi Sarıhan sülalesindendir. Yalnız birinin Sarıhan mahallesinde oturmakla birlikte soyadı farklıdır. Sarıhanlar ise köy nüfusunun dokuzda birini oluşturuyordu. Bu dokuz kişiden hiç biri yoksul köylü çocuğu değildi. Kızlara gelince, ilk sınıfı köyde okumakla birlikte ailece ilçeye taşındıkları için ilçe ilkokulunu bitiren ve Beşikdüzü Kız Öğretmen Okulu'na giden kızın soyadı da Sarıhan'dır. Öğretmen Okulu'na ailesi tarafından gönderilmeyen, daha sonra ailenin inadı kırılan fakat öğretmen okuluna değil de yaşı geçmiş olduğu için Ebe okuluna gitmeyi başaran kız olan Fatma da bizim ailedendir. Köyümüzde ilkokuldan sonra okuyan ilk kızdır. Bu hikâye, uzun yıllar köyde okumanın yalnız bir sülalenin tekelinde kaldığını da gösteriyor. Bu durum, Köy Enstitüsü ve ilköğretmen Okuluna girişte başka köylerden farklılıkları ortaya koyuyor olabilir. Karadeniz Bölgesi, orta köylülüğün yaygın olduğu bir bölgedir. Bu örnek Köy Enstitülerinde ve onların devamı olan yatılı ilköğretmen okullarında öğrenci profilinin yoksul değil, orta köylü ağırlıklı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte Köy Enstitülerinin ve devamı olan okulların okuma olanağı olmayan köylü çocuklarının imdadına yetiştiği tamamen doğrudur. Bu nedenle enstitülerde "yoksul köylü çocuklarının" değil, "köylü çocuklarının" okuduğunu söylemek daha doğrudur. (17 Nisan 2023) zekisarihan.com

  • Behçet NECATİGİL

    SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA Behçet NECATİGİL * Çoklarından düşüyor da bunca Görmüyor gelip geçenler Eğilip alıyorum Solgun bir gül oluyor dokununca Ya büyük şehirlerin birinde Geziniyor kalabalık duraklarda Ya yurdun uzak bir yerinde Kahve, otel köşesinde Nereye gitse bu akşam vakti Ellerini ceplerine sokuyor Sigaralar, kağıtlar Arasından kayıyor usulca Eğilip alıyorum, kimse olmuyor Solgun bir gül oluyor dokununca Ya da yalnız bir kızın Sildiği dudak boyasında Eşiğinde yine yorgun gecenin Başını yastıklara koyunca Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor En çok güz ayları ve yağmur yağınca Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor Solgun bir gül oluyor dokununca Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda Akşamlara gerili ağlarla takılıyor Yaralı hayvanlar gibi soluyor Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor Yollar, ya da anılar boyunca Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam Solgun bir gül oluyor dokununca * YALNIZLIK Rainer Maria RİLKE * Yalnızlık bir yağmura benzer, Yükselir akşamlara denizlerden Uzak, ıssız ovalardan eser, Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir Ve kentin üstüne göklerden düşer. Erselik saatlerde yağar yere Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar, Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı Ayrılınca birbirinden gövdeler; Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde Yatarken aynı yatakta yan yana: Akar, akar yalnızlık ırmaklarca. Çeviri : Behçet NECATİGİL BEHÇET NECATİGİL: (Mehmet Behçet Gönül) (16 Nisan 1916, İstanbul - 13 Aralık 1979, İstanbul); Türk şair, öğretmen ve çevirmen. Modern Türk şiirinin önde gelen şairlerindendir.[3] Herhangi bir edebi akıma katılmamış; bağımsız bir şair ve fikir adamıdır.[4] Şiir dışında, tiyatrodan mitolojiye, sözlük biliminden roman çevirilerine ve radyo oyunlarına kadar kadar birçok edebiyat alanında eser vermiştir. Türkiye’de radyofonik oyunun bir edebiyat dalı olarak benimsenmesinde oyunları, çevirileri ve uyarlamalarıyla büyük emek vermiştir.[5] "Evler Şairi" olarak anılan sanatçı, edebiyatçılığının yanında öğretmen kimliği ile de tanınır. Hayatı 16 Nisan 1916'da İstanbul'un Fatih semtinde, Atikalipaşa Mahallesi'nde bir konakta doğdu. Babası Kastamonulu Hacı Mehmet Necati (Gönül) Efendi, annesi Gevyeli müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi’nin kızı Bedriye Hanım’dır. Bir dersiâm müderris olan babası, Beyoğlu ve Sarıyer ilçelerinde müftülük yapmıştır. Asıl adı Mehmet Behçet Gönül olan şair, 1951 yılında mahkemeye başvurarak resmen Necatigil soyadını almıştır.[1] Atikalipaşa mahallesindeki Necatigil'in dünyaya geldiği konak 1918’de meydana gelen Büyük Fatih Yangını'ndan yandı ve ağır bir mide humması geçirmekte olan annesinin hastalığı bu travmanın etkisi ile ağırlaştı.[1] Henüz iki yaşında olan Mehmet Behçet o yıl annesini kaybetti. Bir süre anneannesi Emine Münire Hanım'ın Karagümrük Mahallesi'ndeki evinde yaşadı. Bir saray memurunun kızı olan Saime Hanım’la ikinci evliliğini yapan ve bu evlilikte iki kızı olan babası Mehmet Necati Efendi ise Beşiktaş Valideçeşme’de yaşamaktaydı. Necatigil anneannesinin rahatsızlığı üzerine 1923’te babasının yanına taşındı ve Beşiktaş'taki Cevriusta Okulu’nda ilköğrenim gördü. Aile, babasının Singer Dikiş Makineleri firmasında müfettiş olarak işe girmesinden sonra Kastamonu'ya taşındı.[1] Necatigil, ilk öğrenimini Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebi'nde tamamladı. Ortaöğrenimine Kastamonu Lisesi'nde başladı. Ancak yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle geçirdiği "adenit tüberküloz" nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Aile İstanbul'a taşındı. Necatigil, tedavisinin ardından 1931 yılında Kabataş Erkek Lisesi'nde, orta ikinci sınıftan yeniden başladı. Hastalığıyla gelen duyarlılık, onda yazma hevesi uyandırdı. 1927-1928 yıllarında el yazısı ile haftalık “Küçük Muharrir” adıyla dergi çıkarıp, hazırladığı on dört sayıyı arkadaşları ve aile üyelerine sundu. Kabataş Lisesi'nde öğrenimine yeniden başladıktan sonra Küçük Muharrir’i yeni harflerle hazırlamaya başladı ve bir yaz boyunca on iki sayı çıkardı. Bu yıllarda Akşam gazetesinin Çocuk Dünyası sayfasına Küçük Muharrir adıyla fıkralar, şiirler, küçük hikâyeler de yayımladı. Necatigil bu deneyimi hiç unutmadı.[6] Edebi metin değerinde yayımlanan ilk şiiri ise lise yıllarında “Behçet Necati" imzasıyla Varlık dergisinde yayımlanan "Gece ve Yas” adlı şiiri oldu.[1] 1936'da okulun edebiyat bölümünden birincilikle mezun oldu. Liseyi bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yükseköğrenim gördü. Bu okulda ders veren Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öğrencisi oldu; Divan şiiri ve Tanzimat şiiriyle tanıştı. Öğretmen Okulu yıllarında Cahit Külebi en iyi arkadaşı oldu. Alman Filolojisi bölümünün bazı derslerine de misafir öğrenci olarak katıldı ve Deutscher Austauschdienst kuruluşunun davetlisi olarak bursla Berlin'e gönderildi, dört ay Almanca kursuna devam etti. 1940 yılında yükseköğrenimini tamamladı ve öğretmenliğe başladı. Edebiyat öğretmeni olarak ilk görev yeri Kars Lisesi idi. İklim koşullarına uyum sağlamakta güçlük çekip hastalanması üzerine 1941 yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi'ne tayin oldu. Burada Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur ile ortak çalışmalar yaptı; Zonguldak'ın gazetelerinden Ocak’ta, Kara Elmas dergisinde ve İstanbul’da çıkan Değirmen adlı dergide bu şairlerle birlikte şiirleri yayımlandı. 1943 Mart ayında da İstanbul'a, Pertevniyal Lisesi'ne tayin oldu. İki ay sonra askerlik görevi nedeniyle İstanbul'dan ayrılan şair, iki yıl sonra döndüğünde Kabataş Erkek Lisesi'ne atandı. Öğretmenlik mesleğinin en uzun dönemini bu okulda geçirdi.[7] Kabataş Erkek Lisesi'nde Demir Özlü, Hilmi Yavuz gibi yazar ve şairlerin öğretmeni oldu. Bu okulda “Dönüm” adlı derginin çıkarılmasına vesile oldu. İlk şiir kitabı “Kapalı Çarşı” 1945 yılında yayımlandı. Hayatı boyunca öğretmenlik ile şairliği bir arada yürüttü. 1948 yılında geçici bir süre için Kabataş Lisesi'nin yanı sıra Sarıyer Ortaokulu'nda ders verdi. Bu dönemde tanıştığı meslektaşı Huriye Korkut ile evlendi.[1] Çiftin iki kızları oldu. 1945- 1955 arasında "Çevre" (1951), “Evler” (1953), “Eski Toprak” (1956) kitaplarını yayımlayan şairin bu kitaplardaki şiirleri gözlemlerini, deneyimlerini dolaysız anlatan, çağrışımlara kapalı şiirlerdi. 1955’te poetikasında değişiklik yaptı. Öykü unsuru az, çağrışımlara açık şiirlerle dolu kitaplar yazdı. Eski Toprak (1956) ile Yeditepe Şiir Armağanı'nı , Yaz Dönümü (1963) adlı kitabı ile 1964 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü'nü, Carl Zuckmayer'den çevirdiği “Kurtlar” adlı şiirle Türk Alman Derneği Çeviri Yarışması birincilik ödülünü aldı. 1963 yılında radyo oyunları yazmaya başladı. Türkiye’de en çok emek verenlerden biri oldu, bu alandaki eserlerini dört ciltte topladı. Rainer Maria Rilke, Miguel De Unamuno, Knut Hamsun, August Strindberg, Thomas Mann, Stefan Zweig gibi pek çok Alman ve Norveçli yazar ve şairin kitaplarını da Türkçeye çevirdi. Şiir, radyo oyunu ve çevirilerinin yanı sıra “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” (1960), “Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü” (1979), “100 Soruda Mitologya” (1969) adlı kitapları hazırlamıştır. 1960 yılında Çapa Eğitim Enstitüsü'ne tayin olan Necatigil, 1972'de bu okuldan emekli oldu. Emeklilik günlerini evinde edebiyatla yoğunlaşarak, çalışarak geçirdi. Kanser teşhisiyle kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesinde 13 Aralık 1979 tarihinde hayatını kaybetti. Anısını yaşatanlar Ailesi, Necatigil Şiir Ödülü'nü her yıl verilmek üzere oluşturdu ve 2019 yılında otuzuncu ödül ile sona erdi. Kabataş Erkek Lisesi 3 Fen-F sınıfına Behçet Necatigil Dersliği adı verildi. Şairin 1955-1964 yılları arasında yaşadığı ve bir şiirine de konu olan Camgöz Sokak'ın adı 1987 yılında "Behçet Necatigil Sokağı" olarak değiştirilmiştir. Eskişehir Tepebaşı bölgesinde bir tramvay durağı şairin adını taşımaktadır. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu hakkındaki 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası adlı filmde Necatigil'in Zonguldak'taki stajyer öğretmenlik günleri canlandırılmıştır. Behçet Necatigil'in 1952-1956 yıllarında Kabataş Erkek Lisesinde öğretmenlik yaparken öğrencilerinin çıkardığı ve isim babası olduğu Dönüm dergisi, 2019 yılından itibaren edebiyat öğretmeni ve şair Emrah Ayhan'ın yayın yönetmenliğinde yeniden çıkarılmaya başlandı. DERLEME Kaynak: İnternet

