top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Tek Kişilik Aşk

    "Yazdığınız yazı on sekiz yaşında sevgilinize yazdığınız mektup gibi olmalı, kalbinizi kanatarak içine koyduğunuz... neyi anlattığınız hiç önemli değil..." demişti Şenol Yazıcı benden maviADA'YA yazı yazmamı isterken. Ne demek istediğini anlıyorum aslında; içine kalbini koy, yazdığına sahici ol ve heyecanını yükselt… Ben farklı bakıyorum. Günlerdir düşünüyorum bu sözün üstünde, nasıl da güzel bir başlangıç olur, on sekiz yaşında sevgilime yazar gibi başlamak. Ama bunun için önce on sekiz yaşıma, geçmişe bir yolculuk yapmam lazım galiba... Çocukluktan genç kızlığa adım attığım demlerde en büyük hayalim on sekiz yaşıma gelmekti, büyük bir heyecan ve melankoliyle o yaşı bekler, hayaller kurardım. Kim bilir, belki de o devirde romanlarda, filmlerde yaşanan aşklar hep on sekiz yaşında yaşandığındandı benim de beklentim. Pek çok arkadaşım daha ortaokul sıralarında aşktan dem vurup çocuksu sevgilileriyle hava atarken bize, ben her şeyin bir vakti vardır, deyip beklemeyi seçmiştim. Aşk çok kutsal bir şeydi bana göre; öyle göz önünde, ulu orta yaşanmazdı, yaşanmamalıydı. Sevdiğimi bir ben bilmeliydim bir de Allah (!). Aslında hep denir ya "Aşk iki kişilik bir oyundur" diye, bizim kuşak pek bilmez iki kişilik aşkı. Biz ya da ben hep tek kişilik aşklar yaşadık. Yüreğimize gömdük aşklarımızı, üstüne de pembe güller ektik... Hani eskilerin "platonik aşk" dedikleri, karşılıksız aşk vardır ya... İşte o aşkı yaşadım ben en çok, tıpkı Mecnun gibi... "Aşık oldum mu ben gerçekten" diye düşünürüm de bazen, pek de öyle içimi yakan, ruhumda iz bırakan bir sevgilim olmadı galiba o yaşlarda. Kendi kendime beğendiğim, perdenin arkasına gizlenip yolunu beklediğim sevgililerim oldu benim hep. Ben hep yalnız başıma sevdim, sevilmeye hiç izin vermedim ki... Aslında yasaklı ahlak öğretileriyle yetiştirildik biz; sevmek yasaktı, aşık olmak yasaktı, hele bir erkeğin gözlerinin içine bakmak ayıptı, hem de en büyük ayıp... İşte hal böyle olunca ben de hep okuduğum kitaplarda yaşadım aşkı. Bazen Çalıkuşu Feride'yle yaşadım aşkların en umutsuzunu, bazen de "O çocuk ben çocuk / memleketimiz o deniz ülkesiydi / Sevdalı değil karasevdalıydık" diyen şairin Annabel Lee'si gibi kara sevdalara düştüm. O içimi kanatarak, sevgiliye yazdığım mektupları hep kilitli "hatıra defterime" yazdım ben. Sonra da en gizli yerlerde sakladım, tıpkı yüreğimin en derinlerine sakladığım aşklarım gibi. Sonra yıllar geçti on sekiz yaşım, yirmi sekiz yaşım... Devran değişti, yasaklar bitti, ahlak bekçileri gitti... Bu sefer de "gurur" geldi oturdu gönlümün baş köşesine, hep karşıdan bekledim ilk sevda sözcüklerini. Belki de söylemeye söylemeye unutmuştum konuşmayı... Şimdilerde yüzümde çizgiler, saçlarımda aklar ve yüreğimde eski sevdalar var. Bir de yeni ufuklara kanat çırpmak isteyen mecalsiz bir yürek... Ama beceremiyor bir türlü yeniden kanat çırpmayı, en ufak bir rüzgarda tökezleyip kalıveriyor... Yıllardır yüreğimde sakladıklarım, içimi kanatanlar söze gelmese de artık, yazıya dökülüyor; bazen bir kalemin ucundan, bazen bir klavyenin tuşlarından... Kimi zaman hüzünlü dizeler çıkıyor ortaya, kimi zaman, geçen yıllara sitem eden anılar... İstanbul/ 2014 (maviADA'da yayınlanan ilk yazım)

  • Paskalya Bayramı ve Tarihçesi

    Nurten B. AKSOY * Dünya üzerindeki bütün Hıristiyanlar için en önemli günlerden biri olan Paskalya bayramı, pek çok dini bağrında yaşatan ülkemizde de çeşitli etkinliklerle kutlanmakta. Biz de kısaca hem bu bayramı anlatalım hem de sevgiye, dostluğa, barışa en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Hıristiyan dostlarımızın da bayramlarını kutlayalım. Paskalya; Hıristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildikten sonraki üçüncü günde yeniden dirilişinin kutlandığı en eski ve en önemli bayramdır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak Mart ayının sonundan Nisan ayının sonuna kadar olan dönemdir. Her sene sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü; Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır. Türkçeye Rumca Pashalia sözcüğünden türeyerek giren Paskalya sözcüğünün kökeni İbranice Pesah kelimesine dayanır. Latince ve Yunancaya da İbraniceden geçen bu kelime “Dokunmadan geçmek” anlamına gelir ve İsrailoğulları’nın Mısır’daki esaretten kaçışına veya İsrailoğulları’nın ilk doğan çocuğunun canının bağışlanmasına gönderme yapar. Bazı Batılı dillerde Paskalya yerine kullanılan Easter, Ostern vb. sözcüklerin kökeni Cermen Takvimi’ndeki Eostur (Nisan) ayıdır. Bu ay, adını Anglosakson Pagan tanrıçası Eastre’den alır. Hz. İsa MS 29–33 yılları arasında çarmıha gerilir. Paskalya bayramına dair en eski kayıtlar ise 2. Yüzyıla aittir, bununla birlikte İsa’nın dirilişinin anılması muhtemelen daha da eski tarihlere dayanır. Paskalya tüm Hıristiyanlar tarafından kutlanır. Yaygın olarak kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, kutlandığı ülkeye göre değişik gelenekleri vardır. Bunlar arasında en yaygını şahısların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve Paskalya yumurtası hediye etmesidir. Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsar. Paskalya Günü’nde (Diriliş Günü) sona erer. Paskalya Günü için evlerde özel çörekler yapılır, haşlanmış yumurtalar boyanır; mumlar yakılır; dualar okunur. Komşulara paskalya çöreği ve boyanmış yumurta ve tavşan şeklinde şekerlemeler hediye edilir. Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alay kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa’nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin azınlık toplumlarının sayısının daha büyük olduğu dönemlerinde özellikle İstanbul’da Hıristiyan ailelerin, paskalya ve diğer yortularda Müslüman komşularına paskalya yumurtası ve çöreği getirmeleri adettendi. Paskalya çöreği, özellikle paskalya yortusu gibi Hıristiyan dini bayramlarında Osmanlı-Türk mutfağında yaygın olarak yapılan bir çörek türüdür. Yağ, süt, yumurta, un, maya ve şeker karışımından yapılan paskalya çöreğine, insanı çeken o muhteşem kokusunu verense mahlep ve sakızdır. Asırlardır bu bereketli toprakların renkleri olan, acıyı ve tatlıyı paylaştığımız, dostluk ve kardeşlik duygularıyla bir arada yaşadığımız tüm Hıristiyan dostlarımızın Paskalya bayramları kutlu olsun.

  • İstanbul'u Mimari Eserleriyle Süsleyen Aile

    Nurten B. AKSOY * İstanbul asırlardır bütün bakışların üzerinde olduğu bir gözde… Kimileri bu gözdeye kör kütük aşık olup onu süslemek için neyi var neyi yok ortaya dökmüşse, kimileri de kıskanç, cahil ve zavallı bir sevdalı gibi bağrına hep hançerler saplamış, saplamaya da devam ediyor. İşte İstanbul’u süsleyen, eserleriyle Mimar Sinan’dan sonra şehre damgasını vuran bir başka mimarlar ailesi Balyanları ve en bilinen eserlerini tanıyalım. Balyan ailesi: Balyanlar,18. ve 19. yüzyıllarda Hassa mimarları olarak Osmanlı Devleti tarafından yaptırılan birçok önemli mimari esere imzasını atan Ermeni asıllı mimarlar ailesidir. Son dönem Osmanlı eserlerinin birçoğunda bu soydan gelen mimarların imzası vardır. Bazı kaynaklar ise ailenin Osmanlı mimarisinin özünden kopuşuna yol açtığını söylerler. Dolmabahçe Sarayı İstanbul Boğazı’nın en baş köşesine kurulmuş, Balyan ailesinin en önemli ve en gözönünde olan eserlerinden birisidir. Sultan Abdülmecid döneminde, Garabet Balyan ve Nikoğos Balyan’ın birlikte yaptığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatının son dönemlerini geçirdiği ve hayata veda ettiği, Barok mimarisinin en güzel örneklerinden biridir Dolmabahçe Sarayı. Dolmabahçe Saat Kulesi Bezm-i Âlem Valide Sultan Camisi ile Dolmabahçe Sarayı’nın Saltanat Kapısı arasında yer alan saat kulesi, 1890-1895 yılları arasında Sultan II. Abdülhamit tarafından saray mimarı Nikoğos Balyan ile Sarkis Balyan’a yaptırılmıştır. Her cephesinde saatler bulunan ve dört katlı olan kulenin yüksekliği 27 metredir. Fransa’dan getirilen saatler Saatçibaşı John Meyer tarafından kurulmuştur. İstanbul’un önemli kulelerindendir. Bezm-i Âlem Valide Sultan (Dolmabahçe) Camisi Tüm zarafetiyle Dolmabahçe sarayının yanında duran ve Gezi Olayları sırasında adı nice büyük yalana konu olan Bezm-i âlem Valide Sultan Camisi, Sultan Abdülmecit’in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan tarafından yapımı başlatılıp ölümü üzerine Sultan Abdülmecit tarafından tamamlanan ve tasarımı Garabet Balyan’a ait olan bir diğer eserdir. Beylerbeyi Sarayı Sultan Abdülaziz tarafından 1861-1865 yılları arasında mimar Sarkis Balyan’a yaptırılmıştır. Padişahların yanı sıra bugüne kadar 3. Napolyon’un karısı Eugénie, Karadağ Kralı Nikola ve İran Şahı gibi birçok ünlü ismi ağırlayan saray, geniş bir bahçenin içinde asıl saray (yazlık saray) ile birlikte Mermer Köşk, Sarı Köşk, Ahır Köşk ve iki küçük deniz köşkünden oluşur. Ortaköy Camisi Halk arasında Ortaköy Camisi olarak bilinen Büyük Mecidiye Camisi, Boğaziçi’nde Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camidir. Cami, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nikoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Günümüzde Boğaziçi Köprüsünün gölgesinde kalmasına karşın, eşsiz bir konuma yerleştirilmiş olan ve çok zarif mimarisiyle dikkatleri çeken cami Barok üslubundadır. Geniş ve yüksek pencereleri Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir. Çırağan Sarayı Bugün Beşiktaş ve Ortaköy arasında bulunan araziye ilk olarak Lale Devri’nde bir yalı yaptırılmış. Sonraları Boğaz’ın en güzel köşelerinden olan bu yere çeşitli sultanlar çeşitli saraylar yaptırmışlar. 1857 yılında Sultan Abdülmecit buraya Batı mimarisi tarzında bir saray yaptırmaya başlamış, ancak sultan ölünce yarım kalan bu sarayı 1871 yılında sultan Abdülaziz tamamlatmıştır. Sarayın müteahhitliğini Sarkis Balyan ve ortağı Kirkor Narsisyan yapmıştır. Son kez 1876 yılının Mart ayında buraya gelerek bir süre dinlenen Sultan Abdülaziz, halk arasında Beşiktaş Mevlevîhânesi’nin yıktırılarak saray arsasına katılmasının uğursuzluk getireceği yolunda söylentilerin çıkması üzerine Çırağan Sarayı’nı terk ederek Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmiştir. 1987 yılında otel olarak kullanılmak amacıyla sarayın restorasyonuna başlanmış 1990 yılında otel, 1992 yılında ise saray hizmete açılmıştır. Akaretler Sıra Evleri İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde, Beşiktaş ile Maçka arasında, kendi adıyla anılan Akaretler semtindeki bina grubu Türkiyedeki ilk toplu konut projesidir. Sultan Abdülaziz döneminde, Dolmabahçe Sarayı akaretleri olarak yapımına başlanan bu sıra evlerin mimarı Sarkis Balyandır. Bir kısmı, sarayda çalışan muhafızlar ve ağaların kalması için bugünkü anlamıyla lojman konutlar olarak, bir kısmı da kira konutu olarak tasarlanmış ve bunlardan elde edilecek gelirle Aziziye Camisinin yapılması öngörülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da bir süre Akaretler Sıra Evlerindeki 76 numaralı binada yaşamıştır. Kuleli Askeri Lisesi Balyan ailesinin Boğaz’ı süsleyen en güzel yapılardan biri de Anadolu Yakasındaki Kuleli Askeri Lisesi’dir. Sultan Abdülhamit döneminde Ermeni mimar Garabed Amira Balyan tarafından yapılan binanın iki köşesinde bulunan beşer katlı iki kule nedeniyle bina “kuleli” ismiyle anılır. Selimiye Kışlası Balyan Kardeşlerden Mimar Krikor Balyan tarafından projesi çizilen Selimiye Kışlası, ortasında büyük bir avlu, dört köşesinde yedişer katlı birer kulesi olan dikdörtgen şeklinde çok büyük bir yapıdır ve İstanbul’u süsleyen Balyanların en görkemli eserlerinden biridir. Beyazıt Kulesi Günümüzde İstanbul Üniversitesinin Merkez Kampüsü içinde yer alan kule, ilk olarak Beyazıt semtinde 1749 yılında ahşap olarak inşa edilmiş. 85 metre yüksekliğinde ve 180 basamaklı kule, geçirdiği iki büyük yangından sonra üçüncü kez Sultan II. Mahmut zamanında, 1828 yılında Senekerim Balyan’ın mimarlığı altında tekrar yapılmış. Yangın Kulesi olarak kullanılan kulede yangınlar, gündüz sarkıtılan sepetlerle, gece ise fener yakılarak haber verilirmiş. Dahası için buradan buyurun. Nusretiye Camisi Padişah II. Mahmut tarafından 1826 yılında Mimar Krikor Balyan’a yaptırılan Nusretiye Camisi, tarihi İstanbul’un sınırları dışında inşa edilmiş en büyük camilerden birisidir. II. Mahmut’un yeniçeri ocağını kaldırması üzerine yeniçerilere karşı kazandığı zaferin anısına camiye “Nusretiye” denilmeye başlandığı söylenir. Küçüksu Kasrı İstanbul’un Küçüksu semtinde, Göksu Deresi ile Küçüksu Deresi arasında yer alan kasır, Sultan Abdülmecit tarafından Nikoğos Balyan’a yaptırılmış, inşaatı 1856 yılında tamamlanmıştır. Kasırlar, sadece hünkârların malı sayılan ve sarayların haricinde inşa edilen, köşkten büyük binalardır. Devamlı ikamet için kullanılmayan kasırlar, padişahların dinlenmeleri için vakit geçirdikleri yerdir. Küçüksu Kasrı da genelde günübirlik kullanılan ve av köşkü olarak tasarlanmış bir yapıdır. Pertevniyal Valide Sultan Camisi Planlarını Sarkis Balyan’ın çizdiği, hazırlanmasına Hagop Balyan’ın katıldığı Aksaraydaki Valide Sultan Camisi, Sultan II. Mahmut’un eşi ve Sultan Abdülaziz’in annesi olan Pertevniyal Valide Sultan tarafından 1869-1871 yılları arasında yaptırılmış Barok mimari tarzının en güzel örneklerindendir. Çifte Saraylar Çifte Saraylar veya Cemile Sultan Sarayı ile Münire Sultan Sarayı İstanbul’un Fındıklı semtinde yer alan sahil saraylarıdır. “Salıpazarı Sarayları” olarak da adlandırılırlar. Sultan Abdülmecit’in kızları Cemile Sultan ve Münire Sultan için 1856 ile 1859 yılları arasında inşa ettirdiği bu sarayların mimarı Garabet Amira Balyan’dır. Binalar, günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Bu saydıklarımızın dışında Balyanların İstanbul’un çeşitli yerlerinde daha başka eserleri de vardır.

  • Ah! Ey Mine'l Aşk

    Nurten B. AKSOY * Aşk imiş her ne var âlemde. İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak. (Aşk, dünyada her ne var ise onun kaynağıdır, ilim ise sadece koca bir dedikodu.) diye tarif etmiş aşkı koca şair Fuzuli... Bana göreyse aşk; sadece üç harften oluşan kendi küçük ama anlamı bir o kadar büyük sözcük. Aslında herkese göre değişen, içini gönlümüzce dolduracağımız bir kavram. Kiminin deli divane sevdiğine, kiminin çocuğuna, kiminin vatanına, kiminin yaradanına duyduğu o doyumsuz tutku... "Ah! ey mine'l aşk, sen nelere kadirsin" dedirten o sımsıcak duygu: "AŞK" "Her yer aşk" ya konumuz, ben de "her şey aşk" deyip anlatsam nasıl olur ki diye düşündüm. Görelim bakalım "her ne imiş aşk..." İlk aşkım; ana rahmine düşüp hayat bulduğum şehrim, sarı sıcak rüzgarların estiği Mardin'im. Çocukluğumun ilk yıllarını geçirdiğim, taş evlerinde oturup, eyvanlarında uyuduğum, abbaralarında koşuşturduğum, sımsıcak insanların sarmalandığı şehrim. Sisler arasından göz kırpan bir maşuk Mardin bana ve o sisler içinde belleğime kazınmış "beyaz atlı prensim" yani Muro... O koca taş evin üst katında oturan; kıpkırmızı, içine binilebilen oyuncak arabasıyla beni Mardin'in kıvrımlı yollarında gezdiren, yıllar yıllar sonra kim olduğunu keşfettiğimde çok şaşırdığım çocukluk aşkım, büyük şair... beyaz atlı prensim... Kısa bir yaşanmışlık olsa da bir o kadar unutulmaz, yürek yakan bir aşktır Mardin benim için. Acı ama tadı damağımda günlerin yaşandığı gizemli şehrim. Sonra esen sert rüzgarlar ve savrulan hayatlar; yurdun bir köşesinden bir başka köşesine göç ve yeni sevdalara kanat çırpan bir yürek... Hiç tanımadığın, bilmediğin birine aşık olmak gibi İstanbul'a aşık olmak. O zalim sevgilinin kollarında büyümek; hayatı acısıyla tatlısıyla öğrenmek, yıllara direnmek o sevgiliyle... tıpkı bir garip Orhan Veli gibi, bir garip Nurten... İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir garip Orhan Veli'yim Veli'nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim Urumeli Hisarı'na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum İstanbul'un mermer taşları Başıma da konuyor martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım... Senin yüzünden bu halim. İstanbul'un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne Sevdalım... Boynuna vebalim İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim Bir garip Orhan Veli’yim (Orhan Veli KANIK) İstanbul; ömrümün yarısını her bir taşına, her bir köşesine aşık olarak geçirdiğim, anılarımla dopdolu ve güzelliğinin hunharca yok edilişine çaresizce seyirci kaldığım büyük aşkım. Ah İstanbul, neler yaşadık seninle... İlkokula sende başladım, o adını verdiğin üniversitenin sıralarından kimlerle birlikte geçtim, nice öğrenci yetiştirdim okullarında ve anamı, babamı verdim topraklarına daha niceleriyle. Sana sevdalı bir adamla evlendim, birlikte şiirler okuduk sana, el ele sokaklarında gezerken; ama sen kıskandın sevdiğimi, uzaklardan kalkıp seni görmeye geldiğimiz bir gün alıverdin onu benden. Belki de bir tek benim sevdalın olmamı istiyordun. Sonra senden ayrıldım, bir başka şehre, bir başka iklime savruldum esen meltem rüzgarlarıyla, bir gün geri dönmek umuduyla, yüreğimin en derinlerine gömdüm seni... İnsan aynı anda birden çok güzele sevdalanırmış ya... Ben de yeni sevdalara karıştım. Maviyle yeşilin kucaklaştığı, insanı yakan, kavuran iklimi gibi yürekleri sımsıcak dostlarla dolu bir başka şehre Antalya'ya sevdalandım bu sefer de. Yasemin kokan, portakal çiçeği kokan şehrin en çelebi yürekli adamıydı sevdiğim, eşim... Şiirler yazar, şarkılar söylerdi mimozaların açtığı zamanlarda. Sonra birden göç etti başka diyarlara, sevdamla beni baş başa bırakıp, ama giderken iki emanet bırakmıştı bana, aşkını onlarla yaşatıp büyüteceğim... Dedim ya, aşk sürekli kalıptan kalıba giren, şekil değiştiren ama özünde hiç değişmeyen bir tutku. Bu sefer de evlat aşkına döndü ve alevlendi içimdeki sevda. Sütümle beslediğim canımla büyüttüğüm, gün gelip gözümden sakındığım sevgililerim, canım oğullarım... Hani insanın yüreği kırk parçaya bölünürmüş ya bazen; şimdilerde yolun yarısını çoktan aşıp son merhaleye doğru yol aldığım demlerde benim de yüreğim pare pare... Her bir parçasında bir başka aşk, bir başka sevda. Biraz kırık, biraz mahzun... Bu arada eski sevdalımla yani İstanbul'la yaşıyorum emeklilik günlerimi. Her gün bir başka köşesini yeniden keşfediyorum. Kah Moda'dan kah Eyüp sırtlarından bakıyorum yedi tepeli şehrime. Her gün, yine, yeniden sevdalanıyorum eski aşkıma, içimde anılarımla... 2015/İstanbul

