top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Kalıplara Sığmayan Bir Yazar Kemal Tahir

    Nurten B. AKSOY * Fikirleriyle, romanlarıyla Türk Edebiyatını ve düşün hayatını derinden etkileyen, ama yapıtları ve düşünceleri en çok tartışılan yazarların başında gelen, Türkiye'nin ruhunu bulmaya en çok yaklaşan usta kalem Kemal Tahir’i düşünceleri ve eserleriyle tanıyalım. 13 Mart 1910'da İstanbul Vezneciler’de Sultan Abdülhamid’in ailesine hediye ettiği kagir konakta dünyaya gelen Kemal Tahir’in babası, Padişah Abdülhamit'in hünkâr yaverliğini yapan Yüzbaşı Tahir Bey, annesi ise Yine Abdülhamit’in kızı Naile Sultanın hizmetinde bulunan Nuriye Hanımdır. Babasının görevleri nedeniyle ilk öğrenimini imparatorluğun değişik yerlerinde sürdüren Kemal Tahir, ailesinin 1923’te İstanbul’a yerleşmesinden sonra eğitimine Galatasaray Lisesinde devam eder. Annesinin 1926 yılında veremden ölümü ve babasının ikinci bir evlilik yapması üzerine öğrenimini 10. sınıfta yarım bırakır. Önce İstanbul’da avukat kâtipliği, sonra Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yapar. 1932’de İstanbul’a dönen Kemal Tahir; Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde röportaj yazarı, çevirmen, düzeltmen olarak çalışır. 1933’te bazı yazar ve şairlerle “Geçit” adlı bir edebiyat dergisi çıkarır. Galatasaray Lisesindeki yıllarında yeni kurulan Cumhuriyet'in en genç savunucularından biri olur. Cumhuriyet'e, İnkılaplara ve Mustafa Kemal'e Büyük bir aşkla bağlanır. Ülke meselelerine son derece duyarlıdır. Mevcut gelişmelere Kemalist bir düşünce sistemiyle yaklaşan Tahir, ileriki yıllarda sosyalizm ve Marksizm'e yönelir. Gençlik yıllarında (1934) Beyoğlu'ndaki bir pansiyonunda oda komşusu olan ve Sarı Mustafa diye bilinen Türkiye Komünist Partisi Genel Merkez üyesi Mustafa Börülce, fikirleriyle Tahir'i etkiler ve yeni bir çevreye sokar. Bu çevrede onun için en önemli isim Nazım Hikmet’tir. O yıllarda ilk eşi Fatma İrfan'a yazdığı bir mektupta şöyle der: "Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman mesele yığdılar. Kant, Descart, Nietzsche, Engels, hatta Marx bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan, anadan doğma bir kör gibiyim." Girdiği bu yeni çevre Kemal Tahir'in toplumsal konulara bakışında büyük değişikliklere neden olur. O artık bu topraklara ait olan, yani Anadolu'nun geçmişi ve bugünüyle birlikte geleceğe dair planlar yapabileceği bir düşünce sistemi aramaya başlar. Bu noktada da sosyalizmi bir kurtarıcı olarak görür. Nazım Hikmet'in teşvikiyle sosyalizm hakkında yazılar yazar, tartışmalara katılır ve bu yoğun çalışmaları da şöyle ifade eder: "Beni Nazım öyle bir çalıştırıyor ki, neredeyse buna 'istismar ediyor' bile diyeceğim..." 1938 yılında “Bahriye Davası” diye bilinen “Donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak” davasında; başta Nazım Hikmet ve kardeşi Nuri Tahir olmak üzere pek çok kişiyle birlikte yargılanıp 'yayıncılık yoluyla komünizm propagandası' yapmaktan 15 sene 4 ay hüküm giyer. Tahir'e göre tek suçu astsubay olan kardeşi Nuri Tahir'e ve onun bir arkadaşına, Sabahattin Ali’nin bir kitabını okumak için vermesidir. Suçlamaya göre, hafta başında izne çıkan bahriyeliler Tahir'in kütüphanesinden kitap seçip okuduktan sonra bu kitapları diğer arkadaşlarına vermektedirler. Mahkeme tutanaklarına göre ise 'sosyalizm, Marksizm ve komünizm' içerikli bu kitaplar Nuri Tahir vasıtasıyla Yavuz gemisine sokulmakta, askeriye içerisinde komünizm propagandası yapılımaktadır. Cezası onandıktan sonra iki yıl İstanbul’da hapis yatan Kemal Tahir, ardından kendi edebiyat ve düşünce dünyasında köklü değişikliklere neden olacak Çankırı Cezaevi'ne nakledilir. Burada Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte yaklaşık 16 ay kalır. Daha sonraki yıllarda geliştireceği 'Anadolu gerçeğini' tam olarak ilk kez bu cezaevinde keşfeden Tahir, Anadolu insanının kişisel ve toplumsal dramının kendine özgülüğünü, başka toplumlardan farklı olduğunu da burada görür. Ülke meselelerine gençliğinde Kemalist gözle bakan, ancak daha sonra Sosyalizm ve Marksizm'e yönelerek tek parti iktidarını ve Kemalizm'i eleştiren Tahir, 1938 yılında 'Donanmayı isyana teşvik' suçundan mahkeme kararı ile “komünist” ilan edilince, eşi Fatma İrfan Hanım'a yazdığı bir mektupta bu durumu şöyle anlatır: "Bütün Türkiye Cumhuriyeti, ordusu, temyiz mahkemesi, hükümeti ile 'İlla Kemal Tahir'i komünist yapmak istiyoruz, muhakkak komünist olmalı' diye seferber olursa; takdire tedbir uymuyor demektir. Biz de halis yerli komünist olur çıkarız. Hem komünist olmak atla deve değil ya, önümüzde 15 adet yıl var. Düşüne taşına, okuya üfleye icabına bakılır." Kemal Tahir hapse girince eşi Fatma İrfan Hanım, “Vatan ve devlet düşmanı bir ideoloji olan komünizmi benimsediği için 15 yıl ağır hapse mahkum olmuş bir kişiyle aile bağını yürütmenin imkansızlığı” gerekçesiyle Tahir’den ayrılır. Kemal Tahir Çankırı Cezaevinde birlikte kaldığı Nazım Hikmet'le birçok konuda çalışır. Kimi zaman ters düşüp kimi zaman tartışsalar da Nazım onun için hapishanede hep maddi ve manevi dayanak noktası olur. Fakat bu iki tehlikeli komünistin daha fazla bir arada olmasını sakıncalı görenler Nazım Hikmet’i Bursa Cezaevine gönderirler. Nazım'ın yol arkadaşı Tahir'e düşkünlüğü başkadır: "Bana bak Kemal Tahir, sen bu dünyada benim Piraye'den sonra en yakın dostumsun, kardeşimsin, oğlumsun, Memet'im gibi bir şeysin biraz. Onun için senin başından geçenleri bir aylık yoldan dahi yanındaymışım gibi gayet iyi anlarım." Çankırı’dan sonra 1941 yılında Malatya Hapishanesi'ne nakledilen Tahir, bu şehirde Anadolu gerçeğini ve insanını görür, onları yakından tanır ve içselleştirir. Mapusane arkadaşları olan katil, eşkıya, hırsız, ağa ve marabanın ne olduğunu, nasıl hayatlardan kopup mahpus damına düştüklerini kendi ağızlarından uzun uzun dinler. Sayfalarca notlar alır, böylece bir yandan düşünce dünyasını zenginleştirirken bir yandan da romanlarının alt yapısını oluşturur. Cemil Meriç'in ifadesiyle ‘hapishaneyi bir laboratuvar gibi kullanır’ Kemal Tahir. Çankırı’dan sonra, 1944-1950 yılları arasını Çorum Hapishanesi'nde geçirir yazarımız. Bu yıllarda romancılığı ve fikirleri değişime uğramaya devam eder. Malatya'da aldığı notlarda, bireylerin kişisel dramlarına eğilirken, Çorum yıllarında ferdin dramını oluşturan gelenek ve görenekleri, toplumun farklı dinamiklerini inceler. Yine Çorum yıllarında Tahir'in Osmanlı Tarihine ilgisi giderek artar ve Anadolu tarihini incelemeye başlar. Osmanlının kültürel ve sosyal yaşantısını kavramaya çalışır. Bunun sonucunda Anadolu'nun kendine özgü özelliklerini romanlarında kuvvetli bir malzeme olarak kullanır. Tüm bu mahkûmiyet yıllarında büyük bir geçim sıkıntısı yaşayan Kemal Tahir, çeşitli gazete ve dergilere takma isimle mizah öyküleri ve polisiye romanlar yazar. 1954 yılına kadar da “Kemal Tahir” adını eserlerinde kullanmaz. Bu zor günlerinde yanında yine arkadaşı Nazım Hikmet vardır. Nazım hapisane günlerinde arkadaşlarına sadece manevi değil, maddi destek de sağlamaya çalışır. Bursa Cezaevindeyken kurduğu dokuma tezgahından kazandığı kısıtlı parayı arkadaşlarıyla bölüşür. Burada birlikte kaldıkları Orhan Kemal anılarında “Bu tezgah işinin ne sermayesinde ne de tasarısında hiçbir ilgim olmadığı halde, Nazım bana da pay ayırmıştı. Bir pay bana, bir veya iki pay Kemal Tahir’e, iki pay Piraye yengeye, bir pay da kendisine…” diye anlatır. Kemal Tahir 1950’de çıkan aftan yararlanarak serbest kalır. Cezaevinden çıkar çıkmaz ikinci eşi Semiha Sıdıka Hanım ile evlenir. Çiftin evliliği Kemal Tahir’in 1973’teki vefatına kadar sürer, ancak çocukları olmaz. 1950’li yıllarda Körduman, Bedri Eser…gibi çeşitli takma isimlerle kitaplar yayımlamayı sürdüren Kemal Tahir’in Amerikalı yazar Mickey Spillane'den çevirdiği “Mayk Hammer” dizisi büyük ilgi görür. Orijinal kitapların tamamını çevirdikten sonra Mayk Hammer'in Yeni Maceralarını yazmaya devam eder. Böylece Kemal Tahir’in kaleminden dört yeni Mayk Hammer romanı çıkar ortaya. Kemal Tahir İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olayları sırasında bir kez daha tutuklanarak Harbiye Cezaevinde 6 ay yatar. Daha sonra Aziz Nesin’le birlikte kurdukları Düşün Yayınevini yönetir. Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi Türk sinemasının ünlü yönetmenleriyle senaryo çalışmaları yapar. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” adlı uzun öyküsü Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlanır, 1955'te kitap olarak basılır. Kemal Tahir bu eserinde yıllar sonra ilk defa gerçek adını kullanır. Göl İnsanları'nı yayımladığı 1955 yılında bir köy romanı olan Sağırdere de yayımlanır. Sağırdere (1955) ve onun devamı olan Körduman’da (1957) Çankırı'nın Yamören köyünden Mustafa’nın serüvenini merkez alarak köylünün sorunlarını, etik değerlerini, köyün ekonomik yapısını, tarih içindeki bağlarından koparmadan anlatır. Mütareke dönemi İstanbul’unu konu alan Esir Şehrin İnsanları’nı, eşkiyalık olgusunu işlediği Rahmet Yolları Kesti romanı izler. Daha sonra Çorum bölgesi insanlarını anlatan roman üçlemesinin ilk iki kitabı olan Yediçınar Yaylası ve Köyün Kamburu yayımlanır. Üçlemenin son kitabı olan Büyük Mal adlı roman ise 1970’te yayımlanır. 1960’tan sonra tüm dikkatini Osmanlı tarihi ve toplum yapısına yönelten Kemal Tahir; devlet, Doğu-Batı çatışması, Batılılaşma ve mülkiyet gibi sorunları derinden kavramaya uğraşır. Araştırmaları sonucu resmî tarih söyleminin karşısında, Osmanlı Devleti'nin kültürel ve siyasî mirasını sahiplenen bir romancı haline gelir. Kemal Tahir Osmanlı Devleti, Cumhuriyet ve Batılılaşmayla hesaplaşmasının sonucu olarak 1965 yılında Yorgun Savaşçı adlı romanını yayımlar. Resmi tarih söylemine aykırı görüşler içeren bu eser, tarihi çarpıtmakla eleştirilir. 1980 yılında romanın TRT tarafından filme çekilmesi ile yeniden gündeme gelen eleştiriler, 1983’te filmin, zamanın başbakanı Bülent Ulusu’nun emri ile yakılmasına yol açar. 1965 yılının Nisan ayında Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilen Bozkırdaki Çekirdek romanı, Kemal Tahir’in çok tartışılan eserlerinden birisi olur. Bu eserde devlete verdiği öneme rağmen devleti kutsallaştırmayan Kemal Tahir, yanlış siyasetçilerin kötü yönetiminde devletin halkıyla ters düşebileceğini düşünür. Köy Enstitülerinin tepeden inmeci bir yaklaşımla kuruluşunu eleştirerek iktidarla ters düşer. 1967’de en önemli eserlerinden birisi olan Devlet Ana yayımlanır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu ele aldığı bu romanda “kerim devlet” kavramını ortaya atarak Batılılaşmayı eleştirir. Böylece yerli bir sosyalizm oluşturmaya çalıştığı için Marksistlerin tepkisini çeken Kemal Tahir, 1968 yılında Yorgun Savaşçı ile Yunus Nadi Armağanı’nı, Devlet Ana ile de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanır. 21 Nisan 1973’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu, ardında onlarca eser bırakarak yaşama veda eder. Saygıyla anıyoruz…

  • Yol Arkadaşları

    1960-1970’li yılların çocukları ve yeni yetmeleri olan bizler okumayı seven ya da sevmek zorunda kalan bir kuşaktık. Televizyonun, bilgisayarın ve cep telefonlarının olmadığı o yıllarda, tek eğlencemiz radyoda yayınlanan “Arkası Yarınlar”, 45’lik plaklar ve çeşit çeşit kitaplardı. Ne bulursak okurduk; klasik eserlerden tutun Kemalettin Tuğculara kadar. Bir de bu yıllarda hayatımıza renk katan, bizi heyecanlandıran, kültürümüzü geliştiren dergiler ve çizgi romanlar vardı… DOĞAN KARDEŞ 1945-1993 yılları arasında belli aralıklarla yayınlanan, popüler çocuk dergisi. Bu yıllarda bir efsane haline gelmiş olan dergi 4-5 kuşak boyunca hepimizin anılarında derin izler bıraktı. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in İsviçre’nin Flims kasabasındaki Sunnehuesley yatılı okulunda okuyan 10 yaşındaki oğlu Doğan Taşkent’in 10 Nisan 1939 tarihinde Alpler’de meydana gelen bir heyelan sonucunda hayatını kaybetmesi üzerine onun anısını yaşatmak için, adını taşıyan bir çocuk dergisi yayımlamaya karar vermesiyle 1945 yılında Doğan Kardeş çıkmaya başladı. Yıllar boyunca Türkiye’de çocukların en yakın dostu olan bu efsanevi dergide Suna Kan’dan İdil Biret’e, Coşkun Aral’dan Pınar Kür’e, Talat Halman’dan Garo Mafyan’a kadar, günümüzün birçok ünlü isminin imzalarına henüz hepsi birer çocukken ilk önce Doğan Kardeş’te rastlandı. Suna Kan ve İdil Biret yurtdışında eğitim gören birer harika çocukken gönderdikleri mektuplar dergide yayımlanıyordu. İçinde yazılar ve karikatürlerin yanı sıra çizgi romanlar da vardı. Çocukluğumuzun en büyük kültür hazinesi ve eğlencesiydi. TOMMİKS Yüzbaşı Tommiks (Capitan Miki) 1835 ve 1840 yılları arasında Amerika’da yaşayan 15 yaşında bir korucu, rangerdir. Bu dönem Amerikan tarihinde “Altına Hücum” veya “Batıya Göç” dönemi olarak bilinir. Yüzbaşı Tommiks’e iki alkolik karakter, Konyakçı (Doppio) ve Doktor (Salasso), her macerasında eşlik eder. Bu ikili bir yandan kendilerini sürekli komik olayların göbeğinde bulurken, diğer yandan da arkadaşları Miki’nin yardımına koşmaktan da geri kalmazlar. RED KİT Özgün adı “Lucky Luke” olan Red Kit, Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen çizgi romandır. Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy “Red Kit” sadık beyaz atı Düldül (Jolly Jumper) ve sevimli köpeği Rin Tin Tin (Rantanplan) ile beraber suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanıdır. Suçluları temsil eden Dalton kardeşler; Joe, William, Jack ve Averel birçok macerada yer alırlar. Diğer unutulmaz karakterler Kalamiti Jane, Billy Kid, Yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba, Posta arabası sürücüsü Hank ve Cenaze Levazımatçısı’dır. TEKSAS Teksas ya da Çelik Blek 1956 yılından beri Türkiye’de yayınlanan ve kardeş yayın olan Tommiks ile birlikte çocuklar ve gençler arasında çok büyük ilgi görmüş İtalyan yapımı bir çizgi romandır. Bu romana olan ilgi o dereceye varmıştı ki Türkiye’de bütün çizgi romanlar Teksas-Tommiks adıyla anılmaya başlandı. 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da İngiltere’ye ait kolonilerin bağımsızlık savaşı vererek Amerika Birleşik Devletleri’ni kurmasını konu alan bu çizgi romanın başlıca kahramanları Çelik Blek isimli bir genç savaşçı, Rodi isimli ergenlik çağındaki bir erkek çocuk ve Profesör Oklitus’dur. TENTEN’İN MACERALARI Özgün adı “Les Aventures deTintin” olan çizgi roman dizisi, 1929 yılında Belçikalı çizer Hergé tarafından yaratıldı. 20. yüzyıl Avrupa çizgi romanlarının en ünlülerindendir. Serinin kahramanı, genç bir gazeteci ve gezgin olan Tenten’dir. Maceralarında ona köpeği Fındık (Milu), arkadaşı Kaptan Haddock ve başka pek çok renkli karakter eşlik eder. CEP FOTOROMANLARI 60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından çok rağbet gören orta boy bir cebe sığabilecek boyutta olduğu için “Cep Fotoromanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitapları vardı. Dış kapaklarına ana karakterleri içeren bir sahnenin basıldığı renkli bir fotoğraf, iç sayfalarında ise tamamı siyah-beyaz fotoğraflar bulunurdu. Bu fotoğrafların üzerinde Türkçe dizilmiş konuşma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çoğunlukla İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi. Kavga ve dövüş sahneleri içermeyen, pembe aşk hikayeleri üzerine kurgulanmış bu tekdüze fotoromanları, birbirimizle değiş-tokuş yaparak okur hatta kısıtlı harçlıklarımız almaya yetmediği için bir gecelik kiralardık o kitapları ve çoğu kez ders kitaplarımızın içine saklayarak okurduk. HEY DERGİSİ 1970’lerin başından 1980’lerin sonuna dek Milliyet Yayın Topluluğu tarafından çıkarılan müzik ve gençlik dergisiydi. Hey’in en çok ilgi gören bölümleri; müzik listeleri, radyo program listeleri, mektup arkadaşı köşesi ve posterlerdi. Hey’in renkli posterleri o dönem odalarımızın duvarlarını süslerdi. SES DERGİSİ Ses Dergisi, 1956’da yayımlanmaya başladı. Birçok sanatçının Yeşilçam’a ve sahnelere adım atarak ünlü olmasını sağlayan Ses’de sanat, sinema, moda ve müzik dünyasından haberler yer alıyordu. Dergi aynı zamanda, Ressam Fikret Mualla’nın çizimler yaptığı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun düzenli yazılar yazdığı bir dergi olma özelliği taşıyordu. Ses Dergisi için 1938’de çizdiği desenlerden birinin müstehcen olduğu gerekçesiyle Fikret Mualla hakkında dava açılmıştı.Türk sineması, Türk müziği ve diğer sanat dallarında birçok ünlünün bugünkü tanınırlığını sağlamada çok etkili olan Ses, 2013’te yayın hayatına tekrar başladı. HAYAT MECMUASI 1956’dan 1980’lerin sonlarına kadar İstanbul’da yayımlanan haftalık haber-aktüalite dergisi. 1960-1970’li yıllarda Türkiye’nin en yüksek tirajlı dergisi idi. Dergide magazin haberleri, tarihi yazı dizileri, edebi eser tefrikaları, gezi yazıları yayınlanırdı. Yayın hayatına 6 Nisan 1956 günü başladı. Sohbet yazıları ve radyo programları ile tanınan Şevket Rado tarafından çıkarılan derginin sahibi Yapı Kredi Bankası idi. Renkli kapakları ve derginin ortasında yayımlanan tam sayfa resimleri ile büyük ilgi uyandırdı. Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe yazar kadrosunda yer alan isimlerdendi. HAYAT HAYVANLAR ANSİKLOPEDİSİ Hayvanlar Ansiklopedisi yetmişli yılların en güzel belgesel dizisiydi (!) belki de. Heyecan içinde beklerdik yeni sayılarının çıkmasını. Eskiden birçok ansiklopedi fasikül fasikül satılırdı, fasiküller tamamlandıktan sonra ciltçiye götürür, bir güzel ciltletir sonra da kütüphanemizin en güzel köşesine yerleştirirdik onları, lazım olduğunda bakmak üzere… AKBABA İlk olarak Aralık 1922 tarihinde yayımlanmıştır. 1977’ye kadar yayın hayatını sürdüren dergi, kendi alanında Türkiye’nin en uzun soluklu yayın organı oldu. Akbaba Dergisi’nin içeriği; eleştiri yazıları, tiyatro oyunları, fıkralar, rüya tabirleri, genç fırçalar köşesi ve karikatürlerden oluşuyordu. Derginin arka kapağında yabancı karikatüristlerin eserleri yer alırdı. Günümüz karikatüristlerinin ustalarının ustalarını yetiştiren Akbaba, yayın hayatı boyunca genç yazar ve çizerlere de okul vazifesi görmüştür. GIRGIR 1972’de yayın hayatına başlayan, kadrosu ve imtiyaz sahiplerinde büyük değişikliklerle günümüzde halen yayımlanan, Türkiye’nin en çok satmış kült mizah dergisidir. Oğuz Aral’ın mizah yönetmenliğinde yayına başlayan Gırgır’ın ilk yıllardaki sloganı; “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser her derde devadır, gırgır da gırgır,” idi. Bir dönem 500 bine ulaşan tirajıyla Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok satan mizah dergisi oldu ve kendinden sonra gelen bütün mizah dergilerinin tarzını belirleyen bir ekol haline geldi. Kendisinden önceki mizah dergilerinin elitist tavrını terk edip, döneminde “sulu mizah” denilerek küçümsenen, argo, cinsellik ve mahalle hayatını işlemekten çekinmeyen yeni bir anlayışa yöneldi.

