top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Barış Koyun Çocukların Adını

    Refik DURBAŞ * Oyunu sever bütün çocuklar birdirbir, uzun eşek, körebe bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez oyun sözcüğünün halkların dilinde (Oyun koyun çocukların adını) Savaşa karşıdır bütün çocuklar kışın: kar altında her sabah tükenip erise de solgun nefesi yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda çarkları döndürse de yoksul alevi savaşa karşıdır bütün çocuklar nice ölümlerden geçmişlerdir nice rüzgarlar içmişlerdir gelincik tarlası çocuklar (Emek koyun çocukların adını) Gökyüzünün penceresinden şimdi bir kuş havalansa kanat çırpınışlarında hayatın yağmalanmış sevinci – Kuş uçar rüzgar kalır (Sevinç koyun çocukların adını) Uzay denizlerinde şimdi bir balık ağlasa gözyasi billurlarında yüz bin umut kıvılcımı – Alev uçar nazar kalır (Umut koyun çocukların adını) Çocuk bahçelerinde şimdi bir çiçek açsa hüzün sevince dönüşür sevinç çiçeğe – Ölüm uçar çocuklar kalır (Mutluluk koyun çocukların adını) Barıştan yanadır bütün çocuklar sabah: kuşatılmış bir toplama kampında ayrılığın tepsisini okşasa da elleri aksam: yıldızların mor orağıyla sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi barıştan yanadır bütün çocuklar nice çığlık emmişlerdir nice korku gezmişlerdir yürekten hisli sevmişlerdir güvercin harmanı çocuklar (Devrim koyun çocukların adını) Barışı sever bütün çocuklar beştaş, saklambaç, elim sende bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez barış sözcüğünün halkların dilinde (Barış koyun çocukların adını)

  • BARIŞ’A DÜŞENLER

    Yusuf AKSOY * Ölüm ve zulüm yurtsuz olsun diye geceyi yırtarak geldi apak kanatlılar Uykusuz sabah vakti kan revan içinde yüz dört parça oldu kanlı tuzaklarda Binlerce yıldır gülen zeytin ağacının kanayan zeytinleri gibi saçıldılar yere Acı bir zılgıt sesiyle doğruldular birden kan revan içinde omuz omuza canlar Kucaklaştılar bin yıllık acıyla sımsıkı barışa adanmış yüreklerle göğe dönerek çatlattılar gri göğü çığlık ve ağıtlarla Karanlığa inat, mavinin en koyuluğunda, yüz üç kızıl Simurg oldu ahir zaman kahramanları Barış ve aşk ile yıkanmış kardelen betimli hayatı öldüren nefretin elinden sonsuz söküp almaya * ÇOK OKUNANLAR İLK YAYINLANMA; 01.09. 2022 Kendi sayfasında ziyaretçi sayısı: 110, Beğeni sayısı:12

  • BARIŞ

    Yiannis Ritsos * Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış. Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba elinde yemiş dolu bir sepet; ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi ter damlalarıyla alnında… barış budur işte. Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara, yangının eritip tükettiği yüreklerde ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun, ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık, boşa akmadığını bilerek, kanlarının, barış budur işte. Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece. Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun gökyüzünün dolmasıdır içeriye; gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla bayram günlerini çalan gözlerimizde. Barış budur işte. Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır. Başaklar uzanıp, ışık! Işık! – diye fısıldarlarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından. Barış budur işte. Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi; barış budur işte. Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de bir kök olduğu zaman gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya. Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra. Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin. Barış budur işte. Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında, iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın. Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya kuracağız demesidir; ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle. Barış budur işte. Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine büyük karanfilini alacakaranlığın… barış budur işte. Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir. Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren, barıştır işte. Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren. tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi. Barış budur işte. (Çeviri: Ataol Behramoğlu)

  • O Güzel Dünya

    Şenol YAZICI * Şimdi, emekli maaşı bilmem ne, toplumun geniş kesimleri açlık sınırında yaşarken, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Demeyin... En önemli derdimiz buydu, gördük. Küresel iklim için yapılan bilimsel uyarılara kulak vermediğimizde başımıza gelenleri yaşadık. En önemlisi milyonlarca insanımızın bir gribin elinde telef olduğunu yaşadık. Daha neyi görmek istiyorsunuz , ikna olmak için; bilim tek çıkış ... Onu üretecek de insan beyni... ve O GÜZEL DÜNYA'yı hayal ederse ... Arılar yok olduğunda insanlığın sonu gelecek savı ne kadar doğru? Doğada her şey birbirine bağlı, bir kuşun kanadından tek bir teleği yerinden alırsanız öteki tarafta kıyamet kopabilir iddiası da... Yoksa siz hala "kompostonun bilimsel değeri" üzerinde tezler mi yazıyorsunuz? İnsan denen yeme içme, üreme değil, sadece et ve kemik değil, ihtiyaçları asgari ücretle biten değil, en önemlisi bir ruha sahip. O ruh da düşüncenin beden verdiği, kas verdiği, onur ve güç verdiği soyut ve karmaşık hal... Hep deriz ya; karakter sahibi... Hepimiz biliriz, bütün sorunlar aşılır, bilen, inanan ve sağlam insan varsa çözülmeyecek sorun yok. Peki o insan hiç emeksiz, eğitimsiz, öndersiz, pusulasız nasıl çıkacak ortaya? O insanı yaratacak, donatacak bir atölye var mı, oluşturmak kolay mı? Hiç düşündünüz mü üzerinde; sahici edebiyat, insan yaratan o atölyelerin ilki ve en önemlisi. Edebiyat, sadece bir sanat değil, o toplumun nabzı, belleği, hayal umut ve düşünce atölyeleri, bütün kültür kayıtları, gelecek önericileri, kâhinleri ve yalnız insanın yanında olan en eski kahraman, iktidar beklemeyen siyasetçidir. İsterseniz tarihe bir bakın, Fransız devrimini yaratanlara ya da Zola’nın Dreyfus Savunması’na… Ya da uçağı rüyasında görse inanmayacak bir çağda, 19.yüzyılın başında doğan V. HUGO'nun hayal eden kitaplarına... O kadar ötelere gitmeyin, toplumsal tepkilerin, yönelişlerin ilk kıvılcımlarını türkülerde, yerel mizahta, söylencelerde, hatta dedikodularda bulmamız boşuna değildir. Edebiyat bir eğitmen, bir okul değil, yasa dayatması olan bir öğreti değil, ama bilinçaltına nefes gibi, korona gibi... çektiğiniz ve hemen de benim dediğiniz düşünce ve hayaller ocağı... Üstün zekalı, bilmem ne üniversitesi akademisyeni olmanız gerekmiyor; mutlaka size göre bir edebiyat var. Ona zaman ayırırsanız iyi de, ayırmazsanız da o gelip sizi buluyor. Kitap okurken, televizyon izlerken, arkadaşınızla konuşurken, hayata bakarken... kendi eşsiz dünyanızı kurmaya yarayacak bir tuğla, bir çivi, bir yapı taşı bulup hanenize taşıyorsunuz. Bir şarkının, bir şiirin bir ya da birkaç dizesini diline pelesenk etmeyen var mı? Görülür ki, sahici edebiyat yoksa asıl, büyük derdiniz var demektir. Bilinç oluşturmakta kültürel değerler ve ana lokomotif olan edebiyat önemli bir yere sahiptir. Bir edebiyatçı sadece kültür oluşturmaya, gelecek kuşaklara aktarmaya hizmet eden bir sanatçı değil, dilini, kültürel birikimini ödünç aldığı topluma karşı birinci derecede sorumlu bir düşünce adamı, insanlık adına gelecek önerici, hatta bilici, hatta kâhindir de… Bu yönüyle baktığınızda tek tarafı insan olan yazarın şairin tarihin hiçbir döneminde, insanına uygulanan siyasete karşı kayıtsız kalamadığı, istemese de mağdurdan yana taraf olduğu görülür. Montaigne’den Dante’ye, Servantes’den Hugo’ya, Russo’dan Görki’ye, Kaşgarlı Mahmut’tan Dede Korkut’a, Zola’dan Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e... büyük yazarların hepsi kendi ulusunun tarihini bir estetikle yeniden yazarken bütün insanlığın geleceğini de biçimlendirecek önermeler getirirler. Değişen dünyayı betimlerken, karşı koyacak, olması gereken insan modelini de çizerler. Ütopyalar önerir, çıkış kapıları gösterirler. Edebiyatın doğası budur. İlk amaç değilse bile ürettiğiyle sonuç olarak ait olduğu insanlığa bilinç oluşturmak için hizmet eder. Bu nedenle de çoğu kez yönetimle, baskıcı egemenlerle arası iyi olmamıştır. Bu yüzden bir edebiyat yapıtının öncelikle ulusuyla, giderek tüm insanlıkla ortak paydalarda, geçmişte ve gelecekte birleşmesi, yarını kuracak insan modelleri önermesi en doğal olandır, istenendir. Başlangıçtan bu yana bizim edebiyatımız da, yazarımız da, şairimiz de bunu hakkıyla yaptı. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız gerek yerel siyasetin, gerekse çok uluslu güçlerin yoğun etkisiyle başka bir boyuta taşındı… Küreselleşme denen tektipleşmenin kulu olduk. Salt dilimiz, yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız değil değişen, edebiyat da batı kopyası yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Bize uyacak idealler göremiyoruz, umut ve ütopya da… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin öncü askeri post modernist anlatı egemen oldu bize. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Kitaplarımızda ne Anadolu var, ne Anadolu insanı ne de büyük şehirlere göçüp kaybolmuş ya da kabuk değiştirmiş, her şeyi reddetmiş ama yerine hiçbir şey koyamamış insanımızın yaşam trajedisi… Ne bütün değerleri sarsılmış, inanacağı hiçbir kahramanı kalmamış, içi boşaltılmış ithal değerler peşinde koşan umarsız insanımız var, ne egemenliği tümüyle başka dillere kaptırmış zavallı dilimiz. Ne hızla artan üniversite bitirmiş işsizlerimiz edebiyatın konusu, ne sarsılan, büyük şehirlerde kaybolmuş aileler, ne içinde boğulduğumuz ekonomik, sosyal açmazlar, ne bitmeyen terör, ne kabus gibi çöken ama buhar gibi yok olan domuz gribi, kuş gribi, korona örneği belli ki temelinde küresel sermayenin, ilaç şirketlerinin dolapları da olan salgınlar… Anlatmaya değecek aşklar bile konumuz değil. Batı neyi buyuruyorsa, tıpkı Tanzimat edebiyatı gibi onu yazıyoruz, uyarlamalarını ya da taklitlerini üretiyoruz. Artık çok az kitap bizim öykümüzü anlatıyor. Bir kültür kopukluğu yaşıyor edebiyat, edebiyatçı, tabi toplum da… Şimdi bizden izler taşıyan, bizi konu alan, sığınacağımız, dersler çıkaracağımız, ruhumuzu yükseltecek, bizi olduracak kitaplarımız da yok. Peki, bu karmaşada yenidünyayı ve o büyük ütopyayı kim kuracak? Şimdi, soğan bilmem ne, patates bilmem ne, emekli maaşı şu.. , toplumun geniş kesimleri açlık sınırında yaşarken, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Demeyin... Bu toplumun bilicileri, kâhinleri olan, geçmişin değerlerini yeni kuşak insana aktaran yazarımız, şairimiz suskun ya da ezbere talim ediyor. Oysa geleceği kuracak insan modelinin ruh anahtarları tarih içinde hep onların elinde oldu. Geçmişi ve günü aktaran, geleceği ve karşı koyma yolları gösteren, küreselleşme karşısında ezilmeden kendi olarak kalacak insan tipini önerecek, yaratacak edebiyatımız bu mu olacak? Hangi Kültür, Hangi Edebiyat bize ruh atölyesi olacak, yol gösterecek? * 20.12.2023

  • İŞTE MUSTAFA KEMAL...

