top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Bir Kızkulesi Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Kız Kulesi; İstanbul Boğazı’nın orta yerine kurulmuş; kendi küçük, şöhreti büyük, nice sevdalara, nice şiirlere ilham olmuş, yıllara meydan okuyan tarihi bir simge adeta. Kimi zaman sisler arasında kalan, kimi zaman gün batımında mahzunlaşan, kimi zaman rengarenk ışıklarıyla her göreni kendine aşık eden Kız Kulesi’nin çoğumuzun duyduğu pek çok öyküsü vardır. İşte o öykülerden biri de doğduğu topraklardan kaçıp kendini boğazın soğuk sularına atarak Kızkulesi’ne sığınan küçük Karl’ın öyküsü. Karl Detroit, Mehmet Ali olduğu gün bu ülkeye kendi soyundan gelen bir sürü edebiyatçı armağan edeceğini bilmiyordu aslında… Karl Detroit, 1827 yılında Almanya’nın Magdeburg şehrinde dünyaya gelir. Babası müzik öğretmenidir. Ailevi sorunlar, anne ve babasının sürekli kavga etmeleri nedeniyle küçük çocuk akrabaları tarafından bir yetimhaneye yerleştirilir. Karl 12 yaşına geldiğinde bir gece yarısı yetimhaneden kaçarak büyük bir liman kenti olan Hamburg'a gelir ve bir gemide miço olarak işe başlar. Çalışmaya başladığı gemiyle bütün Akdeniz’i dolaşıp, İstanbul’a gelen küçük çocuk, Marmara denizinden boğaza giren gemi demirlediğinde Boğaz’ın soğuk sularına atlayarak Kızkulesi’ne doğru yüzmeye başlar. Ve onu kurtaran kule bekçisine bir daha gemiye dönmek istemediğini söyler. Kızkulesi’ne sığınan çocuk Sadrazam Âli Paşanın yanına götürülür. Sadrazamın “Almanya’dan neden kaçtın” sorusuna Karl; “Orada dayak vardı, ondan bıktım ve kaçtım” diye cevap verir. “Peki ya neden Akdeniz’in onca yeri değil de İstanbul’da atladın denize evladım?” diye sorar sadrazam. Karl Detroit Kızkulesi’ni gösterir ve “Ben o kuleyi çok sevdim” der. Çocuğun kaybolduğunu fark eden Almanlar Karl’ı geri isterler. Bu olay, Almanya ve Osmanlı arasında küçük de olsa diplomatik bir soruna yol açar. Meseleyi çözmekse Sadrazam Ali Paşa’ya düşer. Aynı zamanda şair olan Ali Paşa oldukça entelektüel, kendini geliştirmiş altı dil bilen bir Osmanlı Sadrazamıdır. Sadrazam Ali Paşanın himayesine giren Karl Detroit önce Mehmet Ali adını alarak Harbiye’de öğrenim görmeye başlar. Mezun olduktan sonra da Kırım Seferi’ne, Bosna, Karadağ Savaşlarına katılır. Hatta II. Abdülhamid döneminde “Paşa” unvanı alan Mehmet Ali, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşmasında Osmanlıyı temsil eden üç önemli devlet adamından biri olur. Almanya’ya gittiğinde bir gece koşar adım vaktiyle kaldığı yetimhaneyi ziyaret etmeyi de unutmaz. Sarı sırmaları ve apoletleri ile 12 yaşında kaçtığı bu yetimhaneye koca bir imparatorluğun paşası olarak döner. Ama kapıdan girdiğinde, yeniden küçük çocuk olur. O günleri anımsar, geçirdiği her anı yeniden yaşar. Berlin Antlaşması’nın Hıristiyan cemaatlere tanıdığı haklar yüzünden gerici çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa’ya karşı kışkırtmaya başlar. Paşa Müslümanları yatıştırmak için Arnavutluk’a gönderilir, fakat gericilerin “Sizi gavura sattı” kışkırtması etkili olduğu için Kosova’nın Gjakova kasabasında linç edilerek yaşamını yitirir. Bu hüzünlü öykünün Osmanlı tarihi dışında bir başka ilginç yanı daha vardır. Arnavutluk yakınında eşkıyalar tarafından linç edilerek öldürülen Mehmet Ali Paşa Almanca, Fransızca, Yunanca, Farsça ve Arapça dillerinde şiirler yazan bir şairdir aynı zamanda. İstanbul’dan bir daha geri dönmemek üzere ayrılırken, geride eşini ve çocuklarını bırakır. Mehmet Ali Paşa'nın Hayriye, Leyla, Adviye ve Zekiye adlarındaki dört kızından olan torunları ve torun çocukları ilerde Türk edebiyatının ve tarihinin tanınan isimleri olurlar. Bu kızlardan Zekiye Hanımın oğlu olan asker ve politikacı Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal Atatürk ile Harp Okulu yıllarında sınıf arkadaşı ve silah arkadaşıdır. Mehmet Ali Paşa’nın kızlarından bir diğeri Sabahattin Ali’nin babaannesi, bir diğeri ise politikacı Mehmet Ali Aybar’ın anneannesidir. Kızlardan Leyla Hanım ise ilk Türk ressamlarından olan Celile Hanımın annesidir. Celile hanım genç yaşında Osmanlı memuriyetinde bulunan Nazım Paşa'nın oğlu Hikmet Bey ile evlendirilir. Bu evlilikten 15 Ocak 1902'de Nazım Hikmet dünyaya gelir. Aynı Zamanda Oktay Rifat’ın da teyzesi olan Celile Hanım, peçe takmayan, resim yapan, sosyal yaşamın içinde yer alan, özgür ruhlu bir kadın sanatçıydı. Kısacası Mehmet Ali Paşanın şairliği torunlarına miras kalmıştı… Kaynak: Sunay Akın’ın İstanbul’un Nazım Planı Kitabı

  • Boğaziçi'nde Bir Perili Köşk

    Nurten B. AKSOY * İstanbul Boğazı; yalıları, köşkleriyle bir başka güzeldir. Karşılıklı iki kıyıya bir dantel gibi dizilmiş bu tarihi binaların her birinin de ilginç öyküleri var. Dilden dile dolaşan, bire bin katılarak anlatılan öyküler, o binaların gizemine gizem katar. İşte o öykülerden biri de şimdilerde Borusan Holdingin faaliyetlerini sürdürdüğü Yusuf Ziya Paşa Köşkü ya da halk arasındaki adıyla Perili Köşk. Rumelihisarı’ndan Emirgan’a giderken yolun sol kenarında, yıllarca kırmızı tuğlaları ve görkemli kulesiyle, FSM Köprüsünün gölgesinde boynu bükük duran Perili köşkün öyküsünü anlatalım sizlere... Yapımına 1900’lerin başında başlanan inşaata ilk çivi 1910 yılında çakılsa da köşkün istenildiği gibi bitirilmesi mümkün olmamış bir türlü. Köşkün sahibi zamanın zengin tüccarı ve Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın başyaveri olan Yusuf Ziya Paşaymış. Rivayete göre; Yusuf Ziya Paşa, kendinden hayli genç ve çok güzel bir kıza âşık olur. Kızla evlenmek için yanıp tutuşan paşa tüm servetini onun ayaklarına sermeye hazırdır, ama kız bir türlü yanaşmaz bu evliliğe. Yaptıracağı görkemli köşkle kızın gönlünü kazanacağına inanan paşa sonunda amacına ulaşır. Söylentilere göre çok kıskanç bir kişiliğe sahip olan Yusuf Ziya Paşa, güzel eşini kimselerin uzaktan bile görmesine katlanamamaktadır. Bu yüzden Paşa’nın en büyük isteği hem eşinin güzelliğine yakışan, hem de onu yabancı gözlerden uzak tutacak bir köşk yaptırmaktır. Köşkün yapılmasındaki ilk aksilik Padişah II. Abdülhamit’in “Boğaz’da cami minarelerinden daha yüksek bina yapılamaz” fermanı nedeniyle başlar. Karısının güzelliğine yakışacak çok görkemli ve yüksek bir köşk yaptırmak isteyen paşa bu nedenle köşkün bazı katlarını yaptırmaktan vazgeçer. Nihayet köşkün bir kısmı biter ve paşa kızla evlenir. Ancak paşanın işi hiç de kolay değildir; çünkü güzelliği dillere destan olan kızın büyüsüne kapılan pek çok genç, hâlâ onun peşinde koşturmaya, köşkün önünden geçerek iç geçirmeye devam ederler. Bu yüzden köşkün adı da içinde “peri kadar güzel bir kız” yaşadığı için kısa süre içinde Perili Köşke çıkar. Genç ve güzel eşini çok kıskanan ve kaybetmekten korkan Yusuf Ziya, sonunda genç eşini, kimse görmesin diye Rumelihisarı’nda yaptırdığı bu köşkün, üst katındaki kuleye kapatır ve onun başkalarıyla görüşmesini engellemek için de inşaatı tamamlatmaz, merdivenlerini bile yaptırmaz kuleli köşkün. 1914’te Birinci Dünya Savaşının çıkması ve Osmanlı İmparatorluğunun da savaşa girmesi nedeniyle inşaatı yapan ustalar askere alınır. Yusuf Ziya Paşa’nın iki gemisinin batmasıyla ekonomik zorluklar da başlar. Hem kalifiye işçi bulunamaması hem de işlerinin bozulması nedeniyle binanın yapımı bir türlü tamamlanamaz. İflasın eşiğindeki paşa, bir yandan bütün bu aksiliklerle uğraşırken bir yandan da çılgınca sevdiği ve kıskandığı genç eşini etraftan korumak için büyük çaba harcar. Sonunda onu da yanına alarak İstanbul’u ve köşkü terk edip Mısır’a yerleşir. Fakat takıntı haline gelen aşkın acıları Mısır’da da dinmek bilmez ve servetini kaybeden paşayı eşi terk eder. Sonunda çektiği sıkıntı ve acılara dayanamayan paşa 1926 yılında ölür. Öldükten sonra bile uğruna çıldırdığı kadından vazgeçmeyen paşa mezar taşının, genç karısını hapsettiği kulenin taşlarından yapılmasını vasiyet eder. Paşanın bu vasiyeti gereği, köşkün cihannüması yani eşini sakladığı seyir kulesinin taşları sökülür ve Mısır’a götürülür. Bu taşlarla Nil Nehri’ni gören bir yerde Yusuf Ziya Paşa’nın mezarı yapılır. Uzun yıllar yarım haliyle zamana meydan okuyan ve neredeyse yüz yıl sonra yapımı tamamlanan Perili Köşkün yenileme çalışmaları esnasında da ilginç gelişmeler yaşanır. Köşkün gerçek hikayesi zamanla unutulur ve buraya peri kadar güzel bir kız yüzünden Perili Köşk dendiği belleklerden silinir. Bunun yerine Yusuf Ziya’nın ruhunun, bazı geceler köşkü ziyaret ettiği ve odalarda dolaştığı ya da Rapunzel misali köşkün kulesine kapatılan genç ve güzel kızın hayaletinin hâlâ köşkte, özellikle kulede gezindiği yönündeki söylentiler kulaktan kulağa yayılır. Perili Köşk 1990’lı yıllarda yıkılıp yeniden yapılırken de söylentiler bitmez. İnşaatta çalışmak için getirilen işçiler, köşkte bulunan paşanın karısına ait aynaya baktıklarında, eski elbiseler içinde genç bir kadın hayaleti gördüklerini iddia ederler. Mısır ve Türkiye’de bulunan 40’ı aşkın varisten satın alınan Perili Köşk’ün yeniden yapımı, 1995-2000 yıllarında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilir. Perili Köşk, Anıtlar Kurulu’nun kararıyla aslına uygun şekilde yeniden yapılmak üzere yıkılır. Bu sırada kaya zeminin altında sonradan toprakla doldurulmuş 3 kata rastlanır. O zaman dışarıdan 6 kat olarak görülen bina yine kurulun onayıyla, ilk hali esas alınıp dokuz kat olarak yeniden planlanır. Beş yıl süren yenileme çalışmaları sonunda 2002 yılında Perili Köşkü 25 yıllığına kiralayan Borusan Holding binayı bugünkü görünümüne kavuşturur. Borusan koleksiyonunda bulunan sanat eserleri Perili Köşk’e taşınır. Hafta içi holdingin ofis binası olan köşk, hafta sonları ise müze olarak hizmet veriyor. Eğer sizin de yolunuz Rumelihisarı ya da Emirgan taraflarına düşerse bu görkemli ve gizemli binayı mutlaka ziyaret ediniz. Şimdilerde köşkte periler yok, ama birbirinden güzel çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği bir müze var.

  • Edip Cansever

    Nurten B. AKSOY * "Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer Her şeyin fazlası zararlıdır ya Fazla şiirden öldü Edip Cansever" "Her yalnızlık bir ihtilaldir.” diyen Edip Cansever, 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da dünyaya gelir. İstanbul Erkek Lisesini bitirir. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başlar. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum’da tatildeyken beyin kanaması geçirir, tedavi için getirildiği İstanbul’da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirir. Cemal Süreya‘nın dediği gibi belki de “Fazla şiirden öldü Edip Cansever” “Açık kumral saçlı, zayıf mı zayıf, kaburga kemikleri sayılabilen küçük bir çocuk olan Edip, uçaklar hakkındaki resimli bir kitap dışında, hiç kitap olmayan bir evde büyür… Ortaokulun ikinci sınıfında ilk şiirlerini yazar ve bir çocuk dergisinde çıkar ilk şiiri…” 17-18 yaşlarındayken, komşuları Nigar Hanım’ın kardeşi Ahmet Hamdi Tanpınar’a ilk şiirlerini gösterir… Onun “Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel, ama hiçbiri şiir değil” deyişinden sonra, kendisine uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatır Tanpınar. Onun yanından ayrılır ayrılmaz gidip bir sürü resim alır. Sonradan yayımladığına pişman olduğu “İkindi Üstü” şiirini yazar. Edip Cansever; on dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir gençtir, hem ev geçindirmek zorunda olan hem de şiire tutkun... Kapalıçarşı’daki babadan kalma küçük dükkanda halı ticareti yapar pek de sevmemesine rağmen, bir yandan da şiirler yazmaya devam eder, 1954’teki yangına kadar… GÜL KOKUYORSUN gül kokuyorsun bir de amansız, acımasız kokuyorsun gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun hırçın hırçın, pembe pembe öfkeli öfkeli gül gül kokuyorsun nefes nefese. gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle sen koktukça düşümde görüyorum onu düşümde, yani her yerde yüzü sararmış, titriyor dudakları şakakları ter içinde tam alnının altında masmavi iki ateş iki su iki deniz bazen bazen iki damla yaz yağmuru mermerini emerek dağlarının şiirler söylüyor gene ölümünden bu yana yazdığı şiirler kızaraktan birtakım şiirlere büyük sular büyük gemileri sever çünkü ve odur ki büyüklük şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse o zaman ölünce de şiirler yazar insan ölünce de yazdıklarını okutur elbet ve senin böyle amansız gül koktuğun gibi yaşamanın her bir yerinde. Şiir dışındaki işini; “Yıllar önce insanların güzel diye yaptıklarını, o güzellik karşısında şaşıran, gülen, sevinen insanlara satıyorum.” diye tanımlasa da, bu ticaret işini hiç sevemez şair. Kapalıçarşı’yı “Sınıf ayrımının en belirgin, en somut olarak görülebildiği bir küçük ülkeydi orası, herhangi bir eşyaya sadece para değerini düşünerek bakan koleksiyoncuların o kendisine özgü jestlerini, mimiklerini izlemeliydiniz. Ne güzel senaryolar çıkardı kim bilir.” diye anlatır. Hayatının en önemli olayının 1954 yılında çıkan Büyük Kapalıçarşı Yangını olduğunu söyler. Bu yangında dükkanı tamamen yanar. Sigortadan aldığı para yeni bir işyeri açamayacak kadar az olduğu için de kendine bir ortak bulur. Birkaç ay sonra ortağı, alım satım işleriyle kendisinin uğraşabileceğini söyleyerek, ona asma kattaki odasında istediği kadar çalışabileceğini müjdeler. Edip Cansever dokuz kitabını Kapalıçarşı’da, Sandal Bedesteni’ndeki bu küçük dükkanın asma katında bulunan çalışma masasında yazar. “Bugün düşünüyorum da ya o yangın olmasaydı?” der. Hiç böyle ısınmamıştım Daldaki vişneye, Vitrindeki aydınlığa, Salça kokusuna mutfağımın, Akan dereye, uçan buluta, Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya. Sadece şiir yazan bir şairdi Edip Cansever, şiir dışında hiçbir şey yazmamış ve hatta neredeyse başka hiçbir şey yapmamıştır. Şiir yazmadığı zamanlarda, yani “mutsuzluk” zamanlarında “Hemen hemen okumaktan başka olumlu bir şey yapmam, yapamam.” demiştir. Şiirlerinde bireyin arayışlarını, umutsuzluklarını, uyumsuzluğa varan yaşam ilişkilerini yansıtmaya çalışmıştır. Çevresindeki insanların yaşayışlarını etkileyecek, dünyaya bakışlarını değiştirecek bir şiirin aranışı içinde, kapalı bir imge anlayışına yaslanan, bu yüzden yadırganan, “anlamsız” diye nitelenen yapıtlar vermiştir. Gerçi şiirselliği düşüncenin alaca bölgelerinde ararken kapalı söyleyişlerin sınırında dolaşmış ama kesinlikle anlamsızlıktan yana olmamıştır. Tersine şiirlerinde anlatmaya, hatta öykülemeye büyük yer vermiş, düz yazı olanaklarından, oyunlardan, konuşmalardan bol bol yararlanmıştır. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, yazdıklarının büyük oranda aydınlığa çıktığı görülünce bir düşünce şairi olarak nitelenmiştir. Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz bir şey Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği Kaybetti kumarda gözlerim Kaybetti kumarda gözleri. Bir kuru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzda sanki Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine Yani her soluk alıp verişimizde bizim Bir mekik gibi kalbin Bir mekik gibi kalbim İşleyip durdu bu yitikliği yeniden. Ne kaldı Farkında mısın bilmem Gündüzler.. Gündüzler biraz azaldı.