  • LEYLİM LEYLİM

    Nurten B. AKSOY * Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar * Yayın Tarihi: 2016-09-01 ISBN6053609308 Baskı Sayısı: 20. Baskı Sayfa Sayısı: 240 Cilt Tipi: Karton Kapak Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı Boyut: 13 x 20 cm İş Bankası yayını * "Canım Benim, bilir misin, CANIM dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep” "Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizlidir. Bu iki kişi arasındaki giz silinemeyecek/ değiştirilemeyecek bir biçimde kağıda aktarılmış, söz uçmayıp çakılı kalmıştır. Tam da bu yönüyle "kaleme alındığı anın gerçekliği" zaman tarafından aşındırılmadan, tüm tazeliği içinde korunmaya alınmıştır. Adeta fosilleşen duygular, düşünceler yıllar sonra saklandığı yerden çıkarılıp okunduğunda, o mektubu arkeolojik bir çalışmanın en güvenilir buluntusu haline getirir. Hele ki bu buluntular bir şairden kalmışsa, o şairin şiirinin Rosetta taşı ortaya çıkmış demektir. Ahmet Arif'in 1954-1957 yılları arasında Leyla Erbil'e gönderdiği altmış adet mektuptan oluşan kitapta yazıldıkları dönemin entelektüel ve yayın ortamı ile Ahmet Arif'in sürgün günleri, yaşadığı siyasi baskı, içsel dünyası ve en çok da aşkı tüm çıplaklığıyla anlatılmış” Yukarıdaki satırlar "Leylim Leylim" adlı kitabın editörü Ruken Kızıler’in önsözünden alıntı. Leylim Leylim büyük bir zevkle; bir yandan gülümserken bir yandan içiniz acıyarak okuyacağınız mektuplardan oluşan bir kitap. Ahmed Arif’in şiirlerindeki o aykırı üslup, o haykıran, o biraz da dünyaya meydan okuyan ses, bir solukta okunan mektuplarda adeta sessiz bir çığlığa dönüşmüş, ama sevgiliye yalvaran bir çığlığa... bazen yalvaran, bazen kızan, bazen küfreden bir aşığın çığlığına… Gitmek, Gözlerinde gitmek sürgüne Yatmak, Gözlerinde yatmak zindanı Gözlerin hani? Ahmed Arif tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim'deki pek çok şiirini adadığı Leyla Erbil’i sadcee şairliğine değil, hayatta kalmasına da neden olarak görüyor. Sürgünlüğün sıkıntılarıyla uğraşırken, yokluk çekerken Leylâ Erbil onu hayata bağlayan bir köprü gibidir: “Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni.” der mektupların birinde. Leylâ Erbil ise Ahmed Arif’e yazdığı cevabi mektuplarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmişti. Ahmed Arif’in zamanla bu konumu kabullendiği mektuplarından anlaşılıyor. Gerçek duygularını ifadeden geri duramasa da kabullenmişlik büyük ozanın satırlarına yansır. Hitaplar “canım dostum”a evrilirken “dostluk avucumuza sıcacık bir kuş gibi konmuş bir kere” diye yazar: “Ama bunda benim yüküm daha ağırmış ne çıkar? Ya ben bundan hoşnutsam? Ya senin sade var olman bile beni saadetten çıldırtacak tatta bir gerçekse?”

  • Aramızdan Bir Kimse

    Nurten B. AKSOY * Müzisyen Emir AKSOY'la SÖYLEŞİ İlk konuğumuz Emir AKSOY, 1988 doğumlu, Boğaziçi Üniversitesinde okudu. İstanbul’da yaşıyor. Farklı bir alanda eğitim görse ve çalışsa da yoğun bir ilgiyle müzikle uğraşıyor, gitar çalıyor, konserler veriyor, İnternet'ten yayınlanan konuklu videolu programlar yapıyor... Sevgili Emir Aksoy, bizler sizi sosyal medyada yayınladığınız bestelerinizden, söylediğiniz şarkılardan ve çeşitli mekanlarda verdiğiniz konserlerden tanıyoruz. Bize öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? Merhabalar, 1988 yılında Antalya’da doğdum, üniversiteye kadar da orada büyüdüm, okudum ve yaşadım. Boğaziçi Üniversitesinde okumaya başladığım 2005’ten bu yana da İstanbul’da yaşıyorum. Peki, müziğe başlayalı kaç yıl oldu, gitar dışında çaldığınız bir enstürman var mı? 16 yıl olmuş gitar çalmaya başlayalı, bunun son 10-11 senesinde kendi müziğimi üretmeye gayret ettim. Başına geçtiğim enstrümanlardan basit sesler çıkartabilsem de gitar dışında “çalabiliyorum” dediğim bir enstrüman henüz yok. Gitarı da şarkılarımı üretecek kadar, yani derdimi anlatacak kadar çalıyorum zaten. Müziğe ilgi duymanızdaki etkenler nelerdi? Daima müzik dinlenen bir evde büyüdüm, annem ve babam müziğe gönülden bağlı insanlardı. Üstelik, Türkçe müziğin en kalitelilerinin ana akım olduğu yıllarda büyümenin avantajını yaşıyoruz tüm bir nesilce. Şarkılarınızı yazarken ve bestelerken neler düşünüyor, nelerden etkileniyorsunuz, sadece kendi yazdığınız sözleri mi besteliyorsunuz? Feyz aldığım, daha doğrusu dinlemekten keyif aldığım çok fazla isim var; Sezen Aksu ve tüm öğrencileri örneğin… Ayrıca, alternatif müzik sahnesinde de birbirinden muhteşem ve ilham verici insanlar var. Hal böyle olunca kendi şarkılarım kadar çalmaktan keyif aldığım onlarca muhteşem şarkı var tabii. Aslında konusu ne olursa olsun güzel yazılmış sözler beni motive ediyor. Bazen başka dostlarımın şiirlerini veya yazdıklarını, bazen de kendi sözlerimi besteliyorum, böylece konular da tek tip olmuyor. Sanırım okul yıllarında birlikte müzik yaptığınız arkadaşlarınız oldu, onlarla çalışmalarınızı halen sürdürüyor musunuz? Aslında senelerce Emir Bey adı altında kalabalık ve değişime açık bir kadroyla müzik yaptım ve bundan da çok keyif aldım, ancak birlikte müzik yaptığım dostların yoğun olması ve bir araya gelemememiz sonucunda, tek başıma şarkılarımı çalmaya devam ediyorum bir süredir. Oturma odamda provamı yapıp konsere hazırlanabiliyorum yani! Sizi yaptığınız müzikler, yazdığınız yazılar dışında ilginç kılan bir de bıyıklarınız var ve onlardan asla vazgeçmiyorsunuz, bununla ilgili söyleyecekleriniz var mı? Sabır… Şayet bıyığın uzaması esnasında karşılaştığınız o çirkin dönemlere sabredebilirseniz, uzun ve güzel bir bıyığa ulaşıyorsunuz. İnsanlar bıyıklı olduğum zamanlarda beni çok daha fazla ciddiye alıyor bir de. Şarkı söylemek mi yoksa gitarı solo olarak çalmak mı size daha çok keyif veriyor? Bunlar arasında en keyif aldığım şey şarkı söylemek. Gitar çalmanın da her türünü çok seviyorum tabii… Üzerine şarkı söylesem de söylemesem de! Şu ana kadar kaç şarkı bestelediniz, bunların içinde sizce özel bir yeri olan var mı? Şarkı formatında diyebileceğim 14-15 kadar bestem var, bunların iki tanesinin içime sinecek kalitede, yaklaşık yarısının da o ya da bu şekilde kayıtları var. Bir albümlük iş birikti yani. Çok kaliteli ve saygın bir üniversitede çok iyi bir eğitim aldığınızı biliyoruz, peki bu eğitimin ışığında bize gelecekle ilgili düşüncelerinizi kısaca anlatır mısınız? Okuluma ve okulumun bana kazandırdığı her şeye (arkadaşlarım, hocalarım, vizyonum…) müteşekkirim. Köklü kurumların en benzersiz yanı da size eğitim dışında bir kültür aktarmaları. Sürekli artan bir karanlığın içindeyiz hep beraber. Üstelik bu karanlık sanılanın aksine olana alternatif üreten bir karanlık da değil, olanı yok edip sonrasını planlamayan bir karanlık. Aynı sebepten de sürdürülebilir olmayan yani hiçbir şekilde geleceği olmayan ve bunun farkında olarak delirmiş bir karanlık. Yaşadığımızdan daha da kötü günler göreceğiz eminim ama oluşacak enkazı temizleyip olması gerekeni inşa etmek de hepimizin görevi… Peki, sadece müzik yaparak bizim toplumumuzda karnınızı doyurabilir misiniz? Ben doyurmaya gayret etmiyorum, bir işe para karışınca onun dokunulmazlığı da azalıyor çünkü... Ancak az da olsa doyurabilenler görüyorum çevremde, mutlu oluyorum. Müzik dışındaki yaşamınızda nelerle uğraşıyorsunuz? Bugüne kadar profesyonel anlamda yazı yazma, içerik üretme, proje geliştirme, dijital pazarlama yapma gibi birbiriyle bir şekilde ilişkili pek çok alanda çalıştım. Bunların içinde popüler bir dijital mecranın genel yayın yönetmenliğini yapmak da vardı, yeni kurulmuş bir şirketin pazarlamasını yönetmek de. İş hayatının yanı sıra on seneden fazla zamandır kişisel yazılarımı yazdığım Gözümün Seyir Defteri adlı bir bloğum var. Ayrıca üç senedir beehy.pe adlı uluslararası bir müzik bloğuna Türkiye’deki alternatif müziklere dair yazılar yazıyorum. Yine 10 senedir Beykoz Leo Kulübü’nde aktif olarak sürdürdüğüm bir sivil toplum hayatım var. Vakit buldukça takip ettiğim ve korosunun bir parçası olduğum Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü var. Albüm yapmayı düşünüyor musunuz ya da sizce kitlelere ulaşmak için bu gerekli midir? Albüm yapmayı düşünüyorum, hayal ettiğim gibi olması ve içime sinmesi için doğru zamanı bekliyorum sadece. Ben beklerken ve düşünürken müzik dinleme alışkanlıkları, müzik dağıtım yöntemleri de değişiyor tabii, sonra durup tekrar düşünmeye başlıyorum. Böyle bir kısır döngü işte. Yaşamınızda müzik olmasaydı sizce onun yerini ne alırdı? Daha çok yazı yazardım kesinlikle ya da daha çok fotoğraf çekerdim. Aslında müziğin yanı sıra bu ikisini de yapıyorum ama müzik, hayatımda hiyerarşik olarak hepsinin üstünde yer alıyor. İstanbul’da yaşayan bir müzisyen olarak sizin için en ilham verici İstanbul semti hangisi? Sanırım her yönüyle Kadıköy, yani tüm ilçe. Çarşısı ayrı, Moda ayrı, Cadde ayrı, sahilleri, manzarası, yeşilliği, huzuru, bunların sonucu olarak da daha sakin ve güzel insanları… Çok fazla güzel şey üreten insanın burada yaşaması da Kadıköy’ü ilham verici yapıyor bence. Müzik yaparken batıl inançlarınız, uğurlu olduğuna inandığınız eşyalar ya da objeleriniz var mı? Sanırım yok, sadece giydiklerime dikkat ederim. “Sahne ciddi iştir” gibi bir cümle oturmuş kafama vaktiyle, çıkmıyor. İyi ki de çıkmıyor… Müzik yaşamınız boyunca sizi en çok etkileyen müzisyen veya müzik gruplarını söyler misiniz? Sezen Aksu, Mazhar Alanson, Ceyl’an Ertem, King Crimson, Emir Yargın… Son zamanlarda sizi bir de Abur Cubur Center videolarında görüyoruz, biraz da bundan bahseder misiniz? Abur Cubur Center, eşim Merve ile öncelikle kendimiz eğlenmek sonra da becerebilirsek eşi dostu ve tanımadıklarımız eğlendirmek amacıyla giriştiğimiz bir YouTube kanalı projesi. Her hafta Türkiye’de bulabileceğiniz bir abur cuburu tadıp buna dair yorumlarımızı yapıyoruz. Bölümlerin oturmuş bir akışı ve belli ritüelleri var. Özetle piyasanın “büyüme, başarı, izlenme, reklam alma” gibi kriterlerinden uzak, kendimizce eğlenip öğreniyoruz: https://www.youtube.com/aburcuburcenterturkiye Bu güzel söyleşi için size teşekkür ediyor ve tüm yaşamınızda başarılar ve mutluluklar diliyoruz… Ben de sizlere teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim… https://www.facebook.com/emiraksoymusiki/ https://soundcloud.com/emiraksoy http://aksoyemir.blogspot.com.tr/ https://www.instagram.com/aksoyemir/ https://twitter.com/beyemir

