top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Bir Şiir ve Gün Batımında İnsan Manzaraları

    Nurten B. AKSOY * Şeytan dağında bir mağarada Duydum büyücü bir kadın varmış, Aşka inanmayan taş kalplileri Büyüler, büyüler de kara sevdalı yaparmış Yüreğimde yenilginin acısı Yollandım şeytan dağına Az gittim, uz gittim nihayet bir akşamüstü Vardım büyücünün mağarasına Dedim ki bir halden bilmeze düştüm, Al bütün varımı yoğumu, Bir büyü yap da anlasın Sevdanın ne yaman şey olduğunu İki yürek oydu taştan, Attı bulanık bir suya Üç vakit sonra gel diye Seslendi bir kör kuyuya Üç gün, üç ay. üç yıl bekledim Nihayet bir akşam üstü çalındı kapım O kendini bilmez deli dolu kız Ne haller düşmüştü Allahım ! Kara gözlerinde şimdi Kara gecelerin acısı vardı Ağladı kapandı ayaklarıma Sev beni, sev beni diye yalvardı Git dedim istemiyorum artık Biraz da sen öğren ağlamasını Geceler boyu duy bir yol Yalnızlığın kahreden acısını. İnanmayın dostlar, inanmayın… Ne büyü var ortada ne de büyücü Yıllardır kendimi avutmak için Uydurdum bu yaşanmamış öyküyü… Erdoğan ALKAN

  • Beni Kör Kuyularda

    Nurten B. AKSOY * Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın. Genellikle melankolik dizeleriyle tanıdığımız Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yaşamı da tıpkı dizeleri gibi melankolik kesitlerle doludur. “Önce şunu belirtmek yerinde olur, benim hayatım roman değildir. Baştan başa şiirdir benim hayatım, şiirdir ve aşktır. Köhne dünyayı 1926 yılında şereflendirdim. Daha doğrusu çilem 1926 yılında Tarsus’ta başladı.” Diye anlatmaya başlar yaşam öyküsünü. Şiir sevgisi çocukluğunda başlayan Ümit Yaşar, anne ve babasının da etkisiyle 9-10 yaşlarında şiir yazmaya heveslenir. Çocukken evlerinde şiir okunması, annesinin çağın ünlü ozanı Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini ezbere bilmesi, evlerinin duvarlarında ünlü şairin çerçeveli bir fotoğrafının bulunması, babasının Faruk Nafiz’i “evin ikinci adamı” olarak görmesi Ümit Yaşar’ın küçük yaşlarda şiire ilgi duymasının nedeni olur. Bak dünya ne güzel, bu sitem niye, Ettim ben adımı sana hediye. Mutluyum ey oğul babanım diye, Çarptırma hicvinle cezaya beni… Lütfi Oğuzcan Baba Lütfi Oğuzcan’ın dizelerinde oğluna sitem etmesinin nedeni, Ümit Yaşar’ın sık sık intihara kalkışmasıdır. Söylenenler göre Ümit Yaşar yirmi üç kez, kendi sözlerine göre de üç kez intihara kalkışır ve ne yazık ki bu ruh hali nedeniyle evde huzur kalmaz. Oğuzcan’ın şiirlerinde, aslında yaşadıklarının etkisi çok büyüktür. Bunca duygulu aşk şiirleri yazmasına rağmen, çokça intihar etmeye teşebbüs edecek kadar  karamsar bir ruh haline sahip olan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bu yaşamı, büyük oğlunu da olumsuz yönde etkiler. Babasının hayata bakış açısı ve bunu uygulama çabası, Vedat Oğuzcan’ın da aklında ‘intihar’ fikri oluşturur. Evde sürekli Ümit Yaşar’ın başarısız intihar girişimleri, bunun acı sonuçları konuşulur hale gelir ve ne yazık ki bu ruh hali nedeniyle kimsede huzur kalmaz. Nihayet 1973 yılının bir haziran gününde on yedi yaşındaki oğul Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi’ne çıkarak kendini aşağı bırakır… Rivayet odur ki, cansız bedeni yerde yatarken avucundaki kağıtta bir not yazılıdır: “Baba intihar öyle edilmez, böyle edilir!” Bu olay, şairin ruh dünyasında tamiri mümkün olmayan hasarlara yol açar ve o zamandan sonra Ümit Yaşar kendini “Acılar Denizi” olarak tasvir eder. 6 Haziran 1973 Pırıl pırıl bir yaz günüydü Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam düştü o gün Galata Kulesinden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünün baharında Bütün umutlarıyla birlikte Paramparça oldu Bir adam benim oğlumdu… Gencecikti Vedat Işıl ışıldı gözleri İçi bütün insanlar için sevgiyle doluydu Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa Kendini bir anda bıraktı boşluğa Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün Zaman durdu Bir adam düştü Galata Kulesinden Bu adam benim oğlumdu “Açarken ufkunda güller alevden” Çıktı, her günkü gibi gülerek evden Kimseye belli etmedi içindeki yangını Yürüdü, kendinden emin Sonsuzluğa doğru Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel Bir fincan kahve, bir kadeh konyak Ölüm yolcusunun son arzusu buydu Bir adam düştü Galata Kulesinden Bu adam benim oğlumdu Küçüktü bir zaman Kucağıma alır ninniler söylerdim ona “Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni” Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat 6 Haziran 1973 Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini Bu nankör insanlara Bu kalleş dünyaya inat Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona “Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”… Hayatını, duygularını şiirlerine yansıtma konusunda usta olan şair; bu acısını yine dizelere dökerek yenmeye çalışır. İşte Vedat’ın ölümü üzerine yazdığı ve üstad Münir Nurettin Selçuk tarafından bestelenen ve geçtiğimiz günlerde yaşama veda eden TİMUR SELÇUK tarafından seslendirilen “Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın” şiiri, şairin bestelenmiş şiirlerinin en sevilenlerindendir...

  • Müzik Ruhun Gıdasıymış

    Nurten B. AKSOY * Müzik sevgisinin insanlara genlerinden geçtiğine inanıyorum. Ailemin büyüklerinden öğrendiğim kadarıyla dedem, yani annemin babası Girit'teyken çok güzel keman çalarmış, düğünlerde sanatçılara eşlik edermiş kemanıyla. "Mübadeleden" sonra da Erdek'te devam etmiş keman çalmaya. Tabii ben dedemi hiç görmedim, bunlar duyduklarım; ama annemin o içli ve güzel sesiyle söylediği şarkılar hâlâ kulaklarımdadır. "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına" şarkısını okurken gözleri dolardı hep, sanki acılarla dolu yaşamını anlatırdı şarkıyı söylerken... Ve sonra hepimiz şarkıdaki gibi bir rüzgara tutulduk, savrulduk bir yerlere... İlkokul yıllarımda hep okul korosuna seçilirdim; vatan, bayrak sevgisini anlatan çocuk şarkıları okurduk büyük coşkuyla. Sonra ortaokul ve ergenlik yıllarında romantik şarkılar mırıldandık plakların eşliğinde Sezen Aksu'dan, Nilüfer'den, Berkant'tan... Üniversiteye başladığımda belki de edebiyat okumamın etkisiyle Türk Müziğine yöneldi ilgi ve sevgim. Türkülerden şarkılara, ilahilere her tür müziği büyük bir zevkle dinler ve mırıldanır oldum. Arkadaşların evinde toplanır kanunlar, udlar eşliğinde klasik şarkılar söylerdik Dede Efendi'den, Hacı Arif Bey'den ve Münir Nurettin'den... Yetmişli yıllarda Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin adeta ikinci mekanı olan Kubbealtı Cemiyetinin bir korosu vardı. Haftanın belli günlerinde bu koroya ben de katılırdım pek çok arkadaşımla, Allah ömürler versin Yusuf Ömürlü hocamız çalıştırırdı bizi. Ne büyük bir zevk ve şevkle söylerdik şarkılarımızı... Sonra yıllar geçti, müzik ve edebiyat sevdalısı bir adamla evlendim. İnce ruhlu, şair ve musikişinas... Yeni evimizin her yanı o dönemin pek moda olan 78'lik ve 33'lük plaklarıyla doluydu. Ama dikkatimi çeken bir şey vardı ki ilk zamanlar az da olsa kıskançlık duymama neden olmuştu. Evdeki plakların büyük kısmı Serap Mutlu Akbulut'a ait plaklardı ve evin baş köşesinde de sanatçının, eşimin adına imzaladığı çok güzel bir fotoğrafı duruyordu. Ve bir gün, o dönemde TRT Antalya Radyosu Müdürü olan eşim, Serap Mutlu Akbulut'un bir konser için Antalya'ya geleceğini müjdeledi büyük bir coşkuyla. Aslında için için kıskansam da çok merak ediyordum bu güzel insanı ve nihayet konser öncesi tanıştık kendisiyle. Öylesine zarif, güzel ve sıcak kanlı bir insandı ki Serap hanım, görür görmez kendisini sevmiş ve içimdeki kıskançlık duygusu da yok olmuştu. Sonra köprülerin altından çok sular geçti; acı tatlı bir sürü şey yaşandı, ama benim müzik aşkım hiç bitmedi. Evde, okulda bazen sokaklarda, parklarda hep sevdiğim şarkıları dinledim ve mırıldandım kendi kendime. 2005 yılında Antalya'dan İstanbul'a geldiğimizde radyoda TRT'nin TSM Gençlik Korosuna sınavla öğrenci alınacağını duydum. Çocukluğundan beri bir müzik sevdalısı olan ve gitar çalan oğlum Emir'i sınavlara girmesi için teşvik ettim. Emir sınavı kazandı ve koro çalışmalarına başladı TRT'de. İşin en ilginç ve güzel yanıysa Koro şefleri Serap Mutlu Akbulut'tu, yıllar sonra tekrar karşılaşmış ve sarılmıştık birbirimize. Emir TRT'ye devam ederken bu arada ben de Cenan Vakfı Türk Sanat Müziği korosuna katılmaya başladım. Büyük bir zevkle devam ettiğim koroyu evime çok uzak olduğu için iki yıl sonunda bırakmak zorunda kaldım. Aslında yeni bir arayış içindeydim, ama çevremdeki Türk Sanat Müziği korolarının hiçbiri içime sinmiyordu bir türlü. Ve sonra bir gün, sosyal medyada gördüğüm bir duyuruyla yüreğim hop etti. Serap Mutlu Akbulut evime çok yakın olan Caddebostan'da koro çalışmaları yapıyordu. Hemen gidip kaydoldum ve sevgili hocamla yollarımız bir kez daha kesişti yıllar sonra. Emir'le birlikte üç yıl devam ettiğim korodan, taşındığım yeni evime uzak olduğu içim üzülerek ayrılmak zorunda kaldım ne yazık ki. Ama sevgili Serap hocamla dostluğumuz ve görüşmelerimiz hep devam ediyor. Bu vesileyle kendisine sağlıklı ve mutlu uzun ömürler diliyorum. Aslında müzik tutkumu anlatmak için başlamıştım yazmaya; ama nereden nerelere geldim. Evet müziği hala çok seviyorum ve şu sıkıntılı günlerimizde ruhumuza huzur verecek en iyi ilaç olduğuna inanıyorum

