top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • UZATMA

    İbrahim TIĞ * terkedilmeyi sevmez aşk evlerin yastıklarına sinen o koku dudaklarımda taşıdığım su kutlu denge kör inilti, sarıl ama deli saçmalığı tenim alazlı biliyorum, pas hep demirin kalbini yer göğsümde senden kalan acı okyanus çiçeği ağzım, bakire yası artık gitmelisin, uzatma! terli omuzlarına düşmüşken gece içim ölmez otu, teyelli gök bu yol yara açmadan kalbimden öp beni

  • 23 NİSAN 1920

    Zeki SARIHAN * * Tarihte bazı olaylar vardır ki, oldukları dönemde önemleri fark edilmez. Bu olayların tarihte bir çığır açtıkları, yeni bir dönemin başlangıcı oldukları sonradan anlaşılır. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, önemi zamanında anlaşılmamış olaylardan değildir. Türkler, bu Meclis’in kendi tarihleri için ne anlama geldiğini o gün de fark ediyorlardı. Çünkü bu Meclis, hızla birbiri üstüne gelen bir dizi olaydan sonra açılmıştı. Daha 37 gün önce devletin başkenti İstanbul, emperyalistler tarafından işgal edilmiş, Misakı Milli’yi ilan eden Meclis basılarak mebuslardan bir kısmı İngilizlerin Malta adasına götürülmüş, bunun üzerine Ankara’da tetikte bekleyen Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Temsil Kurulu Başkanı Mustafa Kemal Paşa, çalıştırılmayan bu Meclis’in Ankara’da toplanacağını ilan etmişti. Meclis için Anadolu’da yeni seçimler de yapılmıştı. İstanbul’da bir avuç işbirlikçi dışında herkes, Türkiye için artık bir dönemecin başına gelindiğinin farkındaydı. Türkiye’nin kaderine artık Paris’te, Londra’da değil, işgal altındaki İstanbul’da da değil, emperyalist ordularının uzanamayacağı, milletin vekillerinin özgürce konuşup kararlar alabileceği Anadolu’nun bağrında karar verilecekti. Artık milletin vekilleri Padişah’ın gölgesinden de kurtulmuş olacaktı. TARİHÎ BİR GÜN Bu nedenle Meclis’in açılışını Anadolu gazeteleri “Tarihi bir gün” olarak haber veriyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, yayımladığı genelge ile Meclis’in 21 Nisan 1920 Çarşamba günü açılacağını bildirmişken, İstanbul Hükümeti’nin Şeyhülislama yayımlattığı “Bunlar Bolşevik’tir, dinsizdir” diyen fetvasını boşa çıkarmak için bu açılışı iki gün sonrasına, 23 Nisan Cuma gününe erteledi. O gün bütün camilerde cuma namazının kılınacağını hesaba katarak toplanan bu kalabalıkların yeni Meclis’in açılışını da törenlerle selamlamasını istedi. O gün dinî törenler yapılmasını, hatim indirilmesini, mevlit okunmasını da istedi. Anadolu’nun her yerinde o gün tören yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Yaygın bir telgraf ağı olmakla birlikte belki de iki gün içinde bu genelge her yere ulaşamamış, ulaştıysa bile bazı yerlerde gerekli hazırlık yapılamamış ya da telgraf gerektiği kadar önemsenmemiş olabilir. Ne de olsa bu Meclis, dünyanın en kuvvetli emperyalisti İngiltere’ye rağmen ve Padişah’a karşı gelinerek yapılıyordu. İnancı güçlü olmayanlar ve kısa görüşlüler için bu, umutsuz bir kumar sayılabilirdi. Bu törenlerin çeşitli merkezlerde nasıl yapıldığını bilemeyişimizin nedeni, bunu anlatan metinlerin bulunmamasıdır. Anadolu kentlerinde yerel gazetelerin sayısı sınırlıdır. Bu törenlerin nasıl yapıldığı konusunda İstanbul’a telgrafla veya mektupla haberler gönderilmiş olsa bile İstanbul gazeteleri sansür nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden tek sözcükle bile söz edememişlerdir! Ancak bu törenlerden birisinin ayrıntılarını Amasya’da haftalık olarak yayımlanan Emel gazetenin 3. sayısından öğrenebiliyoruz. Gazetenin bu töreni haber veren sayısı 8 Mayıs 1920 tarihini taşıyor. Üstünde “haftalık” yazmakla birlikte törenlerden 15 gün sonra yayımlanmış. Bu habere iki tam sayfa ayrılmış. Haberin başlığı (bugünkü söyleyişle) “Olağanüstü Millî Meclis’in Açılışı-23 Nisan 1920, Tarihî ve Millî Anı”dır. O zamanın eğitiminden geçmiş insanlar, yazılarında süslü bir anlatım kullanırlardı. Emel gazetesinde de tören haberi, böyle edebiyatlı ve süslü bir anlatımla verilmiştir. O nedenle, kolay anlaşılması için onu bugünkü söyleyişle özetleyeceğiz. Bazı anı yazarları, önemli bir olayı yıllar sonra anlatıyorlarsa ona olmadık şeyler katarlar. Sonradan edindikleri düşünceleri o güne aitmiş gibi gösterirler. Aşağıda aktaracağımız yazının düşünceleri de, heyecanları da, kaygıları ve umutları da o günlere aittir. Sonradan katılma hiçbir şey yoktur. GÜÇLÜ BİR BAĞIMSIZLIK BİLİNCİ Dikkati çeken başka bir yan ise yazıyı kaleme alan kişinin taşıdığı güçlü siyasi bilinçtir. O, ulusal bağımsızlığın ancak milletin kararlılığı ile ve bir ezilen milletler (İslam dünyası) dayanışması ile kazanılabileceğini bilmektedir. Kurtuluş Savaşı, işte o bilinç ile kazanılmıştır. Mehmet Sadık imzalı haber-yorumda anlatıldığına göre, 23 Nisan günü, bu güzel bahar sabahında müstesna bir hal vardır. Güneş, yüzleri ümit ışıklarıyla aydınlatmaktadır; Amasya’daki Beyazıt Camii’nin vakarlı kubbeleri üzerine ışık yağdırmaktadır. Minarelerin şerefelerinden yükselen müezzin sesleri, İslam Dünyası’nın uyanışını haber vermektedir. Bu sırada halk Beyazıt Camii’ne koşmaktadır. Yüzlerde umutsuzluk ve neşe, birlikte okunmaktadır. Alınlarda da derin bir düşüncenin izleri vardır. Bütün kalpler camide metin bir kale olmuştur, inançla birbirine bağlıdır. Namaz kılındıktan sonra, tekbir sesleri arasında minbere çıkan hatip, gür ve titrek bir sesle ayetler okuduktan sonra halifenin saltanatının korunması için dua okumuş ve bütün kalpleri titretmiştir. Herkes ağlamakta, dua etmektedir. Sonra, ilim adamları, ortalarında Sancakı Şerif, arkalarında kalabalık bir halk kitlesi olduğu halde, tekbir sesleriyle hükümet konağına ilerlemişlerdir. Bu birliği gören çoluk çocuk, kadın herkes koşarak kafileye eklenmiştir. Hükümet konağı önünde saygı duruşunda olan jandarma ve asker, sancağı selamlamıştır. İlim adamları ve halk, Yüce Meclis’in açılışından dolayı, hükümeti kutlamakta ve başarısı için gözyaşları içinde dua okumaktadır. Şimdi yalnız bir şey düşünülmektedir: Hilafet ve millî-siyasi bağımsızlık. Ulema, halk, asker, kutsal amaca ulaşmak için türlü fedakârlıklar göstereceklerine ilişkin birbirleriyle “ahdleşmekte”dir. Bu hem acıklı, hem de kutsal bir gündür. Masumiyet gözyaşları bütün şiddetiyle gözlerden boşanmaktadır. Bütün kalpler hak ve adalet için Allahına yalvarmaktadır. Bu dualar elbet kabul görecek ve İslamiyet mahvedilemeyecektir. Yazının sonunda şöyle deniyor: “Meşru amaçları uğrunda fedakârlıktan çekinmeyen bir milleti dünyada hiçbir kuvvet kahredemez. Yeter ki o millet necip, cesaret sahibi olsun. Kendini tanısın. Millî namus ve siyasi bağımsızlığını korumayı bilsin. Sonuç olarak İslam dünyası, bugün her şeyini Millî Meclisinden bekliyor. Millî Meclis, önce Allahına, vicdanına, sonra da bütün İslamların yardımına güvenerek ve dayanarak genel millî arzunun bir an önce gerçekleşmesine koşmalıdır.” (22 Nisan 2018) Kaynak: Emel, Sayı 3, 8 Mayıs 1920, Amasya * 23 Nisan 2018, maviADA Dergisi