  • Halil Cibran ve Sevgi Üstüne

    Nurten B. AKSOY * Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan “Kırık Kanatlar” ile Doğu'nun ‘arabesk kadercilik’ üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan “Asi Ruhlar” isimli eserlerinden sonra aforoz edilip “Bir dağın değil, bir şiirin ismidir” dediği memleketi Lübnan'dan sürgün edilen Halil Cibran'ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Amin Maalouf. Evet o, bir edebiyat sürgünüydü ama bir asır sonra hâlâ edebiyatın başköşesinde yerini alan bir sürgün… Sarp ve kayalıklıdır sevginin yolları ama içinize ateş düştü mü, izlemekten geri durmayın. Gerçi sözleri düşlerinizi darmadağın edebilir, ama sizinle konuştuğu zaman, yine de ona inanmazlık etmeyin, çünkü başınıza tacı oturtacak olan da, sizi çarmıha gerecek olan da sevgidir. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandıran ve hâlâ insanları etkileyen Halil Cibran (ya da Kahlil Gibran) 6 Ocak 1883 tarihinde Lübnan'da (Bsharri) doğdu. 8 yaşındayken babası vergi kaçakçılığı suçundan mahkum olunca annesi ve üç kardeşiyle birlikte büyük maddi sıkıntılar içine düştü. Bir süre akrabalarının yanına sığınan ailesi, güçlü bir kadın olan annesinin kararıyla 1895 yılında Amerika'ya göç ederek Boston'a yerleşti. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilen Cibran aynı zamanda başarılı bir ressam idi. Resimlerinin bazıları günümüzde de dünyanın birçok şehrinde sergilenmektedir. Zaman zaman ülkesine dönmekle birlikte yaşamının yaklaşık son yirmi yılını ABD'de geçiren yazar,1931 yılında kanserden ölene kadar kaldığı bu ülkede yazdı eserlerini. “Doğrusu sürgünde geçirdiğim yıllar için pişman değilim” diyen Cibran, edebi anlamdaki sürgününde yaşarken de Doğu'ya, yani ışığın yükseldiği yere yakışanı yapmış, ne pahasına olursa olsun hakikati söylemekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. Amerika'nın 28. Başkanı olan Wilson'un da dediği gibi “O, Batı'yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır.” Tıpkı püsküllerin mısırı sarışları gibi, sevgi de sizi kendisine sarar. Soyunmanız ve önünde çıplak kalmanız için sizi zorlar, bembeyaz kesinceye dek evirir çevirir, acı verir canınıza. Boyun eğdirinceye dek ezer, yoğurur sizi. Sevgi tüm bunları başarır, yeter ki siz kalbinizin sırlarını öğrenin ve bu yolla hayatın yüreğinden bir parça olun. Halil Cibran’ın “Prophet” isimli kitabı 1923 yılından bu yana ABD'de en çok satanlar listesine İncil'in ardından ikinci kitap olarak girmiş ve Cibran, 20.Yüzyılın dünyasında Shakespeare ve Lao Tzu’yle beraber en çok okunan 3. ozan olmuş. Cibran 1920’lerin sonlarına doğru bir gece "Yeryüzü Tanrıları” isimli eserini yazdığı dönemde, kar yağarken dışarıda devam etmek ister yazmaya. Dışarı çıkar ve Central Park'a gider. Yanına gelen polisler Cibran'a nereli olduğunu sorduktan sonra, polislerden bir tanesi “Sizin oradan bir yazar var, ne zaman ki kitapları evime girdi, eşim bana itaat etmeyi bıraktı, artık benimle tartışabiliyor. Sanırım o yazarın ismi Halil Cibran'dı, hiç duydun mu bu adamı?” der. Cibran da “evet duymuştum” diye cevap verir. Halil Cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez 1923 yılında basılan Nebi adlı eseri, toplam 26 adet şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır. Kitap, El Mustafa adındaki bir kâhinin 12 sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken bir grup halk tarafından durdurulması ve ana kahraman ile halk arasında insanlık, hayatın genel durumu vb. konular hakkında geçen konuşmalardan oluşmuştur. Ama diyelim ki korkulara kapılmışsınız Ve sevgiden salt bir huzur ve zevk bekliyorsunuz, o zaman bir an önce çıplaklığınızı örtün ve sevginin zorlu düzeninden uzaklaşıp mevsimleri olmayan bir dünyaya sığının, daha iyidir. Karşısındakine kendinden başka bir şey vermez sevgi Ve kendinden başka hiçbir şeyi geri almaz çünkü sevgi kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir. Yazarın, Türkçeye “Ermiş” ve “Nebi” isimleriyle çevrilen “Prophet” isimli bu kitabındaki El-Mustafa ismini, Hz. Muhammed'i işaret ederek kullandığı iddia edilmiştir. Cibran’ın “Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur” sözünde de ifade ettiği gibi kitapta gerek Kuran'ı ve gerekse İncil'i anımsatacak yeteri kadar malzeme vardır. “İnsanoğlu İsa” isimli eseriyle de İsa'yı insan olarak farklı bir açıdan ele almış ve kitabın her pasajında farklı bir insanın ağzından anlatmıştır. Yazarın bu kitabındaki çalışmalar dikkate alındığında El Mustafa'nın Meryemoğlu İsa Mesih olabileceği iddiaları da güç kazanmaktadır. İlk ve karşılıklı aşkı olan Selma Karamy ile yaşadığı yasak aşkın son perdesinde sevgilisinin mezarına kapanıp ağlayan Cibran'ın aşkları da kendine özgüdür. Sevginin kendini mutlu etmekten öte hiçbir arzusu yoktur, ama eğer sevgiye kapılmışsanız ve tutkularınız olsun istiyorsanız, şunları kendinize seçin; Tutkunuz, sevginin içinde erimek olsun, Tutkunuz, aşırı duygusal davranışların getireceği acıları tanımak olsun, Tutkunuz, kendi sevgi anlayışınızla kendinizi vurmak olsun… 1912'den ölüm tarihi olan 1931'e kadar, kendisi gibi bir Arap edebiyatçı olan Nasıra doğumlu Mey Ziyade ile büyük bir aşk yaşar Cibran. Her ikisi de bir araya gelebilecek imkanlara sahip olmalarına rağmen, mektuplarından da anlaşılacağı gibi bu büyük aşkı yaşarken ne birbirlerinin sesini duymuşlar ne de bir kez olsun bir araya gelmişlerdir, sadece mektuplarla iletişim kurmuşlardı. Cibran 1908 - 1910 yılları arasında, hemşerisi ve dostu olan Youssef El-Hoveyyik ile geldiği Paris'te ünlü heykeltraş Rodin'le tanışır. Ayrıca bu süreçte Nietzsche'nin de eserleriyle tanışan ve ondan çok etkilenen Cibran, daha sonra bu etkilenmeyi “Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış” diyerek ifade etmiştir. Hayatı sıkıntı ve hastalıklarla boğuşarak geçen Cibran, hayranlarıyla buluştuğu bir gün ansızın gelen ağlama krizinin ardından, bir süre sonra kanser olduğunu öğrenir. Ne yazık ki doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine sebep olur. Varsın istekle ve coşkuyla aksın kanınız, Tutkunuz, kanatlanmış bir yürekle sabaha gözlerinizi açıp sevgi dolu bir güne başlayabiliyor oluşa teşekkür etmek olsun, Tutkunuz, gün öğleye eriştiğinde, oturup sevginin heyecanını düşünmek olsun, Tutkunuz, gün akşama erdiğinde, evinize minnet dolu bir yürekle dönebilmek olsun. Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip yatın; dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun... 10 Nisan 1931'de henüz 48 yaşında yaşama veda ettiğinde, geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser bırakır. Ölümünden sonra farklı kiliselerde tutulan cenazesi nihayet Suriye’deki Mar Sarkis Manastırına getirilerek burada toprağa verilir. Sürgün hayatı vefatından sonra da devam eden sanatçının, mezar taşında kendisinin söylediği “Gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım.” cümlesini kanıtlarcasına, mezarından çalınan kemiklerinin nerede olduğu bilinmemektedir.

  • Milyon Taşı ve İstanbul'un Göbeği

    Nurten B. AKSOY * İstanbul bir masal hem de "Binbir Gece Masalı", anlat anlat bitmez... Sanırım ben de ömrüm oldukça İstanbul'u anlatmaya ve keşfetmeye doyamayacağım... Hafif rüzgarlı, bulutlu ama bir o kadar da güzel ve ılık bir hava vardı İstanbul'da. Aldığım bir davete icabet etmek üzere çıktım evden, martıların eşliğinde karşı yakaya geçtim. Buluşacağım arkadaşım "Milyon Taşı'nın" önünde buluşmayı teklif etmiş ve ben de olur demiştim. Kırk yıllık İstanbullu edasıyla Sultan Ahmet Meydanına gelip Dikilitaş'ın önünde beklemeye başladım, ama ne gelen vardı ne de giden... Bir müddet sonra arkadaşımı telefonla aradığımda, Milyon Taşı'nın önünde beklediğini söyleyince şaşırarak yanlış yerde beklediğimi fark ettim ve bu sefer ayrıntılı tarif alıp gerçek buluşma yerine yöneldim utanarak... Utanmamın iki nedeni vardı; birincisi arkadaşımı çok bekletmiştim, ikincisi bir İstanbul sevdalısı olduğumu her dem övünerek söyleyen ben, hâlâ İstanbul'u tanıyamamıştım. Neyse sabah Sultan Ahmet'e geldiğimde bulamadığım Milyon (Million) taşını bulmak üzere Yerebatan Sarnıcının önüne geldim ve ömrümün yarısını geçirdiğim bu şehrin ne gizemli bir yer olduğuna bir kez daha şaştım. Bir kez daha "bakmak" ile "görmek" arasında ne kadar büyük fark olduğunu anladım. Yıllarca hemen hemen her gün önünden geçtiğim halde hiç görmediğim, aslında adını ve öyküsünü bildiğim Milyon taşının burada olduğunu fark etmediğim için bir kez daha utandım kendimden. MİLYON TAŞI İstanbul'un Cağaloğlu semtinde, Ayasofya Camii ve Sultan Ahmet meydanının karşısında, Yerebatan Sarnıcı'nın hemen önünde, tramvay yolunun yanında bulunan bir küçük taş. Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Roma yollarının başlangıç noktası sayılan ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan, sıfır noktasını gösteren yer... Yıllar sonra keşfettiğim bu değerli (!) taşın fotoğraflarını çektim, özür dilemek adına ihtiram duruşunda bulundum önünde... NALLI MESCİD Sirkeci'ye doğru yola koyuldum, Bâb-ı Âli yokuşundan inerken yıllarca Vilayet binasının gölgesine sığınmış, 15. Yüzyıl'da İmam Ali Efendi tarafından yaptırılan ve minaresinin kaidesinde nal resimleri olduğu için Nallı Mescid diye bilinen o minik, şirin mescidin restore edilmiş haliyle karşılaştım. Bir gelin gibi pırıl pırıl olmuş, allanıp pullanmıştı o minik camii... Ama yanında 2014 yılında bir Cumhuriyet bayramında anlı şanlı açılışı yapılan ve hizmete sunulan meşhur Marmaray'ımızın çirkin mi çirkin istasyonu arz-ı endam ediyordu... Bu çirkin taş yığını karşısında içimden "lâhavle" çekerek indim o çilekeş yokuşu. Aşağıda Yenicami karşıladı tüm ihtişamıyla beni... Rüzgar bir yandan içimi ürpertirken, Galata Köprüsü'nde oltalarını denize atmış bekleşen balıkçıları selamlayarak köprüden geçtim, tepelerden bir yerden Galata Kulesi mağrur bir eda ile tepeden bakarak selamlarken beni Karaköy'e geldim, biraz soluklanmak, denizi seyretmek, vapurların peşine takılıp İstanbul'un iki yakası arasında mekik dokuyan martılara el sallamak ve demli bir çay içmek için bir çaycıya oturdum. Bir zamanlar ayyaşların, tinercilerin mekanı olan Karaköy'ün arka sokaklarının Şanzelize sokaklarına döndüğünü gördüm hayretle, öylesine güzelleşmişti ki o sokaklar, çayımı yudumlarken tüm yorgunluğumun uçup gittiğini hissettim. Eve dönmek üzere vapur iskelesine doğru giderken Yeraltı Camii'nden gelen hüzünlü ikindi ezanını duyunca camiye girmeye karar verdim. YERALTI CAMİSİ Yeraltı Camisinin kubbesi yok, minaresi de sonradan yapılmış. Karaköy vapur iskelesini geçtikten sonra sola sapınca, Kemankeş Caddesi üzerinde yer alan Yeraltı Cami, nam-ı diğer Kurşunlu Mahzen; aslında cami olarak yapılmış bir yapı değil. Hikayesi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Yapımı tam olarak bilinmese de 570'li yıllarda Doğu Bizanslıların gemilerin Haliç'e girişini engellemek için Galata-Sirkeci arasına çektiği zincirin bir ucunun bağlandığı Kastellion Kulesi'nin mahzeni... İstanbul'un fethi sırasında da Haliç'i kapatan zincirlerin bu mahzene bağlandığı söyleniyor. Fetih'ten sonra da Sultan-ı Mahzen olarak anılmaya başlanmış; cephane deposu, su sarnıcı olarak kullanılagelmiş. Camiye çevrilmesiyse 259 yıl öncesine dayanıyor. Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki İslam ordusu (700'lü yıllar) İstanbul'u kuşatmak için birçok sahabe ve tabiinle (sahabeyi gören Müslüman) beraber İstanbul'a gelir. Ordu Galata çevresinde konuşlanır ama zor günler onları bekliyordur. Çetin çatışmalardan sonra Bizans'a esir düşenler büyük işkencelere maruz kalır. Söylenen o ki tabiinden olan Süfyân bin Uyeyne kuşatma sonlanıp ordu geri çekilirken Bizans'a esir düşer. Kastellion Kulesi'nin zindanına hapsedilir, susuz bırakılır. Dua edince de yerden su çıktığı rivayet edilir. Zindanda gördüğü işkenceler sonucu şehit olur. Mahzene gömülüp kabrin bulunduğu kapı kurşunlanarak kapatılır. O günden beri de Kurşunlu Mahzen olarak anılagelir burası. İşte camideki bu mezar ve yanında iki mezar cam muhafazalar içine alınmış, sanki içindekilerin esareti kıyamete kadar sürecek... Üstlerine ne bir damla yağmur ne de gün ışığı düşecek... Kafamda bin bir düşünce, yüreğimde hüzün Kadıköy vapuruna doğru yol aldım kendimle baş başa... Evime geldiğimde bir kez daha İstanbul'da yaşadığım için şükrettim ve dostlardan gelecek "ne çok geziyorsun" serzenişlerine cevap yetiştirmek için oturdum klavyenin başına... Sürç-i lisan ettimse affola... Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • SON GÜRLÜĞÜ

    Nurten B. AKSOY * Sonbahar mevsimlerin en güzeli ama en hüzünlüsü; ilkbahar ise yaşamın tüm tazeliğinin ve canlılığının gözler önüne serildiği mevsim... Her canlı tıpkı ilkbaharda olduğu gibi yaşamının ilk zamanlarında güzeldir, ter ü tazedir; bir bebek, bir gonca gül ya da bir yavru hayvan hepimizde sevme, okşama duygusu uyandırır. Ama zaman geçip de yaş ilerledikçe yani sonbahar gelince yavaş yavaş yaşlanma, canlılığını yitirme belirtileri başladıkça özellikle biz insanoğlu aynalara bakarız sık sık ve içimizi bir sızı kaplar, şairin dediği gibi biz de: "Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan..." deriz yüzümüzdeki, ruhumuzdaki değişikliklere bakarak. Evet insanoğlu genellikle yaşı ilerledikçe çöker, yaşlanır ve hatta biraz da çirkinleşir, gençler de ayıp olmasın diye "ne tonton nine veya ne nur yüzlü dede" diyerek gönüllerini okşarlar genellikle büyüklerin... Şimdi bu girizgahı niye yaptın ki diyebilirsiniz. Anlatayım; bunca yıllık ömrümde hiçbir canlının yaşamının son demlerinde yani sonbaharda bu kadar coşup güzelleştiğini görmedim. Nisan-mayıs aylarıydı, balkonumdaki saksılarda bir kıpırtı başladı yavaştan, geçen seneden toprağa düşmüş o minicik, mini minnacık siyah tohumlar önce kıpırdanıp baş kaldırdılar topraklarından, yeşil ve cılız fideler günden güne serpilip boy attılar. Ben de her sabah onların hayata tutunuşlarını izledim saksıları sularken, güneş parladıkça onların yüzlerini güneşe dönüp gerim gerim gerinip gelişmelerine tanık oldum coşkuyla... Neden mi bahsediyorum, anlatayım... Çoğumuzun "kedi tırnağı" diye bildiği, kimilerinin de "ipek çiçeği veya pırpır" dediği çiçeklerimden bahsediyorum. Öylesine mütevazı ve coşkuludur ki kedi tırnakları, her sabah o zarif yapraklarının üstünde birkaç çiçekle karşılar sizi, her gün ayrı bir sürpriz hazırlar size. Rengarenk gülümser her sabah ve bütün yaz boyu hiç bıkmaz açmaktan, hiç çiçeksiz bırakmaz sizi, coştukça coşar... Hepimizin bildiği gibi "eylül" hazanın başlangıcıdır ve çoğu bitkinin de son mevsimidir. İlkbaharda canlanan doğa sonbaharda ömrünü tamamlamaya başlar; yapraklar sararır, dökülür, çiçekler solar solar da yitip gider... Oysa benim kedi tırnaklarım ömrünün son günlerini bile hep cıvıl cıvıl ve rengarenk geçiriyorlar, sanki Allah onlara "son gürlüğü" vermiş... Birkaç hafta sonra yitip gidecek çiçeklerimi bir yandan mutluluk bir yandan hüzünle seyrediyorum her gün, biraz da kıskanarak. Ve gizliden gizliye soruyorum kendime "Yüce Allah biz insanoğluna da böyle bir son gürlüğü verseydi güzel olmaz mıydı acep" 🍁🌺 Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • NAMIK KEMAL ve HÜRRİYET KASİDESİ