  • Aramızdan Bir Kimse

    Nurten B. AKSOY * Müzisyen Emir AKSOY'la TANIŞMA Bugünkü konuğumuz geçtiğimiz günlerde ilk şarkısı dijital ortamlardaki resmi müzik kanallarında yayınlanan Emir AKSOY. 1988 doğumlu olan Emir Aksoy, Boğaziçi Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi okudu. Antalya’da yaşıyor. Farklı bir alanda eğitim görse ve çalışsa da yoğun bir ilgiyle müzikle uğraşıyor, gitar çalıyor, konserler veriyor, İnternet'ten yayınlanan konuklu video programları yapıyor... Sevgili Emir Aksoy, bizler sizi sosyal medyada yayınladığınız bestelerinizden, söylediğiniz şarkılardan ve çeşitli mekanlarda verdiğiniz konserlerden tanıyoruz. Bize öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? Merhabalar, 1988 yılında Antalya’da doğdum, üniversiteye kadar da orada büyüdüm, okudum ve yaşadım. Boğaziçi Üniversitesinde okumaya başladığım 2005’ten 2017 yılına kadar da İstanbul’da yaşadım. Peki, müziğe başlayalı kaç yıl oldu, gitar dışında çaldığınız bir enstürman var mı? 20 yıl olmuş gitar çalmaya başlayalı, bunun son 14-15 senesinde kendi müziğimi üretmeye gayret ettim. Başına geçtiğim enstrümanlardan basit sesler çıkartabilsem de gitar dışında “çalabiliyorum” dediğim bir enstrüman henüz yok. Gitarı da şarkılarımı üretecek kadar, yani derdimi anlatacak kadar çalıyorum zaten. Müziğe ilgi duymanızdaki etkenler nelerdi? Daima müzik dinlenen bir evde büyüdüm, annem ve babam müziğe gönülden bağlı insanlardı. Üstelik, Türkçe müziğin en kalitelilerinin ana akım olduğu yıllarda büyümenin avantajını yaşıyoruz tüm bir nesilce. Şarkılarınızı yazarken ve bestelerken neler düşünüyor, nelerden etkileniyorsunuz, sadece kendi yazdığınız sözleri mi besteliyorsunuz? Feyz aldığım, daha doğrusu dinlemekten keyif aldığım çok fazla isim var; Sezen Aksu ve tüm öğrencileri örneğin… Ayrıca, alternatif müzik sahnesinde de birbirinden muhteşem ve ilham verici insanlar var. Hal böyle olunca kendi şarkılarım kadar çalmaktan keyif aldığım onlarca muhteşem şarkı var tabii. Aslında konusu ne olursa olsun güzel yazılmış sözler beni motive ediyor. Bazen başka dostlarımın şiirlerini veya yazdıklarını, bazen de kendi sözlerimi besteliyorum, böylece konular da tek tip olmuyor. Sanırım okul yıllarında birlikte müzik yaptığınız arkadaşlarınız oldu, onlarla çalışmalarınızı halen sürdürüyor musunuz? Aslında senelerce Emir Bey adı altında kalabalık ve değişime açık bir kadroyla müzik yaptım ve bundan da çok keyif aldım, ancak birlikte müzik yaptığım dostların yoğun olması ve bir araya gelemememiz sonucunda, tek başıma şarkılarımı çalmaya devam ediyorum bir süredir. Oturma odamda provamı yapıp konsere hazırlanabiliyorum yani! Şu ana kadar kaç şarkı bestelediniz, bunların içinde sizce özel yeri olan şarkınız var mı? Şarkı formatında diyebileceğim 14-15 kadar bestem var, bunların iki tanesinin içime sinecek kalitede, yaklaşık yarısının da o ya da bu şekilde kayıtları var. Bir albümlük iş birikti yani. Peki resmi olarak dijital ortamda yayınlanan ilk şarkınız TANIŞMA'yı bize biraz anlatır mısınız? Tanışma'nın sözleri sevgili Levent Sevi'nin on yıldan da evvel yazdığı aynı isimli güzel şiirinden. Şiiri gibi bestem de on yaşının üzerinde. Bu on yılda bu şarkıyı müzisyen arkadaşım Emre Malikler ile ilki 2009, ikincisi 2013'te olmak üzere kaydedip önce Myspace, sonra da Soundcloud üzerinden kendimce paylaşmıştım. Geçen yıl Emre'nin kapısını bir kez daha çaldım "Şu benim sandıktakilerin üzerinden geçsek, parça parça onları işleyip dağıtım kanallarından resmi olarak yayımlasam" dedim. Araya salgın girdi, bekleyelim dedik, sonra bu sürecin bekleyerek geçmediğini öğrendik ve planları biraz daha basitleştirip yola koyulmaya karar verdik. Tanışma Emre ile bu yıl yeniden kaydettiğimiz ve resmi olarak yayımlanan iki eserimin ilki. İkincisi de önümüzdeki ay gelecek. Çok kaliteli ve saygın bir üniversitede çok iyi bir eğitim aldığınızı biliyoruz, peki bu eğitimin ışığında bize gelecekle ilgili düşüncelerinizi kısaca anlatır mısınız? Son aylarda yaşananları büyük öfke ve üzüntüyle izlediğim okuluma ve okulumun bana kazandırdığı her şeye (arkadaşlarım, hocalarım, vizyonum…) müteşekkirim. Köklü kurumların en benzersiz yanı da size eğitim dışında bir kültür aktarmaları. Sürekli artan bir karanlığın içindeyiz hep beraber. Üstelik bu karanlık sanılanın aksine, olana alternatif üreten bir karanlık da değil, olanı yok edip sonrasını planlamayan bir karanlık. Aynı sebepten de sürdürülebilir olmayan yani hiçbir şekilde geleceği olmayan ve bunun farkında olarak delirmiş bir karanlık. Yaşadığımızdan daha da kötü günler göreceğimize ne yazık ki eminim, ama oluşacak enkazı temizleyip olması gerekeni inşa etmek de hepimizin görevi… Peki, sadece müzik yaparak bizim toplumumuzda karnınızı doyurabilir misiniz? Ben doyurmaya gayret etmiyorum, bir işe para karışınca onun dokunulmazlığı da azalıyor çünkü... Ancak yaşadığımız şu pandemi dönemini saymazsak az da olsa doyurabilenleri görüyordum çevremde ve mutlu oluyordum. Ama ne yazık ki şu günlerde müzisyenler çok zor günler yaşıyor. Müzik dışındaki yaşamınızda nelerle uğraşıyorsunuz? Bugüne kadar profesyonel anlamda yazı yazma, içerik üretme, proje geliştirme, dijital pazarlama ve iletişim tasarlama gibi birbiriyle bir şekilde ilişkili pek çok alanda çalıştım. Bunların içinde popüler bir dijital mecranın genel yayın yönetmenliğini yapmak da vardı, yeni kurulmuş bir şirketin pazarlamasını yönetmek de. İş hayatının yanı sıra on seneden fazla zamandır kişisel yazılarımı yazdığım Gözümün Seyir Defteri adlı bir bloğum var. Ayrıca 2019'da hayata geçirdiğim karsimuzik.com ve Karşı Müzik'in sosyal medya hesaplarında alternatif sahnemizin güncel üretimlerini paylaşıp arşivliyorum. Yine 2015'ten bu yana beehy.pe adlı uluslararası bir müzik bloğuna Türkiye’deki alternatif müziklere dair yazılar yazıyorum. Salgın döneminde bol bol okumaya gayret ettim. Bisiklete binmek ve yeni edindiğim piyanoda ilerlemeye çalışmak da şu anki diğer uğraşlarım. Yaşamınızda müzik olmasaydı sizce onun yerini ne alırdı? Daha çok yazı yazardım kesinlikle ya da daha çok fotoğraf çekerdim. Aslında müziğin yanı sıra bu ikisini de yapıyorum ama müzik, hayatımda hiyerarşik olarak hepsinin üstünde yer alıyor. Müzik yaparken batıl inançlarınız, uğurlu olduğuna inandığınız eşyalar ya da objeleriniz var mı? Sanırım yok, sadece giydiklerime dikkat ederim. “Sahne ciddi iştir” gibi bir cümle oturmuş kafama vaktiyle, çıkmıyor. İyi ki de çıkmıyor… Müzik yaşamınız boyunca sizi en çok etkileyen müzisyen veya müzik gruplarını söyler misiniz? Sezen Aksu, Mazhar Alanson, Ceyl’an Ertem, King Crimson, Emir Yargın… Bu güzel söyleşi için size teşekkür ediyor ve tüm yaşamınızda başarılar ve mutluluklar diliyoruz… Ben de sizlere teşekkür eder Mavi ADA dergisine yayın hayatında başarılar dilerim… https://open.spotify.com/artist/6jjie4ycJ9AxnKbEgvyiVv https://www.youtube.com/EmirAksoyMusic https://www.instagram.com/aksoyemir/ https://twitter.com/beyemir https://www.facebook.com/emiraksoymusiki/

  • Yalın mı Yalnız mı

    Nurten B. AKSOY * "Çocuktum, ufacıktım / Top oynadım, acıktım. Buldum yerde bir erik / Kaptı bir Ala Geyik. Kaçtı hemen ormana / Bindim bir akdoğana. Doğan, yolu şaşırdı / Kafdağı'ndan aşırdı." Ufacık çocuklardık, sokaklarda top oynardık ve hep Kafdağı'ının ardındaki hayal ülkeyi düşlerdik... İlkokula başladığımızda okumayı söküp yazmayı da öğrendikten sonra Türkçe derslerinde anlatılan ilk konulardan biri, galiba isimler ve onun düştüğü hallerdi. (!) Hani "ismin beş hali vardır" diye anlatırdı öğretmenlerimiz; yalın hali, -i, -e, -de ve -den hali diye... Hepimiz bu bilgiyi ezberlemiştik hafız gibi o yıllarda; ama anlamış mıydık acaba, bundan pek emin değilim. Sonra ortaokul yıllarımız başladı. Cümlenin ögelerini; özneyi, nesneyi ezberledik Türkçe derslerinde, en çok da "gizli özneyi" öğrendik... Kendimizi saklamamız, gizlememiz öğretildi hep bize çocukluğumuzda, gençliğimizde, okulda, hayatta; o yüzden “gizli özneyi” çok sevmiştik. Çünkü o yıllarda ortalarda olmak ayıptı. Yahya Kemal Türkçe için “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyordu ama bize o süt hiç doğru dürüst emzirilmedi ki kendi dilimizin tadına varmadan başka lezzetler sundular önümüze. Daha kendi dilimizin kurallarını doğru dürüst öğrenemeden, bir de yabancı dil öğrenmeye başladık; "what is your name" dedik, kimsenin gözlerinin içine bakamadan, “hello” dedik utanarak, “thank you” dedik çekinerek Sonra zaman geçti, büyüdük, genç olduk… Lise yıllarında edebiyat öğrendik, hem de öyle böyle değil; Yunus’tan Karacaoğlan’a, Fuzûlî’den Nedime… Ama biz en çok Orhan Veli'yi sevdik; "...Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum..." Edebiyat öğreniyorduk ama “dil” bilgimiz yani Türkçe ilkokulda öğrendiklerimizle sınırlı kalmıştı. Çünkü biz Türkçeyi zaten biliyorduk (!) kurala, kaideye gerek yoktu ki... Şairin dediği gibi; "Her şeyi söylemek mümkündü, duyuyorduk ama bir türlü anlatamıyorduk..." İşte bu hal ile yazmaya başladık... Hep zayıf aldığım, ağlayarak sınavlarına girdiğim kompozisyon derslerinde yazdım, yazdım, yazdım... Daha doğrusu yazamadım ya da yazdıklarım öğretmenlerim tarafından beğenilmedi, kim bilir; ağladım, üzüldüm, nefret ettim yazmaktan… Üniversite sınavlarına girdim vakti gelince ve bu kadar cehaletle Fen bölümü mezunu olmama karşın (!) Edebiyat Fakültesini kazandım, Türk Dili ve Edebiyatı okumaya başladım. Bir yandan "Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır." diyen Nedim'den öğrendik İstanbul'u sevmeyi, bir yandan Yahya Kemal'in şiirindeki gibi bir tepeden baktık ona... "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer." diyerek dolaştık yokuşlu yollarında… Edebiyatı lise yıllarından beri zaten çok severdim, çok iyi bir okurdum ama işte o kadar. Dil dersleriyle başım hep beladaydı. O; ilkokulda ismin halleri diye öğretilenler, bu sefer de "akuzatif hali, datif hali..." diye Türkçe olmayan halleriyle çıkmıştı karşıma. Sınavlar hep korkulu birer rüyaydı benim için. Daha konuştuğum Türkçenin kurallarını tam çözememişken Uygurca, Göktürkçe öğrenmeye başlamıştım. Oysa biz Necip Fazıl'ın dediği gibi İstanbul Türkçesine aşıktık. "Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul…" Sınavlar, notlar, boykotlar, işgaller derken her şeye rağmen başarıyla bitirdim okulumu. Öğretmen oldum. O, bize çok da iyi öğretilmeyen bilgileri bu sefer ben öğretmeye başladım. Öğrencilerimle birlikte ben de yeniden öğrendim, öğrettim... "Başarılı oldum mu acaba?" diye düşünüyorum bazen ve işte o zaman, yıllar öncesinde yetiştirdiğim pek çok öğrencimi görüyorum, gururla izliyorum onları ve çorbada tuzum olduğu için mutlu oluyorum tabii. Ama bunca yıllık öğrencilik ve öğretmenlik yaşamımdan sonra, ben "ismin hallerini" daha yeni yeni öğreniyorum. Evet "İsmin beş hali vardır" diye öğrenmiş ve öğrencilerimize de öyle öğretmiştik; ama şimdilerde bir kez daha, yeniden öğreniyorum. Aslında hayatta ismin daha doğrusu insanoğlunun tek hali varmış meğer: O da YALIN HALİ... Ve insanoğlu bunu ancak yaşamının son zamanlarında, çoluk çocuğu ev bark sahibi olup yuvadan uçtuğunda, sevdikleri yavaş yavaş başka âlemlere göç ettiğinde öğreniyor. Yani kısaca yaşamın boyunca ismin her halini yaşıyorsun; bazen "SENİ" alıyorlar, bazen "SANA" geliyorlar... Kimi zaman "SENDE" kalırken, gün geliyor, bir de bakıyorsun "SENDEN" gitmişler ve anlıyorsun ki bir tek "SEN" kalmışsın; yani YALIN halinle... kendinle bir başına, kendinle baş başa...tıpkı Orhan Veli'nin dediği gibi... Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler…

