top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Özgürlüğe Kanat Çırpan Kelebekler

    MİRABEL KARDEŞLER Demokrasi ve özgürlük için mücadele eden dolu dolu bir yaşam öyküsünün mimarı üç kız kardeş; Mirabel kardeşler. Onların yolu ülkelerinin baskıcı iklimi ile şekillendi. O yüzden üç kız kardeşin ülkesinin kaderini bilmeden onların mücadelesini anlamaya çalışmak bir hayli eksik kalır. Yıl 1930’da Rafael Trujillo adlı diktatör, askeri darbe yaparak Mirabellerin memleketi olan ve Orta Amerika'da bulunan Dominik Cumhuriyetinde iktidarı ele geçirdi. Dominik halkı, tam 31 yıl boyunca baskı ve zulüm altında yaşamak zorunda kaldı. Trujillo, iktidarda olduğu süre boyunca 50 bin kişinin ölümüne neden oldu. Karayiplerin bir köşesinde bulunan bu minik adayı yöneten Trujillo, öylesine narsistti ki kendisinden ‘şef’ diye bahsettiğini söylüyor kaynaklar. Bununla da yetinmeyen diktatör, ülkedeki şehirlerin, dağların isimlerini, kendi adıyla değiştirdi. Trujillo’nun kabusu haline gelecek kardeşlerden Patria Mirabel, 27 Şubat 1924’te, Minerva 12 Mart 1926’da, Maria Mirabel de 15 Ekim 1935 yılında Salcedo şehrine bağlı Ojedengua köyünde dünyaya geldi. Enrique isimli bir baba ve Mercedes isimli bir anneden dünyaya gelen kardeşler, korunaklı bir çevrede yetişti. Varlıklı bir ailede doğan kardeşler, bir dönem Katolik yatılı okulda öğrenim gördüler ve iyi bir eğitim alarak genç yaşta politikleştiler. Kardeşlerden aktif olarak siyasi çalışmalara başlayan ilk kişi, diktatörlük askerleri tarafından işkence edilip öldürülen amcasının hikayeleri ile büyüyen Minerva oldu. Amerika Kıtası tarihinin en kanlı diktatörlerinden biri olarak tarihe geçen Trujillo, hukuk fakültesinde öğrenim gören Minerva ile varlıklı ailelerin katıldığı bir partide tanıştı. Faşist rejimini cinsiyetçilikle destekleyen Trujillo, Minerva’yı cinsel anlamda birlikte olmak için zorladı. ‘Hayır’ yanıtını aldığındaysa siyasi olarak karşısında olan Minerva’ya karşı daha da acımasız bir savaşa girişti. Trujillo’nun küstah ısrarına karşın Minerva, dikatatöre attığı tokatla cevabını onun hak ettiği biçimde yineledi. Bu tokat aynı zamanda rejime de yönelikti. Faşist diktatör buna karşılık önce Mirabel kardeşlerin babasını tutukladı, ardından da annelerini kaçırdı. İkisi de diktatörün zulmünden hasarlar alarak kurtuldu. Trujillo, hukuk eğitimi alan Minerva’yı derslerden men etti. Böylece Minerva’nın eğitimi bir dönem zorunlu olarak sekteye uğradı. Neyse ki Minerva bir süre sonra tekrar okula dönerek öğrenimini tamamladı. Ve bu dönemde tanıştığı okul arkadaşı Manolo Tavarez ile evlendi. Ataerkil sisteme karşı mücadelenin üç neferi Mirabel kardeşler ilkin, Trujillo karşıtı bir yeraltı hareketi olan 14 Haziran Devrim Hareketi’nde örgütlendi. Faşist rejime ve ataerkil sisteme karşı çıkan mücadelenin bu üç neferi, daha sonra Clandestina adını verdikleri bir hareket oluşturdu. Kadınların inancı ve azmi kısa sürede pek çok kişiyi bu hareketin etrafına topladı, binlerce kişi oldular. Diktatörlüğe karşı özgürlüğü savunduklarını , amaçlarını, çalışmalarını halka dağıttıkları bildirilerle anlattılar. Mirabel kız kardeşlerden birinin kod adının ‘Kelebek’ olmasından da esinlenerek; üç kız kardeş, gerek Dominik’te gerek dünyada “Kelebekler” adıyla efsaneleşerek anılmaya başladı. Mirabel kardeşler, diktatörlüğe karşı yürüttükleri mücadelenin yanı sıra kadın olarak da var oluş mücadelesi verdiler. Kelebek olup özgürlüğe kanat çırpan kardeşler, politik duruşlarının yanı sıra cinsiyet temelli baskı ve tacize maruz bırakıldı. Özgürlük mücadelesinin yılmaz savaşçılarını ‘dize getiremeyen’ devlet ve onun kolluk güçleri, türlü işkence yöntemleri denedi. Kendisine karşı en ufak bir sese dahi tahammül edemeyen diktatörün -ki bu sistem doğası gereği oldukça cinsiyetçiyken- hele bir de kendisine meydan okuyan kadınlara tahammül etmesi beklenemezdi. Çünkü onlar hem kadın hem de özgürlük savaşçısıydılar. İşkencelerden direngenlikle çıkan Minerva, mücadeleye bağlılığını şu sözlerle anlatıyordu: "Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü." Maria ise kararlılıklarını ve yılmadan mücadele edeceklerini, “Belki bize en yakın şey ölüm, ancak bu beni korkutmuyor. Haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” sözleri ile ortaya koymuştu. Defalarca gözaltına alınıp işkenceye maruz bırakıldılar, tutuklandılar. Ancak devletin şiddeti onların özgürlük tutkusuna engel olamadı. Mirabellerin tutuklu olduğu bir dönem Katolik Kilisesi de dahil toplumun pek çok kesimi bu duruma tepki gösterdi. Ve kardeşler serbest bırakıldı. Tutuklama ve işkenceyle de yetinmeyen devlet, Mirabellere ait ev ve arsalara da el koydu. Trujillo, Mirabel kardeşler için “Bu ülkede iki tehdit var: Kilise ve Mirabel Kardeşler” açıklamasını yaptı. Açıkça hedef gösteren bu sözlerin ardından birkaç gün sonra ise üç kardeş gözaltına alındı. Uğradıkları hiçbir baskıya boyun eğmeyen kadınları teslim alamayan diktatörlük yanlıları, hapishanede olan eşlerini ziyaretten dönen Mirabel kardeşlerin aracını 25 Kasım 1960 tarihinde durdurdu. Kadınları arabalarından indiren Trujillo yanlıları -kimi kaynaklara göre hükümetin gizli polisleri- Mirabel kardeşlere önce tecavüz etti ardından da sopayla döverek öldürdü. Ardından kadınları arabaya koyarak uçurumdan atanlar olayı kamuoyuna ‘kaza’ olarak yansıttı. Öldürüldüklerinde Patria 36, ​​Minerva 34, Maria Teresa ise 24 yaşındaydı. Geriye inanç dolu yürüyüşleri ve Patria’nın kararlı cümlesi kaldı: Çocuklarımızın bu yolsuzluk ve zorbalık dolu rejimde büyümesine izin veremeyiz. Buna karşı savaşmalıyız ve ben her şeyimi vermeye hazırım, gerekirse de hayatımı! Dediğini yaptı Partria, iki kardeşi ve yoldaşları ile birlikte hayatını verme uğruna sonunu getirdi bu zorba rejimin. Onların öldürülüş şekli egemenlerin dillerine pelesenk olmuş ‘erkekliği’ ispat çabasının da yansıması oldu aynı zamanda. Mirabel kardeşler, hem özgürlük hem de kadın mücadelesinin bilhassa bulundukları coğrafyada önünü açtı. Onların katledilmesi ile birlikte 25 Kasım, kadına yönelik şiddetle mücadelenin simgeleşen günü haline geldi. Önce 1981’de Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda Mirabel kardeşlerin öldüğü gün olan 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak kabul edildi. 25 Kasım, katledilişlerinden yaklaşık 40 yıl sonra; 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından da “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlendi. "Halk üç güzel kadının korkak bir şekilde öldürülmesini affetmedi" Bir tarihçi Kelebek’lerin ölümünün ülkede yarattığı etkiyi şu sözlerle anlattı: "Üç güzel kadının bu kadar korkak bir şekilde öldürülmesi Dominikalılar üzerinde Trujillo’nun diğer suçlarının çoğundan daha etkili oldu… Trujillo’yu bu suçtan asla affedemediler." Bu cesur üç kelebeği öldürerek onlardan kurtulacağını sanan diktatör, aslında kendi sonunu hazırladığından habersizdi henüz. Lakin çok geçmeden halk coşkun bir sele dönüşerek ayaklandı, böylece Kelebeklerin öldürülmesi Dominik halkının diktatörlüğe karşı ayaklanmasının ateşini fitilledi. Dominik Cumhuriyeti’nin adı katliamlarla anılan diktatörü Rafael Trujillo, 30 Mayıs 1961’de uğradığı bir suikast sonucu öldürüldü. Üç kadının kurduğu Clandestine Hareketi, öldürülmelerinden bir yıl sonra diktatörlüğün sona ermesinde önemli rol oynadı. Kozalarında özenle işledikleri özgürlük tutkusunu özümseyip kelebek olup uçtular ülkelerine. Önce ülkelerine sonra da dünyanın dört bir yanına. Yıllar geçti, rejimler yıkıldı, rejimler inşa edildi, kadınlar savaştı, inandı, kadınlar öldürüldü, coğrafyalar değişti nitekim Mirabellerin zulme attığı tokadın sarsıntısı hala sürüyor. Ve şimdi evrenin her bir yanından sayısız kadın ‘kelebek’ olup, diktatörlüklerin kapılarına dayanıyor. Kaynak: http://gazetekarinca.com/2017/11/ozgurluge-kavgalariyla-kanat-cirpan-uc-kelebek-mirabel-kardesler/ Hazırlayan: Nurten B. AKSOY

  • Edgar Allen Poe ve Annabel Lee

    Nurten B. AKSOY * Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz İsmi; Annabel Lee Hiç bir şey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee Göklerde uçan melekler Kıskanırlardı bizi Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü bir rüzgarından bulutun Güzelim Annabel Lee Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni Mezarı oradadır şimdi O deniz ülkesinde Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskanırdı bizi Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve o deniz ülkesi' Bir gece rüzgarından bulutun Üşüdü gitti Annabel Lee evdadan yana kim olursa olsun Yaşca başca ileri Geçemezlerdi bizi Ne yedi kat göklerdeki melekler Ne deniz dibi cinleri Hiç biri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee Ay gelir ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee Orda gecelerim, uzanır beklerim Sevgilim,sevgilim hayatım gelinim O azgın sahildeki Yattığın yerde seni... Çeviri: Melih Cevdet Anday * Edgar Allan Poe Annabel Lee şiirini ilk kez lise yıllarında milli güvenlik dersinde ( öğrencilerin deyişiyle “askerlik dersinde”) yakışıklı bir teğmen olan öğretmenimizden dinlemiş ve bütün sınıf çok etkilenmiştik. Hayranlığımız şiire miydi yoksa o dönemin melankolisiyle hocamıza mıydı hatırlamasam da; o güzel şiiri ansiklopedilerden bulup kenarını kalplerle süslediğim defterime yazmış, duygusal dönemlerimde açıp açıp okumuştum hep… Yıllar sonra Annabel Lee şiirini yazan Edgar Alan Poe’nin “Kuzgun” şiirini okuduğumda bir “sevgilinin ölümünün” insan ruhunda açtığı yarayı daha iyi hissetmiştim. Peki kimdi bu Edgar Alen Poe ve Annabel Lee? Çoğunlukla şiir ve kısa öykü yazan, özellikle gizem, gotik ve ürkütücü hikâyeleri ile tanınan Amerikan Edebiyatının, romantizm akımındaki önemli figürleri arasında sayılan Poe, 1809 yılında Boston'da oyuncu anne-babanın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Henüz bir yaşındayken, ailesini terk eden, babasını, ertesi yılda annesini veremden kaybeden Poe’yi tütün, kumaş, buğday ve köle ticareti yapan, Virginia'da yaşayan İskoç kökenli John Allan evine alır. Allan ailesi resmî olarak Poe'yu evlat edinmez ama "Edgar Allan Poe" adını yazara onlar verir. 1815'te ailesiyle İngiltere'ye giden Poe, Londra va Richmond'daki özel okullarda okur. Öğrencilik yıllarında tanıştığı alkol ve kumar yaşamını altüst eder. Önceleri başarısız fanzin denemeleriyle başladığı edebiyat yaşamı, 1832'de Saturday Courrier'da basılan beş öyküyle ve 1833'te Baltimore Saturday Visiter tarafından düzenlenen yarışmada 'MS. Found in a Bottle' (Şişede Bulunan Elyazması) adlı öyküsüyle birinciliği kazanmasıyla devam eder.1843'te yayımlanan 'The Visionary' adlı öyküsüyle adı ülke genelinde duyulur. Düzyazılarından başka kurgu ve yazım teknikleriyle de dikkat çeken “Kuzgun” başta olmak üzere, “Annabel Lee ve To Helen' adlı şiirleriyle de tanınan Poe 7 Ekim 1849'da yaşama veda eder. Charles Baudelaire'in 'Çağımızın en güçlü yazarı...' dediği Poe, yazdığı özgün metinlerle birçok yazarı derinden etkiler. Şimdi de biraz Annanel Lee’den bahsedelim… Bu şiir Edgar Allan Poe'nun yazdığı son şiirdir. Poe'nun pek çok şiiri gibi bu şiirin de teması güzel bir kadının ölümüdür. Şiirin anlatıcısı, daha çok gençken Annabel Lee'ye aşık olur, bu aşk öylesine güçlüdür ki melekler bile onları kıskanır. Annabel Lee ölür, ama aşk ölmez… Poe’nin bu şiiri kime yazdığı konusunda çeşitli varsayımlar olmakla birlikte, akla gelen ilk isim Poe'nun eşi Virginia Eliza Clemm Poe'dur. Poe'nun ona çocuk yaşta iken aşık olması, evlendiği tek ve kaybettiği tek sevgilisi olması bu iddiada etkendir. Poe'ya göre genç ve güzel bir kadının ölümü "Dünyadaki en şiirsel konudur." Poe'nun diğer eserlerindeki kadınlar gibi Annabel Lee de erken yaşta evlenir ve bir hastalığa yakalanır. Şiirin anlatıcısı Annabel Lee'ya aşık olmakla kalmaz, ölümünden sonra adeta ona tapınmaya başlar...