    Nurten B. AKSOY * Yurtseverlik, hürriyet, vatan, millet, şeref gibi kavramları Türk düşünce hayatına ve edebiyatına sokan ve yaşamı boyunca bu kavramlara bağlı kalan bir Tanzimat Devri aydını olan Namık Kemal’in, Aralık ayı hem doğduğu hem de hayata veda ettiği ay. Biz de bu vesileyle “Hürriyet Şairimizi” dilimiz döndüğünce anlatalım istedik. Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten * Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, iyiliksever olanlar zavallılara yardım etmekten kaçınmaz Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten * Eğer millet hor görülmüşse, onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma; cevher yere düşmekle değerinden bir şey kaybetmez Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten * Vücudun mayası, vatan toprağıdır; bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten * Dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir Muini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten * Cihanda kendini her fertten alçak gören kişi ayıplanmaktan utanır; fakat kendi nefsinden utanmaz Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melâmetten * Başarının, üstünlüğün değeri, milletin gönül birliğinde durur; hayırlı eserleri ise ümmetin fikirlerinin çarpışması ile çıkar Durur ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i millette Çıkar âsar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten * Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma Kazâ her feyzini her lütfunu bir vakt için saklar Fütur etme sakın milletteki zâf u betâetten * Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü suç değildir; bu dünyadaki nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı Felekte baht utansın bi-nasib erbab-ı himmetten * Biz o yüce yaratılışlı milletiz ki hamiyet meydanında ölüm, bize ayaklar altında toprak olmaktan daha iyi gelir Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten * Hürriyet mücadelesi korku ateşiyle dolu olsa ne dert; yiğit olan bir insan, bir can için gayret meydanından kaçar mı? Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten * Cellâdın can alan kemendi acımasız bir canavar bile olsa; yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten * Felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin, millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten * Bu yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın; bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir, yücedir Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadâretten * Zulüm ile, işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten * Gönülde çalışma cevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret Ezilmez şiddet-i tazyikten te’sir-i sıkletten * Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin; gerçi esaretten kurtulduk derken, şimdi de senin aşkının esiri olduk Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten * Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme; güzelliğin, milletin nazarlarından sonsuza kadar uzak kalmasın Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten * Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmîd-i istikbâl Cihanı sensin azâd eyleyen bin ye’s ü mihnetten * Hükmetme çağı senindir, artık hükmünü dünyaya geçir; Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten * Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar şimdi zulmün köpeklerine kaldı: Artık bu gaflet uykusundan uyan! Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar Uyan ey yâreli şîr-i jiyân bu hâb-ı gafletten NAMIK KEMAL Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu yazar, gazeteci, devlet adamı ve şairdir. 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya gelir Namık Kemal. Babası Yenişehirli Mustafa Asım Bey, annesi bir Arnavut olan Fatma Zehra Hanım’dır. Çocukluğu, annesini küçük yaşta kaybettiğinden dedesi Abdüllatif Paşa’nın yanında geçer. Abdüllatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam edemez. Özel dersler alır ve kendi kendini yetiştirmeye çalışır. Arapça ve Farsça öğrenir. Çocukluğunun ilk yılları Afyon, İstanbul ve Kars’ta geçer. Bu sürede divan edebiyatını öğrenmeye başlar. Dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya’ya giderler. Kars’ta öğrendiği aruz ve hece ölçülerini Sofya’da kaldığı dört sene boyunca pekiştirir. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e “yazıcı, kâtip” anlamlarındaki “Namık” adını verir. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başlanır. Dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya’ya giderler. Kars’ta öğrendiği aruz ve hece ölçülerini Sofya’da kaldığı dört sene boyunca pekiştirir. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e “yazıcı, kâtip” anlamlarındaki “Namık” adını verir. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başlanır. 1857 yılında İstanbul’a döner ve Bâb-ı Âli Tercüme Odası’nda memurluğa başlar. İlk şiirlerini Sofya’da yazmaya başlayan Namık Kemal, İstanbul’a geldiğinde kısa sürede şairler arasında tanınır. Batı edebiyatı ile henüz tanışmayan şair, İstanbul’da divan edebiyatı geleneğini devam ettiren şair Leskofçalı Galip Bey ile yakın dostluk kurar. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şüerâ adlı şairler topluluğuna katılır. 1857 yılında İstanbul’a döner ve Bâb-ı Âli Tercüme Odası’nda memurluğa başlar. İlk şiirlerini Sofya’da yazmaya başlayan Namık Kemal, İstanbul’a geldiğinde kısa sürede şairler arasında tanınır. Batı edebiyatı ile henüz tanışmayan şair, İstanbul’da divan edebiyatı geleneğini devam ettiren şair Leskofçalı Galip Bey ile yakın dostluk kurar. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şüerâ adlı şairler topluluğuna katılır. 1865’te Şinasi, Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni kendisine bırakarak Fransa’ya gidince Namık Kemal, tek başına gazeteyi çıkarır. Bu arada amacı, bir anayasa hazırlanması ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulması olan Yeni Osmanlılar adlı gizli topluluğa üye olur. Namık Kemal gazetesinde, Yeni Osmanlıların görüşleri doğrultusunda ve hükümet aleyhinde şiddetli makaleler yayınlar “Şark Meselesi” üzerine yazdığı bir makale, gazetenin 1867’de kapatılmasına ve kendisinin de Erzurum vali muavini olarak atanmasına yol açar. Namık Kemal, hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Ziya Paşa ile birlikte Paris’e kaçar ve orada gazeteci Ali Suavi ile “İbret” gazetesini çıkarır. Bir müddet sonra da Londra’ya giderek Ziya Paşa ile “Hürriyet” gazetesini çıkarırlar. Siyasetten uzak durmak, yazı yazmamak koşuluyla affedilen Namık Kemal, İstanbul’a döndükten sonra “Diyojen” adlı mizah dergisinde imzasız fıkralar yazar; İbret Gazetesi’ni çıkararak yeniden muhalefete başlar. Gazete sık sık kapatılır ve sonunda sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı eleştiren yazıları yüzünden Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaşması için mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atanır. Birkaç ay kaldığı Gelibolu’da “Vatan yahut Silistre” adlı oyunu ile “Evrâk-ı Perişan” adlı eserini tamamlar. Gelibolu’nun bazı sorunları ile ilgilenir ve su davasını halleder. Rumeli fatihi Gazi Süleyman Paşa’nın Bolayırdaki kabrini ziyaret ederek burada gömülmeyi vasiyet eder. Gelibolu mutasarrıflığı görevinden bir şikayet üzerine alınan Namık Kemal 1872’nin son günlerinde İstanbul’a döner ve yeniden İbret’te sert yazılar yazmaya başlar. Bu arada Vatan yahut Silistre oyunu, 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedikpaşadaki tiyatrosunda sahnelenir. Oyunun sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden olunca, gazete bir daha çıkmamak üzere kapatılır; Namık Kemal Magosa’ya olmak üzere, dört arkadaşı ile yargılanmadan sürgüne gönderilirler. Namık Kemal’in Magosa (Kıbrıs) sürgünlüğü 38 ay sürer. Magosa’da son derece olumsuz koşullar altında yaşamak zorunda kalır, pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalanır. Edebiyatçı Namık Kemal, birkaçı dışında eserlerinin tamamını bu dönemde Kıbrıs’ta yazar. Magosa sürgünü dönüşünde İstanbul’da bir kahraman gibi karşılanır. Tahta çıkışından 93 gün sonra akıl bozukluğu gerekçesiyle tahttan indirilen V. Murat’ın yerine Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamit, ilk Osmanlı Anayasasını oluşturmak için bir komisyon kurar. Namık Kemal de bu komisyonun bir üyesi olur; ancak şair, padişahın aleyhine bir tehdit beyti yazıp bunu mecliste okuyunca mahkemede yargılanarak hapse mahkum olur. Namık Kemal, asayişi bozduğu gerekçesiyle suçlu bulunup 6 ay hapis cezasına çarptırılırsa da sonradan beraat eder ve bu sefer de Midilli Adası’na mutasarrıf (vali) olarak atanır. Beş yıl süren Midillideki görevi sırasında kaçakçılıkları önler; hazine gelirini arttırır, pek çok Türk okulu açar. Türklerin hayat seviyesini yükseltir. Adalarda yaşayan Türk halkının sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bâb-ı Âli’ye sunar. 1882’de Nışan-i Osmanî madalyası ile ödüllendirilir. Namık Kemal kaçakçılıkla mücadelesinde, çıkarları zarar görenlerin şikâyeti nedeniyle 1884’te Midilli’den ayrılarak Rodos mutasarrıfı olur. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın İmtiyaz madalyası ile ödüllendirilir. Rodos’tayken Osmanlı tarihi hakkında eser yazmaya başlar. Bu sefer de İngiliz ve Yunanlıların şikayeti üzerine 1887’de Rodos'taki görevi sona erer ve Sakız Adası mutasarrıfı olur. Sakız Adasının kuru havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında hayatını kaybeder. Adada bir caminin haziresine defnedilir. Arkadaşı Ebuziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme vasiyetini Padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledilir. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömülür. Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından olan Namık Kemal, “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. Sanatı, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanmış, eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlamıştır. Namık Kemal, Fransız edebiyatını örnek almış, romantizm akımının etkisinde kalmıştır. Şiirleri biçim bakımından eski olsa da konu bakımından yenidir. Vatan, millet, hürriyet gibi o zamana kadar işlenmemiş konuları işlemiştir. Ayrıca şiirlerinde yaşamında da olduğu gibi mücadeleci bir insan tipi yaratmıştır. Tiyatroyu “eğlencelerin en faydalısı” olarak nitelemiş, halkın eğitilmesinde okul gibi görmüş, sahne dili ve tekniği yönünden başarılı yapıtlar vermiştir. Eserlerinden bazıları: İntibah (Batılı anlamda yazılmış ilk roman), Cezmi, Celalettin Harzem Şah, Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Gülnihal, Karabela, Akif Bey, Tahrib-i Harabat… Not: Ara başlıklar, altlarındaki dizelerin günümüz Türkçesine çevrilmiş halleridir. Dizeler ise Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi eserinden alınmıştır

  • KÖRLER ÜLKESİ- KADIKÖY

    Nurten B. AKSOY * Yıllardır yaşamaktan mutlu olduğum ve çok sevdiğim, İstanbul’un Anadolu yakasındaki en güzel ilçelerinden birini, Kadıköy’ü dolaşalım bugün birlikte. Ama gezmeye başlamadan önce kısaca bir tarihini hatırlayalım. Kadıköy’ün tarihi ile ilgili çok rivayet var ama herkesin bildiği öyküsü şöyle: Eski çağlarda göç etmek zorunda kalan bir kavmin lideri nasıl bir yere yerleşeceklerini öğrenmek için bir kâhine danışır. Kâhin, kavimdekilere “körlerin ülkesinin” karşısındaki alana yerleşeceklerini söyler. Bugünkü Sarayburnu’na ulaşan kavim, bulundukları taraf boş iken karşı kıyıda bir yerleşim olduğunu fark eder. Bulundukları yerin güzelliklerini fark etmeyip de karşı kıyıda yerleşen insanların ancak kör olabileceklerini iddia edip İstanbul’a yerleşir bu kavim. Böylece bugünkü Kadıköy “Körler Ülkesi” anlamında Khalkedon adını alır. İstanbul’un fethinden sonra Khalkedonya’nın yönetimi, II. Mehmet tarafından İstanbul kadısı Hızır Bey’e verildiği için, bu tarihten sonra da “Kadıköyü” adını aldığı sanılmaktadır. Eskiler “Körler Ülkesi” demişler bu güzel beldeye, ilk gelenler karşının güzelliklerini göremeyip de buraya yerleştikleri için. Oysa bu güzel belde bir “Sevgi Ülkesi”… Çünkü Kadıköylüler gerçekten yürekleri sevgi dolu hem de her tür sevgiyle dolu insanlar… Sokaklarında yaşayan tüm canlılar; insan, hayvan, bitki bu sevgiden nasibini alıyor her daim, hem de dolu dolu. Sokak hayvanları öylesine şanslı ki bu beldede mamaları önlerine servis ediliyor, yazın susuz kışın da yuvasız kaldıklarını hiç göremezsiniz bu minik dostların. Yeşil sevgisi, çiçek sevgisi deseniz ha keza! Tüm balkonlardan sarkan sakız sardunyalarına bakmalara doyamazsınız, o koca çınarlar gölgeleriyle adeta her türlü kötülükten koruyup kollarlar sizi… Gezimizin ilk durağı tabii ki tarihi Haydarpaşa Garı. Yıllarca Anadolu’dan “Taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a gelenlerin ilk ayak bastıkları mekan. Sevenlerin, sevdiklerine kavuştuğu ya da ayrılık gözyaşlarının döküldüğü bu tarihi mekan, şu sıralar belki de kendi akıbetinin bilinmezliğine gözyaşı döküyor. Denize temel kazıkları çakılarak inşa edilen bu koca bina 1100 adet kazığın üzerine oturtulmuş. Helmut Cuno ve Otto Richter adlı iki Alman mimarın 20. yüzyıl başlarında, 1906-1908 yılları arasındaki ortak çalışması ile yapılmış. Türk filmlerinin vazgeçilmez platosudur adeta burası. Gar binasının ünlü saati 2010 yılında çıkan yangından beri, sanki o anı hatırlatmak istercesine 15:20’yi gösteriyor hâlâ. Haydarpaşa Garı’ndan ayrılıp deniz kıyısından meydana doğru yürürseniz yoğun bir kalabalığın içine düşersiniz. Anadolu yakasının her semtine kalkan otobüs ve dolmuşların toplanma yeridir burası. Ayrıca karşı yakaya giden vapur ve motor iskeleleri de bu rıhtımdadır. Ama bu iskelelerin içinden, 1920 yılında yapılan ve zarif mimarisiyle dikkati çeken en eskisi, bugün Beşiktaş ve Adalar iskelesi olarak kullanılan binadır. Eminönü-Karaköy iskelesinin yanındaki salaş çay bahçesine biraz nefeslenmek için oturursanız, günün değişen saatlerine göre muhteşem bir gün batımını ya da martı kanatlarının altından Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın siluetini izleyebilirsiniz. Bu arada kulağınıza bir arya sesi gelirse şaşırmayın sakın. Çünkü hemen yanı başınızda 1927’de İtalyan mimar Ferrari tarafından yapılmış olan ve bir dönem "Hal binası" olarak kullanılan tarihi İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı durmakta, önünde rengarenk çiçekler satan çiçekçileriyle Rıhtımdan ayrılıp Kadıköy çarşısına gitmek için karşıya geçerken caddenin ortasında bir başka tarihi bina karşılar sizi. 1913’te Kadıköy Belediye Dairesi olarak yapılan ve Kadıköy’ün önemli tarihi yapılarından olan Şehremaneti binası artık restore edilmiş haliyle Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi olarak söyleşilere, sanat ve kültür toplantılarına evsahipliği yapıyor. Başta Kadıköylü aydınlar olmak üzere çok sayıda sanatçıya dair bilgi ve belgeler ile tarih, edebiyat ve sanat koleksiyonları sa yer alıyor bu binada. İskele Meydanı’ndan çarşıya açılan yolun kıyısında 18. yüzyıldan kalma tek minareli İskele Camisi karşılar sizi. 1760 yılında yapılmış olan bu cami III. Mustafa Camisi’dir. Onun önünden geçerek çarşıya doğru yürüdüğünüz sokağın başında iki başka tarihi mekan daha çıkar karşınıza. Bunlardan biri Baylan Pastanesi, diğeri de Hacı Bekir Şekercisi’dir. Baylan’ın tarihi 1923 yılına dayanır. Cumhuriyet ile yaşıt olan Baylan, İstanbul’un ilk pastanesi olmasa da, kurulduğu günden bu yana aralıksız olarak devam eden en eski yaşayan pastanesidir ve Kadıköy şubesi de 1961’den beri burada hizmet vermektedir. Hacı Bekir’e gelince, 1777 yılından bugüne lokum dediğimizde aklımıza ilk gelen isim olan bu şekerci dükkanı (şimdilerde orası da restore edildiği için yandaki bir başka binada hizmet vermekte) rengarenk vitriniyle önünden geçerken mutlaka sizi içeriye çekecektir, tabii cebinizde yeterli paranız varsa… Çarşıya girdiğinizde hayatın yeme-içme ve eğlenme üzerine kurulu olduğunu görürsünüz bir kez daha. Kilise ve camilerle çevrili bu çarşıda kahve, çay, bira satılan mekanlar tıklım tıklımdır günün her saatinde. “Çingene palamutu, çinekop” diye bağıran balıkçıların seslerine meydanda konser veren sokak sanatçılarının sesleri karışır. Kokoreççisinden balıkçısına aradığınız her tür lezzeti bulabileceğiniz bu çarşıda, son zamanlarda mantar gibi hızla yayılan kahveci dükkanlarının birinde közde kahvenizi yudumlarken bazen alaturka bazen de pop müzik yapan bu sokak sanatçılarını dinleyip neşelenebilirsiniz. Çarşı içindeki küçük meydanın köşesinde II. Mahmut döneminden kalma Eufemia Kilisesi ile içindeki Aya Paraskevi Ayazmasını ziyaret edebilirsiniz. Biraz ötede de Surp Takavor Ermeni Kilisesi boy gösterir. Sokakların birinde ise Kadıköy’ün en eski camii olarak düşünülen Kethuda Camii vardır, yaklaşık 450 yıl önce muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış olan bu caminin padişahın kahyasına ait olduğu söylenir. Çarşıdaki hengameden sıyrılıp Bahariye’ye veya Moda’ya doğru çıkarken yolun iki yanındaki antikacılar ve sahafların vitrinlerinde kalır gözleriniz, çeşit çeşit eski kitaplar, plaklar ve kim bilir yıllarca kimlere hizmet etmiş antika eşyalar geçmişin penceresinden göz kırpar size. Kadıköy deyince herkesin aklına gelen ya da buraya ilk defa gelenlerin mutlaka yanında fotoğraf çektirdiği meşhur Boğa’dan söz etmemek olmaz. Heykel, 1864’te Paris’te heykeltraş İzidor Bonhevr tarafından, Fransız gücünü Almanlara göstermek için yapılmış. Almanlar Fransız’ları yenince de boğa heykeli Almanya’ya getirilmiş. Türkiye 1. Dünya Savaşı’na Almanya ile girerek İngiliz ve Fransızlarla savaştığı için, “Güç simgesi” olan bu boğa heykeli, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya Alman Kralı II. Wilhelm tarafından 1917 yılında armağan edilmiş. Heykel önce Kadıköy’e getirilmiş, sonra Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine yerleştirilmiş, oradan Yıldız Sarayı’nın bahçesine. Oradan da Bilezikçi Çiftliği’ne. Bu şekilde birkaç kez daha çeşitli yerlere götürülen Boğa Heykeli nihayet 1987 yılında Altıyol'daki yerine kavuşup Kadıköy’ün simgesi olmuş. Boğa heykelinden yukarı doğru giden yol Bahariye Caddesi’dir. Günün her saatinde kalabalık olan bu caddeyi pek çok markanın vitrinleri süslemektedir. Çoğu zaman bu yolda çeşitli gurupların protestolar yaptığını, bildiri dağıttığını görürsünüz, ama Kadıköy’de esen özgürlük havasından mıdır bilinmez herkes birbirine alışıktır, kimse birbirinden rahatsız olmaz. Moda’ya doğru ilerlerken soldaki bir sokağın başında gazeteci Ali Suavi’nin heykelini görürsünüz. Sanatçılar Sokağı denilen bu sokakta bulunan Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde, koca çınarların altında bir yorgunluk çayı içerken burada yapılan kültür ve sanat faaliyetlerinden de haberdar olabilirsiniz. Bahariye’den Moda’ya doğru yol alırken yine sol tarafta Kadıköy’ün gözbebeği olan o muhteşem opera binasını görürsünüz. Süreyya Opera binası, Kadıköy’de sanata saygının simgesidir adeta… Süreyya Operası, eski İstanbul milletvekillerinden Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) tarafından yaptırılıp 6 Mart 1927 tarihinde açılmış, aradan geçen sürede sinemaya yenik düşmüş ve 31 Aralık 2005 tarihine kadar sinema salonu (Süreyya Sineması) olarak hizmet vermiştir. Bina 2005’te, Kadıköy Belediyesi tarafından 49 yıllığına kiralanarak aslına uygun restore edilmiş ve operaya dönüştürülerek 27 Ekim 2007 tarihinde açılmıştır. O günden beri de pek çok güzel eser sergilenmekte sahnelerinde… Operayı Moda yönüne doğru geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa girip 100 metre ilerlediğinizde solda köşede Rexx sinemasını görürsünüz. Semtin en eski sinemalarından biri olmakla kalmaz, binlerin buluşma noktası, hatta takılma alanı olarak kaç yıllık görevini sessizce sürdürür. Rexx’ten içeri girince Bahariye’ye paralel uzanan sokak ise Kadife Sokak’tır, semtin barlar sokaklarından belki de en güzelidir. Ufacık bir sokak olmasına rağmen pek çok dev müzik mekanını içinde barındırır, her mekanın ayrı bir çizgisi ayrı bir müziği vardır burada. O yüzden o kısacık sokak kimileri için koca bir İstiklal Caddesine bedeldir. Bahariye’den ya da Kadife Sokak’tan veya Moda Caddesi’nden geçip Moda burnuna doğru yürürken, o eski ama bir o kadar güzel taş Rum evlerinin ya da yıkık dökük ahşap evlerin hüznü çöker yüreğinize. Hızla çoğalmaya başlayan sevimsiz modern binalar size caka satmaya kalkarlar güya milyarlık fiyatlarıyla. Moda’ya gelinir de meşhur dondurmacı Ali Usta’nın envayi çeşit dondurmasının tadına bakmadan gidilir mi hiç? Bademli, cevizli ahududulu dondurmalarınızı yiyerek gidebileceğiniz Moda Çay bahçesi; koca çınarların gölgesinde emeklilerin, yaşlı madamların, öğrencilerin huzur içinde oturup dinlendikleri, İstanbul’un en güzel gün batımı manzarasını seyredebileceğiniz köşesidir belki de. Dondurma yemekten kurtuldunuz diyelim ki bu kez daha büyük bir tehditle karşı karşıyasınızdır: Kemal Usta ve çılgın kokan tatlıları... Çay bahçesinden çıkıp yolu takip ederek yürürseniz şu sıralar restore edilerek eski güzelliğine kavuşturulacak olan Şehir Kulübü’nün önünden geçersiniz, sonra da Eski Moda İskelesi’ne gelirsiniz. Artık vapurların uğramadığı boynu bükük, mahzun iskele şimdilerde lokanta mı yoksa cafe olarak mı hizmet verecek İstanbullulara belli değil… Yürümeye devam ederseniz “Kediler imparatorluğunun” hüküm sürdüğü parkın içinden Kurbağalı Dere’ye ve Yoğurtçu Parkı’na ulaşırsınız. Rüzgarın yönüne göre bazen nefesinizi kesecek kadar kötü kokan ve bir türlü islah edilemeyen derenin uzaktan görüntüsü yine de muhteşemdir. İşte tam bu noktada sarı-lacivert renkler karşılar sizi… Şükrü Saraçoğlu Stadı, özellikle derbi maçlarında Kadıköydeki yaşamı cehenneme (!) çeviren en gözde mekandır. Stadı geçtikten sonra, tıpkı Münir Nurettin‘in dediği gibi “Bir tatlı huzur almak için Kalamış’a” uğramanız gerekir, oradan da Kadıköy’ün en güzel koylarından olan Fenerbahçe koyuna gelirsiniz. Fenerbahçe Parkı muhteşem deniz manzarası, içindeki beş yüz yıllık çınar ağaçları ve özellikle ilkbaharda açan mor çiçekli erguvan ağaçları ile bir renk cümbüşü içinde cennetten bir köşe sunar size Fenerbahçe’den Bostancı’ya gitmek için iki yolunuz vardır; ya sahil şeridini takip edersiniz ve o eşsiz Adalar manzarasını seyrederek yürürsünüz ya da Bağdat Caddesi’ne çıkar kendinizi şaşırırsınız. Bağdat Caddesi, günün her saatinde her çeşit insanın piyasaya çıktığı, her çeşit lüks araba ve motorun da yarış yaptığı bir koca cadde; ama yetmez ne insanlara ne de araçlara. İnsanlarının geneli süslü, modern ve kibardır; şaşıp kalırsınız. Bir de bu cadde fener alaylarının ve Fenerbahçe galibiyetlerinin bir numaralı kutlama alanıdır. Caddeyi takip ederek yürürseniz önce, kültür merkeziyle ünlü Caddebostan’a varırsınız, sonra da Erenköy ve Suadiye’ye gelirsiniz. Bu semtler tek tük kalmış, modernliğe ve kentsel dönüşüm denen rant kavgasına direnen köşklerle, koca çınar ağaçlarının gölgelediği plajıyla ünlü eski İstanbul’un sayfiye beldesidir. Altmışlı yıllarda İstanbul’un seçkin aileleri kışları Avrupa yakasında oturur, yazları ise Kadıköy’e, Suadiye’ye gelirlerdi denize girmek ve yazı geçirmek için. İstanbul’un orta halli aileleri de yazın buralardaki dostlarına misafirliğe gelir, bu seçkin semtin güzelliklerinden nasiplenirlerdi. Bu güzel ilçede yaşamış ve sokaklarına, caddelerine ismini vermiş ya da burada varlığıyla iz bırakmış, hala yaşayan pek çok sanatçı ve ünlü kişiyi anımsarsınız; aklımıza gelen birkaç ismi sayalım sizler için… Afife Jale, Selahattin Pınar, Münir Nurettin Selçuk, Haldun Taner, İdil Biret, Suna Kan, Barış Manço ve daha niceleri… Hepsini saygı ve rahmetle yad ederek bir zamanlar her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlarıyla ünlü Bostancı’da noktalayalım gezimizi. Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • KUZGUNCUK