  • Kırmızı Mektep

    Nurten B. AKSOY * Bugün İstanbul’un özellikle de Haliç’in en görkemli ve gizemli binası olan Fener Rum Okulunu, halk arasında bilinen adıyla, Kırmızı Mektebi tanıyıp gezelim hep birlikte. Doğal güzelliği ve tarihi mirası ile anlata anlata bitirilmeyecek İstanbul’un Tarihi Yarım Adasını çevreleyen Haliç’in bir başka deyişle Altın Boynuzun en görkemli binası olan Kırmızı Mektep görkemli görünüşü nedeniyle çoğu kez aynı semtte olan Patrikhaneyle karıştırılır. Oysa Patrikhane sahildeki mütevazı bir ahşap binadadır. Orta çağdan kalma bir kaleye benzeyen heybetli yapısı ve özellikle kızıl rengiyle Haliç’in her iki kıyısından görünen bu görkemli binanın tarihi İstanbul’un fethinden hemen sonra başlar. Bugünkü adıyla Fener Rum Lisesi olan okul İstanbul’un fethinden önce faaliyet gösteren Patriklik Akademisinin bir devamı olarak bilinir. Fatih Sultan Mehmet’in 1454 yılında İstanbul’un fethinden sonra şehirden ayrılan Ortodoksları, şehre geri çağırmasıyla kurulan okul, Osmanlı dönemi boyunca birçok önemli kişinin yetişmesini sağlamış. Lise yüzlerce yıllık tarihi içerisinde “Patrikhane Akademisi”, “Büyük Rum Halkının Müzesi”, “Şehirlerin Kraliçesinin Müzesi”, “Kırmızı Okul”, “Mektebi Kebir”, “Birinci Akademi”, “Kuru Çeşme Rum Halkı Müzesi” gibi birçok isimle adlandırılmış. Kuruluşundan beri Patrikhanenin himayesinde pek çok binada eğitimine devam eden okul nihayet 1883 yılında, bugün eğitim verilen binasına taşınmış. Fener Rum Lisesinde bulunan büyük kütüphane ve arşiv sayesinde okulun tarihçesi, okulda görev yapmış müdürler ve idarecilerin listesine görev yaptıkları tarihlerle birlikte ulaşılabilmekte. Fener Rum Lisesi, 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun dört bir yanından gelen Ortodokslara iyi bir eğitim vermek amacıyla önemli çalışmalar yapmış. Bu dönemde okul, burada yaşayan Rum azınlığın manevi ve kültürel merkezi olmuş, adı da “Osmanlı İmparatorluğu’nun İlk Edebiyat Akademisi” olarak değiştirilmiş. Okuldan mezun olan kişiler de Rum ve Osmanlı toplumunda üst düzey yöneticilik başta olmak üzere birçok aktif görevde bulunmuşlar. Fener Rum Lisesi’nin bugün içerisinde bulunduğu görkemli kırmızı bina 1881 yılında yapılmaya başlanmış, 1883 yılında da tamamlanmış. Patrik III. İoakim’in görev yaptığı bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki zengin Rumlardan toplanan bağışlarla “Yedi Tepeli Şehrin” beşinci tepesi üzerine kurulmuş. Mektep Avrupa’da da birçok şato yapan meşhur mimar Konstandin Dimadis tarafından inşa edilmiş. Binanın yapım masrafı 17.210 altın lira tutmuş. Okulun arsası Moldovya Prensi olup bu okuldan mezun olan ve dönemin tanınmış simalarından şair, yazar ve tarihçi Dimitri Kantemir’e aittir. Kuş bakışı bakıldığında kanatlarını açmış kartala benzeyen bina taştan yapılmış olup dış cephesi Marsilya kırmızı tuğlasından ve granit taşından inşa edilmiş. Marsilya’dan gelen kırmızı kiremitler ise artık okulun süsü gibi olmuş. Hava koşullarına ve tüm diğer dış etkenlere karşı dayanıklı olarak yapıldığı için de yıllara meydan okumuş. 3020 metrekarelik bir kullanım alanına sahip olan bina üç katlı olup bir de muhteşem bir manzaraya sahip kuleden oluşur. İstanbul’a ve özellikle Haliç’e nazır bu kuleden şehir seyredilebildiği gibi bir aralar kuleye konan teleskoplarla gökyüzü de keşfe çıkılırmış. Okulun en gösterişli mekanlarından biri olan kulede bir zamanlar astronomi eğitimi veriliyordu. Okulun en görkemli bölümü hiç şüphe yok ki meşhur tören salonudur. Tavan ve duvar süslemeleri orijinal hallerini korumaktadır. Özellikle duvarlarda Yunan tarih ve edebiyatının meşhur isimlerinin resimleri bulunmaktadır. Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu, bugün Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Azınlık okulları statüsünde diğer resmi okullarla aynı müfredata sahip bir eğitim merkezidir. Resmi okullardan farklı olarak bazı dersler Yunanca anlatılmaktadır. Rum azınlığın giderek azalması nedeniyle öğrenci sayısı azalan okul eğitim ve öğretime halen devam etmektedir.

