Arama Sonucu
"" için 3790 öge bulundu
- Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi
Nurten B. AKSOY * Araştırmacı-gazeteciliği yaşam biçimine dönüştürmüş, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” ilkesini kendine düstur edinmiş, aydınlanma devrimini özümsemiş, ödünsüz bir devrimci olan gazeteci Uğur Mumcu‘nun anısına… Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken Bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük, dövüldük, vurulduk, asıldık, Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, Kırşehir’de, dört kardeşin üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Annesi Nadire Hanım, babası Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey’dir. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… İlk ve orta okulları Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nde okuyan Uğur Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. 1961’de başladığı üniversite öğrenimini avukat olmak üzere başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1965 yılında tamamladı. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, İşkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, Bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Henüz öğrenciyken 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 1963’te fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Ölümcül hastaydık, bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde Öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, Birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu, hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı “ordu uyanık olmalı” sözleriyle, “orduya hakaret etmek” ve “sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak” suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevinde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Kanserdik, ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık, yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, Yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Fakat bu mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra askerliğini yedek subay olarak yapması gerektiği halde, 1972-1974 yılları arasında Ağrı’nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla “sakıncalı piyade eri” olarak tamamladı. Patnos’ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. Vurulduk, öldürüldük, asıldık ey halkım, unutma bizi… Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Egedeki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, öldürüldük, asıldık ey halkım, unutma bizi… İlk olarak günlük gazete Yeni Ortam‘da çalışmaya başladı. Asistan olduğu günlerde haftalık dergilerde, günlük gazetelerde yazılarını yazmaya devam etti. 1975’ten itibaren Cumhuriyet’te “Gözlem” başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansı’nda çalışmaktaydı. 1975’te Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan Suçlular ve Güçlüler adlı kitabını yayınladı. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin Bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, Gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. “Gözlem” başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 1977’de Sakıncalı Piyade ve Bir Pulsuz Dilekçe kitapları yayımlandı. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı Daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi, bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… 1978 yılında Sakıncalı Piyade adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosunda tam 700 kere sahneledi. Asıldık ey halkım, unutma bizi… Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla Çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık, içimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, Mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi… 1981’de terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak için yazdığı “Silah Kaçakçılığı ve Terör” adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca‘nın Papa’yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, Ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, Ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların Gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Türkiye’de terör olaylarının artması nedeniyle 1979 yılında 12 Mart dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı Çıkmaz Sokak’ı yayımladı. Bir gün mezarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. 1987’de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen “Rabıta ve 12 Eylül” adlı kitapları; 1991’de en önemli araştırmalarından biri olan “Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925″ yayımlandı. Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi… Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi… Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te Ankara’da Karlı Sokaktaki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Suikasta kurban gitmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Suikastın hemen sonrasında yapılan incelemeler ve açıklamalar büyük tartışma yaratmıştı. Patlamanın ardından olay yerine gelen emniyet uzmanları, patlamayla ortaya saçılan parçaları cımbızla toplamak yerine süpürmüştü. Yapılanlar, delillerin karartılmaya çalışıldığı şüphesini doğurmuştu. Dönemin siyasetçileri cinayetin ardından “Cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu”nu belirterek adeta namus sözü vermişlerdi ama ne yazık ki Uğur Mumcu suikastının failleri hâlâ yakalanamamıştır. Bu yiğit gazeteciyi saygı ve özlemle anıyoruz Unutma bizi… *Bu yazı ADA Derginin basılı KIŞ sayısında yayınlanmıştır.
- KADIN OLMAK
Nurten B. AKSOY * Bugün 8 Mart Dünya kadınlar Günü… İnsan hakları temelinde, kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesi; ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanması için Birleşmiş Milletler tarafından konulmuş bir gün. Tarihçesi ise kısaca şöyle; 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından çıkan yangın, işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi yanarak can verir. İşte bu yangında ölen kadın işçilerin anısına Birleşmiş Milletler, 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması önerisini getirir ve öneri oy birliğiyle kabul edilerek kutlanmaya başlanır. 12 Eylül döneminde verilen dört yıllık arayı saymazsak “Kadınlar Günü” 1927 yılından beri ülkemizde de kutlanıyor, her günümüze yapıştırılan bir BAYRAM günü havasında... Her yıl olduğu gibi bu yıl da biz kadınlara yönelik taltifler, tebrikler ve konuşmalar yapılıyor, ağzımıza birer parmak bal çalarcasına... Öyle ya her gün horlanan, aşağılanan, dövülen, sövülen, tecavüz edilen ve hatta acımasızca öldürülen kadınların bir güncük de olsa gönülleri alınmalı, gözleri boyanmalı; fırsat bu fırsat... Öyle değil mi? Kadının ikinci sınıf insan olması emekçi olduğu gün değil, daha ana rahmine düştüğü gün başlar çoğu kez. Bir kız çocuğunun doğumuna pek çok yörede, pek çok ailede erkek evladın doğumu kadar sevinilmez. Erkek çocuklar âlâ-yı vâlâ ile büyütülürken, kız çocuklar hep erkeklere hizmet etmek için yaratıldığına inandırılır, adam yerine konmaz bir türlü... Gelişip büyüdükçe ya bir an evvel kurtulmak adına çocuk yaşta evlendirilir ya sarılıp sarmalanarak kilitlere vurulur ya da cinsel bir obje olarak gözlenir, gözetlenir ve hep bir günah tohumu olarak görülür. Evlenir, evinin kadını değil hizmetkarı olarak görülür; anne olur ama anneliğin tadına varamadan çocuğunun tüm sorumluluğunu, yükünü yüklenmek zorunda kalır. Yemek yapar, çamaşır yıkar, temizlik yapar, çarşıya-pazara gider hatta bir mesleği varsa bütün bunların yanı sıra her gün işine de gider; çünkü o kadındır, gerektiği yerde güçlü, gerektiği yerde zavallı olmak zorundadır... Her ne kadar kanunlar karşısında EŞİTSİNİZ dense de çoğu kez hakları gasp edilir bir şekilde. Eşinden ayrılsa çoğu erkeğin iştahını kabartan ya da hayata küserek yaşamak zorunda bırakılan "dul kadın" yaftası yapıştırılır üstüne. Şimdi pek çoğunuzun "amma abarttın sen de" dediğini duyar gibiyim. Haklısınız bizler yani büyük şehirlerde oturan ve belli eğitimlerden geçmiş mutlu ve şanslı azınlık olan kadınlar, bunları yaşamadık çok şükür, ama ya Anadolu'nun pek çok yerinde; köylerde veya büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan, merdiven altı atölyelerde zor koşullarda çalışan kızlar, kadınlar bizler kadar mutlu ve şanslı mı? 21. Yüzyılda hâlâ kara çarşaflara saklanan, gece sokağa çıktığı için tecavüze uğrayan, sözüm ona çok SEVİLDİKLERİ için öldürülen kadınlar ülkesinde yaşıyoruz... Hâlâ dünyanın bir köşesinde 'Kadınlar insan mıdır'ın tartışıldığını duyuyoruz. Aslında "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" gibi güzel ve saygın duygularla çıkarılan her özel günü kapitalizmin doymak bilmeyen açgözlülüğüyle nasıl da esas amacından saptırılıp karnaval havasına çevrildiğini, özüne inip anlamak yerine yozlaştırıldığını biliyoruz. Kadınların emeğinin karşılanması, haklarının gasp edilmemesi, insanca koşullarda çalışması ve İNSAN gibi yaşaması için çaba sarf edilmesi yerine gösterişli kutlama törenlerinin yapılması içimi acıtıyor, hazmedemiyorum... Ama olsun varsın, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü... Tüm mağazalarda kadınlara yüzde elli indirim var. Şehirlerin caddeleri kutlama afişleriyle dolu, pek muhterem büyüklerimiz allı pullu sözlerle kutlama mesajları yayınlıyorlar. Ha, bir de aslan polislerimiz biber gazı ve tazyikli suyla kutluyorlar kadınların gününü. Daha ne isteriz ki Tanrıdan? Varsın birkaç kız çocuğu daha tecavüze uğrasın, varsın bir kaç kadın daha öldürülsün SEVİLDİKLERİ İÇİN ne çıkar...
- Bir Ney ve Söz Ustası Neyzen Tevfik
Nurten B. AKSOY * Aslında küfür ve küfürlü söylemler edebiyata, hele hele şiire hiç yakışmasa da söz Neyzen Tevfik’e gelince akan sular durur. Çoğunlukla küfürlü taşlamalarıyla hatırlanan Neyzen aslında tam bir söz cambazıdır. Neyinin nağmeleri ne kadar büyülüyse, hicivleri ve diğer şiirleri de öylesine güzeldir. “Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara, neyim ve meyimle (şarap) bir kuru yaprak gibi savruldum.” diye özetler yaşamını Neyzen Tevfik. Tevfik Kolaylı ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semâilerinin bestecisi olarak da bilinir. Osmanlı döneminde istibdat yönetimine, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı çıkanlara hicivleriyle cevap vermiş; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa şiirleriyle kafa tutmuştur. Birçok defa tutuklanan ve akıl hastanesinde yatan Neyzen yaşamı boyunca sara hastalığı ve yoksullukla mücadele etmiş, 28 Ocak 1953’te İstanbul’da ölmüştür. Neyzen Tevfik, yüreği insan sevgisiyle dolu biriydi. Dünya malına hiç değer vermezdi. 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosunda jübilesinin yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar, kendisine bir takım elbise göndermesini söyler. Arkadaşı elbiseyi gönderir. Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir. Sonra eski elbiselerini giyer ve bana vereceğiniz parayı da yoksullara dağıtın, der. Bir toplantıda; “Herifin tonla parası var, bir eli yağda, bir eli balda… Nereye gitse, hemen kenara çekilip yol açıyorlar!” diye savaş vurguncularından birinin dedikodusu yapılmaktadır. Neyzen, “Gerçekten kenara çekiliyor mu herkes?” diye sorar, “Çekiliyor.” cevabını alınca da “Demek cebindeki pisliğe bulaşmak istemiyorlar.” diye yapıştırır cevabı. Devrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir toplantıda ise neyini üflerken kendisini dinlemeyip konuşanları görünce çok öfkelenir ve aşağıdaki dizeleri söyler: Sanma ciddiyet ile sarf ederim sanatımı, Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir. Bezm-i meyde süfehânın saza meftûn oluşu, Nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir! (bezm-i mey: içki meclisi, süfehâ: zevk ve eğlenceye düşkün kişiler, meftûn: gönül vermiş) Zamanın maliye bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemde bir gün Neyzen’e sorarlar: “Neyzen, çalarken mi neşelenirsin, yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?” Neyzen hemen taşı gediğine koyar: “Maliye Vekili değilim ki, çalarken zevk alayım.” Düşeli derd-i firâkın ile sevdâya meye Müptelâyım, deliyim, sinmişim esrâr-ı ney’e Feleğin kahpe başında paralansın parası Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye… (derd-i firak: ayrılık acısı, müptelâ: tutkun, esrâr-ı ney: ney’in sırrı) Alkol tedavisi için yattığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklar hastanenin başhekimi Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklar ve içmeye devam ettiği takdirde hayati tehlike doğacağını söyler. İleri derecedeki samimiyetlerine dayanarak içki içmeyeceğine dair bir de yemin ettirir Neyzen’e. Aradan zaman geçer Mazhar Osman, Neyzen Tevfik’e bir yerde içki içerken rastlar. Hemen hatırlatır; “Hani sen içki içmemek üzere ant içmiştin?” Neyzen yapıştırır cevabı: “Üstat, biz fakir adamız bulunca içki içeriz, bulmayınca ant içeriz…” İhtiyarlık ile gençlik diyerek, Şu hayâtı ikiye böldürme! Ey büyükten de büyük Allâhım, Benden evvel s… öldürme Dr. Fahrettin Kerim Gökay ‘içkinin zararları’ konulu konferansını vermektedir. Bir ara: “Rakı’nın her kadehi, hayatımızı bir saat kısaltır” der. Dinleyiciler arasında olan Neyzen yerinden fırlayıp bağırır: “Eyvah, yandık!” Hayrola, diye sorarlar. “Hesap ettim, meğer ben öleli tam kırk yıl olmuş!!!” Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır. Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır. Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca, Kürsî-i liyâkat, pezevenk puşt olanındır! (umde: ilke, pâye: mevki, kürs-i liyâkat: mevki) Bir gün, Neyzen Tevfik Pendik’teki bir dostunda sabaha kadar devam eden âlemden sonra, biraz hava almak için çıkar ve deniz kıyısına gelerek bir çitlembik ağacının altındaki bir kayanın üstüne oturur. İnsana huzur veren derin bir sessizlik vardır doğada. Üstat, bu romantik havayı kaçırır mı, hemen neyini çıkarır ve çalmaya başlar. Biraz ileride ise çamaşırlarını yıkayan birkaç askerin tokaç sesleri duyulur. Ney sesini duyan askerler biraz sonra yanına gelerek büyük bir huşu ile dinlemeye başlarlar Neyzen’i. Bir ara Neyzen melodiye ara vererek, “Merhaba evlatlar, siz de benim gibi bu gece uykusuz kaldınız galiba!” diye takılır onlara. Askerlerden birisi kulağına eğilip, “Kurbanın olayım amca, sabah sabah bizi deli ettin, ama sözümü kötü görme, kopçaların çözülmüş, edep yerin gözüküyor…” deyince, Neyzen kalkıp askerin boynuna sarılır. “A benim aslanım, ben sana kurban olayım ki edebim olduğunu ilk defa senden işitiyorum!” diyerek nüktesini patlatır. Sonra, pantolonunun düğmesini ilikler ve askerlere bir güzel ney ziyafeti çeker. Bir taraftan câm-ı aşkın, bir taraftan meyle ney Kör kütük, zil zurnayım; sâkî fitil ettin beni! Sarhoşum, kör kandilim, yandım o mavi gözlere, Altmışından sonra cânâ bob-stil ettin beni. (cam-ı aşk: aşk kadehi, sâkî: içki sunan, cânâ: sevgili, bob-stil: züppece giyim tarzı) Halk adamlığı, ney çalışındaki ve yergi türündeki ustalığı ile Neyzen, “Türklerin Diyojen’i” sayılırdı. O, yüzyılların yetiştiremeyeceği büyük bir sanatçı, mevki ve şöhret sahiplerini amansız bir şekilde hicveden derbeder bir deha idi. Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler; Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler. Künyeni almak için partiye ettim telefon, Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler! İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar. Karşılaştıklarında, Neyzen, “Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince adam, “Genç yasta vali oldu, neden fasulyeye benzesin?” diye sorar. Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.” Öyle hürriyete âşık ki kadınlar, hatta Hiçbir erkek olamaz onlara yol arkadaşı. Çıkar at çarşafı teklîfine karşı, nitekim Donu fırlattı g..ünden, açacak yerde başı… Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım bir gün Neyzen’le karşılaşınca, “Aşk olsun, benim için aşifte filan gibi sözler söylemişsiniz.” der, Neyzen elini sinek kovalar gibi sallar ve “Hanım, sen beni tanımıyorsun. Ben herkesin bildiği şeyleri söylemem.” diye cevap verir. Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden, Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü. Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine, Yurdu şahane cehalet yeni baştan bürüdü. Dini bütün geçinen bir dostu Neyzen’e sorar, “Beni tanırsın. Cennetin anahtarı sende olsa beni oraya almaz mıydın?” Neyzen, karşısındakini baştan ayağa şöyle bir süzdükten sonra gülümser, “Bende cennetin değil de cehennemin anahtarı olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu. Belki seni oradan çıkarırdım!” diye cevap verir. Neyzen’in kardeşi Şefik Kolaylı anlatıyor: “Tevfik rakıdan kesilmiş, istirahat etmek üzere Pendik’e gelmişti. Tevfik, senin yüzünden bak neler oldu. Dr. Mazhar Osman Bey beş araba koyun gübresi istemişti, gönderdim. İhbar etmişler, müfettiş geldi, uzatmayalım başımıza iş açtın, dedim. Bir hayli güldü. Birkaç saat sonra işte bu kıta’yı yazıp elime verdi. Sertabibin bilirim kudret-i ilmiyesini, Kimi hakkında şöyle, kimi böyle dedi Mîriden çalma rüşvet olarak Pendik’ten Mazhar Osman tam beş araba gübre yedi. (sertabip: başhekim, kudret-i ilmiye: bilginin gücü, mîri: devlet) Şefik Kolaylı’nın, Dr. Mazhar Osman’a parasız verdiği gübreler için hakkında soruşturma açıldığı anlaşılmaktadır. Bu soruşturma, cumhuriyetin ilk yıllarında devlet malının nasıl korunduğunun bir göstergesidir. Bugün, devlet malının nasıl talan edildiğini gördükçe, “Nereden nereye geldik…” diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Neyzen’in sevmediği tek şey, otoriteydi. O yüzden devlet erkânı ile iyi geçinmezdi. Yalnız, Atatürk’e çok bağlıydı. Atatürk’ün ölümünden sonra günlerce evinden çıkmadığı söylenir. Neyzen Tevfik, ileriyi gören bir şairdi. Bundan yıllarca önce yazdığı hicivleri sanki bugün yazılmış gibi güncelliğini hala korumaktadır. Türkü yine o türkü sazlarda tel değişti, Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti.