    -ATATÜRK ve Fahrettin ALTAY - "SİZE KISACA Mustafa KEMAL'i ANLATACAĞIM.." Tarih 30 Ağustos 1968. Afyon Lisesi öğretmeni Sabri Tanrıkut, öğretmen arkadaşlarıyla törene katıldı. Konuşmacılardan birisi kurtuluş savaşımızın süvari kolordu komutanı Fahrettin Altay Paşa’ydı. Bir albay, Paşa’nın koluna girdi. Kürsüye çıkmasına yardımcı oldu. Konuşma süresince de elinde bir şemsiye ile O’nu güneşten korudu. Fahrettin Altay Paşa konuşmasına şöyle başladı: “Bana Mustafa Kemal’i anlatır mısınız? dediler. Ben de memnuniyetle kabul ettim ve geldim. Ancak anlatımım kısa olacak. Size 26 Ağustos 1922 sabahı taarruz anındaki bir olayı aktaracağım. Bu şekilde Mustafa Kemal’i anlatmış olacağım.” Paşanın, Mustafa Kemal’i nasıl anlatacağını herkes merak etti. Önündeki bardaktan bir yudum su içti ve konuşmasını, sonradan avukatlığa başlayan Sabri Tanrıkut’un tuttuğu nota göre şöyle sürdürdü: EMRİNİ BEKLİYORDUK “Planlandığı şekilde 26 Ağustos 1922 sabahı saat 05.00’te başta Mustafa Kemal olmak üzere İsmet Paşa, Fevzi Çakmak, Nurettin Paşa, ben ve diğer komutanlar, ordu karargahı olarak Afyon Kocatepe’deydik. Plan gereği taarruz, önce top atışlarıyla başladı. Bu bir baskındı. (20) dakika sürdü. Ardından ‘Tahrip’ atışları yapıldı. Bu da 10 dakika devam etti. Yunan mevzilerindeki makineli tüfek yuvaları, Yunan topları, tel örgüleri hedef alındı. Komutanlar olarak bizler de top atışlarının sonucunu görmeye çalışıyor, alt kademelere iletmek üzere Mustafa Kemal’in emrini bekliyorduk. Sonuçta, Yunan mevzilerinde alevlerin yükseldiğini, hedeflerini vurulduğunu, düşmanın mevzilerini terk ederek geri çekilmekte olduğunu gördük. -Fahrettin ALTAY, süvarileriyle- “FIRSATI KAÇIRIYORSUN KEMAL” Mustafa Kemal’e yöneldik. O’nun taarruz ve takip emrini bekliyorduk. Ne var ki O, gözlerini Yunan mevzilerinden ayırmıyor ve geri çekilen Yunan ordusunu izliyordu. Fevzi Çakmak, sessizliği bozdu. ‘Haydi Kemal, düşman kaçıyor, taarruz enirini ver’ dedi. Mustafa Kemal: ‘Dur Abi’ diye cevap verdi. Bir süre sonra Fevzi Çakmak, ‘Kemal, tarihi bir fırsatı kaçırıyorsun, düşman yeni mevzilerine yerleşecek, emrini ver artık’ diye ısrarda bulundu. Mustafa Kemal, yine ‘Dur abi’ dedi. Bir süre daha geçti. Fevzi Çakmak bu kez ‘Allah aşkına Kemal ver şu emri, komutanlar seni bekliyor, yeter artık’ diye sesini yükseltti. Mustafa Kemal yine ‘Dur Abi’ dediği sırada beklenmedik bir olay meydana geldi. İŞTE, MUSTAFA KEMAL... Yunan ordusunun terk ettiği mevzilerde cehennemi patlamalar başladı. Mustafa Kemal’in taarruz ve takip emrini geciktirme sebebi anlaşıldı. Yunan ordusu, geri çekilirken cephe boyunca mevzilere saatli bombalarını yerleştirmiş, askerlerimize tuzak hazırlamışlardı. Mustafa Kemal’in öngörüsü, büyük bir felaketi önlemişti. Taarruzda ısrar eden. Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e sarıldı. ‘Seni bize Allah mı gönderdi Kemal?’ dedi. Müteakiben süngü hücumu ve ileri top atışları emrini aldık. Alt kademelere ilettik. Sonucu biliyorsunuz. "Bana ‘Mustafa Kemal’i anlat’ dediler. İşte Mustafa Kemal budur,” dedi Bir albayın yardımıyla kürsüden indi. Bu yazı daha önce de paylaşıldı.. Ancak tekrar okumak ,o günleri hatırlamak amaçlı yeniden eklendi.... 31/Ağustos/2024... (Alıntıdır) EKLEYEN: Ayşe TEHMEN

  • REBETİKO KOROSU 1 EYLÜL DE İZMİR'DE

    Rebetiko , rebetika, rembetika veya rembetiko, ( Yunanca : ρεμπέτικο) kökeni hakkında değişik varsayımlar mevcuttur. En yakın ihtimal olarak, Yunanistan 'da otoriteye karşı gelen ve esrar tekkelerinde yaşayan topluluklara verilen ad olan "rembet" terimi görülmektedir. Modern  ve arkaik Yunancada  "remvastikos" (düşüncelere sevk eden) terimi ve "geziyorum" anlamına gelen "remvo" veya "remvazo" fiil çekimlerinden türevinin deforme bir hali olduğu da kuvvetle muhtemeldir. Sırpçada  "isyancı" anlamındaki "rebenòk" teriminden geldiği de düşünülmektedir. Dolayısıyla otoriteye boyun eğmeyen anlamı taşımaktadır. "Rebet" teriminin bir anlamının da "safaya düşkün, yarınını dert etmeyen" olduğu da göz önünde bulundurularak, kökeninin olasılıkla rağbet sözcüğünden geldiği de söylenmiştir . Ege müziğinin Türkiye'deki tek korosu olan, Şef Berkant Atılgan  yönetiminde İzmir Rebetiko Korosu , 1 Eylül 2024'te Saat: 21.30'da Anfi Tiyatro / SELÇUK / İZMİR BERKANT ATILGAN, Yunanistan Midilli konseri sonrasında -Ege'de Sivil Hareket Bir Arada Yaşama ve İletişim ile Yunan-Türk Dostluğu kapsamında düzenlenen etkinlikte, Dernek Başkanı Sn. Paris Vounatsis ve Ege Barış ve İletişim Derneği Başkanı Sn. Zeynep Altıok Akatlı da bir konuşma yapmıştı. , - Aşağıda Berkant ATILGAN'ın daha önceki etkinliklerinden kalma bir VİDEO var. İzlemek isterseniz TIKLAYIN. REBETİKO Tarihçe Rebetiko'nun coğrafi bölgesi modern Yunanistan 'dır. Bunun asıl taşıyıcıları özellikle alt tabakadan işsiz güçsüz insanlar ve rebetlerdir. Hapishane ve tekkeler (rebetlerin haşhaş içtikleri meyhaneler) ana çalgısı bağlama ve buzuki olan rebetikoların çalınıp söylendikleri başlıca yerlerdir. Müzikal açıdan bakılırsa bu şarkılar sanat açısından zayıftırlar. Sözlerinin ana teması rebetis'lerin dar sosyal çevreleriyle sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte 19. yüzyıl sonunda başka bir müzik türü ortaya çıktı. Temel olarak Küçük Asya ve özellikle İstanbul ve İzmir kökenli Yunanistan'ın kent merkezlerinde "Kafe Aman" lar ortaya çıktı. Bunlar Yunan kentsoylularının gittiği müzikli kahvelerdi. Kafe Aman'larda çalınan müzik zengin ve sanatsaldı. Rebetisler ilk büyük kent merkezlerinin doğuşuyla ortaya çıkmışlardır. 1900 dolaylarında Gölge Oyunu karakterleri arasına eklendi. 1922 yılı rebetikonun gelişmesinde ve yayılmasında dönüm noktasıdır. Bu tarih Yunanistan'da Küçük Asya Felaketi diye anılacaktır, Türkiye 'de ise Kurtuluş Savaşı 'nın zaferi. Genellikle Yunanistan’ın büyük kent merkezlerine kitleler halinde gelen büyük sığınmacı dalgası, ülkenin toplumsal ve kültürel gerçekliğinde önemli değişiklikler meydana getirdi. Yaşadığı çevreden ayrılmış Rumlar, yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya kaldılar ve rebetlerle aynı toplumsal yaşamı paylaştılar. Çok sayıda sığınmacı kendi enstrüman ve müzikleriyle rebetlere katıldılar. Sığınmacı işadamları rebet müziğinin çalındığı kendi Kafe Aman'larını açtılar. Böylece, hapishane ve tekkelerin dar sınırlarından kurtulan rebet müziği daha geniş toplumsal çevrelerinin duygularını dile getirmeye başladı. *** ÇOK OKUNANLAR SÜPER POSTA: Yayınlandığı ilk bir günde 124 ziyaretçi alan ilk SUPER POSTA oldu.

  • Barışa İhtiyacımız Var

    " Zeynep Altıok Akatlı 29.08.2024 tarihinde BirGün gazetesinde aşağıdaki barış temalı yazısında, b arışa her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu belirtiyor, yukarıdaki resminde yer aldığı Yunanca bir internet sitesindeki İzmir Belediyesiyle Midilli Belediyesinin ortak verdiği bir konser haberinden söz ediyordu. Devamı için tıklayın..." YAZIYI EKLEYEN: Birol ARSLAN Zeynep Altıok Akatlı Birgün Gazetesi 29.08.2024 1 Eylül dünya barış günü bu yıl savaşların gölgesinde kalacak. Dünya savaşın tarifsiz yıkımını ve bebek, çocuk dinlemeden can kıyımını sıradan bir aksiyon filmi tefrika ediliyor gibi izlerken karşılayacağız bu sembolik günü. Barışın savaşmamaktan çok fazlası olduğunu kavrayan çağının bir adım önünde bir liderin, Atamızın ülkemizi işgalden kurtardığı büyük zaferi kutladığımız 30 Ağustos tarihinin hemen ardından, onun en önemli emaneti olan barışa sahip çıkmak için “Yurtta sulh cihanda sulh” şiarını en yüksek sesimizle tekrar etmemiz sadece sembolik bir güne sıkışıp kalmamalı. Bu iki çok önemli tarihin birbirine zıt olduğunu düşünenler olabilir. O gün koşullar gereği düşman olan komşumuz Yunanistan’a karşı kazanılan zafer bizim için elbette kutlanması gereken bağımsızlık günüdür. Ancak bağımsızlık uğruna yitirilen canların, ödenen bedellerin, uzun yıllar bu toprakları paylaşan halkların tüm süreç içinde yaşadığı acıların unutulması bu zaferi gölgeler. Savaşın kazanan tarafı için büyük zafer, kaybeden tarafı içinse büyük kıyım anlamına gelen bu kıymetli bağımsızlığın kazanan ve kaybeden için barındırdığı büyük acıların farkında olmak gelecekte insanlık adına, komşu ve dost halklar adına kazançtır. Atatürk ve Venizelos tarafından bu bilinçle kurulan dostluk bu nedenle tarihi ve benzersizdir. Savaşlara skor olarak bakmayan bu iki liderin tutumu bugün çevremizi kuşatan çatışmaları durdurmak, katliamlara son vermek için ilham olmalı ve çok önemli. Nükleer silahların savaşın bir tarafına “zafer” veya “bağımsızlık” değil üstünlük ve “hegemonya” getirmesi için aralıksız yarattığı vahşet, geleceği sadece kazanan ve kaybeden için değil dünyamız için de karanlığa taşıyacak. Küresel koşulların önümüze getirdiği; savaşlar, yaşam hakkı ihlalleri, yükselen ırkçılık ve faşizm, neo liberal politikaların dayattığı derin yoksulluk ve emek sömürüsü kadar etkilerini orman yangınları, kuraklık ve balık ölümleri gibi örneklerle ağır şekilde hissettiğimiz iklim krizi de güçlü bir barış kavrayışına muhtaç. Bizim ülkemizde ise tüm bu sorunlar katmerli. Dünya barışa yönelik susuzluğu bizim için kuraklıkla mücadele gibi. Barış savunusu vicdani ve insani pratikleri çoktan aşmış cezalandırılmaya hazır olmak gibi bir ön koşulla cesaret ve kararlılıkla sürdürülmesi zorunlu olan mücadele azmi gerektiriyor. Şiddet, barışın karşısına aşılmaz demir bir abide gibi dikiliyor. Katiller tecavüzcüler sokak başlarını tutmuş kuş, kedi, köpek, kadın ve çocuk ayırmadan can alıyor. Mecliste onları özgürleştiren şiddet yasaları kan dökerek, kendinden geçmiş arsız güruhun taşkın kutlamalarıyla “Yeni Türkiye Anayasası”na dönüşüyor. Barış için didinenler o yasalarla tutsak. İşkence görüyorlar. Savaştan kaçan “din kardeşlerimiz” ikiyüzlü mümin dostları tarafından Ege denizinde bir yakadan diğerine hücum botların paslaşmalarıyla süpürülmüyorlarsa sığındıkları dost ülkede dövülüyor, ateşe veriliyor, en iyi ihtimalle sürünüyorlar. Eğer hukukun ihlal edilmeden uygulandığı diğer yakadalarsa bir mülteci kampının dikenli tel örgüleri arasında dünyanın en güzel mavisine yüzme hakkı olmadan kızgın konteyner’lerin pencere denemeyecek aralıklarından bakıyorlar. Barış tarifi artık bir okyanus kadar engin, barışın kendisi okyanusun kara deliğinde tutsak. Barış çağrısı yapanlar “terörist” yaftasıyla nefret dilinden hatta teşvik edilen o şiddetten nasibini alıyor. Yurtta barışın özeti bu. Dünyada barış bu yurttan komşulara ve onların komşularına verilecek mesajlarla filizlenebilirse yarınlar uyuşturulmuş z kuşağının olacak. Geçtiğimiz hafta Ege Barış ve İletişim Derneği’nin karşı yakadaki dost ve kardeş derneği Siniparksi’nin “bir arada varoluş” etkinliği için Midilli’de üç gün geçirdim. Bir arada yaşam için ve iki halkın kadim kültürel ortaklığını yeni dayanışma öyküleriyle güçlendirmek için sürdürdüğümüz çalışmaların bu seneki durağı 2016’dan beri adada, Suriye, Afganistan, Nijerya, Kongo gibi ülkelerden gelen sayısız sığınmacının; dönemsel politikaların belirlediği tecrit dozuna göre hareket edebildiği Kara Tepe mülteci kampı oldu. Özlediğimiz dünya için ön koşul olan barışın vatansız kalmış küçük kalplerde yeşermesine katkı sağlamak amacıyla Siniparksi’nin çağırıcı ve ev sahibi olduğu ekinlikte İzmir Büyükşehir Belediye Başkanımız Cemil Tugay’ın desteğiyle belediyemiz yayınları arasında bulunan çocuk kitaplarını kamp kütüphanesine armağan ettik. Siniparksi başkanı dostum Paris Vounatsis ile kampı ziyaretimiz hüzünlü ama bir o kadar umut verici oldu benim için. Akşam restore edilerek bir kültür merkezine dönüşen ‘Çarşı Hamamı’nda geçmişimizin acılarını belleğimize taşırken geleceğe birlikte umut üretmemizi sağlayan Rebetiko kültürünün dokunaklı, koyu şarkılarının yanına çift dilli türkülerimizi koyan İzmir Rebetiko Topluluğu’nun konserinde el eleydik. Belediye Başkanımız Cemil Tugay gönderdiği mesajda barışı kuşaklara aktarmayı görev bilen siyasi bir anlayış için çağrıda bulunurken bu bakış açısını içselleştiren siyasetçi ve yerel yöneticilerin çoğalmasının önemine de değindi. Böyle örnek bir dayanışma bilincinin sürekliliği için de öncü tutum sergiledi. “Sizleri, Ege Denizi’nin iki kıyısında atan tek yürekle, kardeşlik duygusuyla selamlıyorum. Türk ve Yunan halklarının paylaştığı bu duyguya, tüm dünyanın ihtiyacı var çünkü ne yazık ki dünyamızı halen barış değil, savaşlar şekillendiriyor. (…) Ege Denizi, bizleri birleştiren denizdir. Umuyorum ki kurduğumuz barış iletişimi, tüm dünyaya örnek olsun” sözleri Türk ve Yunan katılımcıların alkışlarıyla barışa nakış oldu. Acıların ortaklığı ve yaşanmışlıkların öğrettikleri üzerine düşünürken bir kaç hafta önce İkaria adasında dinlediğim adalı bir topluluğu anımsadım. Aman Makam adlı bu müzik topluluğu; iki ud, bir kanun ve vurmalı sazlar eşliğinde, inançları, kökenleri nedeniyle vatanından koparılarak sürgün edilen Ege halklarının özlemleri, hasretleri, kederleri, sevdalarıyla Symirna’da doğan özgün rebet müziğinin ezgilerini seslendiriyor. Onları dinlerken bir kez daha düşündüm kim İlyas kim Yorgos? Kim Katherina kim Cevriye? Yanıt çok net aslında. Biziz onlar. Bu ezgiyi duyup gözüne yaş, gönlüne tarifi dilleri aşan duygular dolanlar. DERLEME: EKLEYEN: Birol ARSLAN KAYNAK : BirGün Gazetesi ve YUNANCA ŞU HABER