  • Hilmi Yavuz ve Şiirlerinden Seçmeler

    Nurten B. AKSOY * Akşamın Yarısında Herkes öteki gibi duruyor… akşam da durduğu yerde durmuyor artık; Yolcu yolu kuşatıyor durmadan; Kapanıyor ‘Zaman’ denen karanlık… Hiçbir şeyde yok gibi ve her şeyde var; Sıkışmış birileri ara yerde; Kalbim! Durma yetiş eski yazlara! Nedense bir durgunluk var saatlerde… Her şey nasıl da bütündü bir zaman: Şimdi bahçe eksik, güllerse yarım; Kar yağar, hüzün bile yok… Ve nerdesiniz, Ah, evet nerdesiniz, yok saydıklarım? 14 Nisan 1936’da İstanbul’da doğan Hilmi Yavuz, Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bıraktı. İngiltere’ye giderek bir müddet BBC’nin Türkçe bölümünde çalıştı. Yollar ve Zaman Sen bir yalnızlığı koşup gittin de Bir yerde buluşulur diye, belki de… Elbet buluşulur orda, o yerde… Bir hüzün töreniyle kutlanır Bulunur bir şeyler ve saklanır Saklanan zaman mı yoksa yol mudur? Aranır bahçelerde ve şiirlerde Kim bilir ki dündür, olgundur kalbimiz Yollarsa her zaman biraz küskündür Yokuşlarda ve inişlerde… Zamandır seni sardığım kumaş Bekledin, örtülsün ki yavaş yavaş… Erguvandın, kayboldun dile gelişlerde Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri, gazete, dergi ve ansiklopedilerde çalıştı. Saygın üniversitelerde hocalık yaptı. Ay Doğar Ay doğar Bir ay doğar umarsız gözlerinden Bir ay batar bedir Allah Ya kara bir kırbaç gibi vur beni küheylânlara Ya beni öldür Allah Dünyada Nerede olursa olsun dünyada Senin umarsız gözlerin Kanlı bir avuç zehir Bir de yangınlı yaz akşamlarıyla bir gelir Ya da Senin umarsız gözlerin Mahzun eşkıya ateşleridir Tutuşur rüzgârlı bayırlarda İlk şiirleri Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan “Dönüm” dergisinde yayınlandı. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazan Hilmi Yavuz, sonraki yıllarda gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği bir düzey sergiledi şiirlerinde. Yalnızlık Bir Tarihtir Yalnızlık bir tarihtir ikimiz Dururuz odalarda bir giysi gibi En kalın soluklarla çekiyor ipi Kim bilir kimlere kalmışlığımız Yalnızlık bir tarihtir… sen misin Bir geçmişi sürüp giden ak turna? Ya benden önceydi ya da çok sonra Bir halk türküsüne gül olan sesin Yalnızlık bir tarihtir onlarla Gök dediğin iki kuşun arası Ey ilk yazlı gülüşlerin sonrası Ansızın donuyor gül, bakışlarda… İslam mistisizmi ve özellikle de tasavvuftan yararlanarak kendine özgü bir sözcük dağarcığı geliştirdi. Şiire çok emek veren, az ve zor yazan sanatçı 20 yılda sekiz şiir kitabı çıkardı. Doğunun Bebeleri Doğunun bebeleri taş bebek Değildir; say ki onlara cefa İnce yaralı bir gömlek Ve ninniler en çok akşamları zor Say ki onlar ağlarken lor Say ki gülerken çökelek Doğunun bebeleri taş bebek Değildir; yaşmaklı Siirt’i Kınalı Van’ı Sılayla gerdeğe girercesine Geçip gurbetin çobanı Ölüm, güz üşüşür yüzlerine Ay, gecenin şark çıbanı Doğunun bebeleri taş bebek Değildir; acıyı trahom, Gündüzü emek Gülüyse bir gelecek için kullanır Say ki anaları ova, babaları dağ Ve emzikleri tüfek Şiirlerini kapalı bir anlayışla, çeşitli imgeler ve mecazlarla kaleme alan şairin yazdığı şiirlerinin “Güzel mısralar haline dökülmüş bilmeceler” olarak adlandırılması da bundandır. Yolculuk ve Gül nerde o sarısabır, safran ve sarı sesi akşamın? duymak sanki bir gülün yolculuğu gibidir bahçeden sana doğru; gelsin, bilsin ve sensin, yağdığın o yağmuru alıp gidensin işte, daha ergin bir yaza… bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa yaşlı yazlarla dolu… orda, elbet o çölün ortasında yabansı, ürkek ve sanki garip bir şeyler duyuyorum… sesler, şeyler? ölünün son gördüğü o gülü çağrıştıran, -nedense… ben yine bahçemleyim, bu belki kendimleyim mi demek? yolcu ten’dir, eğer yollar bedense… Yahya Kemal’den sonra Divan şiirine en çok yönelen ender sanatçılardandır. Büyük bir geleneğimizin olduğunu düşünen sanatçı, şiirlerinde Divan ve Halk şiirinden esintilere yer vermiştir. Deneme türünde de önemli eserleri vardır. Bütün O Aşkları Yazdı Da Ne Oldu Bütün o aşkları yazdı da ne oldu Gülleri çocukları denizleri tuttu da elinden Hep bir ceviz yaprağı gibi belirdi ince yüzü Bırakılmış gemilerin su kesimlerinden…

  • Ümit Yaşar Oğuzcan'dan Taşlamalar

    Nurten B. AKSOY * (22 Ağustos 1926, Tarsus - 4 Kasım 1984, İstanbul) Hayatı Tarsus'ta doğan şair, 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesi'ni bitirdi.[1] Ardından Türkiye İş Bankası'na bankacı olarak girerek Adana, Ankara ve İstanbul'da çalıştı. Halkla ilişkiler müdür yardımcısı görevinde iken hizmette otuz yılını doldurunca kendi isteğiyle Haziran 1977'de emekliye ayrıldı. İstanbul'da kendi adını taşıyan bir sanat galerisi kurdu. Kariyeri Şiir hayatına 1940'ta Yedigün şairleri arasında başlayan ardından 1975 yılında 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınır. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973 yılında büyük oğlu Vedat Oğuzcan'ın vefatı üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yönünden yöneltti. * TAŞLAMALAR Ümit Yaşar Oğuzcan denince aklımıza, “biraz lirik, biraz romantik, bazen de depresif ve duygu yüklü” şiirler gelir. Oysa çoğumuzun gözünden kaçan bir yanı daha vardır Ümit Yaşar’ın. O duygusal bir şair olduğu kadar güçlü bir eleştirmen, bir hiciv (taşlama) şairidir aynı zamanda. Yaşadığı yıllarda devlet adamlarını, politikacıları ya da toplumun ve kişilerin bozuk, aksak yönlerini alaycı bir dille dizelerinde dile getirmiştir. Şairin 1966 yılında yayımlanan “Taşlamalar” adlı kitabından derlediğimiz bazı şiirlerini okuyunca, aradan elli yıl geçmesine rağmen bu dizelerin günümüze ne kadar uyduğunu ve geçen yıllara karşın hiçbir şeyin değişmediğini şaşırarak göreceksiniz... Aynalar ve İnsanlar Şu dünyada bütün gördükleri Hile Menfaat İkiyüzlülük Yalan İnsanlar namına Utanıyorum aynalara bakmaktan… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** İnsanlar ve Eşitlik İnsanların yarısı ıstırabı yaratır Çeker ıstırabı kalan yarısı Bir gün İki yarım eşit olur bir yerde Istırabı yaratanlar da ölür Çekenler de… *** İnsanlar ve Para Ataların önce güneşe tapardı Sonra putlara tapar oldular Sen de Eskiden bir Tanrı’ya tapardın Sonra paraya tapar oldun... *** İnsanlar ve Hayvanlar Yalan söyler dilleri yok Çalan, döven elleri yok Görgüleri, tahsilleri yok İftira etmezler Dedikodu bilmezler Şu zavallı hayvanların İnsana benzer halleri yok… *** Küçükler ve Büyükler Küçükler un gibi olmuş Toz toz, kepek kepek… Bu memlekette büyükler Değirmen taşı demek… *** Kadınlar Nışantaşı’nda bir kadın Birini sevdi Duydular, Hoş gördüler, alkışladılar… Çemberlitaş’ta bir kadın Birini sevdi Duydular, ayıpladılar, Dedikoduya başladılar… Taşlıtarla’da bir kadın Birini sevdi Duydular, Gırtlağına kadar Gömdüler toprağa kadını, Taşladılar Taşladılar… *** Sabır Taşı Her taşın altında yalan Her taşın altında menfaat Her taşın altında rüşvet Sabır taşından insanlar Ve taş kesilmiş bir memleket… *** İnsanlar ve Şeytan Şeytan insanı arayıp buldu İnsan şeytanı arayıp buldu Ve şimdi İnsan Tanrı’yı arıyor Tanrı insanlarını... *** Köleler ve Efendileri Kimden çıkarın varsa Onun kölesi oldun Kimin senden çıkarı varsa Onun da efendisi Kölelik ayrı yakıştı sana Efendilik ayrı Üzülme Yakışmayan beyefendilik olsun... *** Küçük İnsan Küçük, küçücük bir insandı Büyüklerin yanında Artık büyük, çok büyük bir insan Daha küçüklerin yanında… *** Nefes Bilgin yetiştiriyor güya başka milletler Kaç yüz bilgine bedel ukalalar bizdedir Tıbba meydan okuyup şifa buldu illetler Nefesi ilaç gibi evliyalar bizdedir… *** Masal Çocuktuk, masal dinlerdik Büyüdük, masal dinliyoruz Yaşlanınca masal anlatacağız Torunlarımıza İnanacaklar Masal olduğunu unutacaklar Ve bir gün Biz de birer masal olacağız Anlatacaklar… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** Dünkü Çocuk Çocukluğunun kıymetini bil Bir gün dünkü çocuk olacaksın Gençliğinin kıymetini bil Bir gün giden gençlik olacaksın Olgunluğunun kıymetini bil Bir gün delik deşik olacaksın Yaşlılığının kıymetini bil Bir gün rahmetlik olacaksın… *** Sıfır Sıfırdan başladı Daha sıfır, daha sıfır Şimdi çok sıfırlı bir servetin sahibi Hâlâ sıfır… *** Diş ve Tırnak Dişinden arttırdın Tırnağından arttırdın Zenginsin işte, Ne olacak… Bir gün Ne dişin Ne tırnağın kalacak… *** Şampiyon Ansızın parladı yıldızı Birbiri ardınca Bütün engelleri geçti Rekor üstüne rekor kırdı Şimdi Siyaset merdiveninin Son basamağında Pot kırıyor… *** Atlayışlar Ömrü atlamakla geçti Doğdu kucağa atladı Büyüdü uzağa atladı Yoruldu yatağa atladı Ve bir gün gerildi gerildi Bir avuç toprağa atladı Rahatladı… * Derleyen: Nurten Bengi Aksoy