    Nurten B. AKSOY * İstanbul gibi koca bir metropolün ortasında, Boğaz’ın hemen kıyısında, koca çınarların ve mis kokulu rengarenk çiçeklerin arasında huzur bulacağınız şirin mi şirin, İstanbul’un en bâkir, en gizemli köşelerinden bir semti, Kuzguncuk’u gezelim istedik sizlerle. Huzurlarınızda Kuzguncuk semti ve güzellikleri… Kuzguncuk İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında Üsküdar tepelerinden sahile doğru süzülerek inen, doğal güzelliklerini hâlâ koruyabilen; özellikle o korkunç gökdelenlere ve AVM’lere inatla direnen şirin, minicik bir semt. Yeşille mavinin kucaklaştığı en güzel noktada bir cennet köşesi Kuzguncuk. İsterseniz Üsküdar’dan kıyıyı takip ederek, isterseniz Nakkaştepe’den aşağı doğru salınarak ulaşabilirsiniz buraya, tavsiyemiz “tepeden inmek” olsun. Kuzguncuk’un eski adının “Hrisokeramos” olduğu ve “Altın Kiremit” anlamına gelen bu adın, II.Iustinos (565-578) tarafından yaptırılmış olan, çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kiliseden geldiği rivayet edilir. Kuzguncuk adının kökeniyle ilgili görüşlerden bir diğeri de eskiden “Kosinitza” adıyla anılan semtin, bu adının bozularak “Kuzguncuk” olduğu şeklindedir. Evliya Çelebiye göre ise bu ad, II. Mehmed (Fatih) zamanında buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” adlı bir veliden kaynaklanmıştır. İstanbul’un Asya kesimindeki ilk Musevi yerleşim bölgesi Kuzguncuk’tur. Musevilerin buraya geliş tarihleri bilinmemekle birlikte, 17. yüzyıl kaynaklarında Kuzguncuk’un bir Musevi köyü olarak anıldığı görülmektedir. Kuzguncuk’un Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal Topraklar’a varmadan önceki son durak” olarak kabul edildiği ve herhangi bir nedenle vaat edilmiş topraklara gidemeyenlerin hiç değilse Kuzguncuk’a yerleşip orada ölmeyi ve gömülmeyi vasiyet ettikleri bilinir. Üç dinin buluştuğu Kuzguncuk’ta biri Ermeni, biri Rum kilisesi olmak üzere iki kilise, bir camii, bir de havra vardır ve yan yana duran bu kutsal mekanlar semtteki höşgörü ve huzurun birer sembolü olarak belki de dünyaya dinler arası uzlaşı mesajı vermektedir. Bunun en somut örneği ise; zamanında cami yapılması için yer bulunamadığında kilisenin bahçesinden cami yapılması için yer verilmesidir. * Hazan: Sinagoglarda dua okuyan güzel sesli din adamlarına denir. Nakkaştepe Boğaziçi Köprüsü’nün başlangıç noktası sayılır, işte oradaki sokaklardan birine sapıp yokuş aşağı yavaşça süzülürseniz, yaşama direnen tek tük kalmış ahşap evler karşılar önce sizi sokaklarda, sonra binalar azalır bahçeler çıkar karşınıza bükülüp kıvrılan yolların iki yanında. Ama bu bahçeler öyle süslü püslü dizayn edilmiş bahçeler değil, tamamen doğal bahçelerdir… Tek katlı minik evlerin etrafını çevrelemiş otlar ve gül hatmilerle, meyve ağaçlarıyla dolu; içinde civcivlerin kedi yavrularıyla oynaştığı yemyeşil bahçeler… Yürürken bu bahçelerde çaylarını yudumlayan yaşlı çiftler ya da çocuklarıyla ağaçtan meyve toplayan anneler el sallar çoğu kez size. Bu sokakların birinde mutlaka bir film veya dizi ekibiyle karşılaşırsınız. Dememiz o ki pek çok dizi ve filme ev sahipliği yapan Kuzguncuk sokakları adeta birer doğal film platosudur zaten. Yokuşu inip sahile doğru yaklaştığınızda evlerin şekilleri değişmeye başlar. Artık yolun iki tarafında sıralanmış eski, cumbalı taş evler ile rengarenk boyanmış ahşap konak yavruları boy göstermeye başlar. Evlerin önündeki ulu çınar ağaçları gölgeleri ve serinliğiyle adeta bir tatlı huzur verir buralarda insana. Sahile yaklaştığınızda dönüp arkanıza bakarsanız o çok dik yokuşları ve merdivenlerden oluşan sokakları görür ve “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” diyen Haşim’i hatırlarsınız. Semtin güzelliğine güzellik katan o eski evlerin çoğu şimdilerde restore edilmiş; altı kagir, üstü ahşap olan iki üç katlı, tertemiz ve rengarenk çiçeklerle süslü evlerin önünde, insanların sohbet ettiği, tavla oynadığı, gazete okuduğu küçücük çay evleri, kafeler var artık. Kuzguncuk’un bir başka güzelliği de semtin AVM’lere direnen minik, rengarenk vitrinli esnaf dükkanları, bakkal ve manavlarıdır. Burada öyle kocaman marketler filan yoktur, o küçük dükkanların önünde oturup sohbet eden güler yüzlü semt sakinleri selamlar sizi hep, hatta çay içmeye davet ederler gülümseyerek. Yürürken mahallenin fırınından buram buram yükselen taze ekmek ve simit kokusu bir anda acıktırıverir sizi. Hıristiyan ve Musevilerle Müslümanlardan oluşan Kuzguncuk halkı yıllardır saygı, sevgi ve dostluk içinde sürdürürler yaşamlarını Kuzguncuk’ta. Gerçi son yıllarda göçler nedeniyle gayri Müslim halk azalmıştır ama semtin o tatlı aksanlarıyla konuşan yaşlı teyzeleri, amcaları ve esnafı sıkı sıkıya tutunurlar burada hayata. Kuzguncuk halkının tek bir doktoru varmış bir zamanlar, Dr. Ohannes Minasyan. Öleli çok olmasına rağmen, İcadiye Caddesi üzerindeki Deniz Eczanesi’nin vitrininde Minasyan’ın şırıngalarını, ilaç kutularını ve diğer tıbbi malzemesini hâlâ görebilirsiniz. Türkiye’nin köklü aileleri eskiden Kuzguncuk’un köşklerinde ve yalılarında yaşarmış. Atatürk Harbiyeliyken, yedi yıl boyunca, hafta sonu tatillerini bu köşklerden birinde, Ali Fuat Cebesoy’un evinde geçirmiştir. Kuzguncuk pek çok sanatçıya ve ünlüye de ev sahipliği yapmış yıllarca. Şair Can Yücel, Oktay Rifat, yazar Rıfat Ilgaz, Sevim Burak Kuzguncuk’ta yaşamış sanatçılar arasındadır. Oyun yazarı Göngör Dilmen, oyuncu Uğur Yücel, Hülya Koçyiğit de Kuzguncuk’ta oturmuş sanatçılardan. Bunca sanatçıyı ağırlayan semt sokakları Perihan Abla, Ekmek Teknesi gibi çok sevilen televizyon dizilerine de ev sahipliği yapmış. Buket Uzuner’in “Kumral Ada & Mavi Tuna” isimli romanı eski Kuzguncuk’u en güzel anlatan romanlardan biridir. Gülsüm Cengiz “Boğazdaki Mutlu Çocuk – Kuzguncuk” kitabında Kuzguncuktaki çocukluk ve gençlik dönemlerini kaleme almıştır. Nedret Ebcim ise “Üç Dinin ve Ünlülerin Buluştuğu Semt Kuzguncuk” isimli kitabında Kuzguncuk’un tarihine, burada yaşayanlarla yaptığı röportajlara ve hikayeler yer verir. İcadiye Caddesi’ni bitirip Paşalimanı Caddesi’nden karşıya geçtiğinizde yani sahile indiğinizde, kıyıdaki evlerin arasından bir minik meydan çıkar karşınıza, denizle sarmaş dolaş ve yemyeşil ağaçlarla çevrili Çınaraltı… Meydanın yanında eski bir fırın, dumanı tüten tavşankanı bir çay, sıcacık bir simitle “hoş geldiniz” der size. Eğer serinlemek isterseniz karşı köşedeki Dilim Pastanesi’nden dondurma da alabilirsiniz. Sahilde bir yandan çayınızı yudumlarken bir yandan da martılara selam verip karşı kıyıdaki Çırağan ve Dolmabahçe Saraylarını seyredip soluklanabilirsiniz. Çok da uzun soluklanmayın keza daha sırada gezilecek Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli ve niceleri bizleri beklemekte… KUZGUNCUK Beykoz’da oturmalı Beykoz’da çalışan adam. Fakat Kuzguncuk şirin yerdir Ve gayet nefis yapar gül reçelini Pansiyoncu Madam Ve kızı Raşel… Aynada bir kartpostal: Bir manzara Nis şehrinden. İskemle, karyola, konsol… Ve Denize nazırdı pencereleri… Güneşte tavana suların ışıltısı vurur, Karanlık şilepler geçerdi geceleri İnsanı olduğu yerde Eli böğründe bırakarak… Selim’in odası havadardı. Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada. Sağda Cevdet Paşa yalısı. Yalıda bir tavus kuşu Bir de Mebrure Hanım vardı. Mebrure Hanım Tafta entariler giyerdi. Çok ihtiyardı Ve mavi gözleri kördü. Tentene işlerdi Mebrure Hanım. Uyanır bir beyaz güle başlar, Uyurken dağıtırdı gülünü… Merhum Cevdet Paşa yalısında Mebrure Hanımı unutmuşlardı… Beykoz’da oturmalı Beykoz’da çalışan adam. Fakat Kuzguncuk şirin yerdir Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan Dünyayı zapta gidecek olan Pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların Her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim… Nazım Hikmet Gezimizi büyük usta Nazım’ın dizeleriyle noktalamak istedik, çünkü Nazım Hikmet’in teyzesi Sâre Hanım da Kuzguncuklu ve dolayısıyla büyük şairin çocukluk günlerinde Kuzguncuk’un ayrı bir yeri var. Öyleyse selam olsun tüm Kuzguncuklulara ve onu sevenlere…

  • Ziya Paşa'dan Günümüze

    Nurten B. AKSOY * Ziya Paşa, 19. yüzyılda yaşamış (1825-1880) Osmanlı Devleti’nin en önemli devlet adamlarından ve en çok eser veren yazarlarından birisidir. Şinasi ve Namık Kemal ile birlikte “Batılılaşma” kavramını ilk defa ortaya atan yenilikçi Osmanlı aydınları arasında yer alır. Eserlerinde baskıcı yönetime karşı özgürlükleri ve meşrutiyeti savunmuştur. Tanzimat Dönemi Edebiyatının kurucularından olan Ziya Paşa’nın ismini en azından edebiyat dersi kitaplarından anımsarız çoğumuz ve onun atasözlerimizden yararlanarak söylediği o ünlü beyitlerini duyarız sık sık birilerinden… Hatta bazen farkında olmadan biz bile kullanırız. Ziya Paşa’nın Terkib-i Bent tarzında yazdığı beyitlerini okuyunca sanırım siz de “zaman geçmiş ama, galiba hiçbir şey değişmemiş” diyeceksiniz. Günümüze nasıl da uyuyor şairin dedikleri, diye şaşırıp kalacaksınız… Not: Beyitler orijinal sırasına bağlı olmadan paylaşılmıştır. ***** Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir (Açıklaması: Nasihat ile uslanmayanı azarlamalı, azarlama ile uslanmayanı pataklamalı.) Her ne kadar “kötek” faslına katılmasak da pek çoğumuz büyüklerimizden, öğretmenlerimizden duymuşuzdur zaman zaman bu sözleri. Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde (Açıklaması: Kişinin aynası yaptığı işlerdir, laflarına bakılmaz; çünkü kişinin aklının seviyesi ancak yaptığı işlerle ortaya çıkar.) Günümüzde her an, her yerde karşılaştığımız ne çok örneği var, bir düşünün bakalım… ***** Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan (Açıklaması: Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.) Şöyle bir çevremize baktığımızda ne kadar çok bahtsız olduğunu görmemek mümkün mü? Ziya Paşa ve biz de dahil. Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzârinde (Açıklaması: Birçok acemi müneccim, gökte yeni yıldızlar keşfedeyim derken gaflete dalarak yollarının üzerindeki kuyuyu görmez.) Tabii ki bu beyitte Ziya Paşa gerçek bilim adamlarını eleştirmiyor. Onun asıl anlatmak istediği, bazı insanların kendilerinden beklenen işlerle uğraşacağı yerde gerçekleşmesi imkânsız hayallerin peşinde koşmaları ve gülünç duruma düşerek başlarına kötü işler açmalarıdır. ***** Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Açıklaması: Eğer mutlu ve rahat olmak istersen bu dünyaya hiç gelme; çünkü şu hayat meydanına bir defa düşen kaza taşlarından -ızdırap verici dertlerden- kurtulamaz.) Sadece İstanbul’da ya da büyük şehirlerin birinde, hatta artık tüm ülkede, yaşamak bile bu sözü kanıtlamaya yeter… ***** İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah (Açıklaması: İnsan hayatta ne kadar çok hile ve kötülükle karşılassa da Allah’a ve vatanına bağlılıktan vazgeçmemelidir; çünkü Allah doğruların yardımcısıdır. Dehrin ne safâ var acaba sîm ü zerinde İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde (Açıklaması: Dünyanın altınında, gümüşünde (zenginliğinde) ne mutluluk olabilir ki? İnsanlar o kaçınılmaz son yolculuğa çıkarken zaten bunların hepsini geride bırakır.) Günümüzde “kefenin cebinin olmadığını” bilen kaç kişi var acaba… ***** Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde (Açıklaması: İslâm mitolojisine göre bir peygamber olan Hazret-i Süleyman gelmiş geçmiş insanların en zenginiydi. Bundan başka Allah’ın bir lûtfu olarak kurda, kuşa, ateşe ve suya hükmedecek güçleri vardı. Bu kudret ve ihtişamın timsali olarak gökyüzünde uçabilen bir tahta sahipti. Ama dünyanın geçiciliğine bakın ki o muazzam saltanatın bile yerinde şimdi yeller esiyor.) Bu konuda halk arasında söylenen bir deyiş vardır: “Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış…” diye; ancak bu sözde ve Ziya Paşa’nın beytindeki Süleyman, Kanunî Sultan Süleyman değil, Süleyman Peygamber’dir. İç bade, güzel sev var ise akl u şu’ûrun Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş ne umûrun (Açıklaması: Aklın fikrin varsa şarap iç, güzelleri sev… Dünya -ve dertleri- varmış ya da yokmuş hiç aldırış etme, gününü gün etmeye bak.) Dikkate alınacak bir öneri… Nasılsa aldırış etsek de bir şey değişmiyor! ***** Cânan gide rindân dağıla mey ola rîzan Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde (Açıklaması: Sevgili gitse, dostlar / âşıklar dağılsa, şarap dökülse… Böyle bir gecenin sabahından hiç hayır gelir mi insana?) Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir (Açıklaması: Yüksek ve şerefli mevkilerdeki güçlerine güvenip milyonları çalanlar başı dik, alnı açık dolanırken; birkaç kuruş çalan hırsız kürek cezasına çarptırılır.) Şu son yıllarda kaç defa kanıtlandı Ziya Paşa’nın yıllar önce söyledikleri… Şair bugünü görseydi hiçbir şeyin değişmediğine şaşırır mıydı acaba? ***** Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde (Açıklaması: Onlar ki dünyayı sözleriyle düzene sokmak isterler, oysa onların evlerine gidip bakın, kendi evlerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz.) Herkese ahlak ve erdem dersi verirken kendi yaşamlarında bunu uygulamayan, çoluk çocuğuna söz geçiremeyen ya da onların yaptıklarını görmezden gelen ne çok ahlaksız insan var yaşadığımız şu dünyada… Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma Zer-dûz palan vursan da eşek yine eşektir (Açıklaması: Kötü yaradılışlı birine üniforma ya da gösterişli, pahalı giysiler soyluluk verir mi hiç; eşeğe altın işlemeli semer vursan da eşek yine eşektir.) Günümüzde de bu sözü doğrulayan o kadar çok olay yaşıyoruz ki... ***** Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar Rencide olur dîde-i huffâş ziyadan (Açıklaması: Nasıl ki yarasanın gözü güneş ışığından, aydınlıktan rahatsız olursa eksiği olanlar, cahil olanlar da olgun ve bilgili insanlardan hoşlanmaz, onları çekemezler.) Paşanın isminin Ziya olması da manidar. Çünkü Ziya Paşa da devrinde doğruları söylediği için pek çok kişiyi rahatsız ediyordu. ***** İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı (Açıklaması: Yüksek mevkilere erişebilmek için dostlarını çekiştirmek moda oldu; eskiden bu tür çirkinlikleri bilmezdik, bu çeşit hüner ve beceriler yeni çıktı.) ***** Sâdıkları tahkir ile red kâide oldu Hırsızlara ikram-ü inâyet yeni çıktı (Açıklaması: Vatanına, milletine gerçekten bağlı olanları aşağılamak ve onları reddetmek kural haline geldi, hırsızlara ikramda bulunmak ve yardım etmek ise yeni çıktı.) ***** Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi Hâinlere amma ki riâyet yeni çıktı (Açıklaması: Gerçi eskiden de doğruyu söyleyenlerden nefret edilirdi ama hainlere saygı göstermek, onları koruyup kollamak, onların emirlerine uymak yeni çıktı.) ***** Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık (Açıklaması: Eyvahlar olsun ki bu oyunda yine bizler yandık; çünkü zarar ortada, bu konuda ne kazandığımızı bilmiyoruz, daha doğrusu hiçbir şey kazanmadık…)