  • Ahmet Muhip Dıranas

    Nurten B. AKSOY * OLVİDO Hoyrattır bu akşamüstüler daima. Gün saltanatıyla gitti mi bir defa Yalnızlığımızla doldurup her yeri Bir renk çığlığı içinde bahçemizden, Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan Lavanta çiçeği kokan kederleri; Hoyrattır bu akşamüstüler daima. Cumhuriyet dönemi Türk şairlerinden Ahmet Muhip Dıranas, Sinop’la özdeşleşmiş bir edebiyatçımızdır. Ahmet Muhip Dıranas’ın babası Sinoplu, annesi ise İstanbulludur. Doğum tarihi bazı kaynaklarda 1908, bazı kaynaklarda ise 1909 olarak verilmektedir. Doğduğu yıl konusundaki belirsizlik gibi, doğum yeri konusunda da belirsizlik vardır. İstanbul’da doğduğunu yazan kaynaklar olduğu gibi, Sinop doğumlu olduğunu yazanlar da vardır. Babası Balkan ve I. Dünya Savaşlarına katılan şair, Dünya Savaşının ilk yıllarında babasının görev yaptığı Çanakkale’den ayrılarak annesi ve kız kardeşi ile İstanbul’a döner. Babası Çanakkale’den sonra Kafkaslar ve Arap çöllerinde de savaşır; ancak savaşın bitmesinden sonra İstanbul’a dönmez. İkinci evliliğini yaparak Sinop’taki baba köyüne yerleşir ve burada yeniden evlenir. Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar Unutuşun o tunç kapısını zorlar Ve ruh, atılan oklarla delik deşik; İşte, doğduğun eski evdesin birden Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven, Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar... Babası Balkan ve I. Dünya Savaşlarına katılan şair, Dünya Savaşının ilk yıllarında babasının görev yaptığı Çanakkale’den ayrılarak annesi ve kız kardeşi ile İstanbul’a döner. Babası Çanakkale’den sonra Kafkaslar ve Arap çöllerinde de savaşır; ancak savaşın bitmesinden sonra İstanbul’a dönmez. İkinci evliliğini yaparak Sinop’taki baba köyüne yerleşir ve burada yeniden evlenir. Sonunda babası ikinci eşini köyde bırakarak ilk eşi ve çocuklarıyla Sinop’a yerleşir. İlkokulun ilk üç sınıfını Sinop’ta okuyan Ahmet Muhip, doğa sevgisini de burada kazanır. Bu doğa sevgisinin izleri, daha sonra yazdığı şiirlerinde ve yazılarında kendini gösterir. Anadolu’nun düşman işgali altında olduğu yıllarda çocukluğunu yaşayan Ahmet Muhip, babasının yeniden askere alınması üzerine ailesiyle Ankara’ya döner ve bu dönüş yolculuğu sırasında Milli Mücadele ruhunu derinden yaşar. Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir; İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı Hatırlar bir gün bir camı açtığını, Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir. Kurtuluş sevincini Ankara’da yaşayan Ahmet Muhip Dıranas’ın gençliğinin büyük bir bölümü bu şehirde geçer. Ortaokul ve liseyi, o yıllarda “Taş Mektep” olarak bilinen Ankara Erkek Lisesi’nde okur. İşte bu yıllarda Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şair-edebiyatçıların öğrencisi olur. İlk şiiri, 1926 Eylülünde henüz lisedeyken Muhip Atalay imzasıyla Milli Mecmua’da çıkan “Bir Kadına” adlı şiirdir . Daha sonra kendi imzası ile çeşitli dergilerde şiirlerini yayımlar. Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla Halay çeken kızlar misali kolkola. Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri, İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden Ayışığı gibi sürüklenip giden; Geceye bırakıp yorgun erkekleri Salınan etekler fısıltıyla, nazla. Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında olan Ahmet Muhip Dıranas, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın verdiği Fransızca bir şiir kitabı sayesinde Baudelaire ile tanışır ve bu Fransız şairinin etkisinde kalır. Çağdaş Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın, kendinden bir iki kuşak sonra gelen şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre etkili olur. Liseden sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne iki sene devam eden Ahmet Muhip Dıranas, hukuk eğitimini yarıda bırakarak İstanbul’a yerleşir ve Felsefe okumaya başlar; ancak buradaki eğitimini de tamamlamaz. Ebedi âşığın dönüşünü bekler Yalan yeminlerin tanığı çiçekler Artık olmayacak baharlar içinde. Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış! Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış; Her garipsi ayak izi kar içinde Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler. İstanbul’da Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Baki Süha Ediboğlu ve Şevket Rado gibi dönemin genç şair ve yazarlarından oluşan bir edebi çevre içinde yer alan Ahmet Muhip Dıranas, bu yıllarda Fransızcasını ilerleterek Fransız ve Rus edebiyatını yakından tanır. 1938 yılında Ankara’ya taşınan Ahmet Muhip Dıranas, 1938-1942 yılları arasında Halkevlerinde çalışır. 1940 yılında Münire Ülker ile evlenir. Ağrı’da askerliğini yaparken “Gölgeler” adlı oyununu yazar. Askerliğinden sonra pek çok devlet kurumunda çalışan şair iki dönem de milletvekili seçimlerine katılır; ancak seçilemez. Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından Bir parıltı gibi görünüp kaybolan Ne istersin benden akşam saatinde? Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın, Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın; Hatıraların bu uyanma vaktinde Sensin hep, sen, esen dallar arasından. Dıranas hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan neredeyse elli yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız şiiri, gerekse kendinden önceki nesilden ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aldığı etkileri sanatıyla harmanlayarak özgün bir şiire ulaşmıştır. Hece ölçüsü sınırlarında kalarak; ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek gelenekte çağdaşlığı yakalayan, çağrışım gücü yüksek; yurdu, insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle unutulmaz şiirler yazan Ahmet Muhip Dıranas, şiirlerinde aşk, tabiat, ölüm, hatıralar gibi temaları sığ olmayan bir anlatımla ve düşündürücü bir biçimde işlemiştir. Ey unutuş! kapat artık pencereni, Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; Çıkmaz artık sular altından o dünya. Bir duman yükselir gibidir kederden Macerası çoktan bitmiş o şeylerden. Amansız gecenle yayıl dört yanıma Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni. En bilinen şiiri, 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinema filmi olarak da çekilen Fahriye Abla olmakla birlikte, Olvido, Kar, Serenad, Selâm, Ağrı gibi şiirleri estetik yönleriyle ön plana çıkan, dikkate değer şiirleri olarak anılabilir. Yaşamını Ankara’da sürdüren Ahmet Muhip Dıranas, yaz aylarını Sinop’ta geçirirdi. Bu amaçla Sinop’taki baba köyünde ahşap bir ev yaptırmıştı. Sinop sevgisi ve Sinop konulu yazılarıyla Sinopluların gönlünde taht kuran Ahmet Muhip Dıranas 21 Haziran 1980 tarihinde Ankara’da vefat eder ve vasiyeti üzerine Sinop’ta toprağa verilir.

  • Bir Nazım Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * “Üretip Yiyelim” Derken Dört Yıla Mahkum Olan Nazım Hikmet... / Aziz Nesin’in dediği gibi, dünyanın en iyi tanıdığı üç Türk’ten biri olan, Edebiyatımızın en büyük isimlerinden Nazım Hikmet’in yaşamının büyük kısmı takipler, soruşturmalar, asılsız suçlamalarla geçer. Bu suçlamalar nedeniyle 1933-1934 ve 1938-1950 yılları arasında tam 13 yılını hapiste geçirir. İşte şairimizin Bursa Cezaevinde ilk yatışına sebep olan olayların öyküsü. 1928 yılında çıkan genel af ile Moskova’dan Türkiye’ye dönüş yapan Nazım Hikmet, Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. Bir sinemada müdürlük yapan babasının da yardımıyla kıt kanaat geçinmeye çalışırlar. Ancak 1932 yılında Nazım Hikmet’in babasının beklenmedik ölümü ile Nazımların ucu başına zor denk gelen geçimleri daha da zorlaşır. Bu nedenle tutumlu olmaları, ele güne karşı küçük düşememeleri gerekir. “Düşman kazanmak hüner değildir. Kazandığın düşmana bir saniyecik bile boynun eğri olmayacak, İpin ucu onların eline geçti mi, ilmiğini boynunda bil.” der, Nazım o günlerde. Oturdukları evden ayrılıp arazisi olan bir ev tutmaya karar verirler Hayvan besleyip, sebze yetiştirerek, aralarında iş bölümü yapacak, her birinin de üretkenliği olacaktır. Nazım, kız kardeşinin kocası Seyda’ya bir mektup yollayarak onu da yanlarına çağırır. Mektupta şöyle der: “Evladım Seyda; vaziyet malum. Bu vaziyet dahilinde her birimizin âzami maddi, manevi fedakarlıklar yapmamız, maddi ve manevi sıkıntılara katlanmamız lazım. Artık bizim için bir zaman eğlence filan yasak. Bir papelin yüz papel kadar ehemmiyeti var kardeşim… Şefkati bize geldi. Sana burada 120 lira maaşla bir iş bulmuş. Bu hususta sana da yazacaktı. Zaten askerliğin yakın. Binaenaleyh buraya gelirsen çok iyi olur… Âzami tasarruf yapmaya mecburuz kardeşim…” Aradıkları evi Erenköy’de bulurlar. Mithat Paşa’ya ait olan bu köşkün on dört dönüm arazisi vardır. Tam Nazım’ın arzuladığı nitelikte kirası da ucuzdur, sadece 50 lira… Göz alabildiğince uzanan yemyeşil bir alandaki parsellenmiş arazinin bir bölümü çamlık, diğer bölümü bağ ve sebzeliktir. Yedi odalı olan köşk ise gayet kullanışlıdır… Hemen kiralayıp odaları paylaşırlar. Altı yedi kişilerdir, Piraye de yanlarındadır. Henüz Nazım’la evli değillerdir ama evleneceklerdir. Eli kolu sıvayıp işe girişirler Önce hep birlikte köşkü temizleyip bahçeye çeki düzen verirler. Ağaçların tümünü ilaçlarlar. Aralarında iş bölümü yaparlar. Mevcut paralarını ortaya koyup, ortaklaşa bir bütçe hazırlarlar. Giderler tek elden ve buradan yapılacaktır. İki koyun, otuz-kırk kadar tavuk satın alırlar. Sağılır inek de almaya karar verirler, bunların sayısını giderayak çoğaltacaklardır. Dam ve kümes tamamlanır. Uygun parsellere sebze fideleri dikilir. Asmalar yeniden elden geçirilir… Arzulu bir uğraş başlar. Gündüz çalışılır, geceleri çardağın altında fikir, sanat tartışmaları düzenlenir. Gökyüzü ışıklı, hava ılıktır. Çam, çimen, toprak kokusuyla dolu uçsuz bucaksız bir ormanın içinde gibidirler… Ne yazık ki üretime dayalı bu mutlu yaşam uzun sürmez. Bir gün polisler çıkagelir bağa. Her yanı didik didik ararlar, “Kolhoz kurdunuz değil mi” diyerek. Nazım’ı alıp götürürler. 1932 yılının son aylarına rastlayan tutuklamalar başlar. Nazım’la birlikte birçok kişi tutuklanır. Tutuklama nedeni; İstanbul’un caddelere bakan bazı duvarlarına yapıştırılan ihtilal bildirileridir. Bu arada bazı iş yerlerinde de Nazım’ın eserleri ele geçmiştir. Oysa o sıralarda Nazım’ın kitapları serbest satılmaktadır ve hiçbir eseri için herhangi bir tutuklama kararı yoktur… Bu tutuklamalar üstüne Nazım’ın düşmanları saflarını sıklaştırırlar. Mahkeme kararlarını etkileyebilmek için kalemlerinin uçlarını yalan, dolan ve iftiranın kara mürekkebine daldırıp daldırıp çıkarırlar. İsimsiz, imzasız bildiriler dağıtırlar. Nazımların idamını isterler. Bu tutukluluk günlerinde Nazım’ın kardeşi Samiye’ye İstanbul ve Bursa hapishanesinden yolladığı mektuplar mahkemenin gidişatını, istenilen ve verilen cezayı; şairin özel durumunu tüm çıplaklığıyla yansıtır. İşte o mektuplardan birkaçı… “Samuşum, Bu ayın 27’sinde mahkememiz başlıyor. Müstantik bey (sorgu hakimi) de kararnamesinde benim idam meselesini ileri sürüyor. Fakat kararnameyi çürütmek mahkemede güç olmayacak sanırım. Çünkü hiç alakadar olmadığım, bana ait olmayan suçlarla itham olunuyorum. Bu hususta Piraye’ye ayrıntılı bilgi verdim, ondan sorabilirsin. Şevket Süreyya ile Süreyya Paşa’yı, Karl Marks’ın eserleriyle benim üslubumu birbirine karıştırmışlar! Fikir hareketleri mecmualarını aldım. Teşekkürler… Nazım” “Samiyem, Bursa’ya geleli bir hafta oluyor. Rahatım iyicedir. Burası bir hayli rutubetli olmasına rağmen çok şükür siyatik ağrılarım fazlalaşmadı. Bizim mahkeme için Bursa sorgu hakimliği de İstanbul’daki gibi adem-i selahiyet (yetkisizlik) kararı verdi. Şimdi mahkememizin İstanbul’da mı yoksa Bursa’da mı olacağına Temyiz Mahkemesi karar verecek. Tekrar İstanbul’a gelmemiz ihtimali var demektir. Ağabeyin Nazım Hikmet” 7 Haziran 1933 “Samuşçuğum, Bugün ikinci mahkemeden geldim. İki gündür sabahlı akşamlı mahkeme devam ediyor. Açıkça kanaatimi söylememi istersen, ben mahkemenin gidişatından hiç memnun değilim. Ömrümde bu kadar kanunsuz koşullar içinde cereyan eden bir mahkeme görmedim. Hani bu böyle giderse encamımız hayrola… Avukat cumartesi günü geliyor ve cumartesi günkü mahkememize çıkacak. Herhalde on beş yirmi güne kadar mahkeme bitecek… Bak mesela zabıt tutulmuyor, gıyapta şahit dinleniyor, hatta mahkemenin gizli olması talebini bile ne savcılık resmen bizim önümüzde istedi, ne de bu hususta bizim fikrimiz soruldu. Daha neler de neler…… Ağabeyin Nazım Hikmet” 28 İkinci Teşrin (Kasım) “Biricik kardeşim, Dün müdafaaya gittik. İrfan Emin de bulundu. Güzel bir müdafaa yaptı. Karar ayın 31’ine yani Çarşamba gününe kaldı. Çarşamba günü dananın kuyruğu kopuyor demektir. Savcı cezamın dört seneden itibaren verilmesini istedi. İdam talebinin bu suretle yersizliği meydana çıkmış oldu. Hem bu seferki iddianamede vaktiyle aleyhimde delil olarak ileri sürülmüş olan şeylerin birçoklarının çürüklüğü meydana çıktığından işim çok hafifledi. Masumluğum ve suçsuzluğum ortaya çıkıyor. Biz müdafaada gayet haklı olarak beraatımızı istedik. Beraat eder, çarşamba günü, tam bu mektubu yazdığımdan 5 gün sonra hürriyetime kavuşurum inşallah… Ağabeyin Nazım “Canım Kardeşim, Sana bu mektubu Bursa’dan yazıyorum yine. Fakat bu sefer demir parmaklıkların ardından değil, hudutsuz masmavi bir gök altında. Eve telefon etmişsin, bana telefon etsin demişsin. Fakat metelik olmadığı için telefon edemedim. Mektup yazmak için yine Bursa’ya gelmeyi ve kararı öğrenip sana öyle yazmayı istedim. Lakin maalesef karar yarın veriliyor. Sanırsam dört seneyi tasdik edecekler, işte o kadar… Hepinizi öyle göresim geldi ki hasret tak etti cana artık… Nazım” Temyiz mahkemesinin bozduğu bu kararı Bursa mahkemesi dört yıl olarak tasdik eder. Önceden beş yıl olarak kesilen cezanın üç yılı aftan gider. Oysa Nazım bir buçuk yıl hapis yatmıştır. Böylece altı ay alacaklı olarak mapusaneden çıkar. Onaylanan dört yıl cezaya da ikinci kez itiraz eder. Nazım’ın, Süreyya Paşa’ya yazdığı hicviyesini, Şevket Süreyya adıyla; eserlerini ise Karl Marks’ın yazdıklarıyla karıştıran iddia makamı, tanıksız ve kanıtsız Nazım’ı bir buçuk yıl içerde tutar. Yalanı, İftirayı, madrabazlığı hüner sayan para babaları Nazım’ın bu yatmışlığını az bulurlar. Emekçilerin alın terini, göznurunu sömüren düzenbazlar sonuçtan hoşnut olmamışlardı… Nâzım, 1933-34 yıllarında bir buçuk yıl yattığı Bursa Cezaevine 4 Aralık 1940 günü Çankırı Cezaevinden nakille yeniden gelir ve yaklaşık on yılını daha burada geçirir…

  • 90'lar...