  • MESUT KARA

    Yusuf AKSOY * “Bu nasıl gitmedir ardına bakmadan ıssız sokaklara sırtını dönerek gezinirken tek başına” (1) Yönetmen, senarist ve sinema yazarı Mesut Kara (29 Ocak 1961 - 14 Nisan 2024), geçen günlerde kalp rahatsızlığının nüksetmesi nedeniyle kaldırıldığı Söke Devlet Hastanesi’nde 14 Nisan 2024 tarihinde 63 yaşında yaşamını yitirdi. Yaşamı boyunca "herkes için iyi bir hayat" prensibi ile yaşayıp üreten Mesut Kara artık yapıtları ve anılarıyla yaşayacaktır. 15 yıldır Evrensel gazetesinde de yazan Mesut Kara ile 5 Kasım 2022 tarihinde Evrensel gazetesinden Kadir İncesu’nun yaptığı söyleşiyi aşağıda paylaşıyorum. MESUT KARA İLE SÖYLEŞİ: "SEÇTİĞİM GİBİ YAŞAMAYI BAŞARDIM" / Kadir İncesu Mesut Kara’nın anlattığı her ne kadar kendi öyküsü gibi görülse de bir nevi İstanbul’un öyküsüdür. İstanbul bir yaşam demektir, hayalden öte… Hep peşine düşülen, aranılan, özlenen… Sosyal, ekonomik, siyasal konular başta olmak üzere hayatın her anına denk düşecek bütün olguların gerçek sahnesidir. Kurmaca değildir, hiçbir zaman da sufle verilmez. Yaşanır ve geçer, tekrar edilmesi mümkün değildir. Yarattığı duygu her ne olursa olsun kalıcıdır. Her kişi de kendi rolünü oynar, bir sonraki adımının ne olduğunu bilemeden… Sinemamızın ve kültür sanat dünyamızın değeri pek de bilinmeyen isimlerine kitaplarıyla, yazılarıyla, belgeselleriyle ışık tutan Gazeteci-Yazar Mesut Kara bu kez kendi yaşamının ağırlıklı olarak İstanbul’daki izlerinin peşine düştüğü Klaros Yayınları tarafından yayımlanan “Bir Uyumsuzun Hatıra Defteri” ile çıktı edebiyatseverlerin karşısına…Ön sözde, “…İçi boş arabesk bir ‘nostalji edebiyatı’ tutturmak, geçmişi kutsamak ya da inkar etmek yerine; geçmiş bilinciyle, bugünün dünyasına geçmişin olumlu değerlerini aktarmalıyız,” diyen Kara’nın bu düşüncesinin, bugüne kadar ortaya koyduğu çalışmalarının özünü oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kara, bir kenti, mahalleyi, sokağı anlamak, tanımak için de çoğu kez bir yaşam harcamak gerektiğine dikkat çekiyor. Yazının peşinde geçen koca bir ömrün kitabı üzerine konuştuk Kara ile… Sinemamız için bunca çalışma yapmayı göze aldıran soru neydi kendine sorduğun? “Vefa sadece bir semt adı mı olmalıydı?” soru bu. Doğup büyüdüğüm Kartal, yazlık-kışlık salonlarıyla bir sinema cenneti gibiydi. O salonlarda sayısız film izleyerek geçti çocukluğum. İzlediğim filmlerde unutulmaz oyuncular tanıdım. Çocukluk yıllarımdan bu yana beyazperdede izlediğim filmlerden tanıdığım, sevdiğim, mahalle komşularımız gibi yakın bulduğum unutulmayan oyuncuların sinemadan ya da hayattan koptuktan sonra unutulup gitmeleri, salondan çıktıktan sonra “Ne yapıyorlar, neredeler, hayattalar mı gibi sorularla evlerimize dağılmamız o yıllardan bu yana içimde bir sızıydı, hep bu vefa borcuyla yaşadım. Yaşam öykülerini, sinema serüvenlerinin izini sürme düşüncesi o günlerde oluşmuştu. İlk yazma denemeleri ne zaman başladı? Lise yıllarında başlamıştı yazma sürecim. Kendimce -şiir olmayan- şiirler, öykü denemeleri, roman başlangıçları yazmaya çalışıyordum. Yitik adlı öyküm 1985 yılında Gökyüzü adlı dergide yayımlanmıştı. O günden bu yana, yazmayı, dergilerde, gazetelerde yayımlamayı sürdürüyorum. Yayımlanan ilk yazılarım “kendine sürgün insanlar” dediğim kendi reddedişleriyle hayatın dışında kalmış ya da hayatın dışladığı insanlarla yaptığım söyleşilerdi. Türkiye’nin ilk Sürrealist Ressamı Cihat Özegemen, Akordeoncu Madam Anahit, eşi alzaymır olan, evden çıkan ve bir daha dönmeyen, zamanında Safiye Ayla’nın arkasında kanun çalan, şarkılar söyleyen, yaşlılık döneminde de Musevi mezarlığında ölüleri yıkayan Rafael Kordevaro bu söyleşilerden, yayımlanan yazılardan bazılarıydı. 2000 yılında grafik tasarım alanında başarılı olan arkadaşım Halil Barutçu’yla birlikte UÇ adında bir edebiyat dergisi çıkardık. Öncesinde de bazı dergileri çıkaran kadrolar içinde yer almıştı. Yazın yaşamın sinemaya nasıl yöneldi? Amacın neydi? ’90’larda Beyoğlu bizler için yaşama-buluşma merkezine dönüşmüştü. Beyoğlu, benim için aynı zamanda sinema demekti ve kendimi ‘Yeşilçam sokaklarında, mekanlarında buldum. Bir yandan yazı yazmayı, yayımlamayı sürdürdüğüm zamanlardı. O çocukluğumda içimde yer eden sinema emekçilerine, unutamadığım sinemacılara duyduğum, bir borç gibi algıladığım vefa duygusu canlandı. Böylece yazma, okuma, araştırma alanım sinemaya, Yeşilçam’a yöneldi. Daha çok yan rollerde oynayan, bazılarının adlarının jeneriklerde, afişlerde yer almadığı oyunculara yer verdiğim ilk kitabım ‘Artizler Kahvesi’ için bir vefa borcu diyebilirim. Sonrası geldi. Kitaplarının, sinemamızla ilgili bugüne kadar yapılan diğer çalışmalardan nasıl bir farkı var? Öncülüm olan ustalar Nijat Özön, Giovanni Scognamillo, Agâh Özgüç, Burçak Evren, Rekin Teksoy ağırlıklı olarak Türk sinema tarihi kitapları yayımlamışlardı. Agâh Özgüç, ’60’lı yılların başından itibaren yaşadığı her döneme tanıklık etmiş, kayıt tutmuş, belge biriktirmişti. Bu kayıtlarla, belgelerle ‘Türk Filmleri Sözlüğü’ gibi 4 ciltlik çok önemli bir çalışma yaptı, yapımcılar, yönetmenler sözlükleri hazırladı. Ben daha çok oyuncular, yönetmenler üzerinden yaptım çalışmalarımı. Öncüllerimin yazı alanlarından kendi dilim ve üslubumla farklı bir alan oluşturdum. Benim örnek aldığım, söyleşi geleneğinin ustalarından, yazılarını, söyleşilerini Ses dergisinde okuduğum Sezai Solelli diyebilirim; söyleşi geleneğini sürdürdüm, sözlü tarih çalışmaları yaptım. Kitabınız, otobiyografik bir anlatı. Geri planda, hatta anlatılanın tam içinde sinemanın olması dikkat çekiyor. Çok mu sevdin sinemayı, Yeşilçam’ı? ’80’lerden bu yana her şey değişti ve bu değişimi en iyi Yeşilçam filmlerinden görebiliyoruz. Geçmiş yıllarda var olan güzellikler, değerler yok olmuş, yerini başka değerler almıştı. Bunları, o filmlerden görüp ayırdına varabiliyoruz. Örneğin insanlar, Memduh Ün’ün ‘Üç Arkadaş’ filminde izlediği, çocukluğunda yaşadığı sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyor. Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın ‘Piano Piano Bacaksız’ filminde de iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Bu filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam gibi yaşıyorduk.” Dünyanın bütün sinemalarında olduğu gibi Yeşilçam’da da iki damar vardı. Biri egemen ideolojiyi sürdüren, uyuşturucu işlevi gören ticari damar, diğeri de Metin Erksan, Lütfi Ö. Akad, Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Memduh Ün, gibi yönetmenlerin, Vedat Türkali gibi senaryolar yazan edebiyatçıların var etmeye çalıştığı damar. Bu ikinci damar ne yazık ki, aydınlardan da izleyiciden de gerekli desteği göremedi. Tüm bu olumsuzluklara, birinci damarın ürettiği ticari sinemaya yönelik zaman zaman ağır eleştirilerime karşın yaşanan eksiklikleri, olumsuzlukları, aydın desteğinin olmaması gibi ‘durumları’ da bilerek kendini sinema emekçilerinin çabalarıyla yoktan var eden Yeşilçam’ı sevdim. Seçtiği hayatı yaşayan Mesut Kara, şu an olduğu noktadan bir değerlendirme yaptığında nasıl bir sonuçla karşılaşıyor? Kitaplığı, kütüphanesi olmayan bir evde doğmuştum. Babamın getirdiği tanışıyor olduğu Ümit Yaşar Oğuzcan kitapları, şiirleri ve amcamın aldığı Yaşar Kemal, Erol Toy romanları okuyarak başladım edebi metinler okumaya, ortaokulda çok sayıda kitabı olan bir kitaplığım oluşmuştu. Yazma çabam da o yıllarda başlamıştı. Kimseye yaslanmadan kendi çabalarıyla kendini yaratan, var eden, seçtiği gibi yaşayan biri olmayı istedim. Bedeli ağır olsa da seçtiğim gibi yaşamayı başardım diyebilirim. Mesut Kara hâlâ ‘Mülksüz ve Çıplak’ mı? Seçtiği yaşam biçiminin, duruşunun, reddederek yaşamayı seçişinin sonucu farklı olamazdı. Evet Mesut Kara hâlâ Mülksüz ve Çıplak. Çıplaklığı olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak, düşündüğü, gelecek ütopyasında düşlediği, önerdiği gibi yaşamak anlamında kullanıyorum tabii ki. Mülksüzlük meselesi de reddederek yaşamasaydım yazlık-kışlık evim, iyi bir arabam, başka mülklerim de olurdu sanırım. Şimdi engelli olduğum için tekerlekli sandalye niyetine ya da markete, pazara, alışverişe kullandığım 3-5 sene önce beş bin liraya aldığım emektar bir arabam var, bozulsa tamir ettirecek param yok, evim yok. Kış sonu kirada oturduğum evi boşaltmak zorundayım, bütçeme uygun kiralık ev bulamıyorum aylardır. (5 Kasım 2022) //::www.evrensel.net (1)   Yalnız Kalan Yusuf Aksoy Derleme: Yusuf Aksoy Kaynak: İnternet

  • Sicilyalılar Klanı

    Cumartesi Filmleri * 7.4IMDB Puanı / The Sicilian Clan – Sicilyalılar Çetesi (Le clan des siciliens) Yapım Yılı 1969 Ülke Fransa, Italy Film Süresi 122 dakika Kategori Dram Suç Yönetmen Henri Verneuil Senaryo Auguste Le Breton, Henri Verneuil, José Giovanni Oyuncular Alain Delon, Jean Gabin, Lino Ventura Roger Sartet cinayetten hapse atıldı, ancak saygıdeğer Vittorio Manalese sayesinde serbest kalabildi. Dahil olduğu mafya grubun amacı, Roma'da kutlanan bir serginin mücevherlerini ele geçirmektir. Amerikalı Tony Nicosia, planı hazırlarken taşları ele geçirmenin en iyi yolunun onları New York'a taşıyan uçağı kaçırmak olduğunu öne sürüyor. İnatçı müfettiş Le Goff'un bu plandan haberi olunca mafyanın planlarını bozmak için devreye girecektir.