- ÖYLE GÜNLER GÖRDÜM Kİ
Nurten B. AKSOY * Öldürülüşünün üzerinden 76 yıl geçmesine karşın ardındaki sırlar tam anlamıyla çözülemeyen, katledilişiyle ilgili kişisel zaaflarından tutun da polisle iş birliği yaptığına kadar çok şey söylenen Sabahattin Ali; edebiyat tarihimize bıraktığı ve hala sevilerek okunan bütün eserleriyle, unutulmaz isimler arasında yaşamaya devam ediyor… Onun kısa ama çileli yaşam öyküsünü, belki de ölümünü hazırlayan yaşadığı dönemin kavgalarını, çekişmelerini ve tarihin kirli sayfalarında kaybolan pek çok faili meçhul cinayet gibi, hunharca katledilişini anlatmak istedik. Ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz… Öyle günler gördüm ki aydın gökler kararıp Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp Hayaller alev alev beynimi yakar oldu 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan Sabahattin Ali, ilkokulu I. Dünya Savaşının gölgesinde tamamlar. Önce Balıkesir, ardından İstanbul Öğretmen okulunu bitirerek öğretmen olur. Yozgat’ta başladığı mesleğini bir yıl yaptıktan sonra 1928 yılının sonlarında kendisiyle beraber seçilen kişilerle Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilir. Kısa bir süre Berlin’de kaldıktan sonra Türk büyükelçiliğinin de yardımıyla Potsdam şehrine yerleşir ve burada dil öğrenimine başlar. Ancak iki yılı doldurmadan yurda döner. Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı Türkiye’ye dönünce girdiği sınavı kazanarak Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanır. Ancak burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılır. Tutuklu yargılanmasına karar verilir ve Aydın hapishanesinde tutuklu kalır. (1931) Serbest kaldıktan sonra Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Öyle günler gördüm ki duvarlar gelir dile Gözümde canlanırdı eşkıya masalları Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Konya’dayken bir toplantıda Türk devlet yöneticilerini (Atatürk ve İsmet İnönü) yeren ve “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlayan bir şiiri okuduğu iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tutuklanır. Tutuklanmasına sebebiyet veren bu şiiriyle “Gazi’yi ima ve telmihen tahkir ettiği” gerekçesiyle Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çaptırılır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenir ve cezası on dört aya çıkarılır. Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Kafada çelik gibi fikirler dursa bile Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum Sabahattin Ali Konya Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahseder: “Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen hakaret eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat (süreç) lehimde olduğu halde müdde-i umumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyizde, cezayı aleyhimde eksik bularak cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yatım. 11 ayım kaldı demektir.” Öyle günler gördüm ki dost dediğim insanlar Ben yanına varınca dudağını kıvırdı Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu Sabahattin Ali, bu davadan 22 Aralık 1932’de tutuklandıktan sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanunla memurluktan atılır. Kendisi daha sonra Konya’dan Sinop cezaevine gönderilir. Burada da o ünlü hapishane şiirlerini yazar. Bu şiirlerden biri “Aldırma Gönül” adıyla bestelenir ve adeta anonimleşerek dillere pelesenk olur. 10 ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalır. Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar En alçak tekmelerle beni yere devirdi. Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı Yeniden göreve atanabilmek için çeşitli girişimlerde bulunan Sabahattin Ali’den 1934 yılında Atatürk hakkında bir kaside yazması istenir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazar. Ama bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilir. Daha sonra Sabahattin Ali, Atatürk’ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne, ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye kurumuna 25 lira maaş karşılığında atanır. Öyle günler gördüm ki tabanca şakağımda Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı Askerlik görevini İstanbul’da yapan Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarına atanarak Karl Albert’in asistanlığını yapar. Bir yandan çeviriler yaparken bir yandan da dergilere yazılar gönderir. Ayrıca MEB’e bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde de görev yapar. Ekonomik anlamda rahatlayan yazar, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra “Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu” ifadelerini kullanır. Tabancanın namlusu ısındı yanağımda Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı Bir şeyler fakat beni yaşamaya bağlardı Sabahattin Ali yaşamı boyunca sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmaz. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur Yazarın “İçimizdeki Şeytan” romanı o yıllarda milliyetçi kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık Sabahattin Ali dava açar ve bu dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. (1945) Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider Gözyaşları içinde seneler yürür gider Aziz Nesin’le çıkardıkları Markopaşa dergisi sürecinde birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalır. Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalıp yazacak yer bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister fakat alamaz. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı Paşakapısı Cezaevinde tanıdığı Berber Hasan vasıtasıyla Bulgaristan’a adam kaçıran ve silah çalma suçundan ordudan ihraç edilmiş eski bir subay olan Ali Ertekin’le irtibat kurar. Bir süredir hem gizlenmek hem para kazanmak için Anadolu’yu dolaştığı kamyonla yola koyulurlar. Kırklareli’nin Kızılcadere Köyüne geldiklerinde, beraberlerindeki şoförü kamyonla geri gönderirler. Bütün iş sınırı geçmeye kalmıştır. Sabahattin Ali yeni zorluklara gebe olsa da kısmen özgür bir yaşamın kendisini beklediğine inanmaktadır. Bulgaristan’a gidecek ve sonra da ailesini yanına aldıracaktır. Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi Ne var ki bu kaçış gerçekleşemez Sabahattin Ali sınırı geçemez. Eşinin yurtdışına kaçmaya çalıştığını bilen ama kendisinden altı aydır haber alamayan Aliye Hanım ile kızı Filiz, bunun nedenini ertesi gün çıkan gazetelerden öğrenirler: “Solcu muharrir Sabahattin Ali hududu aşarken katledildi.” Haberlerde, “Katilin Ali Ertekin olduğu, kaçırmaya çalıştığı kişinin kim olduğunu öğrenince, yalnız kaldıklarında ‘milli duygularla’ başına bir sopayla vura vura Sabahattin Ali’yi öldürdüğü” yazılıdır. Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum. Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı Ali ailesinin avukatlığını üstlenen dostları olayı araştırmak ister. Fakat bir noktadan sonra duymaya başladıkları söz “Fazla kurcalamayın” olur. Suçunu itiraf eden Ali Ertekin dört yıl ceza alır ama aynı yıl çıkarılan af yasasından faydalanarak serbest kalır. Sabahattin Ali’nin cesedi, Sazara köyü yakınlarında bir dere yatağında bir çoban tarafından bulunur. Cesedi eşi ve annesinin teşhis etmesine izin verilmez. Bu görevi Aziz Nesin ile Adalet Cimcoz yerine getirirler. Nesin’in, cesedin kolunun da Sabahattin Ali’ninki gibi kırık olduğunu söylemesiyle “teşhis” tamamlanır. Daha sonra muayene edilmesi için defnedildiği yerden çıkarılan ceset bir torba içinde elden ele dolaştırılırken kaybolur. Eşyaları, “hacizli” oldukları gerekçesiyle ailesine teslim edilmez. İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum Sabahattin Ali davası 1990’lı yıllara kadar bir daha konuşulmamak üzere kapanır. Hiç kuşkusuz olayı gören, bilen, duyan ve işleyen birileri vardı. Ancak hepsi susar veya susturulur. Konuşanların birçoğu da sonradan söylediklerini yalanlar veya sözlerinin çarpıtıldığını ileri sürer. Sonuç olarak ne devlet çıkabilir işin içinden ne emniyet ne de asker… Ve tarihimizdeki faili meçhuller zincirine bir halka daha eklenir. Sen benim sevgilimsin, sevsen de sevmesen de Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende… Kırk beş yıl babasının öldüğüne inanmayan kızı Filiz Ali, 19 Haziran 1993 günü Kırklareli’ne gider ve gerçekle, ancak onu bulan çobanla konuştuktan sonra yüzleşebilir. Filiz Ali’nin asıl içini yakan, bulunan cesedin ona ait olup olmadığı yıllarca tartışılan babasının bir mezarının bile olmamasıdır. Filiz Ali, babasının cesedinin bulunduğu dere yatağının yakınındaki düzlükte, arkasını Istıranca Ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine bir mermer parçası gömer ve mermerin üstüne Sabahattin Ali’nin çok bilinen dizelerini yazar: “Başım dağ, açlarım kardır Benim meskenim dağlardır.” Babası artık rüyalarına girmeyecektir. Ruhunun huzur bulduğuna inanır. NOT: Dizeler Sabahattin Ali'nin "Öyle Günler Gördüm ki" Şiiri
- “Ah Bir Ataş Ver Cıgaramı Yakayım”
Nurten B. AKSOY * ‘ Vatan Sağ Olsun’ Diyerek Denizin Dibinde Ölümü Bekleyen Dumlupınar Şehitleri’nin Anısına Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah yanık olur anaların yüreği Ah çatal olur efelerin yüreği” Bu türküyü söyleyerek ölümü bekleyen, arkalarında yüreği yanık analar, eşler ve çocuklar bırakan denizcilerin; Dumlupınar Şehitleri’nin ölüm yıldönümü bugün. Tam yetmiş bir yıl önce onlar, tevekkülle “Vatan sağ olsun!” diyerek ölümü kucakladılar bir çelik tabutun, Dumlupınar denizaltısının içinde. İşte onların hazin hikayesi… 1953 yılının sisli, karanlık ve rüzgarlı bir gece yarısı… Ege Denizi’nde katıldığı NATO tatbikatından dönüş yolunda olan Dumlupınar denizaltısı, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girer. Karanlığın içinde su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüdür. Dumlupınar, tatbikat süresince iki gün su altında kalmış; üstün başarı gösteren gemi personeli, yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Kendilerine verilecek yeni bir göreve kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisinde olan denizciler, yorgun ama bir o kadar da üstlerine düşen görevi layıkıyla yapmanın gururu içindedirler. Ne var ki saatlerin 02.15’i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerlerken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası gerçekleşir. Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz’ın orta yerinde çarpışır. Denizaltının parçalanan baş kısmından hücum eden karanlık ve soğuk sular, koca denizaltıyı seksen bir kişilik mürettebatıyla birlikte birkaç dakika içinde yutuverir. Zıpkın yemiş koca bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak sulara gömülen denizaltının köprü üstünde nöbet tutan sekiz denizcisi de çarpışmayla birlikte sulara savrulur. Denizin karanlık sularına savrulan bu sekiz kişiden ikisi, arkadaşlarının gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verirken bir diğeri akıntıya kapılıp boğulur. Sağ kalan beş kişi ise olay yerine ilk yetişen Gümrük Motoru tarafından Çanakkale’ye götürülerek hastaneye yatırılır Günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladığında, Boğaz’ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanmaktadır. Aldığı yara sonucu sulara gömülen ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar’ın kıç torpido bölümündeki yirmi iki denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordur. Dumlupınar burada battı O günün imkânlarıyla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki seksen bir kişiyi çıkartmak mümkün olamaz. Çünkü Türkiye’nin elinde, denizin doksan metre altına gömülmüş denizaltıyı çıkartacak imkânlar ne yazık ki henüz yoktur. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatılır. Bu şamandıranın içinden irtibatı sağlamak için bir telefonla şu not çıkar: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun!” Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmiştir. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan “denizaltı battı” şamandırası balıkçılar tarafından bulunarak gemidekilerle telefon vasıtası ile irtibat kurulur. Bu arada radyo bu konuşmayı verir. İlk telefon bağlantısında aşağıya, “Oğlum merak etmeyin… Sizi kurtaracağız…” mesajı gönderilir. En zor dakikalar başlamıştır. Herkes ağlamaktadır, dakikalar hızla geçer; ama kurtarma çalışmaları bir türlü sonuç vermez. Aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri gelmektedir; Kurtaran gemisi kazadan tam on saat sonra olay yerine gelmiş ve çalışmalara başlamıştır. Boğaz’da akıntı çok kuvvetlidir, dalgıçlar on bir dalış yaparak kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalışırlar. Fakat teknik yetersizdir, en son dalgıç seksen metreye kadar inebilir ve baygın halde yukarı çekilir. Ancak on beş saat sonra basınç odasında hayata döndürülür. Oysa ki gemiye ulaşmaya daha on bir metre vardır ve başarılamaz, gemiye ulaşılamaz. Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterir ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası kopar ve Dumlupınar’la tüm bağlantı kesilir. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal alır. Eğer Dumlupınar’ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı, olamadı… Facia haberleri kısa zamanda radyo ve gazetelerden tüm yurda duyurulur. Milli Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı yedinci ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketir: “Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir…” Nihayet çaresizlikle denizaltındaki subay, astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylenir; kendilerini su yüzüne çıkaramayacakları, buna imkan olmadığı bildirilir. Artık, kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin” telkininin yerine, “konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir ve isterseniz sigara bile içebilirsiniz” denilir. “Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım” Bunu duyan kahraman ve çaresiz denizcilerin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun!” olur. O andan sonra, oksijen bitene kadar 72 saat hayatta kalırlar ve “Ah, bir ataş ver cıgaramı yakayım, sen salın gel ben boyuna bakayım…” türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verirler. Şehit Astsubay Sait Yıldırım ‘ın kızı Berke İnel anlatıyor: “O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım ne olur gitme, ben senin gitmeni istemiyorum.’ dedim. Bana dönerek ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.’ dedi. Gidiş o gidiş…” Ne gariptir ki Türk Deniz Kuvvetleri’ne alınan ve adları Dumlupınar olan denizaltılardan üçünün de kaderi aynı olmuştur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da, onları benzer kılan özellikleri kötü kaderleri ve adlarının “Dumlupınar” olmasıdır. Üç denizaltının benzeyen sonları 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz’deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanır ve Haydarpaşa’da bir gaz tankeriyle çarpışır. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar, 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpışır ve 81 denizciye çelik mezar olur. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar ise; 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara’dan Çanakkale Boğazı’na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpışır. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtulur, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yanar. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına “Dumlupınar” adı verilmez. Ruhları şad olsun Dumlupınar denizaltısına, batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilinmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi, böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için Dumlupınar’a inilerek 30 Mart 2003 tarihinde resimler çekilmiş, “Vatan Size Minnettardır” yazılı bir onur plaketi de gemiye çakılmıştır. Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük’te Dumlupınar Şehitleri’ni anma törenleri düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır. Hepsinin ruhları şad olsun…
- Orhan Veli’nin Yarım Kalan Şiiri
Nurten B. AKSOY * Bazen kitaplığınızın bir köşesine sıkışmış eski bir kitap geçer elinize. Defalarca okumanıza, içindekileri neredeyse ezbere bilmenize rağmen bir kez daha dalarsınız sayfaların arasına. İşte biz de tam 53 yıl önce Varlık Yayınları’nın üçüncü basımını yaptığı Orhan Veli’nin “Bütün Şiirler” adlı kitabını kitaplığımızda bulunca “mal bulmuş mağribi” misali çevirdik sayfaları. Kitabın en sonunda ya unuttuğumuz ya da gözümüzden kaçan şairin son şiiriyle karşılaşıverdik ve çok da bilinmeyen “Aşk Resmi Geçidi” adlı bu şiiri sizlerle paylaşmak istedik. Orhan Veli her ne kadar: “Bütün güzel kadınlar zannettiler ki/Aşk üstüne yazdığım her şiir / Kendileri için yazılmıştır / Bense daima üzüntüsünü çektim / Onları iş olsun diye yazdığımı / Bilmenin.” dese de hayatına giren kadınları anlatmış sanki bu son şiirinde… İlk Göz Ağrısı Birincisi o incecik, o dal gibi kız. Şimdi galiba bir tüccar karısı Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir. Ama yine de görmeyi çok isterim, Kolay mı, ilk göz ağrısı… Yazar arkadaşı Sait Faik bir röportajında şairimizi şöyle betimler; “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol…” Sanki kendi gibi incecik bir kızmış ilk göz ağrısı da… İkincisi Meçhul Sevgili ……………………………….çıkar ……………………dururduk mahallede ……………………………….halde ….adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara …………………….yangın yerlerinde… Garip Akımını yalnız yazdıklarıyla değil, hayata karşı duruşuyla da anlatan Orhan Veli, fiziğini bile bu uğurda kullanmaktan çekinmez. Bu yüzden şiirinin hayatının sonucu olduğuna değil, aksine hayatını şiirine göre yaşadığına inanılır. Üçüncüsü Münevver Abla Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları Gülmekten katılırdı, okudukça. Bense bugünmüş gibi utanırım O mektupları hatırladıkça… Dördüncüsü… Dördüncüsü azgın bir kadın, Açık saçık şeyler anlatırdı bana. Bir gün de önümde soyunuverdi Yıllar geçti aradan, unutamadım, Kaç defa rüyama girdi. Beşinciyi Anlatmayalım Beşinciyi geçip altıncıya geldim Onun adı da Nurünnisa. Ah güzelim Ah esmerim Ah ! Canımın içi Nurünnisa… Belki de şairin anlatmayıp atladığı beşinci kadın; sona bıraktığı, hiç bitmemiş aşkı “İnsanları sevmesini de bilen” kadındı. Yedincisi Aliye Yedincisi Aliye, kibar bir kadın Ama ben pek varamadım tadına Bütün kibar kadınlar gibi, Küpe fiyatına, kürk fiyatına… Sekizinci Sekizinci de o bokun soyu: Sen elin karısında namus ara, Kendinde arandı mı, küplere bin. Üstelik kendinde de Yalanın düzenin bini bir para. Dokuzuncu Ayten Ayten’di dokuzuncunun adı, Barlarda göbek atar İş başında şunun bunun esiri, Ama bardan çıktı mı Kiminle isterse onunla yatar. Onuncusu Akıllı Onuncusu akıllı çıktı Bıraktı gitti beni. Ama haksız da değildi hani, Sevişmek zenginlerin harcıymış İşsizlerin harcıymış. İki gönül bir olunca Samanlık seyranmış ama İki çıplak da olsa olsa Bir hamama yakışırmış… İşine Bağlı Kadın İşine bağlı bir kadındı on birinci Hoş, olmasın da ne yapsın? Bir zalimin yanında gündelikçi; Adı Luksandra. Geceleri odama gelir Sabahlara kadar kalır Konyak içer, sarhoş olur Sabahı da işbaşı yapardı şafakla… Sonuncusu Yaşamayı Seven Kadın Gelelim sonuncuya. Ona bağlandığım kadar Hiçbirine bağlanmadım. Sade kadın değil, insan. Ne kibarlık budalası, Ne malda, mülkte gözü var. Eşit olsak, der Hür olsak, der İnsanları sevmesini de bilir, Yaşamayı sevdiği kadar… Orhan Veli’nin sonuncu aşkı, Nahit Hanım’dı. Kardeşi Adnan Veli de şairin ölene kadar Nahit Hanım’ı sevdiğini söylemiştir. Orhan Veli Kanık Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düştüğünde henüz 36 yaşındadır, başından yaralanır. İstanbul’a gelir, bir arkadaşının evinde rahatsızlanır. Üzerinde ceketi vardır. Son kez giydiği ceketi… Cebinde de bir diş fırçası ve o diş fırçasına sarılı bir kağıt parçası. Kağıdın üzerinde bitmemiş bir şiir… “Aşk Resmigeçidi”
- Hıdırellez ve Gül Ağacında Üç Fidan
Nurten B. AKSOY * Hıdırellez’i günümüz gençleri pek bilmese de 6 Mayıs Tarihini bağımsızlık ve özgürlüğe gönül vermiş pek çok kişi bilir… Hıdırellez, Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir ve baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini simgeler. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, Hıdırellez’in uğruna inananlar dileklerini yazdıkları minik kağıtları kırmızı torbalara koyup, yanına bozuk para da ekleyerek gül dalına asarlar, sonra da bütün bir yıl dileklerinin gerçekleşmesini beklerler. Aslında dilekler mütevazı ve olabilecek şeyler olduğundan genellikle de hep gerçekleşir. Oysa 1972 yılının Hıdırellez’inde yani 5 Mayıs’ı 6’sına bağlayan gece dilekler, umutlar gül dalına değil, kin ve intikam duygularıyla yanıp tutuşanlar tarafından darağaçlarına asıldı… Tam bağımsız Türkiye için mücadele eden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacına korkmadan dimdik giden, bu üç yiğit fidanın istekleri hiç gerçekleşmedi ama isimleri sonsuzluğa yazıldı… Onları 52. ölüm yıldönümlerinde özlemle ve sevgiyle anıyoruz… “Gözümde bir damla su Deniz olup taşıyor Çöllerde kalmış gibi yanıyor yanıyorum” 12 Mart 1971’de “Ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’da İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi” gibi nedenlerle Ordu, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanına bir muhtıra vererek hükümetin istifasını ve yeni bir hükümet kurulmasını istemişti. Kısacası "Demokrasi" yine sekteye uğramış ve rafa kaldırılmıştı. Ülkede yaşanan kaosun, kargaşanın faturası birilerine kesilmeliydi. Bunun için vatan hainleri (!) her yerde kovalanıyor, hapislere atılıyor, baskınlarda öldürülüyor ve memleketi kurtarmak adına “Üç Fidan” idama mahkum edilerek dar ağacına gönderiliyordu. Asıldıklarında Hüseyin İnan 23, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25 yaşındaydılar. Onlardan geriye düşünceleri, simge haline gelmiş isimleri ve mektupları kaldı. Tarih 6 Mayıs 1972, Hıdrellez yani… Görünüşte güneşli bir bahar günü ama çığlıkların dudaklarda kaldığı, acının yürekleri delip geçtiği kapkara bir gün… O gün, tıpkı gül dalına asılmış, içinde umutların olduğu dilek torbaları gibi o üç fidan da inandıkları ve ölümü göze aldıkları “Tam Bağımsız Türkiye” için darağaçlarına asıldılar... Onlar hür ve bağımsız bir ülke dilemişlerdi hep, ama dilekleri kabul olmadı ne yazık ki... Ve onlar korkmadan ölüme giderken arkalarında inançlarını, fikirlerini, anılarını ve son mektuplarını bıraktılar… Deniz, Hüseyin ve Yusuf veda mektuplarını yazarken yakınları hâlâ son bir umut çırpınıyordu, ama tüm çabalar sonuçsuz kaldı ne yazık ki… “5 Mayıs Cuma, 6 Mayıs’a, Hıdırellez’e bağlanıyordu. O geceyi seçtiler; gece yarısı Mamak koğuşlarında zincir sesleri yankılandı. Sonra kapıların çift taraflı sürgüsü gürültüyle çekildi. Parmaklıklı demir kapılar gıcırdadı. Mamak’ta ikişerli hücrelerde yatan mahkumlar, bu seslerden vaktin geldiğini anladı. Az sora koridor boyunca yere sürtünen bir pranganın sesi çınladı. Horozlu aynası olanlar parmaklıkların ardından uzatıp ötesini görmeye çalıştılar, göremediler… Ama Deniz’in sesini duydular: ‘Hadi eyvallah arkadaşlar!’ Bu kadar… Boğazları düğümlendi, ne slogan ne marş… sözün bittiği yerdi…” (Can Dündar Abim Deniz Kitabından sayfa: 430) * Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de tereddüde düşmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. O bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım. Oğlun Deniz Gezmiş * Deniz bu son mektubunu, asılmadan hemen önce, başgardiyanın odasında, yazı makinesiyle odaya gelen bir görevliye söyleyerek yazdırmıştı. *** "Söyleyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı. Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride durumumu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım. Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız. Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar sevgiler!.. Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil hem de sırası değil… Candan selamlar. Hüseyin İnan" * Hüseyin’in bu mektubu asılmadan az önce el yazısıyla yazdığı anlaşılıyor. Mektup, bir zarfa konulmuş ve postalanacakmış gibi üstüne bir liralık da pul yapıştırılmıştır. *** "Sevgili babacığım, bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum. Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum. Babacığım, annemin ve Yücel’in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim: fazla üzülmesinler, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim… Benim için her zaman bol bol öpün. Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel’i, ablamı, Aziz Abiyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım… Sağlıcakla kalın… Hoşça kalın T. Yusuf Aslan Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki vermeyebilirler." * Yusuf Aslan mektubunu Mamak Cezaevi’nde idamdan üç gece önce el yazısıyla yazmıştı. *** İnfazdan sonra Deniz’in ailesine teslim edilen evrak arasında bir de cep defteri vardı. İçine bir şey yazılmamış olan bu defterin kapak içindeki boş sayfaya kendi el yazısıyla bir şiir yazmıştı Deniz. Bazı mısraları, sözcükleri yazıp üzerini çizmişti. O dizeler, ondan kalan son sözler oldu… "Yenilmişsem Elim kolum bağlı Boynumda yağlı ip Gelip dayanmışsam Darağacına Dudaklarımda yarın Gözlerim yarınlarda Unutmak mı gerek seni? Kapılar kapalı Tutulmuşsa gece kapkara yollar Sıcacık bir sevgi sunmayacak mıyım insanlara? Bakmayacak mıyım yarınlara Seslenmeyecek miyim insanlara?"