  • Han Duvarları

    Nurten B. AKSOY * Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika araba yerinde durakladı. Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar… Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya. İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık Kimi şiirler vardır kısacık bir iki satırla koca bir aşkı anlatır, kimi şiirlerse satırlar boyu yaşamı anlatır öykü tadında. İşte edebiyatımızın en unutulmaz şiirlerinden Han Duvarları‘nda Faruk Nafiz Çamlıbel bir yol hikayesi anlatırken, aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış‘ın ya da Anadolu insanının öyküsünü anlatır… Han Duvarları, 1922 yılında soğuk bir Mart sabahında başlayan ve Ulukışla’dan Kayseri’ye “yaylı” denilen atlı arabayla yapılan üç günlük bir yolculuğun hikâyesidir. Hayatında ilk defa İstanbul’dan ayrılan şair, gurbeti içinde hissetmektedir. Yaşanılan acının derinliği ilk ayrılık olmasındandır; yüreğinde duyduğu ilk sevgiye özdeş bir acıdır bu… Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı… Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler… Ellerim takılırken rüzgârların saçına Asıldı arabamız bir dağın yamacına. Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atanan İstanbullu şair, bu yolculukta ilk kez Anadolu’nun yüksek dağlarını, çorak topraklarını ve kıştan bahara geçen doğasını şaşkınlıkla izler, gördüklerini içindeki acıya katık ederek… Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. Şair, at arabası ile yaptığı üç günlük seyahati boyunca görmüş olduğu manzaraları, en küçük ayrıntısına kadar bir tablo güzelliğinde göz önüne serer mısralarında. Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine. Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, Sonu ademdir diyor insana yolun hali, Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan. Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor… Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. İstanbul’da alışık olmadığı bir doğa ile karşılaşınca kendini buralara yabancı hisseden şair, ıssız Anadolu coğrafyası ve yalnız Anadolu insanının çileli yaşamından çok etkilenir. Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan; Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. Bu yalnızlık ve ıssızlığa yoksulluğun da eklenmesi şairde acı duygular yaratır. Kurtuluş Savaşı sonrası, vatanın dört bir köşesinden gelen Anadolu’nun yoksul insanları, bağırlarındaki yaralara bir çare bulmak için hanlarda, kervansaraylarda toplanmışlardı... Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı. Gitgide birer ayet gibi derinleştiler Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler… Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, Aygın baygın maniler, açık saçık resimler… Hanlarda kalan yalnız ve dertli insanlar, yüreklerindeki acıyı ve özlemi kaldıkları hanların duvarlarıyla paylaşırlar adeta, bazen aygın baygın bir mani, bazen açık saçık bir resim o yalnız insanlara yoldaşlık yapar. Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa; “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan Baba ocağından yar kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından Huduttan hududa atılmışım ben” Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi… Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi. Yol ve gurbet yorgunu şairimiz de uyumak üzere odasına çekildiğinde gözleri duvarlarda bir şairin hüzünlü mısralarıyla karşılaşır: Duvardaki şair, savaş yıllarında sevdiklerine hasret, sınırdan sınıra savaşmak için koşmuş bir askerdi belki de… Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; Araya gitti diye içlenme baharına, Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına… Artık savaş da hudut bekçiliği de bitmiş, zafer kazanılmıştır. Elde edilen ise vatan ile o savaşlarda kazanılan şan ve şereftir. Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk. Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor… Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. Yolculuğun ikinci gününe sabahın ilk ışıklarıyla başlayan şair, geçtiği yolları, doğayı, kervanları ve hanları içine işleyen hüzünle tasvir eder. Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, İki dağ ortasında boğulan bir geçide. Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, Burada son fırtına son dalı kırıyordu… Şair bir gün içinde baharı ve kışı yaşarken duygularında da aynı değişimi hisseder… Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü… Gönlümde can verirken köye varmak emeli Arabacı haykırdı “İşte Araplıbeli!” Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana Biz menzile vararak atları çektik hana. Bahardan kışa geçen yolcular ve şairimiz; yeni bir menzile, yeni bir hana varmanın sevincini yaşarlar. Artık Araplıbeli'ne varılmış, dinlenmek üzere yeni bir handa konaklanmıştır. Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor… Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor; “Gönlümü çekse de yârin hayali Aşmaya kudretim yetmez cibali Yolcuyum bir kuru yaprak misali Rüzgârın önüne katılmışım ben” Ve şair bu yeni handa, ocağın başında sohbet eden, birbirlerine masallar anlatarak vakit geçiren yeni insanlar tanır; uykusu gelip odasına çıktığındaysa yüreğine ateş gibi düşen yeni mısralarla karşılaşır. Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı… Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık, Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. Hızla değişen mevsimler arasında, uzun gurbet yolculuğu sürer. Günün sonunda yine yeni bir yer, yeni bir han ve yeni yüzler karşılar şairi. Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! “Garibim namıma Kerem diyorlar Aslı’mı el almış haram diyorlar Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben” Yorgunluktan uyuya kalan şair, sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında aslında han duvarlarında izini sürdüğü yol arkadaşı şairin kim olduğunu duvardaki mısralardan keşfeder. aşk ve gurbet acısıyla yollara düşen bu şair Maraşlı Şeyhoğlu Satılmıştır... Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu: “Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?” Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!” Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti… Gönlümü Maraşlının yaktı kara haberi. Ve hancıdan Maraşlı Şeyhoğlu‘nun acı hikayesini öğrenir… Anadolu insanının birçok özelliklerini kendinde toplayan Maraşlı Şeyhoğlu, vatan müdafaası için huduttan hududa koşan köylü Mehmetçik’tir aslında. On yıl, sılası olan “Kınadağı’ndan, baba ocağından ve yar kucağından” uzak kalmıştır. Aradan yıllar geçti işte o günden beri Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! Han Duvarları şiirinde Faruk Nafiz, Cumhuriyet devrinden önce Anadolu halkını mahveden savaşlara gönderme yapar aslında: Balkan Savaşı, Birinci Dünya Harbi, İstiklâl Mücadelesi… Tarihî ve sosyal durum, Anadolu insanını bir kuru yaprak misali rüzgârın önüne katmış, oradan oraya sürüklemiş, takatsiz bırakmıştır… Hazırlayan: Nurten B. AKSOY

  • Türk Edebiyatında Polisiye Romanın Tarihçesi

    Nurten B. AKSOY * Polisiye roman, Dünya edebiyatında ilk olarak Amerika’da 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. Polisiye kurguyla yazılan ilk eser Edgar Allan Poe’nun 1841’de yayımladığı Morg Sokağı Cinayeti’dir. Polisiye roman yazarlarının en önemli isimlerinden biri ve dedektif Hercule Poirot karakterinin yaratıcısı olan Agatha Christie ise bu türün “kraliçesi” sayılmış, eserleri 45 dile çevrilerek, kitap satışları milyarları bulmuştur. Kutsal kitaplar (Kur’an-ı Kerim ve İncil) ve Shakespeare’in eserlerinden sonra kitapları en çok satan yazar olmuştur. Polisiye roman türünün Türk Edebiyatına girişi 19. yüzyılın sonlarına rastlar. Dilimize çevrilen ilk polisiye roman, Fransız yazar Ponson de Terrail’in Paris Faciaları adlı kitabıdır. İlk telif polisiye roman ise Ahmet Mithat Efendinin Esrâr-ı Cinayât adlı eseridir. Polisiye romanın Türk edebiyatındaki gelişimi ise 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra gerçekleşir. Hatta padişah 2. Abdülhamit’in bu türe çok meraklı olduğu ve sarayında bu tür eserlerden oluşan bir kütüphane oluşturduğu rivayet edilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı, Maurice Leblanc’ın yarattığı Arsène Lupin tipinin bir Türk kopyası olan Cingöz Recai tiplemesinin serüvenleri 1924’te başlamış ve yazarın ölümünden bir yıl sonra 1962’de toplu olarak basılmıştır. Cingöz Recai sinemaya aktarılan ilk Türk polisiye roman kahramanı olma unvanını da kazanmıştır. Aynı yıllarda ‘Kaldırımlar’ şiiriyle büyük ün kazanan Necip Fazıl Kısakürek de bu polisiye öykülerden iyi para kazanan Peyami Safa’ya özenerek Meş’um Yakut isimli bir polisiye roman yazmış; ancak çok ilgi görmeyince devamını getirememiştir. 1930’lu yıllarda dönemin iki tanınmış gazetecisi Hikmet Feridun Es ve Vâlâ Nurettin (Vâ-Nû) de polisiye romanlar kaleme alırlar. Özellikle Vâ-Nû bu çabasını daha sonra da sürdürür ve pek çok polisiye roman yazar. Yarattığı ‘Yılmaz Ali’ tiplemesi özellikle tutulur ve 1940’lı yılların başında filme de çekilir. Dönemin önemli gazetecilerinden Ziyad Ebüzziya da 1940’lı yıllarda Ali Karaefe takma adıyla ilginç polisiye romanlar kaleme alır. Yine bu yıllarda dönemin en popüler yazarlarından Esat Mahmut Karakurt’un Ankara Ekspresi, Erikler Çiçek Açtı ve Bir Kadın Kayboldu isimli polisiye romanlarını da unutmamak gerekir. Bu yılların asıl önemli olayı ise üç tanınmış yazarımızın yazdığı polisiye kurgulu eserlerdir. Nazım Hikmet başarısız bir polisiye roman olan Yeşil Elmalar’ı 1936’da yayınlar ve yine polisiye kurgulu ve çok daha başarılı eseri Yaşamak Hakkı Haber-Akşam Postası gazetesinde tefrika edilirken tutuklanması üzerine yarım kalır. Sherlock Holmes’e olan hayranlığını anılarında anlatan Halide Edip Adıvar da 1937 yılında Yolpalas Cinayeti isimli eserini yayınlar. Gençlik yıllarında pek çok polisiye roman çeviren Hüseyin Rahmi Gürpınar ise 1942’de ilginç romanı Kesik Baş’ı yayınlatır ve kitabın kapağına da “Bu bir zabıta romanıdır” ibaresini koyar. Cumhuriyet döneminin bir diğer ünlü yazarı Refik Halit Karay da en önemlisi Ayın On dördü olan polisiye romanlar kaleme alır. Onun yanında ünlü tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut ise çok başarılı bir polisiye roman olan Valide Sultanın Gerdanlığı’nı yazar. Türk polisiye edebiyatının en önemli isimlerinden bir diğeri de F.M.İkinci, F.M.Duran takma isimleriyle polisiye romanlar yazan Kemal Tahir’dir. 1954’te çok tutulan Mike Hammer romanlarının yerli versiyonu olarak dört Mike Hammer öyküsü yazar Kemal Tahir de. Bu yıllarda Aziz Nesin de Nuruhayat takma adıyla Düğümlü Mendil adında bir polisiye roman yazar. Pınar Kür ise Bir Cinayet Romanı, Sonuncu Sonbahar ve Cinayet Fakültesi ile bu türün en özgün örneklerini dilimize kazandırmıştır. Büyük usta Çetin Altan da Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri kitabıyla bu türe katkıda bulunmuştur. 1936 doğumlu olan Osman Aysu, 1994 yılından bu yana kaleme aldığı polisiye- gerilim türündeki romanları ile en bilinen yazarlarımızdan biridir. Özellikle Türk polisiye roman severlerin yakından takip ettiği yazar, ülkemizde polisiye roman yazarılar arasında kitap sayısı bakımından başı çekmektedir. Edebiyatın hemen her türünde yazan Ahmet Ümit, 1996 yılında yayınladığı ilk polisiye romanı olan Sis ve Gece ile tüm Türkiye’nin tanıdığı bir yazar oldu. Ardından da çoğunluklu olarak polisiye romanlardan oluşan birçok esere imza atan Ahmet Ümit, günümüzün en iyi polisiye roman yazarlarından biridir.

  • Ömer Hayyam ve Rübailer

    Nurten B. AKSOY * Aslında Ömer Hayyam deyince pek çoğumuzun aklına “aşktan, şaraptan, eğlenceden” dem vuran rubailer, bir başka deyişle dörtlükler gelir. Oysa O, neredeyse dokuz asırdır unutulmayan şairliğinin yanı sıra bir bilim adamıydı. 4 Aralık 1131'de, aynı zamanda doğduğu kent olan Nişabur'da yaşama veda eden şairimizi biz de bir kaç kelam ve rübaisi ile anmak istedik. Huzurlarınızda Ömer Hayyam ve rubai denince aklımıza gelenler. Ölüm Yaşamanın sırlarını bileydin Ölümün sırlarını da çözerdin; Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok: Yarın, akılsız, neyi bileceksin? 18 Mayıs 1048'de dünyaya gelen ve asıl adı Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim’el Hayyam olan İranlı şair Ömer Hayyam, şairliğinin yanısıra büyük bir filozof, matematikçi ve astronomdu. Lale Bülbül ötmeğe başlayınca bahçemizde; Bir lale gibi açsın şarap elimizde; Elde kadehle öldü diyecekler bir gün, Ko desin cahil herifler, ne umrumuzda. Hayyam’ın edebiyat tarihinin en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yol açan “Rubâiyat”tır. Hayyam yumuşak ve akıcı bir dille ve son derece gerçekçi bir üslupla yaşadıklarını, gördüklerini, çevresinden ve zamanın gidişinden edindiği izlenimleri hiçbir yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirmiştir. Cehennem Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim; Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim; Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler, Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim. Hayyam yukarıda da değindiğimiz gibi Nişaburludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamülmülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn-ül Lübad’dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Günah Var mı dünyada günah işlemeyen söyle, Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle, Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle... Ömer Hayyam, evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmelerini eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır. Felek Felek ne cömert ne aşağılık insanlara! Han hamam, dolap değirmen, hep onlara. Kendini satmayan adama ekmek yok: Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya! Çadırcı anlamına gelen “Hayyam” takma adını babasının çadırcılık yapmasından dolayı alan Hayyam, aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Binom Açılımı’nı ilk kullanan bilim insanıdır. Hayyam, genelde şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün belirgin olmasından dolayı rubaileri ile ünlenmiştir. Zaman Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri? Sana düşer azapların, tövbelerin beteri. Alçakları besler, yoksulları ezer durursun, Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri. Geçmişte yaşamış birçok ünlünün aksine Ömer Hayyam’ın doğum tarihi günü gününe bilinmektedir. Bunun sebebi, Ömer Hayyam’ın birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzman olması ve kendi doğum tarihini araştırıp tam olarak bulmasıdır. Tanrı İçin temiz olmadıktan sonra Hacı hoca olmuşsun, kaç para! Hırka, tespih, post, seccade güzel; Ama Tanrı kanar mı bunlara? Ömer Hayyam'ın rubailerinde dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak “evrenselliğe” ulaşmıştır. Umut Ey özünün sırlarına akıl ermeyen; Suçumuza, duamıza önem vermeyen; Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık; Umudumu rahmetine bağlamışım ben. Hayyam’ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında, felsefe hak ettiği ilgiyi gördü, Selçuklu saraylarında sentez bir Orta Doğu kültürünün (Türk, Hint, Arap, Çin, Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Müslüman fakat felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile ilgilenebilmiştir. Keyif Ha Belh’te ölmüşsün, ha Bağdat’ta hepsi bir; Kadeh doldu mu, acı da olsa içilir. Keyfine bak; çok aylar doğmuş batmış sensiz, Sensiz daha çok ayların on dördü gelir. Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir. Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri Takvim’den çok daha hassas olan Celali Takvimi’ni hazırlamıştır. Pergel Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz: İki başımız var, bir tek bedenimiz. Ne kadar dönersem döneyim çevrende: Er geç baş başa verecek değil miyiz? Okullarda Fransız matematikçi Blaise Pascal’ın soyadıyla öğretilen matematik kavramı Pascal Üçgeni, aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim insanlarındandır. Birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir. Bilinen kadarıyla rubailerinin sayısı 158’dir. Fakat kendisine mal edilenler binin üzerindedir. İyilik En doğrusu, dosta düşmana iyilik etmen; İyilik seven kötülük edemez zaten. Dostuna kötülük ettin mi düşmanın olur: Düşmanınsa dostun olur, iyilik edersen. Ömer Hayyam için tarihte bilinen ilk savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmaktadır. Belki de Hasan Sabbah’ı yakından tanıması onu savaş karşıtı yapmıştı. Şarap Baharlar yazlar geçer sonbahar gelir; Ömrümün yaprakları dökülür bir bir; Şarap iç, gam yeme, bak ne demiş bilge: Dünya dertleri zehir, şarap panzehir. Son olarak, rübainin aruz ölçüsüyle yazılan dört dizelik (mısralık) bir Divan Edebiyatı nazım biçimi olduğunu, Türk Edebiyatında Mevlâna’nın Farsça yazdığı felsefi rubailerin bu türün hızla yayılmasını sağladığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet döneminin en büyük rubai ustası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır

  • Şehirler ve Şiirler

    Nurten B. AKSOY * ANKARA * Ankara Acıları hüznümün dudağıdır gökte açan karanfil talih, bir cellat gibi vurdu yüreğimizi ateşler ülkesinde o ve ben, iki mahkum kâh bir sevda çölünde parlayan ay ışığı kâh rüya bahçesinin zehirli sarmaşığı uzaklardan bir rüzgar esiyor efil efil sessizlik, acze düşen bir hayal kadar sefil şimdi gül, ey korkular şehrinin yelpazesi hasretin o en uzun, acının en tazesi neden hala tütüyor burnumda karanlığın ruhum neden yıllardır kahrının pervanesi bu esrar senin midir, yoksa gemilerin mi hemen her gün bir yıldız kayıyor gözlerinden gözlerin kan ağlayan deniz kadar derin mi yoksa habersiz misin ruhumun kederinden ah, bağrımda pütürlü bir bıçak kadar keskin tabutumu bekliyor ankara acıları bu ne bir aşk masalı, nede heyula ve kin dumanlı bir çöküşün en kara acıları NURULLAH GENÇ *** İZMİR Nasıl Olduysa nasıl olduysa birden adımı unuttum adını unuttuğum o sıcak şehirde yıldız alacası yüzen bir zakkum yanımda o hayal kız ikide birde yolumu gözlerine bakıp bulduğum sahi ben ne hırçın bir çocuktum ele avuca sığmaz aklı fikri şiirde mısra mısra başımı belaya soktum İzmir cezaevi dokuz yüz kırk bir’de kaşla göz arası liseden kovuldum inanmakta geç sevmekte çabuktum bazen yaşadıklarım aklıma gelir de kaç kere umutsuzluğun yolunu tuttum istenmeyen adam hemen her devirde hemen her devirde ateşten bir buluttum binlerce umuttan belki bir umuttum ATTİLA İLHAN *** MARDİN Mardin ruhumun sol kıyısı kederlere müptela ağıtlar yakılırsa dönüp de bakar mısın inci gibi yaşları dizersem gerdanına yüreğimle tutuşup benimle ağlar mısın mardin sen yarsın varılası en güzel diyarsın ONAT KUTLAR *** ERZURUM Erzurum Sabahtan uğradım ben bir fidana Dedim mahmur musun, dedi ki yok yok Ak elleri boğum boğum kınalı Dedim bayram mıdır, dedi ki yok yok Dedim inci nedir, dedi dişimdir Dedim kalem nedir, dedi kaşımdır Dedim on beş nedir, dedi yaşımdır Dedim daha var mı, dedi ki yok yok Dedim Erzurum nen, dedi ilimdir Dedim gider misin, dedi yolumdur Dedim Emrah nedir, dedi kulumdur Dedim satar mısın, söyledi yok yok ERZURUMLU EMRAH *** BURSA Bursa'da Zaman Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi. ...... Bu hayâle uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtılarından Billûr bir âvize Bursa'da zaman. AHMET H. TANPINAR *** KONYA KONYA Benim yarim bezden kilim Dokur Konya'da Konya'da Bülbül olmuş dertli dilim Şakır Konya'da Konya'da ...... Mevlana'nın sezmediği Mantıkları çözmediği Kitapların yazmadığı Fikir Konya'da Konya'da Ayrılıktan yemiş tekme Yakma gurbet onu yakma Burda gezdiğine bakma Bekir Konya'da Konya'da BEKİR SITKI ERDOĞAN *** DİYARBAKIR Diyarbekir Kalesinden Notlar Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan, Savrulur Karacadağ, Savrulur zozan… Bak, bıyığım buz tuttu, Üşüyorum da Zemheri de uzadıkça uzadı, Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, Seni, Diyarbekir gibi, Nelere, nelere baskın gelmez ki Seni düşünmenin tadı… AHMED ARİF *** BİNGÖL Bingöl Çobanları Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum. Bu dağların en eski âşinasıdır soyum, Bekçileri gibiyiz ebenced buraların. Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi, Her gün aynı pınardan doldurur destimizi Kırlara açılırız çıngıraklarımızla... ........ Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun Nadir duyabildiği taze bir heyecanla... Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla Bingöl yaylarının mavi dumanlarına, Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına! KEMALETTİN KAMU *** SAMSUN Bir Gemi Yanaştı Samsun'a Bir gemi yanaştı Samsun'a sabaha karşı, Selam durdu kayığı, çaparası, takası, Selam durdu tayfası. Bir duman tüterdi bu geminin bacasından, bir duman Bir duman değil bu! Memleketin uçup giden kaygılarıydı. ....... Kalkıp ayağa ardı sıra baktı dalgalar, Kalktı takalar. İzin verseydi Kemal Paşa, Ardından gürleyip giderlerdi, Erzurum'a kadar. CAHİT KÜLEBİ *** İSTANBUL İstanbul Destanı İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir Anadolu’da toprak damlı bir evde Gülcemal üstüne türküler söylenir Süt akar cümle musluklarından Direklerinde güller tomurcuklanır Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum Gülcemal'le gider İstanbul’a Gülcemal'le gelir İstanbul deyince aklıma Bir sepet kınalı yapıncak gelir ....... BEDRİ R. EYÜBOĞLU *** SİVAS Sivas Ellerinde Sazım Çalınır Kul olayım kalem tutan ellere Katip arzuhalim yaz Şaha böyle Şekerler ezeyim şirin dillere Katip arzuhalim yaz Şaha böyle Sivas ellerinde sazım çalınır Çamlıbeller bölük bölük bölünür Yardan ayrılmışam bağrım delinir Katip arzuhalim yaz Şaha böyle Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa Bizi hasret koydun kavim kardaşa Yazılanlar gelir sağ olan başa Katip arzuhalim yaz Şaha böyle PİR SULTAN ABDAL * DERLEYEN: Nurten B. AKSOY

  • Kemalettin Tuğcu

    Nurten B. AKSOY * “Yirmi altı yaşıma kadar münzevi bir hayat yaşadım. Ne mektebe gittim ne de gençlik hayatı yaşadım. Yalnızlığın bana verdiği can sıkıntısıyla yazmaya başladım. On üç yaşımdan beri yalnız yazı yazdım, beni bu yazılar avuttu, yazdıklarımla yaşadım.” diyen, Türk edebiyatının en verimli yazarlarından olan; yazdığı öykü ve romanlarıyla bir dönem çocuklarına okuma sevgisini aşılayan Kemalettin Tuğcu bugünkü konuğumuz… Birinci Dünya Savaşı’nda iki kez yaralanmış Binbaşı Galip Bey’le çok güzel keman çalan kültürlü bir ev hanımı olan Şaziment Hanım’ın ikinci çocuğu olan Kemalettin Tuğcu, 27 Aralık 1902 tarihinde İstanbul’da sarayın kilercibaşısı olan büyük dedesi Ömer Bey’e hediye edilen Çengelköy’deki bir köşkte dünyaya gelir. Kemalettin Tuğcu ayaklarında doğuştan olan bir rahatsızlık nedeniyle okula gidemez. Babası, ağabeyi Nurettin’e okuma yazma öğretirken küçük Kemalettin de onları dinleyerek okuma-yazmayı öğrenir. Bir ara Galatasaray Lisesi’ne devam etse de ailesinin maddi durumunun kötüleşmesi nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalır. Bir yandan babasının kitaplığındaki kitapları okuyarak bir yandan da dayısından Fransızca öğrenerek kendi kendini yetiştirir ve Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar ilerletir. Büyük bir bahçe içinde olan Çengelköy’deki köşklerinde, daha 13 yaşındayken şiir ve öyküler yazmaya başlar. Yaşamının ilk 25 yılını da dedesinden kalan bu köşkte geçirir. 1927 yılında İstanbul’dan ayrılarak Ankara yakınlarındaki Irmak istasyonuna gider. Irmak-Çankırı demiryolu yapımında ambar memuru olarak görev yapar. Bu görevi sırasında, köylü, işçi, yüzlerce kişiyle birlikte olur ve onların yaşamlarını izler. Sıtmaya yakalanınca İstanbul’a döner. 1 Kasım 1928 tarihinde yapılan Harf Devriminde Çengelköy’deki bir fırında esnafa yeni harfleri öğretir. 1932 yılında yazı ve yayın hayatına duyduğu büyük ilgi sonucu Türkiye Yayınevi’nde çalışmaya başlar ve burada çeşitli görevler yapar. 1936 yılında bu kuruluşun yazı İşlerinde görevlendirilir. Yazdığı “Üç Ayaklılar” adlı romanı ile dikkatleri üzerine çeker, romanı büyük ilgi görür. Mürettiphanede çalışırken bir yandan da Fransızcadan “Çırak Uçman” kitabını çevirir. 1932 yılından beri çalıştığı Türkiye Yayınevi’nden, yayınevinin “artık yazmamasını” istemesi üzerine tek kuruş tazminat almadan yirmi yıl çalıştığı bu kurumdan ayrılır ve 1952 yılında Doğan Kardeş dergisine geçer. 1955 yılında ise Hayat Mecmuasında çalışmaya başlar. 1974 yılında emekli olur. 1995 yılında TÜYAP Kitap Fuarı’nda çocuk romancısı olarak onur ödülü alan yazarımız, 18 Ekim 1996 tarihinde yaşama veda eder. İlk yazılarını Yavrutürk Çocuk dergisinde yayımlatan Kemalettin Tuğcu, 1943 yılında Türkiye’nin ilk kadın dergisi Ev-İş, Moda Albümü gibi kadın dergilerini yönetir. 1936 yılından sonra hemen hemen İstanbul’da çıkan bütün çocuk dergilerinde şiir, hikâye ve çocuk romanları yazar, bu arada bazı romanları sinemaya aktarılır. Romanlarında duygu ve sevgi ağırlıklı temalar işleyen Kemalettin Tuğcu’nun tercüme romanlarının yanı sıra on iki adet aile romanı, üç yüz kadar çocuk romanı ile gazete ve dergilerde çıkmış iki yüzden fazla seçme hikâyesi vardır. Bunca esere imzasını atan Kemalettin Tuğcu, birçok kitabını da yakar. Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı röportajda bunu neden yaptığını şöyle anlatır: “Evet, neden yaktığımı şiirimle anlatayım; Yaktığım kitaplarım, onlar benim ömrümü alıp giden kuşlardı, yıllarca beni oyalamışlardı, onlar benim aşklarım, kara sevdalarım, kimi bitmiş tükenmiş kimi daha yarımdı, onlar benim gözyaşım, kanım, alın terimdi, onlar benim boşalmış ilaç şişelerimdi.” Yılmaz Erdoğan’ın “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı / Bir de camların buğusuna yazı yazma imkânı” dizelerinde dediği gibi Kemalettin Tuğcu, edebiyatımızda bir döneme ilişkin belirleyici bir kültürel imge olarak yer almıştır. Böylece “Kemalettin Tuğcular”, yani onun romanları, yazıldıkları ve çok sayıda okura ulaştıkları döneme ilişkin siyasal, kültürel, toplumsal pek çok olgunun okunabileceği bir belgeler dizisidir adeta. Bu nedenle Kemalettin Tuğcu romanları, Türkiye’nin ve Türk toplumunun 1950’lerden başlayarak geçirdiği toplumsal serüveninden önemli ipuçları taşır. Bu dönemde ortaya çıkan “arabesk-kültürün” izlerini taşıyan Tuğcu’nun romanları, popüler edebiyat savunucularınca “arabesk kültürle” ilişkilendirildikleri için bir dönem göz ardı edilirdi. Bu popüler edebiyat savunucuları karşı söylemlerinde, Kemalettin Tuğcu romanlarında öne çıkan yoksulluk, üveylik, yetimlik, iç göç gibi temaların ve romanların dokunaklı olay örgüsünün, duygu sömürüsüne açık bir şekilde okuru olumsuz etkilediğini savunurlar. Bu gibi temaların aşağı kültürle ilişkilendirilen yapısı, Kemalettin Tuğcu romanlarını edebiyat söyleminden dışlamak isteyenler için adeta meşru bir zemin gibi görülür. Oysa Kemalettin Tuğcu; “Yazdıklarım hep güzel biter, umut verir. Yazdıklarımda hiç kimseyi öldürmemişimdir. Çünkü çocuklar cinayetten hoşlanmazlar.” der. Tuğcu’nun eserlerinde insana keder ve hüzün veren pek çok öge olmasına karşın, bunlar okuyucuyu karamsarlığa ve umutsuzluğa itmez. O, bütün insani duyguları hisseden ve bunu okuruna da hissettirmek isteyen bir yazardır. 1960’lı yıllarda Türk sinemasında çocuk karakterlerin öne çıktığı filmlerin öncüsü olan Ayşecik filmlerinin esin kaynağı da Kemalettin Tuğcu romanlarıdır. Esinlenmelerin yanında, Tuğcu’nun bazı başka romanları da filme çekilmiş, televizyon dizisi ya da filmi olarak izleyiciyle buluşmuştur. Yazdıklarıyla ilgili olarak “Edebi, ilmi, politik bir iddiam yoktur” diyen, Türk edebiyatının en çok yazan ve okunan yazarlarından biri olma sıfatını kazanan Kemalettin Tuğcu’yu ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

  • Deli Kızın Türküsü

    Nurten B. AKSOY * Siz dayanılmaz bir 'Günaydın'sınız Sabah sabah insanı ayağına getiren Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren Siz çocuk ağızlı bir 'Günaydın'sınız I. Sabahleyin Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde Eliniz beyazken uzatın isterim Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim Ben ışıklar konfetiler bayramlar istemem Uzanmışım gölgeliğe bir başıma Şu uzaktan tükenmez yalnızlıktan İçten içe ürküyorum ama Böyle de iyiyim Siz dayanılmaz bir 'Günaydın'sınız Sabah sabah insanı ayağına getiren Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren Siz çocuk ağızlı bir 'Günaydın'sınız Çocuk ağzınızla biraz daha durun Gittiğinizde güz gelmiş olacak Güz gelirken bir yanı kara sevdalarla Avcumda bu yavru kuş varken tedirgin Sizde tutunacak yaslanacak kollar Biraz daha durun biraz daha Karayı kaldırın mavi koyun umudumu götürmeyin * ............................ (Rüzgâr Saati’nden, 1956) GÜLTEN AKIN Cemal Süreya'nın “Ümmüş-şiir” yani şiirin anası olarak tanımladığı; toplumsal şiirin anlamını ve İkinci Yeni’nin tüm izlerini ilmek ilmek şiirlerinde işleyen Gülten Akın, 23 Ocak 1933 tarihinde Yozgat’ta doğar. Yozgat’ın Sorgun ilçesinde ilköğrenimini tamamladıktan sonra 1940’lı yıllarda memleketi Yozgat’tan Ankara’ya göç eder. Liseyi ve üniversiteyi orada okur. 1955’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olur. Üniversite yılları devam ederken 1951’de ilk şiiri Son Haber gazetesinde yayımlanır. Ardından da Hisar, Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Mülkiye gibi dergilerinde şiirleri çıkar. Üniversiteyi bitirdikten sonra Yaşar Cankoçak’la evlenen Gülten Akın'ın bu evlilikten beş çocuğu olur. Eşi kaymakam olduğu için yıllarca Anadolu’yu gezip Anadolu’nun çeşitli yerlerinde avukatlık ve öğretmenlik yapar. Gülten Akın ilk şiirlerinde doğa, aşk, ayrılık, özlem gibi temaları işler. Ancak daha sonraları, toplumsal sorunlar ağır basar. 1980 öncesinde halkın yaşadıkları, onun hem hayatına hem de şiirlerine yansır. Bu yüzden onun dizeleri yüreğimizi sızlatır, yalnızca bir şair olarak değil; yaşamı boyunca yaptıklarıyla da ne kadar hassas, usta ve iyi yürekli bir şair olduğunu hissettirir. Akın, yaşamı boyunca şiir dışındaki edebi türlere fazla ilgi göstermez ama şiirlerinden başka yazdığı yedi adet kısa oyunu bulunmaktadır. Ürettiği tiyatro metinlerinde de kadın, evlilik, düzene yönelik eleştiriler gibi konular üzerinde durur. “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya!” diyen Gülten Akın, 4 Kasım 2015’te, uzun süre tedavi gördüğü hastanede yaşama veda eder ve şiirleriyle hep "İnceliklerin şairi" olarak anılır...