  • 23 Nisan Kutlu Olsun

    Nurten B. AKSOY * "Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz... " Mustafa Kemal ATATÜRK Bugün 23 Nisan... Çocukların bayramı. O gözümüzün bebeği, yaşam kaynağımız çocuklarımızın bayramı... Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk ve tüm Dünya çocuklarına armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Bu bayram savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukları bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacı taşıyordu. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki çocukların bir kısmı sıcacık evlerinde el bebek, gül bebek, her türlü imkana sahip büyürken, her istedikleri anında yapılıp, her istediklerine anında sahip olurken; bir kısmı yarı aç ve çıplak sokaklarda, savaşların ortasında ölümün kıyısında yaşama tutunmaya çalışıyor. İşte bu çocukların şanslı olanları; ellerinde teknoloji harikası oyuncakları, üstlerinde son model giysileri, baba ya da annelerinin lüks arabalarıyla okullarına giderken hırçın mı hırçın, mutsuz mu mutsuzlar; çünkü istedikleri her şeye (hem de hiç çaba harcamadan) sahipler. Hayalini kuracakları, kavuşmayı özlemle bekledikleri hiçbir şeyleri yok. Her istedikleri zaten anında sunuluyor kendilerine, görevlerini yapmanın mutluluğu içindeki (!) anneleri babaları tarafından. Çoğu teknolojinin esiri, milli ve manevi değerlerden habersiz yetişen bu nesil, yani bizim çocuklarımız geleceğimizin güvencesi olabilir mi diye düşünüyorum çoğu zaman. Sonra dönüp sokaklara bakıyorum; her an, her yerde karşımıza çıkan o küçücük çocukları görüyorum... Kiminin elinde mendil, kiminin elinde mızıka ya da flüt bir şeyler çalarak sözüm ona dilenmiyorlar. Küçücük bedenleriyle, minicik elleriyle hayata tutunmaya çalışıyorlar, aile bütçelerine katkıda bulunmak adına. İçi boşaltılmış eğitim sistemimizin içinde bir şeyler öğrenmeye gayret ediyorlar okullarında bir yandan da. Peki ya bu çocuklar geleceğimizin teminatı olabilecekler mi? Düşünüyorum ve bir yanıt bulamıyorum sorularıma. Hayatlarını kırlarda, bahçelerde çiçekler arasında geçirmeyen, okullarda birer yarış atı gibi eğitilen, göstermelik bilgilerle kafaları doldurulan ya da her an ölümün soğuk nefesini yanı başlarında hisseden bu çocuklar bu bayramın farkındalar mı acaba, yoksa "bayram gelmiş neyime" mi diyorlar umarsızca. Sonra bir de eski günleri düşünüyorum ve gözlerim doluyor... Bizler belki Cumhuriyetin ilk çocukları değildik ama o zor günlerin anılarını büyüklerimizden dinleyerek, öğrenerek geldik bu günlere. Henüz değerini yitirmeyen milli ve insani duygularla büyüdük ve çocuklarımıza da bunları öğrettik. Oysa şimdilerde hepimiz feryat ediyoruz elimizden alınmaya çalışılanlar için. Ve sahip çıkmazsak bir gün kutlayacak bayramlarımız bile olmayacak. Ama suçlu bizleriz, çünkü bizler elimizdekilerin değerini ancak kaybedeceğimizi hissettiğimizde anlıyoruz. Öyleyse yapacağımız tek şey; milli ve insani değerlere sahip çocuklar yetiştirmek, tıpkı bizleri yetiştirenler gibi. "Ey her şeyden kutsal bildiğim vatan İnan seni seven her can yoluna kurban" BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN ÇOCUKLAR...

  • UNUTAMADIĞIM

    Ahmed ARİF Açardın, Yalnızlığımda Mavi ve yeşil, Açardın, Tavşan kanı, kınalı-berrak. Yenerdim acıları, kahpelikleri... Gitmek, Gözlerinde gitmek sürgüne. Yatmak, Gözlerinde yatmak zindanı. Gözlerin hani? "To be or not to be" değil. "Cogito ergo sum" hiç değil... Asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı, Durdurulmaz çığı Sonsuz akımı. İçmek, Gözlerinde içmek ayışığını. Varmak, Gözlerinde varmak can tılsımına. Gözlerin hani? Canımın gizlisinde bir can idin ki Kan değil,sevdamız akardı geceye, Sıktıkça cellad, Kemendi... Duymak, Gözlerinde duymak üç-ağaçları Susmak, Gözlerinde susmak, Ustura gibi... Gözlerin hani? E:N.A

  • Karanfiller ve Domates Suyu

    Sait Faik Abasıyanık * Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün, kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdir. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmemeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder! Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez. Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu biliyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor (işgal ediyor dememek için). Köyde ona, “Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur? Yoksa çocukken bir şey mi batmıştır?... Bu arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana, bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi: Bir kambur insan çirkindir ama, bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları!... İşte, Kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruh haletini içine sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında, mahçup, sönük, tatsız tuzsuz, pek de kibirlidir. Kör Mustafa, bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar... Bizim köyün lodos tarafı gayri meskundur. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelmeden, ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundalıklar Fino kilisesinin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz fundalıklar “bizimdir” diye, arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü, orman memuru buraları, Orman Kanunu gereğince orman sayar. Aralarında üç beş ufacık çam ağacının boğulduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı; orman memurunun, Orman Kanunu sayesinde mes’ut yaşar. Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem... Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki... Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak zorundaydı. Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, kocayemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. Bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi. Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce, orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince, zehirli bir diken başparmağını şişirirdi; kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir. Ormanları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvvetiyle dayanır, onu yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı... Bir sonbahar günü baktı ki, küçük çam ağaçları filizi, körpe diken yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer pembe, kül rengi toprağa saye salar. Biz görenler: -Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, dedik. Bilmedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazımdır. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa’nın kör gözü, hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. “Hay arslan Mustafa”, der; uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga, Romalı esirlerin arslanla dövüşmesinden şu itibarla farklı idi ki, Romalı esir, arslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa, ejderhayı bir sene içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu. Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı çıplak çocuk garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla bir şeyler yaparlar. Bu, her tarafından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel rüzgarı giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu. -Arslan Mustafa, dedim, su buldun mu, su? -Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama, idare edeceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem... Onu gördün mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. Koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum. Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir. Dikkat edin, belki Mustafa’nınkilerdir. Küçük beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunan tanrılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızda hissedersiniz, emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır.

  • Karanfil Sokağı

    Ahmed ARİF * Tekmil ufuklar kışladı Dört yön, on altı rüzgar Ve yedi iklim beş kıta Kar altındadır. * Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar Ray, asfalt, şose, makadam Benim sarp yolum, patikam Toros, Anti-toros ve asi Fırat Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler Vatanım boylu boyunca Kar altındadır. * Döğüşenler de var bu havalarda El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapına kadar namuslu Dağlara çekilmiş Kar altındadır. * Şarkılar bilirim çığ tutmuş Resimler, heykeller, destanlar Usta ellerin yapısı Kolsuz, yarı çıplak Venüs Trans-nonain sokağı Garcia Lorca’nın mezarı, Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin Kar altındadır. * Duvarları katı sabır taşından Kar altındadır varoşlar, Hasretim nazlıdır Ankara. Dumanlı havayı kurt sevsin Asfalttan yürüsün Aralık, Sevmem, netameli aydır. Bir başka ama bilemem Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat Kalbim, bu zulümlü sevda, Kar altındadır. * Gecekondularda hava bulanık puslu Altındağ gökleri kümülüslü Ekmeğe, aşka ve ömre Küfeleriyle hükmeden Ciğerleri küçük, elleri büyük Nefesleri yetmez avuçlarına -İlkokul çağında hepsi- Kenar çocukları Kar altındadır. * Hatıp Çay’ın öte yüzü ılıman Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir’de Karanfil Sokağında gün açmış Hikmetinden sual olunmaz değil “mucip sebebin” bilirim Ve “kafi delil” ortada… * Karanfil sokağında bir camlı bahçe Camlı bahçe içre bir çini saksı Bir dal süzülür mavide Al – al bir yangın şarkısı, Bakmayın saksıda boy verdiğine Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır. * AHMED ARİF

  • Diyarbekir Kalesinden Notlar

    Ahmed ARİF * -1- Varamaz elim Ayvasına, narına can dayanamazken, Kırar boynumu yürürüm. Kurdun, kuşun bileceği hal değil, Sormayın hiç Laaaaal... Kara ferman çıkadursun yollara, Yarin bahçesi tarumar, Kan eder perçem Olancası bir tutam can, Kadasına, belasına sunduğum, Ben öleydim loooy... Elim boş, Ayağım pusu. Bir ben bileceğim oysa Ne afat sevdim. Bir de ağzı var dili yok Diyarbekir Kalesi... - 2 - Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan, Savrulur Karacadağ, Savrulur Zozan... Bak, bıyığım buz tuttu, Üşüyorum da Zemheri de uzadıkça uzadı, Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, Seni, Diyarbekir gibi, Nelere, nelere baskın gelmez ki Seni düşünmenin tadı... -3- Hamravat suyu dondu, Diclede dört parmak buz, Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa, Çayı kardan demliyoruz. Anam sır gibi saklar siyatiğini, "Yel" der, "Baharın geçer". Bacım, ikicanlı, ağır, Güzel kızdır, bilirsin. İlki bu, bir yandan saklı utanır Ve bir yandan korkar Ölürüm deyi. Bir can daha çoğalacağız bu kış. Bebeğim, neremde saklayım seni? Hoş gelir, Safa gelir, Ahmed ARİF'in yeğeni... -4- Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü...