  • DEĞİŞİM

    Fuat ÖZGEN * Uyu, uyan yeşil Uyu, uyan çiçek Erkenci leylekler bacalarda Etekler kaldırılmış Bacaklar meydanda Frakk kırlangıçlar Bahar sahnesinde oynamakta Pek çok kuş yuva için Çalı çırpı toplamakta Göl balıkları Sinek avlamakta Kayanın gölgesi Suya yansımakta Güneşin altında Renkli çayırlar Sırt üstü uzanmakta Bal derdindeki arılar Çiçekten çiçeğe konmakta Seher vakti bülbüller Ses yarıştırmakta Değişim güzel de Amaç ne jet hızıyla Davranmakta

  • Aşık Veysel'in Ardından

    Yaşamını Gönül Gözü ile Sazının Tellerine Döktüğü Özlü Sözlerle Anlatan Âşık Veysel’in Ardından İbrahim ORTAŞ * Son yüz yılda Anadolu toprağında yaşamış hemen herkesin (özelliklede yetişkin bireylerin) kulakları Âşık Veysel’in sazı ve ağzından çıkan o tartılarak çıkan türkü sözleri ile tanışmıştır. TRT’nin TRT olduğu yıllarda sabahları Veysel babanın sözlerini anlamasam da müziği kulağıma hoş gelirdi. Belki de hep saz sesi duyduğumuz için hoşuma giderdi saz çalış tarzı. Çok sonraları yaşam yolculuğunda kendi yaşamını ve içinde yaşadığı dünyayı anlatmaya çalışan bir filozof yazar olduğunu fark ettim. Fark ettiğimde de Veysel baba artık doğanın yaşam bileşkesi olan toprak ile buluşmuş ve toprağının üzerinde onun ifadesi ile çiçekler açmış, arılar bal yapıyor, koyunla süt veriyordu. Mesleğim olan toprak bilimini anladıkça Veysel babanın büyüklüğünü ve sazının tellerinin gücünü daha iyi anlamaya başladım. Âşık Veysel’in anlatımları ile o kadar etkili bir ozan ki saz ve söz bütünlüğü ile hepimizi düşündürttü. O sade ve naif anlatımı yanında vurucu ve dokundurucu ifadeleri ile bir o kadar da derin düşündürücü ve yaralayıcı etkiler yaptı zihinlerimizde. Har bir anlatımın bir hikâyesi vardı tabii. Veysel babayı ozan yapan kendisini terk edip giden ilk eşi Esmaya verdiği yaşam dersidir. Kendisini terk eden Esmaya olan sevgisini ve kırgınlığını “Bir vefasız zalim yâre bağlandım, Tarih üç yüz otuz beşte evlendim. Sekiz sene bir arada eğlendim, Zalim kâfir yetim koydu kuzumu.” diyerek başalar saz çalmaya. Toplumcu bakış açısı ile anladığı dünyayı ve insanı doğa gerçeği üzerinden çalarak söyledi. Hepimizin bildiği ölümsüz eserlerinden; Uzun ince bir yıldayım, Dostlar beni hatırlasın, Güzelliğin on para etmez, Kahpe felek, Kara toprak, Küçük Dünyam Benim sadık yârim kara toprak gibi başucu söylemleri ile yaşamı ve ölüm bilincini hepimize aşıladı. Halen sevilen ve sözleri değişik şekillerde yorumlanabilmektedir. Aslı önemsediği şiiri ve türküleri ile fiziki olarak görmeyen, ancak gönül gözü ile sazının teller ile anlattığı “Sen bir ceylan olsan” şiirindeki “vursam yaralasam söz ile seni” sözleri kavgayı değil anlatımla hemde etkili anlatımla insanı içten vuran-yaralayan bir tarz. Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı Avlasam çöllerde saz ile seni Bulunmaz dermanı yoktur ilacı Vursam yaralasam söz ile seni "Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa" sözü ile “İnsanı Kâmili” tanımlayan güçlü bir yetişkin bir bireyi ve ne aradığını bilen bir ifade. As olanın şekil değil öz olduğunu felsefi ve psikoloji bilimi dili ile anlatıyor duygularını. Sözleri ile yaşamı bütünlüklü anlamış bir ermiş olarak saz ile toplumun zihnine düşüncelerini kazdırmıştır. Yaşamını anlattığı “uzun ince bir yoldayım” şiirinde hepimizin yaşadığı yaşam yolcuğunda bilmeden gece gündüz gece yaşadığımız her tülü halleri açıklamaları filozofça açıklamış. Dünyaya geldiğim anda Yürüdüm ayni zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece Âşık Veysel ölmeden önce şöyle söylediği belirtilir; "Ben öldükten sonra mezarıma taş koymayın. Mezarımda beton hiçbir şey olmasın. Sadece toprağa gömün beni. Üstümde biten otları inekler, koyunlar yesin; Et olsun, süt olsun. Mezarımda açan çiçekleri arılar emsin, bal olsun. Toprak olayım, benim toprağım da milletime hizmet etsin". Genelde bu dünyayı ve öbür dünyayı analiz etmiş ve yaşamı bütünlüklü anlamış insanların ölüm olgusunu çözdükleri için ölümden korkmadıkları görülüyor. Ölümü olgunlukla karışlamakta ve toprağa karışmaktan ve börtü böceğe yem olmaktan korkmamaktadırlar. Bu bilinç bir üst bilinci ve bütünlüklü bir kavrayışı ifade ediyor. Benim yârim kara toprak şirindeki bir dörtlüğünde belirttiği; “Bütün kusurumu ey yâr toprak gizliyor Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yârim kara topraktır” Toprağın kendisini beklediğini ve kusurlarını (kendi tabiri ile sırlarını) sakladığını biliyor. Aynı şiirinde, yaşamın ve gıdaların topraktan geldiğini belirtiyor. Toprakta yetişen bitkiler değil diyalektik açılımla koyunun da, kuzunun da suyun da, sütün de topraktan geldiğini belirtiyor. Koyun verdi kuzu verdi süt verdi Yemek verdi ekmek verdi et verdi Kazma ile döğmeyince kıt verdi Benim sadık yârim kara topraktır Her bir kelimesi ve dörtlüğü ayrı ayrı bir anlamlı ve düşündürtücü. Sözleri beynimizin altına giren ve düşünce dünyamızı genişleterek bizleri bilinçlendirdi ve ruhen içimizi mutlu etti. Ne mutlu ki böyle dünyayı gönül gözü ile anlamış ozanlarımız ve evrensel değerlerimiz olmuş. Dün ölüm yıldönümüydü. Sargıyla rahmetle anıyoruz, ruhları şad olsun. 23 Mart 2024, Adana