- MARTILAR
Nurten B. AKSOY * Deniz şehirlerinin, sahillerin, en çok da İstanbul’un süsüdür martılar. Denize olduğu kadar özgürlüğe de sevdalıdırlar. Bembeyaz kanatları ile “Bakakalırlar giden gemilerin ardından”. Bir çocuğun elindeki simidin sevdasına, takılırlar vapurların peşine. Yorulmadan kanat çırparlar İstanbul‘un iki yakasını bir araya getirmek istercesine. Öykülere, filmlere konu olurlar ama en çok da şiirlere… Günlerdir kör köstebek nefsimle öyle hırlı Ve öylesine harlı ki Esrik nefesim Bir kibrit tutsam parlayacak. Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış Boğazın iki yakasından Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi Gelişi güzel mi güzel bir ocak Suların ortasında sevgili öfkemle benim Yanacak bahar erişinceye değin Soğuktan morarmış kanatlarını Isıtsın diye martılar Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin Can Yücel Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra. Dünyalar vardır, düşünemezsiniz; Çiçekler gürültüyle açar; Gürültüyle çıkar duman topraktan. Hele martılar, hele martılar, Her bir tüyünde ayrı bir telaş! Gün olur, başıma kadar mavi; Gün olur, başıma kadar güneş; Gün olur, deli gibi… Orhan Veli Kanık Sıralanmış saksılar vardı limana bakan penceremizin önünde ve çiçekler arasında ekmek kırıntıları serpen martı yüzlü bir anne …….. Sunay Akın İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş… Bedri Rahmi Eyüboğlu beni koyup koyup gitme, n’olursun durduğun yerde dur kendini martılarla bir tutma senin kanatların yok düşersin yorulursun beni koyup koyup gitme, n’olursun bir deniz kıyısında otur gemiler sensiz gitsin bırak herkes gibi yaşasana sen işine gücüne baksana evlenirsin, çocuğun olur beni koyup koyup gitme, n’olursun Atilla İlhan Her vapur dumanının ardına yüreği sıcak bir insan sanıp takılırken tüyleri ıslanan bir martı olduğumu hem azarlayan hem de sırtıma havlu koyan anneme anlatamam Kanadım kırılsa da konmam deniz kıyısındaki hiçbir caminin minaresine kubbeye tüneyen martıların keyiflerince uçmalarını bekleyen imam ezanı geç okuduğu için sürülünce bir dağ köyüne Sunay Akın Süt beyaz bir martıyım açıklarda Gemilere ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilere Bir kanat vuruşta bulutlardayım; Bir süzülüşte vatanım dalgalar! Cahit Sıtkı Tarancı Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. Martılar konuyor omuzlarıma, Gözlerin İstanbul oluyor birden… ………………………… Yavuz Bülent Bakiler Martılar ah eder, çırparlar kanat Deryalar açılır, kat kat Gayri beklemeye kalmadı tâkat Görünsün karşıdan İstanbul şehri Dalgalar yar beller, kopar kıyamet Deryayı kan eder, kan eder hasret Gayri beklemeye kalmadı tâkat Görünsün karşıdan İstanbul şehri Nâzım Hikmet Her tarafı büyüye boyanmış bir İstanbul Martılar uçuyor kalbimin denizinde Mehmet Nedim Bilgiç İstanbul’da Boğaziçi’nde Bir garip Orhan Veli’yim Veli’nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim Urumeli Hisarı’na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum İstanbul’un mermer taşları Başıma da konuyor martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım… Senin yüzünden bu halim. İstanbul’un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne Sevdalım… Boynuna vebalim İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim Bir garip Orhan Veli’yim… Orhan Veli Kanık Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy
- MADIMAK
Nurten B. AKSOY * yandılar kor bir ateşin içinde savruldular gökyüzüne gül misali kara bulutlarla veda edip âleme semahlarla koştular ceylan misali vardılar hep “uçmağ”ın bahçelerine saz çalıp söyleştiler bülbül misali… (Nurten Bengi Aksoy) Yıl 1993, 2 Temmuz Cuma… Bir kara tarih, ülkemizin bağrına düşmüş bir kara leke… Hem de Madımak Oteli’nden yükselen dumanlar kadar kapkara… Yitip giden 35 can, 33 aydın, 33 pırıl pırıl insan… Alevler içinde kavrulan o canların anısına saygıyla… Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin Radikal İslamcılar tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişlerdi. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlenmiş, ancak binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden ayrılarak Hükümet Meydanı'na gelmişti. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup, ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etmişti. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verip oteli taşlamışlardı. Gözü dönmüş bu azgın güruh daha sonra Madımak Otelinin perdelerini tutuşturmuş ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte otel yakılmıştı. Otele sığınmış olan kişilerden Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de aralarında bulunduğu 33 aydın yanarak veya dumandan boğularak yaşamlarını yitirmişti. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtulmuştu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan karşıt görüşlü kalabalığa doğru itilmiş, başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtarmıştı. 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 göstericinin yaşamını yitirdiği olaylardan sonra akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen “İki günlük sokağa çıkma yasağı” ile güvenlik güçleri şehirde hakimiyeti zar zor sağlayabilmişti. Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Biz de onlardan bazılarını, yerimiz el verdiğince kısacık bilgiler ve kendi dizeleri ya da onlar için yazılmış dizelerle hatırlayalım istedik. ***** Hayat Efsanedir Saçların aklarla dolduğu zaman Geriye hasretle bir bakar mısın? Yıllar mazimizi yolduğu zaman Göğsüne menekşe, gül takar mısın? Pembe kıyılardan geçse bir sandal, İşitsem sesini şen fıskiyenin; Zikrimde canlanır eski bir masal: Gözümde gözlerin, elimde elin… Zaman kalbimizde can vermiş gibi, En güzel renklerle süslenir mekân… Suda aksimizle, havuzun dibi “Hayat efsanedir” diyordu her an! Asım Bezirci Asım Bezirci, araştırmacı, yazar. 67 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1928 Erzincan doğumlu olan Asım Bezirci üniversite yıllarında sosyalizm ile tanışarak Türkiye Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Yayınlanmış 70 kitabı bulunmaktadır. ***** Barış Güvercini Uçsun Dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Barış güvercini uçsun dünyada Yok olsun kötülük düşmanlık ölsün Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin …………… Nesimî der ki ey füze yapanlar Acımasız zalim cana kıyanlar Bırak ey yaşasın bütün insanlar Barış güvercini uçsun dünyada Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin Nesimi Çimen Nesimi Çimen şair, sanatçı. 62 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Alevi-Bektaşi halk ozanı olan Nesimi Çimen 1931 yılında Adana’da doğdu. İstanbul’a yerleştikten sonra geçimini sağlamak için ozanlık yapmaya başladı. Tunceli’de 1967 yılında sahnelenen Pir Sultan Abdal oyununda görev aldı. Aynı gün çıkan olaylarda tutuklanarak gözaltına alındı. Serbest kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Zeytinburnu’nda bir gecekonduda yaşamaya başladı. Evinde dava arkadaşları olan, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney’in de bulunduğu çok sayıda sanatçı, ozan ve aydın kalmıştır. Türkülerini göğsünde taşıdığı “cura” ile söylerdi ve bununla ünlenmişti. Nesimi Çimen üç telli curanın son ustasıydı. *** Kor Düşseydi Kor düşseydi keşke yüreğime, Bu yine anlaşılır olurdu. İçimde suyu kesilmiş bir fıskiye, Birdenbire buruşup soldu. Hoşça kal diyebildim güçlükle, Sesimi iğneden geçirerek. Dönüp arkama yürüdüm, Adım adım gittikçe küçülerek. Sen bana bir gurbet sundun, Buğulu çocuk gözlerinle. Öpüp başıma koydum, Sevginin solgun güzelliğiyle. Metin Altıok Metin Altıok şair, yazar. 52 yaşında Madımak Oteli’nde yandığı için öldü. İzmir Bergama’da 1941 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Madımak Olayından ağır yaralı olarak çıktı, fakat 9 Temmuz 1993 tarihinde kurtarılamayarak Ankara’da hayatını kaybetti. Metin Altıok 60’lı yıllarda genç şairlerden biri olarak anılmaya başladı. Ancak şiirleri ilk olarak 1970’li yıllarda yayınlandı. Romantik ve yalın bir dile sahip olan sanatçı çok sayıda şiir ve sanat etkinliklerine katıldı. **** Asaf Koçak Karikatürist olan Asa Koçak 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1958 yılında Yozgat’ta doğan sanatçı Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra öğretmenlik yapmaya başladı. Daha sonra istifa ederek Ankara’ya gitti ve burada kişisel sergiler açtı. Yaşamının son 14 yılını karikatürist olarak geçiren Asaf Koçak’ın çizimleri Sorun, Yapıt, Yeni Olgu, Türkiye Yazıları, 2000’e Doğru, Bilim ve Sanat, Yarın, Edebiyat 81, Cumhuriyet, Günaydın ve Yeni Çuval’da yayımlandı. Sinemada da şansını deneyen Koçak, Simbad isimli kısa metrajlı bir filmde oynadı. Ayrıca musluk tamirciliği de yapan Asaf Koçak, Özgür Gelecek isimli derginin görsel danışmanlığı ve Pir Sultan Abdal dergisinin karikatüristliği görevlerini de üstlendi. ***** Kuşlar da Gitti yalnızlık senin o konuşkan kuşun hani hep duvarlara anlattığın hapislerden kalma sürgünlerden. yalnızlık senin o konuşkan kuşun bulutlar taşıdığın yakut sürahide begonyalar büyüten eski alışkanlık. yalnızlık senin o konuşkan kuşun kırk kapıdan geçmiş kırk kilitten. yaralı, dili lâl, kanadı kırık vurulmuş başında bir yokuşun. Behçet Aysan 1949 yılında Ankara’da dünyaya gelen şair Behçet Sefa Aysan, 44 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. 12 Mart döneminde eğitimine ara verdi. Mezuniyetinden sonra önce İzmir’e atandı, ardından da Ankara’da psikiyatri ihtisası yaptı. Madımak olaylarında hayatını kaybetmesinden sonra Türk Tabipler Birliği Behçet Aysan’ın anısını yaşatmak için adına şiir ödülü vermeye başladı. ***** Eğer Bir Gün Bir beyaz güvercin Gelecekse ağzında bir mektupla Ve silecekse gözlerimdeki hüznü İsterim Durmasın kanat çırpsın bana doğru Bir gün eğer bir tahliye kağıdı Beni sana kavuşturacaksa Gayri gelsin düşlenen günler Erdal Ayrancı Şair Erdal Ayrancı 35 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. ODTÜ’ye 1978 yılında giriş yapan Erdal Ayrancı 1958 doğumlu. 12 Eylül döneminde hayatı değişti. Erdal Ayrancı, 1980-1983 yılları arasında Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor Cezaevlerinde hapis yattı. **** Sevda Seni Sözlük Yaza Ne çok dizem vardır sana, Ne çok tezenem. İçim sızlar Ta ucu burnumun, Bilemem… Sanki terzide daha Kısa pantolonum dikiliyor… Topum patlak.. Ellerim bana kıllı geliyor, Ayaklarım çirkin. Hasret Gültekin Hasret Gültekin, şair, saz sanatçısı. 22 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1971 yılında Sivas’ın Han köyünde doğdu. 6 yaşında saz çalmaya başlayan Hasret Gültekin ilk olarak 11 yaşında sahne aldı. Resmi olarak çıkan ilk Kürtçe kaset olan Nevroz 1990 yılında piyasaya Hasret Gültekin tarafından çıkarıldı. 1991 yılında Rüzgarın Kanatları isimli albümü çıkardı ve pek çok sanatçının albümünde müzik yönetmenliği yaptı. ***** Yine Gönlüm Hoş Değil Bugün dost yaralanmış Yine gönlüm hoş değil Her yanı pârelenmiş Yine gönlüm hoş değil Dost hasreti zor imiş Her dem ah u zâr imiş Dert adamı yer imiş Yine gönlüm hoş değil Akarsuyum yansam da Kül olup savrulsam da Bazı bazı gülsem de Yine gönlüm hoş değil Muhlis Akarsu Muhlis Akarsu, sanatçı. 45 yaşında Madımak Oteli’nde eşi Muhibe Akarsu’yla birlikte yanarak öldü. Saz sanatçısı olan Muhlis Akarsu 1948’de Sivas’ta doğdu. Yüzün üzerinde plak, dört kaset ve çok sayıda deyişi vardır. 1970’li yıllarda İstanbul’a yerleşti ve aynı yıl ilk plağını çıkardı. Her yıl çeşitli şekillerde düzenlenen hemen tüm Alevi etkinliklerine katıldı. Yaptığı türkülerden dolayı 1980’li yıllarda hapis cezası aldı. Sanatında Karacaoğlan’dan ve Pir Sultan Abdal’dan etkilendiği açıkça görülmektedir. ***** Soğuk Ölüm …Soğuk ölümün, acımasız pencereleri geziniyor üzerimde kıyıya vurmuş, baygın bir balık gibi ayılıp çırpınmaya başlıyorum Korkuyorum beni kavuracağından güneşin. çırpınıyorum ATEŞ kumlarda yaşamak için ulaşmak istiyorum delice, suya, nefesime ve kendime. Muammer Çiçek Muammer Çiçek, aktör. 26 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1967 yılında Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya geldi. 1992 yılında Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nü bitirdi. Muammer Çiçek şiirle ve tiyatro ile de ilgilenerek özellikle oyunculuğa emek ve gönül vermiştir. ***** Yine de Gül gecenin kör vaktidir fırtınalar yedeğimde yürürüm ayakta ve perişan, ocağım, köz rengine ısıtır ellerimi. tutarım, bir acı zeytin yerim, tadı damağımda söyleşir durur. dilimde onlarca söz aç/açıktır. ak kâğıttan yapraklıdır isyânım. sağılır gelir mavi uçuşlarıyla martılar, sözcükler süzülür de kanat tutar kıraç toprağına dizenin. Uğur Kaynar Uğur Kaynar, şair. 37 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. 1956 yılında Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. Şiirlerinin ana teması sevgi olan Kaynar, 12 Eylül döneminde 2 yıl Mamak Cezaevi’nde yattı. ***** Yeter Şu havayı gönül payedârından Yarana elveda edelim yeter Yedi nar sunanlar yandı nârından Cehennemden çıkıp gidelim yeter Ben dervişem hoşça kervan düzmüşem, Gönlüm bahar yeli gibi sezmişem Dalgıcım aşk deryasında yüzmüşem Naz etme ey bülbül sedalım yeter Davut Sulari’yim manâ-yı natık, Biz araf ehline uymuşuz artık İlm-i cavidandan mücevher sattık Gönül kervanını güdelim yeter Davut Sulari Edibe Sulari; sanatçı. 40 yaşında Madımak Oteli’nde yanarak öldü. Edibe Sulari çok sayıda plakta dişi Sulari olarak görev aldı. Avrupa’da yaşamasına rağmen Türkiye’de düzenlenen tüm Alevi etkinliklerine katılırdı. Babası Davut Sulari ile bütün ömrünü âşıklık geleneğine sadık kalarak sürdürdü. Yukarıda da dediğimiz gibi Madımak Otelinde yaşamını yitiren o güzel insanlar bu ülkenin kültürüydü, zenginliğiydi. Renk renk, ilmik ilmik işlenmiş güzellikleriydi. Kıydılar onlara. Bizleri acılar ve utançlar içinde bırakıp göklere yükseldi o güzel insanlar. Hepsinin ruhları şâd olsun....
- İstanbul’un Sesinde Sitem
YUSUF ERBAY * Öyle durma karşımda, hatırlatma kendini Bana İstanbul deme! İstanbul’un saçları taralı, gözleri mahmur ayrılık. Al denizde yıkıyor ayaklarını, kış kıyamet buz gibi. İstanbul’un hatırı kırık, sesinde sitem, bakışı nemli. Yalnızlığa düşüyor her akşam eski sevdalar. Aramaz olmuş İstanbul’u nihavent bir şarkılık. Sarhoştur boğazda yalpalayan mehtap, Uykuyla uyanıklık arası hayalimiz. Saymakla bitmez özlemin bu şehirde, Dağılmış kuşluk sularına, yokmuş gibi kaçamak. Geziyor hâl-i yakazada belli belirsiz Günde beş vakit yalnızlık.