  • Unutamadığım

    Ahmed Arif Açardın, Yalnızlığımda Mavi ve yeşil, Açardın. Tavşan kanı, kınalı - berrak. Yenerdim acıları, kahpelikleri... Gitmek, Gözlerinde gitmek sürgüne. Yatmak, Gözlerinde yatmak zindanı Gözlerin hani? "To be or not to be" değil. "Cogito ergo sum" hiç değil... Asıl iş, anlamak 'kaçınılmaz'ı, Durdurulmaz çığı Sonsuz akımı. İçmek, Gözlerinde içmek ayışığını. Varmak, Gözlerinde varmak can tılsımına. Gözlerin hani? Canımın gizlisinde bir can idin ki Kan değil sevdamız akardı geceye, Sıktıkça cellat Kemendi... Duymak, Gözlerinde duymak üç - ağaçları Susmak, Gözlerinde susmak, Ustura gibi... Gözlerin hani?

  • Anadolu

    Ahmed ARİF * Beşikler vermişim Nuh’a Salıncaklar hamaklar Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır Anadolu’yum ben tanıyor musun Utanırım utanırım fukaralıktan Ele güne karşı çıplak Üşür fidelerim harmanım kesat Kardeşliğin çalışmanın beraberliğin Atom güllerinin katmer açtığı Şairlerin bilginlerin dünyalarında Kalmışım bir başıma Bir başıma ve uzak biliyor musun Binlerce yıl sağılmışım Korkunç atlılarıyla parçalamışlar Nazlı seher sabah uykularımı Hükümdarlar saldırganlar haydutlar Haraç salmışlar üstüme Ne İskender takmışım Ne şah ne sultan Göçüp gitmişler gölgesiz Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım görüyor musun Nasıl severim bir bilsen Köroğlu’nu Karayılan'ı Meçhul Asker’i Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i Sonra kalem yazmaz bir nice sevda Bir bilsen onlar beni nasıl severdi Bir bilsen Urfa’da kurşun atanı Minareden barikattan selvi dalından Ölüme nasıl gülerdi Bilmeni mutlak isterim duyuyor musun Öyle yıkma kendini Öyle mahzun öyle garip Nerede olursan ol İçerde dışarda derste sırada Yürü üstüne üstüne Tükür yüzüne celladın Fırsatçının fesatçının hayının Dayan kitap ile dayan iş ile Tırnak ile diş ile Umut ile sevda ile düş ile Dayan rüsva etme beni Gör nasıl yeniden yaratılırım Namuslu genç ellerinle Kızlarım oğullarım var gelecekte Her biri vazgeçilmez cihan parçası Kaç bin yıllık hasretimin koncası Gözlerinden gözlerinden öperim Bir umudum sende anlıyor musun

  • Ay Karanlık

    Ahmed ARİF * Maviye Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine Rüzgarda asi, Körsem, Senden gayrısına yoksam, Bozuksam, Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık... İtten aç, Yılandan çıplak, Vurgun ve bela Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille Sevmelerim, Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar N'olur gel, Ay karanlık... Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık...

  • Leyla Erbil

    Semihat KARADAĞLI * şu da var bütün acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya en bitik günümüzde direnme notasını bir zarfa mı koyar bir deniz çırpıntısıyla mı savurur yüzümüze neşe üşüşür hayatımıza birden güç aşılar iyi güçtür baş eğdirmeyen umut altın kafesinden çıkıverir dolaşır tepemizde * Birisine anlatmak da ucuzlatıyor ya işi, ne bekliyorsun karşındakinden, o acıyı gidermesini mi? En iyisi susmak. * ''İnsan tek başına yaşamı karşılamak zorunda. Bense ille de bir sevgiliyle el ele verip değiştirecektim dünyayı, ne ham hayal, ne zırvalık.'' * Hıh! Biz neden her kişiler denli olamadık? Bak insanlara, biraz daha ölme de bak şu insanlara; bıkmadan usanmadan, birbirlerine gidip geliyorlar, eski konuştuklarını yeniden konuşuyorlar, yeniden çaya şeker konup içilir, eller sıkılır, “allahaısmarladık, biz de bekleriz, güle güle," "Çocukların gözlerinden..."Ehh! Elinin körü ömür boyu, âmâ yaşamak budur işte, Türkân, "Her şey yaşanmalı," der, icicem iste! Gecede, Leyla Erbil İş Bankasi Kultur Yayinlari) /*/ Kimi vakit bambaşka biri oluyorum. Her an başka bir yaşam düşünüyorum. Bana en çok mutluluk vereni kabul etmemek aptallık olur tabii. İşte bunun hangisi olduğunu bilemiyorum. İşte gene romantikleştim! * Bir ülkede, devrim olmadan onun ahlakını bulmak gülünç bir savdır. * İnsan sevmelidir. Ama neyi sevmelidir? Kimi sevmelidir? Nasıl sevmelidir? * " Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi? " * Bilmem ki, belki de sadece mektuplarda kalmaya mahkum bir aşk vardır; mektup aşkları! Mektup Aşkları, Leyla Erbil /*/ uzakları özleyen bir martı gibi kaçtın gönlümün sahilinden gözlerimin ufkundan... * insan kendi hayatını sorgulamadan yaşamayı sürdürürse insan sayılmaz * Ölmüş kuşakların geleneği, bütün şiddetiyle yaşayanların üzerine çöker… * ne anlatıyorsun,,, ne çıkaracaksın, bunlardan,,, şimdiye bak,,, unut geçmişi,,, dünyaya bak,,, dünya yanıyor,,, * Varoluşun anlamını yeniden kendimde kursam yavaş yavaş... Dünyada hiç kimsenin neden kendi olamadığı üzerine bir kitap yazsam... Bu ülkedeki vicdan yokluğunun nedenini anlatsam... Yanıma sadece şiir kitapları alsam, bütün dünyanın şiirlerini okumak ölene dek sürse... Kalan, Leyla Erbil - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları /*/ kumandayla,,, bir kanaldan ötekine,,, robokoplar, taşlar, çocuklar, çocuklar, çocuklar, sesleri yangınlar içinde,,, ekranın içine atlayıp kurtarmak isteğiyle yanıp tutuşuyorsun değil mi,,, seyirlik işkencesi yöntemine tabi tutuyorlar insanları,,, * gazete okumuyorum,,, TV'yi de kapatıyorum,,, Azrail Manastrı'na döndürdü medya bu memleketi yavrum benim,,, biz seyrettikçe canavarlaştırıyor kendini,,, biz-halk şiddete olan düşkünlüğümüzle yaratıyoruz ejderi,,, Üç Başlı Ejderha, Leyla Erbil /*/ fekat hepimiz umutsuzluktan mı öfkeden mi yoksulluktan mı hiçbir vakit olmadığımız kadar birbirimizi sever olmuştuk Tuhaf Bir Erkek, Leyla Erbil /*/ Yaralı doğar bütün insanlar; Anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce… /*/ Leyla Erbil (D. 12 Ocak 1931, İstanbul - Ö. 19 Temmuz 2013, İstanbul) 12 Ocak 1931, İstanbul yılında İstanbul’da doğdu. Türk edebiyatının 1950 kuşağı yazarlarındandır. İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Üniversitedeki ilk yılının ardından Aytek Şay’la kısa süren bir evlilik yaptı ve eğitimine ara verdi. Bir yıl sonra okula geri döndü. Öğrenimi sırasında edebiyata ilgisi arttı ve aynı üniversitede öğrenci olan ablasının (Mürvet Toksöz) katkısı ile edebiyat çevresi ile tanıştı. Çeşitli işlerde çalıştı. İskandinav Havayolları’nda sekreter olarak çalıştığı sırada, öykülerine hayranlık duyduğu Sait Faik ile tanıştı; onun etkisiyle şiir yerine düzyazıya yönlendi.[5] Sait Faik’in 1954’teki ani ölümüne dek yakın arkadaş olarak kaldı.[1] Sait Faik'in ölümünden sonra onu teselli etmek için Ahmet Arif'in yazdığı mektup, şairin 1954-1957 arasında Erbil'e göndereceği, edebiyat tarihinde yer edinecek mektuplarının başlangıcı oldu Eserlerinde orta sınıf ahlakını, bireyleşmeyi, bireyin iç dünyasındaki psikanalitik derinliği ve kadın-erkek ilişkilerini ele aldı; söz dizimi kurallarını değiştirdi; "Leylâ işaretleri" dediği kendine özgü bir noktalama işareti sistemi, yeni ve deneysel bir kelime haznesi kullandı. Edebiyat ve siyasi yaşam içinde aktif rol aldı; Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucu üyelerinden biri oldu. 2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Erbil, Türkiye'den bu ödüle aday gösterilen ilk kadın yazardır Anısına saygıyla… * Derleyen: Semihat Karadağlı