    -Bu yazı BURADA yayınlanan bir yazıdan DERLEMEDİR- 90'lar, 77-78-79-80-81 doğumlular için hayatın şekillendiği yıllardı. 90'ların Türkiye'si ise renkli, karanlık, kirli, sinsi, trajik, kanlı, parlak bir çok olayın yaşandığı bir kesitti. Hatırlananlar: 1990: - Cemil Çiçek 'flörtün fahişelikten ne farkı var' şeklinde açıklama yaptı. - Prof. Dr. Muammer Aksoy, düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. - Çetin Emeç ile şoförü, düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldüler. - Coca Cola ve Pepsi birden % 100 zam yaptı. şaka gibi ama toplumda infial oldu. markalar geri adım attı. - Turan Dursun suikast sonucu öldürüldü. - Bahriye Üçok bombalı paketle öldürüldü. 1991: - Hacettepe öğrencisi Birtan Altunbaş gözaltında öldürüldü. - Bağdat’ın bombalanışı CNN’den naklen izlendi. - Kimyasal silah kullanan Saddam’dan kaçabilen Kuzey Iraklı Kürtler Türkiye’ye sığındı. - Terörle mücadele yasası çıktı. - Tarık Zafer Tunaya öldü. - Metin Oktay trafik kazasında öldü. - Şemsi Denizer gelenekselleştirdiği tehdidiyle "kendimi Kızılay’da yakarım" dedi 1992: - Erzincan depreminde 500’e yakın insan öldü. - Zonguldak Kozlu madeninde 200’e yakın işçi patlamada öldü. - Nevruz kutlamalarında 40 kişi öldü. Kamuoyu nevruz gerçeğiyle tanıştı. - Musa Anter öldürüldü. 1993: - Uğur Mumcu öldürüldü. - Eşref Bitlis öldü(rüldü). - Turgut Özal öldü. - Ümraniye’de çöplük patladı 39 kişi öldü. - Sivas katliamında 37 aydın, yobaz sürüsü tarafından yakıldı. - Bingöl taraflarında 33 silahsız er pkk tarafından öldürüldü. - Başbağlar’da 33 sivil pkk tarafından öldürüldü. -İski skandalı patladı. Ergun Göknel kamuoyunun tek gündemi oldu, sonradan dizisi bile çekildi. 1994: - "Bolu-Düzce-Hereke" üçgeninde faili meçhul cinayetler işlendi. - Behçet Cantürk, Savaş Buldan gibi uyuşturucu kaçakçıları öldürüldü. - DEP kapatıldı. Sırrı Sakık, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana ve Ahmet Türk Mahmut Alınak DGM’ye çıkarıldı. - Cem Boyner, yeni demokrasi hareketi ile siyasete girdi. Hareketin içinde Kemal Derviş, Şerif Mardin, Etyen Mahçupyan, Cengiz Çandar, Necla Zarakol vs... vardı. - Van’ın Edremit ilçesinde THY uçağı çakıldı 50’den fazla yolcu ve mürettebat öldü. - Engin Civan’ın vurulmasıyla Emlak Bankası skandalı patladı. 1995: - Gümrük Birliği anlaşması imzalandı. - Tansu Çiller "Türkiye 1998’de AB'ye tam üye olacak" dedi. - Ayvaz Gökdemir Avrupalı kadın parlamenterlere “*O*spu” dedi. - Gazi olayları çıktı. Gazi mahallesi ve Ümraniye’de 20’den fazla insan hayatını kaybetti. - Uğur Kılıç, Alaattin Çakıcı’nın adamları olduğu iddia edilen kişilerce öldürüldü. - Aziz Nesin izmir’de öldü. - Kadir Savun öldü. - Gazi mahallesi olaylarının aktivistlerinden Hasan Ocak gözaltında öldü. -Manisa’da 16 liseli genç örgüt üyesi suçlamasıyla işkenceden geçirildi. Bu çirkin olay kamuoyunda Manisa davası olarak bilindi. - Afyon'da Dinar depremi. Onlarca yurttaş hayatını kaybetti. - Isparta’da Senirkent’te sel ve çamur faciası oldu. 70’den fazla insan öldü. Hürriyet sanırım "Çamurkent" diye manşet atmıştı. - 5 kasım 1995 İzmir sel felaketi 61 can aldı. - 24 aralık genel seçimlerinde Refah Partisi birinci parti oldu. 1996: - Erbakan Çiller’le hükümet kurdu. - Gazeteci Metin Göktepe faili meçhul bir cinayete kurban gitti. -Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve sekreter Nilgün Hasefe, Fehriye Erdal ve arkadaşları tarafından öldürüldü. - Onno Tunç kullandığı uçak düşünce hayatını kaybetti. - İngiliz dilberi Sarah ile Maraşlı delikanlı Musa Kömeağaç’ın aşkları medyaya yansıdı. - Ufuk Uras başkanlığında ödp kuruldu. - 1 mayıs 1996 olaylarında Kadıköy savaş alanına döndü. 3 kişi öldü. - Olaylı hadep kongresinde Türk bayrağı yere atılarak yerine apo’nun posteri çekildi. - Cezaevlerinde açlık grevi eylemleri yapıldı. 10’dan fazla mahkûm öldü, adalet bakanı Şevket Kazan’dı. - Zeki Müren öldü. -Söylemez kardeşler çetesi ve Yükseova çeteleri ortaya çıktı. Türkiye zaten olagelen büyük çapta çete gerçeğiyle yeni tanıştı. - 28 Şubat’ın rap rap sesleri duyulmaya başladı. Aczmendiler ortaya çıktı. - Susurluk skandalı patladı. - Müslüm Gündüz, Fadime Şahin’le nerdeyse canlı yayında basıldı. 1997: - Sincan’da tanklar yürüdü. Çevik Bir İran’ı terörist ilan etti. -28 Şubat tarihli MGK toplantısıyla Refah-yol hükümetine askeri kanattan dayatılan kanunlarla hükümet etkisizleştirildi ve akabinde kabine değişti. bu olay Postmodern Darbe olarak Türk siyasal tarihinde yerini aldı. - Disk, Kesk, Türk-iş ve bilumum sivil toplum örgütü MGK safında hizaya geçti. - Alparslan Türkeş öldü. - Mesut Yılmaz başkanlığında Anasol-d hükümeti kuruldu. 1998: - Ahmet Necdet Sezer anayasa mahkemesi başkanı oldu. - Refah Partisi Vural Savaş’ın açtığı davayla kapatıldı. - idari bir kararla başörtüsü üniversitelerde ve kamusal alanlarda resmen yasaklandı. - Bolu’da öğrenci Kenan Mak ülkücüler tarafından öldürüldü. - Mesut Yılmaz hakkındaki verilen gensoruyla ilk kez bir hükümet düşürüldü. 1999: - Ecevit yeniden başbakan olarak hükümet kurdu. - Barış Manço öldü. - Abdullah Öcalan tutuklanıp yargılanarak İmralı’daki askeri tesislere kapatıldı. - İstanbul Göztepe’de pkk’lılar Mavi Çarşı’yı yaktı. 10’dan fazla insan öldü. -18 Nisan seçimlerinde Dsp birinci, Mhp ikinci parti oldu. Anap’la birlikte üçlü koalisyon kuruldu. - Merve Kavakçı vakası yaşandı. - 17 Ağustos Marmara ve 12 Kasım 1999 düzce depremleri oldu. Sonuç: on binlerce insan öldü, daha fazlası yaralandı, çok daha fazlası evsiz kaldı. - Fethullah Gülen’in meşhur kasetleri patladı. - Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. - Sendikacı Süleyman Yeter gözaltında öldürüldü. - Can Yücel öldü. * bu yazı BURADA yayınlanan bir yazıdan alıntıdır

  • Aşk Adına Yapılmış En Büyük ve En Güzel Anıt-Taç Mahal

    Nurten B. AKSOY * Bugünkü Hindistan toprakları üzerinde kurulmuş ve 332 yıl(1526-1858) hüküm sürmüş Türk-Moğol kökenli bir devlet olan Babür İmparatorluğu bu topraklarda edebiyattan kültüre, sanattan mimariye kadar pek çok eşsiz eser bırakmış. İşte bu eserlerden biri olan ve Dünyanın Yeni 7 Harikasından biri seçilen Tac Mahal Hindistan’ın en önemli sembollerinden biri olarak 17. Yüzyıldan beri varlığını sürdürmüş ve birçok hikayeye tanıklık etmiş bir şaheser. Hindistan’ın Agra Şehrindeki Jumna Nehrinin kıyısında yapılmış olan ve Türk-İslam mimarisinin en önemli yapıtları arasında yer alan ve görenleri büyüleyen bu anıt eser, oldukça romantik bir aşkın ürünüdür aslında. Babür İmparatorluğunun 5. hükümdarı olan Şah Cihan’ın (1593-1666) büyük bir aşkla bağlandığı en gözde eşi Mümtaz Mahal çok güzel ve akıllı bir kadındı. “Sarayın Gururu” anlamına gelen ismine yakışır biçimde hükümdarın, yani eşinin hem en sadık arkadaşı hem de danışmanıydı. Bir isyanı bastırmak için ordularıyla Burhanpur’a giden Şah Cihan’a, dokuz aylık hamile olmasına rağmen her zamanki gibi eşi Mümtaz Mahal de eşlik eder. Ancak Mümtaz Mahal, 14. çocuklarını dünyaya getirdikten sonra kan kaybı nedeniyle yaşamını yitirir. (O dönemde çocuğunu dünyaya getirirken ölen kadınların kutsal olduğuna inanılırdı. Bu ani ölüm Şah Cihan’ı öylesine üzer ve etkiler ki tahtını bırakmayı bile düşünür. Eşinin ölümünden sonra 2 yıl yas tutar. Artık devlet işlerine ilgisini kaybeden hükümdar, teselliyi sanat ve mimaride bulur. Eşinin ölümünün ertesi yılı, onun adına bir anıt yaptırmaya karar verir. Söylenceye göre; dünyada “Cennet” tasvirini yapılaştırmak gibi ciddi bir iddiayla yola çıkan Şah Cihan, eşine layık en güzel eserin yapılması için bir yarışma düzenler. Dünyanın her tarafından, kendine güvenen, mimarlar projeleriyle katılırlar yarışmaya. Tac Mahal’in şimdiki halinde karar kılana kadar Şah Cihan’a 2000 farklı proje gösterilir. Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mehmet İsa Efendi’nin projesi de yarışmayı kazanır ve mimar ülkeye davet edilir. (Bazı uluslararası kaynaklar Tac Mahal’in baş mimarının Türk değil, İranlı Ahmed Lahauri Efendi olduğunu kaydetmektedir.) 1632 yılında başlanan inşaatta Mehmed İsa Efendi’ye Semerkandlı Mimar Muhammed Şerif yardım eder. Binanın kubbesi için yine Mimar Sinan’ın usta öğrencilerinden İstanbullu İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazması için Hattat Serdar Efendi, Şah Cihan tarafından İstanbul’dan davet edilirler. 1632’de başlanan eser, 20 yıl sonra 1652’de tamamlanır. Taç Mahal’in dünyada en çok emek ve para harcanmış yapılardan biri olduğu söylenir. Bahçesindeki bitkiler Osmanlı İmparatorluğundan, mabetin yapımında kullanılan farklı renkteki değerli taş ve mermerler, başta Hindistan’ın farklı yöreleri olmak üzere, Çin, Sri Lanka, Arap ülkeleri, Tibet ve Afganistan’dan getirilir. İnşaatın yapımında kullanılan parlak, ince mavi damarlı, beyaz mermerlerin ve diğer ham maddelerin taşınması için 1000’i aşkın filin kullanıldığı söylenir. İslam, İran, Osmanlı, Türk ve Hint mimarisinin birleşimi olan Tac Mahal’de Osmanlının katkısı oldukça önemlidir. Bulunduğu şehrin birçok noktasından açıkça görülebilen Tac Mahal, Türk-İslam Mimarisinin en önemli yapıtları arasında yer almaktadır. Tac Mahal’in yüz binlerce akik, sedef ve firuze gömülü olan duvarlarında ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet çok iri inci bulunmaktadır. Görkemli görünüşü ile herkesi büyüleyen, Doğulu ve Batılı birçok ünlü yazar ve şaire ilham kaynağı olan Tac Mahal, mehtaplı gecelerde bile aydan daha parlak görünür. Tac Mahal gün içinde farklı renklere bürünür. Gün doğumuyla birlikte pembemsi ve en güzel rengini gösteren Tac Mahal, kısa bir süre sonra beyaz görünümüne döner. Ay ışığıyla beraber de altınımsı bir renk alır. Efsaneler bu eşsiz özelliğin kadınların, özellikle de Mümtaz Mahal’in duygu değişikliklerini yansıttığını söyler. Şah Cihan, kendisi için de Tac Mahal’in yanına siyah matem renginde bir benzer anıt yaptırmak isteyince, hazineyi büyük masraflara sokacak bu teşebbüsü engellemek üzere oğlu Âlemgir Evrengzib kendisini tahttan indirip Agra Kalesi’nde ikamete mecbur eder. Şah Cihan bu duruma hiç itiraz etmez. Ömrünü, sekizgen şekli sebebiyle Müsemmen Burç denilen odada kimseyle görüşmeksizin, Tac Mahal’i seyrederek geçirir. Ölüm döşeğinde de önüne ayna koydurarak Tac Mahal’i seyretmeye devam eder. Vefat edince çok sevdiği eşinin yanına gömülür. Taç Mahal’in kubbesi üzerinde altınlı bir alem ile türbenin etrafında beyaz mermerden yapılmış dört adet minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hattat Serdar Efendi tarafından Yasin Suresinin tamamı yazılmıştır. Mümtaz Mahal ve Şah Cihan’ın sandukaları türbenin üst katında, kubbenin altındadır. Sandukaların bulunduğu yerdeki kubbe, insan ağzından çıkan her sesin yedi kez yankılandığı bir akustiğe sahiptir. Şah’ın ve eşinin asıl lahitleri ise, en alt katta bulunmaktadır. Efsaneye göre kubbeyi desteklemek için yapılan iskele, kubbeden daha fazla masraf ve işgücü gerektirmiş. İnşaatın bitimine yakın Şah Cihan’a iskeleyi sökmenin beş yıl alacağı bilgisinin verilmesi üzerine Şah Cihan, herkesin söktüğü tuğlanın kendisinde kalacağı şeklinde bir emir yayınlayınca, iskele halk tarafından bir gecede sökülmüş. Tac Mahal, kubbesi ve dört köşesindeki minareleriyle, hangi yönden bakılırsa bakılsın simetrik bir yapıya sahiptir. (Minareler depremde içe doğru yıkılıp da esas binaya zarar vermesin, dışa yıkılsın diye hafif dışa eğiktir) Tüm yapıda simetrik olmayan tek yapı anıt mezarlardır. Şah Cihan’ın mezarı İslam geleneklerine uygun olarak Mümtaz Mahal’in mezarından üstün ve yüksek yapılmıştır.

  • Bugün 17 Ağustos

    HAFIZA-YI BEŞER NİSYAN İLE MALÜLMÜŞ... Günlerdir bir yandan ağustos sıcağıyla bedenlerimiz ve ormanlarımız yanarken bir yandan dolardı, euroydu diye memleketin hal-i pür melalini izlerken bir başka tarafta bir selin yıktığı yollara köprülere içimiz yanıyor hem de çok yanıyor... Galiba bizim yüreklerimiz hep yanmaya mahkum. Bazen beklenmedik bir facia, bazen insanın insana düşmanlığı, kimi zaman da bir doğal afet... Sanırım bu toprakların hamuru acıyla, kanla, göz yaşıyla yoğrulmuş... Yine bir akşam üstü, yine bir gün batımı... sahilde hafif esen rüzgara karşı oturuyorum, deniz köpük köpük, mavi mavi çırpınıyor, güneş ışınları elveda diyor gökyüzüne... sanki bir hüzün var her yerde, dilime bir şarkı takılıyor; Rüzgar kırdı dalımı Ellerin günahı ne Ben yitirdim yolumu Yolların günahı ne? Bir yandan şarkıyı mırıldanırken bir yandan da dalıp gidiyorum geçmişe, yıllar öncesine...her zamanki gibi... Daha sonbahara var; ama yapraklar telaş içinde rüzgarlara tutulmuş sürüklenip gidiyor, tıpkı 19 yıl önce bir ağustos gecesinde boranlara tutulmuş yerkürede; Gölcük'te, İzmit'te İstanbul'da Adapazarı'nda Yalova'da yitip giden canlar gibi. Üzerinden yıllar geçse de hepimizin içinde bir burukluk var, o kötü günlerin acısı, anısı hala yüreğimizde. Yitip gidenler ya da acılarıyla yaşamak zorunda olanlar düşüyor aklıma, yüreğime bu sıcak mı sıcak ağustos gününde. Hatırladığım ilk deprem 1966 yılındaki Varto depremi, tam 4000 can yitip gitmişti bir anda bir sarsıntıyla. Bir gece yarısı İstanbul'u da sarsan Adapazarı depremi ise korkuların en büyüğünü yaşadığım en şiddetli depremdi. Tabii o günden bu güne depremler hiç bitmedi, hep bir yerler sarsıldı, yerle bir oldu, canlar yok olup gitti; ama bir 17 Ağustos depremi yaşadık ki ulusça, hiç unutulmayacak acılar ve korkular yaşattı hepimize. Gerçi biz o yıllarda Adana'da olduğumuz için depremi yaşamamıştık ama sabah acı acı çalan telefon sesleriyle haberdar olmuştuk depremden, tabii sonra da televizyonlardan izlemiştik o dehşeti, o acıyı. Annem, ablamlar ve diğer yakınlarım İstanbul'daydılar ve çok şükür onlar iyiydi; ama ya o yanan canlar, ya enkaz altında kalanlar, ya kaybolanlar... O yıl emekli olmuş, yeni biten evime taşınmış ve alacağım emekli ikramiyemle de yeni evime yeni eşyalar almıştım. İşte depremin olduğu o gün gelmişti eşyalarım eve, günlerce elim ermemişti, canım istememişti onları eve yerleştirmeye. Ne kadar anlamsız ve gereksiz gelmişti o eşyalar bana o gün, televizyonlarda o herc ü mercü gördükten, yıkıntılar arasında sevdiklerini arayanları izledikten sonra. Aslında zaman en iyi ilaç, yaralar sarıldı, acılar küllendi, yeni yeni evler yapıldı; ama gidenler her zaman olduğu gibi, hiç ama hiç geri gelmedi... Peki yaşananlardan ibret alındı mı, o meçhul işte... Evet tam on dokuz yıl önce bir rüzgar, bir fırtına kırmıştı dalımızı, budağımızı ve bunda ellerin çok ama çok günahı vardı... Tüm yitip gidenlerin ruhları şâd olsun...

  • İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar

    Nurten B. AKSOY * On Dört Tarihsel Minyatür "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar" kitabı, insanlık tarihine yön vermiş, belirleyici anlar üstüne yazılmış kısa denemelerden oluşmuş. Stefan Zweig bu eserinde Fatih Sultan Mehmet'ten Hendel'e, Dostoyevski'den Tolstoy'dan Lenin'e koşulların dayattığı sınırları aşmış ve böylece insanlığın yazgısını etkilemiş kişilerin yaşamından benzersiz anlara ışık tutmuş. İlk basımı 1927 yılında yapılan "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar" deneme kitabı hakkında yazarı Stefan Zweig şöyle diyor: "Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımla, değişik zamanlara, değişik bölgelere ait kimi önemli anları, İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar'ı anımsatmaya çalıştım. Kitapta yer alan tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim, katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim. Çünkü tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz anlarda, kendisine yardım için uzanan ellere gereksinim duymaz." Pasifik kaşifi Balboa'nın hazin sonu ile kitabına başlayan yazar, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul fethini ve savaş öncesi hazırlığını aktararak devam ediyor. Fransız ulusal marşı "La Marseillaise"nın öyküsünü Waterloo ve Eldorado'nun keşfiyle sürdüren Zweig, daha sonra İngiltere ile Amerika arasına Atlas Okyanus'u boyunca ilk telefon hattı çekilmesini çok dramatik bir şekilde sunuyor okuyucuya. Sonlara doğru, ömrünün son deminde kendisine inananlarca pasif olmakla suçlanan Tolstoy'un 83 yaşında kendi iç hesaplaşmasını psikolojik roman tadında aktarıyor. Güney Kutbunun keşfini ve Lenin'in darbe öncesi yaşamını anlattığı bölümlerden sonra, Büyük Roma İmparatorluğunun ilk hümanisti, en büyük hatibi ve hukuk savunucusu Cicero'nun acıklı ve korkunç sonunu yazan Zweig kitabını Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada kalıcı bir barış için çaba harcayan, ancak hayal kırıklığına uğrayan ABD başkanı Wilson'un başarısızlığını anlattığı bölümle sonlandırıyor. Kitabın Bölümleri 1- Ölümsüzlüğe Sığınış (Büyük Okyanus'un Keşfi) 2- Bizans'ın Fethi (29 Mayıs 1453) 3- George Friedrich Hendel'in Dirilişi 4- Bir Gecelik Dahi (Marseılaıse) 5- Waterloo - Dünyanın Yazgısını Belirleyen An (Napoleon) 6- Marienbad Ağıdı ( Goethe Karlsbad ile Weımar Arasında) 7- Eldorado'nun Keşfi (J. A. Suter) 8- Bir Yiğitlik Anı (Dostoyevski,Petersburg, Semenovsk Alanı) 9- Okyanusu Aşan İlk Söz (Cyrus W. Field) 10- Tanrı'ya Sığınış (Lev Tolstoy'un "Karanlıkta Bir Işık" adlı tamamlanmamış dramı için yazılmış bir sondeyiş) 11- Güney Kutbu İçin Savaşım (Kaptan Scott, 90. Enlem Derecesi) 12- Mühürlü Tren (Lenin) 13- Cicero 14- Wilson'un Başarısızlığı

  • Şiirlerle Kızkulesi'nin Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Kız Kulesi; İstanbul Boğazı’nın orta yerine kurulmuş, kendi küçük, şöhreti büyük, nice sevdalara, nice şiirlere ilham olmuş, yıllara meydan okuyan tarihi bir yapı. Kimi zaman sisler arasında kalan, kimi zaman gün batımında mahzunlaşan, kimi zaman rengarenk ışıklarıyla her göreni kendine aşık eden Kız Kulesi’nin hikâyesini, Kız Kulesi efsaneleri ve Kız Kulesi şiirleriyle birlikte anlatalım... …Kuzguncuk’tan Salacak’a gümüşlenen dalgacıklar gizemli bir kadın gibi geceye süsleniyor Kız Kulesi kararmış bir elmas yüzük ışıltısıyla sularda yüzdürüyor mahzunluğunu… Ceyda Görk Hem İstanbul’un hem Üsküdar’ın sembolü olan kule, Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir. MÖ. 24 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan kule, Karadeniz ile Marmara’yı birleştiren Boğazın en güzel yerinde küçük bir ada üzerine kurulmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander Kulesi derler. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde kuleyi şöyle tarif eder: “Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam 80 arşındır. Yüzölçümü ise iki yüz adımdır, iki taraftan yerde kapısı vardır.” …topla kendini topla vururum seni İstanbul vururum en yeşil baharından Kızkulenden Aşiyan’dan Bebek’den denizinden vururum seni masmavi kanarsın… Ceyda Görk İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada, Bizans döneminde üzerine inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmış. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiş olan Kız Kulesi, geçmişten geleceğe en çok da düşlere ve gönüllere yol göstermiş. Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmış. Kule ile Avrupa Yakası arasına büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine (o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiş. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakası’na doğru yıkılmış. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları hâlâ görülmektedir. …eskimo bir şair dokunuyor omzuma ve Kızkulesi’ni göstererek bırak artık diyor üzülmeyi yedi tepeli bu şehirde şiir okunacak tek yer elbette denizin şu küçük buzdağı… Sunay Akın Rivayete göre; zamanın birinde Üsküdar yamaçlarında Tanrıça Afrodit adına yapılmış bir tapınak varmış. Hero da genç kızların görev yaptığı bu tapınağın rahibelerinden biriymiş ve aşka yasaklıymış, aynı zamanda kuledeki kumrulara bakmakla görevliymiş. Her yıl ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınak çevresinde törenler yapılır, yenilir içilir ve aşkı bulamayanlar Afrodit’e mabedinde aşkı bulmak için yakarırmış. …Karanlıktan korkan çocukların müzik kutusudur Kız Kulesi kapağı açıldığında dansa başlayan balerin hınzır martıların şakalarıyla ıslanır elbisesi Sunay Akın Boğazın karşı kıyısında oturan Leandros bu tören için geldiğinde Hero ile karşılaşmış ve bu iki genç birbirlerine aşık olmuşlar. Bundan sonra Leandros her gece kuleye gelmiş ve aşklarını kutsamışlar birlikte. Ve böylece kule her gece iki gencin gizli aşkına tanıklık etmiş. Leandros’un yine kuleye geldiği fırtınalı bir günde kıskanç bir rahip kulenin fenerini kapatmış. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros, Boğaz’ın sularında boğulup yok olmuş. Bu durum karşısında çok üzülen Hero da kendini Boğaz’ın sularına bırakmış… …Çocuğunu asma köprüde sallayan bir annedir İstanbul ki onun içi süt dolu biberonudur Kız Kulesi soğusun diye suya tutulan Sunay Akın Bir diğer efsaneye göre; Bizans imparatorunun bir kızı olmuş ve kral buna çok sevinmiş. Kral ülkenin bilginlerini kızını yetiştirmesi için görevlendirmiş. Ancak bilginlerden birisi kızının 18 yaşına geldiği zaman bir yılan tarafından sokularak zehirlenip öleceğini söylemiş krala. Bu yorumdan etkilenen kral denizin ortasındaki küçük bir ada üzerinde bulunan kuleyi düzenlettirerek kızını buraya yerleştirmiş, böylece yılandan kızını koruyacağını zannedermiş. Yıllar geçmiş, kız on sekiz yaşına basmış. Alınan bütün tedbirlere rağmen, kıza hediye olarak gönderilen bir üzüm sepetiyle uğursuz bir yılan kuleye girmiş. Kimse farkına bile varamadan prensesi sokarak zehirlemiş ve prenses ölmüş. Bu olay karşısında çok üzülen kral, kaderden kaçılamayacağını anlamış. Kızının toprağa gömülürse yılanlara yem olacağını düşünerek kızının cesedini mumyalatıp pirinçten bir tabuta koydurmuş. Bu tabutun da Ayasofya’nın yüksek duvarlarından birinin üstüne yerleştirilmesini istermiş. Bu şekilde kızının hiç değilse ölüsünün yılanlardan korunacağını düşünmüş. …Geliyor Boğaziçi’nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi… Ziya Osman Saba Osmanlı döneminde Battal Gazi’nin askerleri ile birlikte kuleye baskın yaptığı, kulede bulunan hazineleri alarak burada yaşayan Üsküdar Tekfurunun kızını kaçırdığı anlatılır. İstanbul’u kuşatmaya gelen Battal Gazi kuşatmadan bir sonuç alamayınca Kız Kulesinin önündeki kıyıya karargah kurar ve yedi yıl burada kalır. Hikâyeye göre Battal Gazi’nin bu kadar uzun süre burada kalmasının asıl sebebi Üsküdar Tekfuru’nun kızına âşık olmasıymış. Üsküdar Tekfuru Battal Gazi’den korkusuna kızını hazineleri ile birlikte kuleye kapatmış. Şam seferinden sonra Üsküdar’a dönen Battal Gazi kayık ile kuleye giderek hazineleri ve kızı alıp Üsküdar’dan atına atlamış ve oradan uzaklaşmış... Çok söylenen “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deyiminin buradan geldiği söylenir. İşte bu hikâyelerde geçen prenseslere atfen de buraya Türkler “Kız Kulesi” ismi verilmiş. Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • Ataol Behramoğlu

    Nurten B. AKSOY * Bugün “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var / Yaşadın mı büyük yaşayacaksın; ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına / Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır” diyen bir şair, yazar, çevirmen ve hocayı şiirleriyle anlatalım istedik. Ataol Behramoğlu “Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle /çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı./ Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına / dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı” dizelerinde dediği gibi yaşamı boyunca sevinci de kederi de bütün benliğiyle namusluca yaşamış ve ölümsüz eserleriyle edebiyat dünyamızda hak ettiği yeri almıştır. AŞK Hayatın hızıyla yaşadık o aşkı Her şey bir anda başladı Yaşandı Ve bitti… Yan yana gidip de bir süre Ayrı yönlerde uzaklaşan İki tren gibi 1942’de babasının askerlik görevini yaptığı Çatalca’da dünyaya geldi. Azerbaycan kökenli bir ailenin çocuğu olan Ataol Behramoğlu’nun babası yüksek ziraat mühendisi Haydar Behramoğlu, annesi ise İsmet Hanım’dır. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Kars’ta öğrenim gördükten sonra ilk, orta ve lise öğrenimini babasının ziraat müdürü olarak görev yaptığı Çankırı’da tamamladı. İlk şiirleri, aile soyadı ile yani “Ataol Gürus” adıyla Yeni Çankırı, Yeşil Ilgaz, Çağrı gibi yerel gazete ve dergilerde yayınlandı. BEBEKLERİN ULUSU YOK İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Başlarını tutuşları aynı Bakarken gözlerinde aynı merak Ağlarken aynı seslerin tonu Bebekler çiçeği insanlığımızın Güllerin en hası, en goncası Sarışın bir ışık parçası kimi Kimi kapkara üzüm tanesi Babalar çıkarmayın onları akıldan Analar koruyun bebeklerinizi Susturun susturun söyletmeyin Savaştan yıkımdan söz ederse biri Bırakalım sevdayla büyüsünler Serpilip gelişsinler fidan gibi Senin benim hiç kimsenin değil Bütün bir yeryüzünündür onlar Bütün insanlığın gözbebeği İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Bebekler, çiçeği insanlığımızın Ve geleceğimizin biricik umudu… 1960 yılında lise öğrenimini tamamlayan Ataol Behramoğlu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1966 yılında mezun oldu. 1962’de üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisinin (TiP) örgütlenme çalışmalarına katıldı. Yüksek öğrenimi sırasında Yapraklar, Dost, Evrim, Ataç gibi dergilerde çıkan şiirleriyle dikkat çekti. Bu dönemin şiirlerini bir araya getiren ilk şiir kitabı “Bir Ermeni General” 1965’te Ankara’da Toplum Yayınevince basıldı. Gençlik dönemi şiirlerinde Orhan Veli, Attilâ İlhan ve İkinci Yeni şiirinin ortak özellikleri etkindir. MELANKOLİ Ey sokaklarında yıllarca avare dolaştığım İçinde ilk aşkımı yaşadığım küçük şehir Umutsuz akşamlarımda sesini duyduğum lir Sihrinde ilk acıyı tattığım Ey sarhoş akşamlarımın biricik tesellisi İlk şiirlerimdeki biricik dert ortağım fener Soğuk kış geceleri ısındığım kalorifer Gitgide uzaklaşan tren sesi Ey en masum arzularımı gizleyen oda Yıldızlarla dost eden küçük pencere Her akşam gönlümün dilediği yere Götüren sihirli araba Ey en içli, en yanık türkülerimi duymayan Rüzgârı saçlarımı dağıtan sokak Ve ey saçı ak, gönlü ak Anneciğim pencerede ağlayan Ah biliyorum güç gelecek sizlere Ama artık gitmek geliyor içimden Bir sabah masmavi bir bulutun peşinden Dönüşü olmayan yerlere… Gerçek şiir kimliği 1965-1971 yılları arasında Papirüs, Şiir Sanatı, Yeni Gerçek, Yeni Dergi ve Halkın Dostları’nda çıkan şiirleriyle oluştu. Halkın Dostları’nı İsmet Özel’le birlikte çıkarmaya başlamışlardır. Fakat dergi 12 Mart askeri muhtırasının ardından kapatıldı. Behramoğlu’nun 1960’lar ve 1970’lerin ilk yılları boyunca İsmet Özel’le yakın bir dostluğu olmuştur. Bu dönemde yazdığı şiirlerinde toplumcu, etkin bir edebiyat anlayışının örnekleri yer aldı. 1965’te yayımlanan “Bir Gün Mutlaka” adlı kitabı 60’lı yıllar toplumcu kuşağının manifestosu niteliğindeki şiirlerden oluşmaktaydı. Kitaplaşan ilk çevirisi “İvanov” (Anton Çehov) 1967’de basıldı. Mihail Yuryeviç Lermontov’dan ilk şiir çevirilerini de bu dönemde yaptı. Gerçekçi ve toplumcu şiir ilkelerine yönelerek şiirlerini yeni tema ve biçim arayışlarıyla besledi. BU AŞK BURADA BİTER Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim Yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim Ve ben çekip giderim, bir nehir akıp gider Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir Solarken albümlerde çocuklar ve askerler Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler Ne kadar güzeldin sen, nasıl eşsiz bir yazdı! Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim Yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver Bu aşk burada biter, iyi günler sevgilim Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider 1970 yılında siyasi nedenlerle yurt dışında çıkan Behramoğlu, 1972’ye kadar Londra ve Paris’te yaşadı. Sovyet Yazarlar Birliğinin davetlisi olarak 1972’de gittiği Moskova’da yaklaşık iki yıl kaldı. Bu dönemde Moskova Devlet Üniversitesinde stajyer olarak Rus Edebiyatı üzerine çalıştı. 1974’te af yasasından yararlanarak ülkeye dönen Behramoğlu, Muhsin Ertuğrul yönetimindeki İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında dramaturg olarak çalışmaya başladı. 1975’te kardeşi Nihat Behram ile çıkardıkları edebiyat-kültür dergisi “Militan” büyük ilgi gördü. Bu dönemde Ataol Behramoğlu’nun “Ne Yağmur Ne Şiirler, Kuşatmada, Mustafa Suphi Destanı, Dörtlükler” adlı kitapları yayımlandı. 1979’da Türkiye Yazarlar Sendikası genel sekreteri oldu. Rus asıllı Ludmila Denisenko ile evliliğinden kızı Barış o yıl dünyaya geldi. 1980 darbesi sonrasında dramaturgluk görevinden ayrılmak zorunda kaldı. “Ne Yağmur Ne Şiirler” kitabının yeni basımının mahkemece toplatılması ve imhasına karar verilen Ataol Behramoğlu bir hafta göz hapsinde tutuldu; kitap daha sonra beraat etti. 1981’de “İyi Bir Yurttaş Aranıyor” başlığı altında topladığı şiirler Türkiye’de “siyasal kabare” türünün ilk örneklerinden biri olarak birçok kez izleyiciye sunuldu. Aynı yıl Yunanistan’da şiirlerinden seçmeler “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” adıyla yayımlandı. Dünya şairlerinden Rusça, İngilizce, Fransızcadan yaptığı çevirileri “Kardeş Türküler” adlı bir kitapta topladı. Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisinin ilk çalışmalarına başladı. ESKİ NİSAN Canımın yongası, sevdiğim, Birkaç gün çaldık ilkbahardan Geçtik yıllardır özlediğim Erguvan ışıklı kıyılardan Aşkı sessizlik tanımlar Gençken tersini düşünürdüm Akşamla dönerken geriye dalgalar Yalnızlığı çırçıplak gördüm Durduktu önünde Ege Denizi’nin Gözleri mayıs bulanığı, Kuytuluğunda eski evlerin Dolaştıktı Ayvalık’ı Eski nisan, her şey gibi, Kalbim de, rüzgâr da eski Çırpınıp duruyor havada Yitik anıların kelebeği 1982’de Barış Derneği kurucu ve yöneticisi olarak tutuklandı, on ay tutuklu kaldı. Cezaevinde bulunduğu sırada, Asya-Afrika Yazarlar Birliği 1981 Lotus Ödülü’nü kazandı. 1983’te sekiz yıl hapse mahkum edildi. 1984’te ülkeden gizlice ayrılarak Fransa’ya gitti. Bir süre sonra pasaport verilmeyen ailesini de gizlice yurt dışına çıkardı. Hayatının 1989 yılına kadar süren bu döneminde Paris Sorbonne Üniversitesnde Rus edebiyatı ve karşılaştırmalı edebiyat konularında lisans üstü bir çalışma yaptı. 1986’da Paris’te ressam Yüksel Aslan ile birlikte Fransızca Türk edebiyatı dergisi “Anka”yı kurdu ve yönetti. Birçok ülkede katıldığı toplantılarda konuşmalar yaptı, şiirlerini okudu. Türkiye’ye dönüşünden sonra kültür danışmanlığı ve editörlük yaptı. 90’lı yıllarda “Sevgilimsin, İki Ateş Arasında, Nâzım’a Bir Güz Çelengi, Mekanik Gözyaşları, Şiirin Dili-Ana Dil” adlı kitapları yayımlandı. Aziz Nesin ile ilgili anılarını “Aziz Nesinli Fotoğraflar”, yurt dışı gezi yazılarını “Başka Gökler Altında” adlı kitaplarda topladı. Vera Tulyakova’nın anılarından ve Nâzım Hikmet’in şiirlerinden oluşturduğu “Mutlu ol Nâzım” ile belgesel bir oyun çalışması olan “Lozan” adlı eserlerini yazdı. GİZLİCE SEVGİLİM Rüyalar bile geceleri bekler Gizlice görünmek için Yüreğimdesin, saklısında içimin Gizlice, sevgilim Kimse bilmesin üzgünlüğümü Taşırım ölümüm gibi bu duyguyu En gizli kuytularında ömrümün Bir yer var gizlice sevgilimin uyuduğu Gizlice sevgilim, yaşam kadar acı Canımı tutuşturan özlem gibi Özlüyorum derin yok oluşta Gizlice, sevgilimi 1995’te Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı seçilen şair; bu görevi 1999’a kadar iki dönem sürdürdü. 2002’de Türkiye PEN Yazarlar Derneği “Dünya Şiir Günü Büyük Ödülü”nü aldı. 2008 yılında şiirlerinden oluşan geniş bir seçmeler kitabı Amerika Birleşik Devletlerinde yayınlandı. Aynı yıl kendisine Rusya Federasyonunca uluslararası Puşkin Nişanı verildi. 1992’de İstanbul Üniversitesinde başladığı Rus Dili ve Edebiyatı öğretim üyeliğini, 2003’te aynı üniversitede doçent, 2009’da Beykent Üniversitesinde profesör olarak sürdürdü.

  • Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman

    Nurten B. AKSOY * Güneşi özledik, günlerdir yaz geliyor diye sevinirken, o bir türlü başımızın üstünden gitmeyen kara bulutlar ruhumuzu da karartmaya çalışıyor, o bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlar sel olup coşuyor sanki umutların üstünde… Ama her şeye rağmen doğa yine de merhametli, kıyamıyor insanoğluna... Bir yandan korkutup bir yandan bezdirirken, bir yandan da tüm güzelliklerini bahşediyor bizlere… Yağan yağmurlardan sonra doğa öylesine güzelleşiyor ki sözcüklere sığmıyor; taze bir toprak kokusu sarıyor her yeri, sokaklar tertemiz, hafif bir rüzgar esiyor… Efil efil, rengarenk kokular iniyor gökyüzünden yere doğru... İlk yazın en büyüleyici kokuları doldurmuş gökyüzünü; bir yanda o azametli ıhlamur ağaçları, gelin gibi salkım salkım ıhlamur çiçekleriyle donanmış, diğer yanda vakur duruşu, gökyüzüne yalvarırcasına el açmış gibi uzanan dalları, parlak büyük yapraklarıyla manolya ağaçları ve o, "koklamaya kıyamadığımız" beyaz ve güzel manolya çiçekleri, diğer yanda narin iğde ağaçları… Günlerdir yağan yağmurların etkisiyle daha da yeşile çalan, daha da güzel kokan doğa... Her şeye rağmen " bir tatlı huzur" sarıyor ruhumuzu ve acımasızca yok edilmeye çalışılan, betona boğulan bu güzellikler, bu ağaçlar, bu yeşillik... Doğa direniyor her şeye rağmen ve kendisine yapılan tüm kötülüklere karşı yine de bize tüm güzelliklerini sunuyor... IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman- Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden Bebekler hayta hayta yürümeden Geleceğim diyorum, geleceğim sana Ne olur kesin bir takvim sorma bana -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman- Beklesen de olur, beklemesen de Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde Hangi ses yürekten çağırır beni sana Geleceğim diyorum, takvim sorma bana -Ihlamur çiçek açtığı zaman- Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi Sen bir zümrüdüankaydın, elim tüylerine deydi Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi? Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana Kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman- Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden Gemileri yaksalar da geleceğim sana On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana -Ihlamur çiçek açtığı zaman- Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız Ey benim alfabemdeki kadîm Elif Ne güzellik, ne de tat var baharsız Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan Kimseye uğramam ben sana uğramadan Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana Takvim sorup hudut çizdirme bana Ben sana çiçeklerle geleceğim -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman- (Uzaklara Türkü) Bahattin Karakoç

  • Aydınlar, Yazarlar ve Kaos Üzerine

    22 Ekim 2015, BURSA * Artık ondan hayır yok, aklım konuşmuyor. Gündelik yaşama dair yargı ve eylemlerimi kim mi belirliyor? Şaşıracaksınız ama Kirâmen Kâtibîn meleklerim. Münker ve Nekir yani… Bir biri konuşuyor bir biri, bazen ikisi birden. Kendim düşünce üretemeyince onlara uyuyorum ben de. Güzel yanı da var, yorulmuyorum, anlamaya ve uygulamaya emek vermiyorum, ne denilirse yapıyorum işte. Tek sorun bu meleklerin ne dediğini tam anlamayışım, sanki tuzak gibi önermeler getiriyorlar, sorular soruyorlar. Örnek mi istersiniz? Sen bugün bakkaldan onun kasaya eğildiği seni görmediği anda bir sakız çalmadın mı? diye soru mu olur, öyle soruyorlar. Soruları böyle olandan ne beklenir, az önce dediklerini bir dakika sonra inkâr ediyorlar, sen de sözlerine uyduğunla kalıyorsun. Uymasaydın diyorlar bu kez de, senin aklın yok mu? Aklım mı? Kim de kaldı ki ben de kalsın. Ülkem yangın yeri… Ülkem 1920’lerde, 30’larda hatta Osmanlı döneminde bile hiç olmadığı kadar Ortadoğulu… Basiretli yöneticilerimiz sıfır sorun diye diye sıfırladılar ülkeyi… Görünen kendilerini de… Çünkü söz ve eylemlerine bakılırsa onların da işleri meleklere kalmış. Patlayan bombalar, ölümler, yaralılar… Gün, bildiğimiz gün değil sanki. Her şafak güneşe değil, bir başka karanlığa, başka bir kaosa açılan kapı olmuş. Yanıt bulamıyorsun, açıklayamıyorsun, bir mantık kurgulayamıyorsun. Umutla bir bilen aranıyorsun. Bak, diyor yukarıdan birileri, anlamaya çalışıyorsun, dün dediğini bugün söylediğini, o yaman çelişkiyi… Nasıl itimat edersin, dün kiminle iyiyse bu büyüklerimiz bugün hepsiyle kötü… Dün açılım, bugün savaş yurtseverliktir, dün, ne istediniz de vermedik, bugün, ininize gireceğiz… Bellek insan huzurunun düşmanı, iyice dağılıyorsun, düşünme, ezberle dediğimi, diyor, o zaman rahatlarsın. Yazdan beri, yönetim erkinde değilse rahat biri var mı bu ülkede? Yanan, yakılan mahalleler, kurşunlanan insanlar, her gün birkaç ölüm haberi… Baktılar çabuk alıştık, dozunu artırdılar, bombalar patlamaya başladı, mahalleler, şehirler, onlar, yüzler bir anda paramparça… Nerde dün kent kent, kanal kanal “açılım” anlatan “akil adamlar”? Şimdi de çıkıp bu kaostan çıkışın yolunu ya da öldürmenin erdemlerini anlatsalar ya… Hadi onlar sustu, nerde ötekiler, ülkenin aydınları, bilgeleri, yazarları; yok mu anlatacak, açıklayacak biri? Kirâmen Kâtibîn Meleklerinden başka tabi… Kanıksanır mı hiç ölüm? Kanıksadık. Yine de dünya dönüyor ama… İnsanlığın azalmış, kişiliğin gölgelenmiş, ruhun tedirgin, aklın arı kovanı; büyüklerimizin deyişiyle “mankurt” olmuşuz… Ama yaşıyorsun. İnsan yenisini üretemezse, iyi kötü alışkanlıklarını sürdürür bir zaman. Yılanın kopan başı gibi, başı kesilen tavuk gibi… Bazen öyle yaratırsın kendini, küllerinden var olmak belki de o işte. Çok zamandır ölümle, ülkenin başına gelebileceklerin olasılık hesaplarıyla bu denli uğraşmıyorduk. O mevsimi de görmüştük nasılsa, ölüme de zekâtımızı vermiştik, kalıma da… Neydi mi zekâtımız? Beşbin çoğu üniversiteli genç ölü… Ama çabuk unuttuk. Meleklerimiz bile unuttu, hiçbir ders çıkarmadan… Daha henüz kalbimizde bomba patlamamıştı, belki ondan. Tehlike bu denli kapıya dayanmamış, görmezden gelebileceğimiz gibiydi. Arada bir dalgamızı geçtiğimiz, kültürle, sanatla ilgilendiğimiz bile oluyordu. Sinemaya, tiyatroya gidiyor, söyleşilere panellere katılıyor, ayaküstü tüm dünyayı kapsayan komplo teorilerine kafa yoruyorduk. Üç arkadaş bir araya gelip bir kadehin dibinde tüm ülkeyi kurtarıyor, geçmişin siyaset kurbanı gençlerini ve izlenen siyaseti sanki biz sorumlu değilmişiz gibi yerden yere vuruyorduk. Büyük işmiş, anlamadık. Paronaya belki ama sanki birileri bizi sistematik bir biçimde tüm kazanım ve eylemlerimizden soyutlamaya, önce boşaltmaya, sonra da korkutmaya uğraştı. Sam Amca gene buralarda mı yoksa? Neyse ne, biz sonunda “mankurt”laştık ya ona bak… Konuştukça düşünürdük biz, tartıştıkça, hatta kavga ettikçe, birbirinin kafa gözünü yardıkça… Şimdi bir araya gelemiyoruz ki adam gibi kavga edelim, kalabalıklardan kaygılanmaya başladık, üç kişi bir araya gelmek yürek ister oldu. Diyemiyoruz ama iyice korktuk sanki… Terörün istediği de bu, cesaretimizi toplamalıyız diyorum kendime. Cesaret alçak dallı bir ağaçtan sarkan armut olsa kolay, ama değil. Esip gürleyen parti başkanlarının bile büyük seçim mitinglerinden vazgeçtiğini görünce… Devlet korumalı, milyon taraftarlı partiler öyleyken sıra insan ne ki? Aklını da cesaretini de toplamak zor… İyi de seçime kaç gün kaldı şunun şurasında, nasıl olacak? Düşünmek çok zor, düşündüğünü anlamayana, dosta düşmana anlatmak, yaşama geçirmek, kararlılıkla ardında durmak çok zor. Resmen kahramanlık, o nedenle deliriyoruz kahramanlara; kulu kölesi oluyoruz... Fareli köyün kavalcıları bizim kahramanlarımız, biz de köy sakini fareler elbet… Ne yapalım, anlamaya öyle ihtiyaçlıyız ki? Biri çıksa bir akil adam, bizden ilerde olsa, ama bizi küçümsemese, düşünse yerimize, konuşsa çatır çatır, teşhisi koyup reçetelendirse hayatımızı, dili dilimize benzese, dini dinimize, başkaldırsa kavgaya dursa, azıcık da kazansa… biz izlesek öyle, baktık ki kazanıyor, takılsak peşine, göklere çıkartsak onu… Ya kazanamazsa? Bu da soru mu? Hiç tanımam, ben çamaşır yıkıyordum, deriz. Hani eskiden aydınlar, yazarlar vardı ya, öyle. Hani kariyerlerini hapis damında yaparlardı... ya da Istranca'da kim vurduya giderlerdi. Eskiden vardı. Halkı için kelleyi koltuğa alan, ilkeler için bir başına kalmayı ve direnmeyi göze alan, kuşkusuz bize de uyan doğruları da yapan… Asker, siyasetçi, aydın, yazar çizer… Atatürk vardı, Ecevit vardı, Nazım Hikmet vardı, Sebahattin Ali vardı, daha niceleri… Hele bir Zola vardı… Ne oldu bu tip insanlara? Soyu tükendi sanki, şimdi herkes kendine, herkes nalıncı keseri… Ah bir Zola bulsak… *** Bursa’nın merkezdeki tek CHPli belediyesi Nilüfer, oldum olalı güzel eylemlere imza atıyor. Sık sık yazarlar, sanatçılar getiriyor… ZOLA’yı getirmediler henüz, ama umudum var… Sezonu açtıklarını duyunca gözümü karartıp geçen akşam belediyenin düzenlediği bir etkinliğe gittim bende. Söyleşideki konuk yazar, uzun zamandır yazan, ama son günlerde adı gazetelerde sıkça geçen, ne var ki kitaplarından hiçbirini henüz okuyamadığım biri. Göz atıp hakkında bilgi edinmek için kültür merkezinin girişinde sergilenen kitaplarından birini almak istiyorum, bir form uzatıp doldurmamı istiyorlar. Ad, kitap adı, telefon gibi… Bir de nüfus cüzdan no… istiyorlar da... mantığını çözemiyorum. Bunu yazmam diyorum, ilgilenen kıza… Yanıt benimki kadar net; o zaman kitabı alamazsınız… Almam ben de… İnsanlar ilgili ama yeterince değil. Boş koltuklar daha çok. Eli yüzü düzgün Bursalılar var etkinlikte, çoğu da kadın... Üniversiteden bir öğretim üyesi yönetiyor söyleşiyi. Çok da rahat değil, ders anlatır gibi, sanki yanlış bir şey demeyeyim der gibi, anlama, coşkuya, kitleye değil, öznesi yüklemi nesnesi var mı cümlesinin bakar gibi… İncelikle kurgulamaya çalışıyor konuşmasını, doğru yerde pas veriyor, yazarımız da doğru yerde alıyor pası... Klasik giyimi, vurgusu, tonlaması az konuşması, toplu yüzünü çepeçevre çeviren eski moda aksakallarıyla yazar, fırtınalı düşüncelerin, riskli kurguların, çarpıcı çözüm önermelerin adamı gibi durmuyor, durmuş oturmuş hoca gibi o da… Heyecanlanmayın diyor sanki ikisi de… Daha ilk cümlelerden anlıyorum, iyi yazardır ki buralara kadar geldi, ama kesinkes bu adamın şiirle ilgisi yok. Öyle coşkusuz, öyle kalbinde hissetmeden konuşuyor, geliyor bana. Yine çuvallıyorum, şiir de yazmış oysa… Ama belli onun Kirâmen Kâtibîn Melekleri bu akşam izinli, çatışan yer yok sözünde, amaç son çıkan kitabını tanıtmak ve güzel de yapıyor… Ülkemizdeki yabancı dille eğitim yapan bir lise mezunu, ta o zaman Fransızca okumuş, dönem çok az kişinin Fransa’yı haritada ancak arayarak bulabildiği dönem, o ise Paris’e gitmiş, Sorbonne'de okumuş, ardından aynı okulda lisansüstü… Şimdi Paris’te bir üniversite de öğretim üyesi... Otuz kitap yazmış ve benden sadece bir kaç yaş büyük... Paris sık geçiyor sözcüklerde, çok gitmiş Paris’e. Direk öyle bir şey geçmiyor, ben niye öyle anlıyorum bilmiyorum ama kaçmış gitmiş, geliyor bana. Kitapları yasaklanmış, kendisi takibe alınmış o da ver elini Paris, demiş. .. Böyle diyor. Yok böyle demiyor, ben mi yanlış anlıyorum, adam Paris’te okumuş, orda çalışıyor, nasıl kaçarmış oraya ki? Ama satır araları öyle diyor, 12 Eylül geliyor, al bir soruşturma, bilmem kaçıncı madde, baskı dönemi, birileri kitabımı takibe almış, anlıyorum durulmaz bu ülkede… Tek vurgunun bu olduğu böylesi sözler ne düşündürür, öyle hissediyorsun; adam bildiğimiz yazar tipi, muhalif, bir Zola değilse bile öteki büyük yazarlar gibi ülkesinde gördüğü baskı ve zulümden kaçmış işte… Ne ilgisi varsa, öyle düşünüyorum işte. Oysa yazar liseden sonra hep Paris’te yaşamış, Türkiye tatil yeri… 1789 Devriminden bu yana Fransa başka bir yer, hele Paris… Kimler kaçıp oraya sığınmamış, Namık Kemal, Ziya Paşa, Yahya Kemal, Attila İlhan, Nazım Hikmet, daha yüzlercesi… Jöntürkleri yaratan Paris değil mi? Tepkili, muhalif, bütün insanlığı kalbinde buluşturan devleri düşünüyorum. Bu Paris’te başka bir hava başka bir su olmalı. En azından halden anlayan bir iklim demek ki… Dünyanın ne kadar damdan düşeni varsa bağrına basıyor, derleyip toparlayıp güçlendirerek dünya çapında birer devrimci yapıp ihraç ediyor. Olmaz mı, Emile Zola’nın memleketi orası… Melekler durmuyor ki, omzumda, anımsatıyorlar. Gerçi başka kadınla evlenmeye kalkan kocası Cem Yılmaz’dan ayrılan Cansu Dere’de oraya kaçmış, ülkenin yarısını bankazede yapıp milyar dolarlarla ortadan yok olan Cem Uzan da Eyfel’e bakıp bakıp kitap yazıyormuş,.. ama münafıkça düşünüp moral bozmanın bir alemi yok, şimdi; Paris her daim özgürlük ve demokrasinin eşsiz vatanıdır. T. LAUTREC’in ömrünü geçirdiği genelev; Moulin Rouge de orda ama, hem de yüzlercesiyle... Bu melek hiç durmayacak… Büyüyor yazar gözümde… Güzel güzel anlatıyor, başarılı, çok kitaplı, biraz fazla çok beyaz Türk duruyor ama ne olacaktı ömrünü sürgünlerde geçirmiş, hem de Paris’te… Bulaşır istemesen de… KİRAMEN KATİBİNler boş durmuyor, omuzlarımda. Münker mi, Nekir mi diyor anlayamıyorum ama, arkadaş senin ciddi bir sorunun var diyor, her şeyin içini boşaltıyorsun. Bunun da en çok sana zararı var, inanan insan huzur bulur, ama sen kendini huzursuz ediyorsun. İyi de… Peki peki, tamam etmeyeceğim, diyor öteki. Ben de bir birinin gözünden bakıyorum, bir birinin... Yazar neler yaşamamış ki; ilk kitabıyla Türk Dil Kurumu ödülünü alıyor, ardından çıkan kitabını sıkıyönetim toplatıyor, o da anlıyor ki ucu hapis bunun, Paris'e kaçıyor, bir zaman sonra dönüyor, gene yazıyor, gene soruşturma gene kaçış… Ne yani, Nurhak’a mı kaçsaydı ya da Gemerek’e mi? Ya da benim gibi Zigana Dağları’na kaçacak değil, gene Paris'e. Ayrıca her soruşturma kitap için iyi bir reklam… İki saat anlatıyor adam. Dinlerken utanıyorum. Sen ne Paris’i gördün, ne kitabın toplandı?.. Bak adam diyor, gümbür gümbür hem de… Sen yirmi yaşında da ben aşkın hikâyesini yazdım diyemedin, şimdi mi diyeceksin? Nasıl yazar olurmuş ki senden, iki afiş asmayla mı, üç ağacın peşine koşmayla mı, diyorum. Kendime tabi, Kirâmen Kâtibîn meleklerine çaktırmadan… Paris'te ne yapıyor yazar, üniversite okuyor, ardından üniversite de çalışıyor... E genç adam, olmaz mı hiç, canı çekmez mi? Anlattığına bakılırsa demiş zaten yargıca bir kitabı müstehcenlikle yargılanınca; yaparken suç değil de, yazarken mi suç? Ne büyük söz, ne cesaret? Yargıcı bilmem ama kitabı basan yayın şirketinin gazetesinde reklam yapan bir söyleşide bunu dediğini okumuştum. Doğru söze ne denir? Aklım isyan moduna geçmeye başladı, belki sol yanımdaki melek itiraz etti. Tuvalete gitmek de suç değildir, ama sokak ortasına şey yaparsan… Hadi be, diyor öteki melek, yazar o, işi o, anlatacak tabi. Anlatacak ki, yaşayamayan, asgari ücretle geçinen de anlasın… Gülünç olma seksi bir yerden mi öğreniriz, ördekler yüzmeyi birinden mi öğrenir sanıyorsun. Hem şimdi asgari ücretin ne işi var bu konuda, alışmışsın yoksulluk edebiyatına duramıyorsun, karıştırma yazarı dinle… Elbette Paris’in kadınları üzerine doktora çalışmasını da ihmal etmiyor yazar, çalışıyordur, helal olsun, sağlığı olsun çalışsın. Herhalde iyi bir yazar ülkesini unutmaz, hele karşı cins için duvarlara tırmanan halkını unutursan boğazından geçmez. Kitabını yazıyor, son kitabı… Sevişmeler kitabı yaşamına girip elbette aynı hızla çıkan bu kadınlara açık şükran diye yayımlanıyor biraz da... Ayılıyorum, şimdi kavrıyorum beni bunaltan eksiği… Üç saat boyunca program yöneticisi, o kadınlara getiriyor sözü, adam da biraz mahcup, yazdım diyor, yaparken suç olmuyor da yazarken mi suç, dedim savcıya yargılanırken, diyor... Bense ancak ayılıyorum, hep uyumuşum demek ki… Yazarın devletle sorunu hep buymuş, müstehcenlik. Yani vatan millet olayı değil iş… Gerçi o konu daha bir vatan millet işi ama siyaset değil… Ama öyle anlattı sanki… Ne salakmışım, ülkeme, patlayan bombalara, ölen insanlara, ütopik devrimlere söz gelecek, bana bir reçete sunulacak, yemeklerden sonra bir hafta al bir şeyin kalmaz denilecek, diye beklerken… Salon alkıştan kırılıyor... Güzel giyimli, süslü püslü, hanım hanımcık, eğitimli çağdaş bayanlar ayağa kalkarak alkışlıyor... Öyle ya yaparken suç değil de yazarken mi suç oluyor? Yapalım ve yazalım, diyoruz hep birden, elbette içimizden... Bu vatan ancak böyle kurtulur diyoruz... Ben içimden, helal diyorum, ROMA gibisiniz... Yiyin için, sevişin... ve anlatın... diyorum. Tam üç saat bu minval üzere konuşuyor yazar... Ama diyor, ben porno yapmadım, benimki erotizm... Öyle değil mi? Salondaki bayanların çoğu onaylıyor, elbette erotizm... Bir utanıyorum, bir utanıyorum yazarın karşısında... Ben erotizm de yapamadım diye değil elbet, bu dâhinin tek bir kitabını okuyamadığım için. Kitap isimleri ilgimi çekiyor. Kitabı satsın diye en çok satan kitapların adlarını mı taklit ediyor yani. Aynen değilse bile andıracak isimleri… Hem de bir değil çok kitabın, hemen her kitabın... Sonunda çıldıracak dende haset ve kıskançlıkla doluyken, nasıl oluyorsa yönetici boş bulunup sorusu olan var mı, diyor... İnanamıyorum, soru sorabilirmişiz... Meleklerimin ikisi ender bir iş yapıp işbirliğiyle beni durdurmaya çalışıyor, kim dinler. Elim yelpaze kesiliyor, mikrofon yetiştirmeye çalışıyorlar kapalı salonda şapkayla oturan bu garip tipe, yani bana... Kimin umurunda mikrofon? Sizi dinlerken diyorum, ezberimi şaşırdım, beni bağışlayın sözümde sürç-ü lisan olursa... Ne olur lütfen yıkıcı da almayın, benimki acemi merakı... Derler ya diyorum yazara, alkış kumkuması kesilen kadınlara yan gözle bakıp... “bir insanı ya merak öldürür ya da… ” Dehşet içinde pür dikkat kesilmiş salona o an kelebek düşse kıyamet gibi kanat sesi kesilirdi hava... Elbette sonraki sözcüğü bekliyorlar, ben sakin sakin, beni durmadan çekiştirip, ayağa kalk da konuş, diyen kokana kadına, herkesin duyacağı biçimde, beklediklerini değil de “kolumu bırakır mısınız,ham’fendi ?” deyince nedenini bilmeden kahkahayı basıyorlar... Bekliyorum elbet, sonra alabildiğine terbiyeli, griple daha da gürleşmiş sesimle salonu öttürerek: Siz diyorum, anladığımı kadarıyla büyük adamsınız, büyük yazar. Bu nedenle de devletin yaramaz bellediği çocuk, doğru mu efendim? Buna ne denir ki? Kafa sallıyor adam; ama gerildiğini oturduğum yerden hissediyorum... Bu adam yazar olarak nedir, okumadan bilemem ama kesinlikle zeki, bu doğru... Benim anlamadığım merak ettiğim basit konu şu; üç saattir konuşuyorsunuz, çok bilgilendik, hele kadın üzerine. Çıkar çıkmaz bir kitabınızı alacağım; ama merakımı siz giderebilirsiniz ancak... Ülkenin hali ortada. Dışarıda bombalar patlıyor, dışarıda her gün birkaç şehit cenazesi kaldırılıyor, birkaç terörist ölüsü gizlice gömülüyor, yani her durumda bu ülkenin insanları ölüyor, ne olacağı bilinmeyen bir geleceğe, hem de çok yakında, on gün sonra bir kıyamete son hız gidiyoruz... Cehennem bizi beklerken güncel siyasete yönelik tek bir söz etmeyişinizi garipsedim… Kuşkusuz sanat siyasetin emir kulu olmamalı, ama hayatı izlemeyen, insana dokunmayan, onla iletişim kuramayan hangi eylem gerçek sanat olabilir ki? Elbette sizin yazdıklarınız da, yani cinsellik de yaşamın bir parçası,hem de olmaz olmazı, tabi Bukovski’de büyük bir yazar, ama otuz kitapta hayatın hepsi bu mu? İki bacağın arası insanı ve hayatı anlatmaya yeter mi? İnsan denilenin daha kalbi var, gözü var, ağzı var, asgari ücretle doyurmaya uğraştığı beş çocuk bir de hanım, iki de ebeveyn aile var. Dışarda insanlar var, parçalanmış kan revan; "BİZİ BOMBALAR DEĞİL ASIL SİZİN SESSİZLİĞİNİZ ÖLDÜRÜYOR" diyen... Adam hoşlanmadı, hissediyorum, bana niye havayı bozuyorsun, der gibi baktı, geldi... Kusuruma bakmayın diye, dedim başında, benimki öğrenme aşkı, diye yineledim... Mecbur güldü; ama dedi, o kadar değil. Ben geçenlerde bir Fransız gazeteye “Türkiye’de yönetim kabusu… ” dedim... “Yaaa ! Biz her gün çok daha beterlerini diyoruz, beddualar arşa dayandı, tek bir yaprak oynamıyor dalında, bir şey de olmuyor; ama olsun, sizinki de saygı değer bir emek. Merakım tümüyle giderildi, çünkü devletin sizin kitaplarınızı niçin yasakladığını hep merak edecektim, ama giderildi, teşekkür ederim,” dedim. Sokakta gülüyordum, eminim ki bir daha belediye beni etkinliklerine çağırmaz; ama ben çok eğlendim. Duyunca koşacağım gitmek ne demek... Herhalde beni kovalamak için güvenlik tutmazlar. Dışarı çıkınca ilk işim vatandaşlık nomu verip yazarın son kitabını almak oldu. …SEVİŞMELER adı da denk... Kabul iyi anlatıcı; cümle kurguları sağlam, oradan oraya sıçramaları, bir bütünlük sergilemeyen paragrafları saymazsak, gerçi bunu da açıklamıştı, temasal bütünlük var yazılanda… Ama bence öyle değil, bir zorlanma var, dedik ya sevişme denilen malzeme iyi bir malzeme, ajitasyonu ayakta tutar, tavan yaparsın, filmi de satar, kitabı da, ama uygulama ve anlatma da sıkıntı vardır, en uzunu on dakika… Ondan sonra paylaşacak daha insani ve hayata dair bir şeylerin yoksa ya da sırtını dönüp uyuyamazsan o yatak sana kâbus gelebilir, sıkıntı o işte… Anlatacak bir şey de kalmaz. * 22 Ekim 2015, BURSA