  • Anlarsın

    Fuat ÖZGEN * Yerine koyarsan kendini Karşındakini anlarsın Bakmasını bilirsen Gözden anlarsın Dinlemeyi öğrendiysen Sözden anlarsın Biraz arif isen Özden anlarsın Aç kalırsan eğer Aç halinden anlarsın Hayvanları gözlersen Duyarlılıklarını anlarsın Sazla ilgiliysen Telden anlarsın Sanatı izlersen Zevkten anlarsın An'ların değerini bilirsen Yaşamın anlamını anlarsın

  • 30 Ağustos Zafer Bayramı

    Bayramınız Kutlu Olsun! * 102. Yılında Her Yönüyle 30 Ağustos * 1. 2024'te Zafer Bayramının Kaçıncı Yılı Atatürk'ün bizzat yönettiği Dumlupınar ya da Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla anılan, 26 Ağustos 1922’de başlayan 30 Ağustos 1922 gününe kadar beş gün beş gece devam eden Büyük Taarruz, 9 Eylülde düşmanın İzmir'den denize dökülmesi ve Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. 2024'de Zafer Bayramı'nın 102. yılı kutlanacak. 2. Anlamı ve Önemi Planlaması bizzat Atatürk tarafından yapılan bu büyük harekatın ayrıntılarından Ata'nın çok yakınları dahil kimsenin haberi yoktur. Atatürk'ün başkomutan olarak yer alacağı özgürlük mücadelesinin sonucunda, işgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk kez 1924 yılında Afyon'da Başkumandan Zaferi adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye'de 1926'dan beri Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır. Hava Kuvvetlerinin ülke savunmasında önemli bir yeri olduğunun kanıtlandığı bu savaş nedeniyle, Tayyare Cemiyeti de 30 Ağustos tarihini "Tayyare Bayramı" olarak adlandırmıştır. 3. 30 Ağustos Zaferi Hazırlık Taarruzun planlaması büyük bir gizlilik ve titizlik içinde yapılmıştır. Taarruzun zamanından Gazi Mustafa Kemal Paşa ve yanındaki bir iki yakın mesai arkadaşından başka kimse haberdar olmamıştır. Büyük Taarruz öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden dördüncü defa olmak üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutan unvanı verilmiştir. 30 Ağustos’ta Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanan Büyük Taarruz ve sonunda elde edilen zafer gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gerek basında, gerekse halk arasında büyük sevinçle karşılanmış, orduya ve ordunun Başkomutanına başarılarından dolayı tebrik telgrafları gelmiştir. 4. İlk Kutlama Zaferden iki yıl sonra 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Büyük Zafer’in Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da katıldığı bir törenle hem zafer kutlanmış hem de şehitler anılmıştır. Çal köyünde gerçekleşen ilk törende Atatürk, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve Meçhul Asker Abidesi 'nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber atmıştır. Bu törenden iki yıl sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir kanun çıkarılarak 30 Ağustos’un ordunun bayramı olduğu belirlenmiştir. 5. 30 Ağustos Öncesi Durum 1 Yıl önce gene Ağustos ayında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra kamuoyunda ve TBMM’de taarruz için sabırsızlıklar baş göstermiştir. Bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisinin -gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara “ Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür. ” diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlamıştır. 6. Zirve Savaşı 1922 yılının haziran ayı ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçme kararını almıştır. Asıl amaç; yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktır. Büyük Taarruz ve bu taarruzu taçlandıran Başkomutan Meydan Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son safhasını ve zirvesini teşkil etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 3 yıl 4 aylık süreçte Türk milletini ve ordusunu adım adım hedefe taşımıştır. 7. Yunan Konuşlanması Batı Anadolu’yu Türk ordusuna karşı savunmayı planlayan Yunan ordusu; Gemlik Körfezi’nden Bilecik, Eskişehir ve Afyon doğusu ile Menderes Nehri’ni takiben Ege Denizi’ne dayanan savunma hattını bir yıla yakın bir süre ile tahkim etmiştir. Özellikle Eskişehir ve Afyon bölgeleri gerek tahkimat gerekse birlik miktarı bakımından daha kuvvetli tutulmuş, hatta Afyon’un güneybatısındaki bölge birbiri gerisinde beş savunma hattı şeklinde tertiplenmiştir. 8. Taarruz Planı Hazırlanan Türk taarruz planına göre 1’inci Ordu kuvvetleri, Afyon’un güneybatısından kuzeye doğru taarruza geçtiğinde Afyon’un doğusu ve kuzeyinde bulunan 2’nci Ordu kuvvetleri de taarruzla kesin sonuç almak istediğimiz 1’inci Ordu bölgesine düşmanın kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını kendi üzerine çekmeye çalışacaktır. Süvari Kolordusu da Ahır Dağları’ndan aşarak düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek düşmanın İzmir’le telgraf ve demir yolu irtibatını kesecektir. Baskın prensibi ile Yunan ordusunun imhasının gerçekleşmesi düşünülmüştür. 9. İki Ordu İki ordunun insan ve tüfek yönünden aşağı yukarı birbirine denk olmasına karşın makineli tüfek, top, uçak ve özellikle motorlu araçlar yönünden üstünlük Yunan ordusundaydı. Yalnız süvari (kılıç) olarak Türk ordusu üstünlüğe sahipti. Bir taarruz ve özellikle de takip harekâtında tank ve motorlu araçların bulunmadığı o zamanki savaşlarda, süvarinin oynayacağı rolün çok önemli olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos 1922’de Ankara’dan Akşehir’e giderek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini vermiştir. 10. Büyük Taarruz Piyadeler, sabah 06.00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe’yi ele geçirmiştir. Bundan sonra saat 09.00’da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlenmiştir. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1’inci Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar on beş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirmiştir. 5’inci Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulunmuş, 2’nci Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürmüştür. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçmiş, bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insanüstü çabalarla gerçekleştirilmiştir. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuş, Başkomutanlık Karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhı Afyon’a taşınmıştır. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri başarılı geçen taarruz harekâtı, düşmanın 5’inci Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlanmıştır. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli bulmuşlardır. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar almışlar ve karar süratli ve düzenli bir şekilde uygulanmıştır. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Esir düşen Yunan üst düzey askeri erkan- Büyük Tarruz’un son safhası Türk askerî tarihine Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir. 11. “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” 30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe’den idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmiştir. Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edilmiş, kalan bölümü ise üç grup halinde çekilmiştir. Bu durum karşısında Çalköy’de yıkık bir evin avlusu içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu takip etmesi için Türk ordusuna o tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermiştir. Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edilmiş; 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur. 12. Şimdi Orda Bir Anıt ve Şehitlik Var DERLEME: Aycan AYTORE

  • SİVAS KONGRESİ

    Niyazi UYAR * (4-7 Eylül 1919) Sivas adı, Pir Sultan Abdal’la özdeştir, bir de aşıklar şehri olması açısından kıymetlidir benim için. Ona sebep gitmesem de görmesem de gönülden severim. Sivas’ın bugünkü vaziyeti her ne kadar da onun tarihten getirdiği misyona aykırı olsa da. Osmanlı'nın Anadolu’da Türkmenlere karşı başlattığı mezhepsel baskıya, asimilasyona, Pir Sultan Abdal’ın karşı çıkması, baskıya, zulme isyan etmesi, ezilenden yana saf tutması, Pir Sultan Abdal adının efsaneleşmesinin en önemli nişanesidir. Orta Asya’dan, Horasan’dan gelen Türkmenler, Türkçe’nin yaşamasında, yeşermesinde inkar edilemeyecek bir görev üstlenmişlerdir. Önemliden çok öte kutsaldır dilimize koydukları katkı açısından. Karar Orijinal Metin Görseli: Bugün Sivas’ın vaziyeti, insanları diri diri yakması bu tarihi şehrin tarihine kara, kapkara bir leke olarak geçmiştir. 2 Temmuz 1993 de Madımak’ta 34 aydının yakılması bir vahşettir. Dilerim, Sivas halkı, Kurtuluş Savaşı günlerindeki Sivas Kongresi ruhuna geri döner. Sivas ile ilgili yaptığım girizgahtan sonra asıl maksada geleyim: 4- 7 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresi’dir, bu yazıyı yazma amacım. İşgali sonlandırmak, ulusa bağımsızlığını kazandırmak için Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, Padişah ve avenesinden umudunu kesmiştir. Padişah, Payitaht’la yetinerek yurt topraklarının işgal edilmesinden, ordusunun dağıtılmasından, askerlerin silahlarının elinden alınmasından, maliyesine işgal kuvvetlerinin çökmesinden rahatsız olmamıştır. Olsaydı, Padişah Vahidettin düşmanı yurttan kovmak için mücadele eden Mustafa Kemal'in idam fermanını imzalar mıydı? İşte kurtuluşa giden yolda, Sivas önemli bir buluşma yeridir. Sivas, “saltanatın, bir aymazlık içinde olduğunun tespitini aldığı kararlarla ortaya koyan Amasya Genelgesinin temel ruhu olan, “milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır,” ilkesini düstur edinmesidir. Amasya Genelgesiyle, Sivas’ta bir kongre yapılmasının kararının alınması... 23 Temmuz 7 Ağustos 1919 tarihlerinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi’nin delege yapısı ve aldığı kararlar mahalli olsa da kurtuluş mücadelesinin yönünü belirlemesi açısından kıymetlidir. Hele tam bağımsızlığın nüvesi olan “ manda ve himaye kabul olunamaz,” kararı, yarınlarda kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline ilk harcı koymaktır. Erzurum Kongresi’nde oluşturulan Heyet i Temsiliye, (temsil heyeti) üyeleriyle yurdun diğer yerlerinden katılan üyelerin katılımı ve aldığı kararlar bakımından ulusal bir kongredir. Öte yandan Sivas Kongresi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk kurultayı olarak kabul edilir ki, fevkalade önemlidir. (Cumhuriyet Halk Partisi "Rumeli ve Anadolu Müdafa i Hukuk Cemiyetlerinin birleşmesi kurulan, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı zafere götüren liderlerin kurduğu bir partidir.) Bu kongrede alınan en önemli kararlardan biri de İrade i Milliye adlı bir gazetenin çıkarılma kararının alınmasaı, halkın haber hakkı almasının değerini ortaya koyması her şeyin çok planlı bir şekilde yapılması manasına gelir.   Sivas Kongresinin Önemi: 1 -Kongreler dönemi kapandı. 2- Misak-ı Milli esasları belirlendi. 3- Heyet-i Temsiliye bütün vatanı temsil eder hale geldi. 4- Milli birlik ve beraberlik büyük oranda sağlandı. 5- Ulusal örgütlenme tüm vatanı kapsadı. 6- Gücünü halktan alan yeni bir otorite ortaya çıktı. 7- Mustafa Kemal lider olarak benimsendi. 8- Erzurum Kongresi kararları ulusallaştı. 9- Mondros Mütarekesi reddedildi. 10- Sivas Kongresi milleti temsil eden tek kurul oldu. 11- Tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkeleri temel prensip olarak kabul edildi. 12- Mandacılık kesin olarak reddedildi. 13- Kuva-yı Milliye cepheleri arasında kumanda bir­liği sağlandı. Sivas Kongresinde Alınan Kararlar: 1- Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz. 2.- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekûn kendisini savunacak ve direnecektir. 3- İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. 4- Kuvay-ı Milliye’yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır. 5.- Manda ve himaye kabul edilemez. 6.- Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan’ın derhal toplanması mecburidir. 7.- Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında genel bir teşkilat olarak birleştirilmiştir. 8- Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir. Sivas Kongresi Temsil Heyeti'ni, Erzurum Kongresi’nde seçilmiş olanlar, Heyet-i Temsiliye tarafından seçilmiş olanlar ve Sivas Kongresi’nde seçilenler oluşturuyordu. Temsil Heyeti 16 kişiden oluşmaktaydı. Oluşturulan yeni Temsil Heyeti'nin başına Mustafa Kemal getirildi.      Ulusal Kurtuluş Savaşı tarihin kavşak noktalarından biri hiç şüphesiz Sivas Kongresidir. 105. yılında başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün üyelere minettarım, anıları önünde saygı ile eğiliyorum; ruhları şad olsun!