  • ÜÇ SÜVARİ

    Haziranda Ölmek Zor / -Haziranda Ölmek Zor- … hava leylâk ve tomurcuk kokusu havada köryoluna havada suçsuz günahsız gitme korkusu ah desem eriyecek demirleri bu korkuluğun oh desem tutuşacak soluğum… der ya Hasan Hüseyin o güzel şiirinde, sihirli bir el dokunur ya düşlerinize, sanki film icabı gibi kartpostallaşır ya hayat … Açın pencerenizi, derin bir nefes alın, bakın leylak ve tomurcuk kokmuyor mu dünya? Bu bir film icabı da değil; çünkü ilkyazın tam göbeğinde tam da HAZİRANDASINIZ! Öyle güzel... Hiç ölünür mü HAZİRAN'DA? Hasan Hüseyin Korkmazgil "Haziran'da ölmek zor/Kızılkuğu" isimli kitabının ikinci baskı önsözünde; "Haziranda ölmek zor da Temmuz da Ağustos da ölmek kolay mı?” diye soranlara; " Dilerim on üçüncü ayda ölesiniz, on üçüncü ay yok ki? Öyleyse çok yaşayın," der. Yaşamak sadece nefes almak mıdır? İnsan öldükten sonra da yaşar mı? Dünyayı sınırlarına kadar fethetmeye kararlı o büyük ordunun bir süvarisyse; edebiyatçıysa, sanatçıysa yaşar. Çukurova’nın yetiştirdiği yazının kalemin üstadı değerli yazar Yaşar Kemal "o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler" diye yazar soylu insanların azalışını anlatırken. İşte sonsuz yolcuğa yıllar önce çıkan ama kalemleri, şiirleri, yazıları ile hala yaşayan sonsuzluğa yazılan, Haziran ayında kaybettiğimiz üç güçlü kalemi dünyanın tanıdığı üç insanı anacağız bu yazımızda. Hasan Hüseyin şöyle anlatır şiiri nasıl yazdığını: "1963leri anımsıyorum. Gazeteciyim. Haftanın kimi günleri sabaha değin çalışıyorum basımevinde. Sokağa çıkma yasağı var. Görevli kartı verilmiş bana. Gecenin herhangi bir saatinde işten çıkıyor yorgun argın evime dönüyorum. “hava leylak ve tomurcuk kokuyor"." 3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! "hava leylak /ve tomurcuk kokuyor /uy anam/haziranda ölmek zor." dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. 2 Haziran 1970... duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler yine kendiliğinden..." İşte bu sözlerle anlatır şiirin doğuşunu ve şiirin en başına da Orhan Kemal'in güzel anısına diye ekler. İlk baskıya 1976 yılında önsöz yazar ve kitap 1977 yılında ilk kez basılır. Ve birçok defa basılır ondan sonra. Bu şiir ile özdeşleşen bir diğer şairimiz ise Ahmed Arif'tir. Özgürlük ve aşk şairlerinden Ahmet Arif 02.06.1991 tarihinde vefat etmiştir. Hasan Hüseyin Korkmazgil 26. Şubat 1984 Tarihinde vefat etmiştir. Yani sanılanın aksine şiir Ahmet Arif’in vefatından çok önce yazılmıştır. Şiirde anılan onca Haziran ölümlüsü arasında yoktur şair. Ne sorun var ki? Hasan Hüseyin daha çok yaşasaydı, onu da eklerdi şiirine. Ortak paydaları çok; Her şeyden önce üçü de Türk Edebiyatının yüz akı olmayı başarmış ölümsüz kalemler, üçü de Haziran ölümlü ÜÇ muhteşem SÜVARİ… Bana hep öyle gelir. Dünya denen enginlikte en uca, en uzağa ulaşmaya çalışan görkemli bir ordu gibidir edebiyatçılar. İşte onların en güzellerinden üç süvari… Haziran da ölmeyi seçen… * (Devamını okumak, bu üç yazarla ilgili dergisel ortamda yapılmış en kapsamlı çalışmalardan birine ulaşmak, dilerseniz bilgisayarınıza indirip çalışmalarınızda kaynak olarak yararlanmak isterseniz lütfen TIKLAYIN)

  • ADİLOŞ BEBE

    ÖLÜSÜZ ŞİİRLER Ahmed ARİF * Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü. * Ahmed ARİF (d. 23 Nisan 1923,[1] Diyarbakır - ö. 2 Haziran 1991, Ankara), Türk şair ve gazetecidir. Türk edebiyatının çok sevilerek yaygın üne kavuşmuş bir şairidir. Hayatta iken yayımladığı tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim (1968), Türkiye'nin en çok basılan şiir kitaplarındandır. Şiirlerini samimi bir anlatımla, alışılmamış bağdaştırmalarla, serbest ölçüyle yazdı. Doğup büyüdüğü Güneydoğu Anadolu coğrafyası ve Çukurova'ya şiirlerinde önemli bir yer verdi.

  • Hasretinden Prangalar Eskiten Bir Şair: Ahmed Arif

    Nurten B. AKSOY * ADİLOŞ BEBE Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü... Doğup büyüdüğü toprakları, Anadolu insanının acılı yaşamını dile getirdiği en güzel dizeleriyle tanıdık ilk Ahmed Arif'i gençlik yıllarımızda, ders kitaplarında yer almayan şiirlerini dilden dile, kulaktan kulağa mektuplardan öğrendik. Anadolu’nun şairidir Ahmed Arif; hasretin, sevdanın, dağların, umudun ve halkın şairdir. “Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben Doğuluyum. Az gelişmiş değil sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum. 1983’te anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu, okutulmamıştı; ama şirin bir kadındı. Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadınlar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış ‘Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu, benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu, büyük oğlum Bursa’ya gitti mimar oldu.’ diye. Anam altta kalır mı, o da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti komünist oldu.’ demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.” Nasıl severim bir bilsen. Köroğlu’yu, Karayılan'ı, Meçhul Askeri… Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i. Sonra kalem yazmaz, Bir nice sevda… Bir bilsen, Onlar beni nasıl severdi. “Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde. Asıl adım Ahmed Önal, öz anamın adı Sayre, Kürt’tür. İki yaşındayken kaybettim onu, kardeşimin doğumu sırasında. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife anamdır. Babam; Kerküklü Arif Hikmet, Kürt değildir. Rivayete göre, babamın büyük babası Rumeli’den göçmüş buralara. Bu üçünü de çok severim, hayatta laf söyletmem onlara.” İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda, ortaokulu da Urfa’da okur. Liseyi ise yatılı olarak Afyon Lisesinde. "Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi işte o yıllar. Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi ‘Seçme Şiirler Demeti’ adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için.” diye anlatır o günleri şair. Gözlerim maviliğin ruhudur. Fecirlerin tebessümü içer. Berraklığında ilah çocukları uyur Ve emer sükutu beyaz gölgeler... Ahmed Arif 1951’de tutuklanır. Çok acılar çektikten sonra serbest kalır. Fakat 1952’de yeniden tutuklanır, yargılanır. İki yıl hapis ve sekiz ay da Urfa’da kamu gözetimi altında bulundurulma cezasına çarptırılır. 1955’te tahliye olur, cezaları bittikten sonra Ankara’ya döner ama sürekli polis gözetiminde olduğundan eğitimine devam edemez, çeşitli dergilerde yazılar yazar, değişik işlerde çalışır. Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğrunda ölümlere gidip geldiğim Zulamdaki mahzun resim. Görüşmecim yeşil soğan göndermiş Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin. 1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına Filinta adını koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.” Terk etmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça… Ve ellerim kelepçede, Tütünsüz, uykusuz kaldım, Terk etmedi sevdan beni… Yıllar içinde altmış kez basılan "Hasretinden Prangalar Eskittim” Ahmed Arif’in tek kitabıdır, şöyle anlatır şair kitabının öyküsünü: “Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, çok duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını ben ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum, ama kardeşim buna engel oldu. Bana ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’ Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim. “Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime; hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni… Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…” diye seslendiği Leyla Erbil'le Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce Ankara’da arkadaş toplantılarında tanışırlar. Leyla Erbil yirmi üç, Ahmet Arif ise yirmi yedi yaşındadır. Deli divane aşık olur Leyla'ya Ahmed Arif. Yazdığı yüzlerce mektupta anlatır bu aşkını; ama hiçbir zaman bu aşkına karşılık bulamaz. Leyla Erbil dostluk sınırını hiçbir zaman aşmaz, bu aşka karşılık vermez. Leylim – leylim dünyamızın yarısı Al yeşil bahar, Yarısı kar olanda Gene kavim kardaş, can cana düşman, Gene yedi boğum akrep, Sarı engerek, Alnımızın aklığında puşt işi zulüm Ve canım yarı geceler Çift kanat kapılarına karşı darağaçları, Mapusanede çeşme Yandan akar olanda, Gelmiş yoklamış ecel Kaburgam arasından. Yoklasın hele… Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün Seni doğuran ana… Şiirlerinde hep ezilen insandan yana olan ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapan şair Ankara'da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir. Geriye “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı, çok sevdiği oğlu Filinta ve Leylasına yazdığı, sonradan kitaplaştırılan mektupları kalır. Seni anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana. Art arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu Dışarda gürül gürül akan bir dünya… Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana… Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara. Akan yıldıza. Bir kibrit çöpüne varana. Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamdan, Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni… Yokluğun, cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini…