  • Atatürk'ün Hoşgörüsü

    Nurten B. AKSOY * BOZKURT Mustafa Kemal hakkında yazılan kitapların birçoğunun kaynak olarak kullandığı ve H.C. Armstrong'un kaleme aldığı "Bozkurt" Mustafa Kemal'in sağlığında, 1932'de yayınlanan ilk biyografisidir. Bozkurt; "Mustafa Kemal'i putlaştırmayan, insani yönlerini gizlemeye çalışmayan, kimilerine göre düşmanca sayılabilecek, sert bir üslupla yazılmış” bir eser olarak kabul edilmiştir. Kılıç Ali, hatıralarında "Bozkurt" kitabından şöyle bahseder: "Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk'ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması yasaklanmıştı." Hükumetin yasakladığı kitabı merak eden Mustafa Kemal, yurt dışından orijinal bir nüshasını getirterek ünlü sofralarından birinde geç vakitlere kadar ilgililere kitabı birebir tercüme ettirerek okutur ve dinler. Armstrong kitapta "Çok yetenekli, inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adam" portresi çizmiştir. Sıra onun herkesçe malûm içkisinden bahsettiği satırlara da gelir. Ancak düşmanca bu satırlardan sonra Armstrong "Memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atıp aslan gibi kükrediğini" de belirterek Sezar'ın hakkını Sezar'a vermiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal hiç kızmamış, aksine "Bunun yurda girişini yasaklamakla hükümet hataya düşmüştür. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette de okunsun!" diye şaka da yaptığı rivayet edilir. Mustafa Kemal sofrasında verdiği bu sözü unutmaz, kitapla ilgili kimi düzeltmeleri yapar ve bunlar Necmeddin Sadak'ın kaleminden 7 Aralık 1932'de "Akşam" gazetesinde yayımlanır. H.C. Armstrong I. Dünya Savaşından önce Hindistan ordusunda Askeri Ataşe olarak görev yapmış olan Harold Courtenay Armstrong (1892-1943), savaş sırasında istihbarat subayı olarak Arap yarımadasına gönderilir. Birleşik Krallık ordusunda Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı İmparatorluğu'na karşı çarpışır. 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonunda Tümgeneral Townshend komutasındaki İngiliz Hint Tümeni'yle birlikte Türklere esir düşer. Bağdat, Musul, Halep, Mersin, Ankara üzerinden Kastamonu'ya, oradan da İstanbul'a getirilir. Son olarak da merkezi esir kampı olan Afyonkarahisar'a nakledilir. Savaş esiriyken kaçma teşebbüsü ve yakalandıktan sonra Enver Paşa'ya hakaret etmesi nedeniyle hücreye atılır. Hücreden çıktıktan sonra esir kampında ayrıcalıklı muamele görür ve kendisine tüm esir subayların ve erlerin sorumluluğu verilerek onların genel komutanı yapılır. Esir İngiliz askerler kampta işledikleri suçlar nedeniyle Türk askeri mahkemelerinde yargılandıklarında hem onların tercümanlığını yapar hem de dava vekilliklerini üstlenir. Savaş sona ermeden önce Türkiye'den kaçmayı başarır. Türkler hakkında pek de olumlu düşünceler beslemeyen Armstrong bu kaçışını bile rüşvet vererek gerçekleştirdiğini söyler. Mütareke yıllarında ise İngiliz Yüksek Komiserliğinde Askeri Ateşe Yardımcısı olarak bu kez işgal altındaki İstanbul'a gönderilir. Müttefikler adına çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1923 yılında İstanbul'dan ayrılır. Türkiye'de kaldığı bu birkaç yılda gözlemlerde bulunur. Aralarında Mustafa Kemal'in de olduğu birçok şahsiyetle temaslarını sürdüren Armstrong bu süre zarfında küllerinden yeniden yükselen bu ülkenin gelişimini gözlemler, Türkiye ve yakın çevresiyle ilgili aralarında 'Bozkurt'un da olduğu beş kitap yazar. İngiltere'de 1932 yılında yayımlanan ve sert bir üslûpla kaleme alınmış olan biyografik kitap büyük ölçüde objektiflikten uzak, taraflı ve Mustafa Kemal'in özel hayatını irdeleyen mesnetsiz bölümler içerdiği için Türkiye'de büyük tepki çeker ve İsmet İnönü başkanlığındaki bakanlar kurulu kararıyla yurda girişi yasaklanır. Menderes Hükümeti döneminde, 1951 tarihli Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'un çıkarılmasından sonra çevrilme ihtimali daha da azalır. Oysa Kılıç Ali'nin hatıralarında yazdığı gibi, kitabı inceleyen Mustafa Kemal bizzat bu kitabı pek de sakıncalı bulmadığını, bazı eksiklerinin tamamlanarak Türkiye'de yayımlanabileceğini lâtife yaparak da olsa söylemiştir. Kitabın Türkiye'deki ilk çevirisi Peyami Safa tarafından 1955 yılında yapılır. Kimi bölümleri atlanarak yapılan bu çeviri özgün metnin yaklaşık üçte biri kadardır. Oysa özgün versiyonları 300 sayfaya yaklaşan kitap, sonraki yıllarda yapılan çevirilerde özel hayata ilişkin tartışmalı ve dayanaksız bölümler çıkartılarak yayımlanabilmiştir.

  • Anne Frank’ın Hatıra Defteri

    Nurten B. AKSOY * Savaş; hangi çağda, hangi milletler arasında olursa olsun acı, üzüntü, ölüm ve vahşettir. Yüzyıllardır olduğu gibi günümüzde de dili, dini, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun binlerce masum çocuğun hayalleri elinden alınmakta ve yaşamları büyüklerin savaşlarında son bulmakta. Oysa yaşamak en çok da çocukların hakkı değil midir? Bugün dünyanın pek çok köşesinde savaşlarda ya da savaşlardan kaçarken ölen küçücük çocukların günlük tutmaya vakitleri bile olmuyor. Bizler onları ya sahile vurmuş cesetlerinden ya da yanmış, parçalanmış fotoğraflarından tanıyoruz. Yıllar önce “Arkası Yarın” saatlerinde radyoda yayınlanan ve içimiz burkularak dinlediğimiz, kitabını alıp okuduğumuz Anne Frank’ın Hatıra Defteri bu anlamda savaş çocuklarının yaşadıklarının en etkili belgesi. Kirlenen, belki de hep kirli olan dünyamıza çocukların ölmediği günlerin gelmesi dileğiyle… Annelies Marie Frank, Otto ve Edith Frank’ın kızları olarak 12 Haziran 1929’da, Almanya’nın Frankfurt şehrinde dünyaya gelir. Beş yaşına kadar Frankfurt yakınlarında bir apartman dairesinde annesi, babası ve ablası Margot ile birlikte yaşar. Anne’nin babası Otto Frank, Almanya’da bir banka görevlisidir. 1929 Büyük Buhranı diye bilinen ve bütün dünyayı sarsan ekonomik krizle işleri kötüye gitmeye başlayıp, Nazilerin de 1933’te iktidara gelmesinin ardından Otto Frank iş bağlantılarının olduğu Hollanda’nın Amsterdam şehrine gider. Bir müddet sonra ailesini de oraya aldırır. Anne, büyükanne ve büyükbabasıyla kaldığı Aachen’den, ailesinin yanına giden son aile ferdidir. Adolf Hitler’in Hollanda’ya girmesiyle birlikte, buradaki Yahudilere de Almanya’daki gibi kısıtlamalar getirilir. Anne, ablası Margot’la birlikte sadece Yahudilerin okuduğu bir okulda eğitim almaya başlar. Almanya’da yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle buradan kaçan Yahudiler, Hollanda’da da aynı sıkıntıları yaşamaya başlarlar ve yaşamlarına pek çok kısıtlama getirilir. Anne ve ablası, Hollanda’da, kendileriyle aynı kaderi paylaşan çocuklarla, sadece Yahudilerin okuduğu özel bir okula gitmeye başlarlar. Öğretmenleri de kendileri gibi kaçak bir Yahudi’dir. Bu okuldaki en iyi arkadaşlarından biri olan olan Nanetta yıllar sonra Anne ile ilgili anılarını anlatacaktır. “Anne ile yan yana otururduk, çok iyi arkadaştık. Gelecek güzel günlerin hayalini kurardık. Bu da hayatta kalabilme yöntemlerimizden biriydi. Onun her zaman popüler ve sözü dinlenir biri olmak istediğini hatırlıyorum. Hayat doluydu. Konuşmayı sever, erkeklerle olan konuşmalarını anlatırdı. Sınıftaki herkes birbiriyle çok iyi geçinirdi. Hepimiz belli şartlar yüzünden buradaydık ve birbirimize destek oluyorduk. Evlerimizden ayrılmıştık. Hiçbir zaman geri dönemeyeceğimiz ihtimalinin de farkındaydık.” Okuldaki tüm öğrenciler gibi Anne ve Nanetta da ‘ikinci sınıf insan’ muamelesi gördüklerinin farkındadırlar. Birbirlerine destek olarak, yaşadıkları kötü günlerin üstesinden gelmeye çalışırlar. Ama içlerinden bir ses sürekli, bir daha asla evlerine geri dönemeyeceklerini, belki de öldürüleceklerini söyleyip durur onlara. Bütün sınıf gibi iki kız çocuğu da günlerini endişe içinde geçirirler. Hollanda’da da Yahudilerin kendi işlerini kurmaları ve işletmeleri yasak olduğu için Anna’nin babası işlerinin başına yakın bir dostunu geçirir. Temmuz 1942’de Anne’nin ablası Margot’a bir celp gelir ve SS merkezine çağırılarak Yahudi olarak işaretlenir. Anne Frank, 14 yaşındayken bütün aile Otto Frank’ın Prinsengracht’taki ofis binasının arkasında bulunan gizli bir bölmede saklanmaya başlarlar. Beraberlerinde yakın dost oldukları dört kişi daha vardır. İki yıl boyunca, Anne Frank’in günlüğünde “Gizli Oda” diye bahsettiği bu ofisin arkasındaki apartmanın çatı katında tam bir hapis hayatı yaşarlar ve dış dünyayla ilişkilerin Otto Frank’ın sekreteri Miep Gies sağlar. O günlerde saat 8’den sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Akşamüstleri çocukların bile birbirlerini görmesine imkan yoktur. Ama 12 Haziran 1942 günü Nanette’nin sınıfındaki çocuklar Anne’nin 13’üncü doğum gününü kutlamak için birlikte olma fırsatı bulurlar. Öğretmenleri bir şekilde küçük bir doğum günü partisi organize etmeyi başarır. Partide Nanette, Anne’nin ailesinden gelen hediye paketinden çıkan armağanı görür: Bu bir ajandadır… Yıllar sonra içine yazılacakların milyonlarca kişi tarafından okunacağı günlük olan ajanda… Saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları Anne’nin günü gününe yazdığı günlüğü yani. Anne, hem ergenliğin getirdiği problemler, hem de savaşta olmanın psikolojisiyle, oldukça içten ve güzel bir anlatımla, iki yıl boyunca yazar ‘Kitty’ adını verdiği günlüğüne Önceleri kendi için yazsa da, daha sonra savaş bitiminde tutulan günlüklerin toplanacağını öğrendiğinden, daha muntazam yazmaya başlar. Yaşadığı şartlar onu olgunlaştırmış, yaşının ilerisine taşımıştır. Anne günlüğünü, kimliği belirlenemeyen bir Hollandalı tarafından ihbar edilinceye, yani, 4 Ağustos 1944’e kadar, Gestapolar (Alman Gizli Servis Polisi) tarafından saklandığı yer basılıp götürülünceye kadar yazar. Anne Frank ve ailesi saklandıkları yerde yakalanırlar. İhbarcının kim olduğu asla öğrenilemez Frank ailesi apar topar alınır, anne-baba ve çocuklar, farklı kamplara gönderilirler. Eylül 1944’te, SS subayları ve polis Frank ailesini ve onlarla birlikte saklanan dört kişiyi trenle Polonya’daki Auschwitz toplama kampına gönderir. Ancak, Anne ve ablası Margot yaşlarının küçük olması nedeniyle, çalıştırma amaçlı olarak, 1944 yılı Ekim ayının sonuna doğru Kuzey Almanya’da bulunan Bergen-Belsen toplama kampına götürülür. Günlüğünü yazarken son günlerine kadar umudunu hiç yitirmeyen Anne, önce ihbar edilir, daha sonra gönderildiği kampta tifüse yakalanır. Ne yazık ki her iki kız kardeş de, İngiliz Birliklerinin Bergen-Belsen kampına girdiği 15 Nisan 1945’ten yalnızca birkaç hafta önce tifüs nedeniyle hayatlarını kaybederler. Anne ile Nanetta’nın yolu, yıllar sonra Polonya’daki Auschwitz toplama kampında tekrar kesişir. Nanette, eski arkadaşı Anne’yi gördüğü ilk anı, “Bir deri bir kemik kalmıştı, üzerinde sadece battaniye vardı” sözleriyle anlatır ve böyle bir karşılaşmanın mucizevi olduğunu söyler: “Bugün bile o halde birbirimizi nasıl tanıyabildiğimize şaşırıyorum. Tükenmişti. Kıyafetleri bitlendiği için üzerinde sadece battaniye vardı. Onu öyle görünce çok kötü oldum. Benim bildiğim Anne’den geriye hiçbir şey kalmamıştı.” Kızların annesi Edith 1945 Ocak ayının başlarında Auschwitz’de ölür. Yalnızca baba Otto, Kızıl Ordu’nun gelmesiyle kamptan ve savaştan sağ kurtulur. Otto 27 Ocak, 1945’te Auschwitz kampında Sovyet Kuvvetleri tarafından serbest bırakılır. Baba Frank’ın elinde, eski sekreteri Miep’in kendisine ulaştırdığı Anne’nin günlüğü vardır ve bu günlüğü defalarca okur. Yıllar sonra Nanette ile tanışan baba, kızının günlüğünü yayınlamayı düşündüğünü anlatır ona. Otto Frank kitabın bir kopyasını profesör bir arkadaşına gönderir. Yakın çevresinin baskısıyla da kızı Anne Frank’ın günlüğünü yayımlamaya karar verir. Kitap ilk olarak 1947 yılında 150 bin adet basılır. Bu baskıyı daha birçok baskı takip eder, 60 dile çevrilen günlük en çok satanlar listesine girer. 30 milyondan fazla satar. Bazı ülkelerde okulların müfredat kitapları listesine alınır.