  • SEÇİM SATHINDA BİR GEZİNTİ

    - "An bi An" Tutulan Notlardan- * 1 Nisan 2024 1 NİSAN ŞAKASI Şaka gibi... Eminim ki bu sonucu kimse öngöremezdi: Kesin olmayan sonuçlara göre CHP birinci parti oldu. Hatay'da korkulan olsa da Afyon, Adıyaman ve Kayseri Pınarbaşı... gibi sağın kalesi çok yerde CHP ipi önde göğüsledi. Bu olağanüstü sonuçta AKPnin ekonomik anlamda onay bulamayışının ve emeklilerin durumunun belirleyici etkisi olduğu düşünülüyor. Yani Demirel bir kez daha haklı çıktı, geçen seçimde zorlayan "EKMEK" bu kez kazandı. Katılımın sınırlı olduğu seçimde başka bir siyasi partiye oy vermeyi doğru bulmayan AKP seçmeni de sandığa gitmedi. CHP %37, AKP%35, DEM'in % 5'le "oyun kurucu" olduğu seçimde; İYİ Parti, MHP, GELECEK, SAADET, DEVA, TİP ... gibi partiler bir varlık gösteremedi; bu arada YENİDEN REFAH ileriki yıllarda da adından söz ettirecek gibi duruyor, beklenmedik bir atak yaparak Yozgat ve Şanlıurfa'yı aldı, % 6 oy oranıyla üçüncü parti oldu... Görünen AKP'yi en çok terletecek parti de o olacak. Bir başka sürpriz de Muharrem İnce'nin genel başkanlığını yaptığı Memleket Partisi'nden geldi. Türkiye genelinde aldığı 116 bin oyla yüzde 0,25 oranıyla büyük bir hayal kırıklığı yaratan parti, bu kötü sonuca rağmen, Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Bahadın beldesinde belediye başkanlığını kazanmayı başardı. Sistemi zorlayan iddialı çıkışlarıyla dikkat çeken Hüdapar, 0,55 oyla ve bir beldeyle seçimi sonlandıran başarısız partilerden biri oldu. VAN'da DEM'in kazandığı seçim oldu bittiyle ikinci parti AKP'ye devredildi. Şehirde olaylar yoğunlaşınca YSK , aklıselim davrandı, karar değiştirdi, DEM'i yeniden seçimin galibi, AKP'yi de mağlubu yaptı. ARDAHAN ve daha bir kaç yerde seçim yenilenecek. Hatay'sa benzer durumda belediye ile az bir oy farkıyla mahkemelik... 21 Mart 2024, Nevruz Bugün Nevruz, " An o andır, Buz çözüldü, çözülecek..." Açılır kör gözü çaresizliğin.. On gün kalmış, açılır mı acep? -videoya tıklayın- 6 Mart 2024 * Çalışana Verilen Seyyanen Zam Ülke İflas Eder Açıklamasıyla Emekliye Verilmedi, Bilinen Ezber Yenilendi; "Sabır " Denildi. Doğruluk payı yok mu? Var elbette... Bir dünya krizi, öngörülemeyen bir büyük felaket sonucu ortaya çıkan bir durumsa elbette... Ne var ki böyle bir durum yoktu, hatta böyle bir durumun belirtisi de yoktu Aralık 2021'de... Bir gecede tetiklendi ve çok büyük yığınların üç beş kuruş birikimini de sıfırlayıp büyük bir yoksulluğa sürükledi. Açıklamada bu durumun nedenlerinden, emekli maaşını, başlangıç maaşı olan asgari ücretin altına düşüren, heterodoks uygulamalarını yağlı ballı sunan, Nas'tan söz edip, "Ben EKONOMİSTİM diyerek bir neden yokken olmadık bir zamanda tetikleyenin kim olduğundan söz edilmedi. 16 milyon emeklinin ve onların eline bakan, en az 50 milyon insanın bu yoksulluğu nasıl aşacaklarından da kimse dem vurmadı tabi. Torun torba, yaşlı genç, hasta sağlıklı... 50 milyon yoktu. Faili meçhul! BAY KEMAL olmasın o da? Ah, keşke, muhalefet yani BAY KEMAL o kadar becerikli olsaydı. En azından bugün iflas eden, sil baştan yapılan o ekonomik politikalar için "Allah beni af etsin," denilebilirdi, denilmedi. "Bu parayı ödersek ülke batar ... " denmekle yetinildi. Devlet güvencesinde olan UZANLARIN İmar Bankasında iç ettiği param için de bu açıklama yapılmıştı, o zaman akla uygun gelmişti. Parayı ödersek ülke batar denilmişti, yeter ki ülkem batmasın, ben batsam bir şey olmaz demiştim. Demek şimdi çok samimi gelmedi ya da kandırmadı beni. Bu durumu tanımlayacak bir sözcük bulamıyorum. İyisi mi size maviADA'da bugün yayınlanan bir film önereyim, izleyin: MODERN ZAMANLAR Buhran yıllarında vahşi kapitalizmin çarklarında öğütülen işçileri öyle tatlı bir ironiyle anlatıyor ki? Gülüyorsunuz, ama gözyaşlarıyla. O buhran, elbette tek etken değildir, ama başka etkilerle birleşip yönetimdeki beceriksizliğini örtbas etmek isteyen, dikkati ekonomik sıkıntılardan başka bir yere çekmek isteyen Amerika'nın "Komünist avına" çıkmasına, Chaplin'in ülkesinden sürgüne İsviçre'ye gitmesine, dünyanın iki kutuplu bir hale gelmesine neden olmuştu. Belki o arada ülkemizdeki birkaç yıldır esen ekonomik havanın bizi nereye taşıdığını da görürüz. ...ve sabırla bekleriz, halkın her şeyi anlayıp görmesini... Öyle ya demokraside yaşamıyor muyuz, beceremeyen gider, layıkıyla yönetebilecek olan gelir. İktidarlar nikahlımız değil hoş, biz de ortaçağ Katolikleri... GEÇEN SEÇİM ayağımıza kadar gelmişti, ama OLMADI, BELKİ BU SEÇİM... * FİLMİ GÖRMEK İÇİN aşağıdaki RESME tıklayın: 20 Subat 2024 Bugün CEMRE... Isı 0... Nasıl CEMREyse?... Ne var ki parlak bir güneş gökyüzünde turluyor. Şeklen benzemese de takvimler O. Kandırmasa da niyeti bozmayalım. KUTLU OLSUN. -videoya tıklayın- 14 Subat 2024 Bir Katran ve Tüy Öyküsü Red Kit okuyanlar bilirler. Kumarda hile yapanları, ilaç diye çeşme suları satanları cezalandırmak için çırıl çıplak soyup önce katrana, ardından kaz tüylerine bularlardı. Sonra da kısa bir ray bulur, el ve ayaklarından bağlayıp üstüne astıkları talihsizi dolaştırırlardı. Bu tuhaf, bildiğimiz cezaya hiç benzemeyen, insanda karşı konulmaz bir gülme isteği uyandıran eylemin salt çizgiroman çizerinin eşsiz bir hayal gücü ürünü olduğunu, hayatta bir karşılığı olmadığını sanmıştım çok zaman. Oysa; Karalama ve tüylenme, gayriresmî bir şekilde adalet veya intikam sağlamak için kullanılan bir umumi aşağılama ve cezalandırma biçimiydi. Feodal Avrupa'da ve Yeni Çağ’daki kolonilerinde, ayrıca erken Amerikan hudutunda çoğunlukla bir tür çete intikamı olarak kullanıldı. Amerikan Tarihinde Resmi Uygulamaları da Görüldü Minnesota, Luverne'den Alman-Amerikalı çiftçi John Meints, 1. Dünya Savaşı sırasında, savaş tahvillerini desteklemediği iddiasıyla Ağustos 1918'de katran ve tüye bulandı.[1] Minnesota tarihçileri bu olayı Birinci Dünya Savaşı sırasında Minnesota'daki yerlilik ve Alman karşıtı duyarlılığın bir örneği olarak gösterdiler.[2] Ölüm yok, kan yok, ama çarpıcı... Çünkü cezanın anlamı kişi yaşarsa ortaya çıkıyor, inanılmaz bir rezillik, kaldırılır gibi değil. Özetle bir protesto eylemi, ama önce yakıştıramama, şaşkınlık, kınama ünlemi de... Gerçekten edebiyata yakışır bir ironi taşıyor, başlıbaşına bir metafor da... * CHP'de yenilikçiler, yanı ÖZEL ve arkadaşları, beklenilen değildi, sadece seçim sonrası bir yangın yerine dönen CHPnin daha fazla kankaybına uğramasını engelleyecek bir çıkıştı. İnsanlara umut verdiler, gerçek rasyonel bir değişimin habercisi olacak gibiydiler başlangıçta. Bir ölçüde başardılar da... Tayyip Erdoğan karşısında hiç de küçünsenmeyecek %48 oranında oy alan, ama sonuçta kazanamayan, "Değişim gerekliyse onu da ben yaparım, ama şimdi değil seçimden sonra..." diyerek ipe un sermeye çalışan Kılıçdaroğlu'nu deyimin tam anlamıyla yakapaça alaşağı ettiler. Keşke karşılarına duvar gibi dikilen yerel seçimler bu kadar yakın olmasaydı... Çünkü bir partinin liderinin gerçek mihenk taşı seçimdir. CHP kamuoyu, açık çek vermiş gibiydi, olabilecek kimi hatalarını görmezden gelmeye hazırdılar, sonuçta işin acemisiydiler. Ciddi bir seçim onları bekliyordu. Tam bir performans sınavı olacaktı. Seçmenin afedemeyeceği bir şey vardı; seçimde ellerinde de olanları da kaybetmek. Esas olan budur. Bir partinin lideriysen kullanacağın yöntemlerden daha çok seçimde göstereceğin başarı seni ayakta tutar. Bu sağlanamıyorsa Kılıçdaroğlu'nda olduğu gibi izlediğin yollar ve yöntemler tartışılmaya başlanır. İlk ciddi acemiliği Eskişehir'in efsane belediye başkanı Y. BÜYÜKERŞEN'de sergiledi yeni yönetim. 25 Yıldır başkan olan Büyükerşen, Eskişehir'de bir olmazı olur yapmış, ülkenin hiçbir yerinde CHP tarihinde olmayan bir başarıya imza atmıştı. Ne varmış 84 yaşındaysa? Yaşlılığından dolayı tasfiye edildiğini ve kırıldığını ilan ederek bıraktı koltuğu. Sonra İzmir... İzmir ki CHP'nin kesin başarılı olacağını düşüneceği birkaç ilden biri. Başkanın belirlenmesi büyük sıkıntı oldu. Varolan belediye başkanı Tunç Soyer'ın aday gösterilmeyişi medyada açık protestolara neden oldu, belirlenen yeni aday da profili düşük bulundu, herkesin olumlu oyunu alamadı. Çankaya belediyesinden memnuniyetsizlik sesleri yükseliyor, aday gösterilmeyen birçok CHPli belediye başkanı da türlü suçlamalarla CHP'den istifa ediyor gürültüyle. Belki de doğal bunlar, ebedi başkanlık diye bir şey yok ki... Daha irili ufaklı bir çok sorun kaynıyor CHP kazanında, ama biri var ki tek başına çarpıcı bir örnek olmaya aday... O da Hatay... CHP adaylığı tartışmalı hale gelen varolan belediye başkanı Lütfü Savaş'ı aday gösterdi yeniden. AKP ile siyasete başlayan Savaş, sonraki iki dönemde CHP'den Hatay Büyük şehir belediye başkanı olmuş. Tıp fakültesinin kurulmasında da rol alan Savaş, deprem sonrası oluşan kaos ortamında depremzede Hataylıların bazılarının yakındığı biri haline gelmiş. ÖZGÜR ÖZEL'DEN AÇIKLAMA ALTERNATİF BULAMADIK Konuyla ilgili Gazeteci İsmail Saymaz'ın sorularını yanıtlayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel, "Kırsaldan acayip oy alıyor ve başka isimleri koyduğumuzda kaybediyoruz. Alternatif bulamadık." dedi. "Çok uğraştık, dört kez ölçtük." diyen Özel, depremde sorumluluğu var mı sorusuna, "Deprem meselesinde nasıl bir sorumluluğu var, onu bilmiyorum. Ben Hataylılara sordum. Sonuçta kaybetmek üzere bir şey yapamam ki. Beş birim oy çıkıyorsa, üç birim çıkanı koysan seçimi kesin kaybedeceksin. Burada Lütfü Savaş kesin kazanıyor gibi görünmüyor ama kazanabileceği görüşü çıkıyor." açıklamasında bulundu. Beri yandan Hataylılardan medyaya erişim şansı bulanların oluşturduğu kamuoyu tepkili. "Lütfü SAVAŞ olmasın da kim olursa olsun. CHP başka birini aday göstersin biz üzerimize düşeni yaparız," diyorlar. Hatay'da geçen seçimlerde ağırlıklı CHP. Belli ki deprem travmasının derin etkisi var, bir kurban arandı ve 3 dönemdir belediye başkanı olan Dr. SAVAŞ bulundu. O da istifa etmeyi kabul edecek gibi durunca... İşin aslı ne, kim bilebilir. Türkiye tarzı siyaset bu; hasımlarını yenmek üzerine kurulu değil, yemek üzerine kurulu. CUMMHURBAŞKANI, Hatay'da yaptığı konuşmada " Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez." dediği herkesin bildiği. Deprem sırasında herkesin tanıdığı aslen Hataylı olan futbolcu Gökhan Zan iyi partiden ayrılıp İşçi Partisinin milletvekili adayı oldu. Görünen Hatay'da işler zora sokuldu. Her ne kadar akla, CHP oylarının en yüksek olduğu kentlerde sorun mu arıyor, geliyorsa da bu çok haklı bir soru olmayacaktır. Bir kentin tabanında o ilgi varsa adayların çokluğunu açıklamaya yeter. Şunu anlamak zor değil, her kararın yandaşı olacağı gibi karşıtı da olacaktır. Bunu görmek için lider olmaya gerek yok, sadece biraz yaşanmışlık istiyor. Liderler galiba buradan sonra belli oluyor. Kaybedersen hele... KILIÇDAROĞLU 2 PUAN DAHA ALSAYDI kimse yöntemlerini sorgulamayacaktı, ne var ki alamadı ve her yaptığı göze batar bir kusura döndü. Yerlerinde olmak istemezdim. Ne var ki unutmamalı ki orda olmaya heveslenen de onlar. Bir yığın emekle ve hevesle oraya geliyorlar, başarılı olurlarsa nimetlerini de tepe tepe kullanıyorlar. O halde sonuçlarına da razı gelmeliler. Cumhurbaşkanlığı sistemi ikiden fazla, çoklu adayı kaldırabilecek bir sistem değil. AKP ve KILIÇDAROĞLU bunun bilincindeydi, o nedenle hiç kan benzerliği olmayan bütün partilerle iş birliği yaptılar ve son seçim kıran kırana geçti ve ikinci tura kaldı. Peki şimdi değişen ne var ki CHP''nin iki görünür genç lideri "bizi seven gelsin," modundalar. Şu anda en büyük parti hala AKP. Böylesi bir seçim sadece AKPnin işine yaramaz mı? Bir yanım " Yetti artık, seçmenini mecbur sanan CHP bir ince ayarı hak etti, belki alacağı yenilgiyle burnu sürter, bundan sonra haddini bilir," derken, öteki yanım eski alışkanlığıyla kaygılanmaktan vaz geçmiyor. Onu bunu bilmem ama bu değişim türküsüyle işi götüreceğini sanan CHP, umalım spontane, ama müthiş pragmatik, "Vallahi, billahi değişimi de getireceğim, bana seçim sonrasına değin zaman verin..." diye feryat ederek giden, Erdoğan'a karşı bile hiç yalansız %48 oyu ne yapıp edip bulan Kılıçdaroğlu'nu mum yakıp arar duruma düşmez ... Tabi o gün ,gelmesin de, ama gelirse, halkın da infialle, aklı başında gözüken, büyük büyük laflar eden, ama herhalde deneyimsizliğin kurbanı olan kimi CHPli YÖNETİCİYİ katran ve kaz tüyüne bulayıp dolaştırdığını düşünmek istemiyorum... * 03 Subat 2024 Hafize Gaye Erkan ve Sadık Abisi DIŞ BASINDAN YORUMSUZ * Reuters: Türkiye Merkez Bankası Başkanı GAYE ERKAN, ailesini koruma ihtiyacını gerekçe göstererek istifa etti. "Türkiye ekonomisinin dümenindeki personel değişiklikleri, Erkan'ın agresif faiz artışlarının, Türkler için yıllar süren bir hayat pahalılığı krizinin ardından enflasyon beklentilerini soğutmaya başladığı sırada geldi" diye yazan Reuters, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın görevden aldığı son dört Merkez Bankası Başkanı'nı hatırlattı; "Erdoğan son dördünü görevden alarak kurumun bağımsızlığını aşındırdı ve işlevsizliğe dair endişeleri körükledi" ifadelerini kullandı. Erkan'ın istifasının ardından göreve getirilen Fatih Karahan için ise "Eski bir New York Merkez Bankası ekonomisti olan Karahan, Temmuz ayında yardımcılığa atandı ve parasal sıkılaştırmanın mühendisliğinde büyük rol oynayan yetenekli bir halef olarak görülüyor" denildi. * YORUM: Tam, bakalım Mehmet ŞİMŞEK ne diyecek bu işe, diyecektim ki açıklama geldi; "Görüşlerim doğrultusunda yeni Merkez Bankası başkanı..." Umalım yeni başkan Fatih KARAHAN'ın kaderi iyi, ülkem ekonomisi için hayırlı, yerinde de daim olur. Sadık Ağabeysiyle, ailesi hakkında haberlerle medya fenomeni olmaya çalışıyor gibi gözüken Gaye Hafize ERKAN, olmuş ya da olmamış çok umurumuzda değil, çok da iyi izlenim vermedi, ama KORKUMUZ, seçimden bu yana sürdürülen, ama henüz ufukta umut veren bir işaretini görmediğimiz , başka şansımız olmadığından göreceğimize inandığımız EKONOMİNİN "U" dönüşü programının iflas ettiğinin işareti olmasın da...