  • Halil CİBRAN

    Nurten B. AKSOY * ÇOCUKLAR Çocuklar sizin çocuklarınız değil, Onlar kendi yolunu izleyen hayatın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler Ve sizinle birlikte olsalar da, sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. Çünkü ruhlar yarındadır. Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları Kendiniz gibi olmaya zorlamayın. Çünkü hayat geriye dönmez, Dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise, Sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür. Ve o yüce gücü ile yayı eğerek, Okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin. Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar, Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever. * Halil Cibran (Khalil Gibran) Lübnan asıllı ABD vatandaşı şair ve yazar, filozof, ressam (D. 6 Ocak 1883, Bişşeri / Lübnan – Ö. 10 Nisan 1931, New York / ABD). Osmanlı İmparatorluğu kontrolündeki Kuzey Lübnan’ın Bişerri semtinde Hıristiyan Maruni mezhebine bağlı bir ailede doğdu. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle resmi bir eğitim alamadı. Köy papazından Süryanice ve Arapça dillerinin yanı sıra dinin temel esasları ve İncil dersleri aldı. 1895’te annesi ve kardeşleriyle Amerika’ya göçerek Boston’a yerleşti. Burada göçmen çocuklarına ayrılmış bir sınıfta okula başladı. Kara kalemle yaptığı çizim ve resimler öğretmenlerinin dikkatini çekti ve Cibran'ın yaratıcılığını fark eden öğretmeni Cibran'ı fotoğrafçı ve yayıncı F. Holland Day'e tanıştırdı. Halil Cibran’ın evrensel sanatla tanışması eğitimiyle ilgilenen hamisi olan fotoğraf sanatçısı Fred Holland Day sayesinde oldu. Fred Holland sayesinde yaptığı resimler kitap kapağı olarak yayımlandı. 1904 yılında el-Muhacir adlı gazetede deneme türündeki ilk edebi ürünlerini yayımlandı. İlk çalışmasında kafesteki bir kuşu betimledi. Bu makale ‘Vizyon’ adını taşımaktadır. Halil Cibran genç şair olan Josephine Preston ile tanıştıktan sonra onunla duygusal olarak yakınlaştı. Genç şair yazarımıza ‘genç ermişim benim’ diye hitap etmekteydi. Halil Cibran’a esin kaynağı olan bu sözcükler Ermiş kitabının yazılmasında büyük rol oynadı. 1923 yılında yayımlanan Ermiş adlı başyapıtı 26 şiirden oluşmuş karma şiir denemelerini içerir. El Mustafa adlı bir kahinin 12 sene boyunca kaldığı Orphalese şehrinden ayrılarak evine gitmek üzereyken bir grup halk tarafında durdurulur, burada hayat üzerine çeşitli diyaloglar kurulmuştur. Ermiş kitabında el Mustafa hakikati temsil etmektedir. Diyaloglarda da halka öğretilerini sıralamıştır. Halil Cibran’ın Ermiş kitabı özellikle Avrupa’da Amerika’da 68 kuşağının elinden düşürmediği kitaplar arasında yer almaktadır. Ünlü Amerikalı şarkıcı Elvis Presley Halil Cibran’ın eserlerine hayranlığıyla bilinirdi. Çoğu zaman O’nun kitaplarını ücretsiz dağıtmıştır. Halil Cibran daha sonraki eserlerinde kadın hakları konusunu ve ruhban sınıfına eleştirilerini kaleme almıştır. Yazdığı bu eserler yüzünden gençleri zehirlemesi ve tehlikeli, ihtilalci bulunması bahane gösterilerek kilise tarafından aforoz edilmesine neden olmuştur. Amerika’da birçok aşk serüvenleri yaşadı. 1923 yılında Mısır’da yaşayan Arap yazarı Mey Ziyade ile mektup yoluyla ilişki kurdu ve yaşamının sonuna kadar Mey Ziyade ile mektuplaşmayı sürdürdü. Halil Cibran ve Mey Ziyade birbirlerine karşı derin bir aşk beslemelerine ve bir araya gelme imkânına sahip olmalarına rağmen ne birbirlerinin sesini duydular ve ne de bir kez olsun bir araya geldiler. Mektuplar soylu sevdalarını taşıdı. Aşkın çok özel bir halini yürekten yaşadı. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressam idi. Resimlerinin bazıları günümüzde dünyanın birçok şehrinde sergilenmektedir. Yaşamının yaklaşık son yirmi yılını ABD'de geçiren yazar, ölümüne kadar kaldığı bu ülkede eserlerini İngilizce yazmıştır. Halil Cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez 1923 yılında basılan Nebi adlı eseri, toplam 26 adet şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır. El Mustafa adındaki bir kahinin 12 sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken bir grup halk tarafından durdurulması ve ana kahraman ile halk arasında insanlık ve hayatın genel durumu hakkında geçen konuşmalar kitabın kendisini oluşturmaktadır. Cibran'ın bu kitapta El Mustafa isimli şahsa verdiği bu isimle peygamber Hz.Muhammed'i işaret ettiği ihtimali büyüktür. Ermişin Bahçesi Halil Cibran'ın Ermiş kitabının devamı niteliğindedir. Türkçeye çevirisi R.Tanju Sirmen tarafından yapılmıştır. Yayın yılı 1999. Cibrân Halîl’in edebî hayatı üç devrede ele alınabilir: Sosyal sorunlarla ilgilendiği dönem (1905-1908), baş kaldırı, şüphecilik ve güç konularına eğildiği dönem (1908-1918), barış, sevgi, zarafet, zihin berraklığı ve iç dinginliğinin hâkim olduğu dönem (1918-1931). Cibrân edebî kimliğinde kör taklitten uzak durmuş, insanı toplumun kurbanı haline getiren Doğu gelenekleriyle özden çok kabuğa önem veren Batı uygarlığı ve materyalizmine karşı çıkmış, cahil erkekler, israfa ve ahlâkî çözülmeye mâruz kalmış kadınlar, Makyavelist politikacılar, bilimde ilerlemiş, insanlıkta geri kalmış uygarlıklar karşısında ilkeli bir duruş ortaya koymuştur. Onda sosyal sorunları belirleyip çözüm önermeyen sosyal eleştiri, çözümsüzlükler ve düzelmezlikler karşısında karamsarlığa kapılarak doğaya kaçış eğilimi gibi nitelikler de gözlenmiştir. Cibrân ayrıca parantez içi anlatımlar (istitrat), tekrar, ıtnâb, istiare, teşbih, tezat gibi sanat öğelerinin, lafız ve terkiplerdeki armoni, yalınlık, akıcılık ve sembolizmin egemen olduğu nesirsel şiir üslûbuyla özdeşleşmiş, bu üslûp Cibrân üslûbu olarak da anılmıştır. Onun mistik anlayışında Ebü’l-Alâ el-Maarrî, İbn Sînâ, Gazzâlî ve İbnü’l-Fârız’ın tesirleri bulunduğu gibi fikir ve sanat dünyasının oluşmasında da birçok Batılı yazar etkili olmuştur. Cibrân’ın el-Mevâkib’inde beşer türünün doğasının temiz olduğu, medeniyetlerin onu kirlettiği, insanın temiz ve saf haline dönmesinin gerektiğini savunması J. J. Rousseau’nun etkisiyledir. İnsanoğlu Îsâ adlı eserinde Îsâ’nın ilâh değil insan kimliğini ve biyografisini ele alması Ernest Renan’ın tesirine bağlanır. Demʿa ve ibtisâme’sinde kalbin akıldan önce geldiği ve deliliğin aklın son aşaması olduğu fikri İngiliz ressamı William Blake’ten gelmiştir. Yine tabiatın bir parçası olarak insanın özgürlüğünü savunan Ralf Waldo Emerson, romantik şair John Keats ve Friedrich Nietzsche de Cibrân’ı etkileyen fikir ve sanat adamlarıdır. 1931 yılında Amerika’da 48 yaşındayken siroz ve tüberkülozdan öldü. 1932’de Cibran’ın cenazesi doğum yeri Bişerri’ye gönderildi ve küçük bir kilisenin bahçesine defnedildi. * Derleyen: Nurten B. AKSOY