  • ÇOCUK DEYİP GEÇMEYİN

    Fuat ÖZGEN * Sevgim sonsuz Düşlerim sınırsız Davranışlarım çıkarsız İsteklerim zararsız Ailemin ışığı Yaşamın kaynağı Mutluluğun pınarı Üzüntünün kaçarıyım Deneyimsizim Öğrenmeye açım Doğru bilgi ilacım Kimsenin oyuncağı Çıkarı için kullanacağı Biri değilim Karnımı abur cuburla Beynimi olur olmazla Doldurmayın Beni sevgiyle yetiştirin Yönlendirmeye kalkmayın Yönümü ben seçerim Geleceğim ben Geleceği soldurmayın

  • BAŞ GÖZ ÜSTÜNE

    Niyazi UYAR * Edebiyatta herkesin bildiği aşk da vardır, gizli kapaklı buluşmalar da. Aşk olmasa ne üretim olur ne de güzellik. Hayatı güzelleştiren, aşktır. Aşk sevginin gözesidir, yani onun filizlenip boy verdiği yerdir. Aşkın tutkulusu platoniktir. Platonik aşık, aşkının duyulmasından korktuğundan, yüreğinin ateşiyle yandıkça yanar, yandıkça kül olup gider. Edebi eserlerde mesela yazar, odanın içine girmez, dışarıdan görüleni, hayal edileni anlatır geçer. Okur anlayacağını anlar, yaşanılanı hayalinde canlandırır, hatta öyle bir canlandırır, öyle bir canlandırır; yazarın önüne geçerek, ne sahnelere imza atar bir bilseniz! Evin içinde mutlu mutsuz bir aile yaşar değil mi, yani bir kadınla bir erkek, üremeye karşı değillerse bir de meyveleri. O meyveler, o erkekle, o kadının bir üründür, o meyveler neslin devamıdır. Bir erkekle bir kadının anlaşarak kurduğu aileyi bir müesseseye benzetebiliriz. Bir müessese iyi yönetilirse, başarılı olur, güzelliklere imza atar. Aile de aynen öyledir. Ailenin üyeleri birbirlerini birey olarak görürse ve gündelik yaşamlarında paylaşımcılık hakimse, harika güzelliklere vesile olurlar, hele onların meyveleri… Tadından yenmez... “İşte orada dur, fazla ileriye gitme derler. -Peki kim der? -Kim derse desin, belli mi olur, biri der işte, bak işine, yürü git der! -Başka ne derler mesela? -Derler ki, olur olmaz her şeye burnunu sokup durma. Yoksa burnun murnun kısar kapıya da çığrım çığrım çığırırsın sonra derler…” Derler mi, derler! Yazmak insanın zihnini canlı tuttuğu gibi durmadan da yeni bir şeyler ürettirir, ürettirmekle kalmaz; kayadan kayaya, taştan taşa atlatır. İnsan beyni saniyeler içinde yüzlerce, akla hayale gelmeyecek şeyler üretir, sadece üretse iyi, bir bakmışsın, eskiye dönmüş onları yaşamaya bile başlamış! Bundan beş ay önceydi galiba, bir can, “sen şiir yazmalısın kıymatlım, dedi, senin cümlelerin, bir şiirin imgeleri gibi, çağrışım yüklü!” İlk gençlik yıllarında yazdığım şiirlere aşkla sarılarak gözden geçirmeye başladım. Bu sırada kimden kimseden uzak, bir köşede, kâh kendi kendimle konuşarak, kâh içimden sesli sesli okuyarak titizlikle çalışıyordum. Kıymetliye yürekten bir selam olsun deyip ilk şiirimi sundum okurun beğenisine. O şiirden küçük bir kesit: "Sen dedi dost, Kıymetlisin, candan ötesin, Bozkırın yedivereni, Umudun, arzunun şairisin! Sen kıymetlisin dost! Sen, sevdayı, Kırkoluklu Çeşme’nin Kırk oluğuna, uğur ola deyip Adını fısıldıyorsun! Sonra Bozdağ’ın kekik kokulu, çam kokulu yamaçlarına, Boyuna haykırıyorsun!" ... Sonra bir gün bir başka can, “sen şiir değil de hikâye yazmalısın abim,” demez mi? Ben şiir mi, öykü mü diye oradan oraya savrulup dururken, bir başka can: “Öykülerde kadınla erkeği yan yana getirmemek lazım. İlk insandan beri, doğal yaşamın birer halkası olan karşı cinslerin teveccühleri, ateşle barut misalidir. Sonra, yüreğimi okşarcasına, onca birikimin var, gündemi takip edip duruyorsun. Önerim, deneme yaz, güncel konularda yaz!” Kaldım mı meyallahta, ne edeyim, nasıl yapayım, diye sanıp banarken, içimdeki “ben,” dile geldi: “Özü sözü ve kendi güzel olanla, devam dedi. Sen, yazıp ürettikçe, yazdıklarını paylaştıkça seni sevenler, müspet menfi bir şeyler demesinden daha doğal ne ola ki, sen ürünlerini paylaştıktan sonra, onlar senden çıkmış olmuyor mu, buna sebep herkesin bir şeyler deme hakkı olmuyor mu? Mesela Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde Orhan Kemal’e ne demişti?” “Orhan, sen şiir değil, roman yazmalısın,” buna sebep Orhan Kemal roman yazmaya başlamış ve edebiyatımızın en büyük romancılarından biri olmuştur? Buraya nereden geldim, anlatayım. Ben düşünce yazılarını, söz oyunlarını severim, edebi metinlerde yazarken, baştan kurguladığım konuya çok fazla müdahalede bulunmam, oysa düşünce yazılarımda… Çünkü düşünce yazılarım ben oluyor, onlarla beni anlatıyorum, onlar benim ürünüm oluyor! Ben, beni anlatmayı sevmiyorum. Çünkü okur, her yazılanı ben yaşamışım zannediyor. YANDIK GİTTİ. Yarattığım kamramanlarla sanki aşk yaşamışım. Ve böyle olabileceğine eline kalem alıp yazanlar olunca canım sıkılıyor. Ben bir şeyler yazarken bir taraftan da YouTub’dan müzik dinlerim. Müzik dinlerken sıklıkla bildirimler düşer, önüme! Birden, "Pat," diye bir bildirim düştü. Tıkladım: “Dam üstünde un eler, Tombul tombul … … baş kaldırmış, Kavuşmuyor düğmeler.” Tependen tırnağa, şey… ne tepeden tırnağa, bu üç nokta olan yerlere ne yazılıyor diye sorma! Şey işte ya neyse ne boş ver geç, yazıyor işte bir şeyler! Ben o türküyü yakan kadar özgür değilim. Durdum, düşündüm, hadi dedim bir araştırma yapayım bakalım buna benzer başka türküler, şarkılar var mı? Arama motoruna türkülerimizdeki ŞEYLER yazıp arattım: Ohoooo… “Sıra sıra karpuzlar, Karpuz … kızlar, … ısırdım, Altın dişlerim sızılar!” Başka, “Kabak pişti tuz ister, Ana benim gönlüm … ister!” Daha neler neler, insan yazmaya cesaret edemiyor. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!” Nasıl bir görüntüye seyran olur samanlık? Boş ver dinle geç, düşünme, hiçbir şey de sorma, ben bir şey bilmiyorum; bakma sen yazdıklarıma. Yazan insanın başına ne geldiğini, bu ülkede en iyi yazarlar bilir. Boş ver canım, hiçbir şey sorma dedik ya bir şey bilmiyorum ben, dedik ya! Başka, “Ar gelir Osman Aga ar gelir, Safiye’me de … dar gelir!” Sonra, “Karacaoğlan der ki, işin doğrusu, Gökte melek, yerde Hüma yavrusu, Söyleyeyim ben sana sözün doğrusu, … koynuna girmeye geldim!” “Eminem Eminem, Çakır Eminem, … altı bilem ne yani…” Başka, “Kiremitte buz musun, Gelin misin kız mısın!” Diye devam edip gider, kim bilir buraya yazmaya yüreğimin yetmediği onlarca, belki yüzlercesini buluruz. Türkülerimizdeki bu ayıp(!) ögeler, hatta pornografik ögeler müziğin ritmi ile kaybolup gitmekte. Belki de dizeler müziğin volümü ile hiç duyulmaz, anlaşılmaz... Türküler, hayatın kendisidir, yani hayat hakikatidir, belki de yaşanmışlıkların bir aşığın sazında, sözünde vücut bulmasıdır, onlar ağızdan ağza yayılıp giderken, kimse ne var acaba ne demek istiyor, manası nedir diye açıklamaya çalışmaz; çalışmadığı gibi gerek de duymaz zaten. Tekrar ediyorum, “aman ha, aman ha!” Sonra siyasal İslamcılar mal bulmuş mağribi gibi ortalığı beri baktırır, yasak getirir türkülerimize. Biz bu yasaklardan çok çektik. Geçmiş zaman içinde BİZİM RADYO diye kısa dalga üzerinden yayın yapan bu radyoyu dinlemeyi yasaklamıştı siyasal iktidar. Yasaklamakla kalmamış, o radyonun yayın yaptığı yeri aramaya başlamış. Bir aklı evvel o radyonun Bursa’nın Ulu çınar ağaçlarının birinin içinden yayın yaptığını söylenince, Bursa’daki onlarca tarihi çınar ağacına kıymışlar. Bu bir şehir efsanesi midir, doğru mudur, eğri midir bilmem, anlatılır işte. Yasaklar gelişimin, değişimin önünde yıllardan beri çelikten bir duvar gibi durmaya devam etmekte. O yasak, bu yasak diyerek, toplumun önüne barikat kuran orta çağ zihniyeti “Zeki, Metin’in Devekuşu Kabare’sine “Yasaklar” adı altında bir oyunun konusu olmuştur. Yani buna sebep Niyazi Uyar olarak ben, türkülerdeki cinsellik” ihtiva edenlerden ne bahsetmiş olayım ne de siz duymuş olun. Bakın bir Muhafazakâr Kalem’in geçmiş yıllarda dile getirdiği “Türkülerdeki erotizmin, kadını aşağıladığını bu türkülerin yasaklanması gerektiğini yazmış- güya- bu kalem kadın haklarını savunurmuş gibi.  Bu kalemin yazdığı bir algı mıdır diye siz düşünekoyun, aslında o, büyük bir projenin, içindedir belki de. Bereket ki o Muhafazakâr Kalem’in yazdıkları güme gitti, çünkü o tarihlerde koalisyon ortakları birbirlerine düşmeye başlamıştı. Bu aydın’ın(!) söyledikleri dikkate alınsaydı belki yüzlerce türkümüz, şarkımız yasaklanmış olacaktı. Türkülerimiz neyi çağrıştırırsa çağrıştırsın, her daim çalınıp söylensin, ozanlarımız aşka gelerek türküler yakmaya devam etsin, hem nasıl yakarlarsa yaksınlar! Ben aşığın yüreğinde mayalanan dizelerin ne ayıbında ne günahındayım. İnsanların yaşları kemale erse de ermese de öküz altında buzağı aramasının maddi bir temeli olduğuna inanmışımdır öteden beri! Ne demiş şair? “Onlar dilimin tuzu biberi / hilesiz hurdasız / çırılçıplak! / Dişisi dişi/ Erkeği erkek! Başka ne demiş Şair, “Altlarında imza yok; ama içlerinde yürek var / Cennet misali sevişen, / Cehennemler gibi dövüşen!” “Sen şiir yaz,” diyen kıymetliye bir bahar günü selam gönderirken Bozdağ’ın eteklerinden, “sen öykü yazmalısın,” diyen dosta da bu bahar gününde “baş göz üstüne dost,” diyerek selamlıyorum. Sonra “birikimlerini, tecrübelerini denemelerle, günlükler ve söyleşilerle yaz,” diyen ustaya da “baş göz üstüne can, tamamdır,” diyerek devam ediyorum yoluma yordamıma ve uyarına geldiği gibi de yazmaya. Bunlar güzel olanlar, ya bir de, “Boş ver canım, emekliğini yaşa, sana ne sen ne karışırsın insanların hayatına, açlığına tokluğuna, ezilmişliğine… gününü gün et, gir oyna, çık oyna; bak işine gücüne,” diyenler. Onların dediklerine mi? Hiç ehemmiyet vermiyorum… Baş göz üstüne hayat, baş göz üstüne gelecek, baş göz üstüne insanlık; karınca kaderince üretmeye devam!