  • UMUT

    Yusuf AKSOY * Yalnızlıklar kendini tarifte çok zorlanırken elbette ki kıştan kalan asmadaki üzüm tanesi yalnızlık değil umut tek bir yelkenliyle kıyıları keşfetme de değil umut hep birlikte kıyılarıyla denizi keşfetmek gerekirse düşe kalka buzu kırarak ölülerin arasından yürüyerek belki belki karda kışta patikalardan yürüyerek ya da şehirlerde kırılmış asfaltlardan geçerek ama mutlaka nehirlerin denize döküldüğü yoldan bedeline uygun yaşamak istediğimiz asi mutluluğun kar renginde şiddetli aşkları yaşanırken ölü sevişmelerin yaşandığı bir güz daha gelip dayandı da kapıya hüznü yüzüme gönderdi yüreğim bir yanda kendine sırt dönmüş aydın diğer yanda kent yoksulluğunda elleri ayakları tutmayan yığınlar ey, karanlıklarda düşlere gizlediğimiz hayat özlemin, iyiyi ziyan etme üzerine kurulmuş düzende dopdolu ediyorsa senden yana olanların yüreklerini anlatılması ne güç güzelliktir bir de seni kıyasıya yaşamak yarınlarda umudu da aşan bir şeyler hareketlenecek elbet kuşatıldıkça para ile satılmaz olan ne varsa umut, hayatı sevmektir evvela sonra, en ağırken bile bedenimiz ayarlı saatlerden önce kalkabilmektir ayağa

  • BARSELONA

    7IMDB Puanı Borsalino Yapım Yılı 1970 Ülke Fransa, Italy Film Süresi 125 dakika Kategori Dram Suç Yönetmen Jacques Deray Senaryo Jean-Claude Carrière, Jean Cau, Jacques Deray Oyuncular Alain Delon, Catherine Rouvel, Jean-Paul Belmondo 1930'larda Fransa, Marsilya'da gangster Siffredi, hapisten çıktığında eski kız arkadaşını bulmak ister. Ancak Siffredi'nin eski sevgilisi başka bir gangster olan Capella ile birliktedir ve bir kavga başlar. Sakinleştikten sonra, iki adam ortak olmaya karar verir ve yeraltı suç dünyasını kontrol etmek için yavaş ama istikrarlı bir arayışa başlar. Dövüşler ve at yarışlarını düzeltmekle başlarlar, ancak sonunda hayatlarını tehlikeye atan daha tehlikeli işlere geçerler. Filmin tutulması üzerine devam filmi 1974'te çevrilecektir.

  • DÜŞMEmek İçin YÜRÜ

    Osman MÜFTÜOĞLU * Sık sık tekrarladığım ve iyi yaşlanmanın da yaşlılıkta hayat kalitesinin korumanın da en önemli belirleyicileri olarak kabul ettiğim “ALTIN ÜÇGEN”in -hatırlayalım, o üçgenin bir köşesinde DURMA! bir köşesinde DÜŞME! bir köşesinde de ÜŞÜTME! yazar- vazgeçilmez belirleyicilerinden biri olan “DÜŞME SORUNU”nun aslında 2 temel sebebi var. BİR: KAS KAYBI. İKİ: DENGE DUYGUSUNUN KÖTÜLEŞMESİ. Her gün tekrarlayacağınız düzenli yürüyüşlerin hem kas kaybını önleyerek hem de denge duygusunu güçlü tutarak düşme problemini de engelleyebileceğini bir kenara lütfen dikkatle not edin. Yürümenin sadece kas kaybını değil denge duygusundaki yaşlanmaya bağlı kötüleşmeyi de frenleyebileceğini sakın unutmayın. Nedenine gelince... DENGE İÇİN YÜRÜYÜN Her gün tekrarlanan iyi bir yürüme planı yaşlılığa bağlı denge sorunlarının birçoğunu önleyebilir. Yürüme hele bir de güç çalışmaları ve özel egzersizlerle de desteklenirse -mesela çömelme egzersizleri- dengeyi ciddi ölçüde değiştirip güçlendirir. Yürümenin faydası her yaşta her zaman var. Ama “yürüme-denge ilişkisi” özellikle yaşlılıkta daha da önemlidir. Yürüme, dengenin en önemli belirleyicisi olan “alt beden gücü” yapılanmasına yardım eder. Bir taraftan kasları güçlendirerek -kas erimesini önleyerek- diğer taraftan kas-sinir ilişkisini ve beyindeki denge merkezlerini etkileyerek düşmeleri frenler. Bu nedenle kısa ya da uzun olmaları fark etmiyor gün içinde yapılan ve her fırsatta tekrarlanan düzenli yürümeler “en güvenli yaşlılık egzersizi” olarak kabul ediliyor. ÖZETİ ŞUDUR AYAKTA KAL HAYATTA KAL “Ayakta kal hayatta kal” mottosu da bizim en az “Durma! Düşme! Üşütme!” mottomuz kadar önemli iyi yaşlanma tavsiyelerimizden biridir. Ayakta kalmanın bir numaralı belirleyicisi ise her gün ve her fırsatta tekrarlanan düzenli yürüyüşlerdir. Eğer sağlıklı yaşlanmak, düşmemek, düşüp oranızı buranızı kırmamak, hastane yataklarına, tekerlekli sandalyelere daha az muhtaç olmak, beyin embolilerinden, bellek kayıplarından hatta Alzheimer’dan bile korunmak istiyorsanız lütfen her fırsatta yürüyün. Bastonla ya da yürüteçle dahi olsa yürümeyi ihmal etmeyin. ALZHEİMER İŞARETLERİNİ HATIRLAYALIM Yürümenin Alzheimer dahiL her türlü bellek bozukluğunu frenleyebileceğini çok iyi biliyoruz ama çoğumuz hâlâ önemli bir yaşlılık sorunu olan Alzheimer hastalığının öncü belirtilerinin neler olduğunun farkında değiliz. İsterseniz gelin o belirtileri bir kez daha hatırlayalım. İLK BEŞ -İLERLEYİCİ HAFIZA KAYBI: İlerleyici ve ağır bellek kaybı, en önemli ve en sık görülen işaretlerden birisidir. Yaşlandıkça randevuları, isimleri veya telefon numaralarını biraz unutmanız doğaldır. İlerleyici bellek sorunu yaşayan kişiler ise çok sık unuturlar ve bir daha hatırlayamazlar. - GÜNLÜK OLAĞAN İŞLERİ YAPMAKTA BİLE GÜÇLÜK: Alzheimer hastaları gün içinde hatırlamak zorunda kalmadığımız ve yaşamımızın parçası olan olağan bazı aktiviteleri yaparken güçlük çekerler. Örneğin; çok iyi bildikleri bir yemeğin nasıl hazırlanacağını, hep uğraştıkları ev işlerini ya da uzun süredir yaptıkları herhangi bir hobiyi unutabilirler. - DOĞRU SÖZCÜKLER BULMADA ZORLANMAK: Herkes bazen doğru sözcüğü bulmada güçlük çekebilir. Ancak bir Alzheimer hastası çok basit sözcükleri bile unutup bu kelimelerin yerine anlamsız sözcükler koyar. Konuştuklarını ya da yazdıklarını anlamak zordur. Örneğin; “diş fırçası” kelimesini hatırlamakta güçlük çekiyorsa, bunun yerine “ağzım için kullandığım bir eşya” diyebilir. - ZAMAN VE YER KARMAŞASI: Haftanın hangi gününde olduğunuzu veya o anda nereye gittiğinizi unutmak bazen doğaldır. Ancak Alzheimer hastaları, yaşadıkları sokağı, nerede olduklarını, oraya nasıl geldiklerini unutup eve nasıl geri döneceklerini bilemezler. - YARGILAMA YETENEĞİNDE BOZULMA: Hiç kimse her zaman mükemmel bir yargılama ve duruma göre davranma yetisine sahip olamaz. Fakat Alzheimer hastaları hava durumunun farkında olmadan ılık bir günde kalın giysiler giyebilir, çok soğukta ise kısa kollu bir gömlekle dolaşabilirler. Bellek karmaşası ve sorunu yaşayan çoğu kişi, para konusunda da kâfi düzeyde bir karar yeteneğine sahip değildir. Alışveriş yaparken, evdeki ufak aletlerini tamir ettirirken veya bir ürün satın alırken gerekenden çok fazla para ödeyebilirler. İKiNCİ BEŞ -ÇABUK DÜŞÜNMEDE PROBLEMLER: İşler çok karışık olduğu zaman bir not defteri kullanmak pek çok şeyi basitleştirebilir. Alzheimer hastaları ise bu deftere baktıklarında numaraların veya adreslerin, bilgilerin, notların ne anlama geldiğini ve bunlarla ne yapacaklarını bilemezler. Ani ve beklenmedik karar anlarında bu nedenle çok önemli sorunlar yaşarlar, yanlış kararlar verir ya da karar -EŞYALARI KAYBETME: Herkes cüzdanını ya da anahtarını kaybedebilir. Alzheimer hastası olan bir kişi bu eşyaları değişik yerlere koyar ve daha sonra da nereye koyduğunu unutur. Örneğin; buzdolabına ütüyü koyabilir ya da şeker kâsesinin içinde kol saatini unutabilir. Daha ileri dönemde ise bu eşyaların ne işe yaradığını da hatırlayamaz. -RUH HALİ VE DAVRANIŞTA DEĞİŞİKLİKLER: Hepimiz zaman zaman ruh dalgalanmaları yaşarız. Alzheimer hastalarında ise ruhsal dalgalanmalar sık sık yaşanır. Hiçbir neden olmasa bile birdenbire öfkelenebilirler. - KİŞİLİK DEĞİŞİKLİKLERİ: İnsanların kişilikleri yaşla birlikte değişiklik gösterir. Bazı yaşlı bireyler daha depresif, sakin veya huysuz olurken; bazıları da neşeli, aktif ve dışadönük olabilir. Alzheimer hastalarında ise durum farklıdır. Aile üyelerine karşı bile daha karmaşık, şüpheci, kızgın ya da korkak bir kişilik sergileyebilirler. Bunlar sıklıkla beklenmedik ve kontrolü güç kişilik değişimleridir. - İNİSİYATİF KAYBI: Yaşlandıkça ev işlerinden, çalışma hayatından ya da sosyal aktiviteler ve zorunluluklardan yorgun düşmek normaldir. Oysa bir Alzheimer hastası çok pasif olabilir. Televizyon karşısında saatlerce oturabilir, gereğinden çok uyuyabilir ya da yapılması gereken ve normal olan günlük aktiviteleri yapmak istemeyebilir. Bu tür olaylara karşı ani tepkiler gösterir. * Bu yazı BURADAN alıntıdır.

  • BAYRAMIN İKİ YÜZÜ

    Fuat ÖZGEN * İki yüzlüdür bayram Bir yüzü sevinç, mutluluk Bir yüzü umutsuzluk Bir yüzü seçilen kurban Bir yüzü kurbandan yararlanan Bir yüzü süslenen varsıl Bir yüzü imrenen yoksul Bir yüzü hatır soranlar Bir yüzü yol kollayanlar Bir yüzü soğuk kış Bir yüzü çiçekli bahar Bir yüzü kaybetme, hüzün Bir yüzü kazanma, övün Bir yüzü şenlik, şölen Bir yüzü her gün ölen İki yüzlüdür bayram İki yüzü de ayrı anlam

  • OLSUN

    Niyazi UYAR* Olsun yine de yaşamak Yine de sevmek Mesela denizin üstünde Özgürlüğe kanat çırpan martı gibi Ve de yaraşır gibi insana İşte tam da öyle yaşamak Sevmek, Hem de nasıl Alabildiğine İçine alırcasına Sarıp sarmalamak Sevmek Hem de nasıl Paslı zincirler ayaklarında Darağacına giden Deniz gibi İşte öyle sevmek Fakat Fakat suyun başında devler Olsun ne çıkar Korkmak varsa fıtratında Sevmek haramdır Yaşayacaksan seveceksen Bizim yiğitler gibi sevecek Bizim yiğitler gibi yaşayacaksın! Ocak 1980 / Bursa