  • Haydarpaşa Garı'ndan Sirkeci'ye

    Nurten B. AKSOY * Sonbaharın en güzel günleri sürerken insanın başını alıp bir yerlere gidesi geliyor; ama neyle, nereye gitmeli diye düşünürken de eski tren yolculukları geliyor aklımıza. Şöyle kuşetli bir kompartımanda çoluk çocuk, güle oynaya, sanki evimizdeymişçesine yapılan eski tren yolculukları... Şimdilerde yolculuğun tadına bile varmadan sizi gideceğiniz yerlere ulaştıracak “yüksek hızlı trenlerimiz” var; ama sinyalizasyonu var mı, rayların altı sağlam mı diye düşünürken o yolculuk bazen kâbusa bile dönebiliyor... Neyse biz bu konuyu bir tarafa bırakıp bir zamanlar “Demir ağlarla örülen” güzel yurdumuzun en güzel iki istasyonunun tarihine bir bakalım... Yani şu günlerde adlarını haberlerde çokça duyduğumuz Haydarpaşa ve Sirkeci Garlarının... 1960’lı yılların başında Mardin’den İstanbul’a “kara trenle” çoluk çocuk göç eden bir ailenin fertlerinden duyduğumuz kadarıyla korku tünelleriyle dolu olsa da eski tren yolculukları hafızalara kazınacak kadar güzelmiş. Güneydoğu’nun en uzak köşesinden başlayan bu yolculuklar genellikle Haydarpaşa Garında denizi görmenin heyecanı ve martıların selamıyla noktalanırmış. Eğer İstanbul’un Avrupa yakasına geçmekse meramınız, o zaman da sizi bir kuğu gibi süzülerek alıp karşı yakaya ulaştıracak bir vapura atlar, oradan da Sirkeci Garından bineceğiniz bir trenle Edirne’ye, hatta istediğiniz bir Avrupa şehrine kadar gidebilirmişsiniz. Gerçi şimdilerde yüksek hızlı trenlerimizle hiç inmeden denizin altından Asya'dan Avrupa'ya geçebiliyorsunuz ama ne denizin mavisini ne de o güzelim martıları görebiliyorsunuz. Neyse lafı daha fazla uzatmadan son günlerde gündemden inmeyen iki garımızın tarihinden bahsedelim. Kadıköy dendiğinde ilk aklımıza gelen isimlerden olan Haydarpaşa Garı sadece Kadıköy'ün değil, İstanbul'un da simgesidir. Anadolu'yu İstanbul'a bağlayan bu mekânın yapımına ilk olarak 30 Mayıs 1906'da başlanmış. İki Alman mimar ve 1500 İtalyan taş ustasının iki yıllık çalışması sonucunda Haydarpaşa Garı, Mayıs 1908 yılında tamamlanarak hizmete açılmış. Haydarpaşa Tren Garı yapıldıktan sonra padişah III. Selim, kendi adını taşıyan Selimiye Kışlası'nın yapımında emeği geçen Haydar Paşa'ya jest yapmak amacıyla bu mekânın bulunduğu semte "Haydarpaşa" isminin verilmesini istemiş. Bu sebeple gar binası da aynı isimle anılmaya başlanmış. Garın önemi zamanla, demiryolu ağının Anadolu'nun içlerine kadar genişlemesiyle birlikte artmış O dönemde garı işleten ve Anadolu Demiryolları olarak isimlendirilen Alman şirketi, teklif ile garın önüne bir de mendirek yaptırmış. Bunun yanı sıra Anadolu'ya giden ve oradan gelen trenlerin taşıdığı ticari eşyaların saklanması için silolar da inşa edilmiş. İlk olarak 2525 metrekarelik bir alana kurulan Haydarpaşa Tren Garı, kapandığı zaman toplam 3836 metrekarelik bir alana yayılmış; yedi yol ve dört peronla yıllarca hizmet vermişti. Doğu Ekspresi, Başkent Ekspresi, Fatih Ekspresi, Kurtalan Ekspresi gibi pek çok tren uzun yıllar boyunca Haydarpaşa'ya yolcu taşımış. Her biri 21 metre uzunluğunda 100 ahşap kazık üzerine inşa edilen ve yapımında Hereke'den getirilen açık pembe renkli granit taşların kullanıldığı Haydarpaşa Garı, tarihinde pek çok yangına maruz kalmış,2011 yılında tren yollarının yenilenmesi projesiyle de yüzyıldır sürdürdüğü tarihi misyonunu da noktalamıştı. Şimdilerde Haydarpaşa Garı bir yandan restore edilirken, bir yanda da çevresinde arkeolojik çalışmalar sürdürülmekte. II. Abdülhamid devrinde inşa edilen Sirkeci Garı ise, Avrupa Yakası'nda Sirkeci semtindedir. TCDD'nin, Haydarpaşa Garı ile birlikte İstanbul'daki iki ana istasyonundan biridir. Alman mimar August Jachmund tarafından planı çizilen şimdiki gar binasının yapımında granit mermer ve Marsilya Aden'den getirilen taşlar kullanılmış. 11 Şubat 1888 günü temeli atılan gar, 1890'da tamamlanmış ve binanın açılışını 3 Kasım 1890'da II. Abdülhamid adına Ahmed Muhtar Paşa yapmıştır. Binanın yan cephesinde garın hizmete girdiği tarih, hem rumi takvime hem de miladi takvime göre yazılıdır. İnşa edildiği yıllarda denize çok yakın olan Sirkeci Garı'nın çevresi zaman içinde büyük bir değişime uğramıştır. Gar lokantası 1950'li ve 1960'lı yıllarda tanınmış yazar, gazeteci ve diğer ünlü kişilerin buluşma noktası olmuştur. Ünlü polisiye roman yazarı Agatha Christie'nin de yolcuları arasında bulunan ve Paris'ten kalkan Şark Ekspresi uzun yıllar bu istasyona yolcu indirmiş ve buradan yolcu almıştır. Binanın ön cephesindeki anıtsal giriş kapısının iki tarafından yer alan saat kuleleri yukarıdan aşağıya doğru daralan taş kaide üzerinde yer almakta ve üç cephesinde Paris'ten getirilen kare kadranlı saatler yer almaktadır. Şimdilerde Marmaray tren hattının bir durağı olan Sirkeci Garı ülkedeki en derin tren istasyondur. Ve bizler şu günlerde bu iki tarihi gar binasının akıbetini merakla bekliyoruz

  • "Bursa'da Zaman"