  • Başkomutan Yaversiz Gidemez

    Derleyen: Nurten B. AKSOY * “Mustafa Kemal Paşa sayesinde yaşadım ve her şeye kavuştum. Şimdi samimiyetle söyleyeyim ki artık yaşamaktan, Mustafa Kemal’in olmadığı bir dünyada yaşamaktan, hiç mi hiç zevk almıyorum." Selanik’te meşhur Olimpos Gazinosu’nda oturdukları bir akşam, Mustafa Kemal sofradaki dostlarına ileride nasıl iktidara geleceğini anlatır. Sonra da orada bulunanlara gelecekteki görevlerini açıklar. Masada bulunan Fuat Bulca, Nuri Conker, Fethi Okyar ve Salih Bozok hayretle izlerler onu. Herkese görev bölümü yapıldıktan sonra, sıra Bozok’a gelince Salih der Mustafa Kemal; “seninle hiç ayrılmayacağız, seni kendime yaver yapacağım.” Masadakiler sorar: “Peki sen ne olacaksın?” Yanıt kısadır: “Ben, size bu görevleri verecek adam olacağım.” Bu olay Atatürk’ün Salih Bozok’u daha o yıllardan “ömür boyu yoldaş” olarak seçtiğini gösteren en güzel örnektir. Salih Bozok da tıpkı Mustafa Kemal gibi 1881’de Selanik’te dünyaya gelir. Mustafa Kemal ile önce mahalle, daha sonra da okul arkadaşlığı yaparlar. Bu arkadaşlık daha o yıllardan onun kaderini çizmiş olur. İkisi de aynı okullarda okuduktan sonra aynı yıl Harp Okulunu bitirirler. Salih Efendi jandarma sınıfına seçilir, Mustafa Kemal ise Akademiye devam ederek kurmay olur. Mustafa Kemal Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Anadolu’ya geçmeden önce ve Suriye Cephesinde bulunduğu sırada Salih Efendiyi başyaver olarak yanına getirtir. Atatürk’ün ölümüne kadar sürecek beraberlikleri de böyle başlar. Yüzbaşı Salih, Mustafa Kemal’in yanında, Heyet-i Temsiliye’de görevli olarak Ankara’ya gider, Mustafa Kemal Meclis Başkanı iken o da Meclis Başkanı başyaveri olur. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilince Yarbay Salih de Cumhurbaşkanlığı başyaveri olur. Salih Bey yarbay rütbesinde askerlikten emekli olduktan sonra da Mustafa Kemal’in yakınında kalır. Önce o zamanki adı Bozok olan Yozgat’tan milletvekili seçilir, milletvekilliği 1939 seçimlerine kadar her dönemde yenilenir; bu arada Mustafa Kemal’in sofrasındaki yerini ve çevresindeki görevini de muhafaza eder. Neredeyse bütün yaşamını Atatürk’ün yanında geçiren Salih Bozok, 10 Kasım günü Ata’sının öldüğünü anlayınca Dolmabahçe’de boş bir odaya girer ve kalbine bir kurşun sıkarak yere devrilir, ancak o gün ölmez. Göğsüne sıktığı kurşun kalbini bir-iki milimetrelik bir sapmayla sıyırır, akciğerini boydan boya delip geçerek sırtına saplanıp kalır. “Atatürk’e ölesiye bağlılığı” simgeleyen o tek kurşunu Salih Bozok’un kızı yıllarca boynunda kolye olarak taşır. Salih Bozok’un oğlu Muzaffer Bozok Atatürk’ün son günlerinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “1938’de ben 17 yaşındaydım. O zamanlar evde yalnızdım. Atatürk hastaydı. O yüzden babam hep Atatürk’le kalıyor, hiç eve gelmiyordu. Annemleri, ablamları, eniştemleri de Avrupa’ya yollamıştı. Sonra bir gün babam beni Dolmabahçe Sarayı’na davet etti. ‘Sana araba yollayacağım, biner gelirsin’ dedi. Çok sertti babam. Çok döverdi beni… Çok top düşkünüydüm, mektebim iyi değildi. Arada kaçar, maça giderdim. Kızardı çok… Yine böyle bir şeyi haber aldı, yanına çağırıp dayak atacak diye korktum. Evde giyindim bekliyorum. Kapı çaldı. Resmi üniformalı biri geldi. ‘Moskof Ziya’ derlermiş. Sarayın şoförüymüş. Boşnak. Bir seferinde ben bir Fenerbahçe maçında buna çarpmıştım. Beni dövecekti, kurtardılar. Babam beni dövmeye onu yolladı sandım. ‘Saraydan geliyorum. Baban yolladı, seni bekliyorlar’ dedi. Çıktım. Kel Ali de (Ali Çetinkaya) arabada. Gittik saraya, ben korkudan titriyorum ama babam o kadar müşfik karşıladı ki beni, şaşırdım. Bak Muzaffer, dedi (şimdi anlatırken bile çok duygulanıyorum); Artık koca adam oldun, Atatürk ölüyor dedi. Başladım ağlamaya çünkü ben Atatürk’ü hiç ölmez bilirdim kafamda. ‘Ağlama evladım. Atatürk’ü uyandıracaksın; duyarsa kızar, ben de sevmem erkeklerin ağlamasını. Şunu bil ki eğer Atatürk ölürse ben de hayatıma son vereceğim’ dedi. Annemlere telgraf çektiğini, bir an önce trenle dönmelerini istediğini söyledi. ‘Sen artık koca adam oldun, ailenin erkeği sensin. Annen, ablaların sana emanet, aileye bakarsın. Oku, memleketine faydalı bir adam ol’ dedi. Hiçbir şey söyleyemedim. Yüzümü sakladım. Beni öptü, uğurladı. Döndüm, bitik bir vaziyette…” "Bir gün üst kattan çıktım, mektebe gideceğim. Bir baktım, babam tıraş oluyor. Daha doğrusu ben tıraş oluyor sandım. ‘Baba ben gidiyorum’ diye seslendim. ‘Güle güle yavrum’ dedi. Yüzünü bile görmedim. Meğer babam tıraş olmuyormuş. Doktorlara sormuş, ‘Kalbime kurşun sıkarsam ne olur, beynime sıkarsam ne olur?’ diye. ‘Beynine sıkarsan kör olursun, ölme ihtimalin daha az; en iyi ölüm, kalbe sıkılan kurşunla olur’ demişler. Babam da o gün tentürdiyot almış. Kalbinde ateş edeceği yeri işaretliyormuş. Eli şaşmasın diye… Ben gittim mektebe. Saat 9’u yirmi geçe idareden çağırdılar. Evden seni istiyorlar, dediler. Sokağa çıkar çıkmaz olanları anladım. Çünkü bayraklar yarıya indirilmişti. Evimiz Osmanbey’deydi, eve geldim. Babam nerede, diye sordum. Şişli Sıhhat Yurdu hastanesinde, dediler. Hemen anladım tabii, koşarak gittim. Baktım, babam yatıyor, kendinde değil. Olup biteni orada öğrendim. Meğer Atatürk’ün ölümünün hemen üzerine gitmiş oraya, elini öpmüş. Arkadaşları, aman Salih bir şey yapma kendine, demişler. Yok gayet normalim, görmüyor musunuz, demiş. İnmiş aşağıya, sabah tentürdiyotla işaretlediği yere dayamış silahı, çekmiş tetiği, vurmuş kendini… Tabanca sesi üzerine koşmuşlar, kanlar içinde hastaneye getirmişler. Aslında intihar edeceğini söylemişti bana, ama hiç ihtimal vermiyordum. Çünkü babam hayatı severdi, ailesini severdi, neşeli bir insandı, ayrıca da canı çok kıymetliydi. Bir kere ayağı kırılmıştı da ortalığı ayağa kaldırmıştı. Ata’mı kaybetmiştim, babamı da kaybetmek üzereydim. Ama babamdan çok Atatürk’e ağlamıştım.” Salih Bozok anlatıyor: “60 yaşındayım… Dünyadan ne umuyorsam ne bekliyorsam bunların hepsini -katmer katmer fazlasıyla- elde ettim. Mustafa Kemal Paşa sayesinde yaşadım ve her şeye kavuştum. Şimdi samimiyetle söyleyeyim ki artık yaşamaktan, Mustafa Kemal’in olmadığı bir dünyada yaşamaktan, hiç mi hiç zevk almıyorum. Koca bir kırk yılı birlikte geçirmiştik Mustafa Kemal Paşa ile. O buyurdu, ben yaptım. Gölgesi gibi yanı başındaydım hep. Kırk yıl bu, dile kolay… Azarladığı da oldu, koltukladığı da. Ama -Allah şahit- hiçbir gün kalbimi kırmadı. Gizlisi saklısı bendedir; bütün sırları, mektupları, gizlenmiş öfkeleri, yaşanmış sevinçleri bendedir. O da bana inanıyordu; ‘Al Salih, bunu da koy bir kenara, gün gelir lâzım olur…’ diye verirdi bu mektupları bana. Ben de onları ta Selanik günlerinden bugüne kadar üzerlerine titreyerek sakladım. “ "Bana ‘ölenle ölünmez’ diyorlar. Ben ölenle ölmüyorum ki… Yaşayamadığım için ölüyorum! Siz, oksijensiz bir dünyada yaşayabilir misiniz? İşte Mustafa Kemal Paşa benim hayatım için bir oksijendi. Bugüne kadar geçen hayatımı nasıl Mustafa Kemal Paşa’ya adamışsam, bundan böyle geçecek hayatımı da Mustafa Kemal Paşa’nın buyruğunda geçirmeliyim.” “Biliyorum, o öldü; artık buyruk veremez. Ama, bana eliyle verdiği mektupları, sımsıcak anıları var; yalnız benim bildiğim tutumları, davranışları var… İşte ben bundan böyle bu anıları yazacağım, bu olayları anlatacağım -gidişi ile sevimli hale koyduğu ‘öbür dünyanın’ kapısını çalana kadar böylece yine onun buyruğunda, onun güveninde yaşayacağım…” diye anlatan Salih Bozok, Atatürk olmadan geçen kısa yaşamı sonrası 25 Nisan 1941 tarihinde vefat eder. Kaynak: Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor: Salih Bozok’un Anıları-Can Dündar Derleyen: Nurten B. AKSOY

  • İstanbul'un Kuşları

    Nurten B. AKSOY * Bir kuştu, Allı allı bir kuş. Her tüyüne bir çiçek bağladılar Uçmadı o. Bir kuştu, Mavili mavili bir kuş. Her tüyüne bir boncuk bağladılar Uçmadı o. Bir kuştu, Yeşilli yeşilli bir kuş. Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar Uçtu o... Çocuk Kuş - F. Hüsnü Dağlarca Uzun zamandır kuşları izliyorum, daha doğrusu İstanbul'un kuşlarını izliyorum... Evde, balkonda, sokakta, sahilde, vapurda... çeşit çeşit kuşlar... Birbirinden güzel ve gizemli kuşlar; kargalar, martılar, serçeler, karabataklar, güvercinler ve sığırcıklar... Tabii ki bir kuş bilimcisi değilim ama galiba boş gezenin boş kalfası emekli bir öğretmen olduğumdan yapıyorum bunu. Şöyle bir gerilere gidip düşündüm; ben sarı sıcak iklimlerin toprağında doğdum, orada geçirdiğim çocukluğumun ilk yıllarından, Mardin'den hangi kuşları hatırlıyorum diye düşündüm, aklıma sadece güvercinler geldi. Beyaz, paçalı, kırçıllı güvercinler... takla atan, özel olarak yetiştirilen marifetli güvercinler. Başka da bir kuş gelmedi aklıma Mardin'den, belki bir de o minicik serçeler vardı... ...Çözülen bir demetten indiler birer birer, Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun. Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun, Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler… Sebil ve Güvercinler-Z. Osman Saba Mardin'den sonraki yaşamım hep sahil şehirlerinde geçti, hep denize çok yakın yaşadım... Önce İstanbul, sonra Fatsa, sonra Antalya ve yine, yeniden İstanbul... İstanbul'da ilk ayak bastığım yer Haydarpaşa Garı ve vapurla ilk yolculuk... Denizin üstünde kanat çırpıp süzülen bembeyaz martılar.... Küçük bir çocuk olarak o yaşlarda güzellikleriyle ilgimi çeken, ilk kez gördüğüm kuşlar... Daha sonra her kış balkonumuzdaki odunların üstüne gelip yuva kuran ve yumurtlayan kumrular... O minicik çirkin yavruların palazlanıp çırpınmalarını ve yuvadan uçmalarını izler, guguguk, guguguk diyen nameli seslerini dinlerdim çocukken büyük bir merakla ve çocuksu sevgimle... Sonra büyüdüm, hayata atıldım, iş güç, çoluk çocuk derken o gailenin arasında ne kuşları düşünebildim ne de onları fark ettim. İstanbul'dan sonraki denizli şehrim, maviyle yeşilin kucaklaştığı Fatsa. Fındığı ve hamsisiyle meşhur şirin bir sahil kasabası; doğal olarak deniz ve balığın olduğu yerde martılar da vardı tabii ki. Balıkla beslenen, kocaman bembeyaz martılar, ama sadece sahilde uçarlardı bu kuşlar, seslerini ise hiç hatırlamıyorum. Sonra Antalya... Akdeniz'in incisi... Ama şehrin içinde uçan martıya rastlamazsınız orada da, martılar sadece Yat Limanının yakınlarında ve deniz kenarında uçarlar, seslerini duymazsınız, ya da ben duymuyordum, hayat kavgasının, gürültüsünün içinde, kim bilir... Yıllar sonra tekrar İstanbul'a döndüğümde oturduğumuz ilk ev Üsküdar'ın tepelerinde, Bağlarbaşı semtindeydi. İstanbul'a gelişimizin ilk günlerinde, geceleri uykumdan çocuk çığlıklarıyla uyanırdım korkuyla... Biraz dikkat edip izlediğimde ise bu seslerin çocuk çığlığı değil martıların çığlıkları olduğunu fark ettim, denizden hayli uzak bu semtte evlerin çatılarındaki martıları görünce de şaşkınlığım arttı; bunların burada ne işi var, diyerek. Bir zamanlar Alfred Hitchcock'un başyapıtlarından biri olan KUŞLAR filminde, kuzgunlar ve martıların bir sahil kentine saldırışlarını izlemiştim korkuyla, işte o çığlık çığlığa evin üstünde uçan martılar ilk günlerde hep o filmi getirmişti aklıma ve hayli ürkütmüşlerdi beni, tabii zamanla her şeye alıştığımız gibi o seslere de alıştım. Sonra emeklilik günleri geldi çattı. Kendimle baş başa kaldığım günler; küçük İstanbul turları, vapur yolculukları... Artık martıların sesleri eskisi gibi çirkin gelmiyor, onlar İstanbul'un her yerinde; deniz kenarında, evlerin çatısında, bahçelerde, tepelerde... Bazen kediler yesin diye bahçeye attığım yiyecekleri martılar pike yaparak kapıp kaçıyorlar, kedileri korkutup kovalayarak. Bazen de sizi ziyarete bile geliyorlar evinizin penceresine kadar. Örneğin; karşı apartmanda oturan yaşlı bir amcanın her sabah penceresine gelip onun verdiği yemekleri yiyen martıyı gıpta ve şaşkınlıkla izliyorum her gün... Dedim ya, kuşları izliyorum... mesela kargalar; çirkin sesli, kapkara ama bir o kadar da akıllı kuşlar, bir yerlerden aşırdıkları cevizleri, fındıkları getirip balkonumdaki saksılara saklıyorlar, sanırım kötü günlerde kullanmak için (!) Hatta geçen kış günlerinin birinde o kara kargalardan birinin tacizine bile uğradım. Kafama pike yapıp çarptıktan sonra yandaki duvara konan kargaya; "Ne istedin benden şaşkın karga" deyip sitem ettiğimde uçup bir kez daha kafama saldırdığını hala korku ve buruk bir tebessümle hatırlıyorum, onların aklına şaşarak. Sonra gökyüzünde bulutların arasında küme küme uçuşan sığırcıkları izliyorum, yorulduklarında dizi dizi sıralanıyorlar balkon demirlerine, çatı kenarlarına, nefeslenmek için... Serçeler geliyor her gün, camımın önüne koyduğum kırıntıları yemek için, kışın soğuk günlerinde arkadaş oluyorlar bana. Güvercinler ise hantal mı hantal, uçmaya üşeniyorlar sanki ve ayaklarınızın arasında pervasızca dolanıp duruyorlar. Ama en güzelleri ve en sevdiklerim martılar... Özellikle de küçücük, yavru martılar... Vapurla karşıya geçerken, martıların vapurları izleyişi öylesine muhteşem bir görüntü oluşturuyor ki izlemelere doyamıyorsunuz, hele bir de simidinizi onlarla paylaşırsanız... Özellikle soğuk havalarda sahilde suların üstünde süzülüşleri, yanlarında çırpınarak suya dalıp çıkan karabataklara hava atışları, nasıl da güzel nasıl da gizemli... Bu kuşların her biri birer doğa harikası, hepsi İstanbul'un süsü ve güzelliği... Ama biz insanoğlu ne yazık ki onlar kadar vefalı ve sevecen değiliz. Bazı geceler martıların, kargaların korkuyla ve çığlık çığlığa "ah edip kanat çırptıklarını" duyuyorum içim acıyarak... Sonra dışarı çıkıp baktığımda kendinden habersiz bir avuç magandanın havai fişeklerle eğlendiğini görüyorum ve lanet ediyorum doğayı katleden bu canavarlara... Martılar ah eder, çırparlar kanat Deryalar açılır, kat kat Gayri beklemeye kalmadı tâkat Görünsün karşıdan İstanbul şehri... N. Hikmet Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • ÖĞRETMENİM CANIM BENİM