  • KAZ KADAR OLAMIYORUZ

    Erhan TIĞLI * Kaz, eti, yumurtası yenen güzel bir kuştur. Kaz tüyleri süs olarak kullanılır. Kaz kızartması, kaz ciğeri çok sevilir. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Geri zekalı kişiler ya kaz çobanıdırlar ya da kaz kafalı! Beceriksizlere beş kaz verseniz, üçünü kaybederler. Kara kara düşünenlere “agobun kazı gibi ne düşünüyorsun?” diye sorarlar. Yanlış düşünenleri “kazın ayağı öyle değil” diye uyarırırız. Ustası çırağına kaz kızartması getirmesini söylemiş. Uşağın canı çekmiş, önce ayaklarını yemiş, yetmemiş, kanatlarını da mideye indirmiş. Dayanamayıp başını yiyip kazı ustasına öyle getirmiş. Usta şaşırmış. “Hani bunun ayağı?” diye sormuş. Çırak boynun bükmüş, “topal idi” demiş. “Kanadı niye yok?”, “Laz idi!” demiş bu sefer çırak. Usta öfkeyle, “Başı da yok diyemezsin değil mi?” diye bağırmış. Çırak bıyık altından gülerek, “Onda kafa olsaydı, yakalanıp fırına girer miydi?” deyivermiş. Bizde kazları, daha doğrusu kaza benzeyen vatandaşları böyle yiyip bitiriyorlar, onu ayaksız, başsız bırakıyorlar. O da doğanın yok edilmesine, kaz dağlarının talanına sesini çıkaramıyor, kendini kurtaramıyor... Bir türküde “Maya dağdan kalkan kazlar/ Ak topuklu beyaz kızlar” diye başlanılıyor söze. Seyrani de, “Mahkeme meclisi icat olduğun/ Rüşvet çeşmesinin akmaklığından/ Kaza bela ile alem dolduğun/ Kazların kadıya uçmaklığından” diyor. Kaygusuz Abdal kaz adlı şiirine, “Bir kaz aldım ben karıdan/ Boynu da uzun borudan/ Kırk derviş kanın kurutan/ Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz/ Sekizimiz odun çeker/ Dokuzumuz ateş yakar/ Kaz kaldırmış başın bakar/ Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz” diye yazıyor. Şiir uzun olduğu için hepsini buraya alamadım. Kaygusuz Abdal kazı kaynatamamış ama Amerika bu konuda çok usta! Padişahın biri veziriyle birlikte geziye çıkmış. Bir köyün yanından geçerken küçük bir evin önünde oturup örgü ören bir köylü kızıyla karşılaşmış. “Baban evde mi?” diye sormuş. Kız zeki bir tavırla, “Babam evde değil, azı çok etmeye gitti” demiş. “Annen evde mi?”, “O da biri iki etmeye gitti.” Bu sözler padişahın ilgisini çekmiş, “Eviniz çok güzel ama bacası eğri” demiş. Kız hemen cevabı yapıştırmış, “Bacası eğri ama dumanı doğru çıkar”. Padişah kızın başını sıvazlamış, “Sana bir kaz yollasam yolar mısın?” diye sormuş. Kız gülerek başını sallamış, “Hem de en ince tüylerine kadar yolarım” demiş. Kıza veda edip saraya döndüklerinde vezir kızın sözlerinden bir şey anlayamadığını söylemiş. Padişah da gidip kızdan öğrenmesini istemiş. Vezir kızın yanına gelip ne demek istediğini sormuş. Kız, “Söylerim ama her biri için on altın isterim” demiş. Vezir çaresiz kabul etmiş. Kız başlamış anlatmaya: “Babamın azı çok etmesi şu: Çiftçi olduğu için tarlaya tohum ekecek, azı çok etmek bu. Annem ebe olduğu için çocuk doğurtacak, kadın bir iken iki olacak. Bacanın eğriliği gözlerimin şaşı olmasıdır. Dumanının doğru çıkması ise gözlerimin iyi görmesidir. Yolunacak kaz da sizsiniz. Kaz olmasaydınız ayağıma kadar gelip ettiğim birkaç söz için bana bu kadar altın verir miydiniz?” Oynanan oyunların farkında olmadığımız için kaz gibi yolunuyoruz, doğamızı talan etmelerine ses çıkarmıyoruz, başımıza gelecek felaketin farkına varamıyoruz... Kazları yerin dibine batırdık biraz. Aslında kaz kadar olamıyoruz. Niye mi? İşte: Kazlar V şeklinde uçarlar. Böylece her kuş kanat çırptığında arkasındaki kuşa onu kaldıran bir hava akımı yaratır. Tek başına gidebilecekleri en uzun yolu grup halinde neredeyse ikiye katlarlar. Oysa bizler birbirimizin ayağından çeker dururuz... Grubun başında giden kaz hiçbir hava akımından yararlanamadığı için diğerlerine göre daha çabuk yorulur ve hemen arkaya geçer, arkasındaki kaz lider olur. Bu değişim sürekli yapılır. Oysa bizim liderlerimiz hiç yorulmaz, makamını başkasına bırakmaz, üstelik arkasından gelenlerin, sivrilenlerin hızlarını kesmek için çalışır... Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar daha hızlı gidilmesi için öndekilere bağırır, onları uyarırlar. Bizde uyarıda bulunanlar erken öten horoz sayılır, haklarında gereken işlem yapılır. Ağır ol, molla desinler politikası uygulanır! Kazların bize ders olabilecek bir başka özellikleri de birlikte uçtukları bir kuşun hastalanıp ya da yavrulamasıyla uçamayacak duruma gelmesi halinde iki kuşun onu korumak, ona yardım etmek için yanına gelmesi, ölünceye dek yanından ayrılmamasıdır. Oysa biz ölen ölür, kalan sağlar bizimdir, kral öldü, yaşasın kral deriz, kötü duruma düşenleri yalnız bırakırız. Ne zaman ölecek diye yüzlerine bakarız, yerlerine geçmeye can atarız. Adamın bir ölmüş, öbür dünyaya gitmiş. Sorgu meleği ona sağlığında toplum için ne yaptığını, sanatla uğraşıp uğraşmadığını, kitap okuyup okumadığını sormuş. Adam, “Ben kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadım. Gemisini kurtaran kaptan olmak için çalıştım ve başardım. Sanatla, kitap okumak gibi para etmeyen şeylerle ilgilenmedim” demiş. Onu dinleyen baş melek yardımcılarına, “Çabuk bir kanat getirin” diye bağırmış. Adam sevinçle, “Melek mi oluyorum?” diye sormuş. “Hayır, demiş baş melek. Kaz oluyorsun kaz!” Doğanın kirletilmesine, altın bulmak için Kaz Dağının harap edilmesine ses çıkarmayanlar öbür dünyada işte böyle kanat takacaklardır! Çabaları kutlu olsun! Altın bulma sevdasıyla Kirleniyor beyazlar Kışa dönüyor yazlar Hoyrat eller yüzünden Akordu bozuluyor Çalınamıyor sazlar

  • Sabahattin ALİ

    25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948 "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? " Sabahattin Ali SABAHATTİN ALİ'nin öngördüğü ama herhalde bu kadar da olmaz diyerek o denli ciddiye almadığı o tehlike, en korkunç haliyle yazarı Istranca dağlarında bulacak, devletin adamı olduğu iddia edilen bir kamyon şoförü tarafından başı taşla ezilerek öldürülecekti. Yıl 1948'di. Düşüncesinden başka silahı olmayan, karnını doyurmak için kamyon şoförlüğü yapan yazarları öldürerek pasifize edip sonsuza değin egemen iktidar olacağını sananlar hala vardı. Sabahattin Ali'nin de Nazım Hikmet'e benzer eşsiz(!) bir şansı daha vardı: Yaşadıkları dönemde aydınlatmaya uğraştıkları halka, dahası öteki aydınlara sevimli gözükmeyi başaramadılar. Var olan yasalardan önce dönem edebiyatçılarının ister hasedini de, ister öfkesini de... üstüne çekmişler, dost arkadaş gördüklerinin ihbar ve dedikodularıyla hayli sıkıntı yaşamışlardır. Ali'nin Konya'da bir arkadaş toplantısında okuduğu bir şiiri Atatürk'e hakaret görülmüş, ihbar edilmiş, bir yıl hapse mahkum olup Sinop'ta yatmıştır. İçimizdeki Şeytan romanıyla da en çok Nihal Atsız'la mahkemelerde uğraşmış, davayı kazansa da sıkıntıları bitmemiştir. * Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Edirne Vilayetinin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. Babası piyade yüzbaşısı Selahattin Ali Bey'in görev yerinin sık sık değişmesi dolayısıyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarında tamamlamıştır (1921) Edremit'e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na giren Sabahattin Ali, beş yıl burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulundan mezun olmuştur (1926). Burada okurken edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilerde çalışmaları yayınlanmıştır. Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştur (1928 - 1930). Yurda döndükten sonra Sabahattin Ali, Bursa Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atanmış, ardından Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır. Aydın'dayken komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklu kalan Sabahattin Ali, Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışmıştır. Sonradan da kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı oyunu kaleme almıştır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü'ne alınmış, Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmıştır. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936'da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlamış, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 - 1945) "İçimizdeki Şeytan" romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştır. Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, 1944 yılında davayı kazanmış, ama artan mahalle baskısı ve yoğun saldırılarla çok sıkıntı çekmiştir. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul'a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştır (1945). Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştır (1946 - 1947). Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi". Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş, para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşmıştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürür. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Ancak yazarın yakın çevresinin iddiası ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'nde Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığı biçiminde olsa da bu hiçbir zaman kanıtlanamamış, Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır. Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlandı. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şairler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katıldı. Bütün eserleri 1950'li yıllardan beri Bulgaristan’daki tüm okullarda okutulduğundan, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır. Edebi kişiliği Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir'de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlamıştır (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan (1926 - 1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştır (30 Eylül 1930). Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakar ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz". Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" (1934 - 1936) gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Sabahattin Ali'nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı yazın çevrelerinde ilgi uyandırmış, örneğin Yaşar Nabi, Hakimiyeti Milliye'de şu övücü satırları yazmıştır: "Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş." Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmemiş, sadece öykü ve roman yazmıştır. 'Leylim Ley', 'Aldırma Gönül' gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir. Sabahattin Ali, yukarıda da değindiğimiz gibi imaj değiştirmek için Varlık'ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazmış (1936), ancak bu türü de bir daha denememiştir. Eserleri Şiir: 1934, Dağlar ve Rüzgâr 1937, Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler'le birlikte Bestelenen şiirleri: "Hapishane Şarkısı V" (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram) "Eşkiya Dünyaya" (Zülfü Livaneli) "Leylim Ley" (Zülfü Livaneli) "Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek) "Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya) "Hapishane Şarkısı 2" (Bir Yürek Kaldı Avucumunda) (Grup Çağrı) "Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu) "Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya) "Kara Yazı" (Ahmet Kaya) "Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır Sadık Gürbüz- Dağlardır Dağlar -Sezen Aksu) "Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak Öyküleri: Değirmen (1935) Kağnı (1936) Hanende Melek (1937) Ses (1937) Kağnı - Ses (1943 - İki kitap birlikte) Yeni Dünya (1943) Sırça Köşk (1947) Kamyon Bütün Öyküleri 1 (Aralık 1997, Değirmen, Kağnı ve Ses kitapları ile birlikte) Bir Orman Hikayesi Oyun Zanaatkarlar (1936) Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937) İçimizdeki Şeytan (1940) Kürk Mantolu Madonna (1943) Derlemeler [değiştir]Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1998) Çakıcı'nın İlk kurşunu (2002) Mahkemelerde (2004) Hep Genç Kalacağım (2008) Çevirileri: Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich (1941) Antigone, Sofokles (1942) Minna Von Barnhelm, Lessing (1943) Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann (1944) Fontamara, Ignazio Silone (1944) Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel (1944) Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin (1944) (Erol Güney ile birlikte) * Kısa ömrüne şiir, öykü, roman tarzında çokça yapıt, bir yığın mahkeme ve acıklı, sır dolu bir ölüm ekleyen Sabahattin Ali, Maupessant tarzı öyküyü bizde ilk uygulayan kişi olarak da bilinir. Bu unvanını da ne hikmetse, kendinden önce yaşamış, yine olay örgülü yazan, kuşkusuz edebiyatın büyüklerinden bir benzerine, ama genç yaşta ölümüyle yazınsal olgunluğunu henüz tamamlamamış, daha çok çocuk dünyasına uygun öyküleriyle tanınan Ömer Seyfettin'e kaptırır . *SABAHATİN ALİ'nin yazıları şiirleri 31.03.2018,maviADA

  • OH BE!