  • Muzaffer GÜLTEKİN

    * 2002'de ilk görmüştüm. Enginalp'ın kitabevinin üstündeki büromuzda toplandığımızda görürdüm. KimseSİZ dergisini yapıyorduk o zamanlar. Birkaç kez görünmüştü toplantılarda, aşağıda okuyacağınız Pastoral esintili şiirlerinden birini verip uzun süre gözükmezdi. Belki bu nedenle ikimiz de öğretmen olduğumuz halde iyi tanıma şansım olmadı. Çelebi tavırlı, duyarlı biri gibi gözüküyordu. Yük olurum diye endişe eden, kuş gibi ayağına iz yapmadan uğrayan biri izlenimi bırakmıştı bende. Bu da onu mesafeli yapıyordu. 2012'de yayınlanan kitabını göndermiş, maviADA'da yer vermiştim. Sorduğumda Ayvalık'ta olabileceğini söylerlerdi. Sanırım 2012'de sevgili Bedriye Sönmez'le birlikte KOZAHAN'da görmüştüm onu en son. Ayvalık'tan bir yazlık aldığımda ilk aklıma gelendi. Telefon ettiğimde bozuk bir sesle hasta olduğunu söylemişti. Görüşemedik. Sonra bir dostun sayfasından öldüğünü öğrendim. Hayat bu ... Işıklar içinde yatsın. 2 Mart 2023 Şenol YAZICI, * "... elbette iki kişiliktir ölüm gecenin koynunda ölmüştü birisi... söküp ciğerimizin yarısını ölüm, şimdi tamamladı kendisini..." der ya Attila İLHAN, aynen öyle ... Muzaffer GÜLTEKİN'de aramızdan ayrıldı. Yeri aydınlık Olsun. * - 2019 Güzünde, BURSA Maksem'de Muzaffer GÜLTEKİN ve şair arkadaşları Bedriye SÖNMEZ, Muzaffer GÜLTEKİN, Nevzat ÇALIKUŞU, yine bir süre önce aramızdan ayrılan KimseSİZ şairlerinden Özcan ECE - Muzaffer GÜLTEKİN * Eğitimci, şair. 1 Temmuz 1945, Orhaneli / Bursa doğumlu. İlkokulu Harmancık’ta, ortaokulu Orhaneli’de okudu. 1964 yılında Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdi. Yükseköğrenimini Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde yaptı. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Lisans Programı’nı tamamladı. Muzaffer Gültekin, 1966’da atandığı Bingöl Lisesi’nde öğretmen ve müdür yardımcısı olarak çalıştı. 1971’de Ayvalık Lisesi’ne atandı. Orada da Türkçe-edebiyat öğretmenliği ve müdür başyardımcılığı yaptı. 1992’de bu görevinden emekli oldu. 1995’te Bursa’ya yerleşti ve 2011 yılına değin özel öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptı. İnsan, toplum, doğa ilişkilerini konu alan şiirleri Eflatun, Bahçe, Öner, KimseSİZ, maviADA dergilerinde yayımlandı. Uzun zamandır rahatsızdı. 23.02.2023 tarihinde aramızdan ayrıldı. * ESERLERİ (Şiir): Güz Ezgisi (1967), Düşlerin Dili Olsa (2011). KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015). * Uludağ'da İki Zaman Muzaffer GÜLTEKİN * Gün erken düşer Alaçam’ın bayırına Ardıç kuşları kalkar tüneğinden Dal gerinir, yaprak kımıldar Uludağ şöyle bir bakınır yücelerden Alır şalını omuzlarına Şalın beyazı kar, yeşili yaprak İner ovaya Nilüfer’le Koca bir tarihi kucaklayarak. Yaseminlere benzer çiçekler Serpilir dağ yollarına: sarı, kırmızı, beyaz Umurbey yaylasına sis çökmüş geceden Dereler buz parçası biraz da ayaz. Gökçe bulutlar sürüklenir doruklara Doruklar şiir; doruklar öykü, roman Aman Mehmet Ali, aman Aman Zeyhan, aman Başı dönüyor insanın buralarda Bulutlar yağmura çıkacağı zaman. Neşeyle yürümek yormuyor insanı Her adımda sekiz nefes almak en tepelerde Ya da oturup kalmak her bir yamaçta uzun uzun Düş kurmak sisten kurtuluncaya dek Hatta üşümek biraz, titremek, diken diken olmak Ama yürümek Manastır’a mutlaka Hatta uçar gibi olmak. Kına taşları baharla daha bir coşkulu Ya da bir türkü çoban kavallarında Gelinlik kızların beyaz gecelerinde bir düş Avuçlarında bir umut sevgiye çalan Aman Sait Bey, aman Aman Ergun Bey, aman Bu ne güzel halay böyle Dağ kırlangıçlarına dek uzanan. Manastırın bir yakası buzul kar Ağustosta damla damla göz yaşı Bir yamaçta çay dere Bir yamaçta kekik kokusu pınar Bir dua dudaklarda papatyalar Uzanır kolları karaçamların gök bulutlara Gök bulutlar, gökçe bulutlar harman harman Aman Haydar Bey, aman Aman Hasan, aman Bir yangın mı var karşı tepelerde gün batımı Gün batımı karşılar duman duman. Ocak, 2003 / 01.05.2003, KimseSİZ Dergisi, * maviADAnın temellerini olduran 2002'de Şenol YAZICI ve arkadaşlarının Bursa'da çıkardığı KİMSE-SİZ DERGİSİNİN Bütün sayılarını ,YAZI ve YAZARLARINI Görmek İçin Buraya TIKLAYIN

  • Zuhal Tekkanat'ı Yitirdik...

    maviADA'nın kuruluş günlerinden, 2002den bu yana dergide yer alan, 2012-2014 arası yayınkurulu üyeliği ve İstanbul Kadıköy temsilciliği de yapan, şair Cemal Süreya'nın eşi yazar Zühal TEKKANAT, yine Süreya'nın taktığı adla şair Elif Sorgun, 28.10.2019 günü solunum yetmezliği tedavisi gördüğü Ankara'da 81 yaşında vefat etmiştir. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı dileriz. Yeri aydınlık olsun... * Zuhal TEKKANAT Zühal Tekkanat, 16 Ağustos 1938 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. Cumhuriyet gazetesinde sanat muhabiri olarak çalıştığı dönemde şair Cemal Süreya ile tanıştı. Sosyal Sigortalar Kurumu'nda devlet memuru olmasından dolayı Elif Sorgun mahlasıyla şiirler yazdı. "Karacaoğlan'ın Elif'ini" ve "Yozgat'ın Sorgun'unu" mahlas olarak Süreya verdi. İlk evliliğinden İçsel (Dülgerdil) adında bir kızı dünyaya geldi. İki kez evlendiği eşi Cemal Süreya'dan Memo Emrah (Seber) adında bir oğlu dünyaya geldi 1967'de evlendiklerinde Süreya 35, Tekkanat 28 yaşındaydı.1974'te ayrıldılar. Cemal Süreya'nın ikinci ve dördüncü eşidir. 9 Ocak 1990'da Cemal SÜREYA öldü. Memo Emrah, babasının ölümünden kısa bir süre sonra av tüfeğinin bir arkadaşının elinde ateş alması sonucu hayatını kaybetti. Cemal Süreya'nın 1972'de hastanede yatan Zühal Tekkanat'a yazmış olduğu mektuplardan oluşan On Üç Günün Mektupları adlı kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Tekkanat, Süreya ile birlikte paylaştığı yedi yılı Yaşadığım Yıllar adlı eserinde kitaplaştırdı.

  • Emine Erbaş'ı Yitirdik

    Nurten B. AKSOY * "Beni suyun üstünde tut, bırakma Sakardır tüm yalnızlıklar Uzak zamanlardan kalma" maviADA günlerinde adını duymuş, şiirlerini beğeniyle okumuş; ama kendisiyle tanışma fırsatım olmamıştı. Ta ki 2019 başında maviADA'yı yeniden basılı olarak da yapmaya karar verinceye dek... Dergimizin Bahar sayısı çıktığında Şenol Yazıcı, maviADA'nın eski üyelerinden şair Emine Erbaş'ın da Kadıköy'de oturduğunu, ona da dergi gönderirsek mutlu olacağını tahmin ettiğini söylemişti. Ben de dergiyi postayla göndermek yerine aynı semtte oturduğumuzu düşündüğüm şairle tanışmak istediğim için kendim götürmeye karar vermiştim. Telefon edip adresini sorduğumdaysa çok yakın komşu olduğumuzu öğrenmiştim. Aslında nasıl karşılanacağımı bilmediğimden giderken biraz çekinmiştim, ne var ki Emine Hanım beni büyük bir sevecenlikle karşılamış, uzun uzun şiirden edebiyattan, hayattan, bazı ortak dostlarımızdan söz etmiş büyük keyif de almıştım. Hem Şenol Yazıcı'ya hem bana kitaplarını imzalayıp hediye etmiş, ısrarla da size moral olur diyerek dergimize abone olmuştu. Sonra derginin YAZ ve GÜZ sayılarını da götürmüş ve o güzel insanı yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Feneryolu'nda kedisiyle yaşadığı güzel bir evi vardı. 2019'un son aylarında, son çıkan şiir kitabının imza gününü yapacağını söylemişti. Geçen yıl (2020) Aralık ayının başında çıkan KIŞ sayımızı götürmek için kendisini ziyarete gittiğimde ise üzülerek hasta olduğunu öğrenmiştim. Hatta o gün bir müddet kaldığı hastaneden yeni gelmişti evine. Yorgun ve bitkindi, ama yine de benimle oturdu, uzun uzun sohbet ettik, hatta kedisiyle bir de fotoğrafını çekmiştim o gün. O günden sonra pandemi nedeniyle bir daha görüşmek kısmet olmadı. Zaman zaman telefonla arayıp sağlığını soruyordum, ama çok da iyi olmadığını söylüyordu. Oysa ben bu günlerin geçeceğini, yeniden görüşeceğimizi umuyordum. Ama Ne yazık ki bugün akşam saatlerinde sosyal medyada o acı haberi duyduk. Acımız ve üzüntümüz çok büyük... Onun kendine özgü üslubuyla yazdığı güzelim şiirleri ve sevenleri artık yalnız. Biz maviADAlılar onu, bir İstanbul hanımefendisi ve şiirin sultanı olarak hiç unutmayacağız... Ruhu şâd, yıldızlar yoldaşı olsun... Cam Önü Yalnızları Kuşku yürekleri karartınca Uzaklar yakın olur Güneş bir tuzaktır şimdi Yıldızların arasında bir köpek Durmadan ulur Bana hiçbir şey söyleme Sözcükler kendi yavrularını doğurur İçimdeki boşlukta gün biter Akşam olur Bir kuruntudur tuttuğum kadeh Kandan ve damardan Biz seninle cam önü yalnızıyız Şeytanın diliyle mühürlediği Hazdan ve şaraptan Ben buluta küskünüm Can gelir kemiğe vurur Başlar ağrılar sabahtan Bir köpek ulur, Bir kunduz boğulur Su içerken İçimdeki ırmaktan… 10. Nisan. 2020 / Emine Erbaş

  • Zeki Sarıhan Kendini Anlatıyor

    "... Dönemin fikir genişliği ortamında birçoğumuz devrimci görüşleri benimsedik. Fakat kent kültürü dairesine girmedik. Örneğin ben sporla, futbolla hiç ilgilenmedim. Hiçbir maça gitmedim. Spor toto ve kumar oynamadım. Tommiks, Teksas gibi Amerikan çizgi romanlarını okumadım. Hayat ve Ses “mecmua”larını değil, sanat ve edebiyat dergilerini okudum. Dans etmeyi öğrenmedim. Yıldız falıyla ilgilenmem. Boyun bağını zorunlu olduğum için taktım. Bol paçalı pantolon giymedim. Kızların mini etek giymelerini, erkeklerin saç uzatmalarını da her zaman yadırgadım. Şortla denize girerken bile utanırım. Pahalı lokantalarda yemeğe verilen parayı ziyan sayarım. İçkiye alışmadım. Yaş günü kutlamam. Bunun anlamı, benim ve benim konumumda olan arkadaşların devrimci düşüncelerle tanışmış olmamıza rağmen burjuva şehir kültürüyle temas etmemiş olmamızdır. Sosyalizm sanki kentlere uğramadan uçup gelmiş, bizi bulmuştur. Bu iyi mi olmuştur, kötü mü olmuştur? Bana göre bu bize bazı artı değerler kattı. Kentli burjuva ailelerinin çocuklarından da devrimciler yetişmemiş değildir. Fakat onların devrimciliği ile bizimkiler arasında farklar vardır. Onlar çabuk parlamışlar ve çabuk sönmüşlerdir. Yenilgi anlarında ya umutsuzluğa kapılıp pasifleşmişler ya da kendi sınıflarının savunuculuğuna soyunmuşlardır. Emekçi kitlelerle (işçi ve köylülerle) kopmaz bağları olanların saf değiştirmesi ise zordur. ..." 6.6.2019 maviADA DERGİSİ, kendi yazısı