    Nurten B. AKSOY * Bir öğretmenler günü daha geldi ve geçti. Bugün yine hepimiz sevgi pıtırcığı olduk, güzel sözcüklerle, mesajlarla, telefonlarla, çiçeklerle kutladık birbirimizi... Sosyal medyada sevgi gösterileri yaptık, özellikle pek sayın devlet büyüklerimiz ekranlarda, öğretmenleri yere göğe sığdıramadılar, ne kadar fedakar olduğumuzdan filan bahsettiler. Ama kimse sözleşmeli, ücretli ve atanamayan öğretmenlerden söz etmedi, birkaç istisna dışında. Sanırım ilk kez 1981 yılında "Askeri bir emirle" kutlanmaya başlanmıştı 'Öğretmenler Günü'. Çocuklara, öğretmenlerine çiçek götürmeleri öğretilmişti önceleri, içi boş, kof şiirler eşliğinde. Zamanla o çiçekler, kimi okullarda minik, kimi yerlerde ise değeri öğretmeni ezecek kadar büyük hediyelere dönüşmüştü. Öğretmenliğimin son yıllarında çalıştığım özel okullarda, öğretmenler gününde niyeyse öğretmenler belli etmeden birbirlerine gelen hediyeleri süzerlerdi, "kime daha çok hediye geldi" diye. Sanki o hediyeler "sevilen öğretmen" olmanın bir göstergesiymiş gibi. Belki de veliler, benim çocuğum daha çok sevilsin diye alıyorlardı o hediyeleri öğretmenlere, kim bilir? Neyse bu kadar anlamlı bir günde bu kadar acımasız şeyler yazacağıma ben yine yıllar öncesine gideyim... İlk öğretmenler gününü Fatsa'da yeni tayin olduğum Bolaman Lisesinde kutlamıştık, o güzel gönüllü çocukların bahçelerinden toplayıp getirdikleri çiçeklerle. Sonraki yıllarda da çalıştığım her okulda kutladık, kimi zaman içimizden geldiğince neşeyle, kimi zaman da idarenin emriyle... Öğretmenlik yaptığım 33 yıl boyunca Sağmalcılar Lisesi, Fatsa Bolaman Lisesi, Fatsa Ticaret Lisesi, Antalya Gazi Lisesi, M.N Çakallıklı Anadolu Lisesi, Akdeniz Koleji, Envar Koleji, İstanbul Efdal Koleji ve Cent Kolejinde olmak üzere binlerce öğrenci okuttum, yetişmelerine katkıda bulundum. Yıllar sonra pek çok öğrencimle yeniden buluştuk, görüştük. Sosyal medya üzerinden haberleşiyoruz ve ben yıllar sonra geriye dönüp baktığımda bir zamanlar bazen tatlı sert, bazen acımasız ama yüreği hep sevgi dolu bir öğretmen olarak öğrencilerim tarafından unutulmadığımı görüyorum ve bunca yıllık yaşamımda kazandığım en büyük servetin bu sevgi olduğunu düşünüyorum... Şimdi sizlerle bu güzel öğrencilerimin bazılarından gelen birkaç mesajı paylaşmak istiyorum... Ama yanlış anlaşılmasın, bunları "ben ne kadar iyi öğretmendim" diye övünmek için değil, VEFA'nın ne kadar değerli olduğunu anlatmak için paylaşıyorum. Çünkü VEFA biz öğretmenlerin en büyük hediyesi... DİLRÜBA ŞAHİN-CENT KOLEJİ Yanlış hatırlamıyorsam 2008-2009 öğretim yılını birlikte geçirmiştik pek sevgili hocam. O dönemler bizim lisedeki ilk yılımızdı, hani böyle garip bir havamızın olduğu bir anda, üç yaş falan büyüdüğümüzü sanıp bu hissimizi kontrol edemediğimiz zamanlara denk geliyor. Bu yüzden ilk dersimiz, o fırtınalı hallerimizin vermiş olduğu dersi kaynatma çabamız ve sizin hışmınıza uğrayıp o çabamızın suya düşmesiyle başlamıştı. Görür görmez ilk anda göze çarpan o anaçlığınız, sıcaklığınız bizi böyle düşündürtmüştü, ama tam tersi olduğunu çabuk öğrendik. Ama ondan sonrası o kadar güzeldi ki "uçan kuşlar, martılar" eşliğinde senenin en keyifli derslerini işledik. O kadar keyifliydi ki hala sınıf toplantılarımızda konuşmaktan kendimizi alamıyoruz. Bana gelince o dönem lisedeki yılların en karmaşık ve sıkıntı dolu olanıydı... En yakın arkadaşlarımla inanılmaz sorunlar yaşayıp kendimi bir anda tek başıma bulduğum, kendimi tanıma senesiydi. İşte o zamanlarda özellikle siz nöbetçiyken yanınıza gelirdim. Hatırlarsınız belki, akıp giden bir kitap sohbeti yapardınız benimle. Anlattığınız kitapların hepsini okumak isterdim duyduğum ilk anda. Nitekim ilk anda olmasa da zamana yayıp, okumaya başladım hepsini. Gözümü kapadım çevremde olanlara; çünkü öyle derinden, sessizce işlediniz ki içime kendi başına olayların üstesinden gelmenin nasıl bir zafer olduğunu... Hele bir tanesi bana hayatımın en kıymetli dostunu kattı "Kumral Ada Mavi Tuna" Buket Uzuner'in içime en çok isleyen kitabı, benim hala en özel kitabımdır. Şimdi aradan geçen onca zamanda birbirimizden habersiz bazen ufak karşılaşmalarla, sosyal medyadan takiplerle yolumuz kesişse de bana kendime sahip çıkmayı bin bir çeşit kitapla öğretip, esas en yakınımı tanıştırdınız. Bunlar ne bir övgü ne de o yılların karşılığı; ama gönülden dile, kaleme ancak bu kadarı döküldü... UĞURCAN ERDEM-CENT KOLEJİ 2008-2009 yılları arasında Cent Koleji'nde okuduğum süre zarfında bana edebiyat dersini sevdiren öğretmenim olarak yaşamıma girdiniz. Siz bana edebiyat dersini güler yüzle ve anne şefkatiyle yaklaşarak sevmeyi öğrettiniz. Sizinle hala görüşüyor olup ufak sohbetler yapmak benim için çok büyük bir keyif. Okul hayatımdaki yaşam deneyimimde rol aldığınız için çok mutluyum ve çok teşekkür ederim... DÖNDÜ ÖZDEMİR-BOLAMAN LİSESİ Edebiyat dersini sevmemdeki en büyük etken sızın sevginiz oldu, sizi nasıl sevdiysem edebiyat dersini de öyle sevdim. İyiydi de dersim... Öğrencilik hayatım boyunca çok öğretmenlerim oldu, hepsi de iyiydi, bizlere emek verdiler sağ olsunlar. Ama yıllarca ben hep sizi merak etmişimdir... Ne yapıyor, nerede, bir daha görmek kısmet olur mu... diye. Oldu da şükürler olsun. Çok ama çok mutlu oldum o görüştüğümüz gün hocam... İLYAS EKİZOĞLU-ÇAKALLIKLI ANADOLU LİSESİ Hocam siz bana Türkçeyi öğrettiniz. her şeyin ayrı yazıldığını sayenizde kavradım. Biliyorsunuz Almancada tam tersidir hep bitiştirilir kelimeler... Sonra sizi ebeveyn olarak hep örnek görmüşümdür. Mesafeli ancak sevgi dolu yapınız sadece öğrencilerinize değil çocuklarınıza da bireysel özgüven kazandırıyordu. Yanılmıyorsam ben 97-99 arasında öğrencinizdim. Hatta Çakallıklı'dan Akdeniz kolejine neredeyse beraber geçiş yaptık. Almanya'dan geldiğimden Türkçe öğrenmek için özel ders alıyordum sizden. Sizin evinizde kendimi hep bir Anadolu çocuğu olarak hissediyordum. Malum eviniz, evinizde beslediğiniz kültür, öz mü öz Türk kültürü idi. Ayrımcılıktan uzak, cumhuriyetimizi özümseyen, aydın bir Türk evi... Ailemdeki kültür çatışması ve ebeveynlerimdeki yozlaşmayı bugün irdelediğimde, siz belki benim Türk kimliğimi en güçlü belirleyen etkensiniz... Atatürk'ü anlatmaktan çok onu anlayıp sorgulatmayı tercih eden ender öğretmenlerimden biri olarak sizi hep saygı ve sevgiyle anıyorum... BÜLENT OTUR-GAZİ LİSESİ 1985 yılı Eylül ayıydı. Lise 2. Sınıfta kaldığım o yıl tasdiknamemi alarak evimize yakın olan Gazi Lisesine bir hafta geç olarak kaydımı yaptırmıştım. Okuluma çok çabuk alışmama rağmen yine de içimde bir kuşku vardı. Acaba öğretmenlerim bana (sınıfta kalmış bir öğrenci olduğum için) haylaz veya tembel olduğumu düşünerek kötü ya da sevgisiz davranırlar mı, diye çok endişeleniyordum. İlk hafta geçip ikinci haftaya girdiğimizde her sınıfın bir sınıf öğretmeni olduğunu öğrendim. Bizim sınıfımızın danışman ya da sınıf öğretmeninin kim olduğunu merak ederken Edebiyat dersine gelen öğretmenimiz sınıfa dönerek bu yıl aramıza bazı arkadaşlar katıldı diyerek beni ve diğer yeni arkadaşlarımızı sınıfa tanıttı. Biz de tek tek kalkarak geldiğimiz okulu ve nereli olduğumuzu söyledik. İlk tanışmamız böyle olmuştu Nurten Bengi Aksoy hocamız ile… Bir sonraki hafta yine edebiyat dersimizden sonra Nurten Hocam beni ders sonunda yanına çağırarak benimle konuşmak istediğini, öğlen arası öğretmenler odasına gelmemi söyledi. Ben de mesele ne hocam, diyebildim sadece. Korkmuştum açıkçası. Tembel bir öğrencisin, sınıfın huzurunu bozma mı diyecekti yoksa? Öğlen arası zamanı çok zor geldi ve sonunda öğretmenler odasına gittim ve hocam beni karşısına alarak bundan böyle bizim sınıfın öğrencilerinden beni “disiplin kurulu üyesi” seçtiğini açıkladı. Çok şaşırmış, düşündüklerimden dolayı bir o kadar utanmış ve onur da duymuştum. Bana dikkat etmem gerekenleri izah etti. Çok kibar ve bir o kadar da yönetici idi. İnsan hayatında bazı dönüm noktaları vardır. Bunlar insanın ileriki hayatını çok etkiler. Nurten Hocam verdiği o kararla; benim daha düzgün giyinmemi, insanlara daha nazik davranmamı, detaylara özen göstermemi, saygılı davranmamı, sorumluluk almamı, arkadaşlarımla iyi geçinmemi ve seçildiğim görevin hayat içinde ne kadar önemli olduğu sorumluluğunu öğretti. Bugün 45 yaşımda bir yüksek mühendisim. Bunda Nurten hocamın payı bulunduğunu çok iyi biliyorum. Hala onun bana verdiği görevi idrak ederek yaşıyorum. Saygılarımla... HATİCE ŞENLİK SAĞMALCILAR LİSESİ Hocam sizi her zaman sevimli güler yüzünüzle anacağım Asla emeğiniz ödenmez. Sağmalcılar lisesi ikinci sınıfta öğrencinizdim. Zor yıllardı Eyüp lisesinden gelmiştim, okula yabancı olmamdan dolayı biraz çekingen biraz da vasat bir öğrenciydim ama siz her zaman pozitif güzel enerjinizle güzel anılar bıraktınız bende. Hiç unutmam okulun son günleriydi mezun olacaktık, komşunun bahçesinden çiçekler toplayıp buket yapıp size getirmiştim. O günde sınıfla Adalar gezimiz vardı. Sizin elinizde çiçek buketi bütün sınıf Adalara gittik eğlendik. Çiçekler bütün gün buketin içinde solmuş kurumuştu ama siz o çiçekleri bir kenara bırakmak yerine evinize götürmüştünüz. Ömrünüz hep güzelliklerle geçsin iyi ki sizi tanıdım iyi ki öğretmenim oldunuz. Saygılar sevgiler...

  • Abdi İpekçi - Kurşunun Kırdığı Kalem

    Nurten B. AKSOY * Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savunan Abdi İpekçi, ülkemizde katledilen ne ilk ne de son gazeteciydi. Bugün, onun çirkin bir saldırıda hayatını kaybedişinin 44. yılında, biz de yaşam öyküsü, düşünceleri ve birkaç anısıyla analım Abdi İpekçi’yi. Abdi İpekçi, 9 Ağustos 1929 tarihinde İstanbul’da doğar. Babası Cevat Bey, annesi ise Vesime Hanım’dır. İlkokulu evlerinin karşısındaki Işık İlkokulu’nda okur. İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne kaydolan İpekçi buradan 1948 yılında mezun olur. Okul yıllığında kendisiyle yapılan söyleşide gelecek hak­kındaki projeniz nedir sorusuna, “Matbaacılıkta inkılap yapıp memleketimizde baskı tekniğini ve sanatını Avrupa ayarına yükseltmeyi; çeşitli konularda yayın yaparak siyaset, fikir ve sanat alemin­de hareket yaratmayı düşünüyorum” diye cevap verir. Liseden sonra hukuk fakültesinde öğrenimini sürdüren İpekçi gazeteci olmak ister ve bu amaçla amcasının yakın arkadaşı olan, Vatan Gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’la görüşerek bu gazetede çalışmaya başlar. Fakat buradaki çalışması ancak 15 gün sürer. Yalman’ın amcasına, “Bundan gazeteci olmaz, siz bunu tüccar yapın” dediğini öğrenir. Ama bu sözler onu yıldırmaz, çünkü onun için gazetecilik bir tutkudur. Daha sonra Yeni Sabah gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başlar. 1949’da Yeni İstanbul gazetesine geçer. Ardından İstanbul Ekspres’te Yazı İşleri Müdürü olarak çalışır. Askerliğini de Kore’de yedek subay çevirmen olarak yapar. Askerden dönen İpekçi, 1954 yılında Milliyet gazetesinde çalışmaya başlar. Önce Yazı İşleri Müdürü, ardından Genel Yayın Yönetmeni olur. Abdi İpekçi’nin yönetimindeki Milliyet, her geçen gün tirajını arttırır. Abdi İpekçi, yine okul yıllığında sorulan “Kaç ya­şına kadar yaşamayı istersiniz” sorusuna da “2000 senesini görmeyi çok istiyorum” cevabını verir. Ne var ki İpekçi, 1979 yılı Şubatı'nda, otomobilinin içinde silahlı saldırıya uğrayarak öldürülür. “Dönme” de ne demek? * Abdi İpekçi Milliyet gazetesine basın dünyasında önemli bir yer kazandırırken bir yandan da çeşitli suçlamalara maruz kalıyordu. 1970’li yıl­larda kendisini yıpratmak isteyenler, İpekçi’nin “Dönme” olduğunu sık sık gündeme geti riyorlardı. Galatasaray Lisesinden arkadaşı gazeteci Or­han Karaveli, “Dönme” suçlamasının daha lise yıllarında gündeme geldiğini belirterek bir anısını aktarır bir yazısında: Bir gün okulda müdür yardımcısı rahmetli Ferruhzat Turaç yanımdan geçerken, klasik sert dönüşünü yaparak “Maşallah, Abdi ile pek kaynaştınız” deyince şaşırmıştım. -Ne olmuş kaynaşmışsak? -Onun dönme olduğunu bilmiyor musun? Allah Allah! Dönme de ne demekti? 15 yaşındaydım ve bu söz­cüğün ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum. Daha sonra oturup araştırmış ve Galatasaray Lisesi gibi, insanların kökeni üzerinde durulduğuna o za­mana kadar hiç rastlamadığım örnek bir eğitim yuvasında böyle bir öğretmenin barınabiliyor olmasına hayret etmiştim." Karaveli sözlerine şöyle devam ediyor: "Birtakım bağnaz kafalar bu pırıl pırıl Türk gazeteci ve aydını­nı, 1 Şubat 1979’da öldürülünceye kadar rahatsız etmeyi sürdür­dü. Sonraki yıllarda da bir kez, Milliyetin Nuruosmaniye'deki yeni binasına beni çağırarak: "– Yahu Orhan, bu kafatasçı ve yo­bazlar gene beni dillerine doladılar. Gene bir “Abdi İpekçi dönmedir” nakaratı tutturdular gidiyor. Sence ne yapmalıyım? Bir cevap vermeli miyim gazetede bunlara? – Boş ver be Abdi. 300 yıllık geçmişteki bu ‘olay’dan başka ser­mayesi olmayan bu adamlarla dalaşmaya değer mi? Bırak ne der­lerse desinler. Bütün Türkiye seni de onları da biliyor. Keşke se­nin onda birin kadar Türk ve Türkiye’ye gönül vermiş olabilseler­di…" *** 1970’li yıllardaki anarşi ve terörün önlenmesi için iktidarla muhalefet liderleri arasında da yapıcı bir diyalog kurulmasından yana olan, devlet yönetiminde partizanlığın ve duygusallığın yerini akılcı, çağdaş, ılımlı bir uygulamanın almasını isteyen İpekçi, 1 Şubat 1979 gecesi ne yazık ki İstanbul Maçka'daki evinin yakınlarında, arabasında iken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastından idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Maltepe Askeri Cezaevi‘nden kaçırıldı ve Bulgaristan’a geçti. Gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. 13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul‘e de suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca 2000 yılında İtalya'daki aftan sonra Türkiye’ye iade edildi. Mehmet Ali Ağca’nın İpekçi cinayetinden aldığı ölüm cezası 1991 yılında yürürlüğe konulan İnfaz Yasası gereği 10 yıl hapse çevrildi. Başka suçlardan da cezası olan Ağca, 18 Ocak 2010 tarihinde cezasını tamamlayıp (!) hapisten çıktı. 1980 yılında Abdi İpekçi anısına, Türkiye ile Yunanistan’da ortak bir çalışma çerçevesinde, iki yılda bir verilmek üzere Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü konuldu. İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Yedikule Zindanları civarında bulunan spor salonuna da Abdi İpekçi Spor Salonu ismi verildi. * merak edenler için: https://islamansiklopedisi.org.tr/donme

  • Mevlânâ ve Şeb-i Arus

    Nurten B. AKSOY * Asırlar öncesinden bugüne seslenen bir bilge kişi, öğretileri tüm dünyayı dolaşan, sözleri dillerden hiç düşmeyen bir mutasavvıf. Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister Mecûsi, İster puta tapan ol yine gel, Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel… Dizelerini ezbere bildiğimiz; ama bir türlü hayata geçiremediğimiz, hâlâ insanları “sen, ben, o” diye ayrıştırırken, her 17 Aralık'ta Şeb-i Arus denilen ölüm gününde, adına görkemli anma törenleri düzenlediğimiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin yaşam öyküsüne ve felsefesine bir bakalım... Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme. Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme. Mevlânâ’nın asıl adı Muhammed Celâleddîn’dir. Mevlânâ ve Rûmî, kendisine sonradan verilen isimlerdir. “Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ ismi, Ona daha çok genç iken Konya’da ders okutmaya başladığı yıllarda verilir ve adeta adı yerine geçer, Onun sembolü olur. Sen yad eller dünyasında ne arıyorsun yabancı, Hangi hasta gönüllüyü kast ediyorsun, etme. Rumî ise Anadolu demektir. Mevlânâ’nın, Rumî diye anılmasının sebebi, yaşamının büyük bir kısmını Diyar-ı Rum denilen Anadolu’nun bir vilayeti olan Konya’da geçirmesi ve türbesinin de orada olmasındandır. Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru. Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme. Mevlânâ 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğar. Babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden, “Bilginlerin Sultanı” diye anılan Bahaeddin Veled, annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için… Bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme. Sultân-ül Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’ten ayrılır. Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi, Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme. Uzun bir yolculuk ve pek çok şehirde konakladıktan sonra aile nihayet 1221 yılında Larende’ye (Karaman’a) ulaşır. Mevlânâ, Larende’de yedi yıl kalır. Hayatının kederli ve sevinçli ilk önemli olaylarını da bu şehirde yaşar. 1225 yılında Gevher Hatun ile evlenir. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi dünyaya gelir. Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan. Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme. Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubad’ın ısrarlı daveti üzerine yedi yıl kaldıkları Larende’den ailesiyle birlikte Konya’ya göç eder Mevlânâ. Bir müddet sonra hocasının isteği üzerine Halep ve Şam’a giderek devrin ünlü İslam alimlerinden altı yıl sürecek bir eğitim alır ve tekrar Konya’ya döner. Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan. Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme. O güne kadar hayatını kitaplara, bilgiye ve kendisini yetiştiren hocalarına adamış bir din adamı, bir bilge ve din otoritesi olan Mevlanâ’nın hayatı Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelmesiyle birden bire değişir. Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer; Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme. İran’ın Tebriz şehrinde 1185 yılında dünyaya gelen Şems-i Tebrîzî devrin büyük İslam alimlerinden feyz almış gezgin bir derviştir. Aldığı manevî bir işaret üzerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi arayıp bulur. Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi, Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç dört yıl süren beraberliği sonunda onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olur, onu ilahî aşkın potasında eriterek, “Kâmil bir Hak aşığı” yapmayı başarır. Şekerliğin içinde zehir zarar vermez bize, O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme. “Gel, gel, ne olursan ol yine gel” şeklinde başlayan dizeleriyle önemli ve öncü bir hümanist kabul edilen Mevlânâ, Şems’te Yaratan’ın ve yaradılanın bütün sırlarını görür, ancak dostlukları uzun süremez. Şems aniden esrarengiz bir şekilde ölür. Mevlânâ Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar kendine gelemez ve inzivaya çekilir. Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle. Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme. Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım.” sözleri ile özetleyen Mevlânâ 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da yaşama veda eder. Mevlânâ ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’a kavuşacaktı. Onun için Mevlânâ ölüm gününe, düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına “Ölümümün ardından ah vah edip ağlamayın!” diyerek vasiyet ediyordu. Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı. Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme. Türkiye, Afganistan ve Mısır’ın teklifi üzerine, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Mevlânâ’nın 800. doğum yılı olan 2007 yılını “Mevlânâ Yılı” olarak kararlaştırmış ve bir yıl boyunca Mevlânâ pek çok dünya ülkesinde anılmıştı. İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil. Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme. ***** “İnsan yaratılmışların en şereflisidir.” ilkesiyle her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz. Mevlânâ sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolü olmuştur. Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk? Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, bu toplantılarda tasavvufi ve dini sohbetler yapılır, şiirler söylenir, zikrederek sema yapılırdı. Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılar belli kurallara, belli görüş ve düşünce ilkelerine bağlandı. Toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların eşliğinde sema ayinleri de yapılmaya başlandı. Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve özellikle çağın aydınları arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara katılanların sayısı her geçen gün arttı. Ağladım her yerde hep ah eyledim, Gördüğüm her kul için dostum dedim. Yaşadığı müddetçe herhangi bir tarikat kurmayan Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ve öğrencisi Hüsamettin Çelebi, onun düşüncelerini yaşatmak amacıyla Mevlevilik tarikatını kurarlar. Herkesin zannında dost oldum ama, Kimse talip olmadı esrarıma. Mevlevilik, Tanrı ile evrenin birliği görüşüne dayanan, Tanrı’nın yarattığı evrende göründüğüne (tecelli ettiğine) inanılan bir düşünce sistemidir. Gerçek varlık Tanrı’dır. Her şey Tanrı’dan gelir, sonunda gene Tanrı’ya döner. Yani Tanrı bir bütünlük içinde evreni kuşatır. Gün geçer yok korkumuz, her şey masal, Ey temizlik örneği sen gitme, kal! Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri bir aşk değildir, Tanrı’ya duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız sevgidir, sonsuz coşkunluktur. Mevleviliğin düşünce ve görüş bakımından Yeni-Eflatuncu felsefe akımının dolaylı olarak etkisi altında kaldığı, hem Mevlânâ’nın hem de onun ardından gelenlerin eserlerinde geçen tasavvuf kavramlarından açıkça anlaşılır. Olgunun halinden ah, anlar mı ham? Söz uzar, kesmek gerektir vesselam. Mevlânâ’nın en ünlü eseri tam 25.618 beyitten oluşan ve Farsça yazdığı Mesnevi adlı eseridir. Dünya cennetinde insan hürriyetinin anahtarlarını ardışık öyküler içinde vermeyi gaye edinmiş bir eserdir Mesnevi. Bundan başka; Mevlânâ’nın Divân-ı Kebir, Mektubat, Fihi Ma Fih ve Mecâlis-i Seb’a isimli eserleri de vardır.