  • Erguvanlar Gittiler

    Nurten B. AKSOY * "Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden /Geriye sadece erguvanlar kaldı.” demiş Hilmi Yavuz erguvanları anlattığı şiirinde ve şöyle açıklamış; erguvanın ömrünün ne kadar kısa olduğunu. “Zamanın geçiciliğini, her şeyin o aydınlıkta neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar olup bittiğini, ancak erguvandan öğrenebiliriz. Ne kadar kısa sürer erguvanın çiçeklenmesi ve ölümü!” Evet, ilkbaharın en güzel anlarını yaşadığımız şu günlerde şehrin henüz betona yenilmediği sırtlarında, bahçelerinde o muhteşem renkleriyle arz-ı endam eden erguvanlardan bahsedeceğiz. Yaşadığınız o koca apartmanların, otoyolların içinde bu güzelliği göremiyorsanız en azından öyküsüyle ve şiirlerle size anlatalım istedik erguvanları… Erguvan (Cercis siliquastrum) baklagiller familyasından, 10 metreye kadar boylanabilen, tek gövdeli, yaprak döken, çalı görünümünde bir ağaççıktır. Gençken kırmızımsı-mor daha sonra mavi-yeşile dönen çiçeklerinin 3-6 tanesi bir arada bulunur. Bu çiçeklerin bir önemli özelliği de toprağa azot bağlamasıdır. Erguvan, yapraklanmadan önce havaların ısınmasına bağlı olarak nisan ayı sonuyla mayıs ayı başında yalnızca birkaç haftalığına, baharın müjdecisi kabul edilen morumsu pembe renkte çiçekler açar. Erguvan, İstanbul’u, özellikle de İstanbul Boğazını bahar aylarında kendine has mor rengine büründürdüğünden İstanbul’un simgesi sayılır. Erguvan, ayrıca yüzyıllar boyu Bursa şehrinin de simgesi olmuştur. Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezit’in damadı Anadolu erenlerinden Emir Sultan’ın her yıl erguvan açma mevsiminde Bursa’da müritleriyle buluşması nedeniyle 14. yüzyıldan itibaren düzenlenmeye başlanan erguvan şenlikleri, şehrin ekonomisine olumlu etkilerinden dolayı 19. yüzyıla kadar gelenek olarak sürdürülmüştür ve günümüzde de sürdürülmeye devam etmektedir. Erguvanla ilgili mevcut en eski bilgiler Hz. İsa dönemine aittir. Hristiyan Batı kültüründe sık sık işlenmiş trajik bir hikayesi vardır erguvan ağacının: Havarilerinden biri olan Yahuda, Son Akşam Yemeğinden sonra İsa’yı 30 gümüş karşılığında Sanhedrin adı verilen meclise bildirerek Hz. İsa’ya ihanet eder ve sonra da pişman olur. Bu pişmanlık Yahuda’yı ölüm düşüncesine sürükler; kendini erguvan ağacının dalına asar. Bu hain adamın alçaklığını sindiremeyen erguvanın önceleri beyaz olan çiçekleri utancından kırmızı/pembeye dönüşür. Bundandır ki, Latince ismi cercis siliquastrum olan erguvan ağacına Hıristiyanlar Yahuda (Juda) ağacı derler. Yine Hıristiyan inanışına (İncil’e) göre Hz. İsa çarmıha gerilmeden önce Romalı askerler tarafından üzerine erguvani elbiseler giydirilmiştir. Bunun sebebi, Roma’da erguvan renginin imparatorluk rengi olmasıdır. Bir Roma imparatorunun babası imparator ise, çocuk erguvan renkli örtüler arasında doğacağından, ona “porfirojenet yani erguvanlar içinde doğmuş” denilirdi. Romalı askerler Hz. İsa’nın göğsüne “Yahudilerin Kralı” yaftasını asmadan önce onunla alay etmek için erguvan giydirmişlerdir. Osmanlı sultanlarının da erguvan ağacını sevdiklerini biliyoruz. I. Mahmud, 1735 yılında İzmit, Karamürsel ve Yalakabad kazaları naiblerine gönderdiği bir ferman ile saray bahçesine dikilmek üzre ‘çınar, dişbudak, ıhlamur ve ergavan [erguvan] ve ahlat’ ağacı gönderilmesini buyurmuştur. Bunu, Ahmed Refik’in, ‘Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı’ adlı çalışmasından öğreniyoruz. “Gün bitti. Ağaçta neşe söndü. Dallar ateş oldu, kuş da yakut, Yaprakla kuşun parıltısından Havzın suyu erguvana döndü.” Diyen Ahmet Haşim dallarda ateş olup havuzun suyuna akseden görüntüyü erguvanlaştırmıştır şiirinde. “Beklemem fecrini leylaklar açan nisanın, Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın. Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım, Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım.” dizeleriyle Yahya Kemal de bahçelerden uzak geçen bir ömrün hüznünü iliklerine kadar duyup özlemezmiş gibi görünerek Boğaz yamaçlarında erguvanların hasretini yüreğine gömmüştür. ”Düşünceli yürürken bir yol dönemecinde Çıkacak önümüze beyaz dallarla bahar… Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu, Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar” dizeleriyle erguvanı resmeder bir şiirinde Ziya Osman Saba. Erguvan moru, doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, zenginlik ve güç belirtisi anlamına da gelmiştir. Bu nedenle Bizans döneminde imparator dışında hiç kimsenin mor pelerin takmadığı rivayet edilir.

  • KIRIK KALEM

    Nurten B. AKSOY * Bizim kuşak kalemi kağıdı pek sever, nasıl sevmesin ki... Kurşun kalemlerle sarı yapraklı defterlere yazmıştık ilk sevda şiirlerimizi. Sonra rengarenk kalemler, süt beyazı yapraklı ciltli defterler çıktı... Biz yine yazdık sevda şiirlerimizi, anılarımızı... Kilitli minik hatıra defterlerimize döktük içimizi, sırrımızı paylaştık sayfalarla... Zaman geçti, büyüdük iş güç sahibi olduk, ama kalemle kağıttan hiç kopmadık; çünkü onlar bizim yazgımızdı. Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda yazılı sorularımı büyük bir özenle el yazımla hazırlar, sonra sınıfta öğrencilere yazdırır ve sınavları öyle yapardım. Zamanla teksir makinaları çıktı, "aman ne kolaylık" diye pek sevindik biz öğretmenler ve hazırladığımız soruları istediğimiz kadar çoğaltıp öğrencilerimize dağıtıverdik. Öğretmenliğimin ilerleyen yıllarında sağ elimden geçirdiğim bir ameliyat yüzünden yazım bozulmuş, bir edebiyat öğretmenine pek de yakışmayan bir hal almıştı, oysa bir öğretmen her şeyiyle olduğu kadar yazısıyla da örnek olmak zorundaydı öğrencilerine. İşte bu kusuruma eşimin el yazısı yazan daktilosu çare oldu, artık yazılı sorularını onunla hazırlayıp fotokopi yaparak öğrencilerime dağıtmaya başladım. Çok yaygın olmadığı için, böyle bir daktilonun varlığından habersiz öğrencilerim de; "Hocam yazınız ne kadar güzel" diye yazıma övgüler yağdırırlardı. Ben de hiç bozuntuya vermez, mütebessim bir şekilde teşekkür ederdim. "Zamanla nasıl değişiyor insan" dediği gibi şairin, zamanla neler değişmiyor ki... Meslek yaşamımın son yıllarına doğru bilgisayarla tanıştım, ama ne tanışma! Klavyeye dokunmaya çekinir, tuşlara basmaya korkardım, internet yaygınlaşmamıştı, pek çok okulda yoktu henüz. Bilgisayarları soru hazırlamak için daktilo yerine kullanmaya başladık önceleri... Sonra internetle tanıştık, tıpkı "Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" sözündeki gibi artık özgün soru ya da özgün ödev hazırlama devri bitmiş, her şey internetten hazır "indirilmeye" başlanmıştı. Tabii bu furyadan ben de nasibimi aldım, ne kadar yadırgasam da... Neyse ki bu kolay öğretmenlik dönemim çok uzun sürmedi, 32 yıllık öğretmenliğimi emeklilikle noktaladım. Ama emeklilikle birlikte can sıkıntıları artıp boş zamanlar çoğalınca bu sefer bilgisayar kullanmayı çocuklarımın da yardımıyla yeniden keşfedip, kolayca kullanmaya başladım. Bir zamanlar "Bilgisayarın başından kalkmıyorsunuz" diye sitem ettiğim çocuklarım, şimdi bıyık altından gülerek "internet kuşu" der oldular bana... Çok da haksız sayılmazlar, çünkü artık internet yaşamımızın bir parçası... Onunla yatıyor, onunla kalkıyor; orda okuyor, orda yazıyor orda izliyoruz dünyayı ve yaşamı... Her ne kadar güzellikleri ve çirkinlikleri bu sanal alemde yaşıyor olsak da ben o kağıt kalemle haşır neşir olduğum günleri çok ama çok özlüyorum...