    İBRAHİM TIĞ * Pandeminin ve hemen bitiverecek sandığımız yasakların yeni başladığı günlerden biri… İşten çıkıp ev ile Kalpaklı’ya gidip gitmeme kararsızlığı içindeyken Gümek’in kahvesine uğradım. -Gümek, bana bir soda! Tahta sandalyeye oturup bacak bacak üstüne attım. Karşıdaki küçük evin önünde Gül ablamın fosur fosur sigara içmesini seyrederken telefonum çaldı. Arayan Müslüman’dı. -İbrahimciğim. -Buyur abi. -Biz oturuyoruz, sen de gel abinin. Müslüman’ın Yeri’ni herkes bilir bu kasabada. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçesi ve içinden akan küçük bir deresi var bu mekanın. Tavuklar, kazlar, ördekler… “Müslüman’ın Yeri” adıyla yıllardır hizmet verir bu küçük kasaba insanına. Müslüman’ın yoğun ısrarına dayanamayıp “Tamam, geliyorum” dedim. Ardından da sevgili Bilhan kardeşimi aradım telefonla. -Bilhan, neredesin abim? -Alandayım abi, iki tek atıyorum. -Gel abim, birlikte Müslüman’ın Yeri’ne gidelim… Geldi Bilhan. Birlikte Müslüman’ın Yeri’ne vardık. Araçtan indiğimizi görür görmez Müslüman hemen yanımıza fırladı: -Hoşgeldiniz, hoş geldiniz!... O barakanın önünde duvara bitişik uzun bir masa ve etrafında da Zıbıdık Metin, Karyağdı İbrahim, Çorbaların Hasan ve tanımadığım kısa boylu, ince bıyıklı, tombul birisi oturuyor. Selamlaşma faslından sonra masalarına davet etti Müslüman bizi. Teşekkür ettik. Sonra da onları rahatsız etmemek için karşılarındaki elma ağacının altındaki masaya oturduk, Bilhan’la karşılıklı olarak. Müslüman, soğuk biralarımızla birlikte küçük bir kase içinde çerezimizi de getirdi. Sonra da masasında çekmeye devam… Karşılıklı masalardan konuşup, gülüşüyoruz… Celal Telci’den, Hüsnü Yusuf, Baki abilerden ve Gıygıdı Bahattin amcadan söz ediyoruz. Bahattin amcanın: “Yetüştüremedük a’nın. Biz çam çalanları da çan çalanları bilirüz a’nın.” sözlerini tekrarladıkça, gülüşmeler daha da artıyor masada. Bir süre sonra da dünyayı ve ülkemizi sarıp sarmalayan koronavirüs salgınına getiriyoruz sözü. -Acı patlıcanı kırağı çalmaz! diyor Müslüman. Bugün ölen giden var mı Devrek’te abinin? -Var abi… Biri Almanya’dan, diğeri Bursa’dan gelecek, ikisi de koronadan… -İçelim abinin… Acı patlıcanı kırağı çalmaz! Sonra bizi masasına çağırıyor: -Gelin abinin, birlikte oturalım. -Abi, biz böyle iyiyiz, desek de ısrarından bir türlü vazgeçmiyor. Neyse, bira bardaklarımızı ellerimize alıp Müslüman ve dostların oturduğu masaya geçiyoruz. Bilhan hemen oturuyor. Ben, bira bardağımı masaya koyuyorum. Masanın üstünde cam şişede kapağı açık kolonya duruyor. Kolonya şişesini elime alıp saçıma başıma, ellerime kolonya sürüyorum. Kolonya, pandeminin yıldızı olmuştu. Vazgeçilmezimiz… Bu yüzden kolonya satışları dörde katlanmıştı ülkede. Bir ara kolonya sıkıntısı da yaşanmıştı. Bir de işgüzarlık yapıp masadakilere ikram ediyorum, masanın kolonyasından… Gülüşüyoruz. Bir ara, tam karşımda oturan tanımadığım o kısa boylu, ince bıyıklı, tombul adamın bana, beni yiyecekmiş gibi bakması dikkatimi çekiyor. İşkilleniyorum. Yüzü kızarmış, sönen sigarası parmak uçlarını ha yaktı ha yakacak… Sanki cinayet işlemişim gibi bakıyor bana. Gücü yetse saldıracak. Şaşırıyorum. Bir anlam veremiyorum bakışına. Kısa bir süre sonra kolonyayı masanın üstüne bırakıp elimin içiyle ağzımı yarı kapatarak Müslüman’a dönüyorum: -Müslüman abi, ben bu adamı döveceğim!... -İbrahim, olu mu abinin! Hele sen şöyle gel, deyip masanın az ötesine çağırıyor beni. Sinirlerim iyice kabardı. Adamı tanımıyorum da. Kimdir? Necidir? Keşke gitmeseydik masalarına! diye düşünüyorum bir an. -Abinin… -Evet abi! -Yahu, sen adamın içkisini, s..’ne taşağına, saçına başına sürdün. Adamın içkisi o! -Nasıl abi? Adam kolonya içiyor, kolonya! Sana da o yüzden ters ters bakıyor, ağnamadın mı abinin? -Yapma abi ya! Masaya dönüp hiçbir şey olmamış gibi oturuyoruz. Bu kez de ben Bilhan’ı bir kenara çekip: -Abim, arabayı al. Faik abiye git. Oradan üç adet kolonya al ve getir. Hem de Eyüp Sabri olsun!... Bilhan: -Tamamdır abi, deyip ayrılıyor yanımızdan. Bir süre sonra da bir poşetin içinde getiriyor kolonyaları… Üçünü birden koymasını istiyorum masaya… Koyuyor. Usulca adama bakıyorum. Masada üç kolonya birden görünce şenleniyor yüzü. Uzanıyor, kolonya şişesinin birini alıp önüne koyuyor. Zafer kazanmış komutan edasıyla bana bakıp sadece: -Oh be! diyor.

  • Sabahattin ALİ

    Zeliha AYDOĞMUŞ 02.04.2021 ''Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin.'' Canım Aliye Ruhum Filiz / Sabahattin ALİ Öyle günler gördüm ki diye başlıyor bir şiirinde, bir diğer şiirinin adıdır Kıyamadım...Mısra sonlarındaki dizelerinde şöyle seslenir sevgiliye; ''Seyrine doyamadığım! Sesini duyamadığım! 'Benimsin!' diyemediğim! Göğsüme koyamadığım! Başını eğemediğim! Öpmeğe kıyamadığım!'' Bir bakıyoruz ki aniden dönmüş sevilene, ''Sen benim adını koyamadığımdın'' diyor ve ekliyor o güzel şiirine adını veren dizeleri, ''Senin adın kavuşmak olsun''... Sonra sisli bir gecede ışık oluyor Sabahattin ALİ...Ortaya çıkardığı eserlerle edebiyat tarihine ölümsüzlüğün, sonsuzluğun rengini bulaştırıyor anlatı ve dizeleriyle...Mesela ilk mısraında; ''Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma'' dediği, Aldırma Gönül adlı şiiri hoş bir şarkı olup, Edip Akbayram'ın sesinde can buluyor ve oldukça uzun bir süre dillere dolanıyor...Sonrasında da görüyoruz ki, bunun gibi nice şiiri şarkıya dönüştürülüyor usta ellerce ve unutulmazlar arasına giriyor sanat tarihimizde. Sabahattin ALİ'yi yalnızca şiirleriyle anmak büyük haksızlık olur...Öyle ki O, kısacık yaşam öyküsünde, hem de adım başı yasakların yazarların karşısına dikildiği, çelme taktığı ve kalemlerini kırmaya yeltendiği bir devirde yaşamış, klasikler arasına giren onca eseri üretmiş bir kimse, kuşkusuz eşine az rastlanır yazarlardan biriydi kendisi. Bu sebeple Sabahattin ALİ'yi anmaya, doğumundan ölümüne geçen süreyi anlatmaya biyografisiyle başlamak en uygunu olacak... BİYOGRAFİSİ 25 Şubat 1907’de Bulgaristan-Gümülcine’de doğmuş, 7 Yaşında Füyûzâtı Osmâniye Mektebi’nde eğitim hayatına başlamıştır. Babası Ali Selahattin Bey'in zabit olması sebebiyle tayini Çanakkale’ye çıkmış ve yaşamlarını burada sürdürmeye başlamışlardır. Sabahattin ALİ, eğitim hayatını Edremit İptidaî Mektebi’nde sürdürmüştür. Mezun olduktan sonra İstanbul’a dönen Sabahattin Ali, dayısının yanında bir yıl kadar yaşamış, 1922-1923 eğitim döneminde Balıkesir Muallim Mektebi’ne kaydını yaptırmıştır. Sebahattin ALİ'nin yazmaya yönelik yoğun çalışmalarının başlangıcı bu döneme rastlamaktadır. Pek çok gazete ve dergiye ürettiği eserleri göndermiş ve yayınlanmıştır. Bunlardan biri Balıkesir’de yayımlanan Irmak dergisidir. Sabahattin Ali bir süre sonra eğitimine İstanbul Muallim Mektebi’nde devam etmiş, bu da edebi yaşamında büyük bir şans olmuştur... Çünkü o yıllarda Ali Canip Yöntem, Muallim Mektebinde edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Ondaki cevheri fark eden Ali Canip Yöntem yardımıyla şiirleri, öyküleri ve denemeleri birçok önemli dergide yayımlanmaya başlar. Sabahattin ALİ, okuldan mezun olduktan sonra ilk olarak Yozgat’ta öğretmenlik yapmıştır. 1928-1930 yılları arasında dil eğitimi almak amacıyla Almanya'da bulunmuş, döndüğünde ise Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde memurluk, Devlet Konservatuarı’nda dramaturgluk yapmıştır. Konya'da görev yaptığı dönemde (1932) okuduğu bir şiirinde Atatürk'e hakaret ettiği ileri sürülerek tutuklanmış, sonrasında da af olunarak serbest kalmıştır. 1944 yılında Sabahattin ALİ'ye, Nihat Atsız ile ilgili yazdığı yazıyla ilgili bir dava açılmış, davayı Sabahattin ALİ kazanmasına rağmen bu dönemde yazar ciddi sorunlarla karşılaşmıştır. Çünkü Sabahattin ALİ'nin yazıları engellenmiş, bu nedenle de Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile siyasi mizah dergileri çıkarmaya başlamıştır. Fakat bu dergilerde yazdığı yazılarda da İsmet İnönü'yle alay ettiği ileri sürülmüş ve üç ay hapis cezası almıştır(1948). Tek partili dönemde yazıları hiçbir yerde yayınlanmadığı için işsiz kalan Sabahattin ALİ yurt dışına çıkmak ister fakat kendisine pasaport verilmez. Çıkar yol olarak Bulgaristan'a kaçmaya karar veren yazar Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşır. Sonrasında ise Bulgaristan'a kaçtığı sırada 2 Nisan 1948 yılında ordudan atılmış olan ve ajanlık yaptığı ileri sürülen Ali Ertekin tarafından öldürülür. SANATI ve ESERLERİ "Yazacaksan Doğru Dürüst Yaz!" Sabahattin Ali'nin hikâyeciliğinde ön planda olan gerçekçilikte, babasının etkisi şüphesiz önemlidir. İlk yazdığı kompozisyonda babası ile çıktıkları avı anlatır. Ancak bu anlatımda, "Sabah güneşin ilk ışıkları penceremize vururken... " şeklindeki başlangıç, babasının tepkisine neden olur: "Ulan, der, biz ava çıktığımız zaman daha güneş doğmamıştı. Sen nasıl olur da, güneşin ışınlarından söz edersin! Bu bir aldatmacadır. Yalancısın sen! Kimi aldatıyorsun! Yazacaksan doğru dürüst yaz. Yalan dolan istemez!" Bu aldığı ilk derstir ve özellikle Anadolu'ya yöneldikten sonra yerini bulur. Kendi ile sürekli bir hesaplaşma halindeki Sabahattin Ali, kendini aldatma çabasını dahi yazılarında itiraf eder. Kendini ortaya koymaktan çekinmezken de kahramanlar genellikle kendisidir. "Benim kanaatimce sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır." sözleri onun sanat anlayışını özetler mahiyettedir. Sabahattin ALİ'nin ortaya çıkardığı eserlere bakıldığında; yazın yaşamının ilk evrelerinde aşk teması öne çıkarken, ilerleyen süreçte toplumsal sorunlara yönelik olarak köy ve köylüleri, doktorlar ve hastaneleri, cezaevi ve tutukluları, aydınları ve yöneticileri eserlerinde sıklıkla işlediği görülmektedir. Yapıtlarında konuşma diline yakın, yalın bir dil kullanıyor oluşu Sabahattin ALİ'nin halkın gönlündeki o özel yeri yapan özelliklerden biridir. Şiir Dağlar ve Rüzgâr (1934 - Yeni Eklerle 1943). Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler'le birlikte (1937) Bestelenen Şiirleri Hapishane Şarkısı V (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram) Leylim Ley (Zülfü Livaneli) Hapishane Şarkısı I (Göklerde Kartal Gibiydim - Edip Akbayram) Hapishane Şarkısı III (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya) Çocuklar Gibi (Sezen Aksu) Kız Kaçıran ( Ahmet Kaya) Kara Yazı (Ahmet Kaya) Melankoli (Nükhet Duru) Eskisi Gibi (Ben Yine Sana Vurgunum - Nükhet Duru) Dağlar (Dağlardır Dağlar - Sezen Aksu) Öykü Değirmen (1935) Kağnı (1936) Ses (1937) Kağnı - Ses (1943 - İki Kitap Birlikte) Yeni Dünya (1943) Sırça Köşk (1947). Roman Kuyucaklı Yusuf (1937) İçimizdeki Şeytan (1940) Kürk Mantolu Madonna (1943). Çeviri Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich (1941) Antigone, Sofokles (1942) Minna Von Barnhelm, Lessing (1943) Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann (1944) Fontamara, Ignazio Silone (1944) Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel (1944) Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin (1944) (Erol Güney ile birlikte)