  • Bir Doktor Öyküsü

    Cildiyeci Doktor Kolsuz Agop’un Ders Alınacak Yaşam Öyküsü Nurten B. AKSOY * Bugün 14 Mart Tıp Bayramı; "Tıphâne-i Amire ve Cerrahhâne-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. İlk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul'un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor. Milletimizin bütün zor dönemlerinde hakları ödenemeyecek şekilde emek veren tüm doktorlarımızın TIP BAYRAMINI, efsanevi bir doktorun, Dr Agop Kotoğyan'ın şahsında kutluyoruz. * Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa’yla seven, ‘Doğma büyüme Paşalıyım’ diye övünen Cildiyeci Prof. Doktor Agop Kotoğyan; aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata sıkı sıkı sarılmanın simgesi efsane bir doktordu. Türkiye’de cinsel yolla bulaşan hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm başkanlığı yapan, yeni buluşlarla çığır açmış bu doktoru ibret alınacak yaşam öyküsüyle Tıp Bayramında anlatalım ve analım istedik. Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesinin Terzili Köyünde 1911 yılında dünyaya gelen Agop’un babası Kirkor Kotoğyan 1915 yılında, yani Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybeder. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürünce küçük Kirkor’u annesi, madendeki mağaralara saklayarak kurtarabilir. Sonra da bir yakınlarının yanına sığınırlar. Olaylar yatışıp saldırılar durunca yanmış, yıkılmış köylerine dönerler. Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgatlı Makruhi Hanım’la evlenir. Aile 1938’de İstanbul’a gelir ve Samatya’ya yerleşir. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde dünyaya gelir. Küçük Agop’un dünyaya gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlar. Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada işçilik yapar. Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlar. Okuldan mezun olduğu yıl çalıştığı gümüş atölyesinde, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapar. Sonra da elinin tamamı, omuzuna kadar presin altında un ufak olur. Hastaneye götürüldüğünde doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ derler. Ameliyat olur, günlerce komada kalır ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba der. Kaderin cilvesi, hayata yeniden tutunduğu yer yine Cerrahpaşa Hastanesi’dir. O yaz sonunda kendini tamamen toparlar ama çevresindekilerin ona acıyarak bakması kalbini çok kırar. Bu yüzden kayıt yaptırdığı halde okula gitmeyeceğini söyler babasına. Okula gitmez ama aldığı ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendince bir eğitim yapar. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünür, o küçük ve artık tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar verir. ‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ der ve dönem başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulunda eğitime geri döner. Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam eder. Tahtakale’de işportacılık yapar, konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışır. Eve katkı olsun diye çalışırken çok sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı ihmal etmez. Ortaokulda başarılı olur ama esas başarıyı lise yıllarında gösterir. Her yıl okul birincisi olarak takdirlerle döner evine. Genç Agop basketbolu çok sever ama tek kollu olduğu için oynayamaz. ‘Ben de sahada top koştururum’ diyerek lisede futbola başlar. ‘Oynayamazsın’ diyenlere aldırmaz ve o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girmeyi başarır. 1957’de Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu, yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesinde bulur kendini. Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünür. Bu dönemde lise öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam eder. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal etmez. 1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını alır. Bir yıl Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışır. 1964’te Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsünde asistan olarak göreve başlar ve 1967’de uzman olur. Başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilir ve dört ayda Almancayı öğrenir. Hamburg Saar Üniversitesinde alanıyla ilgili çeşitli araştırmalar yaparak çalışır. 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini kullanan Doktor Kotoğyan kolunu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok çalışır. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çeker. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalır, evde portakallara su şırınga eder. Dikiş atmayı öğrenmek içinse, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa diker. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapıyor hale gelir. 1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla verir. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris Vakalarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanır. Almancadan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenir. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vererek ün kazanır. Uluslararası tıp dergilerinde 300’ü aşkın makalesi yayınlanır, cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazar. 1975’te Suzan Hanım’la evlenir. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ diyerek minnet duygularını ifade eder. Almanya, Fransa, Kanada, Amerika... gibi birçok ülkenin üniversitesinden teklif alır Dr. Agop : ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ derler ona. O ise bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirir. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ derler, gülüp geçer bunlara ve şöyle düşünür: ‘Evet doğrudur, ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur, dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.’ Prof. Dr. Kotoğyan’ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87) rahatsız olduğu için törene katılamaz. Kız kardeşi ünlü matematik hocası Hripsime Kotoğyan, kürsüye çıkar ve annelerinin gönderdiği mektubu okur: ‘Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de. Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor. Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim, senin o kara gözlerinden öpüyorum.’ Doktor Agop Kotoğyan 32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiği, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevinden 2004 yılının Kasım ayında emekli olur. Emekli olurkenki duygularını da şöyle dile getirir: “İnsanın hissettiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de ‘Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım’ diyene kadar...” Dr. Agop Kotoğyan 13 Şubat 2018, tarihinde yaşama veda etti... Kendisini ve onun şahsında tüm doktor ve sağlıkçılarımızı saygıyla anıyoruz...

  • Anılarıyla Ülkü Tamer

    Nurten B. AKSOY * 1 Nisan 2018 tarihinde aramızdan ayrılan, İkinci Yeni şiirinin önde gelen temsilcilerinden Ülkü Tamer, şiir ve öykü yazarlığının yanı sıra sinema ve tiyatroya da tutkundu. Aynı zamanda gazetecilik yapmış, yetmişin üstünde kitap çevirmiş, şiir antolojileri hazırlamıştı. Kendisini ölüm yıldönümünde derlediğimiz anılarıyla bir kez daha saygıyla anıyoruz. “Yetmez mi / Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadın” “Gaziantep benim için sadece doğup büyüdüğüm bir kent değil. Beni oluşturan en önemli ögelerden biri. Annem, babam, ninem gibi. Ben yine onların çocukları olsaydım, ama bir başka yerde doğup büyüseydim, içimdeki birtakım zenginlikler olmayacaktı sanki. Antep’e ne zaman gitsem, o zenginlikleri yeniden yaşıyorum. Belki yok olup gitti çoğu. Ama içimde bir yerlere o zenginlikleri define gibi gömmüşüm. Onları yeniden çıkarıp keşfetme olanağını sağlıyor Antep yolculukları. Jorge Amado’nun sık sık tekrarladığım bir sözü var: ‘İnsanın anayurdu çocukluğudur.’ Bugün ben de anayurdumdayım.” Antep üzerine yazdığı öykülerine neden Alleben Öyküleri adını verdiğini de bir soru üzerine şöyle açıklar: “Alleben Gaziantep’i boydan boya geçen bir derenin adı. Benim için Antep’in simgesi. Antep öyküleri yerine Alleben Öyküleri demeyi uygun buldum.” “Artık nereye koşsam bu şehri taşıyacağım” Ülkü Tamer on iki yaşında babası tarafından ortaokulu okuması için İstanbul’a gönderilir. Yaz tatillerinde Antep’e geldiğinde gösterilen bütün filmleri izler. Yola çıkmadan bir gün önce de anne ve babası onu sinemaya götürürler. Sinemadan çıkarken Antepli sinema sahibi Nakip Ali “Filmleri beğendin mi?” diye sorar. Ülkü beğendiğini, gelecek hafta oynatılacak filmin de çok güzel olduğunu, ancak İstanbul’a döneceğinden izleyemeyeceğini söyler. Ertesi sabah Nakip Ali kendisini çağırtır ve gelecek haftanın filmini özel bir seansla Ülkü Tamer’e izlettirir. Nakip Ali, onun sinema sevgisini en iyi anlayanlardandır. “Hürlük vardı, verdiler onu, istemek için yeniden” Ülkü Tamer çocukluğunda başlayan sinema tutkusunu şöyle açıklar: “Sinema bir görselliktir. Bende sinema çok etkilidir. Şiir yazarken bazı şeyleri neredeyse sinema gibi izlerim. Şiirle sinema bende atbaşı gelir. Hayatıma şiirden önce giren sinema oldu. Antep’te başka hiçbir şeyimiz yoktu. Bugünkü çocuklar gibi ne televizyon ne bilgisayar ne şu, ne bu… Bizim tek eğlencemiz sinemaydı. Biz sinemayla dünyaya açılıyorduk, yeni şeyler keşfediyorduk, yeni öyküler yaşıyorduk. Onun için ben daha ilkokula gitmeden sinema tiryakisi oldum ve müthiş bağlandım sinemaya.” (Röportaj: Mehmet Çakır, “Ülkü Tamer’le Şiirleri Üzerine”) “Döşündeki mermi değil / Bu yalnızlık yorar seni” Ülkü Tamer, Türkiye’nin ilk Sinematek'inin İstanbul’da değil, Antep’te açıldığını da söyler. Adı elbette sinematek değildir, çünkü o yıllarda bu ad bilinmez. Güzel filmler, sanat filmleri izlettirmek için Orhan Barlas’la birlikte Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği’ni kurarlar. Kendilerini Faruk Kutlar ve Nakip Ali destekler. Nakip Ali hayırlı bir iş yaptıklarını söyleyerek sinemasını onlara açar. Derneğin ilk film gösterimi için tören yapılır, açılışta Milli Eğitim Müdürü konuşur. Ülkü Tamer içkili olan müdürün kentin tüm protokolü önünde yaptığı konuşmayı şöyle aktarır: “ ‘Sayın Vali, Sayın Vali’nin Hanımı, Sayın Savcı, Sayın Savcının Hanımı,’ diye söze başladı. Sonra ‘Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider,’ dedi, indi.” “Anlamak için görmek, görmek için de dikkatli bakmak gerekir” Herkesin donakaldığı bir anda Nakip Ali sahneye fırlayıp konuşur: “Ben,” dedi “bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bir şey var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler.” “Acı çekmek ölmekten daha çok cesaret ister” Yassıada duruşmaları başladığında radyo, o günkü duruşmayla ilgili haberlerin yer aldığı 15 dakikalık bir program sunmaktadır. Antep halkı da bu haberlere büyük ilgi göstermektedir. Haberlerle sinemanın başlayış saati çakıştığından halk haber dinlemeyi tercih eder ve sinema izleyicisi azalır. Ülkü Tamer ve Orhan Barlas buna güzel ve ilginç bir çözüm bulurlar. Sinemanın ses sistemini radyoya bağlayacak, haber saati geldiğinde filme ara verip duruşma özetlerini sinema salonunda yayımlayacaklardır. Bu arada sahneye konu ile ilgili görüntüler yansıtacaklardır. Bu konuda yıllar önce Antep’e gelen ve neredeyse Antepli olan bir Amerikalıdan, Mister Ayzli’den de yardım alırlar. Duruşma haberlerini yayımlayacaklarını ilan ettiklerinde gerçekten bekledikleri olur. Tüm biletler satılır. Ancak bir sürpriz yaşarlar. O günkü haber saati on beş dakikadan otuza dakikaya çıkarılır. Ellerindeki görüntüler yetersiz kalacaktır. Sorunu Ayzli çözer. Yeni fotoğraflar getirir. Haber ve fotoğraflar sorunsuz gösterilmeye başlanır. On beşinci dakikadan sonra perdede Kavaklık’a ait görüntüler yer alır: Yeşil çimenler içinde akan Alleben. Seyirci önce anlamaz ve “Yassıada güzel yermiş” diye birbirleriyle konuşurlar. Ancak bundan sonrası hoş bir sürpriz olur. Kebap yapan Antepli Şekerci Haksal perdede görünür. “İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür” Halkevleri, Cumhuriyetin yarattığı, tüm ülke için önem taşıyan büyük bir örgütlenme örneğidir. Bilim, kültür ve sanat alanında hem halkı aydınlatıp geliştiren hem bu alanlarda halkın özellikle öğrencilerin kendilerini gerçekleştirmelerine olanak sağlayan halkevleri Ülkü Tamer’in anılarında da yer alır. “Kiliseden bozma Halkevi’nin önüne gelince, Berber Halit’in özenerek düzelttiği kâkülümü bozdum. Halkevi’ni çevreleyen parmaklığın her demirine teker teker vurarak, her onuncu demire ikişer kere vurarak, ağır ağır yürüdüm. Ansızın biraz önce baktığım halde göremediğim iskeleyi fark ettim. O kadar büyüktü ki, Halkevi’nin bir yüzünü, bir yüzünün yarısının yarısını kaplıyordu. İşçiler vardı üstünde, savaştan kalma kurşun ve şarapnel izlerini çimentoyla sıvıyorlardı. Belki de beyaz bir badana çekerlerdi.” “Bana çiçek gönderme / Bir kuş ağacı gönder” “Yaşamım boyunca günlük tutmadım, not tutmadım. Eş-dost toplantılarında oradan buradan anılar anlatılır ya, benimkiler de öyle zamanlarda su yüzüne çıktı. Bu kitap bir yaşam öyküsü değil. Olsa olsa, yaşamımdan çizgiler. Belirli bir sıra gözetilmeden, kendiliğinden beliren renkler. İçinde ‘karakter tahlilleri’ yok. Ufacık olaylar var. Başkalarının yaşamlarını bilemem, ama benim yaşamımı böylesine ufacık olaylar belirledi. Hepsi bu kadar değil elbet. Alleben Anıları’yla başlamıştım, bu kitapla sürdürüyorum. Belki bunu başka yazılar, başka kitaplar izler. Yaşarsam. Hatırlarsam.” (Yaşamak Hatırlamaktır Kitabı) “Kâğıdımız çaput bizim / Kefenimiz bulut bizim” Robert Koleji bitirdikten sonra Hukuk Fakültesine kaydını yaptıran Ülkü Tamer o günleri şöyle anlatır: “1958 yılı güzü. Hukuk Fakültesi’ne gidiyordum. Daha doğrusu, Hukuk Fakültesi kantinine. Girdiğim ilk dersi on beş dakika kadar izledikten sonra aklım başıma gelmiş, kendi kendime, ‘Hukukçu olmayacaksan; burada ne işin var?’ diye sormuş, amfinin arka kapısından sıvışarak kapağı kantine atmıştım. Onat Kutlar ‘insan önce hukuk fakültesi kantininden mezun olur, sonra da hukuk fakültesinden mezun olur’ derdi. Ben de kantine devam edenler arasında yerimi almıştım.” “Mesleğimiz umut bizim / Kuranlara selam olsun” Bir başka anısında ise yayıncılığa başlamasını şöyle anlatır: “Cağaloğlu’nda Eser Han’da küçük bir oda tuttuk. Evlerden getirilen bir-iki eşyayla döşedik. Yazılar hazırlandı. Dizgiye verilecek. Toplam basım gideri 1500 lira. Ceplerde 50 lira ya var ya yok. Bir gün Edip (Cansever) geldi. Çıkarken yerdeki ufacık, eski püskü bir halıya ilişti gözü. ‘Bu iyi bir şeye benziyor,’ dedi. Kapalıçarşı’da ortağı Jak’la bir antikacı dükkânı vardı. Halı da satıyorlardı. ‘Jak’a söyleyeyim, gelip baksın,’ dedi. Yarım saat sonra Jak damladı, halıya baktı. ‘Siz bunun üstüne basıyor musunuz?’ diye sordu şaşkınlıkla. Halıyı katladı, aldı gitti. Biraz sonra da yardımcıları Hakkı geldi. Elinde iki bin lira. Uzattı: ‘Halının parası’. Hayır, ilk sayının parası! Cemal (Süreya), ‘Halıya teşekkür ilânı koyalım dergiye,’ dedi.” “Aman kendini asmış yüz kiloluk bir zenci / Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci / Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” Hayatımın en büyük iltifatını beni hiç tanımayan, benim de hiç tanımadığım bir adamdan aldım. Yıllar önce Bodrum’da Hurşit, Pamili, ben, Yalıkahve’de oturmuş, politikadan söz ediyorduk. Hurşit’in bir tanıdığı geldi masamıza. Oturdu, sohbete katıldı. Bir politikacıyı eleştiriyordum. Adam: ‘Beyefendi siz bilmezsiniz ünlü bir söz vardır: Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten. O da öyle. Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten.’ Hurşit gülmeye başladı. ‘Sen o sözü nereden duydun?’ dedi adama. ‘Gazetede okudum,’ dedi adam. (Bunu Fethi Naci’nin, bir yazısına başlık yaptığını anlayacaktık sonradan.) ‘Allah iyiliğini versin,’ dedi Hurşit. ‘Tereciye tere satıyorsun. Yahu, o sözün yaratıcısı Ülkü’nün kendisi. Bir şiirinde var.’” “Geceleyin gökyüzünden canım / Güneş topla benim için” Hepimizin Zülfü Livaneli’nin sesinden dinleyip ezbere bildiğimiz “Güneş Topla Benim İçin” şarkısının hikayesi ise şöyle: Karacaoğlan’ın “çiçek topla”, Yunus Emre’nin de “selam olsun” dizelerinden yola çıkarak “Güneş Topla Benim İçinle Selam Olsun”u yazdım. İkisinin de ne Karacaoğlan’ın ne Yunus’un yazdıklarıyla ilgisi vardı. Olsun. Kitabımda bunları yayımlarken, birini Karacaoğlan’a, birini Yunus’a adadım. Boynumun borcu. Güneş Topla Benim İçin ilgiyle karşılandı. Theodorakis’in de katıldığı bir toplantıda şunları söyleyecekti Zülfü: “Herkes terziye bir insan götürür, ‘Bu insana bir elbise dik’ der. Biz Ülkü’ye bir elbise götürdük, ‘Bu elbiseye bir insan uydur,’ dedik.” Elbiseye insan uydurmak çileli işmiş gerçi, ama çile de keyfe dönüşebiliyormuş. Yeter ki elbise güzel olsun. Kaynak:1 2