  • MASKO

    Yusuf AKSOY * Şefaatli'ye geldiğim sabah, önde anne, arkasında iki minicik yavrusu koşarak bizim bahçeye geldi. Bana kafasını kaldırıp baktı. Ben olacakları tahmin ettim. Bu bakış; bir devrimciye güvenen bir bakıştı. Anne iki minik yavruyu da bırakıp gitti. Hemen her gün iki yavrusunu görmeye geliyordu. Demek ki emin ellerde olduğunu biliyor, özlüyordu da. Diğer yavru mama saatlerinde geliyor ve sonra annesinin yanına gidiyordu. Ya da ben öyle sanıyordum, belki de özgürlük tutkusunun peşindeydi. Adını önce maskeli koyduğum, sonra Masko diye seslendiğim minik biraz mülkiyetçi çıktı ve beni sahiplendi. Temmuz, Ağustos ayları boyunca çok iyi birer dost olduk. Yapmadığı şebeklik kalmadı. Şefaatli'den İzmir' e dönme vakti gelince sevgisini esirgemeyecek yeni dostlar aramaya başladım. Son iki gece de üzüntüden uyuyamadım. Yakın olsa İzmir'de iki can kedimize Nohut ve Hamur'umuza üçüncü bir kardeş sürprizi yapacaktım. Çok uzun yolda yıpranmasına gönlüm razı olmadı. Memlekete geldikçe yine buluşuruz, diye kendimi teselli etmeye çalıştım. Son dakika mutlu olabileceğine inandığım merhametli bir aileye teslim ettim. Sevindim, ancak katıyla da üzüldüm. Maskom, ben ve dostlarım hep sizin yanınızda olacağız. Zalimlere, faşist canilere karşı sizlerin hayatını savunacağız. Sizin canınız bizim canımız çünkü. Sevgiyle kal minik kalbim ...❤️

  • Selvi Boylum Al Yazmalım

    Zeliha AYDOĞMUŞ * ''Sevgi neydi? Coşkun akan dere Sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar Cama vurup dağılan yağmur damlaları Bir yürek çarpıntısı! Sonunda coşkun dere durulur Yapraklar kurur dökülür yağmur diner güneş çıkardı... sevgi neydi? sevgi sahip çıkan dost, sıcak insan eli insan emeğiydi sevgi iyilikti SEVGİ EMEKTİ...'' -Filmin Öyküsünün yazarı Cengiz Aytmatov ve iki ünlü oyuncumuz K. İnanır ve T. Şoray- İşte böyle demişti Asya, yani Selvi Boylum Al Yazmalım filmindeki Asya karakterine can veren Türkan Şoray. İzlemeyen yok gibidir, hele bizim neslin çok iyi bildiği ''SEVGİ EMEKTİR'' sözünün mimarı, 1970 yılında yayımlanan CENGİZ AYTMATOV'un kaleme aldığı öykü, senaryosunu Ali Özgentürk'ün yazdığı, sinemaya uyarlanan ''SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM'' isimli bu eserdir... Bense bu konuda; SEVGİNİN insan bedeni gibi bir bütün olduğunu, emek, vefa, sadakat, saygı ve bunlara benzer pek çok değerin kimyasının olmazsa olmazı, var eden ve yaşatan organları gibi olduğunu düşünmüşümdür hep. Belki de sevgi ''güneştir'', ''ilkbahar güneşi''; yakıp kavurmayan, lakin hiç olmadığı kadar şefkatli ve insan olmaya özgü duygular bakımında pek doğurgan. 1977 yılında çekimleri tamamlanan ve 1978 yılında seyircisi ile buluşan Türk sinemasının başyapıtlarından olan ''SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM'', gerek oyuncularının dönemin en ünlü oyuncularından oluşuyor olmasıyla, gerekse film ekibi üyelerinin başarılı bir çalışma yürütmesi ile öykünün ününe ün katmıştır, Türkiye'deki bilinirliğini hat safhaya ulaştırmıştır. Hemen hemen izleyen herkesi kolayca tesiri altına alan başyapıtlardan biri olan, ''Selvi Boylum Al Yazmalım'' filminin kadın başrol oyuncusu Türkan Şoray, Cengiz Aytmatov ile tanışmasını şöyle anlatır: ''Bu filmle Taşkent Film Festivali’ne katıldığımızda inanılmaz bir ilgi gördü. Daha sonra film, Kırgızistan'da da gösterildi. Cengiz Aytmatov Kırgızistan'daki gösterimi izleyenler arasındaydı. Filmi çok beğenen Aytmatov film ekibini evinde ağırlayarak kımız ikram etti.'' Cengiz Aytmatov ilerleyen günlerde de Türkiye'den gelen film ekibini Tien-Şan Dağlarında kurdurduğu otağda ağırlamaya devam etmiştir. Öykünün kahramanlarının inanılmaz derecede güzel canlandırılması dünyaca yazarı Aytmatov'u çok etkilemiştir. Eserin daha önce Sovyetler Birliği döneminde de çekilmiş olduğunu dile getiren ünlü yazar, filmin Türkiye uyarlamasının çok daha memnuniyet verici olduğunu ifade etmiştir. Cengiz Aytmatov gibi büyük bir yazarın beğenisini almak, onu memnun etmek film ekibini de çok mutlu etmiştir. Kitabın ilk baskılarında adı "Kırmızı Eşarp" olarak basılırken daha sonraki baskılarında "Selvi Boylum Al Yazmalım" olarak değiştirilmiştir. Aynı zamanda filmin başrol oyuncusu Türkan Şoray, kitabın adının değişmesinde filmin etkili olduğunu düşünenlerdendir. Aytmatov'un Selvi Boylum Al Yazmalım isimli kitabını senaryolaştıran Ali Özgentürk'ün, Türk Sinemasının başyapıtlarından biri olma özelliğini taşıyan bu filmin senaryosu ile birlikte, sayısı yüzü bulan eserinin telif hakkını Darüşşafaka'ya bağışlayarak maddi olanaksızlığı olan, öksüz ve yetim kalmış çocukların eğitimine hatırı sayılır bir katkıda bulunmuştur. Evet yine değişen bir şey yok, filmin sonu geldiğinde pek çok kişi ve her izleyişimde olduğu gibi, yanaklarımda yine içli içli akan gözyaşlarımın sızısını ağırladım. Düşünmeden edemiyorum; kendimizi "al yazmalı"nın yerine koysak ne yapardık, yani filmin sonu böyle mi biterdi yine, ya da doğru olan bu mudur gerçekten! Bir de bu filmin devamı niteliğinde bir film çekilseydi, İlyas cephesinde yaşamak nasıl bir yaşamak olurdu! Yaşanan tatsız olaylarda, bilinçli bilinçsiz fark etmeksizin, kimsenin yüzde yüz haklı ya da yüzde yüz haksız olmadığı gibi, yüzde yüz iyi ve yüzde yüz kötü demeyip, yargısız infazda bulunmamak, insanları yaftalamamak en doğru davranış olacaktır belki... -Filmi İZLEMEK İÇİN VİDEOYA TIKLAYIN- * YÖNETMEN : Atıf YILMAZ SENARYO : Ali ÖZGENTÜRK ÖYKÜ : Cengiz AYTMATOV FİLM MÜZİĞİ BESTE : Cahit BERKAY BAŞROL OYUNCULARI: Türkan ŞORAY, Kadir İNANIR, Elif İNCİ, Ahmet MEKİN / İYİ SEYİRLER. ekleyen: Zeliha AYDOĞMUŞ ÇOK OKUNANLAR 10.06.2020 Film Duyurusu maviADA SAYFASINDA ZİYARETÇİ SAYISI 563 , BEĞENİ 1 , YORUM YOK , İNTERNET Raporunda 680 ziyaretçi sayısı...