- BUZDAN KALELER
ZELİHA AYDOĞMUŞ * Zaman o zaman olsa da boş vermeli; o klasik, altına araba çektiğinde kızlarını mutlu ettiğini sanan babaları... Hiç tercihimiz değil. Biz, ''BUZDAN KALELER'le'' daha çok ilgileniyoruz... Yazarı Şenol YAZICI'nın kitapta anlattığı, okura da hissettirdiği çocuğunun kaygılarına bile duyarlı baba modeli bizim tuttuğumuz Pek çok yazısını bu benim de hikayem deyip öyle...içercesine okuduğum yazarların başındadır Şenol YAZICI... maviADA Dergisinde, zaman zaman paylaştığı kitap önerilerini de aynı şekilde ilgiyle okurum. K onu edebiyatsa, hele yaratıcı yazınsa, titizlikle ürettiği, çok yönlü kültürüyle sağlam dokunmuş yazdıklarıyla örnek alınası bir yazar. Öyle ki; Şenol YAZICI'nın bu özelliği, hem kendi ürettiklerine, hem kurgularındaki duygu/durum işleyişine, hem de dergi okurları için yazdığı, ' Mavi Serencam' da anlattığı, 'yaptığım en güzel şey !' dediği maviADA Dergisine de yer alan eser seçimlerine de yansıyor. YAZICI'nın kimi kitapları 4.baskısını yapsa da on kitabından birini bile internette bulamadım. Resimleri var kendileri yoktu. Kitapçılara da boşuna sordum. Sonunda mucize gibi bir sahafta denk geldim. Hem de dört kitabına birden; Aşkarayan , Bağbozumu , Ada ve Buzdan Kaleler . Buzdan Kalelerin 2. ve 3.baskısı da ayrı ayrı vardı. İkisini de aldım. Sonradan öğrendim nedenini de sahaftan; yazar geçmiş yıllarda İzmir'e bir etkinliğe gelmiş, kitaplarından satın alan kuruluş da sahafa satmış. Göz attığımda okuduğum yazılarına benzer dili görmek beni sevindirdi. Sevdiğin tatlıları sıraya koymak gibi aklımca sıraya koyuyordum ama başladığım kitabı bırakamıyordum ki.... Nasıl anlatmalı; hani öyle günlerce elinizde saklayacağınız, her gün on sayfa okunacak türden değil bu kitaplar... Bir sayfasını okurken, diğer sayfasında 'acaba neler olacağını sorgulatan, zaman zaman, okuyanını hiç ummadığı yerlere götürerek, şöyle bir durup düşünmesini sağlayan... isterse 3. Dünya Savaşı başlamış olsun, ille de umut diyerek taraf tutan, belli bir birikimin varlığını ustalıkla ve incelikli bir dille açık eden, yüksek sesle söyleyen eserler.... Hele AŞKARAYAN... Nail Uyar'ın o kitabın tanıtımı i çin yazdığı kadar varmış... Şimdi dönüp baktığımda bana öyle geliyor ki, edebiyata yıllarını vermiş olan Şenol YAZICI'yı tanıyıp eserlerini okumasam, yirmi yıldır süren maviADA'yı niteliği bozmadan yaşatma uğraşına ve yazılarında değindiği hayat mücadelesine tanık olmasam, benim gibi bir edebiyat ilgilisinde çok şey eksik kalırdı. Ben ve benim gibi, sayısız yazarın yolunu ışıttığını bilmem bir yana, yazdığı kitaplardaki üslubunun renkliliği, her tür yazıya hakim olan yazın becerisi, gerçeğe yaklaştırıp elle tutulur, ruhlarda yaşanır kılan bir hayal gücü...okurunu dağ bayır gezdirdikten sonra ılık bir yel estirip düze, ovaya tüy gibi hafifçe bırakışı...sanatın tüm kollarına gereken kadar hakim, bilgi sahibi Şenol YAZICI'nın, kitap kurgularındaki farklılıkları dikkate alındığında, oldukça geniş bir vizyona sahip olmakla birlikte sözcüklerin en iyi dostu olduğunu kim inkar edebilir ki! Sahi dünya bir yana, çocuklar bir yana dediğimiz o beyaz sayfayı açıp baktığımızda sorarım size; kaç yazarın aklına gelir kızının günlüğünü kitaba dönüştürmek, o günlüğe ve sevgili kızının hayallerine ölçülemeyecek, ölümsüz bir anlam yüklemek? Bence, Buzdan Kaleler'in en önemli özelliklerinden biridir; bir çocuğun bakış açısından dünyayı, yaşanan acı tatlı hatıraları, dozunu aşmadan, iyisiyle kötüsüyle bulunduğumuz ülke ve toplum koşullarını, hoş olduğu kadar arı bir dille okurlarına ulaştırıyor oluşu...Tıpkı bir ressamın küçük bir tuvale, pek çok duyguyu sığdırması gibi, pek çok yaşanmışlığı, anılar içinde acıları barındırıyor olsa da, aşılmasından duyulan o tatlı hazzı ruhlarımızda samimi bir dille canlandırması... Buzdan Kalelerin bu özelliklerini düşündüğümde, gönlüm tüm ebeveynlerin mutlaka okumasından yana ister istemez ısrarcı oluyor; hatta belli bir yaşa gelmiş çocukların da...keşke! Biliyor musunuz sevgili Şenol YAZICI, Buzdan Kaleler isimli kitabınızı elime aldığımda, sonbaharın o ılıman havasının çetinleştiği, kış aylarındaki gibi bir soğuğun, rüzgarın sesinin iyiden iyiye yükseldiği günlerden biriydi. Fakat kitabınızın sayfalarına, bir çocuğun yaşanmışlıklarından derleyerek teyellediğiniz hayaller; öylesine samimi, öylesine sıcak bir aile ortamını soluttu ki , okurken ne soğuğun, ne rüzgarın yükselen sesi ilişebildi ruhuma...Buzdan Kaleleri ismine tezat yüreğimde eksilmeyen bir sıcaklıkla okudum desem, sanırım eksik bile söylemiş olurum. Öyle ki; küçük bir kız çocuğu yaşıyordu kitabınızda, gerçekten yaşıyordu ki kalp atışları hala avuçlarımda...büyüme evrelerine şahitlik ediyorduk onun ve zaman zaman yaşından büyük açmazlara düştüğü oluyordu...O minik ellerinden tutmak ya da; yanağına bir buse kondurup güç vermek istiyordunuz ister istemez. Bazen de çok mutlu olduğu anlar yüzünde onlarca güneş yaratıyordunuz parmak uçlarınızın harflere ilişiyle; o anda kollarımız kanada dönüşüyordu...saklamak, kimsenin çalmasına fırsat vermemek için bir çocuğun mutluluğunu... Büyüklere dediği, oldukça anlamlı bir masaldı ''Buzdan Kalelerdeki'' o çocuğun anlattığı...MAVİ bir masal, babasının; Şenol YAZICI'nın kutsadığı... Teşekkürler Şenol YAZICI. En yakın zamanda AŞKARAYAN'ı yeniden okuyup gene geleceğim. * 15.03.2021 İLGİ GÖRENLER ya da AZÇOK OKUNANLAR: FACEBOOKTA 102 + İNTERNET Toplamında 153 ZİYARETÇİ, 1 yorum ,10 beğeni
- CEMAL SÜREYA
Nurten B AKSOY * Tanrı Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal’i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı. (Ülkü Tamer) Fırtınalı hayatıyla, aşklarıyla, dizeleriyle edebiyatımızın ve İkinci Yeni hareketinin unutulmaz şairi (Cemalettin Seber) Cemal Süreya, 1931’de, o yıllarda Erzincan’a bağlı olan Pülümür ilçesinde dünyaya gelir. Babası Hüseyin, annesi ise Gülbeyaz’dır. Çocukluğunun ilk yıllarını Erzincan şehrinde geçirir. 1938’de çıkan Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik’e sürgün edildiği için ilkokula orada başlar, İstanbul’da devam eder. Haydarpaşa Lisesinden mezun olup Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve iktisat Bölümü’nü bitirir. Çeşitli devlet kurumlarında çalışır. Erzincan’dan sürgün edildiklerinde bindirildikleri sürgün treni, nereye götürüldüklerini bilmeyen insanlarla doludur… Yedi yaşında çıktığı bu yolculuk Cemal Süreya’nın bütün hayatını etkiler, şiirini besleyecek bir dönemin başlangıcı ve ‘bir doğum anı’ olur. Trenden Bilecik’te indirilirler. Bilecik halkı horlamak bir yana, bağırlarına basar sürgünleri; tepsi tepsi baklava börek taşırlar onlara. Bilecik’e yerleşir yerleşmez annesi Gülbeyaz’ı henüz 23 yaşındayken kaybeder Cemal. Küçücükken yoksun kaldığı bu anne sevgisi, şairi belki de ebedi bir sürgün kılar. Ve bu sürgün zamanla sevdiği her kadında annesinin arayışına dönüşen bir sürgün halini alır: “ Annem çok küçükken öldü / beni öp sonra doğur beni” SÜRGÜN Bizi bir kamyona doldurdular Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar Tarih öncesi köpekler havlıyordu Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü 1944 yılında, Süreya ilkokulun son sınıfındayken babası yeniden evlenir. Üvey anne, Cemal’e ve kız kardeşlerine hayatı zindan eder. Çocukluk yıllarında halk edebiyatı ve Alevi kültürü ile tanışmasına vesile olan annesinin, sürgünlüklerinin ilk yılında ölmesi ve ardından kendisinin ve kardeşlerinin yaşadığı üvey anne zulmünün, Süreya’nın hayatının en yıkıcı dönemi ve şair oluşunu en çok etkileyen faktörlerden biri olduğu söylenebilir. Cemal Süreya, Kürt olduğunu yıllarca saklamaya çalışmış; bu sürgün sonrasında dili, konu buraya uzanınca hep tutulup kalmış, ancak çok uzun bir zaman sonra çözülebilmiştir. O çözülmeden sonra bir patlama halinde her yerde “Kürt ve sürgün” olduğunu anlatmış, oğlunun nüfus kağıdında adı ‘Memo’ olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünmüş ve ‘Kadıköy’ün Kürdü’ demişti oğluna. BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi. taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor. sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı. ve kuşlara doğru fildişi rüzgarın tavrı. dağ güneş iskeleti. tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman. kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi – uykusuzluğun sütlü inciri – kovanlara sızmıyor. annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni. “Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü çocukken beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyük anneme sormuştum: Neyiz biz, diye. Bir şey anlamadı. Sürgün ne demek, diye yineledim. Sürgün 'menfi' demekmiş, menfaya gönderilenlere 'menfi' denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi: 'Bir Göçmen Çocuğun Anıları'. Göçmen miyiz yoksa biz, diye soruyu değiştirdim. Evet, işte buldun, göçmeniz biz, dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm… " diye anlatır şair sürgünlüğünü. İkinci Yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya geleneğe karşı olmasına rağmen, geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisidir. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimiyle; duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum Siz hiç hamama gittiniz mi? Ben gittim lambanın biri söndü Gözümün biri söndü kör oldum Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak Şöylelemesine maviydi kör oldum Taşlara gelince hamam taşlarına Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi Taşlarda yüzümün yarısını gördüm Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü Yüzümden ummazdım bunu kör oldum Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? Seniha Hanım, Cemal Süreya’nın ilk aşkıdır ve ortaokul yıllarında başlayan bu aşk evlilikle sonuçlanır. Hatta Süreya, Seniha Hanım’dan bahsederken, o yıllarda sınıfın tahtasına yazdığı kızıl mısralar adlı şiirinde "Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu, Masmavi defterime kızıl satırlar doldu" der. 1955 güzünde Eskişehir’den İstanbul’a yardımcı maliye müfettişi olarak atanır. İstanbul’a yerleşmesiyle edebiyat çevrelerinde ve etkinliklerinde daha sık görünmeye başlar; ancak bu durum ailesini ihmal etmesine yol açar. Aşkın onu bir menevşe kurusuna çevirdiği günler de mülkiye yıllarına rastlar. Bu tutkulu âşığın yani şairin, karısına attığı tokadın pişmanlığı yüzünden, jiletle bileklerini kesecek kadar ileriye gitmesi, bu evliliğinin ömrü hakkında daha o günlerde ipuçları verir aslında. 1958 yılında ayrılan çift, yedi yıl sonra resmî olarak boşanır. İlk evliliğinden sonra ikinci evliliğini Zuhal Tekkanat’la, üçüncü evliliğini Güngör Demiray’la yapar, ondan ayrıldıktan kısa bir süre sonra tekrar Zuhal Tekkanat’la birlikte olur. Tabii bu evliliklerin arasında sayısız gönül macerası, evlilikten dönen nişanlılıklar da vardır ve bunlardan sonra Cemal Süreya Birsen Sağnak’la evlenir. Tomris Uyar, Ülkü Tamer ile evliyken âşık olur Cemal Süreya’ya. İkisi de evlidir, ikisi de birbirleri için boşanırlar eşlerinden ve bugün bile, ‘Türk edebiyatının en verimli aşkı’ tanımını hak eden üç yılı birlikte geçirirler. Çünkü Cemal Süreya aşk dolu, cinsellik yüklü en güzel şiirlerini o yıllarda yazar. ÜVERCİNKA Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil .......... Üvercinka, Cemal Süreya’nın eşi Seniha Hanım hamile iken tanıştığı ve adını bilmediğimiz genç bir kızdır. Süreya’nın hayatında her daim bir sır olarak kalan bu kızın adını bilen olmamıştır. Türk şiirinin en güzel örneklerinden biri olan ‘Üvercinka’ bu genç kızın güzelliği sayesinde Süreya’ya şöhreti getirmiştir. “Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük; barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram. Kitabımın adını Üvercinka koyarak, kelimeyi zorlayan şiirimden ufak ama anlamlı bir kesit vermiş oluyorum galiba.” der şair… Cemal Süreya Darphane’de müdürdür; paranın basıldığı yerde bir şair müdür. Bütün yolsuzlukları tespit edip rapor eder, Ankara’ya gönderir. Mükafat bekler, ama ses yok. Bir daha yazıp bir daha gönderir. Çok geçmeden zamanın bakanı Darphane’yi teftişe gelir. Gelir ama Cemal Süreya’nın elini bile sıkmaz. “Bu kapının arkasında ne var?” diyerek bütün odaları dolaşır. Cemal Süreya’yla hiç muhatap olmaz, yardımcılarına sorar; "Bu kapının arkasında ne var, burada ne var?" İki saat dolaşır ve gider. Bakan tam giderken Cemal Süreya der ki: “Bir kapı var ki, onu size hiç açmayacağız”. “Hangi kapı, ne kapısı” der bakan. “Gönlümüzün kapısı” diye cevaplar Cemal Süreya. Bakan gider, bir rapor hazırlar: Darphaneyi gezdim, çok pis buldum. Müdür Cemalettin Seber’i (Cemal Süreya) görevden alıyorum. Cemal Süreya bu yazıyı alınca bir basın toplantısı düzenler ve der ki: “Bakan haklı, gerçekten de o gün şanlı Darphane, tarihinde ilk defa kirliydi. O da Sayın Bakanın burada teftişte olduğu saatlerdi.” Süreya’nın üvey kızı Gonca Uslu’nun aktardığına göre iddiaya girmeyi çok seven şair, arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine iddiaya girer ve kaybederse soyadındaki “y” harfinden birini sildireceğini söyler. İddiayı kaybeder ve Süreyya olan soyadını Süreya olarak değiştirir. Bazı rivayetlere göre iddiaya girdiği kişi, kimliğini bir sır gibi sakladığı “Üvercinkasıdır”. ELMA Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun Elma da elma ha allahlık Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı Kuşlar uçuyor üstünde Gökyüzü var üstünde Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun Bir duvarın üstünde Bir yandan elma yiyorsun kırmızı Bir yandan sevgililerini sebil ediyorsun sıcak İstanbul’da bir duvar Ben de çıplağım ama elma yemiyorum Benim öyle elmalara karnım tok Ben böyle elmaları çok gördüm ohooo Kuşlar uçuyor üstümde, bunlar senin elmanın kuşları Gökyüzü var üstümde, bu senin elmandaki gökyüzü Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum Bir kilisenin üstünde Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak Duvarda bir kilise İstanbul’da bir duvar duvarda bir kilise Sen çırılçıplak elma yiyorsun Denizin ortasına kadar elma yiyorsun Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz Bir yanda Sirkeci’nin tren dolu kadınları Adettir sadece ağızlarını öptürürler Ayaküstü işlerini görmek yerine Adımın bir harfini atıyorum “Elma” şiirinde, adındaki “Y” harflerinden birini attığını ilan eder, ve şöyle anlatır bu olayı: “O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.” GÜL Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin Ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz İstasyonda tren oluyor biraz Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum Her nasılsa sokağa düşmüş Kolumu kanadımı kırıyorum Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene... Tomris Uyar’ın Cemal Süreya ile olan ilişkisi hem enteresan, hem dillere destandır… Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlardı Cemal Süreya. Bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş, arkadaşlarınla falan buluş” der. Ertesi gün geç gelir Cemal Süreya, daha ertesi gün de, hep geç gelir. Bu akşamlardan birinde, örtü silkelemek için pencereyi açan Tomris, apartmanın girişinde oturan Cemal’i görür ve gerçek ortaya çıkar. Her akşam iş çıkışı eve geliyor ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya… Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: Şahsiyet Rötarı… Tomris Uyar Cemal Süreya ile ilgili: “Tanıdığı kaç kişi varsa, o kadar Cemal Süreya vardır. O yüzden ben bir tane Süreya biyografisi düşünmem. Üç tane yazılabilir. Üçü de apayrı.” demiştir. Ahmed Arif öylesine hayrandır ki Cemal Süreya’ya, onun yüzünü bile görmediği kız kardeşi Ayten ile evlenmek ister. Cemal Süreya’nın duyguları da ondan farklı değildir. “Evlen kız, Türkiye’nin en iyi şairi” der, kardeşine. Ayten önce şaşırır ama sonunda ağabeyinin sözünü dinler. Zafer çarşısında buluşmak üzere sözleşirler; gelin ve damat adayı tanışacak. Bekle bekle Ahmed Arif yok! Cemal Süreya ertesi gün öğrenir ki, temiz bir gömleği olmadığı için gelememiştir Ahmed Arif. ÜSTÜ KALSIN Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte… Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama ayrıca aldığın şu hayat Fena değildir… Üstü kalsın… “On yedi dergi, birkaç evlilik, bir meslek, bir banka batırdı.” Cemal Süreya’nın, şair Süreya ve denemeci Süreya’yı yan yana koyup değerlendirme yaparken şair tarafı için kendi kendine sarf ettiği sözlerdir bunlar. Ama arkasına eklemeyi de unutmaz: “Hayatımı başka bir hayatla değiştirmek istemediğime göre demek ki mutsuz değilim.” Türk Edebiyatında İkinci Yeni şiirinin köşe taşlarından olan Cemal Süreya'yı 34 yıl önce, 59 yaşındayken, 9 Ocak 1990'da kaybettik… Saygı ve özlemle anıyoruz… 2021 maviADA, ÇOK OKUNANLAR maviADA Sayfasında 270, 14 Beğeni, 2 yorum, İnternet analizlerinde 300
- SABAHLAR OLMASIN MI
Zeliha AYDOĞMUŞ * canımız çekti gönlümüzden geçti diye gün olup devran bir kere de bizim için dönmesin mi büyük resme sığmasa kara bulutlardan sıyrılmasa da sırf istedik diye gök sarıya güneş maviye arada yeşile kesmesin mi acılarımızı vestiyere asıp bir avazda doğduk sancılarımızı sona bıraktık diye baş yastığımızda aşk dolunayda kıvranan sevişler olmasın mı dorukların ağrısında ruhlarımız dağlandı kanımıza ekmek doğrandı diye temmuz ve ağustoslara dolu yerine kadifeler kırmızılar yağmasın mı kol kırıldı yen bilmem neremizde kaldı ve koptu namussuzluğun çenesinin bağı diye hep mi akşamdan kalalım hep mi sabahlar olmasın / MI