  • BAYRAMI KARŞILARKEN

    Nurten B. AKSOY * çocuk gönlümde eski bayramların özlemi, mutlu muyduk, mutsuz muyduk bilemiyorum... hüzünleri saklardık mendillerin içine, şeker yerine, ne o buruk lezzeti ne de o mendilleri artık bulamıyorum... İlkbahar nisan ayıyla birlikte yavaş yavaş hem ruhumuzu hem bedenimizi ısıtırken bir bayramı daha karşılamaya hazırlanıyoruz. Gökkuşağının tüm renkleriyle açan çiçekler ve pırıl pırıl süzülen güneş ışıkları önce sihirli alemlere götürüp, romantizmin ufuklarında gezdiriyor beni, sonra iki üç gündür esen ılık meltemle ürperen yüreğimi bir bayram arifesinde alıp savuruyor geçmişe... Kendimle baş başa bir yolculuğa yelken açarken, TV'de çalan "Ayrılık yaman kelime" şarkısı eşlik ediyor bir yandan; uzaklara, çok uzaklara, çok eskilere yol alıyorum... İstanbul'un eski, mütevazı semtlerinden birinde iki katlı, terasındaki çardağı, bahçesindeki kömürlüğü, pencerelerinin önündeki teneke saksılarda açan rengarenk çiçekleriyle şirin mi şirin bir ev... Ve bu evde yaşayan mutlu insanlar... İşte yola koyuldum, bu eve gidiyorum. Hatırını soracağım, özlemle sarılıp koklayacağım sevdiklerimin yanına gidiyorum. İnsanların henüz "köşe dönmeyi" bilmedikleri, birbirlerini Türk-Kürt, Alevi-Sünni diye ayırmadıkları, alın teriyle kazandıkları helal lokmalarını huzurla yedikleri yıllar... Çocukların bir rugan pabuçla, bir basma elbiseyle en büyük mutluluğu yaşadığı günler ve o günleri yaşayan biz mutlu çocuklar... Bayramlar bir başka gelir, bir başka yaşanırdı o zamanlar. Günler öncesinden şehri terk edip, tatile kaçma planları değil, ziyaret edilip hatırı sorulacak akrabalar, büyükler düşünülürdü. Şimdiki gibi temizliğe birileri gelmezdi, evin anneleri kendisine yardım eden çocuklarıyla yaparlardı bayram temizliklerini güle oynaya. Pek marifetli anneler baklavalar açarken, o kadar da becerikli olmayanlar revani ya da kalbura bastıyla yetinirlerdi bizim evdeki gibi. Bayram biz çocuklar için büyük mutluluktu o yıllarda. Çünkü bizler şimdiki çocuklar gibi her istediğinde yeni giysiler alınan, bir dediği iki edilmeyen, ceplerindeki bol harçlıklarla hemen her gün dışarıda yemek yiyen, hiçbir şeyi beğenmeyen şanslı (!) çocuklardan değildik. Bayram bizler için yeni giysi, bol harçlık ve doyuncaya kadar, o çok da sık yiyemediğimiz yemeklerden yemekti. Nasıl sevinmezdik ki bayramın geldiğine... Oysa şimdilerde bayram denilince; okudukları özel okullara servislerle giden, ceplerindeki asgari ücret (!) kadar harçlıklarıyla gidecekleri tatil köylerinin hayalini kuran bazı çocuklarla, savaş haykırışları ve silahların gölgesinde ya ölen, ya babasız kalıp annelerinin göğsüne saklanan ya da yırtık giysileriyle mahzun mahzun gülümsemeye çalışan çocukların acı çığlıkları geliyor aklıma... Ve keşke diyorum, o gittiğim yolculuktan hiç dönmesem, mümkün olsa da o günlerde kalsam, o günleri sevdiklerimle tekrar tekrar yaşasam... Ama heyhat ki heyhat... Hepimiz için, tüm çocukların güldüğü; ve onların yüzlerindeki tebessümle de hepimizin ruhunun ferahladığı bir bayram olsun… Herkesin bayram gibi bayramlar yaşayabilmesi ümidiyle... Bayramınız kutlu olsun!

  • “Ah Bir Ataş Ver Cıgaramı Yakayım”

    Nurten B. AKSOY * ‘Vatan Sağ Olsun’ Diyerek Denizin Dibinde Ölümü Bekleyen Dumlupınar Şehitleri’nin Anısına Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah yanık olur anaların yüreği Ah çatal olur efelerin yüreği” Bu türküyü söyleyerek ölümü bekleyen, arkalarında yüreği yanık analar, eşler ve çocuklar bırakan denizcilerin; Dumlupınar Şehitleri’nin ölüm yıldönümü bugün. Tam yetmiş bir yıl önce onlar, tevekkülle “Vatan sağ olsun!” diyerek ölümü kucakladılar bir çelik tabutun, Dumlupınar denizaltısının içinde. İşte onların hazin hikayesi… 1953 yılının sisli, karanlık ve rüzgarlı bir gece yarısı… Ege Denizi’nde katıldığı NATO tatbikatından dönüş yolunda olan Dumlupınar denizaltısı, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girer. Karanlığın içinde su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüdür. Dumlupınar, tatbikat süresince iki gün su altında kalmış; üstün başarı gösteren gemi personeli, yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Kendilerine verilecek yeni bir göreve kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisinde olan denizciler, yorgun ama bir o kadar da üstlerine düşen görevi layıkıyla yapmanın gururu içindedirler. Ne var ki saatlerin 02.15’i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerlerken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası gerçekleşir. Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz’ın orta yerinde çarpışır. Denizaltının parçalanan baş kısmından hücum eden karanlık ve soğuk sular, koca denizaltıyı seksen bir kişilik mürettebatıyla birlikte birkaç dakika içinde yutuverir. Zıpkın yemiş koca bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak sulara gömülen denizaltının köprü üstünde nöbet tutan sekiz denizcisi de çarpışmayla birlikte sulara savrulur. Denizin karanlık sularına savrulan bu sekiz kişiden ikisi, arkadaşlarının gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verirken bir diğeri akıntıya kapılıp boğulur. Sağ kalan beş kişi ise olay yerine ilk yetişen Gümrük Motoru tarafından Çanakkale’ye götürülerek hastaneye yatırılır Günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladığında, Boğaz’ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanmaktadır. Aldığı yara sonucu sulara gömülen ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar’ın kıç torpido bölümündeki yirmi iki denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordur. Dumlupınar burada battı O günün imkânlarıyla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki seksen bir kişiyi çıkartmak mümkün olamaz. Çünkü Türkiye’nin elinde, denizin doksan metre altına gömülmüş denizaltıyı çıkartacak imkânlar ne yazık ki henüz yoktur. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatılır. Bu şamandıranın içinden irtibatı sağlamak için bir telefonla şu not çıkar: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun!” Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmiştir. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan “denizaltı battı” şamandırası balıkçılar tarafından bulunarak gemidekilerle telefon vasıtası ile irtibat kurulur. Bu arada radyo bu konuşmayı verir. İlk telefon bağlantısında aşağıya, “Oğlum merak etmeyin… Sizi kurtaracağız…” mesajı gönderilir. En zor dakikalar başlamıştır. Herkes ağlamaktadır, dakikalar hızla geçer; ama kurtarma çalışmaları bir türlü sonuç vermez. Aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri gelmektedir; Kurtaran gemisi kazadan tam on saat sonra olay yerine gelmiş ve çalışmalara başlamıştır. Boğaz’da akıntı çok kuvvetlidir, dalgıçlar on bir dalış yaparak kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalışırlar. Fakat teknik yetersizdir, en son dalgıç seksen metreye kadar inebilir ve baygın halde yukarı çekilir. Ancak on beş saat sonra basınç odasında hayata döndürülür. Oysa ki gemiye ulaşmaya daha on bir metre vardır ve başarılamaz, gemiye ulaşılamaz. Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterir ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası kopar ve Dumlupınar’la tüm bağlantı kesilir. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal alır. Eğer Dumlupınar’ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı, olamadı… Facia haberleri kısa zamanda radyo ve gazetelerden tüm yurda duyurulur. Milli Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı yedinci ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketir: “Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir…” Nihayet çaresizlikle denizaltındaki subay, astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylenir; kendilerini su yüzüne çıkaramayacakları, buna imkan olmadığı bildirilir. Artık, kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin” telkininin yerine, “konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir ve isterseniz sigara bile içebilirsiniz” denilir. “Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım” Bunu duyan kahraman ve çaresiz denizcilerin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun!” olur. O andan sonra, oksijen bitene kadar 72 saat hayatta kalırlar ve “Ah, bir ataş ver cıgaramı yakayım, sen salın gel ben boyuna bakayım…” türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verirler. Şehit Astsubay Sait Yıldırım‘ın kızı Berke İnel anlatıyor: “O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım ne olur gitme, ben senin gitmeni istemiyorum.’ dedim. Bana dönerek ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.’ dedi. Gidiş o gidiş…” Ne gariptir ki Türk Deniz Kuvvetleri’ne alınan ve adları Dumlupınar olan denizaltılardan üçünün de kaderi aynı olmuştur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da, onları benzer kılan özellikleri kötü kaderleri ve adlarının “Dumlupınar” olmasıdır. Üç denizaltının benzeyen sonları 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz’deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanır ve Haydarpaşa’da bir gaz tankeriyle çarpışır. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar, 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpışır ve 81 denizciye çelik mezar olur. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar ise; 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara’dan Çanakkale Boğazı’na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpışır. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtulur, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yanar. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına “Dumlupınar” adı verilmez. Ruhları şad olsun Dumlupınar denizaltısına, batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilinmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi, böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için Dumlupınar’a inilerek 30 Mart 2003 tarihinde resimler çekilmiş, “Vatan Size Minnettardır” yazılı bir onur plaketi de gemiye çakılmıştır. Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük’te Dumlupınar Şehitleri’ni anma törenleri düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır. Hepsinin ruhları şad olsun…

  • Köy Enstitüleri

    Nurten B. AKSOY * İlkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullar olan Köy Enstitüleri kapatılmalarının üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen Milli Eğitim tarihimizdeki izleriyle hala yaşamaya devam ediyor. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetmiş ve başlatmıştır. Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla başlatılan bu projeyle köylerden toplanan ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda öğretmen olarak yetiştirilmeleri ve ondan sonra yeniden köylere gidip öğretmen olarak çalışmaları amaçlanmıştır. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Çalıkuşu romanındaki karakter gibi gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80'lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitülerinin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek köye göre öğretmen fikrini savunuyordu. 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak, ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açıldı köy enstitüleri. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Ali Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 kadın ve 15943 erkek olmak üzre toplam 17251 köy öğretmeni yetişmiştir. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. YADIRGADILAR BİZİ Urbalarımız bozdu Toprak renginde Yamasız temiz Öyle uydu sırtımıza Nedense yadırgadılar bizi... Potinlerimiz Beykoz'du Beykoz'un içinde ilk kez Çorap gördü ayaklarımız Okşar gibi giydik ikisini de Nedense yadırgadılar bizi... Yüzlerimiz güneş yanığı bronzdu Ellerimiz katı katı İş görmekten Başlarımız dik Kendine güvenmekten Nedense yadırgadılar bizi... Bilgi kentin tekelinde yozdu Kız kaçar gibi geldi bize Ne çok severmiş doğayı Ekmek su yerine geçti yanımızda Boy verdi ağaç ağaç, yapı yap Nedense yadırgadılar bizi... Köy yolları göklere dek tozdu Okundukça kitap Sallandıkça kazma kürek Kitabın kabında Kazmanın sapında Köy köy diye gümbürderdi yürek Nedense yadırgadılar bizi... Köy çok sayımız azdı Düşümüze girdi köyler Yeni baştan kurduk kafamızda Umut ocakları tüttü yirmi bir yerde Nedense yadırgadılar bizi... Yazımızı yazanlar kara yazdı Başımıza yıkıldı tasarladığımız köyler Umutlarımız boğuldu doğmadan Suç sayıldı çalışmak Suç köy köylü demek Hala nöbet tutuyor Dizleri göğsümüzde Elleri boğazımızda kara yazı yazanlar Nedense yadırgadılar bizi... Kuyumuzu kazanlar derin kazdı Sizin olsun sizden gelen bana Sizin bu boyun bağı Özledim boz urbayı Bırakın elimi kolumu Özledim doyasıya çalışmayı Nedense yadırgadılar bizi... Dilimizde türkü elimizde sazdı Köylerden geldik tek tek Biriktik öbek öbek Çalıştık küme küme Kapanmadan görürse gözlerim Yeniden açıldığını Enstitülerin Yanmam öldüğüme Nedense yadırgadılar bizi... HAŞİM KANAR

  • Türkiye’nin İlk Kadın Avukatı Süreyya Ağaoğlu

    Nurten B. AKSOY * Hukukun üstünlüğünün tartışıldığı, kadınların ikinci sınıf vatandaş yapılmaya çalışıldığı günümüzde, mücadeleci ve ilkleri temsil eden kadınlarımızdan biri de Süreyya Ağaoğlu. Hukuk fakültelerinin kadınlara açılmasını sağlayarak hâkim, savcı, avukat; kısacası hukukçu olma yolunda Türk kadınına öncülük eden, Hukuk Fakültesinin ilk kız öğrencisi ve Türkiye’nin ilk kadın avukatı olan Süreyya Ağaoğlu avukat kimliğinin yanı sıra donanımlı ve özgüvenli kişiliğiyle de hukukun ve kadın hakları savunuculuğunun başını çeker. Ailesinin Mustafa Kemal Paşa’nın yakın dostları olması nedeniyle Atatürk ile birçok anısı bulunan Süreyya Ağaoğlu ve bir anısını, 'Hukukun üstünlüğüne' inanan tüm avukatların gününü kutlayarak paylaşalım... 1903 yılında Azerbaycan’ın Şuşa kentinde dünyaya gelen Süreyya Ağaoğlu’nun babası tanınmış düşünür, yazar ve siyasetçi Ahmet Ağaoğlu, annesi Sitare Hanım’dır. 1910 yılında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göçen küçük kızın çocukluğu ve gençliği babasının ideolojisi ve görevleri nedeniyle Türk Ocağı aydınları, Mustafa Kemal Paşa ve yakın dostları arasında geçer. Süreyya Ağaoğlu 1920 yılında İstanbul Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1921 yılında, hukuk eğitimi görmek için o yıllarda adı Darülfünun olan İstanbul Üniversitesi’ne başvurur. Hukuk Fakültesi’nde okumak isteyen ilk kız öğrenci olarak fakültenin kız öğrencilere açılmasında öncü rol oynar. Beraberinde iki kız arkadaşını da (Melda ve Bedia Hanımlar) okula getirerek kız öğrencilerin de bu bölümde okumasını sağlar. 1925’te fakülteden derece ile mezun olduktan sonra Ankara’da Şurayı Devlet Tanzimat Dairesi’nde çalışmaya başlar. 1927’de Ankara Barosu’na kaydolarak serbest avukatlık ruhsatını alır ve “Türkiye’nin ilk kadın avukatı” ünvanının sahibi olur. Hayatı boyunca avukatlık mesleğini sürdüren, İngilizce ve Fransızca bilen Ağaoğlu, meslek yaşamı boyunca çok sayıda uluslararası konferansta Türkiye’yi temsil eder. Londra’da Gördüklerim ve Bir Hayat böyle Geçti adlı kitaplarıyla çeşitli hukuki makalelere imza atar. Pek çok dernekte görev alan Süreyya Ağaoğlu ardında Atatürk’le yaşadığı birçok güzel anı bırakarak 29 Aralık 1989’da İstanbul’da yaşama veda eder. Süreyya Ağaoğlu Atatürk ile ailece görüştükleri günleri şöyle anlatır: “Gazi ve Latife Hanım, Keçiören’deki evimize sık sık gelirdi. O devirlerde Gazi sıcak aile çevrelerinde vakit geçirmeyi sever, yetişen gençleri bir baba övgüsüyle takip ederdi. Bizler o senelerde Ankara’nın sayılı okumuş, yüksek tahsil yapmış ve batılı anlamda hayat mücadelesine atılmış genç kızlarıydık. Bize karşı sevgi ve övgülerini saklamazdı. Yaramazlıklarımıza gülerdi. Bir gün kardeşim Tezer ile dört el piyano çalışırken çok güzel çalan kardeşimin düzeltme ve uyarılarına dayanamayarak Tezer’in elini tırmaladım. O gece Latife Hanım ile birlikte bize gelen Gazi, Tezer’e ‘Eline ne oldu?’ diye sordu. O da: ‘Kedi tırmaladı efendim.’ cevabını verince Gazi: ‘Aman o ne tehlikeli kedi, atın onu evden.’ dedi. Tezer bana bakarak: ‘Çok seviyoruz efendim, atamayız.’ deyince işi anlayan Gazi kahkahalarla güldü.” 1924 yılında Hukuk Fakültesinden pekiyi dereceyle mezun olarak ailesi ile birlikte Ankara’ya gelen Süreyya Ağaoğlu arkadaşı Melahat ile Adliye Vekaletinde staja başlar. Kadınlarla ilgili gelişmelerin yaşandığı Cumhuriyet’in bu ilk yıllarında kadınların erkeklerle beraber bir lokantada yemek yemesi görülmemiştir. Göreve yeni başlayan genç stajyer avukatlar Süreyya ve Melahat, İlk günlerin heyecanı geçince bir sorunla karşılaşırlar: Öğle yemeği işini nasıl çözeceklerdir? Evleri bakanlığa çok uzak olduğu için evlerine gidemezler. Devrin şartları dolayısıyla lokantaya gitmeleri de yasaktır. İşte bu yasağın Gazi tarafından nasıl yıkıldığını şöyle anlatır Süreyya Ağaoğlu: “Öğle yemekleri Melahat ile benim için bir problem olmuştu. Çünkü o devirde Ankara’da ‘İstanbul Lokantası’ adlı restorandan başka yemek yenecek yer yoktu ve bütün milletvekilleri oraya giderdi. Gerçekten, lokantanın hiç hanım müşterisi yoktu. Bir gün babamdan izin alarak Melahat ile o lokantaya gittik, küçük bir bölümünde oturup yemek yedik. Herkes hayretler içinde idi. İki genç kız tek başlarına lokantada yemek yiyordu. Bizi tanıdıkları için Basın-Yayın Genel Müdürü olan babama haber derhal ulaştırılmış. Gece babam eve gelince: ‘Başbakan Rauf Bey, Süreyya ile bir hanım arkadaşının lokantada yemek yediğini ve herkesin bundan bahsettiğini söyledi. Bir de kütüphaneye giden bir hanım varmış, onun hakkında da dedikodu yapılıyormuş. Bundan sonra öğle yemeklerine bana gelin.’ dedi. Rauf Bey kütüphanede çalışanın kendi kızı olduğunu sonradan öğrendi. Bu olaydan sonra bir rastlantı olarak Gazi, Latife Hanım ile bize geldi; bana çalışma hayatından memnun olup olmadığımı sordu. Ben de bu olayı anlattım. Aslında Ankara’da yemek yenebilecek bir lokanta vardı ama burada sadece milletvekilleri yemek yemekteydi. Kadınların lokantada yemek yemesi olacak şey değildi. Beni onaylamasını beklerken Gazi: ‘Babanın da Rauf Bey’in de hakları var.’ dedi. Ertesi gün bakanlıkta çalışırken Milletvekili Necati Bey telaşla odaya girdi: ‘Süreyya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş.’ dedi. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırmıştık. Dışarıya çıkınca Gazi’nin gri otomobilinde Siirt Milletvekili Mahmut Bey ve yaveri Muzaffer Bey’in oturduğunu gördüm. Bana: ‘Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor.’ dedi. Şaşkınlıktan konuşamıyordum. Otomobile bindim. Yolda herkes bize bakıyordu. İstanbul Lokantasının önünde otomobilini durdurdu, Bozüyük Milletvekili Salih Bey’i dışarıya çağırttı. Doğal olarak bütün milletvekilleri lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu, sonra yüksek sesle: ‘Bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, ama yarın lokantada yiyecek’ dedi. Gazi’nin evine gittiğimizde Latife Hanım ne olup bittiğini şöyle anlattı: “Paşa, dün akşam bu lokanta olayına çok kızdı, ama babanı senin yanında rencide etmek istemediği için kızgınlığını belli etmedi. Eve gelir gelmez, birkaç milletvekilini arayarak, yarın mutlaka eşleriyle birlikte lokantaya öğle yemeğine gitmelerini söyledi.” Ertesi gün lokanta hikâyesini duyan bazı hanımlar, bu arada eski Denizcilik Bakanı İhsan Bey’in eşi Nuriye Hanım, Hamdullah Suphi Bey’in hanımı da öğle yemeğine lokantaya gelmişlerdi. Biz de bu olaydan sonra rahatlıkla dışarıda yemek yiyebildik. Gazi bu davranışı ile kadınların toplum içinde hareket serbestliğini nasıl korumak istediğini herkese göstermişti. Süreyya Ağaoğlu o günleri şöyle niteler anılarında: O devirde Atatürk Ankara’nın ruhuydu ve Ankara her halde pek az şehre nasip olan bir şevk, heyecan ve gelişme havası içinde yaşıyordu. “Atatürk bir amaç için mücadele etmiştir, ama hiçbir zaman kavgadan, savaştan yana olmamıştır. O, Misak-ı Milli hudutları içinde yeni ve ileri bir Türkiye’den başka bir şey düşünmüyordu. Onun için konuşmalarında hep ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sloganını kullanmıştır. Kaynak: http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/hgdmakale/2013-1/12.pdf