    Nurten B. AKSOY * *Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi. **** Kar ve kayak deyince aklımıza ilk gelen yerlerden ve ülkemizin en bilinen kayak merkezlerinden biri olan Uludağ ve Bursa; aslında her mevsimde gezilebilecek en güzel şehirlerden biri. Kendilerine özgü sıfatlarla anılan bazı şehirler vardır ya, işte Bursa da her ne kadar son yıllarda hızla betonlaşmaya esir olsa da kendisine "yeşil" sıfatının en yakıştığı şehir. Birkaç yıl önce bu günlerde yeğenimle birlikte bu güzel şehre 3 günlük bir kaçamak yapmıştık. Yaz mevsiminin başladığı ve pandemi nedeniyle uzun bir karantinadan çıktığımız şu günlerden sonra dilerseniz Bursa'yı bir de beraber gezelim. Şehrin ismiyle ilgili pek çok söylence var. Bunlardan biri şöyle: Hazreti Süleyman bir gün Uludağ'ın tepesine gelir. Bir de ne görsün; bir yeşili var ki bakmaya, bir suyu var ki içmeye, bin türlü meyvesi var ki tatmaya doyum olmaz. Vezirine döner ''Cennet burası'' der. Kulağı ağır işiten vezir padişahın bu sözünü 'Cennet Bursa' diye anlar. Hemen mimarlara emir verilir, kısa süre içinde bu cennet yöreye bir şehir kuruverirler. O günden sonra da bu yörenin adı ''Bursa” olur. Bu söylence yanı tabi ki... Hz. Süleyman nerde, Uludağ nerde? Tarihsel olaraksa antik adı 'Prusa' olan Bursa şehri, MÖ. 7. yüzyılda şehre yerleşen ve MÖ. 327'de bağımsız bir krallık haline gelen Bithynialılar tarafından MÖ. 2.yüzyılda kurulmuştur. MÖ 185'te, Kartaca'nın yetiştirdiği büyük generallerden Hannibal'ın Kral I. Prusias'a, Prusias ve Olympus kentinin kurulmasını örgütlediği bilinmektedir. Prusias adı zamanla Prusa, sonra da Bursa'ya dönüşmüştür. 88 yılında Pontus Kralı Bithynia'ya saldırarak yenilgiye uğratmış ve bölge tamamen Roma egemenliğine girmiştir. 6 Nisan 1326'da Osman Bey'in oğlu Orhan Bey tarafından fethedilmiş, 1335 yılında başkent Bursa'ya taşınmış ve kent hızla büyümüştür. Şehirde ilk görülecek yer tabii ki kent merkezindeki tarihi Ulu Cami. Padişah I.Bayezid tarafından 1396-1400 yılları arasında yaptırılan ve şehrin sembollerinden olan 20 kubbeli cami, Türkiye’nin iç cemaat yeri en geniş camisidir. Tarihi içinde pek çok yangın ve depremle zarar gören cami, yapılan restorasyon çalışmalarıyla bugünkü halini almış. Bir rivayete göre caminin yapımı sırasında nakit zorluğu çekilip inşaat yarım kalınca Hıristiyan ve Musevi cemaatler camiye maddi katkıda bulunmuşlar. Bunun üzerine Müslümanlar da şükranlarını belirtmek için Yahudiliğin sembolü olan Davut’un Yıldızı ile Haç işaretlerinin oyulduğu taşları caminin pencerelerinden birinin üzerinde kullanmışlar. Aslında bununla anlatılmak istenen Osmanlının bütün dinlere höşgörülü yaklaşımı olmalı. Ulu Cami’nin yapımıyla ilgili bir başka söylence ise şöyle; Gölge Oyununun baş karakterleri olan Karagöz ile Hacivat’ın da caminin yapımında çalışmalarıdır. Osmanlı Devleti’nin dördüncü hükümdarı olan Yıldırım Beyazıd 1396-1399 yılları arasında mimar Ali Neccar’a devletin 100. yılına yetişmesi için bir cami yapmasını emreder. Cami inşaatında, rivâyete göre Kambur Bali lâkaplı demirci ustası Karagöz ile Hacı Cavcav lâkaplı duvar ustası Hacivat da çalışmaktadır. Tüm işçiler inşaatta var güçleriyle çalışırken Karagöz ve Hacivat, çalışmaktan daha çok birbiriyle sürekli atışırlar. Ama bu atışmalar o kadar eğlenceli olur ki işçiler, hatta civardaki halk bile inşaatın yanına gelip onları seyre dalar. Tabi ki bu oyalanmalar sebebiyle inşaat gecikir. Padişah, caminin hâlâ bitmediğini, hatta yarısının bile yapılamadığını görünce çok hiddetlenir. Hemen sorumluların bulunmasını ister. Padişahın fermanıyla Karagöz ile Hacivat’ın kellesi hemen oracıkta vurulur. Karagöz ve Hacivatı çok seven ve onların yokluğuna alışamayan Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından bu iki temaşa ustasının kurutulmuş deriden kuklalarını yapar ve perde arkasından oynatmaya başlar. Halk, bu oyunları pek sever. Böylece Karagöz ile Hacivat, Türk temaşa sanatındaki efsanevî yerlerini alırlar ve Bursa'nın sembollerinden olurlar Ortasındaki şadırvanı, duvarlarındaki çok değerli hatları, çinileri, bahçesindeki ulu çınarlarıyla görkemli bir siluet çizen caminin içinde düşlediğimiz o manevi ve mistik havayı bulmamız pek mümkün olmadı. Çünkü cami, burayı hissederek görmek isteyenlerden çok ellerindeki telefon ve selfi çubuklarıyla kendilerini göstermek isteyen şaşkın ve saygısız bir kalabalığın istilasına uğramış ne yazık ki... Ulu Cami’den çıkınca hemen yanı başındaki tarihi Kapalıçarşı'yı, Taş Hanı ve ipekleriyle meşhur Koza Hanı gezebilirsiniz. O kalabalık ve kargaşanın ortasında tarihi bulmak zor ama zarif Bursa ipeğinden yapılmış şallar biraz da olsa hayal kırıklığınızı hafifletebilir. Bursa’da gezilecek yerlerin başında gelen bir başka tarihi mekan ise Uludağ'ın kuzey eteklerinde kurulmuş olan Cumalıkızık Köyü. Konumlarından dolayı ‘kızık’ denilen, Uludağ'ın dik etekleri ve vadileri arasındaki köylerden biri olan bu şirin köy bir vakıf köyü olarak kurulmuş. Cumalıkızık’ta tarihi doku çok iyi korunmuş ve böylece Osmanlı Devleti'nin erken döneminin kırsal kesim sivil mimari örnekleri günümüze ulaşmayı başarmış. Bu özelliğinden dolayı da Unesco tarafından Bursa ile birlikte "Dünya Tarih Mirası" listesine alınmış burası. Moloz taş, ağaç ve kerpiçten genelde üç katlı rengarenk boyalı evleri, kaldırımsız, taş döşeli, çok dar sokakları ile yaklaşık 800 yıllık olan köy buram buram tarih kokuyor, ama yine sokakları dolduran ve ellerindeki telefonlardan başka bir dünyaları olmayan ve buraya sadece "köy kahvaltısı" etmek için gelen bir kalabalık o kokuyu hissetmenize engel oluyor. Bir panayır yerine benzetilen Cumalıkızık köyünden sonra daha sakin olan Yeşil semtine gidiyoruz. Bu semt eskilerin deyimiyle tam anlamıyla "ismiyle müsemma" yani ulu çınarların gölgesinde sessiz, sakin ve YEMYEŞİL bir semt. Semti taçlandıran da Yeşil Cami ve Külliyesi ile Yeşil Türbe. Yeşil Caminin muhteşem mimarisiyle birleşen sessizlik özlediğiniz manevi havayı bulabileceğiniz en doğru mekan. Bu arada yaşadığım bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Yeşil Camide huşu içinde dua ve ziyaretimizi yaparken içeriye Japon ya da Koreli olduklarını tahmin ettiğim bir turist gurubun girişine şahit oldum. 20-25 kişiden oluşan gurup bir kelebek kafilesi kadar sessiz ve nahif bir şekilde, parmaklarının uçlarına basarak içeri girdiler. Bir duvarın dibine oturarak adeta fısıltıyla konuşan rehberlerini dinlediler, selfi filan yapmadan sadece caminin fotoğraflarını çektiler ve büyük bir saygıyla arka arka yürüyerek camiden çıktılar. O insanları izlerken gözlerimin yaşardığını, boğazıma bir yumruğun oturduğunu hissettim. Ve yüksek sesle konuşan, cami içinde çığlıklar atarak koşuşturan çocuklarına sahip çıkmayan, türbelerdeki kabirlerin başında bile selfi çeken bizim insanlarımız geldi gözlerimin önüne. Bir eğitimci olarak, biz öğretmenlerin, anne-babaların görevlerini yapmadıklarını düşünerek kahroldum. Aradığımız huzuru bu güzel camide ve semtte bulmanın mutluluğuyla artık Bursalıların ısrarla görmemizi tavsiye ettiği ANIT ÇINARA gidebiliriz Uludağ'ın zirvesine yakın bir yamaçtaki İnkaya Köyünde bulunan, her biri ağaç gövdesi kalınlığındaki heybetli dallarıyla Bursa'yı adeta kucaklayan çınarın boyu 35 metre, çevresi ise 9.2 metre. Her bir dalının kalınlığı bile 3-4 metreyi bulan 600 yıllık bu ulu ağaç bir anlamda Türk tarihinin en görkemli tanığı olmanın yanında ta Osmanlılar zamanında dikilip bugüne ulaşan ''En diri çınar'' özelliğini de taşıyor. Muhteşem gün batımı manzarası ve akşam serinliğinde yudumladığınız çayların tadı ve mutluluğuyla döndüğünüz otelimizin şifalı termal sularındaki keyifle günü sonlandırdık. Bursa'nın şifalı kaplıcalarının merkezi olan Çekirge semtindeki en önemli tarihi mekan Murat HÜDAVENDİGAR Cami ve türbesi. Bu cami 1.Kosova Savaşında şehit düşen Sultan 1. Murat adına oğlu Yıldırım Bayezıt tarafından yaptırılmış. Hem caminin hem çevresinin güzelliği ve sakinliği aradığınız huzuru ve mistik havayı bulduğumuz ender yerlerden biriydi. Bu arada Yine Çekirge’de yol üstünde kabri bulunan, asıl adı Vesilet’ün Necat olan ve Hz. Muhammed’in yaşamının anlatıldığı, herkesçe bilinen adıyla Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi'nin de Bursalı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Aslında Bursa’nın görülüp gezilecek daha pek çok yeri var ama 2-3 günlük bir gezide Uludağ'a bile çıkamadan ancak bu kadar yeri görmeye vakit bulabildik. Otobüsle geldiğimiz Bursa'dan dönüşte, hem farklı bir yoldan dönmek hem de Mudanya'yı görmek istediğimiz için Mudanya Feribotunu tercih ettik. Bursa'nın sahil ilçesi olan Mudanya, mavi ile yeşilin kucaklaştığı şirin bir ilçe. Aynı zamanda Mudanya Mütarekesi’nin de imzalandığı tarihi bir yer. Her ne kadar vakit geç olduğu için Mudanya Mütareke Evini gezemesek de yerine gelmişken kısaca Mudanya Mütarekesini de şöyle bir hatırlayalım. Kurtuluş Savaşımızın son halkası olan Büyük Taarruz’un zaferle sona ermesinin ardından İtilaf Devletleri, TBMM’ye mütareke çağrısında bulunur ve görüşmeler, Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle .3 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da başlar. Görüşmelere, TBMM Hükümeti adına İsmet İnönü katılır. Antlaşmayla Ankara Hükümeti istediğini elde ederek ve tek kurşun atmadan İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya’yı işgalden kurtarır. Bu tarihi antlaşmayla, Milli Mücadele’nin askeri safhası sona erer Askeri zaferin ardından TBMM de siyasi bir zafer de kazanmış olur. Denizin kokusu ve martıların görüntüsüyle feribot saaatini beklerken Bursa'da yaşayan değerli arkadaşım, yazar Şenol Yazıcı'yla karşılaşmamız ve kısa da olsa sohbet etmemiz bu güzel gezinin bir başka güzelliği ve bonusu oldu bizim için. *İsterdim bu eski yerde seninle Baş başa uyumak son uykumuzu, Bu hayâl içinde... Ve ufkumuzu Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevî âhenk.. Bir ilâh uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette, Belki de rüyâsı bu cedlerin, Beyaz bahçesinde su seslerinin. * Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Bursa'da Zaman şiiri Mayıs 2016

  • Cengiz Aytmatov

    Nurten B. AKSOY * Ünlü Kırgız edebiyatçı, gazeteci, çevirmen, diplomat ve siyasetçi. Türk dünyasının en ünlü yazarlarından, dünya edebiyatında tartışılmaz bir yere sahip kitaplarıyla Türk kültür zenginliğini bütün dünyaya tanıtan Cengiz Aytmatov’u anlatacağız bugünkü yazımızda. 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan’daki Talas eyaletinin Şeker köyünde doğar Cengiz Aytmayov. Babası Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan’ında seçkin bir devlet adamıyken 1937’de tutuklanır ve 1938’de kurşuna dizilir. Bir Tatar kızı olan annesi ise tiyatro aktristidir. Kırgızistan’a, dağlık yörelere Ekim devriminin daha yeni ulaştığı, sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllara rastlar Cengiz Aytmatov’un çocukluğu. Bu dönemde geçmişe bağlı yaşlı kuşağın yanında, yeni düzene ayak uydurmaya çalışan genç kuşak da toplumdaki yerlerini alır ve genç Aytmatov da kolhoz tarlalarında çalışır. Çevresini, doğayı, insanları o yıllarda tanımaya başlayan yazarın gençliği sıkıntılı bir döneme rastlar. O dönemde bir yandan yeni yerleşmeye başlayan siyasî sistemle, bir yandan da savaşla mücadele etmek zorunda kalır; çünkü İkinci Dünya Savaşının SSCB üzerindeki etkileri gençleri de etkilemiş, yetişkinler savaşta olduklarından, gençlere büyük iş düşmüştür. On dört yaşında köyündeki parti sekreterliğine girer, burada tarım makinelerinin sayımı ve vergi tahsildarlığı gibi işlerde çalışır. Daha sonra Kazakistan’daki Cambul veterinerlik teknik okulunda, ardından da tarım enstitüsünde okur. Zooteknisyen olarak bütün Kazakistan’ı dolaşır. Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne geçer ve 1956-1958 yılları arasında Moskova’da okur. Aynı zamanda da bir gazeteci olarak sürekli gözlem yapar. Yazarlığa 1952′ de başlayan Aytmatov, 1959’da Kırgız Pravdası gazetesinde muhabir olur. Daha sonra Povesti Gori Stepey (Dağlar ve Steplerden Masallar) adlı öykü kitabıyla büyük ün kazanır. Bu eseri, 1963’te Lenin Ödülü’ne lâyık görülünce en genç Lenin Ödüllü yazar olur. Eserlerini, Kırgızca ve Rusça olarak kaleme alan Aytmatov, eserlerinin çoğunda tema olarak aşk, dostluk, savaş döneminin acıları ve kahramanlıkları ile Kırgız gençliğinin gelenek ve göreneklerine bağlılığını işler. Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtmış; yaşadığı coğrafyanın insanının tarih içinde kazandığı değerlerini, acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiştir. Halkının içine düştüğü zor durumları eserlerinde en güzel şekilde anlatan Cengiz Aytmatov eserlerinde kendi ifadesi ile ‘tipik insanı’ ortaya koymaya çalışmış bir yazardır. Hikayelerinde milli hafızaya ait efsane, destan, masal ve türküler ile bunların oluştuğu şartları ve insanları kullanırken, Kırgız Türk kültürünü psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, maddi ve manevi zenginliğiyle yeniden hatırlatmaya çalışmıştır. Yine hikayelerinde halkının değerlerini, dertlerini, varsa onun içindeki çürümeyi anlatan yazarın en önemli özelliği; özüne bağlılık, kendinden, halkından, coğrafyasından haberdar olma ve bunları dile getirmesidir. Eserleri Türkçenin yanı sıra 150’den fazla dile tercüme edilerek milyonlarca baskıya ulaşan Aytmatov, 1958’de Kırgız Yazarlar Birliği Prezidyumu üyeliğine, 1962’de de Kırgız Sinematografi İşçileri Birliği Birinci Sekreterliğine getirilir. Yazarlığının yanı sıra politikaya da atılan Aytmatov, Kırgızistan Meclisinde Talas Bölgesi Milletvekilliğinin yanı sıra Kırgızistan’ın Benelux Devletleri Büyükelçiliğini de yapmış, uluslararası diyalog çalışmalarıyla da tanınmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yazarları arasında yer alan Aytmatov’un kendini kanıtlamasını sağlayan kitabı Cemile olur; Louis Aragon Cemile’yi “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” olarak tanımlamıştır. Cengiz Aytmatov, “Dişi Kurdun Rüyaları” ve “Elveda Gülsarı” romanlarında, yalnız insanların değil, hayvanların da psikolojisini başarıyla anlatmıştır Romanlarında kurt ve at gibi hayvanlara yer vermiş, onlara insani özellikler atfetmiş ve bunda da başarılı olmuş dünyadaki sayılı yazarlardan biridir. Türk sinemasının başyapıtlarından biri sayılan; yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı, başrollerinde Kadir İnanır ve Türkân Şoray’ın oynadığı, 1977 tarihli “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmi, Cengiz Aytmatov’un aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Ünlü Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov, böbrek yetmezliği sonucu tedavi gördüğü Almanya’nın Nürnberg kentindeki hastanede 10 Haziran 2008 günü, ardında onlarca eser bırakarak yaşama veda etmiştir. Büyük yazarı saygıyla anıyoruz…

  • Cengiz Aytmatov / DOSYA

    maviADA Kültür Sanat Dergisi / Dünyanın en büyük yazarlarından biriydi. 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızıstan'da doğdu. Literatürün yaşadığı dönemde bu unvanı verdiği ender yazarlardan biri... Kırgızıstanlı bu dev yazar, okumayla ilgisi olan çok kişi üzerinde derin izler bırakan yapıtlar yazdı. Nesnelerle ilişki kuran büyülü dili çoğumuza okumayı sevdirdi. Toprak Ana, Cemile, Öğretmen Duyşen, Elveda Gülsarı, Beyaz Gemi... gibi 20 den fazla yapıt kaleme aldı. 10 Haziran 2008'de aramızdan ayrıldı. -CENGİZ AYTMATOV DOSYASInda yer alan tüm yazıları görmek isterseniz resme TIKLAYIN-. *II. Dünya Savaşı sonrası yazarları arasında yer alan Aytmatov, Cemile'den önce birkaç kısa hikâye ve Yüzyüze'yi yazdı. Ancak yazarın kendini kanıtlamasını sağlayan kitap Cemile oldu; Louis Aragon Cemile'yi "dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımlamıştır. Eserlerinde mitolojiye oldukça yakın durdu; ancak onunki antik anlamından farklı olarak mitolojiyi çağdaş bir zeminde sentezlemek ve yeniden yaratmaktı. Eserlerinde mitlere, efsanelere ve halk hikâyelerine göndermeler yapmıştır. Aytmatov'un bir çok eseri filme de alındı. Biz de büyük ilgi gören "Selvi Boylum Al Yazmalım" onun yapıtıdir. Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz tarafından yönetilen, başrollerinde Kadir İnanır ve Türkân Şoray'ın oynadığı, 1977 tarihli film, Türk sinemasının başyapıtlarından biri olarak sayılır. Yazarın 1970 yılında yayımlanan YOL ARKADAŞI romanından uyarlanmıştır. 1966'dan sonra eserlerini hep Rusça kaleme almıştır. Eserleri 176 dile çevrilmiştir. maviADA için onu daha da değerli yapan bir yönü de vardı: Bir dönem maviADA'nın yakın dostu oldu, bir etkinliğimize gelmeye söz verdi, dosya çalışmamızda yer aldı. Dosya çalışmamız sayesinde maviADA, DÜNYA LİTERATÜRÜNDE , FAN KULÜPLERDE ve KIRGIZISTAN'ın adına yaptığı resmi sitede yer aldı. Site AYTMATOV'un resmi sitesi olup aslı KIRGIZCADIR, ama geogle TÜRKÇEYE ÇEVİRMEKTEDİR. www.aytmatov.org sitesine girip görülebilir. * 10 Haziran 12. ölüm yıldönümünde kendisiyle ilgili bir maviADA'da DOSYA çalışması yapılacaktır. Bu çalışmada maviADA 2006 YAZ sayısında yer alan bizzat Aytmatov'un yanında yerli yabancı çok sayıda yazar ve bilim adamının katıldığı DOSYA'nın yanında yıllar içinde olan yeni katılımları da okuyabilirsiniz. İsteyen herkes bu çalışmaya katılabileceği gibi isteyen de maviFORUM'da Aytmatov ya da eserleriyle ilgili çalışmaları, notları, düşünce ve yorumlarıyla katkıda bulunabilir.