  • Şiirlerle 23 Nisan

    Derleyen: Nurten B. AKSOY * Çocuklarımız; gözbebeğimiz, geleceğimizin teminatı çocuklarımız… “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” demek gelse de içimizden; savaşların, açlığın, yoksulluğun yaşandığı bir dünyada çok da neşe dolmuyor yüreklerimiz. Çocukların silahların gölgesinde büyümediği, tacize uğramadığı, sokaklarda aç yaşamadığı bir dünya bütün hayalimiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukları bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını da taşımaktaydı. Bu amacı yüreklerimizde yaşatacağımız ve gerçekleştirebileceğimiz günlerin umuduyla; Şekerimiz yok ama birbirinden güzel şiirlerle, “Bayramınız Kutlu Olsun Çocuklar”… / Nurten B. Aksoy Çocuk Kalbimdeki Kuş Her kuşun bir adı var Ve iki kanadı var Çocuk kalbimdeki kuş Kuş demek uçmak demek İstiyorsan seninle Adımı paylaşırım Çocuk kalbimdeki kuş Binlerce kuş taşırım Uçmak mavi bir türkü Kanadında gözüm var Çocuk kalbimdeki kuş Benim de gökyüzüm var Yıldızımdan uzuyor Gök ağacın dalları Çocuk kalbimdeki kuş Büyüle masalları Kuşumla aramızda Aşk ırmağı akıyor Çocuk kalbimdeki kuş Beyaz gül bırakıyor Yolların bittiği gün Anneme bir şiir sun Çocuk kalbimdeki kuş Benim çocukluğumsun Mustafa Ruhi Şirin **** Ağlayan Çocuklar Kafesli evlerde ağlar çocuklar, Odalarda akşam olurken henüz. O zaman gözümün önünde parlar, Buruşuk buruşuk, ağlayan bir yüz. Ne vakit karanlık kaplasa yeri, Başlar çocukların büyük kederi; Bakınır, korkuyla dolu gözleri: Ya artık bir daha olmazsa gündüz? Gittikçe kesilir derken sedalar, Gece; bir siyah el gözümü bağlar Duyarım, içime sığınmış, ağlar, Bir ufacık çocuk, bir küçük öksüz… Necip Fazıl Kısakürek Çocuk ve Hüzün Ne zaman bir çocuk ölse gözü evlerinde annesinin kavurduğu helvada kalır Yoksul bir çocuk görsem yağmur altında üşüyen köprü olmak geçer hiç değilse içimden Her akşamüstü oyuncakçı camekanından çocuk ellerinin izlerini siler Sunay Akın *** Çocuk ve Ağaç Çocuk, çok sevdi ağacı… Verirdi ona, her kış Çiçekleri olaydı! Ağaç, çok sevdi çocuğu… Öperdi altın saçlarından Dudakları olaydı! Ve ona öptürmek için, Eğilirdi yerlere kadar; Yanakları olaydı! Dökerdi önüne hepsini Gümüşten, altından, sedeften Oyuncakları olaydı! Ve çocuk gittikten sonra, Böyle kalır mıydı ağaç? Ne olurdu onun da Bacakları olaydı, Ayakları olaydı! Arif Nihat Asya Acıyla Erir Yüzüne Aşık Çocuk Ne zaman yüzüne baksam yalnızlığın o mutlu gerilimi O öksüz göl hızla derinleşir biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir yeşil Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi geçip giden yüzlerine bakar kalırım Ömrün kısalığı çarpar camlara ateş hızla yayılır içerilere Akşam olur, evler dolar boşalır acıyla erir, yüzüne aşık çocuk Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal… Cezmi Ersöz **** Orda Bir Çocuk Burda Ben Bir ana gülümserken yorgun ve güzel Yüreği müjdelerle tüy gibi hafiflerken, Orda, bir çocuk doğar sımsıcak dünyamıza Burda ben… Dal nasıl, yaprak nasıl, ekin nasıl büyürse Toprak nasıl uyanırsa bir incecik yağmurdan Orda bir çocuk büyür yumak yumak bir nurdan, Burda ben… Koştuğu, atladığı, durduğu, uzandığı, Düşüp kaldığı yerlerde gözbebeğim var. Orda, toz-toprak içinde bir çocuk ağlar, Burda ben… Ne oyun oynamak ister, ne uyku ne su, Ne elişi resimleri gönlünü alır. Orda, bir uzak evde bir çocuk yetim kalır, Burda ben… Dokunsam, martı gibi uçup gidecek sanki, Solgun yüzlü bir avuç kar. Orda, bir gece yarısı, bir hasta çocuk sayıklar, Burda ben… Birden bire uyanır bir ana uykusundan, Sapsarı bir korkuyla bakakalır nefessiz. Orda, sabaha karşı bir çocuk ölür sessiz, Burda ben… Yavuz Bülent Bakiler Kayıp Çocuk Birden işitilmez olsun ayak seslerim; Gölgem bir başka sokağa sapıversin; Unutayım bir anda her şeyi, Nerde oturduğumu, Bir tuhaf adem olduğumu Can adında. Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetimi, Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma; Gönlüm öylesine geniş, öyle ferah, İlk defa görmüş gibi dünyayı, Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi; Hatırlamam artık değil mi, dostlar, Hatırlamam artık garipliğimi?… Can Yücel **** Kentler Kayboluyor Çocuklar kentler daralıyor yollar daralıyor kaldırımlar daralıyor daralıyor bahçeler bile, daralıyor masallara sığmayan evrenimiz yüreklerimiz daralıyor gün geçtikçe oynayacak yer bırakın bize önce cadde kenarları sonra kaldırımlar bahçeli apartmanların bahçeleri size ayrıldı sizin otomobillerinizle doldu okulumuzun önü düşlerimizin içi oynayacak yer bırakın bize caddelere şimşek gibi fırlıyorsak haşarılıktan değil yaramazlıktan değil bizim olması gereken yerler bize yasak büyükler söz anlamaz büyükler bencil oynayacak yer bırakın bize hey babalar abiler amcalar yöneticiler bir makina yığınına kurban etmeyin bizi aklınıza gelsin boş arsalarda oynadığınız günler ama şimdi boş arsalar bile otomobil sergileri oynayacak yer bırakın bize... Eray Canberk Anlamak Bazen anlıyorum Bazen anlamıyorum Annemi Babamı Ninemi Annem şöyle der Göstererek beni –Cin gibi maşallah Cin ne demek Gibi ne demek Babam diyor ki Bana bakarak –Altını üstüne getirmiş Evin Hiç yapabilir miyim, Dediklerini Ninemse der bana –Topaç gibi Bir dedem Açık insan Pek de zeki Dilinden bal akar Attaya gidelim der Göz kırpar Okşar Sever Bir de gıdıklar Dedemi çok anlıyorum Cahit Zarifoğlu **** Anne Ben Korkuyorum yağmur yağıyor üşüyorum anne ben korkuyorum gece karanlık yağmuru getiren melekleri göremiyorum anne ben korkuyorum bir saat sesi bir gece sessizliği karıncalara ninni söylermiş Süleyman Süleyman’ı duyamıyorum kapılar gıcırdıyor anne ben korkuyorum dev karanlıklar emer kanımı içimin kırık aynasıdır yalnızlık kalmadı kalbinde aşk ve ışık böyle diyor babam anne ben korkuyorum rüzgârı bilmeyen saçlarıma güneşe doymayan düşlerime yetmiyor bir güneş istiyorum bir güneş daha yaratsın Allah anne ben korkuyorum... Faruk Uysal Dünyanın Bütün Çocuklarına Karşı Yazılmıştır Hepiniz el ele bir halka yapsanız Rüyadan ve şarkıdan bir halka Ve almasanız kimseyi ortanıza Benden başka Masallar gibi silinse etrafımız Şehzadeniz olsam sizin Biz mektebi ve dersi ebediyen terk ettik Ne olurmuş anneler vermezse izin Seyretsem yüzünüzü birer birer Ve birer birer seyretseniz beni Garip saadetler duysak Bayramlıklar kadar yeni Nasip değil sadece gökler midir? Üstümüzden ninniler gibi geçen Yavaşça görünürken karşı dağlar Oyuncaklar mı hatırlarız devlerden Gülsek küçük fidanlara sebepsiz Mesela uçan kuşlar bir tuhaf gelse bize Ve gölgesinde altın karanlıkların Deliler gibi âşık olsak kendimize Hani geçen sene kopan uçurtmamız Kim bilir şimdi nereye gitti? Uykular ve güller arkasından Oyunlar ki Allah'ın selâmeti Siz dünyanın bütün çocukları geliniz Rüyadan ve şarkıdan bir halka Ne olur almayınız kimseyi Ortanıza benden başka Fazıl Hüsnü Dağlarca **** Çocukluk Affan Dede’ye para saydım Sattı bana çocukluğumu. Artık ne yaşım var, ne adım; Bilmiyorum kim olduğumu. Hiçbir şey sorulmasın benden; Haberim yok olan bitenden. Bu bahar havası, bu bahçe; Havuzda su şırıl şırıldır. Uçurtmam bulutlardan yüce, Zıpzıplarım pırıl pırıldır. Ne güzel dönüyor çemberim; Hiç bitmese horoz şekerim! Cahit Sıtkı Tarancı Çocuğum Benim küçük eşkiyam, yavru ceylan Bu zayıf kolların, bacakların Gün geçtikçe büyür, kuvvetlenir Dalları gibi ağaçların Öyle bir fırla ki sokaklara Gölgen yetişemesin Duvar diplerine seril uyu Vücudun güneşlensin Çiçekleri kokla Rüzgârı çek ciğerlerine İşlesin körük gibi Aydınlık pencereler yanarsa Öyle ışıl ışıl yansın gözlerin Rüzgâr gibi, yelken gibi ol Şehri inletsin türkülerin Bak dünyamız da güzel, ay ışığı da Geceler de gündüzler de güzel Gel hep beraber büyüyelim Ağacığım gel Benim küçük eşkıyam, yavru ceylan! Bu zayıf kolların, bacakların Bir gün gelir büyür, kuvvetlenir Dalları gibi ağaçların Cahit Külebi **** Masallarla Benim de bir annem olsa, annemin Beşiğini seve seve sallardım; Gülse güller açılırdı içimde Ve ağlasa inci inci ağlardım. Işılda ey mavi saray ışılda: Pırıl pırıl şehnişinler, kapılar… Senin kırk gün, kırk gecelik düğünün, Benim kırk gün, kırk gecelik yasım var. Sesler gelir sarnıçların dibinden: Çıkayım mı, çıkayım mı? Çık da gör! Bir yıkılmış, bir yıkılmış yerdeyiz… Daha neler yıkacaksın yık da gör! Çağlar yüksük dolusuymuş ve hayat İki iğne bir çuvaldız boyu yol… Söyle anne: Neye yarar niçindir Demir çarık, demir âsâ, demir kol? Oğlun oldum ey anneler annesi… Türküce de masalca da bilirim Şehnişinden sarkıtırsan saçını Saçlarına tırmanarak gelirim... Arif Nihat Asya Güneş Daldan Dala Haylaz Çocuk Hangi tanıdık rüzgârla gelir Bu yeni doğmuş çocuk kokusu İçimizde doludizgin kısraklar Uzaktan uzağa çağıldayan su Gökyüzü diri çiçekler açar Öper penceremi dal uçlarında Güneş daldan dala haylaz çocuk Binlerce yıldız avuçlarında Beşir Ayvazoğlu **** Baldırı Çıplak İki Çocuk Bu sabah ararken evimin kapısını Mutluydum… Bir kuş sütü yoktu soframda. Yürürken mutluydum, Şehrin soğuk kaldırımlarında… Sonra sizleri gördüm Kocaman çöplerin içinde… Dört beş yaşlarında, Baldırı çıplak iki çocuktunuz… Utandım, Bütün utanmazlar adına... Üşümüyor muydunuz? Aç değil miydi karınlarınız? Eve dönerken ağlıyordum… Oysa siz gülüyordunuz soğuğa bile. Ne çok isterdi yüreğim, Güldürebilmeyi o kirli yüzlerinizi Öyle çok isterdi ki ellerim, Sizlere sıcacık yuvalar kurmayı… Unutamam sizleri Dört beş yaşlarında, Baldırı çıplak iki çocuktunuz… Aysema Arslan Kapıları Çalan Benim Kapıları çalan benim, Kapıları birer birer Gözünüze görünemem, Göze görünmez ölüler. Hiroşima'da öleli, Oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım. Büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, Gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, Külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için Hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki Kaât gibi yanan çocuk. Kapıları Çalan Benim Çalıyorum kapınızı, Teyze, amca bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin Şeker de yiyebilsinler. Nazım Hikmet Ran **** Uykuda Çocuklar Çocukları yatırdın mı, dedi adam. Çoktaaaaann, dedi kadın. Kim bilir nasıl bir düş görüyorlardır şimdi. dedi erkek. Kim bilir, dedi kadın. Git kulaklarına fısılda istersen. Ferit Edgü Habersiz Çocuk uykusunda gülüyor Yılların acı çığlığından habersiz Elleriyle oynuyor karanlıklar Sessiz sessiz. Ah bebem Rüzgâr saçlı bebem Bilsen insanların hâlini bir Bu kara yalnızlıkta körelen Işık benimdir. Bu uzayıp giden yolda Ağlayıp ağlayıp da Aklımı sokmuşum girdabına Yaşamanın. Çocuk uykusunda gülüyor Yılların acı çığlığından habersiz Elleriyle oynuyor karanlıklar Sessiz sessiz. Alaeddin Özdenören **** Kargalar Sakın Anneme Söylemeyin Kargalar, sakın anneme söylemeyin! Bugün toplar atılırken evden kaçıp Harbiye Nezaretine gideceğim. Söylemezseniz size macun alırım, Simit alırım, horoz şekeri alırım; Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar, Bütün zıpzıplarımı size veririm. Kargalar, ne olur anneme söylemeyin! Orhan Veli * DERLEME: Nurten Bengi AKSOY