  • Kalıplara Sığmayan Bir Yazar Kemal Tahir

    Nurten B. AKSOY * Fikirleriyle, romanlarıyla Türk Edebiyatını ve düşün hayatını derinden etkileyen, ama yapıtları ve düşünceleri en çok tartışılan yazarların başında gelen, Türkiye'nin ruhunu bulmaya en çok yaklaşan usta kalem Kemal Tahir’i düşünceleri ve eserleriyle tanıyalım. 13 Mart 1910'da İstanbul Vezneciler’de Sultan Abdülhamid’in ailesine hediye ettiği kagir konakta dünyaya gelen Kemal Tahir’in babası, Padişah Abdülhamit'in hünkâr yaverliğini yapan Yüzbaşı Tahir Bey, annesi ise Yine Abdülhamit’in kızı Naile Sultanın hizmetinde bulunan Nuriye Hanımdır. Babasının görevleri nedeniyle ilk öğrenimini imparatorluğun değişik yerlerinde sürdüren Kemal Tahir, ailesinin 1923’te İstanbul’a yerleşmesinden sonra eğitimine Galatasaray Lisesinde devam eder. Annesinin 1926 yılında veremden ölümü ve babasının ikinci bir evlilik yapması üzerine öğrenimini 10. sınıfta yarım bırakır. Önce İstanbul’da avukat kâtipliği, sonra Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yapar. 1932’de İstanbul’a dönen Kemal Tahir; Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde röportaj yazarı, çevirmen, düzeltmen olarak çalışır. 1933’te bazı yazar ve şairlerle “Geçit” adlı bir edebiyat dergisi çıkarır. Galatasaray Lisesindeki yıllarında yeni kurulan Cumhuriyet'in en genç savunucularından biri olur. Cumhuriyet'e, İnkılaplara ve Mustafa Kemal'e Büyük bir aşkla bağlanır. Ülke meselelerine son derece duyarlıdır. Mevcut gelişmelere Kemalist bir düşünce sistemiyle yaklaşan Tahir, ileriki yıllarda sosyalizm ve Marksizm'e yönelir. Gençlik yıllarında (1934) Beyoğlu'ndaki bir pansiyonunda oda komşusu olan ve Sarı Mustafa diye bilinen Türkiye Komünist Partisi Genel Merkez üyesi Mustafa Börülce, fikirleriyle Tahir'i etkiler ve yeni bir çevreye sokar. Bu çevrede onun için en önemli isim Nazım Hikmet’tir. O yıllarda ilk eşi Fatma İrfan'a yazdığı bir mektupta şöyle der: "Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman mesele yığdılar. Kant, Descart, Nietzsche, Engels, hatta Marx bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan, anadan doğma bir kör gibiyim." Girdiği bu yeni çevre Kemal Tahir'in toplumsal konulara bakışında büyük değişikliklere neden olur. O artık bu topraklara ait olan, yani Anadolu'nun geçmişi ve bugünüyle birlikte geleceğe dair planlar yapabileceği bir düşünce sistemi aramaya başlar. Bu noktada da sosyalizmi bir kurtarıcı olarak görür. Nazım Hikmet'in teşvikiyle sosyalizm hakkında yazılar yazar, tartışmalara katılır ve bu yoğun çalışmaları da şöyle ifade eder: "Beni Nazım öyle bir çalıştırıyor ki, neredeyse buna 'istismar ediyor' bile diyeceğim..." 1938 yılında “Bahriye Davası” diye bilinen “Donanmayı ayaklanmaya kışkırtmak” davasında; başta Nazım Hikmet ve kardeşi Nuri Tahir olmak üzere pek çok kişiyle birlikte yargılanıp 'yayıncılık yoluyla komünizm propagandası' yapmaktan 15 sene 4 ay hüküm giyer. Tahir'e göre tek suçu astsubay olan kardeşi Nuri Tahir'e ve onun bir arkadaşına, Sabahattin Ali’nin bir kitabını okumak için vermesidir. Suçlamaya göre, hafta başında izne çıkan bahriyeliler Tahir'in kütüphanesinden kitap seçip okuduktan sonra bu kitapları diğer arkadaşlarına vermektedirler. Mahkeme tutanaklarına göre ise 'sosyalizm, Marksizm ve komünizm' içerikli bu kitaplar Nuri Tahir vasıtasıyla Yavuz gemisine sokulmakta, askeriye içerisinde komünizm propagandası yapılımaktadır. Cezası onandıktan sonra iki yıl İstanbul’da hapis yatan Kemal Tahir, ardından kendi edebiyat ve düşünce dünyasında köklü değişikliklere neden olacak Çankırı Cezaevi'ne nakledilir. Burada Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte yaklaşık 16 ay kalır. Daha sonraki yıllarda geliştireceği 'Anadolu gerçeğini' tam olarak ilk kez bu cezaevinde keşfeden Tahir, Anadolu insanının kişisel ve toplumsal dramının kendine özgülüğünü, başka toplumlardan farklı olduğunu da burada görür. Ülke meselelerine gençliğinde Kemalist gözle bakan, ancak daha sonra Sosyalizm ve Marksizm'e yönelerek tek parti iktidarını ve Kemalizm'i eleştiren Tahir, 1938 yılında 'Donanmayı isyana teşvik' suçundan mahkeme kararı ile “komünist” ilan edilince, eşi Fatma İrfan Hanım'a yazdığı bir mektupta bu durumu şöyle anlatır: "Bütün Türkiye Cumhuriyeti, ordusu, temyiz mahkemesi, hükümeti ile 'İlla Kemal Tahir'i komünist yapmak istiyoruz, muhakkak komünist olmalı' diye seferber olursa; takdire tedbir uymuyor demektir. Biz de halis yerli komünist olur çıkarız. Hem komünist olmak atla deve değil ya, önümüzde 15 adet yıl var. Düşüne taşına, okuya üfleye icabına bakılır." Kemal Tahir hapse girince eşi Fatma İrfan Hanım, “Vatan ve devlet düşmanı bir ideoloji olan komünizmi benimsediği için 15 yıl ağır hapse mahkum olmuş bir kişiyle aile bağını yürütmenin imkansızlığı” gerekçesiyle Tahir’den ayrılır. Kemal Tahir Çankırı Cezaevinde birlikte kaldığı Nazım Hikmet'le birçok konuda çalışır. Kimi zaman ters düşüp kimi zaman tartışsalar da Nazım onun için hapishanede hep maddi ve manevi dayanak noktası olur. Fakat bu iki tehlikeli komünistin daha fazla bir arada olmasını sakıncalı görenler Nazım Hikmet’i Bursa Cezaevine gönderirler. Nazım'ın yol arkadaşı Tahir'e düşkünlüğü başkadır: "Bana bak Kemal Tahir, sen bu dünyada benim Piraye'den sonra en yakın dostumsun, kardeşimsin, oğlumsun, Memet'im gibi bir şeysin biraz. Onun için senin başından geçenleri bir aylık yoldan dahi yanındaymışım gibi gayet iyi anlarım." Çankırı’dan sonra 1941 yılında Malatya Hapishanesi'ne nakledilen Tahir, bu şehirde Anadolu gerçeğini ve insanını görür, onları yakından tanır ve içselleştirir. Mapusane arkadaşları olan katil, eşkıya, hırsız, ağa ve marabanın ne olduğunu, nasıl hayatlardan kopup mahpus damına düştüklerini kendi ağızlarından uzun uzun dinler. Sayfalarca notlar alır, böylece bir yandan düşünce dünyasını zenginleştirirken bir yandan da romanlarının alt yapısını oluşturur. Cemil Meriç'in ifadesiyle ‘hapishaneyi bir laboratuvar gibi kullanır’ Kemal Tahir. Çankırı’dan sonra, 1944-1950 yılları arasını Çorum Hapishanesi'nde geçirir yazarımız. Bu yıllarda romancılığı ve fikirleri değişime uğramaya devam eder. Malatya'da aldığı notlarda, bireylerin kişisel dramlarına eğilirken, Çorum yıllarında ferdin dramını oluşturan gelenek ve görenekleri, toplumun farklı dinamiklerini inceler. Yine Çorum yıllarında Tahir'in Osmanlı Tarihine ilgisi giderek artar ve Anadolu tarihini incelemeye başlar. Osmanlının kültürel ve sosyal yaşantısını kavramaya çalışır. Bunun sonucunda Anadolu'nun kendine özgü özelliklerini romanlarında kuvvetli bir malzeme olarak kullanır. Tüm bu mahkûmiyet yıllarında büyük bir geçim sıkıntısı yaşayan Kemal Tahir, çeşitli gazete ve dergilere takma isimle mizah öyküleri ve polisiye romanlar yazar. 1954 yılına kadar da “Kemal Tahir” adını eserlerinde kullanmaz. Bu zor günlerinde yanında yine arkadaşı Nazım Hikmet vardır. Nazım hapisane günlerinde arkadaşlarına sadece manevi değil, maddi destek de sağlamaya çalışır. Bursa Cezaevindeyken kurduğu dokuma tezgahından kazandığı kısıtlı parayı arkadaşlarıyla bölüşür. Burada birlikte kaldıkları Orhan Kemal anılarında “Bu tezgah işinin ne sermayesinde ne de tasarısında hiçbir ilgim olmadığı halde, Nazım bana da pay ayırmıştı. Bir pay bana, bir veya iki pay Kemal Tahir’e, iki pay Piraye yengeye, bir pay da kendisine…” diye anlatır. Kemal Tahir 1950’de çıkan aftan yararlanarak serbest kalır. Cezaevinden çıkar çıkmaz ikinci eşi Semiha Sıdıka Hanım ile evlenir. Çiftin evliliği Kemal Tahir’in 1973’teki vefatına kadar sürer, ancak çocukları olmaz. 1950’li yıllarda Körduman, Bedri Eser…gibi çeşitli takma isimlerle kitaplar yayımlamayı sürdüren Kemal Tahir’in Amerikalı yazar Mickey Spillane'den çevirdiği “Mayk Hammer” dizisi büyük ilgi görür. Orijinal kitapların tamamını çevirdikten sonra Mayk Hammer'in Yeni Maceralarını yazmaya devam eder. Böylece Kemal Tahir’in kaleminden dört yeni Mayk Hammer romanı çıkar ortaya. Kemal Tahir İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olayları sırasında bir kez daha tutuklanarak Harbiye Cezaevinde 6 ay yatar. Daha sonra Aziz Nesin’le birlikte kurdukları Düşün Yayınevini yönetir. Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi Türk sinemasının ünlü yönetmenleriyle senaryo çalışmaları yapar. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” adlı uzun öyküsü Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlanır, 1955'te kitap olarak basılır. Kemal Tahir bu eserinde yıllar sonra ilk defa gerçek adını kullanır. Göl İnsanları'nı yayımladığı 1955 yılında bir köy romanı olan Sağırdere de yayımlanır. Sağırdere (1955) ve onun devamı olan Körduman’da (1957) Çankırı'nın Yamören köyünden Mustafa’nın serüvenini merkez alarak köylünün sorunlarını, etik değerlerini, köyün ekonomik yapısını, tarih içindeki bağlarından koparmadan anlatır. Mütareke dönemi İstanbul’unu konu alan Esir Şehrin İnsanları’nı, eşkiyalık olgusunu işlediği Rahmet Yolları Kesti romanı izler. Daha sonra Çorum bölgesi insanlarını anlatan roman üçlemesinin ilk iki kitabı olan Yediçınar Yaylası ve Köyün Kamburu yayımlanır. Üçlemenin son kitabı olan Büyük Mal adlı roman ise 1970’te yayımlanır. 1960’tan sonra tüm dikkatini Osmanlı tarihi ve toplum yapısına yönelten Kemal Tahir; devlet, Doğu-Batı çatışması, Batılılaşma ve mülkiyet gibi sorunları derinden kavramaya uğraşır. Araştırmaları sonucu resmî tarih söyleminin karşısında, Osmanlı Devleti'nin kültürel ve siyasî mirasını sahiplenen bir romancı haline gelir. Kemal Tahir Osmanlı Devleti, Cumhuriyet ve Batılılaşmayla hesaplaşmasının sonucu olarak 1965 yılında Yorgun Savaşçı adlı romanını yayımlar. Resmi tarih söylemine aykırı görüşler içeren bu eser, tarihi çarpıtmakla eleştirilir. 1980 yılında romanın TRT tarafından filme çekilmesi ile yeniden gündeme gelen eleştiriler, 1983’te filmin, zamanın başbakanı Bülent Ulusu’nun emri ile yakılmasına yol açar. 1965 yılının Nisan ayında Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilen Bozkırdaki Çekirdek romanı, Kemal Tahir’in çok tartışılan eserlerinden birisi olur. Bu eserde devlete verdiği öneme rağmen devleti kutsallaştırmayan Kemal Tahir, yanlış siyasetçilerin kötü yönetiminde devletin halkıyla ters düşebileceğini düşünür. Köy Enstitülerinin tepeden inmeci bir yaklaşımla kuruluşunu eleştirerek iktidarla ters düşer. 1967’de en önemli eserlerinden birisi olan Devlet Ana yayımlanır. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu ele aldığı bu romanda “kerim devlet” kavramını ortaya atarak Batılılaşmayı eleştirir. Böylece yerli bir sosyalizm oluşturmaya çalıştığı için Marksistlerin tepkisini çeken Kemal Tahir, 1968 yılında Yorgun Savaşçı ile Yunus Nadi Armağanı’nı, Devlet Ana ile de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanır. 21 Nisan 1973’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu, ardında onlarca eser bırakarak yaşama veda eder. Saygıyla anıyoruz…

  • Yol Arkadaşları

    1960-1970’li yılların çocukları ve yeni yetmeleri olan bizler okumayı seven ya da sevmek zorunda kalan bir kuşaktık. Televizyonun, bilgisayarın ve cep telefonlarının olmadığı o yıllarda, tek eğlencemiz radyoda yayınlanan “Arkası Yarınlar”, 45’lik plaklar ve çeşit çeşit kitaplardı. Ne bulursak okurduk; klasik eserlerden tutun Kemalettin Tuğculara kadar. Bir de bu yıllarda hayatımıza renk katan, bizi heyecanlandıran, kültürümüzü geliştiren dergiler ve çizgi romanlar vardı… DOĞAN KARDEŞ 1945-1993 yılları arasında belli aralıklarla yayınlanan, popüler çocuk dergisi. Bu yıllarda bir efsane haline gelmiş olan dergi 4-5 kuşak boyunca hepimizin anılarında derin izler bıraktı. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in İsviçre’nin Flims kasabasındaki Sunnehuesley yatılı okulunda okuyan 10 yaşındaki oğlu Doğan Taşkent’in 10 Nisan 1939 tarihinde Alpler’de meydana gelen bir heyelan sonucunda hayatını kaybetmesi üzerine onun anısını yaşatmak için, adını taşıyan bir çocuk dergisi yayımlamaya karar vermesiyle 1945 yılında Doğan Kardeş çıkmaya başladı. Yıllar boyunca Türkiye’de çocukların en yakın dostu olan bu efsanevi dergide Suna Kan’dan İdil Biret’e, Coşkun Aral’dan Pınar Kür’e, Talat Halman’dan Garo Mafyan’a kadar, günümüzün birçok ünlü isminin imzalarına henüz hepsi birer çocukken ilk önce Doğan Kardeş’te rastlandı. Suna Kan ve İdil Biret yurtdışında eğitim gören birer harika çocukken gönderdikleri mektuplar dergide yayımlanıyordu. İçinde yazılar ve karikatürlerin yanı sıra çizgi romanlar da vardı. Çocukluğumuzun en büyük kültür hazinesi ve eğlencesiydi. TOMMİKS Yüzbaşı Tommiks (Capitan Miki) 1835 ve 1840 yılları arasında Amerika’da yaşayan 15 yaşında bir korucu, rangerdir. Bu dönem Amerikan tarihinde “Altına Hücum” veya “Batıya Göç” dönemi olarak bilinir. Yüzbaşı Tommiks’e iki alkolik karakter, Konyakçı (Doppio) ve Doktor (Salasso), her macerasında eşlik eder. Bu ikili bir yandan kendilerini sürekli komik olayların göbeğinde bulurken, diğer yandan da arkadaşları Miki’nin yardımına koşmaktan da geri kalmazlar. RED KİT Özgün adı “Lucky Luke” olan Red Kit, Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen çizgi romandır. Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy “Red Kit” sadık beyaz atı Düldül (Jolly Jumper) ve sevimli köpeği Rin Tin Tin (Rantanplan) ile beraber suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanıdır. Suçluları temsil eden Dalton kardeşler; Joe, William, Jack ve Averel birçok macerada yer alırlar. Diğer unutulmaz karakterler Kalamiti Jane, Billy Kid, Yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba, Posta arabası sürücüsü Hank ve Cenaze Levazımatçısı’dır. TEKSAS Teksas ya da Çelik Blek 1956 yılından beri Türkiye’de yayınlanan ve kardeş yayın olan Tommiks ile birlikte çocuklar ve gençler arasında çok büyük ilgi görmüş İtalyan yapımı bir çizgi romandır. Bu romana olan ilgi o dereceye varmıştı ki Türkiye’de bütün çizgi romanlar Teksas-Tommiks adıyla anılmaya başlandı. 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da İngiltere’ye ait kolonilerin bağımsızlık savaşı vererek Amerika Birleşik Devletleri’ni kurmasını konu alan bu çizgi romanın başlıca kahramanları Çelik Blek isimli bir genç savaşçı, Rodi isimli ergenlik çağındaki bir erkek çocuk ve Profesör Oklitus’dur. TENTEN’İN MACERALARI Özgün adı “Les Aventures deTintin” olan çizgi roman dizisi, 1929 yılında Belçikalı çizer Hergé tarafından yaratıldı. 20. yüzyıl Avrupa çizgi romanlarının en ünlülerindendir. Serinin kahramanı, genç bir gazeteci ve gezgin olan Tenten’dir. Maceralarında ona köpeği Fındık (Milu), arkadaşı Kaptan Haddock ve başka pek çok renkli karakter eşlik eder. CEP FOTOROMANLARI 60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından çok rağbet gören orta boy bir cebe sığabilecek boyutta olduğu için “Cep Fotoromanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitapları vardı. Dış kapaklarına ana karakterleri içeren bir sahnenin basıldığı renkli bir fotoğraf, iç sayfalarında ise tamamı siyah-beyaz fotoğraflar bulunurdu. Bu fotoğrafların üzerinde Türkçe dizilmiş konuşma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çoğunlukla İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi. Kavga ve dövüş sahneleri içermeyen, pembe aşk hikayeleri üzerine kurgulanmış bu tekdüze fotoromanları, birbirimizle değiş-tokuş yaparak okur hatta kısıtlı harçlıklarımız almaya yetmediği için bir gecelik kiralardık o kitapları ve çoğu kez ders kitaplarımızın içine saklayarak okurduk. HEY DERGİSİ 1970’lerin başından 1980’lerin sonuna dek Milliyet Yayın Topluluğu tarafından çıkarılan müzik ve gençlik dergisiydi. Hey’in en çok ilgi gören bölümleri; müzik listeleri, radyo program listeleri, mektup arkadaşı köşesi ve posterlerdi. Hey’in renkli posterleri o dönem odalarımızın duvarlarını süslerdi. SES DERGİSİ Ses Dergisi, 1956’da yayımlanmaya başladı. Birçok sanatçının Yeşilçam’a ve sahnelere adım atarak ünlü olmasını sağlayan Ses’de sanat, sinema, moda ve müzik dünyasından haberler yer alıyordu. Dergi aynı zamanda, Ressam Fikret Mualla’nın çizimler yaptığı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun düzenli yazılar yazdığı bir dergi olma özelliği taşıyordu. Ses Dergisi için 1938’de çizdiği desenlerden birinin müstehcen olduğu gerekçesiyle Fikret Mualla hakkında dava açılmıştı.Türk sineması, Türk müziği ve diğer sanat dallarında birçok ünlünün bugünkü tanınırlığını sağlamada çok etkili olan Ses, 2013’te yayın hayatına tekrar başladı. HAYAT MECMUASI 1956’dan 1980’lerin sonlarına kadar İstanbul’da yayımlanan haftalık haber-aktüalite dergisi. 1960-1970’li yıllarda Türkiye’nin en yüksek tirajlı dergisi idi. Dergide magazin haberleri, tarihi yazı dizileri, edebi eser tefrikaları, gezi yazıları yayınlanırdı. Yayın hayatına 6 Nisan 1956 günü başladı. Sohbet yazıları ve radyo programları ile tanınan Şevket Rado tarafından çıkarılan derginin sahibi Yapı Kredi Bankası idi. Renkli kapakları ve derginin ortasında yayımlanan tam sayfa resimleri ile büyük ilgi uyandırdı. Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe yazar kadrosunda yer alan isimlerdendi. HAYAT HAYVANLAR ANSİKLOPEDİSİ Hayvanlar Ansiklopedisi yetmişli yılların en güzel belgesel dizisiydi (!) belki de. Heyecan içinde beklerdik yeni sayılarının çıkmasını. Eskiden birçok ansiklopedi fasikül fasikül satılırdı, fasiküller tamamlandıktan sonra ciltçiye götürür, bir güzel ciltletir sonra da kütüphanemizin en güzel köşesine yerleştirirdik onları, lazım olduğunda bakmak üzere… AKBABA İlk olarak Aralık 1922 tarihinde yayımlanmıştır. 1977’ye kadar yayın hayatını sürdüren dergi, kendi alanında Türkiye’nin en uzun soluklu yayın organı oldu. Akbaba Dergisi’nin içeriği; eleştiri yazıları, tiyatro oyunları, fıkralar, rüya tabirleri, genç fırçalar köşesi ve karikatürlerden oluşuyordu. Derginin arka kapağında yabancı karikatüristlerin eserleri yer alırdı. Günümüz karikatüristlerinin ustalarının ustalarını yetiştiren Akbaba, yayın hayatı boyunca genç yazar ve çizerlere de okul vazifesi görmüştür. GIRGIR 1972’de yayın hayatına başlayan, kadrosu ve imtiyaz sahiplerinde büyük değişikliklerle günümüzde halen yayımlanan, Türkiye’nin en çok satmış kült mizah dergisidir. Oğuz Aral’ın mizah yönetmenliğinde yayına başlayan Gırgır’ın ilk yıllardaki sloganı; “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser her derde devadır, gırgır da gırgır,” idi. Bir dönem 500 bine ulaşan tirajıyla Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok satan mizah dergisi oldu ve kendinden sonra gelen bütün mizah dergilerinin tarzını belirleyen bir ekol haline geldi. Kendisinden önceki mizah dergilerinin elitist tavrını terk edip, döneminde “sulu mizah” denilerek küçümsenen, argo, cinsellik ve mahalle hayatını işlemekten çekinmeyen yeni bir anlayışa yöneldi.