  • Mavi Şehirde Sonbahar

    Nurten B. AKSOY * Mavi ile yeşilin kucaklaştığı, Akdeniz’in en güzel şehri Antalya sonbaharda bir başka güzeldir. O yeşil ve maviye bir de sarının, kızılın türlü tonları eklendiğinde eşsiz bir manzara kucaklar sizi. Yaz mevsiminin boğucu sıcağında mavi sularında serinlediğiniz Antalya, sonbaharda da denize girebileceğiniz, ören yerlerini gezebileceğiniz; ormanlarında, gürül gürül akan şelalelerinde nefes alabileceğiniz en güzel şehirlerimizden biridir. Yaz sıcağına dayanamadığım için yirmi bir yıl yaşadığım bu şehre ya ilkbaharda ya da sonbaharda giderim genellikle. Ekim ayının ortalarında, daha çok denize girmek için gittiğim Antalya’da hafta sonu tatilini değerlendirmek adına belli bir hedef belirlemeden bir kültür gezisi yapmaya karar verdik çoluk çocuk ve arabamıza atlayıp batıya doğru yola koyulduk. Gri bulutların arasından göz kırpan güneş eşliğinde, ilk durak olarak Antalya’nın en önemli antik kentlerinden biri olan, Kemer ilçesine bağlı Phasilis’e vardık. Amacımız hem bu tarihi şehri gezmek hem de o masmavi sularda biraz yüzmekti ama çiseleyen yağmuru görünce denize girmekten vazgeçip antik şehrin kalıntılar arasında dolaşmaya başladık. Uzun yıllar Likya'nın doğu kıyısının en önemli liman özelliğini koruyan Phaselis İ.Ö. VII. yüzyılda Rodoslular tarafından kurulmuş bir şehir. Hala dimdik ayakta duran ve şehri çevreleyen su kemerlerinin yanından geçerek şehrin ana caddesinde yürümeye başlıyoruz. İki yanında gezinti yolları ve dükkânlar bulunan bu caddenin yakınında hamamlar, agora ve tiyatro gibi yapılar bulunuyor. Bu yapıların tarihinin M.Ö. I. ve II. yüzyıla kadar uzandığı ileri sürülmekte. Antik yolu bitirdiğimizde çam ağaçlarının altında uzanan kumsal ve masmavi deniz tüm ihtişamıyla karşıladı bizi. Sahilde çadırlarını kurmuş kampçıları, minicik bebekleriyle kalıntılar arasında gezen turistleri izleyip manzaranın ihtişamını seyrettikten sonra arabamıza doğru ilerlerken taşların ve çam yapraklarının arasında gözüme çarpan pembe-beyaz çiçekleri merak ederek baktığımda bunların dünya kadar para verip aldığımız o güzelim siklamenlerin minyatürleri olduğunu anladım. Birkaç metre ötede ise bu çiçeklerin pembe bir halı gibi bütün yamaçları kapladığını gördük şaşkınlık ve hayranlıkla. Bu görsel şöleni seyrederek Phasilis’e veda edip yeniden yola koyulduk. Yolun bitiminde dağların arasındaki vadide tüm görkemiyle Olimpos antik kenti karşıladı bizi. Kentin ortasında dağların yamacından süzülerek denize kavuşmaya çalışan, içinde ördeklerin yüzdüğü bir akarsu ve ahşaptan yapılmış küçük bir köprü var. Antik Kent içinde bulunan çok sayıda tapınak, tiyatro, çokgen örgülü duvar ve heykel kaidelerin arasından geçerek Caretta carettaların yumurtlama alanı olan sahile ulaşıyoruz. Burada denize giren, fotoğraf çeken, eşsiz güzellikteki manzarayı seyredenlerin arasına katılarak biraz dinleniyoruz ve yavaş yavaş dönüş yoluna geçiyoruz Akşamüstü serinliğin çökmesine rağmen, bu kadar yolu geldikten sonra ADRASAN'ı görmeden dönmek olmaz diyerek Olimpos'un yanıbaşında bulunan bir başka cennet koya doğru yol almaya başladık. Zaten 5- 10 dakika sonra vardığımız bu şirin beldede dağların suya akseden rengiyle maviden yeşile dönen pırıl pırıl bir deniz karşıladı bizi. Dünyaca ünlü Likya Yürüyüş Yolu üzerinde yer alan güzel duraklarından biri olan Adrasan, Yine Likya yürüyüş yolunun önemli noktaları olan Gelidonya Feneri, Çıralı ve Yanartaş ile de komşu. Minik çay bahçeleri ve pansiyonların sıralandığı Adrasan koyunun en güzel yanı, doğal yapısının bozulmamış ve kocaman otellerle dolmamış olması. Karnımızı doyurmak için bulduğumuz bir çay bahçesinde bir yandan gözlemelerimizi yerken bir yandan da karavanlarıyla sahilde konaklayan ve "ikinci baharlarını" yaşayan gençleri (!) gıptayla izledik. Ve burada, bir başka sonbaharda mutlaka birkaç günlük bir tatil yapmamız gerektiğini düşünerek Adrasan'a veda ettik. Dönüş yolunda, iyice çöken akşam kızıllığında dağlar daha bir ihtişamlı, deniz bir başka güzel, biz ise hayli yorgunduk ama Antalya her mevsim bir başka güzeldi... Fotoğraflar: Nurten Bengi AKSOY

  • Corona Günlükleri

    Nurten B. AKSOY * Offf offf! Nasıl bir ülkeye düştü benim yolum böyle, şaşırdım kaldım vallahi; bir yanda bulaşıp canlarını almaya kıyamadığım prensip sahibi, kurallara saygılı insanlar; diğer tarafta keyfinden başka hiçbir şey düşünmeyen saygısız, benciller ve bunlara taş çıkartacak kadar basiretsiz ve beceriksiz muktedirler... Affedersiniz kendimi tanıtmayı unuttum yine, aslında hepinizin yakinen tanıdığı Covit19, nam-ı diğer Corona ben... Bu günlerde malum, siz milletçe vurdumduymaz davrandıkça ben de fazla mesai yapmak zorunda kalıyorum, gün geçtikçe daha çok bulaşır, daha çok can alır oldum; inanın buna çok üzülüyorum; hele o sağlık çalışanlarının, doktorların çabalarını, alınterlerini, çırpınışlarını gördükçe... Dedim ya, şu son günlerde kafam çok karışık; sizin muhteremler benimle mücadele için hiç kimsenin anlayamadığı bir sürü önlem almışlar güya; şu saatte şunlar içeri, şu saatte bunlar dışarı diye... Zavallılar beni de kendileri gibi tembel sanıyorlar, siz hafta içi çalışıyorsunuz da ben tatil mi yapıyorum? Şunu artık anlayın, ben dur durak bilmem, 7/24 iş başındayım... Biliyor musunuz, konulan yasakları kimse anlayamamış, bugün sokakta vatandaşın biri kadın polislere sokağa çıkma yasağı var mı diye sordu, polisler de bu akşamdan pazartesi sabaha kadar diye cevap verdiler... Şaşırdım kaldım, ben mi yanlış anladım diye. Valla baya eğlenceli bir ülke burası, herkes aklına eseni söylüyor, yapıyor ve buna kimsenin gıkı çıkmıyor. Hayli demokratik bir ülkede olmak da güzel bir duygu!!! Bir de bugün hem çok güldüm, hem çok şaşırdım; yasak koydukları 65'liklerle 20 yaş altı cuma namazına gidebileceklermiş, bu gidişle ben de sonunda hidayete erip Müslüman olacağım galiba... Ama siz benim güldüğüme bakmayın, yasakların ilk ilan edildiği gündü, kocaman bir çay bahçesinde son bir keyif çayı içmeye gelmiş 65'lik bir hanımla garsonların konuşmalarına tanık oldum; o koca çay bahçesinde çalışan garsonların hepsi işten çıkarılmış, o adamlar şimdi ne yiyip ne içecekler diye düşünüp efkarlandım ama galiba benden başka üzülen yok, baksanıza sizin muhteremler "herkes başının çaresine baksın" deyip uçaklarla pikniğe gidiyorlar.... Neyse, ne diyeyim bilemedim; ben bir virüsüm nihayetinde ve görevimi yapıyorum sadece. Keşke sorumluluk sahipleri de benim kadar görevlerini yapsalar, ne ben bu kadar yorulurum, ne de sizler bu hallere düşersiniz. Bugünlerde bir de beni yok etmek için aşı bulunduğu ve yakında uygulamaya başlanacağı söyleniyor, ama dedim ya, ne garip bir milletsiniz siz böyle. Şimdi de "Yok, ben Çin aşısı olmam" diyenler, aşı beğenmeyenler türemiş. Ah ah, aşıyı buldunuz da burun kıvırıyorsunuz. Zaten 83 milyonluk ülkeye 20 milyon aşı gelirse merak etmeyin, zaten size denk gelmez... Sözlerime son verirken sizin bir atasözünüz geldi aklıma; "Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner" diye. Elbet bir gün ben buralardan gideceğim ama sorumlular sizlerin yüzüne nasıl bakacak çok merak ediyorum. Hadi, yine de sağlıcakla kalın... 😥 Corona

  • Senede Bir Gün

    Nurten B. AKSOY * Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Farkındalık Günü... Bugün yine televizyonlarda, sosyal medyada, politikacıların demeçlerinde hep engellilerin haklarından, onların yaşamlarının nasıl kolaylaştırılacağından bahsedilecek, insanlardan bu konuda empati yapması istenecek... Ama bütün bunlar tıpkı şarkıdaki gibi sadece "senede bir gün" olacak ve sonra bir dahaki seneye kadar unutulup gidecek... Zaten biz millet olarak her kavrama bir gün ayırıp, o günde nutuklarla, vaadlerle, şiirlerle, şarkılarla o günü anıp, sonra da 364 gün vicdanımız rahat bir şekilde yaşamımıza devam etmez miyiz?... Öğretmenler günü, Dünya tiyatrolar günü, Sokak hayvanlarını koruma günü, günü... günü... günü... Engelli nedir? Diğerlerine göre kısıtlılığı olan (kişi) demektir, diye en basit tanımı yapabiliriz sanırım. Engellilik çeşitlerini ise bilimsel olarak tanımlamaktan çok basite indirgenmiş şekilde şöyle özetleyebiliriz. *Görme engeli *İşitme engeli *Fiziksel engel *Zihinsel engel *Ruhsal engel *Sosyal bozukluklar Engelli olmak hiç bir insanın elinde olan bir şey değildir, bir yazgıdır o... Önemli olan o yazgıyı kabullenip yaşamın içinde rol alabilmek, söz sahibi olabilmektir. Bunu başaran insan zaten engellerini bir anlamda ortadan kaldırmayı başarmış demektir... Günlük yaşamda engellilik tanımı, yakıştırması, bakışı belki de çok genişleyebilir. Hayatını iyi sağlayamayan kişi de, boyu diğerlerinden daha kısa veya çok uzun biri de bir anlamda engellidir. Ancak bu, kişileri aşağılayan bir durum değildir. Örneğin ben; boyu uzun olmayan biriyim (dikkatinizi çekerim " boyu kısa " demiyorum ) ve bu durum benim için bir engel... Evde işlerimi yaparken üstteki raflara ulaşamıyorum mesela, merdiven ya da tabure kullanmak zorunda kalıyorum, bu durum da işlerimin uzamasına neden oluyor, bir anlamda yaşamımı olumsuz etkiliyor... Aslında engelliler hep hayatımızın içindeler... sokağımızda, mahallemizde, sınıfımızda...her yerde yanıbaşımızdalar. Onlar içimizden biri, yaşamımızın bir parçası ve çok şükür ki toplum olarak bu konuda artık daha duyarlıyız Yavaş yavaş bu dostlarımızın yaşamlarını daha kolaylaştıracak bir şeyler yapılıyor ve umuyorum ki daha da yapılacak... Ama ben, toplumdaki bir engelli türünden çok rahatsızım. Sevgi engellilerinden, bir başka deyişle sevgisiz insanlardan... Ne yazık ki toplumumuzda sevgisizlik her geçen gün artıyor ve körükleniyor; birbirini sevmeyen insanlar gittikçe çoğalıyor ne yazık ki... Halkını sevmeyen yöneticiler, öğretmenlerini sevmeyen öğrenciler, gençlerden nefret eden büyükler (!), hayvanlara eziyet eden insanlar, savaşa alkış tutan insanlar, yayaları sevmeyen sürücüler vs...vs Bu listeyi daha uzatabiliriz ama gerek yok, bunları hepimiz biliyoruz ve bence toplumdaki en büyük engel bu, sevgisizlik... Eğer bir gün insanları sevmeyi öğrenirsek, şairin dediği gibi; "Yaradılmışı Yaratan'dan ötürü seversek" bazı şeylerin farkına daha çabuk varabiliriz. Engelleri ortadan kaldırabiliriz. Engellilerin farkına varıp onların yaşamlarını kolaylaştırmak için daha çok gayret sarf ederiz... Tüm engellerin ortadan kalkması dileğiyle...

  • Şeb-i Yelda / En Uzun Gece

    Nurten B. AKSOY * Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler, Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ, Bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma... (T. Fikret) Gecelerden bir gece... Karanlık, kasvetli, soğuk ve uzun mu uzun... Şöyle bir takvime bakıyorum (gerçi şimdilerde takvim de yok, herhangi bir yerden günün tarihini teyid ediyorum) 21 Aralık... Tüm sevimsizliğine, karanlığına ve soğuğuna karşın yine de güzel bir gece... Yani aydınlık günlerin başlangıcı benim için... 21 Aralık'ta güya dünya bilmem ne dönencesine girermiş, kış mevsimi başlarmış bizim yarım kürede, havalar daha bir soğurmuş, kar yağarmış...mış mış da mış mış...Varsın olsun, bu gece hükmünü sürsün "yılın en uzun gecesi" olarak. Yarından itibaren nasılsa hükmünü yitirecek, geceler yavaş yavaş kısalmaya başlayacak. Her gün biraz daha fazla yaşayacağız aydınlığı. Uykuyu, geceleri, güneşsiz karanlık günleri çocukluğumdan beri sevmem. Bedenimin ihtiyaç duyduğu uykudan fazlası hep eziyettir benim için, gün ışığındaki uyumalar hep kayıptır bana, bu nedenle sevmem uzun geceleri. Ve işte bu yüzden uzun gecelerin saltanatına son veren 21 Aralık tarihini bir başka severim... Şöyle bir geçmişe dönüp baktığımda ne karanlık ne "uzun geceler" yaşamışız meğer diye düşünürüm... Çok mu talihsiz çocuklardık da hep uzun, karanlık gecelerde geçti bahar zannettiğimiz çocukluğumuz, gençliğimiz? Darbeleri, kardeş kavgalarını, saltanat çekişmelerini izleyerek ve hatta yaşayarak geçmedi mi en güzel günlerimiz. Gecelerin karanlığını Kıbrıs Savaşı yıllarında "karartma geceleriyle" daha bir uzun, daha bir karanlık yaşamadık mı? Öğrencilik yıllarımızı çalmadılar mı bizden? Öğretmenlik yıllarımızda bir o yana bir bu yana çekerek gündüzümüzü hep geceye çevirmeye çalışmadılar mı? Kimi zaman biz birbirimize kıyarken, kimi zaman "devlet", kimi zaman da "kader" kıymadı mı bizlere? Birileri hep aydınlığımızı çalmaya çalışıp, karanlığa mahkum etmek istemediler mi bizleri? Sanki şimdilerde çok farklı. Bizim kuşak baharlarını güneşsiz günlerde geçirdi, şimdilerdeyse zaten ömrümüzün karanlık çağlarına girdik; gözümüz görse, gönlümüz görmüyor güneşi ya da gönlümüz görmeye kalksa birileri çıkıp önüne perde geriyor, yani bize güneşi hep çok gördüler zaten... Evet, işte biz geldik gidiyoruz da ya çocuklarımız? Onları da mı karanlığa mahkum edeceğiz? Sevgisizlik, kin ve nefret tohumlarının her tarafa serpilmeye çalışıldığı, her tarafta her gün ölümlerin yaşandığı şu günlerden daha karanlık gece var mıdır? Belki de en acı ve en uzun karanlığın yürekteki karanlık olduğunu keşfetti birileri. Sevgiden, aşktan, bilimden, sanattan, dostluktan, kardeşlikten hatta insanlıktan uzaklaşan yüreklerin kararacağını bildiklerinden, inatla ve ısrarla karanlığa mahkum etmek istiyorlar bizleri. Ama sanırım unuttukları bir şey var; en uzun ve karanlık gecenin ardından bile güneş mutlaka doğar...Mesela yarından itibaren günlerin yeniden uzamaya başlaması gibi.... Uyumayı sevenlere iyi uykular; ama ben ve benim gibiler, yani bizler aydınlık günleri bekliyoruz umutla... "Evet, sabah olacaktır, sabah olur...geceler kıyamete kadar sürmez...Sonunda bu gökyüzü, bu mavi gök bize acır, üzülme" dememiş miydi Tevfik Fikret ? Foto; Nurten B. AKSOY