  • 23 Nisan

    Biz çocuktuk Alımızdı beyazımız 23 Nisan bayramdı Salt kutlamak değil yaptığımız Kıvanç, onur Duyguların en yoğun Jilet kadar keskin olduğu Biz çocuktuk Ulusa top top tomurcuk 23 Nisan Biz bayram Bayram biz Olurduk Şimdi açılmış Geçmeye durmuş binlerce çiçek Ya çocuklar Kırmızıda beyaz buruk

  • İZMİR KİTAP FUARI

    Yusuf AKSOY * İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğinde İZFAŞ ve SNS Fuarcılık iş birliği ile düzenlenen İZKİTAP (İzmir Kitap Fuarı), 19-28 Nisan 2024 tarihleri arasında Kültürpark’ta okuyucuyla buluşuyor. Girişin ücretsiz oladuğu İzkitapfest, saat 10.00 ile 21.00 saatleri arasında ziyaret ediliyor. 350’ye yakın yayınevi, 50’ye yakın sahaf ile onlarca kurumun katılacağı İzkitapfest; Lozan’dan 26 Ağustos’a, Kaskatlı Havuz’dan Basmane’ye ve Atatürk Açıkhava Tiyatrosu’na kadar Kültürpark’ın tüm alanlarına yayılarak doğayla iç içe bir edebiyat buluşmasına ev sahipliği yapıyor. İzkitapfest, sadece kitap alışverişi için değil, aynı zamanda söyleşiler, dinletiler, yarışmalar, konserler ve imza günlerinin de yapıldığı etkinlikler bütünü olarak devam ediyor. Yazar, şair, çizer, gazeteci, edebiyat dünyasının birbirinden önemli 800’den fazla ismi, düzenlenecek binin üzerinde imza etkinliği ve söyleşi ile deneyimlerini paylaşacak. Sivil toplum kuruluşları ve bu kuruluşlar bünyesinde yer alan yazarlar da özel olarak düzenlenen alanda okuyucuları ve İzmirli kitapseverlerle buluşacak. Sahaf sokağı ile Türkiye’nin en geniş sahaf katılımına da ev sahipliği yapacak fuarda, özel kitap müzayedesi de gerçekleşecek. İzkitapfest’te 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na özel etkinlikler de gerçekleştirilecek Kitap Fuarı organizasyonu yapanların fuar haftasıyla ilgili meteoroloji ile çok ilgilenmedikleri açık alanda yapılan fuarın birinci ve ikinci gününün yağmurlu ve rüzgârlı olması ve keyifleri kaçırmasından belli oldu. Bununla beraber fuarın üçüncü günü şehir içinde yapılan geniş çaplı Maraton koşusu nedeniyle şehir içinde yol güzergâh değişiklikleri de ulaşımda kitapseverlerin sorun yaşamasına sebep olmuştur. Ekonomik durumu iyi olan yayınevleri stantları ile kültür, sanat örgütlerine ait ücretsiz stantların birbirinden ayrı alanlarda kurulması da dikkat çekiciydi. Ne derece bilinçli yapıldığından emin olamadığımız bu düzenleme bir anlamda okuyucu kitleyi özel yayınevleri stantlarına yönlendiriyor görünümündedir.. Kitap Fuarına başta İzmir olmak üzere yakın ilerden de ilgi ve katılımın çok olması dikkat çekiciydi. Çevremizin binlerce kitap ile kuşatıldığı, insanların cep telefonlarına ve tabletlerine değil, kitaplara bakarken, onları incelerken birbirine çarpıştığı bir ortam içimizi ısıttı yeniden. Özellikle hafta içi çalışma mesaisinde olan anne babaların hafta sonları okul çağına yeni başlamış çocuklarıyla birlikte kitap fuarındaki görünürlükleri çok önemliydi. Gönül ister ki, metropol kentlerimizde yılda iki defa, diğer tüm illerimizde de yılda en az bir defa bu tür fuarlar açılsın. Kitap Fuarı gibi etkinliklerin yediden yetmişe herkese hitap edebilecek programlar ile donatılması aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir hizmet ihtiyacını karşılama anlayışının da göstergesidir. Bu tür etkinlikler adım adım kuşatılan laik yaşamı ve kültürünü de savunmayı motive edecek ve güçlendirecektir. Kitap Fuarının ikinci ve üçüncü günü birlikte olduğum Edebiyatçılar Standında Murat Çoküreten, Musa Dinç, Şerif Pınar ile kazanımlar dolu saatler çok değerliydi. Ayrıca maviADA Dergisinde birlikte yazdığımız çok değerli öğretmen ve bilge yazar Zeki Sarıhan, Gökkuşağı Dergisi sahibi Burhan Gümüş, Yazarlar Sendikası İzmir temsilci Özer Akdemir ile beraber yazar arkadaşlarım Zübeyde Seven Turan, Bülent Güldal ve diğer onlarca yazın emekçisi ile aynı heyecanla aynı havayı solumak çok değerliydi. Kültür, sanat ve bilim daha özgür ve mutlu toplumların inşa edilmesinin çok önemeli araçlarından olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Kitap fuarlarını, kendince yazıp karalayan bir kitapsever olarak daha çok meta bağımlı ilişkilerden bağımsız bir kültür-sanat etkinliği olarak görmek istiyorum. Ancak mevcut kapitalist koşullarda bunun mümkün olmayacağını da biliyorum. Kültür-sanat üretimini kamusal bir faydaya düştürebilmemiz için toplumsal yapının da dönüşmesi gerekmektedir. Gerek bireysel gerekse kolektif üretim, insanın ve dolayısı ile toplumun kendine yakışır onurlu bir yaşam hedefine ulaşmasının uğraşısıdır son çözümlemede. Yazanın kendini okurda bulması anlamlılığı bir şekilde ortak üretim ve tüketim sürecini ortaya koyar. Bu anlamda mevcut ‘kötü’yü değiştirip dönüştürmede yazar ve okurun farklı oranlarda rolü olmalıdır, diye düşünüyorum. Yazın üretiminin tarihsel değere bürünebilmesi ise mevcut kültürel hegemonyaya neşter atabilmekle mümkün olabilecektir. Kitaplarla özgürce buluşabileceğimiz nice etkinliklere …