  • LEYLİM LEYLİM

    Nurten B. AKSOY * Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar * Yayın Tarihi: 2016-09-01 ISBN6053609308 Baskı Sayısı: 20. Baskı Sayfa Sayısı: 240 Cilt Tipi: Karton Kapak Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı Boyut: 13 x 20 cm İş Bankası yayını * "Canım Benim, bilir misin, CANIM dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep” "Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizlidir. Bu iki kişi arasındaki giz silinemeyecek/ değiştirilemeyecek bir biçimde kağıda aktarılmış, söz uçmayıp çakılı kalmıştır. Tam da bu yönüyle "kaleme alındığı anın gerçekliği" zaman tarafından aşındırılmadan, tüm tazeliği içinde korunmaya alınmıştır. Adeta fosilleşen duygular, düşünceler yıllar sonra saklandığı yerden çıkarılıp okunduğunda, o mektubu arkeolojik bir çalışmanın en güvenilir buluntusu haline getirir. Hele ki bu buluntular bir şairden kalmışsa, o şairin şiirinin Rosetta taşı ortaya çıkmış demektir. Ahmet Arif'in 1954-1957 yılları arasında Leyla Erbil'e gönderdiği altmış adet mektuptan oluşan kitapta yazıldıkları dönemin entelektüel ve yayın ortamı ile Ahmet Arif'in sürgün günleri, yaşadığı siyasi baskı, içsel dünyası ve en çok da aşkı tüm çıplaklığıyla anlatılmış” Yukarıdaki satırlar "Leylim Leylim" adlı kitabın editörü Ruken Kızıler’in önsözünden alıntı. Leylim Leylim büyük bir zevkle; bir yandan gülümserken bir yandan içiniz acıyarak okuyacağınız mektuplardan oluşan bir kitap. Ahmed Arif’in şiirlerindeki o aykırı üslup, o haykıran, o biraz da dünyaya meydan okuyan ses, bir solukta okunan mektuplarda adeta sessiz bir çığlığa dönüşmüş, ama sevgiliye yalvaran bir çığlığa... bazen yalvaran, bazen kızan, bazen küfreden bir aşığın çığlığına… Gitmek, Gözlerinde gitmek sürgüne Yatmak, Gözlerinde yatmak zindanı Gözlerin hani? Ahmed Arif tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim'deki pek çok şiirini adadığı Leyla Erbil’i sadcee şairliğine değil, hayatta kalmasına da neden olarak görüyor. Sürgünlüğün sıkıntılarıyla uğraşırken, yokluk çekerken Leylâ Erbil onu hayata bağlayan bir köprü gibidir: “Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni.” der mektupların birinde. Leylâ Erbil ise Ahmed Arif’e yazdığı cevabi mektuplarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmişti. Ahmed Arif’in zamanla bu konumu kabullendiği mektuplarından anlaşılıyor. Gerçek duygularını ifadeden geri duramasa da kabullenmişlik büyük ozanın satırlarına yansır. Hitaplar “canım dostum”a evrilirken “dostluk avucumuza sıcacık bir kuş gibi konmuş bir kere” diye yazar: “Ama bunda benim yüküm daha ağırmış ne çıkar? Ya ben bundan hoşnutsam? Ya senin sade var olman bile beni saadetten çıldırtacak tatta bir gerçekse?”

  • Aramızdan Bir Kimse

    Nurten B. AKSOY * Müzisyen Emir AKSOY'la SÖYLEŞİ İlk konuğumuz Emir AKSOY, 1988 doğumlu, Boğaziçi Üniversitesinde okudu. İstanbul’da yaşıyor. Farklı bir alanda eğitim görse ve çalışsa da yoğun bir ilgiyle müzikle uğraşıyor, gitar çalıyor, konserler veriyor, İnternet'ten yayınlanan konuklu videolu programlar yapıyor... Sevgili Emir Aksoy, bizler sizi sosyal medyada yayınladığınız bestelerinizden, söylediğiniz şarkılardan ve çeşitli mekanlarda verdiğiniz konserlerden tanıyoruz. Bize öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? Merhabalar, 1988 yılında Antalya’da doğdum, üniversiteye kadar da orada büyüdüm, okudum ve yaşadım. Boğaziçi Üniversitesinde okumaya başladığım 2005’ten bu yana da İstanbul’da yaşıyorum. Peki, müziğe başlayalı kaç yıl oldu, gitar dışında çaldığınız bir enstürman var mı? 16 yıl olmuş gitar çalmaya başlayalı, bunun son 10-11 senesinde kendi müziğimi üretmeye gayret ettim. Başına geçtiğim enstrümanlardan basit sesler çıkartabilsem de gitar dışında “çalabiliyorum” dediğim bir enstrüman henüz yok. Gitarı da şarkılarımı üretecek kadar, yani derdimi anlatacak kadar çalıyorum zaten. Müziğe ilgi duymanızdaki etkenler nelerdi? Daima müzik dinlenen bir evde büyüdüm, annem ve babam müziğe gönülden bağlı insanlardı. Üstelik, Türkçe müziğin en kalitelilerinin ana akım olduğu yıllarda büyümenin avantajını yaşıyoruz tüm bir nesilce. Şarkılarınızı yazarken ve bestelerken neler düşünüyor, nelerden etkileniyorsunuz, sadece kendi yazdığınız sözleri mi besteliyorsunuz? Feyz aldığım, daha doğrusu dinlemekten keyif aldığım çok fazla isim var; Sezen Aksu ve tüm öğrencileri örneğin… Ayrıca, alternatif müzik sahnesinde de birbirinden muhteşem ve ilham verici insanlar var. Hal böyle olunca kendi şarkılarım kadar çalmaktan keyif aldığım onlarca muhteşem şarkı var tabii. Aslında konusu ne olursa olsun güzel yazılmış sözler beni motive ediyor. Bazen başka dostlarımın şiirlerini veya yazdıklarını, bazen de kendi sözlerimi besteliyorum, böylece konular da tek tip olmuyor. Sanırım okul yıllarında birlikte müzik yaptığınız arkadaşlarınız oldu, onlarla çalışmalarınızı halen sürdürüyor musunuz? Aslında senelerce Emir Bey adı altında kalabalık ve değişime açık bir kadroyla müzik yaptım ve bundan da çok keyif aldım, ancak birlikte müzik yaptığım dostların yoğun olması ve bir araya gelemememiz sonucunda, tek başıma şarkılarımı çalmaya devam ediyorum bir süredir. Oturma odamda provamı yapıp konsere hazırlanabiliyorum yani! Sizi yaptığınız müzikler, yazdığınız yazılar dışında ilginç kılan bir de bıyıklarınız var ve onlardan asla vazgeçmiyorsunuz, bununla ilgili söyleyecekleriniz var mı? Sabır… Şayet bıyığın uzaması esnasında karşılaştığınız o çirkin dönemlere sabredebilirseniz, uzun ve güzel bir bıyığa ulaşıyorsunuz. İnsanlar bıyıklı olduğum zamanlarda beni çok daha fazla ciddiye alıyor bir de. Şarkı söylemek mi yoksa gitarı solo olarak çalmak mı size daha çok keyif veriyor? Bunlar arasında en keyif aldığım şey şarkı söylemek. Gitar çalmanın da her türünü çok seviyorum tabii… Üzerine şarkı söylesem de söylemesem de! Şu ana kadar kaç şarkı bestelediniz, bunların içinde sizce özel bir yeri olan var mı? Şarkı formatında diyebileceğim 14-15 kadar bestem var, bunların iki tanesinin içime sinecek kalitede, yaklaşık yarısının da o ya da bu şekilde kayıtları var. Bir albümlük iş birikti yani. Çok kaliteli ve saygın bir üniversitede çok iyi bir eğitim aldığınızı biliyoruz, peki bu eğitimin ışığında bize gelecekle ilgili düşüncelerinizi kısaca anlatır mısınız? Okuluma ve okulumun bana kazandırdığı her şeye (arkadaşlarım, hocalarım, vizyonum…) müteşekkirim. Köklü kurumların en benzersiz yanı da size eğitim dışında bir kültür aktarmaları. Sürekli artan bir karanlığın içindeyiz hep beraber. Üstelik bu karanlık sanılanın aksine olana alternatif üreten bir karanlık da değil, olanı yok edip sonrasını planlamayan bir karanlık. Aynı sebepten de sürdürülebilir olmayan yani hiçbir şekilde geleceği olmayan ve bunun farkında olarak delirmiş bir karanlık. Yaşadığımızdan daha da kötü günler göreceğiz eminim ama oluşacak enkazı temizleyip olması gerekeni inşa etmek de hepimizin görevi… Peki, sadece müzik yaparak bizim toplumumuzda karnınızı doyurabilir misiniz? Ben doyurmaya gayret etmiyorum, bir işe para karışınca onun dokunulmazlığı da azalıyor çünkü... Ancak az da olsa doyurabilenler görüyorum çevremde, mutlu oluyorum. Müzik dışındaki yaşamınızda nelerle uğraşıyorsunuz? Bugüne kadar profesyonel anlamda yazı yazma, içerik üretme, proje geliştirme, dijital pazarlama yapma gibi birbiriyle bir şekilde ilişkili pek çok alanda çalıştım. Bunların içinde popüler bir dijital mecranın genel yayın yönetmenliğini yapmak da vardı, yeni kurulmuş bir şirketin pazarlamasını yönetmek de. İş hayatının yanı sıra on seneden fazla zamandır kişisel yazılarımı yazdığım Gözümün Seyir Defteri adlı bir bloğum var. Ayrıca üç senedir beehy.pe adlı uluslararası bir müzik bloğuna Türkiye’deki alternatif müziklere dair yazılar yazıyorum. Yine 10 senedir Beykoz Leo Kulübü’nde aktif olarak sürdürdüğüm bir sivil toplum hayatım var. Vakit buldukça takip ettiğim ve korosunun bir parçası olduğum Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü var. Albüm yapmayı düşünüyor musunuz ya da sizce kitlelere ulaşmak için bu gerekli midir? Albüm yapmayı düşünüyorum, hayal ettiğim gibi olması ve içime sinmesi için doğru zamanı bekliyorum sadece. Ben beklerken ve düşünürken müzik dinleme alışkanlıkları, müzik dağıtım yöntemleri de değişiyor tabii, sonra durup tekrar düşünmeye başlıyorum. Böyle bir kısır döngü işte. Yaşamınızda müzik olmasaydı sizce onun yerini ne alırdı? Daha çok yazı yazardım kesinlikle ya da daha çok fotoğraf çekerdim. Aslında müziğin yanı sıra bu ikisini de yapıyorum ama müzik, hayatımda hiyerarşik olarak hepsinin üstünde yer alıyor. İstanbul’da yaşayan bir müzisyen olarak sizin için en ilham verici İstanbul semti hangisi? Sanırım her yönüyle Kadıköy, yani tüm ilçe. Çarşısı ayrı, Moda ayrı, Cadde ayrı, sahilleri, manzarası, yeşilliği, huzuru, bunların sonucu olarak da daha sakin ve güzel insanları… Çok fazla güzel şey üreten insanın burada yaşaması da Kadıköy’ü ilham verici yapıyor bence. Müzik yaparken batıl inançlarınız, uğurlu olduğuna inandığınız eşyalar ya da objeleriniz var mı? Sanırım yok, sadece giydiklerime dikkat ederim. “Sahne ciddi iştir” gibi bir cümle oturmuş kafama vaktiyle, çıkmıyor. İyi ki de çıkmıyor… Müzik yaşamınız boyunca sizi en çok etkileyen müzisyen veya müzik gruplarını söyler misiniz? Sezen Aksu, Mazhar Alanson, Ceyl’an Ertem, King Crimson, Emir Yargın… Son zamanlarda sizi bir de Abur Cubur Center videolarında görüyoruz, biraz da bundan bahseder misiniz? Abur Cubur Center, eşim Merve ile öncelikle kendimiz eğlenmek sonra da becerebilirsek eşi dostu ve tanımadıklarımız eğlendirmek amacıyla giriştiğimiz bir YouTube kanalı projesi. Her hafta Türkiye’de bulabileceğiniz bir abur cuburu tadıp buna dair yorumlarımızı yapıyoruz. Bölümlerin oturmuş bir akışı ve belli ritüelleri var. Özetle piyasanın “büyüme, başarı, izlenme, reklam alma” gibi kriterlerinden uzak, kendimizce eğlenip öğreniyoruz: https://www.youtube.com/aburcuburcenterturkiye Bu güzel söyleşi için size teşekkür ediyor ve tüm yaşamınızda başarılar ve mutluluklar diliyoruz… Ben de sizlere teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim… https://www.facebook.com/emiraksoymusiki/ https://soundcloud.com/emiraksoy http://aksoyemir.blogspot.com.tr/ https://www.instagram.com/aksoyemir/ https://twitter.com/beyemir

bottom of page