  • Bir Namazlık Saltanat

    Nurten B. AKSOY * Her ne kadar Cahit Sıtkı; "Yaş otuz beş yolun yarısı eder" dese de bu hesabın tutmadığını şairin yaşam öyküsüne baktığımızda anlıyoruz. Yetmiş yaşına kadar yaşayacağını hesaplayan Cahit S. Tarancı ne yazık ki kırk altı yaşında hayata veda edivermiş. Yani yaşam bizim istediğimiz biçimde gitmiyor; ne doğmak elimizde, ne de ölmek... Günün birinde bir çığlıkla geldiğimiz dünyadan hiç haberimiz olmadan çekip gidivereceğiz bir gün, arkamızda gözü yaşlı sevgililer, ağıtlar bırakarak. 2020 yılı içinde aldığımız ölüm haberleri, aslında ölümün ne kadar yakınımızda olduğunu sürekli hatırlatıyor bana. Daha doğrusu ölüm kendini hiç unutturmuyor ki... Bir bakıyorsunuz bir maden göçüğünde, bir bakıyorsunuz bir trafik kazasında, bazen bir hastane odasında, bazen sıcacık yatağınızda... ama hep yanı başımızda... Gençlik yıllarında bir ölüm haberi duyduğumuzda (bugün de olduğu gibi) hemen ölen kişinin yaşını sorardık . Ellili veya altmışlı yaşlarındaysa "eh, az da yaşamamış" derdik. Oysa şimdi aynı yaşlarda ölenlere; "vah vah, daha gençmiş" diyerek hayıflanıyoruz. Çünkü zaman da ömür de göreceli; zamana göre, kişiye göre değişiyor ha bire... Madem ki ölüm bu kadar yanı başımızda, böylesine yakın bize, öyleyse kalan ömrümüzü niye heba ediyoruz ki... Şöyle bir düşündüm de ömrümüzün en güzel günlerini hep bir şeyleri kovalayarak, ya da birileri için yaşayarak geçiriyoruz; işimiz, ailemiz, tutkularımız, hırslarımız en güzel yıllarımızı alıp gidiyor elimizden. Tam kendimize geliyor sıra, biraz da kendimiz için yaşayalım derken veda vakti gelip çatıyor... Yeni bir yıla başladık madem, hayata bakışımıza da yaşamımıza da yenilikler getirsek olmaz mı? Örneğin geçmişteki öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı unutmaya çalışsak, "birileri ne der ki" düşüncesini "bir zamanlar o bana neler yapmıştı" fikrini silip atsak kafamızdan, gülümsemeyi, "günaydın" demeyi, selam vermeyi öğrensek yeniden. Empati yapabilsek, kızıp öfkelenmeden önce, hırslarımızı, kinlerimizi bir yana bıraksak... Belki diyeceksiniz ki "bunca olumsuzluk, çirkinlik yaşanırken nasıl olacak o dediğin?" Marifet orada değil mi ki zaten. Her şeye rağmen hayata gülümseyerek bakabilmekte değil mi marifet... Yarından tezi yok, bir deneyelim öyleyse... Önce kendimizi severek, kendimize selam vererek başlayalım güne, bindiğimiz otobüsün şoförüne selam verelim, gördüğümüz sokak komşumuza gülümseyelim, ayağımıza sürtünen kedinin başını okşayalım, sararan yaprakları, düşen yağmur damlalarını seyredelim yürürken, martılara ya da kuşlara el sallayalım... Özellikle şu pandemi günlerinde yüzümüzde maske, içimizde korku, yüreğimizde sızıyla yaşarken belki de hayatın hâlâ ne kadar güzel olduğunu fark ediveririz kim bilir... "Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında." dediği gibi şairin, mademki ölüm herkesin başında, hem de yanı başında; öyleyse o saltanatı musalla taşına bırakmayalım, yaşarken sürelim...

  • Kış mı Geldi Ne

    Nurten B. AKSOY * Pastırma yazıydı, yalancı bahardı, dolardı, avroydu, enflasyondu derken nihayet kış mevsimi geldi çattı. O güzelim güneşli ılık günlerin ardından havalar iyice soğudu. Kaloriferlerimiz, sobalarımız, ısıtıcılarımız (pek olmasa da) harıl harıl yanmaya başladı. Çocuklarımız pek bilmez; ama bizim kuşak iyi hatırlar soğuk sabahlara uyanmayı, buz gibi sularla elini yüzünü yıkarken titremeyi... Geriye dönüp baktığımızda aslında ne kadar zor bir çocukluk geçirdiğimizi hepimiz hatırlarız. Bizler şanslı çocuklar mıydık, yoksa çok mu şanssızdık diye düşünürüm çoğu zaman; o günlerde sahip olduklarımız ve olmadıklarımız aklıma geldikçe. Çocukken nasıl ısınıyorduk diye düşündüğümde, aklıma ilk olarak odanın ortasında üstünde kaynayan patates tenceresiyle maltız geliyor. Bugünün çocukları bu ismi duymamışlardır bile. İskeleti teneke ya da bakırdan yapılan üç ayaklı, iki kulplu, iç yüzü toprakla sıvalı ve içinde ızgara bulunan bir çeşit yemek pişirme mangalıydı maltız. Mardin'deki o koca taş evimizde, odanın ortasında dururdu, üstünde yemeğimiz pişerken bizler de onun başında ısınırdık. Bir de döküm ütülerimiz vardı, annem maltızın içinden çıkardığı korları ütünün içine doldurur babamın pantolonlarını ütülerdi. Kömür sobasıyla ilk İstanbul'da tanışmıştım. O zamanlar siyasetçiler kömür filan dağıtmazdı, insanlar kendi kömürlerini alın teri dökerek kazandıkları paralarıyla kendileri alırdı. Temmuz ya da ağustos aylarında satın alınan koca koca kalıplar halindeki kok kömürleri kamyonla getirilir kapımızın önüne yığılırdı. Sokaklarda "oduncu, kömürcü geldi" diye dolaşan adamlar, belli bir ücret karşılığında kömürlerimizi kırar kömürlüğe taşıyıp yerleştirirlerdi, işleri uzun sürerse öğlen yemeği ikram ederdik o adamcağızlara. Parası azdı ama gönlü zengindi insanların o zamanlar... Özel kömür kovalarımız vardı, onları doldurur sobanın kenarına dizerdik. Sabah olunca önce sobanın külü temizlenirdi, tozumasın diye de üstüne su serpilirdi külün, sonra odunlar tutuşturulur, iyice yanınca da üstüne kovalarla kömür boca edilirdi. Kömürler yanıp nar gibi kızardığında, bütün gün dayansın diye üstüne kömür tozu ve kül karışımından yapılmış harç kaplanırdı ki bütün gün ağır ağır yansın ve evimizi sıcacık ısıtsın diye. Sobamızın üstünde sürekli bir güğüm ya da çaydanlıkta su kaynardı; çay, çorba yapmak, elimizi yüzümüzü ılık suyla yıkamak için. Çünkü musluklardan buz gibi akardı sular; kaloriferler, kombiler yoktu ki o yıllarda. Okuldan geldiğimizde o sobanın başında toplanır bir yandan ödevlerimizi yaparken bir yandan da sobanın üstünde kızaran ekmek, peynir ve çayla karnımızı doyururduk... O soba sabaha kadar için için yanarken hem bedenlerimizi hem de yüreklerimizi ısıtırdı. Okullarımız da sobalıydı, kışlar İstanbul'da bile çok sert geçerdi, buz tutmuş karların üstünde yürüyerek giderdik okullarımıza, öyle şimdiki gibi kapımızın önünden bizi alan servislerimiz filan yoktu. Hem kartopu oynar, hem kayar düşerdik yol boyunca şen kahkahalar atarken. Sabah gelen hizmetliler yakardı sobaları, ellerimizi ısıtırdık o sobaların başında, bazen sobalar tüter, her yeri toz duman kaplardı. Hatta bazen bu yüzden derslerimiz bile kaynardı, bu da biz öğrencilerin pek hoşuna giderdi... Sonraki yıllarda "vezüv" marka gaz sobaları çıktı, bir kibritle tutuşuveren ve hemencecik ortalığı ısıtıveren. Önündeki camlı kapısından mavi mavi yanan alevleri seyrederdik büyük bir merakla. Bazen içine gaz birikirdi, farkında olmadan kibriti çakıp içine atarsanız vay halinize. Alev alırdı o emaye soba, kıpkırmızı kesilir" Vezüv Yanardağına" döner, hepimizi korkuturdu... Kömür ve gaz sobasından sonra Fatsa'da o küçücük "ördek" tabir edilen fındık sobalarıyla tanışmıştım. Kış gelmeden fındık fabrikalarından fındık kabuğu alırdık çuval çuval, eve depolardık. Havalar soğudu mu fındık kabuğuyla doldurup tutuştururduk ördek sobalarımızı. Çıtır çıtır ses çıkararak öylesine güzel yanardı ki o minicik soba, kendimizden geçer, hayallere dalar kalırdık başında. Daha sonraları kuzineye (fırınlı sobalara) terfi etmiştik ev arkadaşlarımla ve tam bir Karadenizli gibi o kuzinelerde ne hamsiler ne mısır ekmekleri pişirip yemiştik, tatlı sohbetlere eşliğinde. Derken Antalya günleri başladı. Sıcak iklimler şehri Antalya; neredeyse yılın üç yüz gününü güneşle geçirdiğimiz o mavi Akdeniz'in güzeller güzeli şehri... Antalya'yla birlikte sobalara da veda etmiştik. Artık elektrikli sobalar ya da klimalarla ısınıyorduk. Bedenimizin bir yanı ısınırken diğer yanı üşürdü; ama olsun, parlayan güneş yüzümüzü, yüreğimizi sıcacık ısıtırdı... Beydağlarının karlı tepelerine bakarken camlardan giren güneş ışığıyla avunurduk ısınma adına. Şimdilerde kaloriferli evlerde oturuyoruz çoğumuz. Bir düğmeyle istediğimiz zaman açıp kapadığımız, istediğimiz kadar yaktığımız kaloriferlerimiz var. Üstünde ekmek kızartamadığımız, kestane pişiremediğimiz; ama külü, isi, kokusu olmayan zahmetsiz kaloriferlerimiz. Hüzün kokan sonbahardan sonra; fırtınalı, karlı, buzlu soğuk günleri bekliyoruz, sıcacık evlerimizde içimiz titreyerek. Bir yandan yüklü doğalgaz faturalarını hesaplarken, bir yandan da geçim sıkıntısından, siyasetten daha çok, kesilir mi diye korktuğumuz doğalgazın akıbetini düşünüyoruz "Hey gidi günler hey" diyerek. Ellerimiz, bedenlerimiz çok fazla ısınmasa da gönüllerimizin sıcacık olduğu o eski zamanlarda daha mı mutluyduk, diye de sormadan edemiyoruz kendimize...

  • Sussam Gönül Razı Değil

    Nurten B. AKSOY * Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilemiyorum... İçimde birikmiş yüzlerce sözcük dans ediyor, savruluyor oradan oraya; fakat bir türlü hizaya giremiyor, ayak uyduramıyor birbirine. Belki bir sarsıntı, belki bir sadme patlatacak volkanı ve fışkıran lavlar hem beni hem okuyanları yakacak ama olmuyor işte... Aslında bu sıkıntımın yani yazamamamın sebebini biliyorum; tabularım var benim, yasaklı sözcüklerim, sansürlenmiş duygularım, bir türlü kıramadığım prangalarım. Tıpkı Ahmet Arif'in dediği gibi... "Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne..." Ben de bağırabilsem, haykırabilsem dağlara, dipsiz kuyulara ya da ortasından kırılmış bir kibrit çöpüne... Belki seslerim harflere dönüşüp dökülüverecek satırlara... diye düşünürken "aşk" geliyor aklıma birden bire, benim tabu olan sözcüklerimden... Sonra "kadın", sonra "yalnızlık"... İçimde dans eden sözcüklerden bir kaçı. İşte bu sözcükleri harmanlayıp bir şeyler anlatmalıyım, yazmalıyım, yazmalıyım... Kadından başlayayım mesela; bir çiçek kadar güzel, narin; bir kelebek kadar kırılgan... En güzel demlerinde tüm bakışları üstünde toplayan kadın. Gönlünü çalmak ya da kırmak için etrafını saranlara direnen kadın... Ya hafif bulurlar sizi, oradan oraya savurmak isterler, ya da bir kaya gibi sert ve soğuk. Bakmazlar bile yüzünüze, duygularınızın olduğu kimselerin aklına gelmez. Aşk ise ayrı bir dert, ayrı bir tabu. Her kullandığınızda manidar bakışlar, alaycı gülümsemeler, dudak bükmeler çarpar gözünüze. Bir şeylerle doldurmaya çalışırlar o sizin en içten duygularınızın içini, çünkü aşk sadece birilerinin tekelindedir, sizin onu yaşamanız söz konusu bile olamaz. Şüphe ederler sevginizden, hatta yakıştıramazlar size...çünkü hayata tek başına kafa tutan; sert, duygusuz, yalnız bir kadının değil aşka, yaşamaya bile hakkı yoktur aslında. Yalnızlığınızı bile çok görür, aldırmazlar size, "Niye yalnız olasın ki canım" diye sitem ederler. Bilmezler ki insanlar belki de en çok kalabalıklar içinde yalnızdır. Dostlar vardır, dost bildiklerin vardır, seni hiç dinlemeyen, sesini duymayan canlar vardır hep etrafında; ama bunca kalabalığın içinde yalnızsındır hep. Dertleşmek, içindekileri dökmek istersin dost bildiklerine bazen, daha ilk cümlenden sonra onlar alır sazı eline. Çalar, söyler, hatta şakırlar bülbül gibi. Konuşamazsın, konuşturmazlar; çünkü sana hep dinleyici rolü uygun görülmüştür. Yutkunursun, içindekileri haykıramazsın. Zaten haykırmak yasaktır sana, "şükret haline" diye öğüt veren dostların aslında ne çok severler seni, kadir kıymet bilmezsin... *"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" Fuzûlî

  • Agatha Christie’nin Gizemli Yaşamı

    Nurten B. AKSOY * Agatha Christie; bizlere polisiye roman okumayı sevdiren, kitaplarını okumak için heyecanlandığımız, harçlıklarımız yetmediğinde kitaplarını değiş tokuş yaparak okuduğumuz, esrarlı hikâyelerin kraliçesi… Dünyanın en tanınmış polisiye roman yazarı olan Agatha Christie'nin eserleri 45 dile çevrilmiş, kitaplarının satışları ise milyarları bulmuştu. Kutsal kitaplar (Kuran ve İncil) ile Shakespeare‘den sonra en çok okunan ve kitapları en çok satan yazardır. Gençlik yıllarımızda yaşamımıza giren sevimli polis müfettişi Hercule Poirot’yu yaratan kadın! Sadece romanlarını değil yaşamını da bir sır perdesiyle sarmalamayı başaran yazarın gizemli yaşam öyküsü şöyle: 15 Eylül 1890 tarihinde İngiltere’de doğan ünlü İngiliz yazar, popüler edebiyatın en önemli isimlerinden biri ve dedektif Hercule Poirot tipinin yaratıcısıdır. Mary Westmacott takma adıyla aşk romanları yazsa da asıl ününü, yazdığı 80 dedektif romanına ve West End tiyatrolarında sahnelenen oyunlarına borçludur. Christie’nin 1920’de yayınlanan ilk kitabı “The Mysterious Affair Style” (Ölüm Sessiz Geldi), aynı zamanda meşhur kahramanı Belçikalı Dedektif Hercule Poirot’nun da yer aldığı ilk eseridir. Edebiyat dünyasının bilinen en ünlü karakterlerinden biri olan Hercule Poirot’yu yaratan Christie, bu kahramanını 33 romanı ve birçok kısa hikâyesinde kullanmıştır. Bir diğer kahramanı ise kadın karakter Miss Jane Marple’dır. Miss Marple’ı 1930 yılında yazdığı “The Murder at the Vicarage” (Ölüm Çığlığı) adlı romanıyla okurlarına tanıtmıştır. Her iki kahramanın da serüvenleri televizyon dizisi ve film olmuştur. Agatha Christie, Mary Westmacott takma adıyla da altı tane duygusal, aşk roman yazmıştır. 1971 yılında İngiltere’nin en yüksek onur unvanı olan “Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı” nişanını alan Agatha Christie 12 Ocak 1976’da hayata gözlerini kapadı. Agatha Christie yaşamı boyunca hep sırlarla iç içe olmayı sürdürmüş bir yazar. Bu sırların en önemlisinin yaşandığı yer ise İstanbul'daki bir otel, yani Pera Palas Oteli. Orada, Christie’nin yaşamının hep karanlıkta kalan bir kısmının gizemi saklıdır. Agatha Christie 1926 ile 1932 yılları arasında Pera Palas Oteli’nin loş bir odasında kalarak ünlü “Orient Express’de Cinayet” (Şark Ekspresi’nde Cinayet) romanını kaleme alır. Otelin 411 numaralı odasında yazılan roman, tüm dünyada satış rekorları kırar, filmi çekilir. Agatha Christie 1926’da on bir gün boyunca ortadan kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunamaz. Arabası kaybolduğunun ertesi gün Newlands Corner Surrey’de bir göl kenarında ağaçlara çarpmış, bavulları dağılmış bir şekilde bulunur. Sanki “Agatha Christie göle düştü” süsü vermek ister gibi. Sonra birden ortaya çıkar Agatha Christie; ama hiçbir açıklama yapmaz. Kimilerine göre Agatha Christie geçici hafıza kaybına uğramıştı, kimilerine göre ise kocasının sevgilisini öldürme planları yapmak üzere bilmediği bir yere gitmişti… Sır, hâlâ meçhul… 1926-1932 yılları arasında İstanbul’a defalarca gelen ve her geldiğinde Pera Palas’ta kalan Agatha Christie, “Orient Expres’te Cinayet” adlı romanını yazmak için İstanbul’a geldiğinde otelin o zamanki sahibi olan Misbah Muhayyeş’in misafiri olarak onun Yeniköy'deki yalısında kalmıştı. İşte o, on bir gün ortadan yok oluşunun sırrının bu yalıdaki bir odayla da bağlantısı olduğu söylenir. Yazarın ölümünden üç yıl sonra, 1979 yılında, Warner Bross film şirketi, bu esrarlı on bir günün öyküsünü film yapmak ister, ancak yapımcılar pek de iyi bulmadıkları senaryoyu biraz renklendirmek için bir medyuma ihtiyaç duyarlar. Zamanın tanınmış medyumlarından Tamara Rand, Agatha Christie’nin ruhunu çağırmakla görevlendirilir. Rand’in açıklamasına göre Agatha’nın ruhu kendisine şu mesajı vermiştir: “Benim kayboluşumun sırrı Pera Palas’ta gizlidir.” Medyum Tamara’nın yapmış olduğu ikinci bir ruh çağırma seansında Agatha’nın ruhu bir anahtardan bahseder, “Anahtarın, otelin o günkü sahibinin (Misbah Muhayyeş) yalısında gizli bir odayı açtığını ve bu odadaki hatıra defterinde kaybolduğu 11 günün tüm ayrıntılarının yazılı olduğunu” söyler… New York Times gazetesi, bu konuda yazılacak olan hikayenin yayın hakkı için 75 bin dolar teklif eder. İstenilen olur, bu inanılmaz hikâyeye bütün dünya basını büyük ilgi gösterir. Dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler 1979 yılının 7 Mayıs günü, Agatha’nın “Şark Ekspresi’nde Cinayet” romanını yazdığı 411 numaralı odada toplanır. Medyum Rand, polisiye kraliçesinin ona söylediklerini Los Angeles’dan İstanbul’a telefonla bildirir ve her şey Amerikan televizyonlarından canlı olarak yayınlanır. Yazar, medyumla kurduğu iletişimde, odadaki ahşap yer döşemelerinden söz eder ve gerçekten de tam belirttiği yerdeki döşeme yerinden çıkartıldığında ahşap döşeme ile beton zemin arasında paslı bir anahtarın durduğu görülür. O dönem otelin yöneticisi olan Hasan Süzer, bir basın toplantısı düzenleyerek gazetecilere Pera Palas’ın bakıma ihtiyacı olduğunu ve anahtarın 2 milyon dolara satılarak elde edilen parayla otelin restore edileceğini açıklar. Buna ilave olarak, film şirketince yapılacak filmin Türk televizyonunda ücretsiz olarak yayınlanmasını ve yapılacak filmden yüzde 15 oranında kar payı verilmesin ister. Ancak Warner Bross’ın temsilcilerinin “böyle bir karar almaya yetkileri yoktur”. Büyük bir hayal kırıklığıyla, gerisin geriye, Los Angeles’a dönerler. Ama Warner Bross’un yetkilileri bu sırla ilgili filmden vazgeçmezler, çareyi bir kez daha medyum Rand’in hünerlerine sığınmakta bulurlar. Rand yeniden devreye girer, Agatha ile transa geçer ve Agatha’dan şu mesajı getirir; “Bayan Rand eline anahtarı almadıkça bu esrar çözülmeyecektir.” Daha sonra 20 Ağustos 1979 tarihinde şirket, 411 numaralı odada düzenlediği olağan üstü toplantıyla yeniden dünya basınının karşısına çıkar. Nihayet Tamara Rand, anahtarı eline almıştır ve Pera Palastaki gizem çözülecektir. Ama ne yazık ki, tam da o sıralarda, otel çalışanları neredeyse bir yıl sürecek bir greve giderler ve hikâyenin yarattığı heyecan dalgası yavaş yavaş söner, proje de suya düşer. Her ne kadar 1986 yılında başka bir odada ikinci bir anahtar ortaya çıktıysa da o tarihten beri paslı anahtar bir bankanın kasasında güvende bekliyor.