  • Burası Agora Meyhanesi

    Nurten B. AKSOY * Onur ŞENLİ Diye Biri 1890’da Rum bir kaptan olan Asteri, Balat çarşısında bir meyhane açar. Meyhanesine de Rumca “meydan” anlamına gelen “Agora” adını koyar. Meyhane, masa yerine kullanılan dev fıçıları ve ucuz şaraplarıyla kısa zamanda ün yapar. Ama meyhanenin adının duyulmasına ve ününün artmasına neden olan olay, yıllar sonra İzmir’de yaşanan buruk bir aşk hikayesi için yazılan bir şiir olur. Dillerden düşmeyen Agora Meyhanesi şiirini 19 yaşında kaleme alan ve pek çok şiire imza atan şair Dr. Onur Şenli, geçtiğimiz günlerde yaşama veda etti. Hem şairimizi rahmetle analım hem de geçmişte yaşanan umutsuz aşklara tercüman olan bu şiirin öyküsünü hep birlikte okuyalım Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum beş yüz mumluk ampullerin karanlığında Onur Şenli 1940 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelir. İlk, 0rta ve lise eğitimini Ankara, Afyon, İstanbul ve İzmir’de tamamlar. Ege Üniversitesinde başladığı tıp eğitiminin ilk yarısını yirmi yılda, ikinci yarısını ise üç yılda tamamlayarak doktor olur, doğu illerinde yıllarca görev yapar. İzmir Namık Kemal Lisesi’nde okuduğu yıllarda dayısının yanında kalmaya başlayan Onur Şenli, Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin kurucularından olan babası Sabahattin Şenli’nin telkiniyle de musiki dersleri alır. O yıllarda güzel şiirler yazan delikanlı, aynı zamanda güzel şarkı da okur. Şarkı haline gelerek ününe ün katacak Agora Meyhanesi şiirinin ortaya çıkışını da yine bir şarkı tetikler. Saatlerdir boşalan kadehlere Şarkılarını dolduruyorum Tabağımdaki her zeytin tanesine Simsiyah bakışlarını koyuyorum Ve kaldırıp kadehimi Bu rezilcesine yaşamaların şerefine içiyorum. Onur Şenli bir aile dostlarının evine misafir olarak gitmeleriyle başlayan öyküyü, şöyle anlatır: 'Babam ‘Bizim oğlan çok güzel şarkı okur’ deyince ben kalkıp Selahattin Pınar’ın ‘Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek’ diye başlayan Selahattin Pınar’ın hicaz şarkısını okudum. Misafir olduğumuz aile de ortanca kızlarının sesini övdü. O kız da gözlerini benden ayırmadan ‘Seni sevmem de haksız, sevdim demem de haksız / Fakat neden insafsız, simsiyah bakışların’ tangosunu okudu. Kızın şarkıyı okurken bana bakışlarından fena halde çarpıldım. Bu tanışıklığa rağmen çok fazla görüşemedik. Hemen sonra okullar kapanınca onlar bir süreliğine başka bir kente gitti. Burası Agora Meyhanesi Burda yaşar aşkların en madarası Ve en şahanesi Burda saçların her teline bir galon içilir Gözlerin her rengine bir şarkı seçilir O sırada ikimizin de tanıdığı başka bir kız bana aşık olduğunu söyledi. Ben bu teklifi kabul etmedim. Ancak okullar açılıp sevdiğim kız İzmir’e döndüğünde, sanıyorum bu meseleyi öğrenerek benimle görüşmek istemedi. Ona bir mektup yazmaya karar verdim. Şaraba bulaştığım zamanlardı, sarhoş bir şekilde eve geldim ve mektuba, ‘Sana bu satırları bir sonbahar gecesinin felç olmuş köşesinden yazıyorum’ diye başladım. Sonra arkası geldi. Mektup bittiğinde kendi kendime ‘Bu şiir oldu yahu’ dedim.” Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir Burası Agora Meyhanesi Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası Onur Şenli, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde okurken fakülte bünyesinde çıkarılan Neşter isimli edebiyat dergisine yayınlanmak üzere şiirler gönderir. Sevdiği kıza yazdığı şiiri, dönemin modasına uyarak İngilizce bir isimle “The Night, Wine and Love” (Gece, Şarap ve Aşk) başlığıyla dergiyi hazırlayan Oktay Dikmen’e ulaştırır. Ancak Dikmen, başlığın çok uzun olması nedeniyle mizanpajda sorun yarattığını söyleyerek şiirin içinde tekrarlanan ‘Agora Meyhanesi’ni şiire başlık yapar. Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı Boşalan ellerimde kahreden bir hafiflik Bu akşam umutlarımı meze yapıp içiyorsam Elimde değil Bu da bir nevi namuslu serserilik Dergi matbaaya baskıya gittiğinde aynı matbaada basılan Ege Ekspres Gazetesi’nde sanat yazıları yazan Şadan Gökovalı, tesadüfen şiiri görerek çok beğenir ve gazetedeki sayfasına taşır. Böylece şiir, Neşter Dergisinden önce gazetede yayımlanır. O dönemde elden ele dolaşan şiir, ülke çapında birçok şiir dergisinde yayınlanır. Yayınlandıktan sonra da kulaktan kulağa yayılıp dillere dolanır, genç kızların hatıra defterlerine girmeye, mısraları duvar yazısı olmaya başlar. Şiirinin bu kadar ünlü olmasına şaşıran Onur Şenli, uzun bir süre bir şiirin, şairini aşmış olmasına tepki duyar ve şiirini “şairini aşmış şiir” olarak niteler. Dışarda hafiften bir yağmur var Bu gece benim gecem Kadehlerde alâim-i semaların raks ettiği Gönlümde bütün dertlerin hora teptiği gece bu “Şimdiki aklım olsa ‘kan tüküren mesut insanlar’ gibi arabesk laflar etmezdim” diyen Şenli o dönemde şiirine duyduğu olumsuz duygudan kendisini “Agora Meyhanesi Türk edebiyatında tezat sanatının en etkili kullanıldığı şiirlerden biridir” diyen Ataol Behramoğlu’nun kurtardığını anlatır. Şiirinde geçen “kan tüküren mesut insanlar, beş yüz mumluk ampullerin karanlığı, gönlümde bütün dertlerin hora teptiği gece” dizelerinde tezat sanatını yoğun biçimde kullandığını anlatır. Cama vuran her damlada seni hatırlıyorum ve sana susuzluğumu birazdan şarkılar susar, kadehler boşalır umutlar tükenir, mezeler biter Onur Şenli, şiirde anlatılan Agora Meyhanesi’nin hayal ürünü olduğunu, o dönemde İzmir’in Agora semtindeki kokoreççi meyhanelerinden esinlenerek bu ismi kullandığını anlatır. “İçkiye bulaştığımız 1955-1960’lı yıllarda Agora semtinde kokoreççi meyhaneleri vardı. Basmane Camisinden Hatuniye Camisine giderken sağlı sollu meyhanelerdi. Ama tabelasında Agora Meyhanesi yazan bir yer yoktu. Geceleri bekçi düdüğü sonrası bu meyhanelerin kepenkleri indirilir içeride şiirler okunurdu. Biraz sonra bir mavi ay doğar tepelerden Bu sarhoş şehrin üstüne Birazdan bu yağmur da diner Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma Onur Şenli, 1968’in sonlarına doğru bir arkadaşından şiirinin şarkı olarak bestelendiğini, Gönül Yazar’ın bu şarkıyı plağa okuduğunu ancak kendi ismimin hiç zikredilmediğini duyar. Hemen sonra gazetelere verilen ilanda İsmet Nedim’in bestelediği parçanın sözlerinin oyuncu Suphi Kaner’e ait olduğu yazmaktadır. Bardağı taşıran bu son olay üzerine Onur Şenli avukatları aracılığıyla hemen dava açar ve uzun süren dava sonucu müteselsil borçlu olarak Gönül Yazar, Onur Şenli’ye 66 bin lira maddi ve manevi tazminat ödemek zorunda kalır. Mendilimdeki o kızıl lekeye de boş ve Yarın gelir çamaşırcı kadın Her şeyden habersiz onu da yıkar Sen mesut ol yeter ki ben olmasam ne çıkar Çok sonraları İstanbul’da bir taksi şoföründen Agora Meyhanesi isimli bir meyhane olduğunu duyan şair, 2006 yılında bir toplantı sırasında Aysel Gürel’den Balat’ta tarihi bir Agora Meyhanesi olduğunu ancak kapandığını öğrenir. Merak edip hemen oraya gider, Komşulardan anahtarını bularak içeri girer ve içeri girince büyük şaşkınlık yaşar. Çünkü burası şiirinde anlattığım gibi sekiz köşeli bir meyhanedir. Bir köşede bulduğu tabelanın üzerindeyse 1890 yazmaktadır. Onur Şenli, varlığını bilmediği bir meyhaneyi yazmış olmasına çok şaşırır. Dedim ya burası agora meyhanesi Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer Burası agora meyhanesi Burası kan tüküren mesut insanların dünyası O yıllarda şarkıyı duyanlar, şarkıdaki Agora Meyhanesinin burası olduğunu düşünerek Balat’taki Agora Meyhanesi’ne akın ederler. Zamanla öylesine ünlü bir mekan olur ki bu meyhane, birçok filmin meyhane sahneleri burada çekilir. Müzeyyen Senarların, Zeki Mürenlerin içli sesi eşliğinde Fikret Hakanları, Ayhan Işıkları, Sadri Alışıkları, Türkan Şorayların yanı sıra daha nice meyhane tutkunlarını ağırlar. Doktor ve şair Onur Şenli ise arkasında kitap haline gelmemiş pek çok şiir, şarkı sözü ve onurlu bir yaşam bırakarak 8 Eylül 2017 tarihinde yaşama veda eder. Kendisini saygıyla anıyoruz…

  • Melekler Köyü-Arnavutköy

    Nurten B. AKSOY * İstanbul koca bir metropol; her gün biraz daha kalabalıklaşan, ihanete uğrayan, trafiğiyle insanları çileden çıkaran, “mezar taşlarına” benzeyen gökdelenleriyle bir beton yığınına çevrilerek güzellikleri katledilen koca bir metropol… Bütün bu olumsuzluklara karşın yine de tüm dünyanın gözünü güzelliklerinden alamadığı bir geçkin güzel… İstanbul’u gezmenin her mevsim farklı bir güzelliği var, ama uzun tatil nedeniyle şehrin nispeten sakin olduğu, sarı, pembe ve kırmızının mavi ve yeşile karıştığı, yaz mevsiminin hala hükmünü sürdürdüğü, sonbaharın en güzel günleri olan şu günler gezmek için en uygun zamanlar… İşte böylesi bir günde rotamızı Boğaz’a, Boğaz’ın incisi Arnavutköy’e çevirdik. Gelin bu tarihi ve gizemli semti birlikte gezelim… Beşiktaş’tan yola çıktığınızda Ortaköy’ü ve Kuruçeşme’yi geçtikten sonra tarihi yalıları ile sizi karşılayan Arnavutköy, sahildeki balık lokantaları, kafeleri ve bir baştan bir başa uzanan sahili ile hemen her mevsim Boğaz’ın keyfini çıkartabileceğiniz bir semt. Arnavutköy, sonradan eklenen kimi çirkin yapılardan nasibini alsa da tarihi evleri, merdivenli sokakları, parke taşı döşeli dar yolları, mimari zenginliği ve balkonlardan sarkan, kapı önlerini süsleyen rengarenk çiçekleri ile bir masal şehri kadar güzel. Boğaziçi’nin Avrupa yakasında Beşiktaş ilçesinin sınırları içinde kalan, köklü ve tarihi yapısı ile ünlü olan bu mahallenin (Gaziosmanpaşa’nın bir beldesi olan Arnavutköy’le karıştırılmamalı) Kuruçeşme ile Bebek sahilinden tepelere doğru yükselen, arka sınırı Etiler ve Ulus’a kadar uzanır. Boğazın Anadolu yakasındaki Kandilli, Kanlıca ve Vaniköy semtleri gibi Arnavutköy de yalıları ve henüz betona yenik düşmemiş tepeleriyle otantik yapısını koruyan bir yerleşim yeridir. İlkçağda çevresinde bulunan kireç ocaklarından dolayı adı Hestai olan Arnavutköy, Bizans döneminde Roma Konsülü Promotos’un bölgeye villa inşa ettirmesi üzerine Promotu, MS 6. yüzyıldan itibaren de Anaplus olarak adlandırılmış. Rivayete göre; büyüklü küçüklü çok sayıda kilise ve ayazmanın bulunduğu bölgeye Konstantinos tarafından yaptırıldığı söylenen ve Boğaziçi’ndeki önemli ibadet yerlerinden biri olan Ayios Mihael Kilisesinin yaptırılması ve Başmelek Mihael’in mozaik bir ikonasının da burada saklanması nedeniyle bölge Melekler Köyü diye de bilinirmiş. Osmanlı döneminde idari yönden Galata Kadılığına bağlı olan, Cumhuriyet dönemindeyse Beşiktaş ilçesine bağlanan Arnavutköy, önceleri birkaç ayazması olan küçük bir Boğaz köyüyken İstanbul’un fethinden sonra çevreye yerleştirilen Arnavut asıllı yeniçerilerden dolayı Osmanlı döneminden beri Arnavutköy olarak anılmaya başlanmış. Bizans döneminde üzüm bağları, Osmanlı dönemindeyse çileğiyle meşhur olan Arnavutköy’ün tepelerindeki koruların Osmanlı sultanlarının hasları olduğunu ve 16. Yüzyıldan sonra bağları ve bahçeleriyle bir mesire yeri olarak ünlendiğini yazar kaynaklar. 19. Yüzyılın ortalarına kadar nüfusunun çoğunluğunu Rum ve Musevilerin oluşturduğu; bakımlı, güzel, canlı bir Rum köyü olarak bilinen Arnavutköy, Osmanlının son dönemlerinde meyhaneleri ve eğlence yerleri dolayısıyla Küçük Beyoğlu olarak da adlandırılır. Sultan II. Mahmut döneminde Müslümanlar da buraya yerleştirilmeye başlanır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Arnavutköy’den bahsederken “Ekmeğinin ve peksimetinin beyaz, Yahudilerinin zevk sahibi ve ehl-i saz, Rum Hıristiyanlarının kavmi-i Laz, Cemaat-i Müslimin'in ise gayet az” olduğunu yazar. Ayazmaları, bağları, bahçeleri, koruluklar arasındaki köşkleri, sahil boyunca dizilen yalıları ile meşhur eski Arnavutköy’ün çehresi günümüzde tümüyle değişmiştir. 1960’lı yıllardan sonra Ortaköy’den Arnavutköy’e uzanan yol, çok dar olduğu ve ihtiyaca cevap veremediği için, önce deniz tarafındaki binaların büyük bölümü yıkılarak otobüslerin geçtiği yol sahil yolu haline getirilir. Bu sırada ahşap binalar yıktırılarak yerlerine beton binaların yapılmasına da başlanır. Bir dönem yangınlar, daha yakın dönemde yapılaşma ve betonlaşma ile mücadele eden semtin görünümü böylece hızla değişir 1980 sonrasında, sahil yolunun genişletilmesi sırasında denizin içinden geçirilen ‘kazıklı yol’ sayesindeyse yalılar da ‘yalı’ olmaktan çıkar. Arnavutköy’ün doğal güzelliklerinin yanında en önemli güzelliklerinden biri de sahilde bir zamanlar eteklerini denizin okşadığı güzelim yalılar ile görkemli köşklerdir. İşte bu köşklerden biri; Arnavutköy yalılarının en büyüğü olan Ayvaz Paşazade yalısı (Ali Vafi Köşkü olarak da bilinir) ilk olarak Ermeni bir bankerden 1915 yılında Giritli Ali Vafi Bey tarafından satın alınır. İki büyük cihannüması ve onların da her iki yanında cihannümaların yavruları gibi duran iki küçük ışıklığı olan yalı Arnavutköy’ün en büyük yalısıdır. Yalının arkasında da Ali Vafi Korusu bulunur. 1919’da çıkan bir yangın sonucunda yanan yalı, 1980’li yıllarda aslına uygun olarak yeniden inşa edilir. Arnavutköy Satış meydanında 1899 tarihlerinde inşa edilen kilisenin, 16. Yüzyılda zengin Rumlar tarafından iyileştirici gücü olduğuna inanılan baş melek Mikail’e ithaf edildiği bilinmektedir. Bizans döneminde bu kilise ile ilgili bilgiler olmasına rağmen, kilise üzerinde bu dönemi anlatan bir kitabe yoktur. Yapının birçok kez tahrip olduğu ve tamir edildiği bilinmektedir. Bugünkü kilise 1896-1899 tarihlerinde inşa edilmiştir. Yapının kitabesinde Muzuros Paşa tarafından yapıldığı okunmaktadır. Arnavutköy semti sahil yolunda, polis karakolunun hemen yanında yer alan ve Osmanlı Döneminden kalan tarihi Tevfikiye Cami, “Arnavutköy Camii” veya “Akıntı Burnu Camii” olarak da bilinir. Mülkiyeti Vakıflar İdaresine ait olan ve mimarı bilinmeyen camiyi Sultan II. Mahmut’un (Henüz Müslüman halkın olmadığı semtte, kışlada bulunan Müslüman askerlerin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için) oğlu Şehzade Tevfik adına yaptırdığı söylenir. Yapımına 1832 yılında başlanan camii 1838 yılında ibadete açılmıştır. “İzzetabad Kasrı” ya da halk dilinde “Boyalı Köşk” olarak bilinen yapı, Sadrazam Safranbolulu Hacı Mehmed İzzet Paşa için 1791’de set üzerinde inşa edilir. Yedi yıl sonra yanan ve tekrar inşa edilen köşk, Sultan III. Selim ve II. Mahmut tarafından da kullanılır. Sultan Abdülmecid devrinde 1840’larda yıktırılıp, bu defa da Sultan II. Mahmut’un torunları Feride ve Seniye Hanım Sultanlar için tekrar inşa edilir. 1968’de satılan köşk, 1975’te yıktırılarak yerine Vezir Sitesi kurulmak istenir, ancak değişen Boğaziçi İmar Yasası buna izin vermez. 1989’da el değiştiren arsada 1992 yılında İzzetabad Kasrı yeniden inşa edilir ve ilk olarak 1791’de yapılan bu sade ve şık kasır, 1992’den bu yana Boğaz’daki görüntüsünü sürdürmeye devam eder. Kısaca tarihinden söz ettiğimiz bu güzel semti gezmeye, sahilinde demli bir çay içerek ve boğazdan geçen gemileri, vapurları... izleyerek başlayın. Daha sonra sahili bırakıp ara sokaklara girin, dik yokuşlardan, merdivenli yollardan çıkarken karşınıza çıkan muhteşem ahşap köşkler, o köşklerin oyma süslemeleri, pencerelerinden sarkan rengarenk sardunyaları sizi bir rüya alemine götürecek. Belki de o ahşap evlerin birinden size gülümseyerek el sallayan Türkan Saylan'ın silüeti size el sallayacak... Hepinize iyi gezmeler...

  • BAHARI YAŞAMAK

    Nurten B. AKSOY * "Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider..." Her ne kadar Cahit Sıtkı; yukarıdaki dizelerde yazdığı gibi "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder." dese de bu hesabın tutmadığını şairin yaşam öyküsüne baktığımızda anlıyoruz. Yetmiş yaşına kadar yaşayacağını hesaplayan Tarancı ne yazık ki kırk altı yaşında hayata veda edivermiş. Yani yaşam bizim istediğimiz biçimde gitmiyor; ne doğmak elimizde, ne de ölmek. Günün birinde bir çığlıkla geldiğimiz dünyadan, hiç haberimiz olmadan çekip gidivereceğiz bir gün. Arkamızda gözü yaşlı sevgililer, ağıtlar bırakarak. Aslında sık sık aldığımız ölüm haberleri, ölümün ne kadar yakınımızda olduğunu hatırlatmıyor mu bize, ya da ölüm kendini hiç unutturuyor mu? Bir bakıyorsunuz hain bir terör olayında, bir bakıyorsunuz bir trafik kazasında, bazen bir hastane odasında, bazen sıcacık yatağınızda, ama hep yanı başımızda ölüm... Gençlik yıllarında bir ölüm haberi duyduğumuzda hemen yaşını sorardık ölen kişinin. Ellili veya altmışlı yaşlarındaysa "eh, az da yaşamamış" derdik. Oysa şimdi aynı yaşlarda ölenlere; "vah vah, daha gençmiş" diyerek hayıflanıyoruz. Çünkü zaman da ömür de göreceli; zamana göre, kişiye göre değişiyor sürekli. Mademki ölüm bu kadar yanı başımızda, böylesine yakın bize, öyleyse kalan ömrümüzü niye heba ediyoruz ki... Şöyle bir düşündüm de ömrümüzün en güzel günlerini hep bir şeyleri kovalayarak, ya da birileri için yaşayarak geçiriyoruz. İşimiz, ailemiz, tutkularımız, hırslarımız en güzel yıllarımızı alıp gidiyor elimizden. Tam kendimize geliyor sıra, biraz da kendimiz için yaşayalım derken veda vakti gelip çatıyor. Şimdilerde yeni bir baharı yaşıyor, ardından da gelecek güzel yaz günlerini bekliyorsak, hayata bakışımıza da yaşamımıza da yenilikler getirsek olmaz mı? Örneğin geçmişteki öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı unutmaya çalışsak, "birileri ne der ki" düşüncesini silip atsak kafamızdan, gülümsemeyi, "GÜNAYDIN" demeyi, selam vermeyi, “SENİ SEVİYORUM” demeyi öğrensek yeniden. Empati yapabilsek, kızıp öfkelenmeden önce; hırslarımızı, kinlerimizi bir yana bıraksak... Belki diyeceksiniz ki "bunca olumsuzluk, çirkinlik yaşanırken nasıl olacak o dediğin?" Marifet orada değil mi zaten. Her şeye rağmen hayata gülümseyerek bakabilmekte değil mi marifet? Yarından tezi yok, bir deneyelim öyleyse. Önce kendimizi severek, kendimize selam vererek başlayalım güne. Bindiğimiz otobüsün şoförüne selam verelim, gördüğümüz sokak komşumuza gülümseyelim, ayağımıza sürtünen kedinin başını okşayalım, yeşeren yaprakları, açan rengarenk çiçekleri, düşen yağmur damlalarını seyredelim yürürken, martılara ya da kedilere el sallayalım. Belki de hayatın hâlâ ne kadar güzel olduğunu fark ediveririz, kim bilir? "N'eylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında... Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında… " Mademki ölüm hepimizin başında, hem de yanı başında; öyleyse o saltanatı musalla taşına bırakmayalım, yaşarken sürelim, dolu dolu yaşayalım elimizde kalan günleri.

bottom of page