  • AŞK DERLEMELERİ

    Özdemir İnce, bir şiirinde; “Temiz kalmış ne bulunur çöplükte!/ Aşk da kirlenir elbet insanla birlikte” diyor. Çevrenin durmadan kirlendiği doğanın yok edilmeye yüz tuttuğu bu dünyada insan da aşk da temiz kalacak değil ya... Sanat, edebiyat, özellikle şiir, aşkın, insanların kirlenmelerini bir nebze önlüyor. Kirlilikten kurtulmamız bu yüce değerlere bağlı. Kirli sözleri bırakalım da gönlümüzün çiçeklenmesini, düşünce ve duygularımızın temiz olmasını sağlayan örneklere yer verelim, ne dersiniz? A, Kadir Kaçar, Sevgi Sensin adlı denemelerinde aşk ve sevgi hakkında şunları söylüyor: “Sevgiler acılarını peşin, mutluluklarını taksit taksit öderler... Gülümseyene yakındır sevgi. İnsan, insan olduğunu sevince anlar. Sevgiyi içinde bulamazsan başka yerde arama. Sevgi pembedir, sevgi beyaz/ Sevgi yemyeşil ilkyaz. Sevgi sevenine göre renk alır/Sevmeye karanlıkları kalır. Sevgi tohumu ekilen yürekte nefret ağacı bitmez. Sevmek sanattır ama insanın ömrü hep çıraklıkla geçer. Bedenin dilidir sevgi... Seven kendini keşfeder. Mermere yontu, sevgiye acı şekil verir. Sevmek öğrenmektir kendini. Unutma!/Sevgin kadarsın.” Osman Şahin, Berfin Bahar dergisinde çıkan bir yazısında, “Aşk insanı insan yapan duyguların özüdür. Aşk duyguların sütüdür. Yüreğin ipekleşmesidir. Katıksız bir madde olan süte, azıcık yabancı bir madde karışsın, hemen bozulur, kesilir. Aşka maddi çıkarlar yükleyecek olursanız bir gün bel verecektir. Bencil insanlar, sçu o zaman bencil çıkarlarında değil, aşkta bulacaklardır.” Diyor. İsmet Kemal Karadayı aşkla savaş ve uygarlık arasında bir bağıntı kuruyor: “Aşk dinlendiren savaştır Bunu geç anladım... ** Bir içimlik tat için Aşk parmağını uzatmaktır uygarlığa Ve anlaşmak...” Orhan Pamuk, Şeküreniz diyor ki “Evlenmeden önce alevlenen aşk yangını evlilikte söner. Geriye boş,kederli bir yangın yeri kalır. Evlendikten sonra duyulan aşk da biter ama onun yerini mutluluk alır.” Ona katılıyor musunuz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Evet. Hayat tecrübem bana gösteriyor ki evlenmeden önce birbirlerine âşık olan, hatta aşklarının şiddetini teşhir eden kişiler, evlendikten sonra sıkıcı ve aşksız hayata girip kısa sürede mutsuz olurlar. Ama evlenmeden öne başkalarına övünemeyecekleri kadar kısıtlı aşk hayatı yaşayanlar, evlendikten sonra ona ihtimamla bakarlar ve aşklarını korurlar” Sedat Umran, aşkı bayramlık bir giysi olarak görüyor: “Aşk ruhlarımıza giydirilen bayramlık giysi Işıldar üstünde sevincin elmas düğmeleri Aşktır hor kullanılmadan taşınacak giysi Çünkü bir kez delindi miydi yamanması güç” Ülfeti, “Eğer bindin ise aşk atın/Bizim menzilimiz ırak denir mi?” diye soruyor. Cahit Külebi sevgiyi yalvaç olmakla bir tutuyor: “Sevgi dediğin yalvaç olmaktır, Arınmaktır tüm kötülüklerden, Yıldız ırmakları akan gözlerden Toprak bir testiye doldurmaktır.” Aşk hakkında şair ve yazarlar neler demiş bakalım: “Aşk öyle bir şeydir ki, gün gelir bir fahişeyi azize, bir azizeyi ise fahişe haline getirebilir.” Ahmet Altan “Aşk fiilinin gelecek zaman çekimi yoktur. Gelecek geldiği zaman da aşk yoktur. Aşka ömür biçerek, aşkı anlamaya çalışanlar kendilerini kandırıyorlar” Haşmet Babaoğlu “Aşk üstüne çok sözler işittik nicedir Çözmüş değiliz o sırrı, hep bilmecedir Yalnız şu yalın gerçeği öğrendik ki Aşksız sürülen ömür soğuk bir gecedir.” “Aşk açıp kapayacağın bir musluk değildir, ırmaktır denize doğru akan ama kimi zaman ona ulaşamadan kurur gider.” Bir filmden “Aşk, güzelin kısacık ömrüne, gidenin çekiciliğine, sevgilini hayaline yakılmış bir ağıttır.” Ahmet Ümit (Aşk Köpekliktir) “Aşk kapitalizmdeki komünizmdir.” Vlrich Beck “Acıdır aşkı aşk yapan ve her aşk/Bir mutsuzluğun başlangıcıdır.” Gürel Aydın (Acı) “Aşk, gönlümün semaverinde demlenen duygu.” Bülent Ecevit “Sınanmayan hiçbir aşk gerçek değildir.” “Aşk küçük bir sözcüktür, onu büyüten sevenlerdir.” “Aşk bir savaştır; savaş için geçerli olan kuşatma, manevra, tuzak ve saldırı aşk için de geçerlidir.” Jean Paul Sartre “Aşkından kibrit oldum/Üflesen yanıyorum.” Bir halk türküsünden “Güzelliğin on par’etmez/Bu bendeki aşk olmasa” Âşık Veysel “Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden uçar.” T. Fullur Can Dündar, Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısında aşkı bir yara bandına benzeterek şöyle diyor: “Aşk, şiirlerde, güllerle, bülbüllerle anlatılır hep: Dev çınarın gövdesine kazınmış kocaman kalpte buluşan iki harftir aşk... Eros’un fırlattığı okla delinmiş kıpkırmızı bir yürek gibi resmedilir. Oysa aslında çoğu zaman aşk, bir yara bandıdır. Kanayan yererimize sürdüğümüz bir tentürdiyot... Panik halinde iken, camı kırıp kullandığımız bir müsekkin... Çaresizliğimizin koltuk değneği... Güllerde çok küllerden doğan bir mucize... Bir terapi seansı... Ölümün üstesinden gelebilecek ve bize bir saat içinde hayatı bahşedebilecek bir sihirli iksir...” İskender Pala, Ah Mine’l-Aşk adlı kitabında aşkı tasavvuf açısından ele alıp şunları yazıyor: “Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir toprakları altına dönüştürür. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mesteder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır. Aşk oluca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar... Hastaların şifa bulması aşktandır... Aşk, Mecnun’dan Leyla’ya bir feryat, Mansur’dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur...” “Mutluluk kaynaklarımız arasında önemli bir yer tutuyor aşk. Yaşamak bir bakıma ilgilenmek demektir. Çeşitli ilgilerimiz, aşırı bir çizgiye varınca, aşk adını alıyor. Ruhbilim, aşkın ilk basamağı olan sevgiyi bir içgüdü saymaktadır. Düşünce çeşidi kadar aşk çeşidi vardır.” Tolstoy Aşkla sevgiyi karıştırırız çoğu kez. Bu yazıyı iyi okuyanlar karıştırmazlar artık... Necati Cumalı, Yağmurlarla Topraklar romanında aşkı uçurtma örneğiyle anlatıyor: “Tıpkı uçurtma örneğinde olduğu gibi, aşk da sevmek istediği kadından kızdan gelmeye başladı mı artık kendi denetiminden kurtulurdu. Böyle bir alışkanlık doğardı sevdiği kadınla arasında. Gerçekte aşk, belki de bu alışkanlıklardan sonra doğan, gelişen bir duyguydu. Bir süre bu alışkanlık yönetirdi bütün davranışlarını. Elinde olmadan sürüklendiğini duyardı. Günün birinde ayrılmak zorunda kalıp da ayrıldılar mı tütün gibi, alkol gibi arardı kadını.” Adam Smith, mutluluğun aşkla olacağını vurguluyor: “Dünya içine aşk karışmamış hiçbir mutluluk yoktur; aşk ise kendimizi başkalarında bulmamız ve bu buluşun bizde yarattığı mutluluktur.” Aşkı en güzel yaşayan ve anlatan ozanlarımızdan Nazım Hikmet, aşkı kelebekle özdeşleştiriyor: “Kelebek misaldir aşk/ Anlamayana ömrü günlük,/Anlayana bir ömürlük.” “Aşk ya düettir ya da düello!” deniliyor bir yerde. Bence diyalog olmalıydı, monolog değil ha! Cennet nerdedir biliyor musunuz? “Cennet, aşkın oturduğu yerdedir.” J.P. Richer Bir duvar yazısında “Aşk bir yalansa doğru olmak istemem” deniliyor... Bir Çin atasözüne göre, “İnsanları açlık ve aşk yönetir.” Bovee, aşka pek inanmıyor: “İlk ve son aşkımız kendimize karşı olandır.” Aşkın ne zaman, nasıl geleceği belli olmaz ama gidiş nedeni bellidir: “Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden gider”miş... Gelin şimdi de sevgi konulu sözlere bir göz atalım: “Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir.” H. Hesse “İnsan görmeden de öğrenir; ama görmeden sevemez.” Mustafa Balbay “Koca sağ sever, komşu var sever.” Bir halk sözü “Sevmeden evlenmek, inanmadan ibadet etmeye benzer.” Çehov “Kadınlar sevdikleri zaman gerçekte sevdikleri biz değilizdir. Ama bir sabah vakti birini sevmediklerini anlayıverirlerse işte o biziz.” Henri de Montherland “Sevgi, iki insanın birbirini evcilleştirmesidir.” Exupery “Dostluk, sevgi; karşındakine göç halidir, unutma, sevdiğine-dostuna göç etmeyi başaramazsan, sadece mülteci olabilirsin. Sevgilimin hayali bana Halil(içten dostluk) gibidir. Sureti put ama anlamı putları kırmaktır.” Mevlana- Mesnevi’den- “Sevgi, doğanın yazdığı bir kitaptır.” G. Chamman “Sevmek en güzel yalan/İnandığım” Ayhan Kırdar “İnsan sevince sevdiği şey kadar güzel” Fazıl Hüsnü Dağlarca “Ne kadar çok sevilmek istiyorsan o kadar alçakgönüllü ol.” Oscar Wilde “Erkek gözüyle sever, kadın kulağıyla.” “Sevinci kışkırtmayan sevgi yalandır. Başkaların sevdiklerine saygı duymayan sevgi zorbalıktır.” Haşmet Babaoğlu “Sevgi tabiatın yazdığı bir kitaptır.” George Şaman “Sevgi insanları diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren, insanın içindeki etkin bir güçtür.” Fromm. Duvar ustalarına duyurulur! Rauf Mutluay sevgiyle sanat arasında şöyle bir bağlantı kuruyor: “En büyük dirlik, başka insanlarla aynı sevgide birleşildiği zaman duyulur. Sanat eserleri işte bunu sağlar önce.” Elif Şafak, Araf adlı romanında aşkı şöyle adlandırıyor: “Âşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir.(...) Dokunaklı bir büyüleri vardır âşıkların ve tümüyle kendileriyle doludur, daha doğrusu kendisiyle çünkü âşık çiftler, iki bağımsız benlik olarak buluştukları halde, son tahlilde “iki” değil(bir artı bir) “sıfır” olurlar(bir eksi bir)” Ümit Yaşar, sevgiyi şöyle şiirleştiriyor: “Bir hiçiz tek başımıza sen ve ben/ Yoksa neye yarar bu gözler, bu ten İnsanları insan yapan, yücelten/ İçinde ışıldayan sevgidir.” Haşmet Babaoğlu, “Hayatı doğurmayan, ölümü çağıran sevgi kirlidir” diyor. Doğayı ve aşkı kirletmeyelim, güzellikleri çoğaltalım, güzelliklerle dolup taşalım. resimleyen: Aycan AYTORE