  • At Avrat Silah-Ahmet Erhan

    Ahmet ERHAN * Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun Sırtımdan kaç güneşi aşırtarak yürüdüm, yok. Damarlarımdaki alkolü kolonyayla sildim. Yok, yükseklik korkumu dirseğimle dürterek Kentin bütün üstgeçitlerinden geçtim Evlerde kabuk bağlayan yaralarımı dışarıda rüzgar örseliyor Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun Yok sevgilim, olamadım, içkilere daha bir dadandım. 1182734 mesai saatlerinde aranılacak, yok. Artan her günüm sanki ölüme ekleniyor... Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun Kiraz dalına asılmış bir mendil gibi kaldım Bekliyorum tarihin kaçınılmaz fırsatlarını Yok sevgilim, duasız bir din arıyorum, yok. Leyli bir uyku, alnı örselenmemiş bir insan Gece yatıya gelen bir umut, gündüz giden bir ehli müslüman Yağıyorum durup durup bütün yağmurlarımı. Türklerin anayurdundayım, yalnızım, alkol yok. Savunduğum her şeyin savunmaya geçtiği, Tanrım. Yok, boğulsam cezir oluyor, yaşasam med. Artık evcil olan kelimeler aranıyorum; Oda, pipo, kitap, çocuk, ev, aile, iş, otobüs. Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun Ancak otuz üç gün üç gece ağlasam avunurum Yok, Küçük Asya'dayım, ninem Rum, dedem yüzbaşı. Kanım A Rh pozitif, çok bira içince negatifleşiyor. Yok sevgilim, bilemedim iki taşı çatıp bir yapı kurmayı. Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun Kanım çekiliyor dünyayı böyle düşündükçe Yok, sanki durup dururken saçlarım seyreliyor. Sıcak oldu, genleştim, konformist filan oldum. Yenik bir hayvan büyütüyorum koynumda, yok. Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun At, avrat ve silah, su, ateş ve toprak. Bütün dinleri böyle kandırarak dinimi buldum Öldüğüm gün davula üç kez vurulacak, tören yok. Kalbim bir ayrılığı çalıyor kampana, tren. Yok, seni istasyonlarda kaç kere öptüğümü sayamıyorum. Atım öldü, avradım beni sevmiyor, silahım suskun 365'le 35'in çarpımı neyse ona göre kurdum kendimi Ondan ötesini ister eksilt ister çoğalt Devrim misin nesin ver artık şu adresini, yok. İnkılap! İnkılap! İnkılap! İnkılap! * Ahmet ERHAN Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi gören Erhan, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. Adana Demirspor'da Fatih Terim'le birlikte futbol oynayan Erhan, ağır bir sakatlık geçirince şiir yazmaya başladı. 78 kuşağının önemli isimlerinden olan Erhan henüz 23 yaşındayken Alacakaranlıktaki Ülke şiiriyle Behçet Necatigil Şiir Ödülünü kazanmıştı. Şiirleriyle "Cemal Süreya Şiir Ödülü, Halil Kocagöz Şiir Ödülü, Kaybolmuş Bir Köpek İlanı ile 2004 yılında Yunus Nadi Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödüllerini alan şair son olarak Sahibinden Satılık adlı şiiriyle 2008 yılında Melih Cevdet Anday şiir ödülü 'nü almıştır. Şair yukarıda sözü edilen kitaplarına verilen ödüller dışında yaşamı ve tüm eserleriyle 2005 yılında Dionysos Şiir Ödüllerine değer bulunmuştur. Ahmet Erhan 4 Ağustos 2013'te gırtlak kanseri nedeniyle 55 yaşında İstanbul'da öldü. Cenazesi Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda defnedildi. * Derleyen: Nurten B. Aksoy

  • Lale Devri

    Nurten B. AKSOY * Uzun, soğuk ve karanlık kış günlerinden sonra bahara kavuştuk nihayet. Yeşile duran ağaçlar, mor erguvanlar ve sarısıyla, siyahıyla, pembesiyle rengarenk laleler sardı bir anda dört bir yanımızı. Evet, özellikle de laleler… Yaklaşık on-on beş yıl öncesine kadar, İstanbul’un sembolü olan ve görmek için insanların yollara düşerek Emirgan’daki Lale Bahçesine gittiği o güzelim laleler… Oysa son yıllarda nisan ayı geldi mi pek çok şehirde olduğu gibi ama özellikle İstanbul’da her yer laleyle doluyor. Parklar, bahçeler, yollar, refüjler, otoyolların kenarları, hatta umumi tuvaletlerin önü bile. Yani laleler o kadar göz önüne çıktı, o kadar ayağa düştü ki bir zamanlar koca bir devre ismini veren lale, adeta gözden düşmüş bir sevgiliye dönüşüverdi. Ama her şeye karşın biz laleleri yine de seviyoruz, onun için de şöyle bir hikayesini anlatalım istedik… Anavatanı Pamir, Hindikuş ve Tanrı dağları olan lale; zambakgiller familyasından, Tulipa cinsini oluşturan ve süs bitkisi olarak yetiştirilen, soğanlı bir çiçektir. Tarihi kaynaklara bakıldığında lale motifine ilk olarak Orta Asya’da Uygurlar döneminde, bir mezardan çıkarılan ipek bir kumaş üzerinde rastlanır. Lale ve lale kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği söylenir. XII. yüzyıldan beri Anadolu Selçuklularına ait sanat eserlerinde ve sonrasında, lale motiflerine çok yer verilişi, Türklerin laleyi çok sevdiğinin en güzel kanıtıdır. Padişah II. Selim devrinden itibaren, İstanbul saray ve bahçelerini süslemek için imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lale ve sümbül soğanları ısmarlandığı söylenir. Örneğin; Padişah II. Selim, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lale soğanı ısmarlamıştır. Türk çiçekçilik tarihiyle ilgili araştırmaları bulunan Turhan Baytop, “Lâle-i Rumi” denilen ve ayırıcı özelliklere sahip olan Osmanlı lalesinin Kefe’den getirilen bu lale soğanlarından elde edildiğini söyler. Osmanlıdaki bu lale merakı İstanbul’a gelen yabancıların da ilgisini çekmiştir. Örneğin Fransız devlet adamı ve şair Lamartin, hatıralarında, Topkapı Sarayı’nı gezerek Türklerin doğaya yakınlıklarını anlatırken; çiçeklerle, özellikle lalelerle süslü bahçelerden dolayı da göz zevkine ne kadar önem verdiklerini anlatır. Bugün Avrupa ülkelerinde lale için kullanılan “tulip” veya “tulipe” kelimesinin öyküsünü Ogier Ghislain de Busbecq hatıratında şöyle anlatır: Adı geçen araştırmacı Anadolu topraklarında gezerken başına lale desenli tülbent örten bir kadın görür ve bunun ne olduğunu sormak için işaret ettiğinde, kadın tülbenti sorduğunu zannederek tülbent diye cevap verir. İşte bu yanlış anlaşılma lalenin Avrupa’da “tulip” ismiyle anılmasına sebep olur. Lalenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbecq‘in, 1554 yılında İstanbul’dan Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a lale soğanları gönderdiği sanılmaktadır. Daha sonra Hollanda’ya giderek Leiden Üniversitesi’nde göreve başlayan Clusius, bu ülkede laleyi ilk yetiştiren ve lale endüstrisini kuran kişi olarak bilinmektedir. Ancak Avrupa’da lale merakının daha da önce başladığına dair kayıtlar da vardır. B. Belon adlı bir Fransız hekim 1549’da çıktığı Yakın Doğu seyahati sırasında İstanbul’a da uğramış ve hatıratında, “kırmızı zambak” diye söz ettiği lale çiçeğinin soğanlarından edinmek için bir çok yabancının gemilerle İstanbul’a geldiğinden söz etmiştir. Bu yollarla Avrupa’ya özellikle de Hollanda’ya giden lale soğanlarından melezleme yoluyla yeni türler elde edilerek, oradaki lalecilik Osmanlı İmparatorluğu’na rakip bir durma gelmiş, hatta onu geçmiştir. Ne yazık ki zaman içinde lale, Osmanlı Devleti’ne Hollanda’dan getirilir olmuştur. LALE DEVRİ (1718-1730) Gelelim Osmanlı’da bir zevk ve sefa dönemi olarak bilinen, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren Lale Devri’ne. Padişah III. Ahmet ile sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa‘nın yönetiminde, “Zevk ve sefâ” devri olarak bilinen Lale Devri, adını o dönemde İstanbul’da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden almıştır. Pasarofça Anlaşmasıyla başlayan bu barış devri; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın gayretleriyle çeşitli yenileşme ve imar çalışmalarının başladığı, ilk matbaanın kurulduğu, İstanbul’un eğlence yerleri ve lalelerle süslendiği bir modernleşme ve güzelleşme dönemidir. Evliya Çelebi, Seyahatnâme adlı eserinde o yıllarda Kâğıthâne’de bir lalezâr kurulduğunu ve burada “Kâğıthane Lalesi” denilen rengârenk bir lale türünün yetiştirildiğini anlatır. Lale Devri’nde, lale çiçeği devre adını verecek kadar sevilmiş ve öylesine bir tutku haline gelmiş, lale soğanları öylesine astronomik fiyatlara satılır olmuştur ki Sadrazam Damat İbrahim Paşa bir lale borsası kurulmasını emretmiştir. Ama ne yazık ki bu modernleşme dönemi kısa sürmüş, 1730 yılında yapılan yeniliklere ve israfa karşı çıkan Patrona Halil ve adamlarınca çıkarılan bir isyan sonunda Lale Devri de lalenin saltanatı da sona ermiştir. TERS LALE Yurdumuzda “ağlayan gelin” olarak da adlandırılan, doğal bir şekilde Erzurum, Adıyaman ve Hakkari’de yetişen bir lale türünden yani ‘ters lale'den de bahsetmeden geçmeyelim. Lalenin tersine, çiçekleri yere doğru bakan bu bitkinin çiçeği değişik renkleriyle de çok estetik bir görünüm sergiler. Şehirlerin çiçeklerle süslenmesi, güzelleştirilmesi tabii ki çok güzel bir hizmet. Ama gönül, bu çiçeklere harcanan paraların, çiçek dikme konusunda biraz tasarrufa gidilerek eğitime, sokak çocuklarına ya da etkileri yüreklerde açacak daha kalıcı hizmetlere harcanmasını istiyor. Bizden söylemesi...