  • Sabahattin ALİ

    Yusuf AKSOY * Edebiyatımızda toplumcu gerçekçi yazar ve şair olarak özel bir yeri olan Sabahattin Ali’yi işkence ile öldürülüşünün yıl dönümünde saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz. Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne’nin Eğridere ilçesinde doğmuş ve 2 Nisan 1948 tarihinde Kırklareli’nde öldürülmüştür. Hakkında süren birçok davadan dolayı Sabahattin Ali Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya geçmek ve özgür bir ortamda yazmak düşüncesindeydi. Sabahattin Ali’yi sınırdan Bulgaristan’a çıkarmak maksadıyla sözde yardımcı olmaya çalışan Ali Ertekin isimli şahsın öldürdüğü bilinmektedir. Ali Ertekin’in eski bir subay olduğu ve istihbarat teşkilatıyla irtibatlı olduğu iddiaları olmuştur. Belli bir süre Almanca öğretmenliği de yapan yazar, yaşamını sürdürebilmek için çok farklı işlerde de çalışmıştır. 41 yıllık hayatına sığdırdıkları onunla birlikte yok olmamıştır. Aksine toplumun duyarlı kesimi onun yapıtlarına sahip çıkarak kendinden olanı yaşatma sorumluluğunu yerine getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. Aydın olmak; toplumun bir adım önünde olmak ve beraberinde onun sesi, çığlığı ve haykırışı olma sorumluluğudur aynı zamanda. Yaşadığı dönmelerde iyiden, güzelden, adaletten, özgür ve eşit olmaktan yana olan aydınların, sanatçıların ve edebiyatçıların başına gelenler Sabahattin Ali’nin de başına gelmiştir. Hatta döneminin kalemdeşlerinden fazlası onun başına gelmiştir. Yazdıklarından dolayı sadece baskılar, hapishaneler görmemiş, işkenceyle öldürülmüştür. Daha da ileri gidilerek cenazesi de gizlenmiştir. Halen de ünlü yazar ve şairin mezar yeri bilinmemektedir. Aydınlardan korkunun bu derecede büyük bir korku olduğu da tarihsellikleri içinde mutlaka kayda geçiyor ve unutulmazlığın sebeplerden biri oluyor. Naaşı ortada yok ama yapıtları ile sadece ülkede değil, ülke sınırları dışında da yaşıyor unutulmaz yazar ve şair. Toplumcu gerçekçi yazının temel ilkelerindendir evrensel bir bakışa sahip olmak ve evrensel değerde ürün vermek. Sabahattin Ali ardından gelecek olan bu nitelikteki yazar ve şairlere de öncü olmuştur. Kuyucaklı Yusuf ve Kürk Mantolu Madonna romanları ülkemizde en çok okunan romanlar arasında olma özelliğini hala devam ettiriyor. Özellikle romanları birçok batı dili ile birlikte Arapça ve Farsçaya da çevrilerek kıtalar arasında da ilgiyle okunmaktadır. Dilden dile dolaşan şiirleri ise Zülfü Livaneli, Adip Akbayram, Ahmet Kaya ve Grup Yorum tarafından bestelenmiştir. Gazetecilik dönemi de olan Sabahattin Ali, roman, öykü, şiir ve tiyatro oyunu alanlarında unutulmaz önemde yapıtlar ortaya koymuştur. Yapıtlarını hatırlamadan geçmek olmaz. Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940),Kürk Mantolu Madonna (1943) Öyküleri: Değirmen (1935), Kağnı (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947) Şiirler: Dağlar ve Rüzgâr (1934), Kurbağanın Serenadı (1937), Öteki Şiirler (1937) Oyun: Esirler (1936) “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun.” sözü ile eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumsal hayattan yana tarafını açıklarken; “Benim meskenim dağlardır”, dizesi ile doğaya ve günümüzde çokça dile getirilen özgür, ekolojik hayata olan özlemini ve “Aldırma gönül …” iç sesiyle de umuda dair tüm kapıları sonuna kadar açık tutmaktadır ölümsüz yazar ve şair Sabahattin Ali. Sevgi ile sonsuza dek okunacaktır …

  • Sabahattin Ali

    Başın Öne Eğilmesin Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma ……………………. Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allah’a Görecek günler var daha Aldırma gönül, aldırma …………………… Kurşun ata ata biter Yollar gide gide biter Ceza yata yata biter Aldırma gönül, aldırma Dizelerinde dediği gibi; “başını hiç öne eğmeyen”, çok zorlu bir yaşam geçiren ve “görecek günler var daha” derken karanlık bir ormanın kuytusunda yaşamına son verilen Sabahattin Ali’nin doğum günü 25 Şubat... “Kürk Mantolu Madonna” isimli romanı, yazılmasının üstünden uzun yıllar geçmesine karşın hâlâ “en çok satan kitaplar” listelerinin ilk sıralarında yer alan ve Modern Türk Edebiyatının en önemli isimlerinden olan Sabahattin Ali; öykücülüğü, şairliği, gazeteciliği ile olduğu kadar karanlık, meçhul bir cinayete kurban gitmesi ile de tanınır. 1907 yılının soğuk bir şubat günü Gümülcine’de doğar. Asker olan babasının görevi nedeniyle İlköğrenimini çeşitli illerde tamamlayan Sabahattin Ali’nin ilkokul dönemi Birinci Dünya Savaşının gölgesinde geçer. Bu dönemde, babasının yönlendirmesiyle ilk yazma çalışmalarına başlar. Küçük Sabahattin, yazı yazma konusunda babasıyla yaşadığı bir anısını şöyle anlatır: “Babam pazarda gördüklerimi yazmamı isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlamıştım: ‘Sabahın erken saatinde pederimin latif sesiyle uyandım'. Babam öfkelenmiş ‘Haydi oradan yalancı kerata, sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın latif sesiymiş! Sesim sana latif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz’ demişti.” İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulunda, daha sonra da İstanbul Öğretmen Okulunda eğitimini tamamlar ve öğretmen olur. Bir yıl Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığının açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gider, iki yıl da orada eğitim alır. Yurda döndükten sonra çeşitli okullarda öğretmenlik görevini sürdürür. Ruhumun dalgaları, koşup kabarmayınız. Her damlanız tutuşan göğsüme birer bıçak. Kalbim bir kayadır ki nerdeyse yıkılacak, Hayalden köpüklerle kalbimi sarmayınız. Dümdüz olsam diyorum, ve kumlu bir sahili Yalayan sular gibi siz de yavaşlasanız. Çekilse kulağımdan hatıraların dili. Bilmediğim yeni bir masala başlasanız, Ey eski günler artık bana yaklaşmayınız, Ey hayaller, vurmayın kalbimin sert taşına. Bütün bir hayat bile değmez bir göz yaşına, Ruhumun dalgaları, köpürüp taşmayınız. 1932 yılında Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanır, bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar. Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla yeniden özgürlüğüne kavuşan Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurarak yeniden göreve alınmasını ister. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un “eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini” istemesi üzerine Varlık dergisinde “Benim Aşkım” adlı şiirini yayımlar ve Atatürk’e bağlılığını göstermeye çalışır. (15 Ocak 1934) Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınarak Ankara II. Ortaokulunda öğretmenlik yapmaya başlar. 16 Mayıs 1935'te Aliye Hanım ile evlenir, 1936’da askere gider, Eylül 1937’de ise kızı Filiz Ali dünyaya gelir. Ankara Devlet Konservatuarında Almanca öğretmenliği yapmaya başlar. Bu arada “İçimizdeki Şeytan” isimli romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık, Sabahattin Ali dava açar ve dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, Bunun üzerine Sabahattin Ali, İstanbul’a giderek gazete ve dergicilik yapmaya başlar. (1945) Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalır. 1946 - 1947 yılları arası Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarır. Ancak bu dergiler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşır, dergilerin isimlerindeki “Paşa” ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile dergiler kapatılır, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturma açılır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatar ve karşılaştığı baskılardan bunalır. Yine hakkındaki bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı Cezaevinde üç ay yatar. Buradan çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalıp, yazacak yer bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister fakat alamaz. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Ancak para karşılığı anlaştığı, kamyonuna binerek kaçmak istediği Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından, 2 Nisan 1948 tarihinde şaibeli bir şekilde öldürülür. Sonraları, eski bir astsubay olan Ali Ertekin’in cinayeti dönemin hükümeti emriyle işlediği söylentileri çok duyulup tartışılsa da bu resmen doğrulanamaz. Başım dağ, saçlarım kardır, Deli rüzgarlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim meskenim dağlardır. Şehirler bana bir tuzak, İnsan sohbetleri yasak, Uzak olun benden, uzak, Benim meskenim dağlardır. Kalbime benzer taşları, Heybetli öter kuşları, Göğe yakındır başları; Benim meskenim dağlardır. Yârimi ellere verin; Sevdamı yellere verin; Elleri bana gönderin: Benim meskenim dağlardır. Bir gün kadrim bilinirse, İsmim ağza alınırsa, Yerim soran bulunursa: Benim meskenim dağlardır. “Benim meskenim dağlardır” dizelerinde başına gelecekleri sanki sezen ve 1 Aralık 1947’de eşi Aliye Ali’ye gönderdiği mektupta “İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Hep genç kalacağım” der. Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlar, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen şiirleri ile edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırır, roman ve öyküleri ile de zihinlere kazınır. Roman ve öykülerinde Anadolu insanına yaklaşımıyla, edebiyata yeni bir boyut kazandırdığı konularını toplumsal eşitsizliklerden alır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirerek, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirir. 1937’de yayınlanan “Kuyucaklı Yusuf” romanı, gerçekçi romanımızın en özgün örneklerinden biridir. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başarmıştır. O yılların edebiyat dünyasında Nazım Hikmet ve devrin diğer edebiyat ustalarının gözünde gelecek vaat eden bir yazar olur Sabahattin Ali. Hapishane günlerinde, eşi Aliye Hanıma ve kızı Filiz’e yazdığı mektuplarında onlara hiç üzülmemelerini ve güçlü olmalarını söyler hep… Kızı Filiz Ali anlatıyor: “Babamın sözünü tuttum ve uzun zaman hiç üzülmemiş gibi yaptım. Yıllar boyu onun öldüğüne inanmadım. Geri gelecek diye bekledim. Kalabalıklarda ona benzettim insanları, yabancı ülkelerde beyaz saçlı, kısa boylu, tombulca adamları takip ettim, odur diye. Rüyalarıma girdi sık sık, hiç konuşmadan, gözlerini hafif kısarak, gülümseyerek baktı bana rüyalarımda, ben hep peşinden koşup onu yakalamak istedim ama hiç başaramadım. Babam için uzun yıllar hiç gözyaşı dökmedim, çünkü o ‘Filiz hiç üzülmesin’ demişti.... Madem “meskeni dağlardı” Sabahattin Ali’nin, biz de ona dağlarda bir işaret bırakacaktık. Çatağın yakınındaki düzlükte arkasını Istranca Ormanları’na dayamış koskoca bir kayanın üzerine gömdüğümüz mermer parçasına, ‘Başım dağ / Saçlarım kardır / Benim meskenim dağlardır’ diye yazdık. O günden beri artık babamı rüyamda görmüyorum ve inanıyorum ki artık ruhu huzura kavuştu ve dağlarda özgürce dolaşıp duruyor..." Döndüm daldan düşen kuru yaprağa Seher yeli dağıt beni kır beni Götür tozlarımı burdan uzağa Yarin çıplak ayağına sür beni Aldım sazı çıktım gurbet görmeye Dönüp yâre geldim yüzüm sürmeye Ne lüzum var şuna buna sormaya Senden ayrı ne hal oldum gör beni Ayın şavkı vurur sazım üstüne Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne Ay bir yandan sen bir yandan sar beni Yedi yıldır uğramadım yurduma Dert ortağı aramadım derdime Geleceksen bir gün düşüp ardıma Kula değil yüreğine sor beni

bottom of page