  • Ressam İbrahim Balaban

    Nurten B. AKSOY 1921 yılında Bursa-Seçköy, Osmangazi'de dünyaya gelen İbrahim Balaban doğduğu köyün 3 yıllık okulunda eğitim görür. 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken Hint keneviri yetiştirmek suçundan cezaevine girer ve avunmak için resim çizmeye başlar. Resimlerini zeytinyağına batırdığı renkli kalemlerle yapar. Altı ay hapis ve 16,000 lira da para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince, üç yıl daha hasse mahkûm olur. Cezasının bitmesine az bir zaman kala dört mahkûmun saldırısına uğrayan Balaban, cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürür ve yeniden cezaevine girer. 1942 ile 1944 ve 1947 ile 1950 yılları arasını Bursa Cezaevinde geçirir, Cezaevindeyken önce babasının cinayete kurban gittiğini; daha sonra doğumda karısının ve çocuğunun ölüm haberlerini alır. Balaban, Bursa Cezaevinde kendisinden 20 yaş büyük olan Nâzım Hikmet'le tanışır. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıkar ve gelişir. Nâzım Hikmet, Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istemektedir. İbrahim Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi-politik konularında pratik bilgiler edinerek kendini yetiştirir. Ressam, yedi yıl süren Nâzım Hikmetli günlerini ileriki yıllarda yazdığı Şair Baba ve Damdakiler kitabında anlatır. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahneye konan "Aslolan Hayattır" adlı tiyatro oyununda ve "Mavi Gözlü Dev-Nâzım Hikmet" adlı sinema filminde (Yönetmen: Biket İlhan) bu kitaptan alıntılar vardır. Ayrıca sanatçının kitabı yazar Haldun Çubukçu tarafından oyunlaştırılır ve 2011 yılında Ankara Devlet Tiyatrosunda sahnelenir. Balaban, Sanat, yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar. (Yani sanatsal biçimini oluşturur.) kuramını ortaya koymuş ve sanatını bu kuram üzerine oturmuştur. İlk sergisini 1953'te İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezinde açar. Sonraki yıllarda hem Türkiye'de, hem de yurtdışında pek çok sergi açan İbrahim Balaban, 1961'de Yeni Dal Grubu sergisindeki bir tablosundan dolayı yargılansa da aklanır .Yine 1968'de Gazi Dergisi'nde basılan bir tablosundan dolayı yargılanır; ondan da aklanır. 1969’da Adana’da sergilediği resimleri saldırıya uğrar. Resim eleştirmenleri kendisini "Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten ressam" olarak tanımlarlar. Balaban, sanat hayatını Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük gibi dönemlere ayırır. Önceleri köy yaşamının yoksulluğunu, köylü üretim araçlarını resmeden sanatçı, giderek destanlara, halk inançlarına, kahramanlarına, söylencelere, mitolojiye uzanır. Sonraları kente göçü, kentteki yaşam ve demokrasi mücadelesini ele alır. Son dönemde Anadolu Erenleri ve Bereket Anaları'nı resimler. Bugüne kadar iki binden fazla tablo ve bunun birkaç katı desen üreten Balaban aynı zamanda yazar olup, yayınlanmış 11 adet kitabı bulunmaktadır. Ressam, son olarak desen çalışmalarını 2005'te İstanbul'da sergiler. Bu desenler Balaban-Yaşamın Çizgileri / Desenler (Remzi Oğuz Yılmaz) kitabında toplanmıştır. Bugüne kadar iki binden fazla tablo ve bunun birkaç katı desen üreten Balaban aynı zamanda yazar olup, yayınlanmış 11 adet kitabı bulunmaktadır. Ressam, son olarak desen çalışmalarını 2005'te İstanbul'da sergiler. Bu desenler Balaban-Yaşamın Çizgileri / Desenler (Remzi Oğuz Yılmaz) kitabında toplanmıştır. Hapiste birlikte yattığı Nâzım Hikmet, onun "Bahar" adlı tablosundan etkilenerek "İbrahim Balaban'ın Bahar Tablosu Üstüne" adlı şiiri yazar. Ayrıca "Mapushane Kapısı" ve "Harman" tabloları için de birer şiir yazmıştır. Mart 2008 de vizyona giren Reis Çelik'in yönetmenliğini yaptığı "mülteci" filminde "Bülbül hoca" rolüyle yer alan sanatçının ikinci evliliğinden iki erkek, bir kız çocuğu ve beş torunu vardır. 1955 doğumlu oğlu Hasan Nazım Balaban da babası gibi ressamdır. Bunca sıkıntılı yaşamına rağmen sürekli üreten ve hayata kafa tutan sanatçı 9 Haziran 2019'da İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede 98 yaşında vefat eder... Saygıyla anıyoruz... BALABAN’IN BAHAR TABLOSU ÜSTÜNE İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın İşte şafak vakti Mayıs ayındayız İşte aydınlık: Akıllı, cesur, taze, diri, insafsız… İşte bulut: Kaymak gibi lüle lüle İşte dağlar: Hem de mavi, hem de serin İşte sabah seyranı tilkilerin Uzun kuyruklarında ışık, Sivri burunlarında telaşları. İşte seyreyle gözüm: İşte karınları aç, tüyleri diken, ağzı kırmızı İşte dağ başında kurdun biri. Kendi içinde duymadın mı sen Aç kurdun öfkesini sabah vakitleri? İşte seyreyle gözüm: Kelebekler, arılar… İşte kıvıl kıvıl devranı balıkların İşte bir leylek Mısır'dan yeni gelmiş. İşte bir geyik; daha güzel bir dünyanın hayvanı. İşte seyreyle gözüm; İnin önünde ayı, uyku sersemi henüz Sen aklından geçirmedin mi hiç? Toprağı koklayarak, ayılar gibi dalgın yaşamayı Bala, armuda, yosunlu loşluğa yakın, İnsanın sesinden, ateşten uzak. İşte seyreyle gözüm: sincaplar, tavşanlar, İşte kertenkele, işte tosbağa, İşte üzüm gözlü eşeğimiz, bir ağaç pırıl pırıl Güzellikte insana en çok benzeyen İşte çayır çimen: Girin içine çıplak ayaklarım. İşte kokla burnum: Labadalar, ebe gömeçleri. Ellerim ellerini, dokunun, okşayın, avuçlayın, İşte anamın sütü, karımın eti, gülüşü çocuğumun. İşte sürülen toprak. İşte İnsan: dağın taşın, kurdun, kuşun efendisi. İşte çırakları, işte poturunda yamalar İşte karabasan. İşte sağrılarında kederli, korkunç oyuklarında öküzleri. On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi Umudunu Balaban. İşte Seçköy’den Ali’nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya. NÂZIM HİKMET RAN 14.06.2019

  • MUSTAFA KEMAL PAŞA ÖNDERLİĞE NASIL YÜKSELDİ

    Büyük Taarruz’un 102. Yıldönümü Nedeniyle Zeki Sarıhan * 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başladığında Mustafa Kemal Paşa Başkomutan, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclis Başkanı, yani Millî Kurtuluş Savaşı’nın hem siyasi, hem askerî lideridir. Mustafa Kemal Paşa, liderliği hangi koşullarda, nasıl kazanmıştır? Mustafa Kemal Paşa, çocukluğundan başlayarak liderlik özellikleri taşıyordu. En büyük rakibi Enver Paşa’ydı. Onunla mücadelesinde yenik düştü. Fakat savaştan yenik çıkılıp İttihatçı liderlerin yurttan kaçmaları, hatta Divanıharplerde mahkûm edilmeleri onun önünü açtı. Önce Mütareke başlarında 6 ay bulunduğu İstanbul’da hükümeti ele almak için girişimde bulundu. Hedefi Harbiye Nazırlığı idi. Bu görevi hakkıyla yapacak birisi olduğunda şüphe yoktur. Fakat gerek Padişah gerek hükümetleri kuran İzzet, Ahmet Tevfik ve Damat Ferit Paşalar, ona hükümette yer vermediler. Bunun nedeni, Mustafa Kemal Paşa’nın çok hırslı olduğu ve kendilerini de tasfiye edebileceği konusundaki şüpheleridir. İstanbul’da önüne çıkabilecek bir fırsatı beklemeye başladı. Zayıf bir orduya kumandan atanması önerisini de kabul etmedi. Beklediği fırsat, Dokuzuncu Ordu Birlikleri Müfettişliği olarak karşısına çıktı. Eski bir İttihatçı olduğu halde Enver Paşa ile bilinen rekabeti, Padişaha yakınlığı ve İngilizlerin kendisinden kuşkulanacağı bir harekette bulunmayışı nedeniyle onun bu görevde İngilizlere, Padişah’a ve Hükümete karşı geleceğinden kaygı duymadılar. Müfettişlik bölgesinde Hristiyanlarla Müslümanların kavgasına engel olacak, böylece İtilaf devletlerinin müdahalesine fırsat vermeyecek, Ateşkes şartlarından biri olduğu üzere Türklerin elindeki fazla silahları toplayacak, hatta Doğu Anadolu’da savunma için kurulan şûra yönetimlerini dağıtacaktı! Kendisine verilen görevler bunlardı. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a ulaşır ulaşmaz, Anadolu’da İngilizlerin ve hükümetin sözünün geçmediği bir yerde olduğunu anladı. Türk Kurtuluş Savaşı’nın önderliğine adaylığını koydu. Ona bu cesareti veren, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal etmesiyle milletin nerdeyse topyekûn ayaklanmasıdır. Bu harekete çeki düzen verebileceğini anladı. Gene de ilk raporlarında padişaha saygıyı elinden bırakmayarak zaman kazanmaya çalıştı. İngilizler ve hükümet böyle bir zamanda onun Anadolu’da geniş yetkilerle faaliyet göstermesini kendi politikalarına zararlı gördüler. Onu görevden alan telgrafı görünce kendi istifasını gönderdi. Artık rütbeleri olmadan da milleti çekip çevirebileceğini anlamıştı. Komutanlar ve idarecilerin çoğu onun çevresinde yer aldılar. Almayanların görevlerine son verdi ve İstanbul’dan gönderilenleri geri çevirtti. Sivas Kongresiyle Türkiye’de ikili bir iktidar doğdu. O artık Anadolu isyan hareketinin başındaydı. İstanbul’la bağlantıyı kopartarak yarattığı buhran sonucu Damat Ferit Hükümeti’ni devirdi. O tarihten sonra İstanbul siyasi çevrelerinin de yıldızı oldu. Ancak Anadolu hareketini kabul ettiğini söyleyen hükümetlere de teslim olmadı. Onların İngilizlerle uzlaşıcı yanlarıyla mücadele etti. Kendisini Erzurum milletvekili seçtirdiği halde İstanbul’daki Meclis’e gitmeyerek onu Ankara’dan yönetmeye çalıştı. Bazı felaketler, Mustafa Kemal Paşa’nın yükselmesi ve otoritesinin kesinleşmesi açısından şartlar yaratmış oldu. Bunun ilki İzmir’in işgali ise ikincisi 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalidir. Mustafa Kemal, bu olayı fırsata çevirmesini bilerek Meclis’i Ankara’ya çağırdı ve yeni seçimlerle onu takviye etti. Kuşkusuz bu Meclis’in başkanlığına en yakışan ad o idi. Bu artık adı konulmamış bir cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa da adı “Meclis Başkanı” olan bir cumhurbaşkanı idi. Şimdi yeni bir ordu kurmaya ve işgalcileri yurttan atmaya sıra gelmişti. Uzunca bir süre Çerkez Ethem’le, Demirci Efe ile idare etmek zorunda kaldı. Düzenli orduya ancak 1920’nin sonunda kavuşabildi. Genel bir saldırı için acele etmiyordu. Risk alamazdı. Beklemeyi bildi. Saldırı karşı taraftan geldi. Hâlâ başkomutan değildi. Orduyu cephe komutanlarıyla yönetiyordu. Kütahya-Eskişehir bozgunu üzerine muhalifleri onun başkomutanlığı ele almasını istediler. Çok riskli bir görevdi. İstemeyerek kabul etmekle birlikte olağanüstü yetkiler istedi ve aldı. Bunu orduyu tam hazır hale getirmek için kullandı. 1922 Ağustosuna gelindiğinde saldırı sırasının geldiğine kanaat getirerek 26 Ağustos’ta işgalcilere öldürücü darbeyi vurmayı başardı. Artık ona rakip olacak hiç kimse kalmamış, hakkında destanlar yazılan bir “Halaskâr Gazi” olmuştu. Padişahlık kurumunu resmen de ortadan kaldırabilir, istediği zaman kendisini cumhurbaşkanı ilan ettirebilirdi. Türkiye’nin olağanüstü yetkilerle donanmış “Tek Adam”ı idi. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüştürdü. Tek Adam ve Tek Parti yönetimine itiraz edenleri tasfiye ve mahkûm etmekten çekinmedi. Mustafa Kemal Paşa, Sovyetlerden yardım almak için 1919-22 yıllarında Sovyetlerle yakın ilişki kurdu. Anadolu’da sol rüzgârların estiği dönemde kendisinin de komünist olduğunu söyleyecek kadar Bolşeviklere göz kırptı. Fakat iktidarı komünistlerin ele geçirmesini önlemek için sahte bir komünist partisi kurdurdu. Bu yetmeyince polis ve adliyeyi kullandı. 1920 yılının ikinci evresinde hazırlanan 1921 Anayasası’nda halkçılık vurgusu yaptı. Kürtleri Kurtuluş Savaşına kazanmak için de anayasaya yerel yönetimlerin özerkliğini net bir biçimde yazdırdı. Ancak onun asıl hedefi, İttihat ve Terakki döneminde edindiği Türk milliyetçiliğine dayanan kapitalist kalkınma yolunu uygulamaktı. Savaş yıllarında zorunlu uzlaşı içinde göründüğü muhafazakârlarla, solcularla ve Kürtlerle yollarını tamamen ayırdı. Atatürk’ü Atatürk yapan bağımsızlık Savaşı’nı zafere ulaştırmış olmasıdır. Bu prestijine dayanarak ölünceye kadar devlete yön verdi ve Fransız İhtilali’nin yaydığı pozitivist görüşlere dayanan bir devlet düzenini yürüttü. Ne var ki, onun yasakladığı görüşler ve topluluklar yok olmamıştı. Nitekim, solcular her zaman oldular ve 1960 İhtilalinden sonra su yüzüne çıktılar. Kürtler yeniden örgütlü bir biçimde başlarını uzattılar. Fakat baskılanan güçler içinde toplum içinde tarihsel ve derin kökleri olan İslamcılar ve muhafazakârlar Kemalist sisteme meydan okuyarak iktidarı ele almayı başardılar. Şimdi Türkiye bununla uğraşıyor. (Ayvalık, 26 Ağustos 2024) zekisarihan.com