  • EMEĞE ve ÖZGÜRLÜĞE SELAM OLSUN

    Nurten B. AKSOY * 1960'lı yılların sonu, 70'li yılların başları... okul yılları. İlkbaharı iple çekiyoruz; çünkü ilkbahar, hem bahar hem de tatiller mevsimi. 23 Nisan, 1 Mayıs, 19 Mayıs; çocuklar için en güzel günler, neşeyle geçen bayram günleri... Ben çocukluğumun 1 Mayıslarını hep bahar bayramı olarak hatırlıyorum. Oysa 1 Mayıs, bahar bayramı olduğu kadar aynı zamanda emekçilerin de bayramı. Şöyle bir tarihçesine baktım da ülkemizde İşçi Bayramı ilk olarak 1912 yılında kutlanmış bir gurup işçi tarafından, daha sonra 1923'te yasal olarak işçi bayramı ilan edilmiş 1 Mayıs ama 1925 yılında Takrir-i Sükun kanunu gereği kutlanması yasaklanmış. Uzun yıllar süren bu yasaktan sonra 1935 yılında, 1 Mayıs Bahar ve Çiçek Bayramı ilan edilmiş. İşte ben, çocukluğumun anılarında hep bu bahar bayramlarını hatırlarım, günler önce planlar yapar, annelerimize yemekler hazırlatır sonra okulca pikniğe giderdik bahar bayramını kutlamak için, ne çok eğlenirdik top oynarken, ip atlarken o temiz çocuk kalplerimizle... Sonra bizim gençlik yıllarımız, ülkemizin ise ihtilal yılları başladı. İşçi bayramı uzun yıllar sonra 1976 yılında DİSK'in önderliğinde çok geniş bir katılımla Taksim Meydanında kutlandı. Ve ertesi yıl, o kara gün geldi, 1977 yılı 1 Mayısı... Genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu tam 500 bin kişi işçi bayramını kutlamak için Taksim Meydanında toplandı. Şarkılar, türküler eşliğinde bayramlarını kutlamaya başlamışlardı ki o uğursuz el tetiği çekti ve o bahar çiçeklerinin açtığı, özgürlük şarkılarının söylendiği meydan alt üst oldu, birbirine girdi, panik içinde kaçan insanlar birbirlerini ezdi ne yazık ki ve kan çiçekleri doldurdu o gün o meydanı...tam 34 can yitip gitti ve o bayram günü "Kanlı 1 Mayıs" diye kazındı hafızalara. O yıl Başbakanlık Arşivinde yeni işe başlamıştım, zor yıllardı, ortalık zaten toz dumandı ve bu olay tuz biber ekmişti yaşananların üstüne. Çalıştığım yer Gülhane Parkının karşısındaydı ve Adli Tıp binası da hemen yanı başımızdaydı. Bu tür olaylarda ölenlerin cenazeleri adli tıpın morguna getirildiği için günlerce- sözüm ona o bayram (!) gününde-ölenlerin cenaze törenlerini izlemiştik gözyaşları içinde. Ne çok güzel insan ölüp gitmişti kutlanamayan bir bayram uğruna (!) 1979 yılı 1 Mayısında bayram kutlaması yapılmaması için sıkıyönetim komutanlığınca İstanbul'da sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Ben de bir gün önce, bir işim nedeniyle Taksim'deydim. 3-4 saat sonra yasak başlayacaktı, her taraf askerlerle, tanklarla ve askeri araçlarla çevrilmişti, korku filmi gibiydi her yer, kimsecikler yoktu ortalarda. O gün o kadar ürkmüş, o kadar üzülmüştüm ki bindiğim otobüste baygınlık geçirmiştim... Aradan tam 47 yıl geçti, bugün yine 1 Mayıs, İnsanların bayramı gönüllerince kutlaması yine yasak... Yok yok, haksızlık etmeyeyim, sokağa çıkma, toplanma yasağı yok ama emredilen meydanlarda ve emredilen şekilde kutlama koşuluyla... Tüm dünyaya örnek demokrasimizle vapurlar çalışmayacak, bazı metro hatları açılmayacak, meydanlar, yollar kapatılacak belki ve insanlar sokağa çıkmayacak... Evet aradan geçen 47 yıla rağmen güzel ülkemde hiçbir şey değişmedi galiba.... Değişen sadece iktidarlar ve kolluk kuvvetlerinin giysilerinin rengi... Artık darbeler geride kaldı, sıkıyönetimler yok şimdilerde (!) artık askerler ve o zırhlı tankları yok sokaklarda ama onların yerine insanların canına acımasızca kast eden TOMALAR ve hayran kaldığımız demokrasimizin göz yaşartan biber gazları var. Bir de birilerinin deyişiyle " destan yazan" polislerimiz... Neyse, her şeye rağmen ülkemin tüm EMEKÇİLERİNİN BAYRAMI KUTLU OLSUN...

  • Atatürk ve Çocuklar

    Nurten B. AKSOY * Onu hepimiz asker, devlet adamı, yenilikçi, lider...her yönüyle tanıyoruz. Onun çocuklara ve gençlere ne kadar önem verdiğini ve onlara ne kadar güvendiğini de biliyoruz. İşte Atamızın bayram olarak çocuklara armağan ettiği bu özel günde, yanı 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında, onu çocuklar ve gençler için düşündükleriyle bir kez daha analım istedik. Işıklar içinde uyu büyük Atatürk... Vatan sana minnettardır... / Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu, yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir. Çocuk sevgisi insan sevgisi için bir ihtiyaçtır. Milletin bağrında temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak. Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır. Çocuklarımızı artık düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Çocukların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışılmalıdır. Ey Türk Çocuğu, şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin! Bu belli. Fakat zekanı unut, daima çalışkan ol! Bir gün ulusu sizin gibi beni anlamış gençliğe bırakacağımdan çok memnun ve mesudum. Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir. Asla şüphe yoktur ki Cumhuriyet'in gelecek evlatları bizden daha çok rahata kavuşmuş ve bahtiyar olacaklardır. Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar değerli olduğunu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz..." Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK * DERLEYEN: Nurten Bengi Aksoy

  • Ahmet Ümit ve Elveda Güzel Vatanım

    Nurten B. AKSOY * Polisiye roman denince akla ilk gelen yazarlarımızdan olan Ahmet Ümit 1960 yılında Gaziantep’te doğar. Yazarlığa dergilerde yazdığı öyküler ile başlayan yazarımız daha çok politika ile ilgilenirken şiire merak sarar ve 1989 yılında Sokağın Zulası isimli şiir kitabını yayımlar. Daha sonra "Yine Hişt" isimli bir kültür sanat dergisi çıkartan ve bir çok dergide şiir, öykü ve yazılar yazan ünlü yazar çalkantılı geçen gençlik yıllarından sonra kendini tamamen yazarlığa verir. "Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan… Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz." Gerilim dolu polisiyelerinin yanı sıra Patasana, Kavim, Kar Kokusu, İstanbul Hatırası, Sultanı Öldürmek romanlarında olduğu gibi son romanı Elveda Güzel Vatanım'da da okuyucuyu heyecanın doruğuna çıkarırken olayların geçtiği dönemlerle ilgili tarihi bilgileri de roman tadında sunuyor okuruna. “1926 yılının o hüzünlü sonbaharı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, genç Cumhuriyet ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. O büyük altüst oluşun içinde bir adam: Şehsuvar Sami… Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi, şimdilerin yorgun komitacısı. Şehsuvar Sami’nin etrafında dönen amansız bir entrika. Bir yanda kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkaramadığı sevgilisi Ester, öte yanda yaşanılan tarihsel bozgun… Kaybedilen bir ülke, kaybedilen bir şehir, kaybedilen bir hayat. Ve aklında hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır, yoksa insan mı?” Elveda Güzel Vatanım, Ahmet Ümit’in 2015 yılında yayımlanan tarihsel romanı. Romanda, 1926 yılında İzmir Suikastinden sonra öldürüleceği korkusu ile Pera Palas’a sığınan Şehsuvar Sami adlı eski bir İttihat-Terakki fedaisi ile unutamadığı aşkı Ester üzerinden İttihat ve Terakki’nin 1906-1926 yılları arasındaki 20 yılı anlatılıyor. Şehsuvar Sami’nin ayrıldığı sevgilisi Ester’e yazdığı 45 mektuptan oluşan roman, Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşundan işgal İstanbul’una kadarki süreci geri dönüşlerle Şehsuvar’ın anıları yoluyla gözler önüne seriyor. "Yıkımlar, ihanetler, isyanlar… Zulüm, yolsuzluk ve yoksulluk… Ne varsa devr-i Abdülhamit için söylediğimiz, hepsi tekrar yaşanıyordu bizimle birlikte. Uğursuz bir döngü; olaylar hep kendini tekrar ediyordu bu coğrafyada ve insanlar buğday taneleri gibi ezilip gidiyordu tarih denilen o değirmen taşları arasında." Kitabın konusu kısaca şöyle: Galatasaray Lisesinde okumuş Selanikli bir genç olan ve yazarlığa heves eden Şehsuvar Sami, bir Yahudi kızı olan şair Ester’e âşıktır. Çift, birlikte Fransa’ya gitmek üzereyken Sami’nin II. Meşrutiyet hareketinin rüzgârına kapılması ile her şey değişir. Ester Fransa'ya tek başına giderken Sami yazarlık hevesinden vazgeçip İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılır; bir tetikçiye dönüşerek örgütte sivrilir. Sami, 1926'da öldürüleceği korkusu ile sığındığı Pera Palas’tan, gençlik aşkı Ester’e yazdığı mektuplarla Meşrutiyet’in ilanından işgal sürecine kadar örgütte yaşananları anlatır. "İhtilal, fırtınalı bir denizde dev dalgalarla boğuşarak kıyıya ulaşmaya çalışan, gövdesi halktan, direkleri teşkilattan, yelkenleri isyandan oluşan bir gemidir. İhtilal fırtınalı bir denizde kıyıya ulaşmaya çalışmaz, aksine devasa dalgalarla boğuşmayı öğrenerek, hiç batmadan hep denizin üzerinde kalmaya çalışır. Çünkü tarihi teşkil eden olaylar asla sabit değildir…" 560 Sayfadan oluşan Elveda Güzel Vatanım romanı ilk olarak Aralık 2015'te Everest yayınlarından çıkmış.​ "Zalimin en büyük başarısı, zulüm ettiklerini kendine benzetmesidir. Zulüm ile âbâd olunmaz, olsa olsa berbat olunur." “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözünü kanıtlarcasına; kitabı okurken zaman, mekan ve insanlardan başka hiçbir şeyin değişmediğini hayretle göreceksiniz… "Kim tamamıyla gayesine ulaşabilir ki hayatta? Hele vatanın yangın yerine döndüğü bu devirde. İnsanlar bu kadar mutsuzken, birbirlerini öldürmek için fırsat kolluyorken mesut olmak mümkün mü?" Not: Tırnak içindeki bölümler Elveda Güzel Vatanım romanından alıntıdır.