  • E Ğ İ T İ M

    Hamza BEKTAŞ * Bir ülkenin en büyük zenginlik göstergesi EĞİTİMdir. Eğitimi tahsil karşılığı olarak düşünmek doğru değildir, geniş anlamı ile düşünmeliyiz. Eğitim sadece okulda alınmaz, eğim çocuğun dünya ya gelmesi ile başlar, eğitim de annenin rolü çok önemlidir. Eğitimli bir annenin yetiştirdiği bir evlatla, cahil bir annenin yetiştirdiği aynı değildir. Eğitim aileden başlar, eğitimde ailenin yeri bir binanın temeline benzer. Temel ne kadar sağlam olursa bina da o kadar sağlam olur. Hayat buyunca her ortamda alınır, yeter ki eğitim talep edenin niyeti samimi olsun. Eğitimin en önemli kaynağı okuldur, okumaktır. Okumayan yazmayan insan toplulukları müspet ilim sahibi olamaz, müspet ilim sahibi olmayanlar dünyadaki gelişmeleri takip edemez, geri kalmaya mahkum olur. Nesilden nesile aktarılan hikâyeler, masallar, anılar, menkıbelerle toplumu tembelliğe mahkum eder, ilerlemesine, geleceğine ait hayal kurmalarına, düşünce üretmelerine mani olur. Eğitim devletin en önemli, vazgeçilmez görevlerinin başında gelir. Devletin bütçesinden eğitime ayrılan pay, eğitime yapılan yatırım, kalıcı en uzun vadeli en doğru yatırımdır. Yeterli eğitim almadan başarılı olan iş adamlarının başarı gerekçelerini eğitim aleyhine kullanmaları yanlıştır. ”Okudu da ne oldu” çok yanlış bir ifadedir. Bunun yerine “okusaydı daha başarılı olurdu” ifadesi daha doğru olmaz mı? Okuma oranı ülkelerin gelişmişlik oranı ile paralellik arz eder. Osmanlı da matbaanın 144 yıl gecikmesi, yabancılara verilen hakkın, Müslümanlardan esirgenmesinin nelere mal olduğunu hatırlayalım. Matbaaya karşı çıkan din adamları gerçek din adamı olamaz. Matbaasız kitap olur mu, kitapsız okuma olur mu? Bunu Müslümanlığa mal etmek yanlış ve günahtır. Kuran ı kerimin ilk ayeti “oku”  değil mi? Ayrıca “saray dili” ile halk dilinin ayrı olması yönetimi halktan koparmıştır. Eğitimin bir başka yönü de dil konusun da bahsettiğimiz iki ayrı dilde veya iki türlü eğitimdir. İki türlü eğitim ülkede iki türlü insan yetiştirir, bu anlayış ülkenin bütünlüğüne konan dinamittir.Tekrar ifade etmek gerekirse; İmam hatip ve ilahiyat fakültelerinin yeri, Diyanet işleri camiası, camiler, askerin yeri TSK, kışla, Öğretmenin yeri okullardır. NETİCE:  KIŞLA-CAMİ- OKUL Siyaset dışı kalmalıdır. İlmin temel taşı eğitimdir, eğitimin temel taşı da okumak, araştırmaktır. Okumadan, araştırmadan, düşünmeden, analiz yapmadan ilim edinilemez. Okumak, bilmek, düşünmek, aklını çalıştırmak, fark etmek, idrak etmek demektir. Okumayan düşünmeyen ve bir bilinç oluşturmayan toplulukların güdülmesi kolaydır. Çünkü düşünen aklını ortaya koyan insan güdülmez. Ne demiş Peygamberimiz “Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.” İbadetin sadece Arapça ile yapılması fikri doğru değildir. Her millet kendi dili ile ibadet edebilir. Çünkü Cenab-ı Allah bütün dillere hakimdir. Bizim ana dilimiz Türkçedir. Başka ikinci bir dili asla kabul etmeyiz Her birey ana dilini öğrendikten sonra yabancı dil öğrenmekte özgürdür. İki ayrı dil, iki ayrı sistem milleti senteze değil çatışmaya götürür. Çağdaş bir devlet olabilmenin gereklerinden birisi de eğitimin laikleştirilmesidir. Bir milletin insanları bir çeşit eğitim görmelidir. İki dilde eğitim, iki eğitim sistemi bir milleti ikiye böler. Eğitimde dil birliğinden yoksun milletler sonunda parçalanmaya mahkûmdur. Yabancı dil öğrenmekle, yabancı dil eğitimini karıştırmamak lazım. Her birey ana dille eğitini alırken veya aldıktan sonra yabancı bir veya birden fazla yabancı dil öğrenebilir. Her kuruluş kendine gerekli olan personeli seçmek ve yetiştirmekle sorumlu olmalı. Ana eğitimini alan personel mesleki eğimini alır. Meslek eğitimcileri kuruluş yöneticileri ile koordine ederek ihtiyacı kadar personel yetiştirilmesini sağlar. Her hâlükârda yetki ve sorumluluk Milli Eğitim Bakanlığının yani devletindir. Öğretmen, subay, hakem, doktor, imam hariciyeci v.s. gibi. Bu eğitimleri alan personelin yeri, eğitimini aldığı kuruluştur. Yetişen bu personelin hayali geleceği kendi mesleğinde yükselmek olmalı. Liyakat ancak böyle sağlanır. Tekrar edelim “Askerin yeri ordu, öğretmenin yeri okul, imamın yeri cami olmalı.”  Bize imam hakim değil, hukuk bilen hakim lazım. Daha önce bahsettiğimiz, Osmanlı imparatorluğunda matbaanın geç açılması, yabancılara daha önce matbaa açma izni verilmesi; eğitimin sekteye uğramasına, okuryazar oranının çok düşük olmasına tahsil ve lisan gerektiren özellikle hariciye ve mali işlerinin yabancıların eline geçmesine, batı ülkelerindeki gelişmeleri takip edememesine neden olmuş, batı,  dünya ve dini bir birinde ayırıp ilmi gelişmeleri seçerken, biz geçmişe statik şeriata bağlı kaldık.  Cehalet, millete ve devlete çok pahalıya mal olmuştur. Cehaletin nelere mal olduğu konusunda birçok tarihi örnekler vardır. Sonraki bölümlerde bunlardan bahsedeceğiz. Sadece bizde değil Araplarda da örnekler vardır. Örneğin Kuran ı Kerimde birçok ayette geçen “ehl-i kitap”ta Yahudiler kast edilmektedir. Hz. Ömer zamanında başlayıp (MS.634) Hz. Osman zamanında (MS.644) tamamlanan; Hz. Muhammet’e Allah tarafından vahiy olunan ayetlerin birleştirilerek Kuran’ı yazma görevi Yahudi asıllı Zeyd İbn Sabit e verilmiş, ayetlerin inişi tamamlandıktan 19 yıl sonra bölüm bölüm değişik ellerdeki ayetler birleştirilerek bugün elimizde ve evimizde bulunan hiç bir değişikliğe uğramayan Kuran-ı Kerim haline gelmiştir. Demek ki, Müslümanlarda ayetleri, okuyacak, yazacak insan yoktu. Cehaletin bir ülkeyi nasıl mahvettiğine en önemli örneklerden biri; Üç kıt’ada hüküm süren, dünya devleti koca Osmanlı imparatorluğunu ne hale getirdiğidir: Ancak, ülkenin bu hale gelmesinde cehalete bağlı olarak bilgisiz yeteneksiz devlet yöneticilerinin de büyük payı vardır. CENAB-I ALLAH BİR ÜLKEYİ CEZALANDIRACAĞI ZAMAN ONUN BAŞINA YETENEKSİZ İNSANLAR GETİRİR, işte örnekler: 7/8 HASAN PAŞA: Padişah fermanı ile Paşa yapılan Hasan, İmza atmasını dahi beceremiyor, imza yerine 7/8 yazıyor, ismi “7-8 Osman paşa “olarak anılıyor. HÜSREV PAŞA: II. Mahmut şehzadeleri eğlendirmek için palyaço Hüsrev efendiyi görevlendirir. Palyaçoluk ve hokkabazlık yapan Hüsrev i şehzadeler çok beğenir. Şehzadelerden Abdülmecit padişah olunca Palyaço Hüsrev paşalıkla mükâfatlandırılır (Palyaço Paşa) NİZİP SAVAŞI: Mısır Valisi Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın emrinde Mısır ordusu Güneyden Anadolu’ya girdi (1839).Durdurulması mağlup edilmesi gerekiyor. Karşısında Osmanlı Ordusunun komutanı Hafız Paşa, Kurmay Başkanı Moltke (Alman) Mısır ordusu uygun olmayan bir pozisyonda. Baskın ve fırsatı değerlendirme zamanı, günlerden Cuma… Moltke “Hemen taarruz edelim. ”Hafız paşa “Cuma günü savaş caiz değildir. Mısır ordusu istirahatte. Moltke: ”Tam zamanı gece baskın yapalım.” Hafız Paşa: “Hileye başvurma, haydut gibi baskın yapmak Osmanlı şanına yakışmaz.” Mısır ordusu avantajlı duruma geldi. Moltke:  “Uygun mevzilere çekilelim. ”Hafız Paşa: “Çekilmek şerefsizliktir.” Sonuç: Osmanlı ordusunun yenilgisi. Cuma günü savaş caiz değil, baskın haydutluk,  Çekilme şerefsizlik… Peki, Koca Osmanlı ordusunun, bir eyaletinin ordusu karşısında perişan olması Ne? BEHİÇ KARDEŞLER:1827 ll. Mahmut  Mutafa Behiç ve kardeşi Abdullah Mollayı Avrupa’ya tahsile göndermiş, Ömürlerinin büyük bir kısmını “1000 sır” adlı bir kitap yazmaya vermişler, Avrupa’ya ilim için giden bu kardeşlerin kitabında neler var? -Suçlu kimseye bıldırcın dili yetirirsen sucunu itiraf eder.    -Karnabahar tohumu dört yıl bekletilip dikilirse şalgam çıkar. -Hıçkırık tutan adama kazın ağzı tutulursa hıçkırığı gider -Düşmanın geçeceği yola muska gömülürse düşman yolunu şaşırır. ALAYLIMISIN MEKTEPLİ Mİ: Tarih e 31 Mart vakası olarak gecen ayaklanma da; Subayların askeri okul mezunlarına mektepli, kışlada yetişenlere de alaylı denirdi. İsyanı başlatanlar alaylılar, isyana karşı olanlar mektepli. Köprübaşını tutan iki alaylı hafiye geçenleri sorguluyor. Mekteplileri tutukluyorlar. Genç bir askeri doktora soruyorlar “sen mektepli misin, alaylı mı?” Doktor hayatını kurtarmak için “Tabii alaylı, hiç doktor mektepli olur mu?” Devlet i yönetmeye talip ama doktorun alaylı olamayacağını bilmiyorlar! DÜŞMANIN YOLUNA MUSKA KOYMA: Balkan harbinde, ilerleyen Bulgar ordusunu durdurmak için; müneccimin Ordu komutanı Abdullah paşaya önerisi “Düşmanın yoluna muska konursa yolunu şaşırır” Bunlar cehaletin bir ülkeye düşürdüğü durumlardan örnekle, XVI yy. da Avrupa devletlerinin Kralları. İmparatorları, Osmanlının Sadrazamı seviyesindeydi. Yeniçağla beraber Avrupa devletleri Orta çağın taassubundan kurtularak, Rönesans, Reform ve Fransız devrimi ile din ve devlet işlerini bir birinin tahakkümünden kurtararak eğitime, müspet ilme, araştırmaya, gelişmeye, sanayiye önem verdiler. Osmanlı devleti aradaki fark açıldıkça, gittikçe daha fazla taassubun emrine girdi. Çareyi müneccimlerde, üfürükçülerde, falcılarda, şıh – şeyh – molla - derviş, tarikatlarda aramaya başladı, İlimden, dünyadaki gelişmelerden bihaber kaldı. XlX. YY. da Osmanlı Padişahları Avrupa devletlerinin büyükelçiler seviyesine indi, onlardan himmetle nimet ister vaziyete geldi. Asırlar süren eğitimdeki ihmal beş kıtaya hükmeden koca Osmanlı İmparatorluğu’nu 19202ler de enkaz haline getirdi: Osmanlılar bizim atamızdır, başarıları ile gurur duyar, başarısızlıkları ile üzülürüz. Avrupa devletleri mezhep savaşları, hâkimiyet kurma, toprak kazanma, savaşları ile boğuşurken bir taraftan da Vatikan’ın, krallar dahil, işine gelmeyeni aforoz ederken, papalar günahlarını af etmek karşılığı cennette para ile malikane satarken. İşte bu zamanın stratejisini iyi değerlendiren Osmanlı orduları Viyana kapılarına dayanmıştı. Fatih’in İstanbul’u fethi, Yavuz’un Mısır’ı işgali, Kanuni’nin Fransız Devlet başkanına gönderdiği ferman bizim gurur kaynaklarımızdır. XVI asırdan sonra Batı ilerlerken Osmanlı devleti daha önce belirttiğimiz duruma düşmüş. Bunu irdelemek. Bundan ders çıkarmak asla Osmanlı düşmanlığı sayılamaz. “Tarihten ders alınsaydı hiç tarih tekerrürden ibaret olur muydu?" EĞİTİMİN KAZANDIRDIKLARI Eğimin önemini uzun uzun anlatmak yerine, eğimin ülkelere ve insanlar neler kazandırdığına dair üç ülkeyi örnek vermek istiyorum. Bu ülkeler geri kalmış ülkelerin kaynaklarını sömürerek zenginleşmiş bölge ülkeleri değil, geri kalmışlık prangalını eğitim aşan ülkeler. TAYVAN-SINGAPUR-İSRAİL TAYVAN: Gelişmiş cip üretiminin % 90’nı üretiyor, cip üreten şirketlerin değeri 400 milyar dolar. Toplam geliri 546 milyar dolar. Okuryazar oranı % 100, issizlik oran % 3.74, nüfusu 23.570.000, yüzölçümü 36.197 km2, ithalatı 300 milyar dolar, ihracatı 500 milyar dolar. Ekonomi de Asya’da 8., Dünyada 18., kişi başı milli gelir 33.649 dolar. Bu gelişmenin sırrı ne? “Çalışma, araştırma, üretme. Eğitime ileri teknoloji ye ağırlık verme” SİNGAPUR: OECD Ülkeleri arasında matematik-fen –okuma da birinci. Türkiye 30,Yüzölçümü 783.562 km2 (Türkiye’nin bir ili kadar ),nüfusu 5 milyon, kişi başı milli gelir 72 bin dolar, sırrı: En yetenekli ve kaliteli insanları okul yöneticileri ve öğretmen yapmak. Düşünen, soran sorgulayan, Okuyan iyiyi, daha iyiyi araştıran, kentine güvenen  doğru ile yanlışı açıkça ifade eden kendine güvenen.takım çalışmasını önemseyen insan yetiştirmek. Tek kelime ile EĞİTİM İSRAİL: Nüfusu 9,7 milyon, Ekonomisi 196 ülke arasın da 29, Kişi başı milli geliri 55 bin dolar. Dünya ülkeler sıralamasında 13. sırada, Geliri 68,2 milyar, Okuma yazma oranı %100 En büyük yatırımı ARG. İthalatı 76 milyar, ihracatı 58 milyar. Dış ticaret açığına rağmen cari denge fazlası var. İsrail in sırı: Araştırma ,inceleme ,okuma, yazma ve bunları kazanca çevirme. Rockefeller’in ifadesiyle “Kalıplar dışına çıkarak düşünmek, Diğer insanların göremedikleri şeyleri görmeyi başarma. Daha iyiye ulaşmak için iyiden vaz geçmek. Elde edilen bilgi ve buluşları kazanç a çevirmek” Bütün bu örneklerden sonra Türk Milli eğitimi bugün ne durumda? Buna iki gazetecinin makalelerinden birer alıntı ile örneklendirelim. Murat Muratoğlu gazetedeki makalesinde şöyle diyor: Türkiye’nin ekonomisi kötü yönetiliyor. Daha kötü ne var derseniz, Milli Eğitim Bakanlığı en kötü yönetilen bakanlıktır. Kötünün en kötüsü nedir derseniz cevabım yine Milli eğitim Bakanlığı derim. Örnek derseniz: Kaynak yok diye devlet okullarında ana sınıfı, kreş açamıyor. Okul temizlik hizmetçilerinin ücretlerini ödeyemiyor, ama bakanlığın kaynaklarını cemaat-tarikat-vakıf derneklere akıtılıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığına 4-6 yaş kuran kursları için öğrenci başına ödeme yapıyor. Bakan bu kuruluşlarla protokol yapmaya devam edeceğini söylüyor. 208 üniversitemizin varlığı ile gurur duyuyoruz. Ancak, dünyanın 500 en iyi üniversite sıralamasında bir üniversitemiz yok. Bunun nedenini araştırmak gerekmez mi? Türkiye bu durumu hak etmiyor. Gazeteci Ayşe Sucu gazetedeki köşe yazısında şunları yazıyor: Dini çağdaşlaşma, çağdaşlaşmayı din üzerinden konuşmak, birbirine karşı kullanmak, yanlıştır ve ikisine de zarar verir. Dini kendi içinde kendi dinamikleri ile konuşmak, çağdaşlaşmayı da kendi içinde kendi dinamikler ile konuşma bilimin ve aklın gereğidir. Aklıselim varlık bireysel yaşamda neyi, nasıl değerlen dirileceğini belirler. İmamın özgürleştirilmesi bu noktada açığa çıkar. Din etrafında oluşmuş hiçbir düşünceyi dogma haline getirmez. Bugünlerde ortaya çıkan eğitim kurumlarının bazı tarikat ve cemaatlere bırakılması Milli Eğitim’in mahiyeti ile örtüşmez. Eğitimi tarikat ve cemaat kurumlarıyla ilişkilendirmek eğitime, toplumun birlik beraberliğine zarar verir. Bu sakat düşünceler ülkenin eğitimine ve dinin bizatihi kendisine ihanettir. Eğitim önemini tek cümle ile ATATÜRK’TEN İYİ KİM İFADE EDEBİLİR? “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum olarak yaşatır; ya da millet i kölelik ve yoksulluğa tek eder” (X) * (x) Hamza Bektas –Az bilinen yönleri ile Mustafa Kemal ATATÜRK