  • Kutlu Ağustos

    AĞUSTOS Ağustos , Gregoryen Takvimi 'ne göre yılın 8. ayı olup 31 gün çeker. Türkçede bu aya "Harman ayı", "Lobut ayı" da denir. Kimi yerlerde bu ay için "Temmuz" ayı gibi "Orak ayı" dendiği de olur. Augustus Caesar Ağustos adının İngilizce karşılığı olan "August", bir rivayete göre, Roma İmparatoru Caesar Augustus ’ a ithafendir. Bir rivayete göre, Augustus da, tıpkı Julius Caesar ’ın ayı Temmuz gibi (Julius’dan kaynaklanan July: Temmuz) kendi ayının da 31 gün çekmesini istediği için Ağustos ayında 31 gün vardır. Augustus, Cleopatra ’nın öldüğü zamana denk geldiği için, bu ayın, takvimde bulunduğu yere yerleştirilmesini istemiştir. Augustus bu aya adını vermeden önce Ağustos ayı, Mart ayı ile başlayan Roma takviminin altıncı ayı olduğu için, Latince "Sextilis" olarak adlandırılmaktaydı. ANADOLU TARİHİNDE YERİ Her ne kadar Sevr Anlaşması gibi bir anlaşmaya da Ağustos ayında imza atmamız söz konusu olsa da Ağustos ayı,  Anadolu için çoğu görkemli büyük olayların denk geldiği, büyük utkuların kazanıldığı bir ay olacaktır. 26 Ağustos 1071 Anadolu'ya ilk adım attığımız, Alparslan'ın Malazgirt'te Bizans İmparatoru Romen Diyojen'i yendiği tarih olmasıyla önemlidir. Anadolu önce Selçuklu beylikleri, ardından 400 yıl sonra ona bir devlet bütünlüğü veren Osmanlılar eliyle ebediyen yurdumuz olacaktır. 100o Yıl... Yaklaşık sekizyüzelli yıl sonra Anadolu'nun kaderi kararacak, düşman işgali altında inlerken, Atatürk ve silah arkadaşları önce 1921'in 23 Ağustosunda yaklaşık 22 gün süren Sakarya Meydan Savaşıyla düşmanı durdurmayı başaracak, arkasından bizzat Atatürk'ün yönetiminde 26 Ağustos 1922'de Büyük Taaruz ve Başkomutanlık Meydan Savaşıyla ülke düşman elinden kurtarılacaktır. Nazım'a o ünlü dizeleri , KUVVAYİİ MİLLİYE -8. BABı yazdıran ruh hali budur işte; KUTLU AĞUSTOS Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki sayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birden bire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu. Paşalar `üç' dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun kenarına kadar, eğildi durdu. Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı. Büyük Taarruz Nazım Hikmet Ran Malazgirt Savaşı Türkler Selçuklular döneminde Anadolu kapılarına dayanmışlardı. Karşılarındaki Anadolu'nun hakimi Roma'nın devamı olan Doğu Roma İmparatorluğu ya da Bizans vardı. Zaman zaman sınır kavgaları olsa da 2 6 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında geçen Alparslan'ın zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Muharebesi, 'Türklere Anadolu'nun kapılarını açan kesin zafer sağlayan son savaş ' olarak bilinir. 26 Ağustos 1071'de Muş'ta bulunan Malazgirt Ovası'nda Selçuklu Sultanı Alparslan ve Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen karşı karşıya geldi. Diyojen'in 200 bin kişilik ordusuna karşı, Alparslan'ın 50 bin kişilik ordusu vardı. Diyojen, Sultan Alparslan'ın uyguladığı hilal taktiği karşısında daha fazla duramayarak, ağır kayıplar verecektir. Darbe aldıkça zayıflayan Roma ordusu, gruplar halinde savaş meydanını terk etmeye başlar. Yenilen Diyojen, askerleriyle birlikte yaralı vaziyette esir alınır. Bu zaferle birlikte Türklere Anadolu'nun kapıları açılmış olur. Önce beylikler kanalıyla, ardından Fatih zamanında İstanbul'un ve Trabzon'un fethiyle Aanadolu tam olarak bir devlet yurdu haline gelir. Tarihin En Uzun ve Kanlı Meydan Savaşı: Sakarya Zaferi 23 Ağustos 1921 Kütahya Eskişehir Muharebelerinden sonra bir süre duraklayan Yunan ordusu, hazırlıklarını tamamladıktan sonra 23 Ağustos 1921 günü Sakarya Irmağı’nın gerisinde bulunan Türk mevzilerine saldırıya geçtiler.  Taraflar  arasında çok şiddetli çarpışmalar oldu. Yunan saldırıları kıtalarımız tarafından ağır kayıplar verdiriler ek durduruldu. Buna rağmen takviyeli Yunan kuvvetleri önemli mevzilerimizi ele geçirerek Polatlı’ya kadar yaklaştılar. Bazı yerlerde Türk savunma hatları yarıldı, birlikler arasında bağlantı koptu. Yunan taarruzu başarılı bir şekilde gelişti. Türk ordusu yer yer geri çekildi.  Bunun üzerine Başkomutan Mustafa Kemal yeni bir savaş t aktiği ile “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadıkça, terk olunmaz (Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan, bütün vatandır.) Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça bırakılamaz. ”  diyerek vatanın her karış toprağı için savaşmayı emrediyordu Bu emri alan her birlik, her asker , vatan toprağını sonuna kadar savunmaya başladı. Düşman büyük kayıplara uğrayarak saldırı gücünden yoksun kaldı. Ordu tam 22 gün 22 gece savaşarak Yunan ordusunu mağlup etti. 13 Eylül 1921 tarihinde ise Sakarya Irmağı’nın doğusundan Yunan birlikleri uzaklaştırıldı. Sakarya Meydan Muharebesi’nin önemi Ankara’ya doğru ilerlemekte olan Yunan birliklerinin durdurulmasıdır. Aynı zamanda Ankara hükümetine de önemli bir prestij sağladı. Sakarya'da kazanılan savaşın en önemli sonucu 20 Ekim 1921'de Ankara Hükûmeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma oldu. Bu anlaşma ile Fransa Türkiye'ye karşı katı bir politika izleyen İngiltere'den yolunu ayırarak Türkiye ile işbirliği yoluna girmişti. Bu arada İtalyanların da Temmuz 1921'de Antalya bölgesinden çekilerek Yunanistan'a karşı Türk tarafını destekleyen bir tavır almasıyla müttefikler arasındaki anlaşmazlıklar iyice su yüzüne çıktı Büyük Taaruz ve Başkomutanlık Meydan Savaşı 26 Ağustos 1922 Ağustos ayında yaşanan zaferler arasında herhalde en önemli yeri, sonuçları bakımından Büyük Taarruz tutuyor. Anadolu'yu düşman işgalinden kurtarmak için yapılan uzun çalışmalardan sonra 26 Ağustos 1922 tarihinde Mustafa Kemal tarafından saldırı emri verildi. Türk ordusu, Batı Anadolu'da Sakarya gerisinde durdurulmuş Yunan birliklerinin üzerine harekete geçer. Bu saldırı için Ulusal seferberlik ilan edilir ve önemli hazırlıklar yapılır. 30 Ağustos’ta çembere alınan Yunan birlikleri, Dumlupınar mevkiinde bizzat Atatürk'ün yönettiği Başkomutanlık Meydan Savaşında yenilir, dağılarak kaçmaya başlar. Bunun üzerine Mustafa Kemal “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emrini verir ve Türk ordusu İzmir’e doğru yürüyüşe geçer. Bu yürüyüş sonucunda 9 Eylül’de İzmir’e girilecek ve Anadolu’daki Yunan işgalindeki son Anadolu toprağı da kurtarılmış olacaktır. Bu zaferin en büyük önemi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşu için sonucu belirleyen zafer olarak görülmesidir. Savaş bitmişti, sıra artık diplomasi alanındaki zaferlerdeydi. * Derleme: Aycan AYTORE Kaynak: İnternet

  • Zeytin Ağacı

    Roni MARGUİLES * Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar, küçükken daha sen nasıldı bu topraklar, kimler geçer yanından, kimler giderdi? Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni. Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da? Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi? Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler? Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi? Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir, babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini? Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının, düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba ılık bir yel eserken yapraklarının altında? Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar, neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında? Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar? Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar? Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta: “Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi, gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla. Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri. Buradayım ben hâlâ

  • Hatırnaz

    Fadime Y.KAROĞLU * Ah yaz!.. Nazlı bir sevgili gibi Uzaktan  imrenerek Ve dahi sabırla  özleyerek Beklenen yaz! Geldi de geçiyor. Heyhat!..  Yine güze kaldı Mavi mavi buluşmalar. İnsansız, kimsesiz kıyılarda Buruk bir iç hali benimkisi İçtiğim acı kahveye yüklenen Kırk yıllık hatırnaz Yalnızlıklar!