  • Bir Düğün Günü

    Çarşamba, saat: 20:45 Şenol YAZICI: maviADA'nın bir okul olma savı vardı; bilgi, görgü ve deneyimini gelecek kuşaklara aktaracaktı. Yirmi yıllık süreçte, hele basılı bir dergi olduğu zamanlarda defalarca gördüğü bu işlevi, bir internet dergisi olduğu yeni formatında tekrar başardığını görmek kıvanç verici. İşte bu farklı maviADA, deyim yerindeyse ilk mezunlarını verdi. Bu pazar özel bir pazar biliyorsunuz. O gün, maviADA'nın düğünü var desek çok da yalan olmaz. Hepimizin tanıdığı, yazma sürecinde yol arkadaşlığı ettiğimiz iki arkadaşımızın Niyazi UYAR ve Yusuf AKSOY'un yazarlık "mürüvvetini" de gördük sonunda. Her ikisi de yeni çıkan kitaplarıyla en zoru olan ilk deneyimlerini kendi çalıştıkları, yaşamlarını geçirdikleri Bornova’da açılan kitap fuarında aynı gün, aynı saatte, aynı stantta olacaklar. Güzel şans... Kendilerini yeniden kutlar, başarılar dilerim. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi vardır, diyerek belki ihtiyaç bile duymazlar, ama yine de ben etkinlik deneyimlerimden aklımda iz bırakan birkaçını belki yol gösterici olur diye aktarmak isterim. Dedik ya; Ana yüreği bu... Fadime Y. KAROĞLU Şenol YAZICI Tıpkı yaşlılığın el kitabı olmadığı gibi, yazarlığın da bir elkitabı, akıl vereni, yol göstereni yoktur, son zamanlarda açılanları saymazsak okulu da... Ne gerek var böyle şeylere, diyenlerden olan ben, büyük heyecanla gittiğim, yazarlık maceramın ilk büyük çıkışı, benim deyişimle "ilk milli olmam" olan 98 İzmir Tüyap'ta en büyük hayal kırıklığımı da işte bu nedenle, yani görgüsüzlükten, rehbersizlikten, kirvesizlikten yaşayacaktım. Etkinlikten erken ayrılıp tam gaz geldiğim Akhisar'da, yol kıyısında durup, gözyaşları içinde, bir daha kitap da yazmam, Tüyap'a müyapa da gelmem, diyerek yemin ettiğimi anımsarım. Ne var ki yazarın, yazmanın ya da anlatmanın yemini olmazmış. Şimdi anlıyorum. Yusuf ve Niyazi arkadaşlar dinlerlerse onlara, bilmediğimiz şey mi diyeceklerse, yarın yeni kitaplarla çiçeği burnunda yazar adayı olacak bizlere belki öğüt olur. Daha da olmadı bana kulak küpesi ... Bir kere şunu bilelim: Dosya konusu yaptığımız anlatmak başka başka amaçlara hizmet etse de onca emek sonucunda ortaya çıkan kitaplar da satılmak içindir. Bu iki türlü yazara hizmet eder; ne yazdığını geniş kitleler ancak böyle görür, ikincisi yazar alın terinin karşılığını da ancak bu yolla alır. Tüyap ya da kitap fuarlarıysa kitap satılan yerlerdir. Ben dahi çok bir zaman aksini düşünsem de, bunun daha onurlu hiç bir yolu yoktur. Biliyorum ki gerek toplumsal rollerimiz, gerek memurluğun getirisi, gerek kişisel anlayışımız... bize bu eylemi bir dilencilik gibi gösteriyorsa çok yanıldığınızı lütfen bugünden tezi yok, kabul edin. Amentüsü budur: Emeğinizin bir karşılığı olmalı ve siz de onu almak için burdasınız. Önce bunu kabul etmelisiniz ki bu macerayı anlamak mümkün olsun. Prş 20:01 Niyazi UYAR: Teşekkür ederim Kaptan, dediklerin özellikle benim için böyle. Kimseden tek kuruş almadım bugüne kadar, herhalde yine alamam. Yazmaya uzun süre ara vermişken Kaptan ile yaptığımız bir telefon görüşmesinden sonra tekrar yazmaya başladım. Şimdi istesem de yazmayı bırakamıyorum. Laf aramızda Kaptan'a teşekkür etsem mi, bilemedim. Pazar günü görücüye çıkıyoruz, dilerim her şey yolunda gider de yazma aşkımız devam eder... Kaptanımız ile birlikte sevgili arkadaşlarımızın gönülden desteği çok kıymetli... … Elden satışa dair endişelerim vardı, tabi ki, yayınevinden bir görevli yardımcı olacaktır. Semihat KARADAĞLI Başarılar diliyorum. Nurten B. AKSOY İyi akşamlar arkadaşlar, Şenol hoca Tüyaplardan bahsedince aklıma ilk Tüyap ziyaretim ve deneyimim geldi. On yıl önce ilk çıkan kitabının editörlüğünü yaptığım bir şair arkadaşım İstanbul TÜYAP’a katılmıştı. Ben de onu yalnız bırakmamak adına onunla birlikte gidip gün boyunca orayı gözlemlemek fırsatı bulmuştum. Ama kitap fuarında ne yapılır, katılan yazarlara nasıl destek olunur hiçbir fikrim yoktu. Ancak akşama doğru fark ettim ki oradaki yazarlara en büyük destek kitapları alınarak yapılırmış. Fuarda korkunç bir kalabalık vardı, ama kitap alan çok azdı. İnsanlar sanki bir panayıra gezmeye gelmiş havasındaydı. Elbette bilinçli okurlar da vardı kitap alanlar da ama bazı stantlarda mahzun mahzun oturan yazarlar beni çok üzmüş ve etkilemişti. O duyguyla o yazarların stantlarına gidip kitaplarını almıştım ve o insanları tanımaktan çok mutlu olmuştum. Böylece bir kitap fuarında nasıl davranmam gerektiğini de öğrenmiştim. Ertesi yıl bu sefer benim de yazılarımın olduğu bir kollektif kitabın tanıtımı ve imza gününe katılmış, öyle bir ortamda bir yazarın mutluluğunu ve gururunu yaşarken neler hissettiğini de çok iyi anlamıştım. Bu vesileyle @Niyazi Uyar hocama ve @Yusuf Aksoy hocama başarılar ve bol okurlar diliyorum Niyazi UYAR: Nurten Hanım, kitap fuarlarında bu manzaralar hep gözümün önüne gelir. O nedenle yayınevinin Ankara ile birlikte bir başka yerdeki davetini kabul etmedim. Bornova'da görev yapmam vesileyle kitap günlerine katılıyorum. Yaşayıp göreceğiz, dilerim beni demoralize edecek bir manzara ile yaşamam. Nurten B. AKSOY: Niyazi UYAR, kaygılanmayın. Eminim her şey çok güzel ve gönlünüzce olacaktır. Yusuf AKSOY: Öneri ve destekleriniz için çok teşekkür ederim Nurten hanım ve Şenol hocam Benim ilk katılımım olmayacak. Ama bu etkinlikler hep heyecanlandırıyor. Dayanışma, moral motivasyon için çok değerlidir şüphesiz ... Eksik olmayın, çok teşekkürler. Prş 21:08 Şenol YAZICI: Niyazi UYAR, Yukarıda belirttiğiniz gibi... Elden satışa yayınevinden bir görevli yardımcı olmalı. Bunu önceden organize ederseniz belki de sizi zor durumda bırakacak, kendinizi kötü hissettirecek bir sorunu aşmış olursunuz. Şenol YAZICI Yusuf AKSOY, ne kadar katılırsanız katılın, o heyecan hiç tükenmeyecek. Zaten tükendiğinde işin hiçbir keyfi kalmadığını görüp üzülürsünüz... Niyazi UYAR: Gayet rahattım, fakat dünden beri bir heyecan sardı. Şenol YAZICI Başka bir program, panel söyleşi gibi var mı? Öyle bir şey varsa daha dikkatli hazırlanman için çalan alarmdır o heyecan… Yoksa, o heyecan çok güzel bir duygu, trans halidir. Seni motive edecektir. Yusuf AKSOY Kesinlikle Niyazi UYAR: Şenol Yazıcı, bu yıl geçti, o seneye olabilir. Sıkıntısız bunun üstesinden bir gelelim... Şenol YAZICI Satış ve para alma işini organize etmişseniz iyi yaptınız. Beni 98 İzmir Tüyapta yılgınlığa sürükleyen oydu. Yayınevi adam getirmemişti, parayı kendim alıp kitabı kendim verdim mecburen. Çoğu arkadaşlarımdan para almak beni çok utandırmıştı. Niyazi UYAR, elbette, iyi programlansaydı bu fırsatı daha kapsamlı bir etkinliğe, hatta başkalarını da katacağımız söyleşilere çevirirdik. Ama şimdi bunu bile yapmanız az şey değil, geçen yılki halimizi düşündüm de... Tebrikler. Aydın'dan da yardım isteyebilirdik. Şimdi yeni bir yer daha açmış İzmir'de... Neyse dedik ya, bu iyi bir başlangıç... Hele bir geçsin Niyazi UYAR Teşekkür ederim, aynen az değil, benim için. Gelecek yıl daha kapsamlı daha paylaşımcı bir etkinliğe imza atarız... Gönül desteği veren kaptanımız ile birlikte sevgili arkadaşlarıma teşekkür ederim. Şenol YAZICI İzin verirseniz size bir deneyimimi anlatayım. Çok işe yarayabilir. 2006'da ben iSTANBUL konumlu bir yayınevini yönetmek için anlaşmıştım. O yayınevinde bir çok maviADAlı yazar arkadaşımın ilk kitaplarını yaptım. Vay be, ne günlerimiz olmuş, Atilla İlhan’dan bir farkım yokmuş, o da Bilge ‘de yayın yönetmeni olunca İzmirli çok yazarın kitabını yapmıştı. O yıl çoklu ataklar da yaptık. maviADA Kültür Evini de açtık, ara verdiğimiz dergiyi daha geniş organizeyle yeniden başlattık, falan... Ama kafamız hala aynı... Biz yazardık ya mübarek adamlardık, parayla hiç işimiz olmazdı. Kitaplarımız peynir ekmek gibi kapışılacak biz de otomatikmen şöhret olacaktık. Nitekim her şey başlangıçta iyi gidiyordu. Yayınevi benim kitaplarımla birlikte dergiden arkadaşlarımın da ilk kitaplarını yapmıştı. Henüz para alamamıştık ama ne gam alacağız diye kapı gibi anlaşma yapmıştık. maviADA şöhretin doruğundaydı, abonelere yetişemiyordum. . Şöyle anlatırsam daha iyi anlaşılır. Can Dündar hiçbir taleb de bulunmadan bizde yazıyordu. Zülfü Livaneli şarkıcılık ve film yapımcılığından sonra edebiyata yönelmiş hiç bir yerde yayınlanmamış yazılarıyla bizde yer alıyordu. Sadece İzmir’de tanınmış kalemler dahil yüzden fazla abonemiz vardı. Yani Allah yürü ya kulum diyordu ama duyacak kulak lazım. Soruyorum deneyimli yazarlara; okur yaratmak için ne yapıyorsunuz? Çoğu bir yanıt alamıyorum, ya da doyurucu değil... Niyazi UYAR: Aynı sayıda yazılarım çıkmış, sevinmiştim. Şenol YAZICI Sonunda Burhan Günel işin sırrını anlattı. Basitti aslında: "Etkinliğe gittiğim yerdeki iyi arkadaşlarıma telefon ediyorum, gelip kitap alıyorlar," demişti. O bahar İzmir Tuyap'a yönettiğim yayıneviyle birlikte gittim, buna Niyazi Uyar 'da şahittir. Yayınevinden kitabını yayınlattığım Fadime Karoğlu'da katılmıştı. Burhan Günel'in sözü aklıma geldi, ama boşver zaten gazeteler yazdı, orada da duyuracaklar, ne gerek var deyip bir kaç arkadaşımdan başkasına haber vermedim. Oysa maviADA'nın siz de aralarında olmak üzere yüzden fazla abonesi, yazarı İzmirli vardı. Kısa süre önce ülkenin en iyi okullarından biri olan Bornova Anadolu lisesinde çalışmışlığım, arkadaşlarım da vardı. Bunları bilen yayınevi de, taze kan geldi diye bize güveniyormuş, sadece çevreleri gelse yeter, diyormuş. Nasıl coşkulu nasıl sevinçli gittim. Haber verdiğim birkaç arkadaşım da sağolsunlar ordaydılar. maviADA'DA yazan Mavisel Yener, Aytül Akal, sağolsun Niyazi Uyar ve Hülya Soyşekerci yanında yazmakla ilgisi okurluktan öte olmayan öğretmen arkadaşım Birol Arslan ve birkaç kişi daha gelmişti. Bunca karşılama Nobelli yazarlara yapılmıyordu, bir kıvanç duymuştuk sormayın. Yayınevi sahibinin gidip gelip çay kahve içen, ortalarda dolaşan konuklarımızdan başında çok mutluydu, ama bir süre sonra süngüsü düşmeye başlamış ama bizle ilgisini kuramamıştık. Sonunda ne oldu biliyor musunuz? Biz İzmir’de tek bir kitap satamadık, gelen hiçbir arkadaşımız da daha önce uyarmadığımız için, herhalde işin raconu bu diyerek, kitap almadı. Hatta bazılarına biz hediye ettik kitaplarımızı. Yani, Anibal'ın Kartaca Seferi gibi büyük bir zafer olarak gördüğümüz İzmir Tüyap bizim hezimetimiz olacaktı ki o mucize gerçekleşti, Birol Arslan bizi müdürü olduğu okula davet etti. Bilmem ne kadar kitap da alacağını garanti ederek Ancak o zaman yayınevi patronunun asık yüzü gülmüş, hatta bize çay da ısmarlamıştı. Fadime Şenol YAZICI Siz Bornova’da öğretmen olarak çalıştınız, orada oturdunuz, hatıralarınız canlı hala... İyi duyurursanız size kitap yetmez orda... Kimi tanıyorsanız, bu benim düğünüm, bir daha evlenecek halim yok, gelin ve bir kitap alın deyin. Ve bunu ezilerek değil, gururla yapın... Hadi gazanız mübarek olsun... ..."bu benim düğünüm, bir daha evlenecek halim yok, gelin ve bir kitap alın," Bu deyiş Burhan Günel'in değil elbette...Rahmetli Karadenizli değildi ama öyle ciddiydi ve tuhaf bir gurur anlayışı vardı, alacaklısı için bile o beni tanımazsa ben hiç tanımam diyen bir adamdı. Ben ilk kitabımı kendim yapmıştım arkadaşlarıma gönderirken bu cümleyi yazmıştım. Umudum yoktu ama başarmıştım. İyi geceler arkadaşlar. Tekrar kolay gelsin. Fadime Y. KAROĞLU: Şenol YAZICI: Fadime Hanım ne bu böyle, hep aynı renkte aynı çiçek?? Niyazi UYAR Teşekkür ederim, önerileriniz, uyarılarınız hakikaten kıymetli. Afişi mümkün mertebe çok kişiye davetiye olur diye gönderiyorum. Yaşayıp göreceğiz... İyi geceler... Fadime Y. KAROĞLU: Şenol YAZICI: Fadime Hanım , hah şimdi oldu işte. :) Yusuf AKSOY: Tekrar çok teşekkürler. İyi geceler sevgili dostlar ... Nurten B. AKSOY: Güzel bir sohbet oldu hepinize teşekkürler ve iyi geceler Fadime Y. KAROĞLU Ben de geçmiş günlere gittim, anı tazelemek iyi geldi... Teşekkürler Şenol Bey. Arkadaşlara güzel bir etkinlik diliyorum. Bol imzalı günlere! İyi geceler! 1 Ekim Pazar, 20:08 Şenol YAZICI İyi akşamlar Yusuf ve Niyazi öğretmenim. Gününüz nasıl geçti? 20:47 Yusuf AKSOY Merhaba Şenol hocam. Gayet iyi geçti günümüz. Kitaba sırt dönülen bir dönemde hatırı sayılır derecede ziyaretimiz oldu. Hatta hediye ettiklerim dışında kitap kitap satışımız bile oldu İlginiz ve dayanışmanız için tekrar teşekkürler. Yarın sabah günü değerlendiren bir özet yazı da paylaşırım Şenol YAZICI Yusuf Aksoy, Olumlu düşünmene sevindim. Eminim ileride daha iyileri olacaktır. Yazını ve varsa fotoğrafları beklerim. -Bornova Kitap Fuarı, 1 Ekim 2023, Yusuf AKSOY, Niyazi UYAR, Hatice Eğilmez Kaya-

bottom of page