- O Güzel Dünya
EDEBİYAT; İNSAN YARATMA ATOLYELERİ Şenol YAZICI * Şimdi, emekli maaşı bilmem ne, toplumun geniş kesimleri açlık sınırında, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Demeyin... Önce bir dinleyin. Gerçekte en önemli derdimiz bu olmalıydı. Gördük. Küresel iklim için yapılan bilimsel uyarılara kulak vermediğimizde başımıza gelenleri yaşadık. En önemlisi milyonlarca insanımızın bir gribin elinde telef olduğunu gördük. Daha neyi deneyimlemek istiyorsunuz , ikna olmak için; bilim tek çıkış ... Onu üretecek de insan beyni... O GÜZEL DÜNYA'yı hayal ederse ... ve bunun da ANAHTARI düşüncede, düşüncede edebiyatın koynunda yatıyor. O zaman Edebiyat bir toplumun insan yaratma atölyeleridir demek yerinde bir tanımlama olacaktır.. Arılar yok olduğunda insanlığın sonu gelecek savı ne kadar doğru? Doğada her şey birbirine bağlı, bir kuşun kanadından tek bir teleği yerinden alırsanız öteki tarafta kıyamet kopabilir iddiası da... Yoksa siz hala "kompostonun bilimsel değeri" üzerinde tezler mi yazıyorsunuz? İnsan denen yeme içme, üreme değil, sadece et ve kemik değil, ihtiyaçları asgari ücretle biten değil, en önemlisi bir ruha sahip. O ruh da düşüncenin beden verdiği, kas verdiği, onur ve güç verdiği soyut ve karmaşık hal... Hep deriz ya; karakter sahibi... Hepimiz biliriz, bütün sorunlar aşılır, bilen, inanan ve sağlam insan varsa çözülmeyecek sorun yok. Peki o insan hiç emeksiz, eğitimsiz, öndersiz, pusulasız nasıl çıkacak ortaya? O insanı yaratacak, donatacak bir atölye var mı, oluşturmak kolay mı? Hiç düşündünüz mü üzerinde; sahici edebiyat, insan yaratan o atölyelerin ilki ve en önemlisi. Edebiyat, sadece bir sanat değil, o toplumun nabzı, belleği, hayal umut ve düşünce atölyeleri, bütün kültür kayıtları, gelecek önericileri, kâhinleri ve yalnız insanın yanında olan en eski kahraman, iktidar beklemeyen siyasetçidir. İsterseniz tarihe bir bakın, Fransız devrimini yaratanlara ya da Zola’nın Dreyfus Savunması’na… Ya da uçağı rüyasında görse inanmayacak bir çağda, 19.yüzyılın başında doğan V. HUGO'nun hayal eden kitaplarına... O kadar ötelere gitmeyin, toplumsal tepkilerin, yönelişlerin ilk kıvılcımlarını türkülerde, yerel mizahta, söylencelerde, hatta dedikodularda bulmamız boşuna değildir. Edebiyat bir eğitmen, bir okul değil, yasa dayatması olan bir öğreti değil, ama bilinçaltına nefes gibi, korona gibi... çektiğiniz ve hemen de benim dediğiniz düşünce ve hayaller ocağı... Üstün zekalı, bilmem ne üniversitesi akademisyeni olmanız gerekmiyor; mutlaka size göre bir edebiyat var. Ona zaman ayırırsanız iyi de, ayırmazsanız da o gelip sizi buluyor. Kitap okurken, televizyon izlerken, arkadaşınızla konuşurken, hayata bakarken... kendi eşsiz dünyanızı kurmaya yarayacak bir tuğla, bir çivi, bir yapı taşı bulup hanenize taşıyorsunuz. Bir şarkının, bir şiirin bir ya da birkaç dizesini diline pelesenk etmeyen var mı? Görülür ki, sahici edebiyat yoksa asıl, büyük derdiniz var demektir. Bilinç oluşturmakta kültürel değerler ve ana lokomotif olan edebiyat önemli bir yere sahiptir. Bir edebiyatçı sadece kültür oluşturmaya, gelecek kuşaklara aktarmaya hizmet eden bir sanatçı değil, dilini, kültürel birikimini ödünç aldığı topluma karşı birinci derecede sorumlu bir düşünce adamı, insanlık adına gelecek önerici, hatta bilici, hatta kâhindir de… Bu yönüyle baktığınızda tek tarafı insan olan yazarın şairin tarihin hiçbir döneminde, insanına uygulanan siyasete karşı kayıtsız kalamadığı, istemese de mağdurdan yana taraf olduğu görülür. Montaigne’den Dante’ye, Servantes’den Hugo’ya, Russo’dan Görki’ye, Kaşgarlı Mahmut’tan Dede Korkut’a, Zola’dan Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e... büyük yazarların hepsi kendi ulusunun tarihini bir estetikle yeniden yazarken bütün insanlığın geleceğini de biçimlendirecek önermeler getirirler. Değişen dünyayı betimlerken, karşı koyacak, olması gereken insan modelini de çizerler. Ütopyalar önerir, çıkış kapıları gösterirler. Edebiyatın doğası budur. İlk amaç değilse bile ürettiğiyle sonuç olarak ait olduğu insanlığa bilinç oluşturmak için hizmet eder. Bu nedenle de çoğu kez yönetimle, baskıcı egemenlerle arası iyi olmamıştır. Bu yüzden bir edebiyat yapıtının öncelikle ulusuyla, giderek tüm insanlıkla ortak paydalarda, geçmişte ve gelecekte birleşmesi, yarını kuracak insan modelleri önermesi en doğal olandır, istenendir. Başlangıçtan bu yana bizim edebiyatımız da, yazarımız da, şairimiz de bunu hakkıyla yaptı. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız gerek yerel siyasetin, gerekse çok uluslu güçlerin yoğun etkisiyle başka bir boyuta taşındı… Küreselleşme denen tektipleşmenin kulu olduk. Salt dilimiz, yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız değil değişen, edebiyat da batı kopyası yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Bize uyacak idealler göremiyoruz, umut ve ütopya da… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin öncü askeri post modernist anlatı egemen oldu bize. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Kitaplarımızda ne Anadolu var, ne Anadolu insanı ne de büyük şehirlere göçüp kaybolmuş ya da kabuk değiştirmiş, her şeyi reddetmiş ama yerine hiçbir şey koyamamış insanımızın yaşam trajedisi… Ne bütün değerleri sarsılmış, inanacağı hiçbir kahramanı kalmamış, içi boşaltılmış ithal değerler peşinde koşan umarsız insanımız var, ne egemenliği tümüyle başka dillere kaptırmış zavallı dilimiz. Ne hızla artan üniversite bitirmiş işsizlerimiz edebiyatın konusu, ne sarsılan, büyük şehirlerde kaybolmuş aileler, ne içinde boğulduğumuz ekonomik, sosyal açmazlar, ne bitmeyen terör, ne kabus gibi çöken ama buhar gibi yok olan domuz gribi, kuş gribi, korona örneği belli ki temelinde küresel sermayenin, ilaç şirketlerinin dolapları da olan salgınlar… Anlatmaya değecek aşklar bile konumuz değil. Batı neyi buyuruyorsa, tıpkı Tanzimat edebiyatı gibi onu yazıyoruz, uyarlamalarını ya da taklitlerini üretiyoruz. Artık çok az kitap bizim öykümüzü anlatıyor. Bir kültür kopukluğu yaşıyor edebiyat, edebiyatçı, tabi toplum da… Şimdi bizden izler taşıyan, bizi konu alan, sığınacağımız, dersler çıkaracağımız, ruhumuzu yükseltecek, bizi olduracak kitaplarımız da yok. Peki, bu karmaşada yenidünyayı ve o büyük ütopyayı kim kuracak? Şimdi, soğan bilmem ne, patates bilmem ne, emekli maaşı şu.. , toplumun geniş kesimleri açlık sınırında yaşarken, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Demeyin... Bu toplumun bilicileri, kâhinleri olan, geçmişin değerlerini yeni kuşak insana aktaran yazarımız, şairimiz suskun ya da ezbere talim ediyor. Oysa geleceği kuracak insan modelinin ruh anahtarları tarih içinde hep onların elinde oldu. Geçmişi ve günü aktaran, geleceği ve karşı koyma yolları gösteren, küreselleşme karşısında ezilmeden kendi olarak kalacak insan tipini önerecek, yaratacak edebiyatımız bu mu olacak? Hangi Kültür, Hangi Edebiyat bize ruh atölyesi olacak, yol gösterecek? * 20.12.2023
- İthaf
MUSTAFA EREN KARAKAŞ * yurt pencerelerinden ölümlerine uçanlar, dört duvarlı zihinlerde delirenler, doğdukları toprağı isteksizce yemek zorunda kalanlar, gerçek evin zamanının takıldığı boğazlar ve çarşafların kuyrukluyıldızının altında ezilen tüy parçalarına Amerikan çayırına benzeyen Anadolu bozkırında Walt Whitman gibi hissettiğimi hisseden bir Beatnik ile bir Parisli ile Etiyopya’da bana sonsuz kelimeleri yanımda dinleyen kulaklar bana yeni bir çağ doğurma fırsatı ver bir kitapçıda üçümüzden daha tatlı ne olabilir kitaplara giren? bir tanrıya yaraşır zihinlerden daha kutsal hepsinin sıkıntıdan nerede durduğunu biliyor musun? ilki doğurdu, ikincisi de doğurdu o! ayakların kaderini önceden haber veren çayırda kıskandığım zamanın zevkinde hayal gücünde kuş cıvıltılarını gün batımının büyüsünü dinleyerek kurutur zamanın tapılası kaslı kolları herkes başını koyar, ben de birden yarınki kıyametim olacaksın sen yorgun kaslı kolları benimkilerin yanında Barrett gibi bırakıyorsun onları hiç kilo almıyorsun aynı kalıyorsun kaşlarını hiç tıraş etmiyorsun eski zamanları notlar ve mektuplar olarak yazarak hayalet yüzleri yavaş yavaş seninki gibi ve hiç parlamıyorsun
- Şiirler Yazıyorum
FUAT ÖZGEN * Şiir yazıyorum buza Çözülüyor Şiir yazıyorum tuza Eriyor Şiir yazıyorum yaprağa Dökülüyor Şiir yazıyorum toprağa Karışıyor Şiir yazıyorum suya Dalgalanıyor Şiir yazıyorum kuma Savruluyor Şiir yazıyorum güneşe Kavruluyor Şiir yazıyorum yağmura Diniyor Şiir yazıyorum kuşa Uçuyor Şiir yazıyorum rüzgara Esiyor Şiir yazıyorum insana İsteyen istediğini alıyor
- Hangi Şiir?
Hangi Şiir * Şenol YAZICI Şiir edebiyatın hem en has, hem en tartışmalı alanı. Herkesin bir yanıyla bulaştığı, kendi tarihinde şöyle ya da böyle bir kaç dize çiziktirdiği , zarif, renkli, biraz da mevsimsel ömürlü, geleneği hep reddeden isyan diline karşın her seferinde kendisi bir gelenek olup raflaşmaya mahkum, en kolay sanılan, ama yazının en damıtılmış en seçkin alanı. Ne var ki sanki ölüler diyarı... Bakın bir edebiyat tarihimize, "Garip" yeni ve yenilikçi bir şiirin adıdır, aynı zamanda bitmiş bir şiirin adı da… Yahya Kemal'i kim okur şimdi? O ki Türk Edebiyatının ulaşılmaz bir doruk noktasıdır. Hani Edebiyat ölümsüzdü? Biliyorsunuz ilk edebi anlatılar, yani sözlü edebiyat ürünleri de şiirle işe başlamış, akılda kalıcılığını önemseyip. Bizde de öyle. Destanlar, halk öyküleri, sözlü edebiyatın hemen tüm ürünleri şiiri kullanmış. Yani şiir herkesin ortak paydası… Şiiri seçkinci sanırdık oysa... Bu nedenle belki çok talihsiz bir alan... Hakkında konuşmayan, yorum yapmayan, savlarda bulunmayan, ona ideoloji ve yasalar koymayan yok. İyi de iyi şiir nasıl olmalıdır? Kimine göre şiir hikaye edendir, Orhan Veli, Nazım gibi, kimine göre hiçbir şey anlatmamalıdır, hissettirmelidir, İlhan Berk gibi, 2. Yenici'ler gibi renkli konfetilerle, kimine göre toplumcu olmalıdır; bir ideolojinin çerçevesinde, ki bu çerçevenin sol olacağı varsayılıyor, halkın sorunsalına parmak basmalı. Kimine göre hayır, şiir toplumsal gerçekçi olmalı, değişen konumlara göre insanın yanında kavganın öncü bayrağı kesilmeli... Kimine göre bireydir şiirin objesi, ötesi şiiri bozar. Kimine göre önce şiir olmalı, ki bu da çok tartışmalı, o şiir denilen nedirin yanıtı yok ortada... Çok uzuyor bu tartışma. Uzuyor bir yana şiir moda kadar hızlı durmadan gelenek değiştiriyor, kuşkusuz ona göre de giynek… Hiç düşündünüz mü? Batı Edebiyatından klasikleşmiş yığınla örnek bulabilirsiniz, Annebel Lee bizim ders kitaplarında bile okutulur, ama Türk edebiyatında klasik diye örnek şiir pek yoktur. O müthiş Fuzuli bile misal görülür sadece, dönemlere. Karacaoğlan mı, o sadece saygı duyulacak mahallenin bıçkın ağabeysidır? Bir şiirin biçimsel özellikleri devrini tamamlayabilir, ama içeriği nasıl olur da ancak bir gelenek mevsimi sürer, akıl ermez… Bu arada güzel bir şey yapmaya soyunan, ne ilgisi olduğunu tam anlayamadığı bilen bilmeyen edebiyat ruhbanından onca dayak yiyen ŞAİR, nerde duruyor, söylenenlerden ne alıyor; malı mülkü satıp şiirle olan tüm bağlantısını koparıp Uzak Asya’da rahip olmayı mı düşünüyor, o da belli değil. Yani ses yok. Nasıl ses versin, ardında Orhan Pamuk gücü mü var Nobel’e yürüsün, kavmine sırt dönüp. Hoş çok zamandır şiire Nobel veren de yok ya... Olan şiir sevene, şiire özenene oluyor. Şaşkın bir biçimde birbirini sürekli, her sabah ve her gece reddedip ya da güzelleyen bu kerameti ilahi eleştirmen ve şairleri izlerken bunaldıkları, bu poetik karmaşada bir reçete bekledikleri kesin, sanki varmış gibi: "Birileri koysa yasasını ŞİİRİN de, biz de neyi okuyacağımızı bilsek... " diyorlar. Gerçi tekelleşen yayın onu buyuruyor; şunu oku , öteki tu kaka...diye ya, onların amaçları belli para kazanacaklar. İyi de bu kabuğunu kıramayan ya da hızlı kıran şairlere ve sivri dilli edebiyat ruhbanlarına ne oluyor? ...ve merak ediyorum; HANGİ ŞİİR klasikleşmeyi hak eder? * İLGİ GÖRENLER ya da AZÇOK OKUNANLAR: İLK YAYIMLANIŞI: 02.04. 2021 Facebookta 103 ZİYARETÇİ, 2 YORUM,16 BEĞENİ 08.10.2024
- Pergamum
Şenol YAZICI * Anadolu birçok kadim uygarlığın yerleşim yeri olmuş, tarihin bir çok İLKLERİ burada yaşanmış. Bunlardan biri var ki bugünkü uygarlık düzeyine katkısı yadsınamaz. Dil noter gibi, kültür aktarımı için vazgeçilmez bir araç. Ne var ki dil insana bağlı , insan da ölümlü, unutkan ya da bilgisi zamanla deforme olabilen... Yazı olmasaydı görsen... her kuşak sil baştan, her şey yeniden... En güvenilir kaynağın yazı olduğunu herkes bilir. Kültür aktarımını da o yapar. Yazıya insanlık çok şey borçlu. Yazının da olabilmesi için kalem, kağıt gerekli, kitaba dönüşmesi için basım makineleri... Bugün çok sıradan gözüken bu araçlar için insanlık kimbilir kaç bin yıl harcamış? Yazının tarihini insanlık tarihiyle kıyaslarsak anlamak daha kolaylaşacaktır. İnsanlığın bilinen tahmini tarihi milyon yılken yazının tarihi daha net: 55oo yıl... Yani devede kulak bile değil. Çivi yazısı denilen ilk yazıyı pişmiş tuğlalara, taşlara kazıyarak yazıyorlar... Ancak papirüs icat olunca yazmak kolaylaşıyor. Bitkiden üretilen papirüsün icadı için de 1500 yıl geçiyor. Daha kolay üretimi ve üstüne yazılan yazının daha uzun ömürlü olması nedeniyle tercih edilen hayvan derisini kullanan parşömense 2ooo yıllık... Kağıdın üretiminin ve dünyaya yayılmasının ise üstünden bin yıl geçmiş. Parşömen , üzerine resim yapmak ve yazı yazmak amacıyla hazırlanmış hayvan derisi olarak bilinir. Genel kanıya göre Mısır firavunun haseti işte. Bergama'da kurulan kütühanenin İskenderiye’deki kütüphaneyi gölgede bırakacağı endişesiyle Anadolu’ya gidecek papirüsler engellenir. bunun üzerine Bergama Kralı olan II. Eumenes kitap yapım ı için yeni bir kâğıt çeşidi bulana ödül vereceğini belirtir. Dönemin kütüphane sorumlusu olan Krates, oğlak derisini işleyerek yazıya uygun şekle dönüştürür ve krala sunar. MÖ II. yüzyıldan itibaren Bergama’dan tüm dünyaya yayılan parşömen; uzun yıllar boyunca mevcut kültürü gelecek nesillere taşıyacaktır. Hayvan derisinden yapılan parşömen kağıtları adını Pergamum kentinden alır. İlk kez Pergamum (Bergama) kentinde kullanılan parşömen, en dayanıklı kağıt türlerinden biridir. Yaklaşık 2 bin yıldır kullanılan bu kağıtların en önemli özelliği, her iki yüzüne de yazılabiliyor olmasıdır. Parşömen sadece yazı yazmak için değil resim çizmek için de kullanılır. Yüzlerce yıl önce bu kağıdın üzerine yapılmış olan resimler, yazılan yazılar birçok müzede ve sanat galerisinde sergilenmektedir . Gördüğünüzde yüzlerce yıl önce parşömene yazılmış yazıların dün yazılmış gibi canlı gözükmesine şaşıracaksınız. Bugün sizi tarihin ilk parşömen üreten kentine kadim bir uygarlığın ve Parşömenin başkentine BERGEMA'ya götüreceğim. Hem de çok bilinmeyen bir güzergâhtan, Kozak yaylasından. AYVALIK'tan çıkı p ülkemizin çam fıstığı deposu da olan dağlardan, yaylalardan geçerek sadece doğası ve havasıyla değil tarihi güzellikleriyle de ünlü BERGAMA'ya ulaşacağız. İnanmayacaksınız ama, Akropolün tam altında, Bergama deresi kıyısında sanki 2000 yıldır oradaymışlar hissini veren küçük dükkanlarda harıl harıl çalışan atölyeler var ve parşömen üretiyorlar. Günümüz koşullarında P ahalı olduğu için ancak seçkin işlerde ve az kullanılıyor ama hala üretiliyor ve kullanılıyor P arşömen * Kozak Yaylası Kozak Yaylasını hep duyardım. Dev ağaçlarla kaplı bir orman denizi canlanırdı gözümde. Danıştıklarım, herkes, bir şey söylüyordu, birleştikleri bir nokta yoktu. Hissettiğim, güzel demek için uğraşıyorlar, ama öyle aman aman bir güzellik de yok, sonunda bir yol yapmışlar, emek vermişler, ne desinler ki? Vardığım yargı, farklı doğal güzellikleri olan bir orman alanı, deneyimlemekten keyif de alabilirim, düş kırıklığına da uğrayabilirim daha güzel bir seçeneğin yoksa düşünmeli. Bana en çok sıkıldığın gün hangisi deseniz "Babalar Günü" derim. Hem senin günün olacak, hem de kendini ve çevreni de eğlendirecek, özel kılacaksın. Kolay mı? O zaman Kozak Yaylası sevimli göründü. Bergama ise bildiğimiz PERGAMON, her dem sevilir. Anısı yeter. Ayvalık'tan Gömeç'e giden yolda dağlara dönen ilk kavşaktan saparak gidiliyor Kozak Yaylasına. Yaz sıcaklarında büyük ilgi gören çamlık alan bir mesire yeri gibi. Bergama'ya 60 km var ve yol boyu birkaç lokanta bulunuyor. Allah'ın Ağacı Bir ağaç düşünün ki kayalık ve susuz bir dağ başında büyüyor, gölge veriyor, odunundan dalından budağından yararlanıyorsun, yetmiyor dünyanın en değerli endüstriyel meyvelerinden birini, çam fıstığını da de sunuyor ellerine... Ne güzel diye geçiyor aklımdan; her yan fıstık yüklü çamlarla dolu... İyi de para ediyor, zorda kalırsan uzan bir dalına topla, götür sat... Ne şanslı insanlar, diye düşünüyorum. Şuradan bir yer çevirsem, içinde bir kaç kök çam olsa... Allahın ağacı işte... Hiç de öyle değilmiş; bu ağaçların her biri kişilerin tapulu malı. Dikmesi bir dert, bakması bir dert... Sonra devasa ağaçlara bakıyorum, bunların dallarına erişilir mi? Toplaması herhalde bin dert... Özel toplayıcıları var, 4-5 metrelik sopalar kullanıyorlar. Bir yerlerde okumuştum; onları bekleyen bir meslek hastalığı varmış: Çoğunun ikinci çocuğu olmuyormuş. - Gidişli gelişli tek şerit asfalt yol virajlı olsa da bakımlı... Yol kenar çizgilerini algılayan bir araç olsa, elli kilometreye sabitle... Bu orman bir derya... Dışarıdan vahşi bir hayatın bir parçası gibi duran orman sürprizleriyle şaşırtıyor. Antik devirden bu yana fıstık çamı, üzüm, ceviz