  • İşyerlerinin Yabancı Adları

    Bursa Büyükşehir Belediye Meclisinin kentteki “yabancı” işyeri levhaların kaldırılmasıyla ilgili kararını okuyunca Belediye Başkanına bir kutlama notu göndermeye karar vermiştim. Çünkü Öğretmen Dünyası, Ulusal Eğitim Derneği ve bunları örgütlemesiyle seksen kadar demokratik kitle örgütüyle bu konuda geniş bir kampanya yürütmüştük. Şimdi Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, o tarihlerde Beypazarı Belediye Başkanı idi. Beypazarı’nda yabancı dille yazılmış işyeri levhalarını dükkân dükkân gezip işyeri sahiplerini ikna ederek Türkçe levhalarla değiştirmeyi başarmıştı. Kendisini kutlamak için üç arkadaş ziyaretinde de bulunduk. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olunca, bu konuyu Ankara’da da ele almasını beklemekle birlikte Ankara’da kapitalizmin başa çıkılamayacak kadar güçlü olduğu, bu nedenle belki de hiç bu işe girişemeyeceği ihtiyat payını koymuştum. Malatya’ya bir konferansa gittiğimde. Belediye başkanının da aynı konuda bir çalışması olduğunu duyduğumdan makamına giderek kendisini kutladım. Başka bazı kent ve kasabalarda da yöneticiler bu konuda çalışma gösterdiler. Türk Dil Kurumu ve Dil Derneği de bu çalışmaları özendirdi. Kızılay civarında dükkân dükkân gezerek işyeri adı Türkçe olan esnafa bir teşekkür yazısı bıraktık. Türkçe olmayanların da dikkatini çektik. Bursa’da değiştirilecek olanlar meğer “yabancı dilden” levhaların tümü değil, yalnızca Arapça olanlar imiş! Diğer bazı yerlerde de bu çalışma yapılmaktaymış. Bu konuyu nasıl ele almalıyız? Sorun, öncelikle bir milletin kendi dili ve kültürünü küçümseyerek zengin bir başka ulusun diline özenmesi olarak ele alınsa iyi olur. Bizim işyerlerine yabancı dilden adlar konulmasına karşı kampanya yürüttüğümüz 1990’larda özellikle büyük kentlerimizin hatta orta boy kasabalarımızın sokakları İngilizce işyerleri adlarıyla tanınmaz hâle gelmişti. Bu akım hız kesmeden devam ediyor. Bu durum kuru milliyetçilik söylemlerinin yanında gülünç de kaçıyor. Konu, ulusal onurla da ilgilidir. Bizim büyük burjuvazimiz ve onun etkisinde kalan şaşkınlarımız, eskiden beri yabancı hayranlığı illetinden kurtulamıyorlar. Yemek yenen bir yerin adına “Aşevi” gibi halkçı ve kolay anlaşılır bir ad vermek (bunu devam ettirmek) varken, “Restoran” yazmazlarsa fukara görüneceklerini sanıyorlar. İhtiyaç olduğu bir kentte veya beldede işyerine başka dilden bir levha asılması, yerine göre oradaki halkın iletişim iletişimini kolaylaştırması açısından gerekli de olabilirdi. Türkiye’deki bir Amerikan üssünde “dişçi” levhası yerine “dentist” yazmasının hiçbir sakıncası yoktur. Bunun gibi son yıllarda Rusların akın ettiği ve nüfusun önemli bir kısmını oluşturduğu yerlerde, onların uğradıkları işyerlerine levhaların Rusça ile de yazılmasının mantıksız bir yanı olamaz. Almanya’da Türklerin yaşadıkları kentlerde Türkçe levhaları olan işyerleri vardır. Anlaşılan yetkililerimizin asıl dert ettikleri, işyeri adlarının Türkçe olmaması değil, Arapça olması, hatta Arap Alfabesiyle yazılmasıdır. Oysa Arap Alfabesi Türkiye’de ilk kez işyeri levhalarında görünür değildir. Tarihi yapılarımızın çoğunda, ibadethanelerin iç süslemesinde, eski mezar taşlarında olduktan başka şimdi okullarda gitgide daha yaygın Arapça öğretiminde de bu harfler kullanılıyor. Türkiye’nin göç alma politikasını savunuyor değilim. Bu nüfus hareketinin yaratıcılarından biri de Türkiye hükümetidir. Ancak gördüğü her Arap karşısında nefret duygularına kapılmaya da gerek yoktur. Bizim halkımızın bir kısmının da Arap olduğunu unutmamak gerekir. İşyeri levhaları hakkında yasal bir düzenleme olmadığı anlaşılıyor. Bu nedenle işe belediyeler el koyuyor gibi. Doğu ve Güneydoğu’daki Belediyelerin işyerlerine Kürtçe adlar konulmasını teşvik edeceği de basında yer aldı. Bunda da hiçbir sakınca yoktur. Şöyle düşünmek daha doğrudur sanırım. Kürt sorunu, Kürtçenin bu biçimde görünür hâle gelmesinden değil, aksine gelmemesinden (buna benzer nedenlerden) doğmuştur. Bu konudaki kafa karışıklığını gidermek için tutulacak yol kanımca işyerlerine ister sözcük, ister yazıyla Türkçe olmayan bir ad konulacaksa, yanına Türkçesini de Latin Alfabesiyle yazmak yeterli olur. (16 Nisan 2024) zekisarihan.com

  • Düşüncelere

    durdu.. durdu... düşündü yıllar vardı geride kalan acaba.. söylesem mi.? düşündü.. ve dedi kelimeler dilinde dolanırken seviyor seviyordum seviyorum yıllar vardı geride kalan ve de hala içimde sancısı on yıl dedi. ah etti durdu.. düşüncelere....

bottom of page