  • Sıcak Bir Yaz Günüydü

    Nail UYAR / Yaklaşık, otuz beş yıldır benimle birlikteydi. Alışmak zorunda kalmıştım kendisiyle yaşamaya. Davetsiz konuk olarak çıkıp geldiği gün, ne diller dökmüştüm kendisine; fakat dinletememiştim. Daha ilk gün, sülük gibi yapışmıştı boğazıma. “Korkma! Boğazını sıkıp öldürmem. Beraber yaşarız; fazla üzmem seni.” demişti. Önceleri hem inanmış, hem de hafife almıştım. Nasıl olsa, günün birinde canı sıkılır, def olur gider diye; ama gitmedi. Ne yapayım? O an çaresizdim. “Canım sağ olsun.” demek zorunda kalmıştım. Keşke demez olaydım! Böyle onursuzluk yapacağını bilsem, der miydim. Baştan işi sıkı tutardım. Yaz kış demedim, yıllarca boğazımın sol alt yanında barındırdım. Kendim ne yiyip içtiysem, ona da aynısını yedirdim, içirdim. Acımı-tatlımı paylaştım. Bu zamana dek, dişe dokunur zarar vermediği için de üstüne gitmedim. Hep idare ettim. Etmez olaydım namussuzu! Zehirli yılan gibi çöreklenmişti boğazımın içine. Oysa, soğuk bir kış gününde, davetsiz misafir olarak çıkıp geldiğinde, çok kalmayacağını, uğrayacağı başka yerleri de olduğunu söylemişti. İnanmıştım. Daha doğrusu inandırmıştı. Hiç unutmuyorum. Yine böyle sıcak bir yaz günüydü. Hem de yazın tam ortalarıydı. Uzak yerden terli ve yorgun gelmiştim. Vücudum çok su kaybetmişti. Susuzluktan ciğerim yanıyordu. Dayanamamıştım o gün. Buzdolabından çıkardığım bir litrelik şişedeki soğuk suyu tepeme dikmiş, nefes almadan, yanan mideme indirmiştim. Midemin ateşini söndürüp, o an rahatlamıştım. Ardından “ Oh be! Dünya varmış.” demiştim. Aradan bir hafta ya geçmiş ya geçmemişti. Bir sabah kan ter içinde uyanmıştım. Öğleye doğru elim ayağım önce buz kesmiş, ardında şiddetli ateş ve aşırı üşüme başlamıştı. O sıcak yaz ortasının öğle saatlerinde, yatağa mahkum olmuştum. Yalnız yatmakla kalsam iyi. Donuyordum. Eşim, üstüme battaniye, yorgan attığı halde, onların altında titremekten çenelerim birbirine vuruyordu. Komşularım gelmişti ziyaretime. “Yazın ortasında, bu durum hayra alamet değil.” demişlerdi. Yirmi dört saat yatak yorgan yatmıştım o yaz sıcağında. Çok ter döküp, öyle kurtulabilmiştim elinden. Ardından karar almıştım. Eğer o namussuz, çöreklendiği yerde efendi gibi durmayıp, bir daha canımı yakmaya başlarsa, güçlü bir hekime koşacaktım. Ve diyecektim ki : “Şunun anasını belle…” *** Aradan yıl geçmedi. Ne yılı? Altı ay anca. O namussuz, barındığı yerde rahat durmadı; kışın başında yine aniden canımı sıkmaya başladı. ”Yahu!” dedim. “Sen ne arsızmışsın!..” Bu kez öfkelendi. Diklendi. “Biraz sonra görüşürüm seninle.” dedi. Sustu. Ben de sustum. Gitmesini bekledim bir süre. Gitmedi. Birkaç saat sonra yapacağını yaptı. Vücudumda hafif kırgınlık başladı. Yatıp, uyuyunca geçer diye düşündüm. Yatağa attım kendimi. “Uzun kış gecesinde canımı yakmaktan, tepinmekten yorulunca mecburen sakinleşir, barındığı yerde kıvrılıp yatar.”dedim. Sırt üstü uzandım yatağa. Gece lambasını da söndürdüm. Penceremin tam karşısında sokak lambasının ışığı… Uzun kış gecesinin koyu karanlığında parlayan bu ışık, tül perdeden sonra kalın perdeyi de aşıp, odanın içini hafif aydınlatıyordu. Gözlerim tavandan sarkan ampuldeydi. Yarı karanlık odada, ucundan iple bağlanmış armut gibiydi. Armut, armutlar. Ankara’nın, Bursa’nın armutları. Özellikle, Bursa’nın altın sarısı, sert sulu armudu. Armut ve ayı. Gözümün önüne gelip oturdu. Temmuz ayı ortaları. Sıcaktan ortalığın kasıp kavrulduğu günler. Akarsu boylarındaki tarlalar ve içlerinde armut ağaçları. Üzerinde bir yanları hafif kırmızı, diğer yanları altın sarısı armutlar. Güçlü bir boz ayı, arka ayaklarının üzerine dikilmiş, armut ağacına uzanıyor; dallarında olgunlaşmış, bal gibi armutları koparıp koparıp yiyordu. Sonra “Ey Allahım!” dedim. “Niçin güzel şeyler, çoğu kere, ona layık olmayan kimselerin eline geçer?” İç dünyamda, kendime sorduğum bu soruya yanıt bulamadım. Bu kez gözlerimi odanın içinde gezindirdim. Duvarlarda asılı duran fotoğrafların, masadaki mekanik çalar saatin siluetlerini gördüm. Saatin sesini yeni farkı ettim… Tik-tak tik-tak… Gecenin sessizliğinde ne kadar da çok rahatsız ediciydi. Uykum tümüyle kaçtı. Önce çocukluğum geldi gözümün önüne, sonra gençliğim… Hani ne derler, yaşamımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiğini hissettim. O gece ne zaman, nasıl uyuduğumu tam anımsayamıyorum. Tek hatırladığımı: Yine o namussuzun canımı yakmaya başladığıydı. Uyandığımda kan ter içindeydim. Ateşler içinde sayıklıyormuşum. “Terleyince ateşini attın.” dedi eşim. Önceden almış olduğum kararı hemen uygulayıp, sabah erkenden soluğu sağlık ocağında aldım. Genç bayan hekim boğazını muayene ettikten sonra, beni tedirgin eden bir ses tonuyla: -Beyefendi, bu mikrop boğazınızı pek sevmişe benziyor… Bunun yol açtığı hastalığa biz tıpta farenjit diye adlandırırız... Bulunduğu yeri kolaylıkla terk ettiği pek görülmemiştir. Bu nedenle mikroptan acilen kurtulmanız gerekiyor. Asi taktirde sıkıntılı günler bekliyor sizi. Korkuyla: -Yaa! Öyle mi? demiş bulundum. -Tabi. İşin hiç şakası yok. -Nasıl kurtulabilirim elinden? -Bu saatten sonra, penisilinden başka bir ilacın yararı pek olmaz. Olsa da geçici olur. Kısa süre sonra hastalık tekrar nükseder. Çünkü çok ilerlemiş… On tane penisilin iğnesi veriyorum. Her gün birer tane vurduracaksın. İğneler bittikten sonra kontrole geleceksin. Geçmiş olsun, dedi. Reçeteyi elime tutuşturdu. Söylediklerini aynen uyguladım. On gün sonra kontrole gittiğimde: -Haydi gözün aydın! Kurtulmuşsun, dedi. Teşekkür edip ayrıldım. Doktorun dediği gibi, gerçekten de namussuzun elinden bir kez daha kurtulmuştum. Artık ne o benim yanıma uğruyor, ne de ben onun yanından, yöresinden geçiyordum. Zaten görüşmeye de hiç niyetim yoktu. Allah, beni onunla bir daha ne karşılaştırsın, ne de görüştürsün. Pardon, ne beni, ne de bir başkasını… Elinden kurtulduğumda otuz beş yaşındaydım. Yani, yaş otuz beş, yolun yarısı dedikleri yerdeydim. On yıl ne o benim yanıma uğramıştı, ne de ben onun kıyısından köşesinden geçmiştim. Yaşım kırk beşe dayanmıştı. Onu belleğimden çoktan silip atmıştım. Onun da beni defterinden silip attığına inanmıştım. Artık beni bulamaz, bulsa da tanıyamaz diye düşünmüştüm yıllarca. *** Yanıldığımı yıllar sonra anladım. Sıcak bir Haziran akşamıydı. Eşimle apartmanımızın üst katındaki komşumuza ziyarete gidelim dedik. Çocuklarımızı da yanımıza aldık. Kalkıp gittik. Sağ olsunlar, bizi saygı ve sevgiyle karşıladılar. Yenildi, içildi; dereden tepeden konuşuldu. Saat yirmi üç sularıydı. Sohbet ederken, hafiften bir kırgınlık başladı bedenimde. Önce belli etmek istemedim. Kısa bir süre sonra kırgınlık titremeye dönüştü. Kendimi zaptedemiyordum. Komşum üstüme giyecek bir şeyler verdi. Kâr etmedi. Eşime “gidelim,” dedim. Ayağa kalktım. Bu arada odadakilerin hepsi ayaklandılar… Eve geldik. Kapıdan girer girmez kendimi oturma odasındaki çek-yatın üstüne attım. Ardından eşime sesimi yükselttim: -Donuyorum! Hemen karyolayı hazırla! Eşim çabucak karyolayı hazırladı. Anlaşılan, sıtmaya yakalanmıştım. Titremekten pijamalarımı üstüme güçlükle giyebildim. Hemen yatağa girdim. Dizlerimi kasıklarıma çektim; ellerimi bacaklarımın arasına soktum. Kirpi gibi büzüldüm. Eşime: -Hem battaniyeyi, hem de o kalın yorganı getir. İkisini birden at üstüme, dedim. Bu kez eşim çıkıştı: -Sen ne yapıyorsun? Bu sıcakta kızamık çıkaracaksın. Baksana oda sıcaklığı 30 dereceyi bulmuş. Baygınlık geçireceğiz neredeyse. -Ne yapayım? Donuyorum. Elimde değil. -Sen bilirsin, dedi. Sessizce odadan çıktı. Elim ayağım buz gibiydi; ama boğazım ateşler içindeydi. Özellikle de boğazımın sol tarafı. Battaniyenin, yorganın altında, buz kesen ayaklarımı ısıtmak için birbirine sürttüm. Donan ellerimi ateşler içinde yanan boğazıma yapıştırdım. Yine de her iki organımı ısıtamadım. Artık bedenim üşümeye daha fazla dayanamayınca, can havliyle kızıma seslendim: -Aylin! -Efendim! -Kızım annene söyle. Termofora sıcak su doldurup getirsin. -Tamam baba. Az sonra, eşim elindeki kauçuk kapla yanıma geldi. İçini sıcak suyla doldurmuş, üstünü de havluyla sarmış. Yorganı, battaniyeyi kaldırarak ayaklarımın altına koydu… Battaniyeyi, yorganı başımın üstünden aşırtıp, sımsıkı örtündüm. Bir müddet sonra eşim gelip, termometreyle ateşimi kontrol etti. 39,5 dereceye çıktığını görünce: “Eyvah, ateşin çok yükselmiş.” Deyip, yorganı, battaniyeyi üstümden almaya çalıştı. İzin vermedim. “Dur, yapma!” deyip, üstümdeki örtüleri sımsıkı sarındım. Üşümekten çenelerim birbirine vururken kendimi tutamadım, “dıdı dıdı” diye sesler çıkardım. Eşim bu tavrıma sinirlenip, odayı terk etti. Umursamadım. Çünkü kendi can telaşıma düşmüştüm. Yatmadan önce almış olduğum ağrı kesici ve ateş düşürücü haplardan olsa gerek bir süre sonra uyuyup kalmışım. Uyandığımda güneş ufuktan yeni bir günü muştuluyordu. Gece tere batmışım. Atletim, pijamalarım, yastığım, yatağım terden vıcık vıcık olmuş; ama ben, gözümü açtığım için sevinçliydim. “Şükürler olsun!” dedim. Bu arada, odanın içini ağır bir ter kokusunun kapladığını hissettim. Önce, üstümde-kilerin hepsini çıkardım. Elimle sıksam, suları çıkacaktı neredeyse… Terimi kuruladım. Aceleyle üstüme bir şeyler geçirip, odanın balkon kapısını açtım. Üzerimden çıkardığım giysileri alıp, banyodaki diğer kirlilerin yanına attım. Öteki odada, çocuklarımızla birlikte yatan eşimin yanına koştum. Hepsi uyuyorlardı. Yalnız eşimi uyandırıp: -Banyoya giriyorum. Yatak, yorgan, yastık ter içinde. Onları değiştirecek misin? Havalandıracak mısın? Bilmiyorum artık ne yapacaksın. Bildiğim, onların terden ıslanmış ve kokmuş olduğu, dedim. Ilık suyla duş alınca, biraz kendime geldim… Salona geçip oturdum. Eşim: -Kahvaltını hazırlayayım mı? -Hayır, canım bir şey istemiyor. -Yemeden olmaz. Az da olsa ye. Miden bomboş. Temelli halsiz düşersin. Kahvaltımı önüme getirdi. Sofradaki zeytinlere, beyaz peynire, reçele, haşlanmış yumurtaya, dilimlenmiş domatese isteksiz, ucundan kıyısından dokundum. Hiç birinin tadını alamadım. Hepsi yavan geldi. Sofradan kalktım. Lavaboda ellerimi, ağzımı yıkadım. Oturma odasına geçtim. Çek-yatlardan birine uzandım. * maviADA 20O9 GÜZ

  • Milli Eğitim Cehaletin Pençesinde

    Zeki Sarıhan * Millî Eğitim Bakanlığının Yeni Yüzyıl Maarif Programı ile eğitim üzerine çöken karanlık koyulaşıyor. Bunun nedeni, eğitim programlarının bilimsel gerçeklere göre değil, değişmez olduğu ileri sürülen inançlara göre hazırlanma çabasıdır. Eğitim programlarında inançla ilgili hükümlere yer verilmesi yeni değildir. Daha önceki dönemlerde bunlara, bilimle donanmamış kitlelere hoş görünmek için yer verilirdi. Önce seçmeli, 1982’den beri ise zorunlu olan din dersleri bu gerekçeden kaynaklanıyordu. AKP’nin iktidar döneminde ise “din”, “ahlak”, “maneviyat” “millilik” ve benzer kavramlarla bütün eğitim kademelerine yayılan ve gitgide dozu artırılan bu programlar, artık halkın hoşuna gitmek için değil, halkın karanlıklar içinde tutulma kararından kaynaklanıyor. TEMEL SORUN DEĞİŞİMİ ANLAMAMALARI Bakanlığı yöneten kadroların temel çıkmazı, değişmez bir evren, değişmez bir doğa, değişmez insan ve değişmez hükümlere inanmalarıdır. Oysa evrenin üç temel yasası, değişim, hareket ve çeşitliliktir. Hiçbir felsefe, din, inanç veya otorite bu yasaların önünde duramaz. Zaman değiştikçe insanın ihtiyaçları, yaşantısı ve buna bağlı olarak inandığı değerler de değişir. Devletlerin, yasama meclislerinin sürekli yeni kurallar (kanunlar) çıkarmasının nedeni de budur. Bakanlık, biyoloji derslerinde evrim yasalarını okutmamak için kırk takla atıyor ve onun karşısına, canlı hayatının değişmezliğini koyuyor. Bu en koyu cehalet örneklerinden biridir. Evrimi bilmeyen veya kabul etmeyen hiçbir zihin, canlıların geçmişine ve geleceğine ilişkin sağlıklı bir görüş üretemez. Yerin altındaki petrolün işletilmesi, topluluklara para kazandırabilir anacak bu para bilim adamı değil, Ortadoğu çöllerinde hacıağaların türemesine yarar. Değişimin mutlak bir doğa yasası olduğunu kavramak için dinler tarihine bile bakmak yeter. İlk ve Orta Çağlardaki din inançlarının hangisi biçim değiştirmeden kalabilmiştir?  Gök cisimlerine ve doğal güçlere, kişilere tapınmanın yerini niçin görünmez tanrılar almıştır? Bunun insanın zihin evrimiyle doğrudan bağlantısı vardır. Orta Çağ’daki Tanrı inancıyla bugünkü insanlığın tanrı inancı arasındaki farklılıklar, dinsel yorumlar insan zihninin evrilmesinden kaynaklanmakta değil midir? Kendi coğrafyamızdan örnek verecek olursak, günümüzde çok evliliği, köleliği, cariyeliği savunmak mümkün müdür?  Hırsızlık yapanın elini kesmek mümkün müdür? Miras’ta ve tanıklıkta kadınla erkek arasında fark gözetmenin imkânı var mıdır? Nefesi keskin hocaların okuyacağı dualar, hangi tıp biliminin yerini alabilir? DİN ANLAYIŞI DA DEĞİŞİYOR Dünyanın hemen her yerinde, toplumlar üzerinde gerek inanç ve gerek gelenek-kültür olarak dinin etkisi şu veya bu yolla devam ediyor. Bu da felsefenim, sosyolojinin ve psikolojinin konularındandır. Buna rağmen kiliselere, havralara, camilere, Hint ve Çin tapınaklarına gidenlerin sayısı azalıyor. Eskiden olduğu gibi nazardan korunmak için muska, hamaylı taşıyan kaç kişi kaldı? Yağmur duasına çıkmalar neden hemen hemen yok oldu? Türkiye’de namaz kılanların, oruç tutanların yıldan yıla azaldığı bir gerçek. Sünni kesimde Alevilerle ilgili önyargılar kaybolmak üzere. Bu gelişmeye karşı durmak hükümetlerin görevi değildir. Ne kadar çabalasalar bunun önüne de geçemezler. İnananlar için toplumu inançlar konusunda serbest bırakmaktan başka seçenek yoktur. Laiklik, devletin din kurallarına göre yönetilmemesidir. Son zamanlarda ortalıkta “şeriat” isteyenlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Hükümet bunların arkasında. Şeriata İslami kanunların tümü anlamını veriyorlar. Buna karşılık bazı İslam yorumcusu akademisyenler bildiri yayımlayarak Şeriat’ın “kanunlar” demek olduğunu, farklı şeriatlar bulunduğunu açıklıyorlar. İslam’ın son ilahi din olduğunu ve sonsuza kadar yaşayacağını söyleyerek şeriatçıların hücumlarından sakınmak istiyorlar. Yayın organlarında etkili bazı laik yorumcular da tartışmada akademisyenler yanında yer alıyor. Bu, tam bir açıklama değildir. HAZRETİ MUHAMMED ÇAĞIN DEVRİMCİSİDİR En gürültü koparan konulardan biri Hazreti Muhammed’in evliliklerinden biridir. 6 yaşında nikah kıydığı kızla dokuz yaşında fiilen evlenmiş olduğu konusunda pek çok kaynak birleşiyor. Günümüzde çocuk yaşta evlilik çok gürültü kopardığından şeriatçılar bu olayı anmayı Hazreti Muhammed’e hakaret olarak niteliyorlar. Oysa bunda Hazreti Muhammed’i küçük düşürecek bir husus yoktur. Olayı inkâr etmek yerine bunun, o günkü toplumsal geleneklere ve toplum değerlerine aykırı olmadığını açıklamak yeter. Çünkü bugünkü toplum ile Peygamberin yaşadığı toplum arasında yaklaşık 1.500 yıllık bir zaman farkı vardır. Kur’an hükümleri de o günkü Hicaz toplumun ihtiyaçlarından kaynaklanmıştır.  İnançlar ne kadar güçlü olursa olsun, onları bugün olduğu gibi uygulamak mümkün değildir. Hazreti Muhammed’in vazettiği görüş ve kurallar o günün Arap toplumu için bir devrimdi. Bütün tarihsel önderler, bulundukları çağın ürünüdürler ve yaşadıkları dönemin sorunlarına çözüm üretebilirler. GERÇEK AHLAKIN GÜVENCESİ   Yapılacak iş, eğitim programlarında bilim okutmak ve dinle ilgili bilgileri sosyolojik bir konu olarak ele almaktır. Neye inanacaklarını bireylerin kendilerine bırakmak gerekir. Devlet din polisi olmaya özenmemelidir. Hükümetlerin halkı bir dine, mezhebe veya tarikata, cemaate bağlamak gibi bir programları olamaz. AKP iktidarının Eğitim Bakanlığı da bunu başaramayacaktır. Boşuna çabalıyorlar!.. Ahlaka gelince, iktidar dinin arkasına gizlenerek halkı yoksullaştırdıkça, kutuplaşma yarattıkça, ahlakın nasıl bozulduğunu, vurgunculuk, soygunculuk, cana kıyma gibi ahlaksızlıkların nasıl arttığını görüyoruz. İnsanların birbirlerini sevip saydıkları, kimsenin hakkının yenmediği, eşitlik ve kardeşlik temelli bir ahlak emeğin en yüce değer olduğu bir düzende egemen olacak. (30 Haziran 2024) zekisarihan.com