  • Karantina Günlükleri

    YASAK SOKAKLAR Hani bir şarkı vardır, hatırlarsınız: "Saymadım kaç yıl oldu... diye başlayan. Bugünlerde bir kaç değişiklikle dilime takılı, söyleyip duruyorum. "Saymadım kaç gün oldu, biz evlerde kalalı..." diye. Evet, evlerimizde kapalı kaldığımız şu günlerde tarihsiz zamanlar yaşıyoruz. Ayın kaçı, hangi gündeyim, hatta hangi ayda, hangi mevsimdeyim farkında bile değilim. Bunda havaların da büyük etkisi var tabii, günlerdir İstanbul'da havalar kara kışı aratmayacak kıvamda. Yağmur, soğuk, fırtına ne ararsanız var. Bir yanım o güneşli bahar günlerinin gelmesini beklerken, bir yanım; "yok yok havalar açmasın, böyle devam etsin" diyor. Yasakların, kuralların evde tutamadığı insanlar hiç olmazsa hava kötü olunca evde oturuyor. Karanlık günleri hiç sevmeyen ben "allahım bu havalar biraz daha böyle devam etsin" diye dua eder oldum. Her zamanki gibi penceremin önünde boş sokağı seyrediyorum, insanlar azalınca meydan kuşlara, kedilere ve köpeklere kaldı adeta. Martıların biri iniyor, biri kalkıyor sokakta, kargalar da onları takip ediyor sanki... Hüzünlü bir sessizlik hakim her tarafta. İşte böyle boş sokaktaki kuşları seyrederken yıllar öncesinin nüfus sayım günleri geldi aklıma... Milenyum çocukları bilmese de bizim nesil iyi bilir eski nüfus sayımlarını. Beş yılda bir yapılan bu sayımlarda nüfusun doğru tespiti için sabah yediden akşama kadar sokağa çıkma yasağı ilan edilirdi. Tabii beş yılda bir ve sadece bir gün olduğu için bir eğlenceye dönerdi o günler. Bütün aile bir arada olur, yemeli içmeli, eğlenceli bir güne dönüşürdü sayım günleri. Ev halkı temiz pak giyinir, heyecanla sayım memurunu beklerdik. Hatta onlara ikramlarda bile bulunurduk. Sayım faslı bitince evdeki küçük çocuklar zincirlerinden boşanmışçasına sokağa oyun oynamaya çıkarlardı. Öğretmenler ve devlet memurları görevlendirilirdi bu sayımlarda. Ben de öğretmenlik yıllarımda birkaç kez görevlendirilmiştim. Aklımda kalan ilk görevim 1980 yılında henüz çiçeği burnunda bir öğretmenken yaptığım sayımdı. Sağmalcılar Lisesine yeni atanmıştım. 12 Eylül öncesi dönemdi, ülkede sıkıyönetim vardı ve her yer toz dumandı. Kavgalar, cinayetler, tutuklamalarla dolu günler. Sağmalcılar semti ise o günkü İstanbul'un cezaeviyle ünlü, ulaşılması zor bir taşra semtiydi. Burada genellikle Batı Trakyalı Türk ailelerle Doğulu Kürt aileler derme çatma gecekondularda ve çok zor koşullarda yaşarlardı. İşte o sayımda bana görev olarak, okula yakın böyle bir mahallede, saymam için yirmi ev verilmişti. İlk kez böyle bir iş yapacağım için çok heyecanlıydım. O gün erkenden kalkıp giyinmiştim, sokağa çıkma yasağı olduğu için ve evim de okula hayli uzak olduğundan sabah jandarmalar biz görevli öğretmenleri evlerimizden alıp okula götürmüştü. Okuldan gerekli belgeleri aldıktan sonra yine jandarma eşliğinde sayım yapacağımız adreslere gitmiştik. Nasıl olsa sayacağım topu topu yirmi ev öğlene kadar işimi bitirip eve dönerim diye düşünüyordum, ama me gezer?Girdiğim iki göz odalı, derme çatma ve yoksulluk kokan evler tıklım tıklım insan doluydu. Anne, baba, büyük anne, büyük baba ve en az beş altı çocuktan oluşan aileler saymakla bitmiyordu. Onlara sorduğum onlarca sorunun çoğuna cevap veremiyor, bir kısmı Türkçe bile bilmiyordu. O yokluk ve sefalet içimi çok acıtmıştı ve 3-4 saatte bitiririm diye düşündüğüm işimin bitmesi akşamı bulmuştu. O sayımda ülke nüfusu kaç çıkmıştı hatırlamıyorum ama sıkıyönetim koşullarında ve kapıda bekleyen eli tüfekli jandarmalar eşliğinde yaptığım görevi ve orada gördüğüm yoksulluğu hiç unutmadım. Daha sonraki yıllarda da Fatsa'da, Antalya'da sayımlarda görev aldım, ama o günlerden aklımda pek bir şey kalmadı ve sanırım 2005'ten sonra sayımların bilgisayar kanalıyla yapılmasıyla sokağa çıkma yasağı da bir daha yaşanmadı. Sokağa çıkma yasağının kısmi uygulandığı şu zor günlerde ise hiçbirimiz yarınımızdan emin değiliz. Bu hastalık ne kadar sürer, kaç can daha alır, nasıl önlenir bilmiyoruz. Ama en azından başımızı sokacağımız evlerimiz, yiyecek bir lokma ekmeğimiz ve bizler için sokaklarda, hastanelerde çalışan fedakar insanlarımız var. Öyleyse umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. Belki bir başka şarkıda denildiği gibi bu yıl "Baharı görmeden yaz gelip geçecek" ama biz unuttuğumuz değerlerimizi; sağlığın, bilimin, dayanışmanın ne kadar önemli ve değerli olduğunu yeniden hatırlayacağız... Sağlıklı, aydınlık ve güzel günlere... 🍀🌺🤗

  • Atatürk'ten Anılar

    Derleyen: Nurten B. AKSOY * “Geçen otuz yıllık geçmişe doğru ne zaman başımı çevirsem, o tepeyi bir türlü gözden kaybedemem. Öne gelir, geriye gider, yana kaçar, öyle olur ki ondan başka bir şey görünmez, o kadar kaplayıcıdır. Olur ki hiç olmazsa ta uzaktan gölgesi vurur, fakat hatıralarımı o tepenin hükmü veya etkisi altından kurtaramam. Onun için bu kitabın adını ‘Çankaya’ koydum.” Diyor Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet döneminin en etkin gazetecilerinden olan Falih Rıfkı, İzmir’in kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal ile tanışıp dostluğunu kazanmış, özellikle Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ünlenmiştir. 1923-1950 yılları arasında milletvekili olarak siyasette de yer alan yazar, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve kişisel tarihi cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir. Atatürk’ün sonsuzluğa göç edişinin 84. yıldönümünde onun Çankaya adlı eserinde Atatürk’le ilgili anlattıklarından bir demet derledik. Atamızı saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz… HALK ÇOCUĞU OLMAKLA ÖVÜNÜRDÜ Mustafa pek küçük yaşta öksüz kaldı. Ailenin geçineceği olmadığı için anası oğlunu okuldan alarak Lankaya taraflarında ağabeyi Hüseyin ağanın çiftliğine gittiler. Dayısı Mustafa’yı çiftlik işlerinde yetiştirmeğe karar verdi. Atatürk kız kardeşi ile beraber karga kovmak için bakla tarlası bekçiliği ettiğini hiç unutmamıştır. Devlet başkanlığı zamanında bir misafirin bu tarla bekçiliği hikâyesine: -Aman efendimiz… yollu, estağfurullaha benzer, bir inanmazlık göstermesi üzerine: -Evet öyledir. Ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Doğuşumda bir ayrılık varsa Türk oluşumdan ibarettir, demişti. Bir halk çocuğu olmakla övünürdü. ATATÜRK ve TİCARET İstanbul’un İşgal edildiği günlerde Mustafa Kemal’in başından bir ticaret ve gazete macerası geçer. Falih Rıfkı Atay ÇANKAYA adlı eserinde anlatır bu olayı: Ordular Grubu Kumandanlığından İstanbul’a geldiği zaman bazı ahbapları bakmışlar ki Atatürk’ün üç beş bin lira tasarrufu var: Artık bir vazifeniz yok, böyle arkası gelmeyen masrafa dayanılmaz, paranızı bir ticarete koysak, demişler. - Ama ben ticaret bilmem ki... - Bilmenize hacet yok, efendim. Mesele, A... Beyefendiye sizin bu ehemmiyetsiz paranızı kabul ettirebilmekte. - Ondan sonra paranız kendiliğinden işler, durur. Söyleyen eski bir ahbabı. A... Beyefendi de tanımadığı bir İstanbul kibarı. Kendi kendine, öyle ya topu topu birkaç bin lira var, anamın sandığında duracağına A... Beyefendi kim ise, onun sermayesi içinde dönüp çoğalsa hiç de fena olmaz, diye düşünür. Ahbabı: Dün hatırıma geldi de A... Beyefendiye danışmadan size geldim. Onun razı olacağını söyleyemem. Çok büyük işler görür. Bunlar arasında birkaç bin liranızla alâkadar olacağını tahmin etmiyorsam da bu defa görüşür, tanışırsınız... Pek hoşsohbet bir zattır da... A... Beyefendi akşam meclislerinden birine davet eder Mustafa Kemal'i, o da yanına Fethi Bey’i alarak gider. Niyeti beyefendi lütuf buyurursa, Fethi Bey’in tasarrufunu da kendi parasına katarak ‘’nemalandırmak’’tır. İstanbul tarafında bir konağa girmişler. Sofra, yemekler, salon hepsi yerinde. Beyefendi Bâb-ı Âli uslûbu ile sohbetler açar, terbiyeli konuşur, pek nezaketli dinler, ticaret ve para gibi bahislere tenezzül edip dokunmaz bile! Mustafa Kemal içinden, “Galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmeyecek” diye kaygılara bile düşer. Bir aralık, hani bizim mesele, der gibi ahbabına göz ucu ile işaret eder. Ahbabı sonunda güçlükle meseleyi açar, beyefendi yarı dinler, yarı dinlemez: Hele paşa hazretleri yazıhaneye teşrif etsinler de... gibi yarım ağız bir vaatte bulunduktan sonra felsefeye mi, politikaya mı, bir kibar bahse daha geçer. Gece geç vakit konaktan çıkarlar. Mustafa Kemal yolda Fethi Bey’e: Nasıl? der. - Nesi nasıl, iş nedir, ne verilecek, ne getirecek? Bir şey söylemedi ki... - Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana... Kendisinden böyle âdî şeyler sorulur mu hiç? - Ben bilmediğin işe senetsiz kontratsız on para koymam, der. Mustafa Kemal, inatçılığı yüzünden, arkadaşı Fethi’nin böyle bir fırsatı kaçırmasına onun hesabına esef eder ve ertesi sabah anasının da: “Ne yapacaksın yavrum, sakın paranı elinden kapmasınlar?” gibi ihtiyatlı sözlerine karşı da beyefendinin hesabına sıkılarak parasını alıp götürür. Yaveri Cevat’ın galiba yüz elli lirası birikmiş. O da rica ederek bu sermayesini komutanının parasına katmış. Yolda Mustafa Kemal’in korkusu; beyefendi ya kabul buyurmazsa? Yazıhaneye gitmişler. Beyefendi Mustafa Kemal’in zarfını almış: “Bir defa saysanız” sözüne “değer mi?” gibi bir yarı gülüşle baktıktan sonra kasasını açmış, içine atıvermiş. Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmeyecek kadar kibar olmak için kim bilir ne kadar zengin olmalı, diye düşünen Mustafa Kemal, sermayesinin de konduğu ticaret işinin teferruatı üzerine konuşmaktan bile sıkılmış. Çıkıp gitmişler. Nihayet işi ahbabından sorabilmiş. O da bir incir meselesinden bahsetmiş. İzmir’den bir yelkenliye konacakmış. Bir yere götürülecek, satılıp bir şeyler alınacak. O İstanbul’a gelecek, karma karışık, dolambaçlı bir iş ama ahbabı: "Büyük kâr böyle olur. Yüzde ikiden, yüzde üçten ne çıkar? Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız." Bir iki dönüşte iki misli, üç dört dönüşte dört misli, Mustafa Kemal anacığına alacağı evi hayalinde bir iyi döşemiştir bile! Günler geçer…yelkenli bu, gün ölçüsüne gelmez. Haftalar geçer… Mustafa Kemal Fethi Bey’e bir sorayım, der. O, soğukkanlı ve realist: Ne yelkenlisi, ne inciri birader... mükemmel dolandırdılar seni... dese de; atlas döşeli kupa, sofra üstündeki kristal kadehler, yaldızlı koltuklar, sonra beyefendinin para zarfını şöyle kasaya doğru atışı gözü önünde canlanan Mustafa Kemal arkadaşına kızar: “Sen de hep böylesin. Her şeyin fena taraflarını bulursun” diye sinirlenip yine ahbabı ile soruşturur. Yanlış bir limana mı gitmişler, yoksa incirde kurt yokmuş da var diye rüşvet mi istemişler, boşalmış da yerine yükleneceği mi beklemekteymişler…her görüşmede yeni bir havadis! Hatta hepsinin beyefendide telgrafları var. Nihayet bir gün Mustafa Kemal bütün cesaretini toplayıp beyefendiye gider. Sanki hiçbir şey yok... Adamcağız masanın başında, eski hal, eski düzen... Büyükdere Postası sekiz on dakika rötar yapmış gibi bir şey... Mustafa Kemal, zâhir büyük tüccarlık bu, hiç tecrübem olmadığı için ben telaşlanıyorum galiba, diye ayrılıp yine beklemeye koyulursa da içine nihayet bir şüphe de girmiş. Ha geldi ha gelecek günlerinde Sultanahmet meydanının deniz görür bir köşesinde zavallıya o gün ikindiye doğru enginde görünecek yelkenliyi bile gözetletmişler. Tabii sizin de anlayacağınız üzere en sonunda tekne batmış! Cevat ne kadar olsa küçük subay, parasız. Yüz elli lirasını kaybetmeyi bir türlü içine sindiremediğinden bir gün beyefendiyi köprü üstünde sıkıştırır. “Buraya bak, ben paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin, ya seni köprüden aşağı atarım” demiş ve sermayesini kurtarmış. Mustafa Kemal, o güzel tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı. ATATÜRK ve GAZETECİLİK Bir müddet sonra İstanbul’da bir gündelik gazete meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal, az da olsa sermaye koyanlar arasında. Bu yeni ticaret büsbütün tatlı. Yazacaksın, yazdıracaksın, fikir kavgaları yapacaksın, üstelik para da kazanacaksın. Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddi yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir, Mustafa Kemal’in bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyor ki o günkü gazetelerde Fethi Bey’den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir, o halde bu gazetenin sürümü de hepsinden daha yüksek olması pek tabii değil midir? Birçok fikir adamı ve yazarlar bu hataya düşmüşlerdir ve imzalı makalelerinin bir gazeteyi, ne kadar sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazıcılığının özellikleri üzerinde de durmamışlardır. Biz okurlarımızla konuştuklarımızı birbirine karıştırırız. Konuştuklarımız seviyece, zevkçe aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar çok defa gündelik gazete bile okumazlar. Beğendikleri gazete en az, ele alamadıkları gazete ise en çok satar. Evet, gazetecilik de bir ticaret ama, bir fikir adamı için dahi incir, üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret! Mustafa Kemal de gazetesini evinde okur. Pek hoşuma gider, herkesin elinde görmek sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde ne de satıcıların ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki ve vapurdaki şehirli habersiz görünür. Halbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde herkesin gazeteden haberi vardır. Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün komutanlık hayatından nesi kalmışsa, o da en çok sürülmemesi için hiçbir sebep olmayan bu gazetede eriyip gider. ATATÜRK ve SOYADI KANUNU Soyadı Kanunu üzerine Atatürk’e bir merak geldi idi. Daha doğrusu onu bu meraka meclisine gelmiş olanlar düşürmüştü: Herkes soyadını ondan almak hevesinde idi. O da tutar, karşısındakinin hal tercümesini sorar, başından geçen olaylardan birer harf veya hece seçer, sonra bunları karıştırıp soyadı olarak takardı. Böylece hayli garip isimler meydana gelmiştir. Ben bir sabah Tarama dergisini açmış, ilk sayfalarda en sevimli kelimeyi soyadı almaya karar vermiştim. “Atay” o sabahki seçmenin eseridir. Hemen gazetedeki yazılarıma da yeni imzamı koymaya başladım. Atatürk bir akşam serzeniş dahi etti: Sen kendine soyadı bulmayı bana bırakmadın, dedi. Her gün yazıyorum. “Sizin bu işe ne kadar değer verdiğinizi bildiğimden bir gün bile geç kalmak istemedim” yollu cevap vermiştim. İsmet Paşa’ya İnönü adını o vermiştir. Fevzi Paşa, aile geleneği olduğu için, “Çakmak” isminde ısrar etti. Atatürk hiç hoşlanmadı ama, rahmetliyi kırmadı: Tuhaf şey, soyadı üstünde “çakar almaz” gibi alaylar yapılmasından da çekinmiyor. Çakmak.. çakmak... Bir komutan için hiç de hoş değil... demişti. Kendi soyadı ona, biraz yardımla rahmetli Safvet Arıkan’ın armağanıdır. Safvet’in bulduğu “Türkata” idi. Mecliste hayli tartışıldıktan sonra daha ahenkli ve manalı olan “Atatürk” şekline girdi. Soyadı günlerinin hoş bir hatırası vardır. Dil davası ile uğraşanlardan ve Dış işleri bakanlığı yüksekçe memurlarından Osman Grandi safça bir adamdı. İçi dışı bir, fakat içi de dışı da birbiri kadar düzdü. Grandi, Mussolini’nin dış bakanının adı idi. Bir akşam: "Ne taşıyorsunuz beyefendi bu soyadını?" diye sordu. “Çok eskidir, tarihidir, efendim” cevabını verdi. -Ne imiş tarihi bakalım? Yanında bulunan bir arkadaşı, gaf yapacağını bildiği için, eteğini çekmişti. Önce ona dönüp ve hiçbir târiz maksadıyla değil de acaba söyleyecek bir şey mi var gibilerden: "Siz mi çektiniz eteğimi?" diye zavallıyı iyice sıktıktan sonra izah etti: "Efendim, dedi, cedlerimizden biri gemi ile Mısır’dan geliyormuş. Teknenin kaptanı imiş. Yolda büyük bir fırtına çıkmış: İmdat gelinceye kadar içindekilerin hepsi boğulmuşlar, fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş. Soyadımızın hikâyesi bu. Atatürk: Ne, ne, dedi, bütün gemisindekiler boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı? Beyefendi yalnız bu sebeple onu bırakınız da bir Türkçe ad takınız, dedi. Değiştirildi ve böylece dil toplantılarından İtalyan Dış Bakanının gölgesi silindi idi. BUNLAR YAZILMAZSA BEN ANLAŞILMAM Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü dağılışı vardı. Ya Atatürk’e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir ve yatak odasına çıkar yahut yabancı ve yarı bildiklerle vedalaşıp, birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında veya eğer bahar ve yaz günleri ise, köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı. O gece gülüşe oynaşa sabahladık. Atatürk benimle birkaç kişiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli dedikodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki: -Şimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yanınızdayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. İzin verir misiniz, Yakup Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak… Ferah ve uyanık bir bakışla beni süzdü: -Dün geceyi yazacak mısınız? -Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum var? -Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam ki… Siz de başkalarının yazdıklarını tekrarlamış olursunuz Kaynak: Falih Rıfkı Atay-ÇANKAYA Derleyen: Nurten B. AKSOY

bottom of page