gibi meyveler yetiştiriliyor. Bir insanın varolabilmesi için her şeyi barındırıyor . Orman granit bakımından da zengin ve taş kaliteli. Yol kenarındaki levhalara dikkat ederseniz daha ilginç şeyler de görmek mümkün. Etrafta bir zamanlar buralara hakim olan Bergamalıların ve Romalıların hamamları, ören yerleri de var. Hayat Bir Okuldur, Fıstıkçamı da Öğretmen Öğreniyorum. Fıstık çamı ilk meyvesini 8 yaşından sonra vermeye başlar. Dereceli olarak 20 yaşına kadar verim artışı yükselerek devam eder. Tam verimini 25 ile 50 yaşları arasında yapar hale gelirmiş. Peki sonra... Yaşlanan ağaçlar ne olur? Bunun yanıtını alamıyorum. Ortalama iyi bakılmış yerini seven 10 çam fıstığı ağacından 50 ila 75 kg arası mahsul alınabiliyormuş. Temmuz 2023 fiyatlarına göre endüstriyel bir bitki olan çam fıstığının kilosu ortalama olarak 1000 L çevresinde... Çam fıstığı hasatı her yıl kasım ve mart ayları arasında yapılır. Hasat yapılan kozalaklar kuru ortamda bekletilerek temmuz, ağustos aylarında açık alanda güneş ile kurutulmalıdır. Kuruyup açılan kozalaklardan meyveler makine yardımı ile kolay bir şekilde hasat edilebilir. Makineden çıkan künerleri su ile yüzdürüp temizleyerek tekrar kurutularak satışa hazır hale gelmektedir. İnsanlarla konuştuğumda bazı ağaçların yeterince kozalak üretemediğini, bazen hiç vermediğini ya da tane tutturamadığını söylüyorlar. Geçmiş yılları her geçen gün arıyorlarmış. Çitçinin hayatından memnun olduğunu hiç görmedim ama bu verimsizlik hayra alamet değil. Bence ağaçları gençleştirmek gerek. Ezbere konuştuğumu düşünüyorlar, bu konu hiç açılmıyor. Oysa fındıktan bilirim. Yaşlanan dal nazlanır artık. Bir ağacı gençleştirmek en az on yıl beklemek demek. Çok zaman... Bazı insanlar iyice umutsuz. "Bu dağlarda çam fıstığı biterse Bergama aç kalır." diyorlar. Dur bakalım, Bergama'nın daha neleri var, altını, tarihi.... Kalmazlar belki ama fıstıkçamı olmadan zorlanacakları kesin. LOKANTALAR Yayla da çok yerde , piknik yapma şansı var. Ayrıca çok sayıda lokanta da... Ünlü tatil beldelerine yakın diye o donanım da hizmet veren yerler bekliyorsanız heveslenmeyin, fiyatları biraz benzese de ilgisi yok. Bir kere Bolu dağı lokantalarını hiç andırmıyorlar. Basit, ilkel, ama umduğumuz gibi doğal değil ve pahalı dükkanlar... Gerçi, artık ne ucuz diyeceksiniz de, karşılığını alamıyorsanız çay bile pahalıdır; bu tip lokantalarda bazen yakalanan o lezzet, yöresel bir tat da yok. Yaylada herhalde kuru fasulye yenilir, diye istediğim yemeğin fasulyeleri sanırım doğru zamanda kabarsın diye suya konulmadığından tüfek saçması gibiydi. Bir gözleme dünya para... Herhalde sır otundadır diye sordum, adam meslek sırrı dedi. * DOĞA RASTLANTILARIN SANATÇISIDIR Siz hiç bir kayaya hayranlık duydunuz mu? Şu güzelliğe baksanıza... Doğa en büyük sanatçı demez misiniz? Rastgele attığı fırça darbeleriyle dünyanın en kusursuz tablolarını yaratıyor. Sanki Şeker Ahmet Paşa'nın en iddialı peyzajı... Granit bunlar, mağmatik kayalar, işlenmeye çok uygun ve harika sonuçlar alınan bir taş... Yollar ıssız ama hız yapmaya uygun değil, dikkat istiyor. Başka türlü kendinize yapacağınız bir yana, bu güzelim çamlara ya da kayalara zarar verebilirsiniz. Yolun bir bölümü böyle... çam ve kaya... Ormandaki Atatürk * Bir taş atölyesini görmek için yoldan ayrıldığımızda bu heykele rastladık. Öyküsünü sonradan öğreneceğim, güven veren o temiz yüzü görmek dağları tanıdık, bildik yaptı birden. Garip bir hal, yirmi yıl önce aklıma bile gelmeyecek bir durum: Atatürk varsa çevrede ruhum kaygıdan azade, rahatlıyor; BURDA MEDENİYET ve ÇAĞDAŞLIK var diyorsunuz. Atatürk Anıtı; Türkiye deki Atatürk anıtlarının en farklısı BERGAMA – KOZAK YAYLASI anıtıdır. Bu anıtta Atatürk, golf pantolonlu spor takım giysisi , başındaki kasketiyle bir kayanın üzerine oturmuş, elini üst üste dizilmiş beş kitaba dayanmış olarak dinlenirken görülüyor. Kitapların adları : (Milli Mücadele ) , (Cumhuriyet ), (Devrimler ), (Bilim ve Sanat), ve (Nutuk) olan bu kitapların adları uzaktan okunabilecek büyüklükte harflerle sırtlarında yer alıyor. Yaşamını Almanya da sürdüren 30 yıllık eğitimci, doğa sever SÜHA ŞEN, Kozak Yaylasında fıstık çamları arasında yürüyüş yaparken bir heykel kaidesi görünümündeki iri bir kayayı görmüş ve köye giderek muhtara bu kayanın bulunduğu araziyi almak istediğini bildirmiş. Arazi sahibi Bağyüzü Köyünden YÜCEL KORAY , Süha Beye bu araziyi ne amaçla istediğini sormuş, Süha Şen ( Bu kayanın üzerine bir Atatürk Anıtı yaptırmak istiyorum ) yanıtını alınca ; Arazi sahibi (Bu amaçla almak istediğin araziyi parayla satmam ! Çamlığımdan sınırını sen çiz, istediğin kadar araziyi bu amaç için benim armağanım olarak kabul et! ) demiş. Daha sonra Süha Bey Türkiye de 18 ilde Atatürk ve Cumhuriyet konulu heykelleri ile 90 şehitlikte bu çeşit heykelleri bulunan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM beyi bulmuş. (Bu güzel girişime benim de katkım olsun ) diyen ve anıtı hiçbir ücret almadan yapan Prof. Dr. TANKUT ÖKTEM bey bu eseri tamamladıktan çok kısa bir zaman sonra trafik kazasında yaşamını yitirmiştir. * Bu fotoğraf ve altBilgi ; Şafak OMAN https://www.safakomac.com/2020/09/17/18803/... adresinden alıntıdır * GÜZELLİK DETAYDADIR * Fıstık çamlarının arası doğanın rastlantıda yakaladığı o estetikle gelişi güzel serpilmiş granit kayalarla dolu. Granit dayanıklı ve işlenmeye iyi yanıt veren bir magmatik oluşum. Heykel Atatürk, daha küçük bir kayanın üstünde oturuyor, elini kitaplarının üstüne koymuş dinleniyor. En güzel yanı da Atatürk'ün heykellerinde görmeye alıştığımız görünümde değil de spor kıyafetler içinde tasarlanması ... Sanki bir yürüyüşten dönüyor ya da gidiyordu. Oraya şöyle bir uğramış soluklanıyordu. Her zamanki militarist giysileri ve tavrı yoktu üzerinde. O çelik bakışları da... Dikkatle yarattığı ülkeyi ve zor öğrenen yurttaşlarını kusur arayan bakışlarla izlemiyordu. Bakana "Savaş bitti, rahat ol " der gibiydi. Öyle bir şey yazmıyordu ama Atatürk, bu kez başka bir şey söylüyordu: "Benden bu kadar, artık başınızın çaresine bakın. Bildiğimi öğrettim, yapacağımı yaptım sizin için. Kazanımlarım, mirasım doğru kullanırsanız torunlarınıza da yeter. Daha iyisini siz yapın, yapın da göreyim." Çeşmenin duvarı da doğal kitabe olmuş. ATA'nın kendi sözlerinden alıntılara, hakkında söylenenlere yer verilmiş. BERGAMA Batı Giriş Orman giderek seyreliyor, ovaya iniyoruz. Solda tanıdık bir tepe görüyorum: PERGAMON. Tepedeki antik yerleşimi ve oraya Bergama çayından su taşıyan kemerleri görüyoruz. Geçmişin görkeminden hiç bir iz taşımayan kirÇay boyunca giden yolumuz ilerde ilk çağdan kalma iki tünelin başladığı yerde ayrılıyor. Binlerce yıldır bu toprakları bereketli bir ovaya çeviren BAKIRÇAY havzasındayız. Evlerin Arkasında Tepede Akropol . Bu evlerin arkasında dik bir tepe vardır, 334 metre yüksekliğinde. Tepenin çapının ne olduğu konusunda bir fikrim yok, aradım bulamadım. Biri biliyorsa sevabına yazsın. Akropol orda...p Tepenin bir düzlüğü yok. Tıraşlayarak, teraslama yöntemiyle kurulmuş antik şehir. Dışı da surlarla çevrili. Sevgili PERGAMON * 87'de ilk görmüştüm. Bu muazzam antik kent ondan sonraki süreçte kabem olmuştu. Ne zaman, kiminle yolum bu tarafa düşse mutlaka uğrardım. Hoş düşmese de bir yolunu bulup düşürürdüm. Yolarkadaşım taş görse hemen harç döküp inşaata başlayacak Laz müteahhit olsa bile benim sanki kendi hikayemmiş gibi sahiplenip hırs ve inatla anlattığım tarihsel hikayelerden etkilenip sonunda arkeolog kesilip teslim olur, Dağı dolanan oldukça rampa, belki antik çağdan beri kullanılan patika üstüne işlenmiş dar bir asfalt yolla çıkılırdı tepeye. Başlangıcında da girişe bakan bir kulübede görevli olurdu. 99 yazında, depremden az önce, nerden dönüyorsam akşama doğru ancak ulaşabilmiştim Bergama'ya. Araçla girmeme izin vermedi görevli. Ben de:" Yürümemizi istiyorsun galiba," deyince üstümüzde yükselen dağın dik yamaçlarına bakıp hınzırca gülmüştü; "Hadi çıkın da görelim." O üç yüz kusur metre dik yokuşu, ayaklarıma takılan çanak çömlek, tuğla, mermer parçalarına aldırmadan tırmanmıştım. Tepede de dilim dışarıda, iki sütun arasına susuzluktan yanmış vaziyette oturmuş aranırken, halime acıyan bir gezgin kadının verdiği sütü içip güneşin batışını izlemiştim. Şimdi bir de teleferik açılmış, tepeye ulaşan. KIZIL AVLU M.S 2. yy’da İmparator Hadrian döneminde inşa edilmiş ve muhtemelen Mısır tanrıları Serapis, Harpokrates ve İsis... tapım görmüştür. 270.00 x 100.00 m alanda inşa edilen, 60.00 x 20.00 m. boyutlarında olan tapınak, antik devrin Pergamon'unun en görkemli anıtsal yapılarından birisidir. Tapınağın tamamının kırmızı tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu sebebi ile halk arasında “ Kızıl Avlu” olarak adlandırılmıştır. İncil'de adı geçen 7 kiliseden mekanı bilinen tek kilise bu yapının içinde yer alır, aynı bölüm günümüzde cami olarak hizmet vermektedir. KIZIL AVLUDAN BİR DETAY Tersine Bir Kültür İstilası * Roma'nın bir kasaba dolduracak kadar kendi tanrısı varken Kızıl Avlu'da Mısır tanrılarını racon keserken görürüz. Kleopatra, Sezar ve Marcus Antonius'tan çok sonra, 2. yüzyılda Roma'nın en başarılı beş imparatorundan 3.sü olan ilk kez sakallı olarak büstünü yaptırtan Hadrianus'un eseridir Kızıl Avlu. Kleopatra'ya sırılsıklam aşık Sezar'ı ve Marcus Antonius'u anlarsınız da Hadrianüs'e ne oluyor ki Mısırlı tanrıyı da taşımış Bergama'ya? Tarih hiç unutmuyor. Hadrianus de bir Mısır aşığıdır aslında, ama onunki başka bir AŞK... Sebep ne olursa olsun bir tersine istila halidir bu. İlk adımı, Kleopatra için kendi donanmasını yakarak zamanının en büyük kitaplığı olan İskenderiye kitaplığının bir bölümünün de yanmasına sebep olan Sezar'ı saymazsak İskenderiye Kitaplığını da aşarak çağının en büyük kitaplığı olan Pargemon kitaplığındaki 200.000 kitabı Kleopatra'ya bağışlayan Marcus atmıştır hem de... Bergama Üzerine Athena Tapınağı Aslı Berlin Müzesinde - MİLLET olarak bulunduğumuz kentte bir ören yerini, bir müzeyi ziyaret etme olasılığımız, meraklı bir konuğumuz gelmedikçe neredeyse sıfıra yakın... İyi biliyorum ki, Bergamalı olsam belki de türlü hastalığa iyi gelen bir yatır denilerek ikna edilmemişsem, bir kez tarihini okumaz, ören yerlerini gezmezdim... O zaman ne diye üzülüyorum anlamıyorum, ama şimdi ZEUS SUNAĞININ Berlin'de olmasına felaket kızıyorum. Bu kızgınlığı ve isyanı hangi psikolojik yaklaşım ile açıklayabilirim bilemiyorum? Öyle ya elimizde olsaydı kimbilir hangi ahırın duvarına yama olacak taşları mermerleri elin adamı çalmış, korumuş, bir de ona müze yapmış. Benzeri boşandığımız, ayrıldığımız kadınlar için de var. Değerini bilmediğimiz o kadınları ayrıldıktan bilmem kaç yıl sonra başkasıyla görünce hangi ruh haliyle delirdiğimiz olur. Bu sefer de öyle... Carl Humann Anadolu'da demiryolu inşa işinde çalışan şimdiki adı Almanya olan Prusyalı bir mühendisti. Bergama'da denk geldiği Zeus Altarı ve Athena Tapınağı ilgisini çekmişti. Tonlarca ağırlığı olan iki antik devir yapısını yerinden söktürmüş, Dikili'ye taşıtmış, gemilerle İzmir'e, ardından Berlin'e göndermişti. Bu aylarca sürmüştür, hiç mi kimse farketmemiş, bir dağdan sökülecek, ovaya indirilecek?.. diyeniniz varsa bunun için gerekli izinler önceden alınmıştı. Bu kazı için Maarif Nezareti’nden 2 Ağustos 1878 yılında izin alınmış, denetçi olarak da Ali Rıza Efendi kazılara iştirak etmişti. Yani kazı tamamen yasaldı mesele çıkartılan eserlerin içeriği ve Almanya ile olan tarihi eserlerle ilgili anlaşmaya ne kadar uydukları idi Ayrıca merkezi idarenin izin vermemesi düşünülemezdi, zira Almanya’ya olan dış borcumuz bir hayli fazlaydı. Ayrıca yapılan anlaşma gereği inşa ettikleri tüm demiryolları ve bu güzergâhların 20 kilometre yakınlarında bulunan her türlü maden ve tarihi eseri çıkarma imtiyazı Almanlara tanınmıştı. Kazı çalışmalarında buluntunun 3 te birini kazıyı yapan alır, maddesi vardı. Osmanlı Devleti'ne ise payına düşeni ödemişlerdi. Yani izinli... Kendimizi avuttuğumuz gibi hırsızlık değil. Tıpkı Ulu Hakan Abdülhamit tarafından özel fermanla hediye edilen Milotos Agora Kapısı gibi... Theodor Wiegand idaresindeki Alman arkeolojik araştırma ve kazıları sonunda hemen hemen tümüyle Güney Agorasi için anıt "Milet Pazar Kapısı" taş taş parçalara ayrılmış; taşlar Almanya'ya taşınmış ve yapı yeniden birleştirilmiştir. Ortaya çıkan bu şaşaalı antik eser Berlin'de Bergama Müzesi'nde özel bir odada gösterilmektedir. Günümüzde Berlin' deki Pergammon Müzesi, ziyaretçilerine İngilizce, Fransızca ve Türkçe olarak; 'Köylüler bu eserleri ufalayıp, toprağa katarak yeni ev yapıyorlardı , bunun için bu sunak burada ' şeklinde yazıldığı görenlerce söylenir.' Şimdi geri istiyoruz öyle mi? Atı alan Üsküdar'ı geçmiş, hem de iyi ki geçmiş,.. o zamanın sözü müydü? ÖLÜMÜN GİREMEDİĞİ YER Asklepion - İsmini sağlık tanrısından alan Bergama Asklepion , antik çağın hastanesi olarak tanımlanır. Asklepios, mitolojide Apollon’un oğludur ve hastalıkları tedavi etmesiyle ünlüdür. Kapısında "Ölümün Giremediği Yer" yazan hastanenin bir özelliği öleceği kesin görülen hastaları almayışı...Yani iyileşecek hasta kabul edilerek bu ünvan elde edilmiş... Uyku odalarında hastaların istihare uykusuna yatırılması, su sesi, çamur kürü, şifalı su, hacamat, açlık tokluk kürleri, terapi ve müzik dinletisi gibi çeşitli yöntemlerle hastalıklar tedavi edilmeye çalışılmıştır. Hipokrat’tan sonra en önemli sağlık insanı olarak bilinen Galenos burada yaşamıştır. Bergama meydanında Galenos için yapılan bir heykeli de görebilirsiniz. Asklepion’un geçmişinin M.Ö. 4. Yüzyıla kadar gittiği düşünülüyor. Kutsal çeşmeyi, Galenos'un büstünü, şimdi bile tıp biliminin kullandığı simgelerden bir sütuna sarılı iki yılanı görebilirsiniz. ZEUS ALTARI Aslı Berlin'de - Pergamon Krallığı'nı yöneten Attalos hanedanı tarafından MÖ 2. yüzyılda yaptırılmış anıtsal dinsel bir yapıdır. At nalı biçimdeki yapı Bergama Akropolü üzerinde bulunur. 35,64 m genişliğinde 33,4 m derinliğindedir. Yapının ön tarafında bulunan merdivenler 20 mt genişliğindedir. Dışında ve iç mekanlarında bulunan mermer kaplama üzerindeki freskler sanat tarihinin en önemli yapıtları arasında sayılır. Dış cephe freskleri antik Helen dünyasının Olimpos tanrıları ile devler (Gigantlar) arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon'un kuruluş söylencesi olan Telefos söylencesini anlatır. Bu görkemli yapının kalıntıları 1870'li yıllarda Alman mühendisi Carl Humann tarafından, o zamanın Prusya'sına götürülmüştür. Bugün, Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde sergilenmekte ve her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edilmektedir. BERGEMA KAĞIDI PARŞÖMEN Parşömen, üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen ismi Bergama'dan gelmektedir ve "Bergama Kağıdı" anlamında Latince Charta Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir. Pergamon, PARŞÖMENİ üreterek antik çağın en büyük kitaplığını burada kurmayı başardı. Marcus Antonyus oradan aldığı 200 bin kitabı Kleopatra'ya hediye etmeseydi, nasıl bir zenginliğimiz olacaktı düşünün. Mısır firavunu , Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesiyle yarışır hale geldiğini görünce Anadolu'ya papirüs ihracını yasakladı. Bergama'nın Kralı II. Eumenes de yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vadetmiş. O zamanki kütüphane sorumlusu Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirmiş ve krala sunmuştu. Parşömen MÖ II. Yüzyıldan başlayarak Bergama'dan bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte kullanılmış, daha sonra XII. Yüzyıla kadar tek yazılı aktarım aracı olarak kültürü sonraki yüzyıllara taşımıştır. Özenle işlendiğinde her iki yüzüne de yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı, hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok avantajı düşünüldüğünde, şaşırtıcı olan yanı parşömenin papirüsün yerini alması değil, bunun bulunmasının niye bu kadar geciktiğidir. En akla yakın yanıt parşömen yapımının zaman içinde birçok deneme ve yanılmanın ardından mükemmelleşmiş olduğudur. Parşömen yapmak için deri kirece yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle zımparalanır. Her işlemi tekrar etmek sonuçta elde edilecek parşömenin kalitesini arttırır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Bugün hâlâ parşömen yapımını bir bilimden ziyade bir zanaat olarak görmek gerekir. Mağara duvarı, kil tablet, mermer, balmumu tablet, papirüs, kâğıt, bilgisayar ekranıyla karşılaştırıldığında kaliteli bir parşömen insanlığın kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış duygusu uyandırmaktadır. Parşömen günümüzde yüksek maliyeti nedeniyle ancak hat sanatı ve özel belgelerde kullanılmaktadır. * Aklımdaydı ama yazı çok uzayacak diye değinemedim; Bergama'nın tarihi de çok ilginç. En son geride bir velihat olmadığından kendi gönlüyle başka bir devlete katılan ilk ve belki de tek örnek olması bir yana, o zamanın parasıyla 9000 Tales altınla işe başlayan kaç devlet vardır? Sonraki yıllardaki zenginliğinin ve gücünün de buradan geldiği söylenir. İlginizi çekerse araştırın, yazın öyle bir yazı, yer verelim ya da yorumlara ekleyin. * 18 Temmuz 2022 * İLGİ GÖRENLER: -AZÇOK OKUNANLAR iLK YAYINLANIŞIN ÜZERİNDEN 2 YIL 2 AY GEÇTİKTEN SONRA 100+1 ÖLÇÜTÜNÜ AŞMAYI BAŞARDI, AYNI ZAMANDA 7 BEĞENİ ALDI. EYLÜL 2024'TE ALDIĞIMIZ KARAR GEREĞİ BÖYLESİ GEÇ KALAN YAZILARA "ÇOK OKUNANLAR DEĞİL, "İLGİ GÖRENLER " "AZÇOK OKUNANLAR" DİYORUZ.