  • Dünyaya Tutuklu Evren

    Şenol YAZICI * Düşünün, Tanrı'nın partilerden birinin ideoloğu olduğunu, her "kelamına" o dille başladığını, hayatı da sanatı da o bakışla açıkladığını. O herkesin Tanrı'sı olur mu? Yaratıcı güç ya da sanat, sıra insana bağışlanan salt Tanrıya özgü yeteneklerden biridir. Bu müthiş yeteneğe sahip sanatçı evrenselliğe yaklaştıkça büyür, herkesi kucakladıkça. Ne denli geniş, ne kadar mükemmel olursa olsun bir parti, bir inanç sanatçıya yetmez. Sanatçı bir kitlenin, bir inancın kör izleyicisi olamaz. Sanatçının tek tarafı vardır, o da insandır, evrensel insan. Buna ulaşabildiğince, yaklaşabildiğince başarılı olacaktır. İnsanın kanatlısı olan sanatçı yukarılarda bir yerde durup ardından gelen, onu izleyen insanları siz, biz diye ayıramaz, ayırmaması gerekir. Bunu hele şiirde hiç yapmamalıdır. Çünkü gerçek şiir sanatın en yoğun biçimi, özüdür ve herkesin paydasıdır. "Bu şiir senin değil, senin ruh halini anlatmıyor," deme lüksünüz olabilir mi? Şiir, bir anlatı türü olarak ruhun yaşadığı tüm karmaşayı, kendine özgü bir müzikle, bir müzik aletine gereksinme duymadan en iyi biçimde yansıtır. Salt duyguların sesidir demek ne kadar doğrudur bilemem. Bir yıkımı yaşayan insanın şiiri, duyguları yansıtıyor görünse de beynin o duygusallığa düşünce imleriyle ulaştığını, sanatçının biraz daha yoğun, biraz daha çabuk duyumsadığını herkes bilir. Bilir de, 'duygusal' deyişi biraz küçümseme midir ne? Ağlamanın nedeni, acı biberin ya da soğanın yakması değilse, çoğu kez düşünmektir. Düşünüp yaşanılan yokluğu algılamak. Bu yüzden ağlamasını bilmeyen insanlardan korkarım. Hem yeterince düşünmeyişlerinden, hem yansıtamayışlarından. Asıl farklılık yansıtmada. Ozan, kendine özgü bir deyişle, sözcükleri alışılmış anlamlarının dışında; imgelere çekerek, yeni ya da birden çok anlam yükleyerek yaratır şiirini. Şiir, bir şiirde, bir denemede, bir öyküde olmalıdır. Şiir yoksa şiir, şiir yoksa öykü yoktur. Başka belki mektupta, belki güncede. Roman şiirle zorlanır. Dahası herkesin aşabileceği bir iş de değildir. Makale, fıkra hiç uymaz. Hele düşün yazıları. Ya da salt sorunsalı aktaran, toplumcu olmaya özenen şiir...artık o, o değildir. Akıl var izan var, ekonomiye, yönetime kendi anlayışıyla çözümler üreten bir parti programını şiir diye kime okutursunuz? O kendi halinde değerlidir ya da anlam taşır. Son yıllara değin "insana dair" güçlü şiirler vermiş kimi şairlerimizin kırık, dökük, bağlantısız, anlaşılmaz ya da sadece anlatan kuru söz dizileriyle toplumcu ve soruncu kesilmelerini anlamak oldukça zordur. Buna alkış tutan gerçekten iyi niyetli, sanatı sever insanları da... Bıraksak şiiri, hiç olmazsa o kirlenmese ya... Bunu güzel yapanlar da çıkmadı mı? Onlar başka bir yol izlediler ama... İnsanla, doğayla, nesnelerle ilişki kurdular, ham ideolojiyle, anlık siyasetie değil... Yazdıkları şiir insanın evrensel hikayesi oldu. Hatta başarılarıyla ideolojilerini de sevdirdiler, Nazım Hikmet gibi, Neruda gibi, Mayokovski gibi... ''Yağmur çiseliyor, Serez Çarşısı dilsiz, Serez Çarşısı kör. Havada konuşamamanın, görmemenin kahrolası hüznü, Ve Serez Çarşısı elleriyle kapatmış yüzünü. Yağmur çiseliyor.'' İhanetin, teslimiyetin utancın resmidir sanki, nasıl da duyumsatır dizeler bize. O pis, örümcek ağı hüzün, yıkansanız yıkansanız çıkmayacak kahrolası bir hüzün yakalamaz mı sizi? Ozan, zaten yaratılışıyla insanın yanında, kurulu düzenin, dünyanın tam karşısında değil midir? Bu kavgasında insanın ezilmesi ya da zulmü söz konusuysa kendi diniyle bile kapışmaktan kaçmayacak, dara gerilmekten korkmayacak insandır. O zaman en evrenseli bile, insan yüreğinin enginliğine ulaşamayan bir insanın dar kalıplarında neyler ki? Nazım'ın kavgası, inanı gereği sıra insandan daha çok, egemenlerle olduğundan bu pek belirgin değilse de, N. Fazıl, son dönem ürünlerinde insanları ikiye ayırıp, bir bölümünü insandan bile saymaz. N. Hikmet'in evrensel soyluluğuna sahip olamayan bir çok yazarda savıyla çelişme çok daha belirgindir. Kimileri onlardan olmadığına göre her türlü olumsuzluğa da müstahak olabilir. Neyler şiirini bir kalıba kul etme yanılgısına düşmüş gerçek şair? Bir dünyaya tutsak evren olur, onca yıldızıyla, sığar mı? O nedenle şiirine güncel siyaseti katan şair, koca bir evreni, her ne kadar en güzeli olsa da binlerce gezegenden birine, bir dünyaya kul etmiş olur. Yakın zamanın Türk Edebiyatındaki en iyi şairlerinden biri kuşkusuz, tek şiir kitabıyla da olsa Ahmet Arif'tir. O sözcüklerdeki vuruculuk, doğru yeri seçiş, yüreğinizi ayağa kaldırma gücü kaç şairde var? O dar anlamda bir inanın şairi de sayılmaz üstüne üstlük. Sadece seçtiği konular, sözcük dizilişindeki biçim, çağrışım, bir eski zaman feodal beyinin erkeksi tavrı O'nu bir yörenin, bir kitlenin şairi yapmıştır. Bu kitlenin sayısal olarak kalabalığından, Yılmaz Güney'in Arkadaş filminin O'nu hedef kitleye doğru zamanda taşımasından çok ünlenmiştir, ama belki aynı nedenle hakkı olduğu halde çağdaş şiire damgasını vuramamıştır. Yirminci yüzyılın kentlisine bir yanı itici gelmiştir, nedense. Bu iticilik gene bir kavga ozanı, Dadaloğlu'nda, bir Karacaoğlan'da yoktur. Bu da tema çeşitliliğinin olmayışından olsa gerek... Mehmet Fuat, Adam Sanatta aynı şeye değinmişti; bir şey var O'nu itici yapan diyor. Bir yandan karmaşıklaşan, zorlaşan yaşam, artan gelir dağılım eşitsizlikleri, siyasi söylemlerin tabuluğunu sürdürmesi, her an cezaya açıklığın ve söyleyenin, soruşturmalara uğrayıp çağdaş Robin Hood'luğa kolay sıçraması, Kuşkusuz ağlamaklı duygulardan duyulan usanç ve de zorlanan geniş halk kitlelerinin bu ürünlere alıcı çıkıp iyi prim yaptırması gitgide yalnızlığı büyüyen insanı yeni yönelişlere sürükledi. Kılıktan kılığa giren, ne var ki bir tek edebi kılığa giremeyen öyküler, şiirler, anlatılar devri başladı. İnanların yönlendirdiği modalar sanatın tek vericisi, alıcısı oldu. Böyle zamanlarda, herhangi bir savın keskin söylemine kurgulanan anlatı yükseldi. Ne de olsa duyguyla sıvanıyordu. Ne dediği anlaşılmayan ya da bedenimizin ayrıntılarına dürbünle bakıp anlatan ya da aybaşı sancılarının öykülerinin yazarı araya sıkıştırdığı birkaç toplumcu söylemle yeni zamanların kurtarıcısı misyonuna erişti. Hem kötünün kötüsü vardı. İçinde boğulduğumuz bunalımlardan çıkış için, ruhumuzu jiletlememizi sağlayan mırıltıların akademik müzik kimliğiyle tartışıldığı günde, biraz 12 Eylül öncesi militanlığı katmak aşureye, adam olmaktı ve büyük işti. Hem ne bekleniyordu ki, hiç Şhiller var mıydı edebiyatımızda ya da Balzac? Bir Nazım geldi, bir Yaşar Kemal de, çok mu bilindi değerleri? Özgür olmayan, alkış bulamayan, satacak şablonlara göre yürümeye çalışan yaratıcı güç alıcı bulamadı ve kurudu. Siyaset hangisi olursa olsun bir modadır en çok. Düşünler, inanlar değişebiliyor, ama iyi şiir ya da evrensel olan sonsuza değin yaşıyor. Düşünmek öğrenilebilir. İşlek bir zekanız varsa, iyi bir eğitim ve ilgi sizi çağınızın en iyi filozofu yapabilir. Ama şair, sanatçı? O zor işte. Yaratılışın yeryüzündeki dengeyi oluştursun, evrenseli savunsun diye özel yarattığı insandır, sanatçı. Yeryüzünde milyonlarca asker, birçok bilim adamı ya da zengin var, milyonlarcası da yetiştirilebilir ama bir ozan yetiştirilemez. O kendiliğinden vardır. Yeterince yazar yetiştiren atölye, okul, kurs var. Siz hiç şair yetiştiren yer gördünüz mü? Düşünmek, düşündüğünü ortaya koymak, bir inanı izlemek, şaire yasak değil kuşkusuz. Gelip geçen gündelik politikanın üstünde kalıp ulusal ya da evrensel politikayla ilgilenmesi de. Ama bunu şiirle değil, düz yazıyla, didaktik örneklerle yapabilir. Hem de çok güzel yapabilir. Sayısız iyi örnekleri de vardır. Başka türlü denenen şiir zaten büyüsünü yitirir, salt tortu olarak, Akif'in ya da Yurdakul'un kimi şiirleri gibi dizeleştirilmiş, uyaklı, ölçülü manzum öyküler olarak geride kalabilir...zaman zaman da hiçbir şey olmadan bir şey anlaşılmadan. Oysa gerçek şiirin anlaşılması söz konusu olamaz. O, mutlaka yüreğinizdeki özel tellerden birini yakalar ve tınlatır. Kuşkusuz tınlayacak gönül teli kalmışsa... Sevgili Yaz Annem Kitabı, sf. 42-47 Basım yılı 2000 / * EKLEYEN: Zeliha AYDOĞMUŞ

bottom of page