- Kalbine Yakın Göğsüne Irak
Aycan AYTORE ÖYKÜ O günlerimden söz ettim mi sana? Fırından yeni çıkmış, az yanmış, buram buram kızarmış ekmek kokan sabahlardan? Rüzgârın önünde bir gazal yaprağı gibi savrula savrula indiğimiz bayırlardan, ürkütücü sislerle bir deniz gibi kaplanmış vadilerden, Cenevizlilerden bu yana kadim insanlığın tüm tarihini barındırdığını düşündüğüm hayalet dolu servili mezarlıktan... Her önüme gelene anlattığım gibi eminim sana da anlatmışımdır... Hiç insanın çocukluğu en büyük depremi olur mu? Konu bensem olur... Bir damlacık bir çocuk, adını bile bilmiyor, akan burnunu ağabeyinden emanet, dizlerine kadar uzayan kazağın kollarına siliyor. Dört müyüm, beş mi, kim bilir? Okula başlamam da öyle bir âlem... Bahçeye toplanmışız. Öğretmen tanımadığım bir adı çağırıyor, elindeki listeden. Garip bir ad, herhalde aşağı mahalleden... Çağrılan gidiyor, çağrılan gidiyor, sınıfa alıyorlar. Arada bir de pek duymadığımız o tuhaf ad çağrılıyor… Kadın adı mı erkek mi, öyle garip… Sonra yeniden bizimkiler çağrılıyor. Benim adım okunmamış henüz… Ben arkada ayakta durmaktan yorulmuş, yere çökmüşüm, bizi aşıp da çayıra ulaşmaya çalışan bir salyangozu, ayaklar altında ezilmesin diye elimdeki çubukla yolundan etmeye uğraşıyorum, ama kulağım onlarda… Yeniden çağrılıyor o garip ad… Daha yüksek bir ses ve daha yakından… Benim derdim salyangoz, ıslak kabuktan evine çekilmiş, kaygılı, çıkmıyor… Uzatıyor uzun tüy gibi dokungaçlarını, öteye beriye bakıyor, bakıyor herhalde o ince uzun şeylerle, beni fark edince yeniden kabuğuna… Kurcalıyorum çıksın diye. Baksana, diyor biri öğretmenlerden. Güneşin önünde duruyor, gözlerimi kırpıştırarak görmeye çalışıyorum… Bakışlarımla "bana mı," der gibi sorduğumu sanıyor o. “Sana tabi, senin adın ne? " Adımı diyorum. Kızıyor öğretmen bu kez, yanına gelen müdüre; "Bu adını bile bilmiyor, nasıl okula gelir," diyor. Meğer benim başka bir adım varmış, babamın oyunu… Hayır, hayır sonuçlarına bakarsan ödülü aslında… Bir Acem teyzeyi kıramamış, ben doğunca onun istediği adı vermiş. Aramızda kalsın, babamda hep vardı bu, hiçbir kadını kolayına kıramazdı aslında, kendi dünyasında kırılmaktan yorulan bütün kadınlar da onu bulurdu. İşte o teyzeyi de kırmamış, onun bana kitapta adı geçen, okunur bir ad olan Hüseyin adını koymasına itiraz etmemiş. Ama insanlar acaip; benim adımı, annem anlattığında öyküsünü sevdiğim, öldürülüşüne günlerce ağladığım, Kerbela’daki kahraman Hüseyin’in adını değiştire değiştire "İsiyin " yaptılar. Ne öyle tükürür gibi... Ankara’ya gittiğimde ora çocuklarına adımı deyince ne gülmüşlerdi. "İsiyin" ha? O güne değin hiç sorunum yoktu, ama ondan sonra oldu. Adımı o gün bugündür hiç sevmem. Değiştir Allahım, diyerek yalvarıp durmuştum… "Adları Allah takmaz" demişti, benden büyük bir çocuk Ankara’da, gene gülmüştü bana. Babalar, anneler takarmış adları… Babam takmışsa nasıl derim? Allah’a derim ama değiştir diye. Allah insanı cezalandırır, cehennemde yakar, ama ona çok var daha, tövbe eder düzeltirim ilerde, öyle inip de tokatladığı görülmüş değil ki… Gel de babama de bakalım. İyi ki annem var, ben de anneme derim.... Demek babam kulak vermiş… İyi de bu hiç duyulmamış, kitapta geçmeyen, kadın mı erkek mi belirsiz ad neyin nesi? Ben hep Rüstem isterdim o zamanlar, Annemin anlattığı Zaloğlu Rüstem var ya, ondan… O gitti bunu buldu… Bu garip adı anlayıp sevmeme daha çok var… Neyse böylece aldılar beni sınıfa. Sınıftan aklımda kalan güneşi, pencereleri hiç göremediğim... Pencere olmaz mı, vardır da arkadaşlarım benden hep büyük, kocaman adamlar ya... boğuluyorum aralarında. Öyle büyükler ki biri müdürle yumruk yumruğa kavga ettiğinde öğrenmiştim ki evlisi bile varmış, nasıl ilkokulsa… O zaman öyle işte... Beni eziyorlar; çabuk kavradım küçüksen her yerde ezilirsin, bu okulda da ezilmek kaderim. Onların yaşlarını küçültmek, beni hızla büyütmek olacak iş olmadığına göre… Bir üzülüyorum, bir üzülüyorum… Sonra da anneme babama kızıyorum, ne var beni okula gönderecek, küçüğüm görmüyor musunuz? Ama diyemiyorum, hem okulu seviyorum da... Evde yalnız başıma ne yapacağım, okulda gene birileri var, yaşıtım yok ama birileri var işte… Bir şey yapmalı ama ne? Bulmalı, öyle bir şey yapmalıyım ki herkese galebe çalayım… Onların yapamadığı bir şey… Neyse okumayı söktüm, nasıl olduysa herkesten çok önce. Böylece üstünlük kuracak yolu buldum da… Öğretmen beni tahtaya kaldırıp lokum verdi… Sınıfın o an halini gördüm, tek lokum alan bendim. Kimseye demedim ama ben Ankara’da sıkıntıdan patlarken oyalanırım diye müdürü olduğu okula götürmüştü ağabeyim. Gidip gelirken sökmüştüm okumayı zaten… Çocuklarla yarışabilmek için tek silahım oydu, anlayınca kendimi verdim ve söktüm okumayı… O ara, bir dönem yeniden Ankara’ya gittim geldim. O süreçte de orda okudum. Bu kez başka baktım Ankara’ya, okuldaki çocuklara… Çalacak bir şey arar gibi; kıymetli neleri varsa götürmeye kararlı, öyle baktım ve yazdım aklıma. Yengemin koca bir kitaplığı vardı, çokça okudum, ne bulursam okudum... Desem gülersin, İnce Memet’i bile okudum… Anlamadan bilmeden, kafamı dünya güzeli, yaprak, çiçek zengini bir evrene sokup baktım işte. Anladım mı? Bilmem, ama köpeğime Anavarza adını taktım dönünce. Kırk yıllık Pilot çok aldırmadı bu yeni adlandırmaya ama ben kurt kapıp parçalayana kadar öyle çağırdım onu. Başka şeylerini bilmem ama Ankaralıların konuşmalarını çaldım, okuluma dönünce ben artık Ankaralı gibi konuşuyordum. Beğenilerini hissettikçe sınıfta şakıyorum, kitaplardan okuduğumu, radyodan dinlediğimi, gördüğümü satıyorum, her fırsatta… Katmaya artık katma değil ip diyordum, lağus değil mısır… Etkilendiklerini görüyordum, gördükçe inadına Ankaralı oluyordum. Niye mi, durumdan… Dev gibi onca çocuğun arasında yaşamak kolay mı? Bir de dayakları var… Ama öğretmenler başka aldılar, benim var olmak için kendimi donatmama bir üstünlük gibi baktılar. Bunca marifete bir ödül gerekir, beni ikinci sınıftan üçe değil dörde geçirdiler bu kez… Yani bir sınıf atlattılar, yetmiyor sanki. Düşünebiliyor musun, zaten benden büyükler, şimdi o fark ikiye katlandı. Artık sadece camları değil, gökyüzünü de göremiyorum! Öğretmen tırnaklarımıza bakıyor, mendilimize... Sonra benim küçük elimi alıp kaldırıyor ayağa... Boyum yetmiyor, öğretmenin elinde anahtarlık gibi sallanıyorum...“Ben bu ellerle yemek bile yerim” diyor, öpüyor ellerimi... Bıyıkları batıyor, ama bir hoşuma gidiyor, bir hoşuma gidiyor... Niyeyse arkadaşlarımın hiç gitmiyor. Artık beni her gün dövüyorlar, ağzım burnum kan... En çok da burnuma vuruyorlar, çabuk kanıyor ya herhalde ondan... Dertleri öğretmenin beni çok sevmesi, niye onları sevmiyor da beni seviyor diye... Hiç yıldırmıyor beni dayak; daha çok kesiyorum tırnaklarımı, daha çok yıkıyorum mendilimi, daha çok dersime çalışıyorum. Dayağı hiç sevmiyorum, burnumdan akan kanı da… Giysilerimden çıkmıyor çünkü... Oysa babam harmanda aldığı pantolon için sıkı sıkı tembih etmişti. “Gelecek sene bu zamana kadar başka yok ha…”Babama desem mi, beni dövüyorlar diye. Adım gibi biliyorum; “erkek adam dayak yer mi?” diyecek bana. Erkek adam nasıl bir şeyse! Düştüm diyorum, ağaca çarptım diyorum, bilyeli arabayla giderken uçtum… diyorum. Ne yalanlar ne yalanlar... Olsun, evde asla dayak yiyen bir erkek olamam. Ama aklımda kemikleşiyor; bana bu zulmü annem babam reva gördü, okula böyle küçük göndererek… Talihsizliğin en korkuncu başıma geliyor: Öğretmen beni bazen gelmeyenin yerine, atladığım o sınıfa öğretmen olarak gönderiyor. Orada dayımın bir oğlu var, benden beş yaş büyük. O akılsız hala bıraktığım alt sınıfta, zaten kalmıştı da ben ona yetişmiştim. Dayımın oğlu bir kerkenez, aynen öyle tam bir kerkenez, beni bekliyor orda... Sen kerkenezi bilir misin? Sivri uzun gagası, bir kuzuyu bile kapıp götürecek pençeleri olan alıcı kuş. Küçük kedimi nasıl alıp gitmişti evin önünden? Boğazındaki ameliyattan dolayı başı hafif sağa devrili, gözleri kan çanağı, bana bakıyor en arka sıradan. En son bir arkadaşının altına otururken kalem koymuş da arka sıraya sürgüne gitmiş, ondan oraya oturuyor. Bense serçe bile değil; burnu akan, kara kara bir minik uşak... Ama hiç korkmuyorum, gidiyorum gururla ve öğretmenliğimi yapıyorum da bir güzel... Öğretmenin elime tutuşturduğu, sakın esirgeme dediği, boyumdan büyük gürgen sopamı sürükleye sürükleye bir de… Düşünsene, emsallerimin hatta benden büyüklerimin bile zaman zaman öğretmenliğini yapmışım. Beni ne kadar severler anlamak zor değil… Ne var ki sınıfta bana bir saygılılar, bir saygılılar sorma… Bayılıyorum. Gerçeği biliyorum, çünkü Azrail'in öz kardeşiyim diyen öğretmenden korkuyorlar. Arada bir yüzünde en korkuncundan bir ifade gelip bakıyor da kapıdan. Farkındayım ama bazen sihrin benden, gücümün kendimden olduğunu sanmak yok mu? Hatta bazen şaşırıyorum, gidip o günlerde yiyecek olduğum dayakların büyük bölümünde elebaşılık yapacak kuzenimin sırasına durduk yere tık tık vuruyorum sopayla… Hopluyor yerinde, gözlerinde saklamaya çalıştığı utandığı bir korkuyla. Bu zavallılar mı beni dövüyor, diyorum kendi kendime. Bu değişilecek bir şey değil, acayip bir keyif; bir yığın kurdu tavşan gibi ellerimle oynatmak… Gerçi az sonra zil çalacak ve… Olsun, ben de hazırlanıp, yakamı çıkarıp, torba çantama koyup, dayağımı yemeye gidiyorum. En çok dayımın oğlu vuruyor şimdi… Alışkanlık yaptı, bazen az vuruyorlar üzülüyorum bile... Dağılan torbamı, kitaplarımı toplarken, kan revan içindeki yüzümü yıkarken tek bir şey geliyor aklıma, yediğim dayaktan daha çok: Ailem beni neden okula küçük verdi? Beni sevmedikleri aklıma gelen. Ama kendime konduramıyorum o kadarını, hem ben sevilmeyecek çocuk muyum? Baksana öğretmenin dediklerine…Babama diyor bunları, okut onu diyor, o acaip bir şey, çocuk değil de… Babamın bana güzel bir şey demesi vaki değil, ama bunu diyor... Ben bu durumdayken öğretmen bir gün kalkıp bana bir sorumluluk veriyor; okula kütüphane kurulacak, yapar mısın diyor. Yapmam mı, benden iyi işgüzar mı olur? Ve kütüphane başkanı ilan ediliyorum... Kitap yok, olanlar da orda burda perişan. Bir anımsadığım Arı Maya, bir arının insan gibi maceralarını anlatan o güzel kitap… Bir de Dede Korkut Hikâyeleri… Deli Dumrul... Buluyorum birkaç kitap daha, tozlu yırtık. Temizleyip kaplıyorum, ama üç kitapla kütüphane mi olur, Ankara’da yengemin bile yüzlerce kitabı vardı. Ama kitap nerde? Hele roman öykü gibi… Ders kitapları, dini kitaplar dışında kitap yok kimsede... Olsa da okuyana iyi gözle bakılmıyor. Bir yol buluyorum. Pazara gidiyorum, simit satıyorum, haftalarca. Kazandığımla orada satılan o kötü baskılı, halk hikayelerini kitap diye alıp geliyorum, Hayber Kalesi Cengi, Kerbala falan filan... O kadar işte… Ağabeylerimin ender okudukları kitapları yürütüp okula götürüyorum... Sonra da evden, amcamdan iki küçük dolap buluyorum. Kapaklarını atıyorum, atıp kitaplık yapıyorum, okula taşıyorum... Dünyanın yolu, ama taşıyorum. Sonunda kitaplığımı kuruyorum... Ama ne kitaplık; şehrin meydanındaki heykel bile gösterişsiz kalır yanında, bana öyle geliyor. Öğretmen de alnımdan öpüyor. Hatta beni, sınıfta kimsenin anlamadığı uzun bir konuşmayla övüyor. Her sözcüğünü kızılcık şurubuymuş gibi aşkla yudumladığımızı göstermek için yarışarak dinlediğimiz bir nutuk çekiyor bize. İstersen dinleme, masanın altına eğilen birini yakalayıp iki kulağından kaldırıp yere çarpınca pür dikkat kesiliyoruz. Hiç bir şey anlamıyoruz ama arkadaşlarım nasıl oluyorsa gene benim övüldüğümü anlıyor. Bedeli bana çıkarıyorlar, hep senin yüzünden deyip... O akşam da bu yüzden dayağımı afiyetle yiyorum… Ama ilk kez kinleniyorum. Büyüyünce, yani onlar kadar büyüyünce intikamımı alacağım, diyorum. Onların daha da büyüyeceklerini düşünemiyorum demek ki. Öte yandan öğretmeni de bana bu onuru verdi diye öyle seviyorum, öyle seviyorum ki... Hatta babam şaka olsun diye, sana hocanın Zülük’ü alacağım, dediğinde sırıtıyorum ama çok da istiyorum aslında… Zülük, öğretmenimin benden altı yaş büyük kızı, ama alacağım vallahi... Ondan sonra biraz da onun için çalışıyorum, öğretmenin gözüne girmek için. Zülük... Düşünmesi bile güzel... Benim sınıf arkadaşım. Bembeyaz bir teni var, benimki gibi kömür isi sürülmüş gibi kara değil, uzun örgülü saçları, kocaman kocaman gözleri var. En önemlisi önlüğünü deler gibi geren memeleri var, anneminki gibi. Bir hoşuma gidiyor ki… Annemse bana dayımın kızı Hatçe’yi almak istiyor. Yani o kerkenezin kardeşini... Ölürüm de bir metre yakınına gitmem onun, deli miyim? Hatçe yaşıtım, annemle dayım bizi beşik kertmesi yapmışlar. O nedenle ben Zülük'ten biraz fazla söz edince annem telaşlanıyor; “0ğlum sakın ha, o kız akılsız biraz, olmasa senlen birlikte okur muydu onca yaşıyla…” İyi de Hatçe’nin ön dişi yok anne," diyorum; memeleri yok diyemiyorum. Annem de senin de yok diyor, çıkar merak etme… Benim de memelerim çıkar mı, büyük arkadaşlarıma bakıp çok zaman beklediğimi anımsarım…Güya akıllıyım, ama çocuk işte sonuçta… dünya başka akıl başka… İşte öyle, artık her gün kütüphanemle ilgileniyorum. Kütüphane de müdür odasının yanında, koridorda... Bir gün kütüphaneye gidiyorum, bir gariplik var. Benim birkaç kitabım eksik, ara tara yok...Çocuklar aldı diyorum... Bana sormadan, adlarını yazdırmadan nasıl alırlar, diye kızıyorum, ama bulamıyorum. Ben öyle aranırken öğretmenim oradan geçiyor, ne oldu, diye soruyor bana. Sığınacak benden tarafa birini gördüm ya, ağlamaklı: "Kitaplarımı çaldılar," diyorum. Hem sonra o müdür de, nasılsa bulacaktır, o güven de var... "Hangilerini," diyor. Biri Arı Maya idi, anımsıyorum; öteki de Kerbela Cengi... “Ben verdim onları” diyor. Aaa! Vursa beni, kanım akmaz... Öyle öfkeliyim.Müdüre vurmak bile geçiyor içimden, şimdi Zülük’ü verse de almam. Ama dev gibi adam, ben paçalarında bir böcek... Tutamıyorum kendimi, nasıl ağlıyorum, nasıl ağlıyorum... Hıçkıra hıçkıra... O arada söyleniyorum: “Sen benim kitaplarımı nasıl verirsin?” “Ben müdürüm oğlum, istersem okulu da veririm,” diyor bana. “Ama ben onları almak için simit sattım, veremezsin… Hem de babamdan gizli, duysa öldürür beni...” Sonra fırlayıp gidiyorum... Okulun ardı bir orman, aşağıdan akan dereyi, asfaltı gören bir tepe... Gidip orada akşama kadar yatıyorum, kâh düşünüyorum, kâh düşündüğümden içlenip ağlıyorum... Sonra bir karatavuk konuyor yanıma, toprakta solucan arayan, ona dalıyorum, bir zaman sonra gene kendi dünyama… Bir ara beni arayan arkadaşların seslerini duyuyorum, saklanıyorum... Sonra devam... Durmadan, deli bir ata binmiş, eğersiz, dizginsiz çılgın bir ata tutunmuş, ordan oraya koşuyor gibiyim. Güya düşünüyorum. En çok düşündüğüm; yaşadığım her şeyi, en çok da haksızlıkları bir yere bağlıyorum; küçük olmama… Beni niçin böyle küçük verdiler okula, niçin gurbete gönderdiler, sorup sorup duruyorum. Bulamıyorum, beni sevmiyorlar diyorum, en çok… Ordan oraya atlıyorum. Sonra sonra biçimleniyor, ihtimal veremiyorum ama galiba, diyorum. Buluyorum, gerçekten buluyorum sonunda. Parça parça kimi konuşmalar geliyor aklıma, ekliyorum, yapıştırıyorum… Hiç insanın en büyük özlemi iki iri göğüs ve kahverengi, üzüm tanesi gibi uçları olur mu? Amma yaptın, konu bensem olur dedim ya... Bugün biliyorum aslında bu bütün çocukların ilk travması. Anımsıyorum; bildiğim, yapışmışım annemin memesine, yeni doğan kardeşimle beraber emiyorum. Gören işgüzar kadınların, kocaman adam dediğini, o kadınları ve kendilerini hiç ilgilendirmeyen konulara burunlarını sokma huylarını bile net anımsadığıma ve kızdığıma bakarsan, memeye göre büyükmüşüm. Annem bazen beni kırmaya da korkan bir sesle: "Oğlum herkesin içinde öyle meme meme diye koşma peşimden, utanıyorum," derdi. Hissederdim utancını nasıl oluyorsa. "Ne diyeyim ki anne?" Sonra kendim bulmuştum yanıtı, o kış kiraz derdim biri varsa... Zemheri de kiraz! Bana kalsa daha on yıl sürdürürdüm o sefayı ya… Kardeşim de herhalde açlıktan ölürdü. Annemi emilmekten kurtarmak için önce gurbete, ardından okula yolladılar beni. Tamam, durumu azıcık suistimal etmişim, annemin göğsüne uzak bir yaştaymışım, iyi de gurbete ve okula yakın mı? O gece ben eve gidemiyorum, tabi kıyamet de kopuyor... Uyandığımda gün doğuyor. Nasıl acıkmışım. Böğürtlen, yabangülü topluyorum, kocakarı armutları… Karnımı doyuruyorum… Okul zamanını bekliyorum. Toplanmalarını, andımızı söylemelerini izliyorum, ne garip aralarında yokum diye bir özlüyorum onları… Ta o mesafeden dayımın oğlunu bile tanıyorum. Ona bile içim ısınıyor, kalkıp yanlarına gitmeyi düşünüyorum. Ama ne oluyorsa öğretmenin biri gelip çocuklardan bir kaçının ellerine vuruyor sopayla, bir şeyler diyor, herhalde tırnakları ya da mendilleri kirli… Gider miyim artık, onlar içeri girince eve gidiyorum. Anneme olduğu gibi anlatıyorum olanı biteni, annem ben anlattıkça dizlerini dövüyor… İnsanın annesi olması ne güzel, ona her şeyi anlatabilirsin, her durumda senden yana… Sevincinden beni azarlayamadı bile. Sabaha kadar uyumamışlar; ev ev, dam dam bütün mahalleyi dolaşmışlar. Odada jandarmaya gitmek için hazırlanan babam korktuğumdu, annem beni suya gönderip ona anlatmayı üstlendi. O gece okulun yakınında evleri olan dedemlerde kaldığımı söylemiş. Allahtan hayli uzak olduklarından dedemlere inmemişler, sabaha bırakmışlar. Belli ki bulunmama babam da sevinmişti, "bir daha habersiz yapma," deyip bırakmıştı yakamı. O günden sonra okula gitmedim, babamdan korktum ama gitmedim. Sonunda babam benimle konuşunca mecburen gittim tabi, ama şikâyet ettim müdürü babama... O anı hiç unutmam... Okula gitmediğimi öğrenen babam tabi ki çok kızmıştı, döveceği kesindi. Beklediğim bir şeydi, kafamda kurup kurup duruyordum, kararlıydım dik duracak, bir de okula beni niye küçük gönderdiklerini soracaktım. Ama öyle olmadı, daha o bana vurmadan ağlamaya başlamıştım çoktan. Başım eğik, ağlayarak bekliyordum, gene burnum akıyordu, ama tokat inmedi. Nasılsa dayak yiyeceksin, o zaman konuş da ye bari, diye düşündüm herhalde. Bütün cesaretimi toplayıp haklılığıma çok inanmış bir sesle de: “Vurursan vur, o benim simit satarak aldığım kitapları millete veriyor, hem de bana sormadan... Hem beni…” Dövüyorlar diyecektim, niye beni küçük gönderdiniz diye soracaktım, ama soramadım, fazla gelecek diye düşündüm herhalde. Babam kalakalmıştı... Böyle etkileneceğini düşünmemiştim. Benim çalışmama hep karşı çıkardı, paraya alışan okumaz o zaman derdi, belki ondan... Ama bilmiyorum, vazgeçti dövmekten... Tamam dedi, öyleyse ben konuşurum onunla... Sonra da ömrümde ilk kez, babamla tereyağlı yumurta kırması yeme onuruna eriştim... Durmadan burnum akıyordu, utanıyordum ama büyük gururdu. Yemeği bitirene kadar dayandım... İçimi kemiren o soru da kaldı tabi. Babama ilk kez başkaldırmıştım, ilk kez de bu başkaldırıdan dayaksız çıkmıştım. O hoşluğu bozmamak için belki, belki alacağım cevap beni daha çok üzecek korkusu… Bilmiyorum, ardını getirip de beni niye küçük gönderdiniz diye soramadım. Sonra babam konuştu öğretmenle. Ne konuştu bilmiyorum ama okula döndüm. Öğretmenim beni odasına aldı; önce korktum, kızacak hatta dövecek diye… Ama öyle olmadı. “Ben bu okulun müdürüyüm,” dedi. Ardı ne gelecek bilmediğimden onaylayarak kafamı salladım. “İyi” dedi, “bundan böyle sen de kitaplığın müdürüsün. Senden izinsiz kimse oradan kitap alamaz…“ Sevindim, ama o kadar da şaşırmıştım, ne bekliyordum, ne olmuştu.Yine de: “Sen de mi?” dedim, güldü. Kızmadığını anladığım bir yüksek sesle: “Çık dışarı, “dedi. “Çık, tamam ben de…” Dışarı çıktığımda kanatsız bir kuştum. Bildiğim en büyük güçlere başkaldırmıştım ve korktuğum herkes beni dinlemişti. Bir de şu arkadaşlarımı dövebilsem... Ama sınıfa gidip bunu denemeyi gözüm kesmedi... Okula boş verdim, Çantamı bile almadan, güle oynaya evin yolunu tuttum. Yapacak bir işim daha vardı, bu havayı yitirmeden evde yapmam gereken... Yolda bulduğum küçük bir sopayla patikanın kıyısındaki otların, çiçeklerin uçlarını budaya budaya gidiyordum. Hiç abartmasız kendimi Zaloğlu Rüstem gibi hissediyordum, öyle… Çeşmenin önündeki yalakta lastiklerini yıkayan dayımın oğlunu gördüm, o da okuldan kaçmış olmalıydı. Beni görmüş, o alıcı kuş haline geçmişti. Birden cesaretim uçtu gitti, dar patikadan başka yol olsa sapıp gidecektim. Belki bu kez sataşmazdı, ama böyle beni yalnız bulmuş, bırakır mıydı? Yüzünde pis bir gülümseme hırlayarak doğruldu. Bana doğru adım atmadan, bağırdım. “Sakın, kafanı patlatırım senin.” Halime şaşıyordum ama sopayı başımın üstüne kaldırmış vurmaya kararlı üstüne üstüne gidiyordum. Annem derdi, kediyi duvara sıkıştırma... Galiba ben o noktadaydım, duvara dayanmıştım, ya duvarı yıkacak ya da sonsuza değin ezik kalacaktım. Önce duraladı, sonra ne yapacağını şaşırdı, geri geri çekilirken yalağa düştü. Onun düştüğünü görünce bana cesaretten öte öfke geldi, üstüne yürüdüm. Beni bekleyecek değildi ya, her yanından sular sızarak panikle fırladı, çeşmenin ardındaki yamaçtan aşağı kaçmaya başladı. Allah kalbimi biliyor dursa vuracaktım. Biraz baktım ardından, geri gelir diye hala korkuyordum. Sonra ne olduysa birden bir gülme aldı beni. Onlar da çocuktu sonuçta ve aynen benim gibi korkuyorlardı, ciddi bir tehdit gördüklerinde…Birkaç adım gittikten sonra sopayı attım, ıslık çala çala eve giden yola tırmanmaya başladım. Annemle babam evde mısır ovalıyordu, beni görünce şaşırdılar. Kız kardeşim de yanlarında oturmuş oynuyordu. Sormadan, "Müdür beni kütüphanenin müdürü, yaptı,” dedim gururla. Sonra da ben… “ Orda duraladım azıcık, yalana başvurdum gene. “Sonra da beni eve gönderdi,” dedim. Bir zaman sorup sormamakta kararsız bekledim. Boş ver diyordu içim, bugünlük bu kadar yeter… Ama gurbette yaşadıklarım, hissettiklerim, okulda yediğim dayaklar aklıma geldikçe ağlayacak gibi oluyordum. Yok, bugün bütün sorularımı bitirecektim. Yeterince küçük kalmıştım. Önce babama soracaktım, ama cesaretim yetmedi. Bana yemek hazırlayan anneme döndüm, çok yürekli, çok kahraman, tıpkı Kerbela'daki Hüseyin gibi ölümüne cesur sordum... “Sen beni niye gurbete yolladın anne, dört yaşında hem de, Ankara’ya hem de...” Annemin yüzü karardı, çok kızmazdı bana, ama bu kez kızmış gibiydi. Onu öyle görünce cesaretim, direncim tükendi. Nasıl ağlıyorum, burnum da akıyor, ama geri dönmeye de niyetim yok... “Beni bir damlayken gurbete yolladınız, bir damlayken okula…” Sonra babama döndüm; “Sen beni neden bir damla çocuk okula verdin? Onların her biri at kadar, beni her gün dövüyorlar, haberin var mı, öleyim diye mi? Beni sevmiyorsunuz diye mi?” Kimsede çıt yok, öyle şaşkın, üzgün, darmadağınık bakıyorlar... Babam karar veremiyor, kızsın mı üzülsün mü? Annem çözülmüş, gözleri yaşlı beni sevmeye uğraşıyor. İtiyorum onu… Ama ses yok, yanıt yok... "Ben biliyorum, " diyorum... Sesim boğuluyor... Ağlamam artıyor... “Niye beni gurbete yolladın, okula yolladın biliyorum… Memeden kesmek için değil mi anne?” diyorum... Ama utanıyorum da biraz, annemin memelerinden söz ederken...“Kardeşin vardı, ama" diyor annem, “o bebekti…” Yerde bana gülümseyerek bakan kardeşime saklayamadığım bir düşmanlıkla bakıyorum. “Olsun, iki me...kirazın yok muydu senin? İki de çocuğun… Allah bilerek vermiş işte…” diyorum, hıçkırarak… Bana sarılıyor... Babam gülüyor, ama gözleri ıslak sanki, başımı okşuyor… Kapının önündeki kiraz ağacı safi çiçek, kıyamet çiçek. Arıların vızıltısını duyuyorum... Çok gitmez kirazlar olacak. Gülümsüyorum. * 2017 Yalova * İlk yayım tarihi: 24.05.2020 * İLGİ GÖRENLER ya da AZÇOK OKUNANLAR 102 ZİYARETÇİ, 14 BEĞENİ GÖRDÜ.
- maviADAda YENİ DÖNEM
maviADA, bu yaz belli etmedi, ama iki yıldır Temmuz, Ağustos aylarında tatile giriyor. Bunun anlamı, yazarlarımız sezonda olduğu gibi yazılarını düzenli eklemiyorlar, dileyen koyuyor ya da eski yazılarını yineliyorlar. Yani bir tür yavaşladık ... * ŞİMDİYSE GÜZ, YENİ DÖNEME başlıyoruz. Bu dönem için kimi YENİLİKLER yaptık, kimilerini de projelendirip planladık. Başka bir deyişle hızlandık. YENİLİKLER * "ÇOK OKUNANLAR " SAYFASI BAŞLADI maviADA, * SÜPER POSTA * ÇOK OKUNANLAR ve İLGİ GÖRENLER ya da AZÇOK OKUNANLAR sayfalarını açtı P LANLANANLAR *2025'te KAYNAK BULUNABİLİRSE YAZARINA TELİF, OKURUNA ARMAĞAN vermeyi P LANLIYOR . YENİLİKLER ÇOK OKUNANLAR BU DEFALIK, başlangıçtan bu yana ne zaman yayınlandığına , beğeni, yorum, nitelik gibi özelliklere bakılmadan, her hangi bir yerde en az 101 kez ziyaret edilmiş sayfalar, yazılar ÇOK OKUNANLAR 'a eklenecek. 100+1 ziyaretçi bugüne kadar yayınlanan yazılar için geçerlidir. Eylül 2024'ten itibarense 6 ay içinde, en az 150 ziyaretçi, en az yazıyla ilgili ziyaretçilerin %2 yorum, ziyaretçilerin %4'si kadar beğeni alanlar ÇOK OKUNANLAR arasında olacak. Yönetimce yapılacak incelemeler sonucu hilesiz hurdasız bu sonucu alan özgün bir yazıysa listede yerini alacak. Bu arada elbette zaman içinde bütün yazıların 151 ziyaretçiyi bulacak olduğu kesin gibidir, bu GÜNDEN SONRA ÖLÇÜTLERİ bulan yazılarda AZÇOK OKUNANLAR etiketiyle görülebilecek. SÜPER POSTA ' Yayınlandıktan sonra 10 gün içinde en az 150+1 ziyaretçisi olan yazılar SÜPER POSTA ' lara dahil edilecektir. SÜPER POSTA ' lar için de ayrı bir etiket ve sayfa yapılacak, maviADA giriş sayfasında yer alacaktır. İLGİ GÖRENLER* AZÇOK OKUNANLAR: Yazının ilk yayınlanışı üzerinden 6 ayı geçtikten sonra 150+1 ziyaretçisi olan yazı AZÇOK OKUNANLAR ya da İLGİ GÖRENLER kategorisine yerleştirilir ve maviADA giriş sayfasında yer alır. PLANLANANLAR * maviADA TELİF ÖDEMEYE BAŞLIYOR. * 1. BUNDAN SONRA 6 aylık süreçler esas alınacaktır. Temmuz, Şubat aylarında yapılacak değerlendirmelerde YAZILARIN 6 aylık seyirlerine bakılacak, 200 ZİYARETÇİNİN ve çok ziyaret edilme nin yanında, o ziyaretçilerinin en az %10 beğenisini yani 20 beğeni alan ya da en az %2 , yani 4 olumsuz olumlu yorum yapılan, öncelikle ÖZGÜN olan , kişinin kendine AİT ve belli koşulları taşıyan, dergi yönetimince de başarısı kabul edilen en iyi yazı/ların yazarlarına sembolik de olsa TELİF ödenmeye başlanacaktır. 2. OKURA ARMAĞAN: TELİF, SÜPER POSTA, ÇOK OKUNANLARa giren yazılara yorum yapan, beğeni koyan okurlarımızdan da belirlenen kişiler arasından kurayla seçilen en az bir kişi 6 aylık dönemlerde her dönem belirlenip maviADA yazarlarının kitaplarıyla ödüllendirilecektir. * AMAÇLAR Amaç, hem YAZILARIN GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ, YAZARLARIN TANINIRLIĞINI artırmanın yanında derginin izlenme ve okunurluğunu çoğaltmak, YAZARLARI artırmak ; AYRICA bir nedenle ötekiler arasından sıyrılmış, çıtanın üstünde kalmış yapıtlara bir tür farkındalık yaratmak, onurlandırmak, takdir etmek ve yeni çalışmalara özendirmektir. *maviADA yukarıdaki açıkladığı eylem ve girişimleri birilerini zarara uğratmıyorsa yapıp yapmamakta, koşulları dilediği zaman, dilediği biçimde değiştirmekte tamamen özgürdür.