  • İnci Küpeli Kız

    Nurten B. AKSOY * İnci Küpeli Kızın ressamı Vermeer ve tabloları hakkında çok fazla bilgi bulunmamakta. Ancak Jan Vermeer’in genellikle evlerin içindeki gündelik hayatı betimleyen tablolarıyla tanınmış Hollandalı bir Barok ressam olduğu biliniyor. Yaşamı boyunca başarılı, taşralı bir tür ressamı olarak tanınan Vermeer 1632-1675 yılları arasında yaşamış. Hayatı boyunca diğer ressamlara oranla çok daha az sayıda tablo yapmış olması, onun mükemmeliyetçiliği ile bağdaştırılır. Bundan dolayı hem yaşamında maddi sıkıntılar çekmiş hem de ölümünden sonra ailesine yüklü miktarda borç bırakmıştır. Resimlerinde parlak renkler, canlı tonlar ve pahalı boyalar kullanarak çok titiz, özenli ve yavaş çalışan ressam, özellikle ışık oyunları ve yansımaları ustalıkla kullanmış ve eserlerine hem halkı hem de pek çok ressamı hayran bırakmıştır. Bütün eserlerini titizlikle yapan ve yavaş çalışan ressamın bir yılda en fazla üç tablo yaptığı rivayet edilir. Bunların yanı sıra, 17. Yüzyıl ressamları arasında en kaliteli malzemeleri ve en pahalı boyaları kullanan isim de hiç kuşkusuz Johannes Vermeer’dir. Ünlü ressam, genellikle günlük yaşamı konu alan iç mekanlar çizdi. Bunlar; evin içinde masa başında oturan, dışarı bakan veya enstrüman çalan kişiler, özellikle kadınlardı. Yaşadığı yer olan Hollanda’nın Delft şehri manzaraları da Vermeer tarafından tabloya aktarılmıştır. Kullandığı tekniği kimden öğrendiği ya da nasıl geliştirdiği bilinmeyen, mükemmeliyetçilik tutkusuyla az sayıda eser veren ressamın 43 yıllık yaşamında sadece 35 eser yaptığı biliniyor. Ölümünden sonra iki yüzyıl boyunca unutulan Vermeer, 1866 yılında sanat eleştirmeni Thoré Bürger tarafından tekrar keşfedildikten sonra yeni bir üne kavuşmuş ve eserlerinin kopyaları yapılmış. Gizemli kimliği nedeniyle sahte resimleri bile büyük paralar kazandırmış. Hollanda Altın Çağının en önemli ressamlarından kabul edilen Vermeer, bu gizemli kimliğiyle pek çok besteci, ressam ve senaristi etkilemiş, eserlerini konu alan romanlar yazılmış, filmler yapılmıştır. Onun en ünlü eseri kabul edilen İnci Küpeli Kız tablosunda resmedilen kızın hayal ürünü değil de gerçek bir model olduğu ve ressamın kızı ya da bir yakını olduğu düşünülmektedir. Eser üzerinde yapılan araştırmalar modelin hayali değil gerçek olduğu noktasında birleşince, insanların hayal gücü bu gizem üzerinden romantizmi tetikleyerek ortaya ressamı ve sır dolu güzel aşkını anlatan yeni eserler çıkmış. Tracy Chevalier, İnci Küpeli Kız romanında, ressamın sanatsal bakış açısını ve duygusal uyanışını, tarihsel ve kurmaca bir örgüyle bir araya getirmiş. On yedi yaşındaki Griet’in gözünden, 1660’lı yılların Hollanda'sını, Vermeer’in en ünlü resimlerinden birine ilham veren genç kadının düşlerle dolu portresiyle anlatmış. Yönetmen Peter Webber tarafından 2003 yılında yapılan İnci Küpeli Kız filmi ise aynı adlı romandan Olivia Hetreed tarafından uyarlanmış. Scarlett Johansson, Colin Firth, Tom Wilkinson ve Cillian Murphy filmde rol almış. 1665 yılında Hollanda’da geçen filmde on yedi yaşındaki Griet’in, babasının bir iş kazası sonucu kör kalması nedeniyle ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda kalarak, Johannes Vermeer adlı bir ressamın evine hizmetçi olarak alınması ve sonrasında gelişen olaylar konu alınmış.

  • Ölüm Yıldönümünde Sait Faik Anısına

    Nurten B. AKSOY * Türk hikâyeciliğinin önde gelen ismi Sait Faik Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır. Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle 'kökü kendisinde olan' bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı Bunu yaparken Cumhuriyet sonrasının pek çok sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı. 1906-1954 yılları arasına sığdırdığı kısa ömründe, edebiyata ilk önce şiir yazmakla başlayıp daha sonra hikâyede karar kılan Sait Faik, Çağdaş Türk hikâyeciliğinin mihenk taşlarındandır. 1930’larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare, gözlemci balıkçı, çakırkeyif sirozlu, küfürbaz şair, müflis tacir, züğürt yazar, hamdolsun diyemeyen rantiye, anadan doğma çevreci” gibi çeşitli sıfatlarla anılan Abasıyanık’ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerirdi. Öykü, roman ve şiirlerini yaşamın hakkını vermek için yazan Sait Faik’in, sürekli kullandığı ana tema yaşama sevincidir. Sıradan insanlar, işsizler, hamallar, balıkçılar, sokak kadınları, kimsesiz çocuklar, emekçiler ve küçük burjuvalar onun insanlarıdır. O bu insanlarda evrensel insanı yakalayan bir İstanbul öykücüsüdür. Doğa güzellikleri karşısında başı dönen Abasıyanık’ı, toplumsal sorunlar bireysel planda bir hayıflanmaya sürüklemiştir. Böyle anlarda karamsar bir tablo çizmiş, toplumsal çelişkiler karşısınday öfke, yenilgi ve kaçış duyguları yaşamıştır. “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım, içinde hikâye kokusu var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.” diyen Sait Faik’i ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz… Kendi özgün dilini oluştururken André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi isimlerden etkilenen Abasıyanık, kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü gibi pek çok yazara da öncülük etti. Ölümünün ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene öykü ödülü de verilmektedir. O ve Ben Sana koşuyorum bir vapurun içinden Ölmemek, delirmemek için. Yaşamak; bütün adetlerden uzak Yaşamak. Hayır değil, değil sıcak Dudaklarının hatırası Değil saçlarının kokusu Hiçbiri değil. Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde Ben onsuz edemem. Eli elimin içinde olmalı. Gözlerine bakmalıyım Sesini işitmeliyim Beraber yemek yemeliyiz Ara sıra gülmeliyiz. Yapamam, onsuz edemem Bana su, bana ekmek, bana zehir Bana tat, bana uyku Gibi gelen çirkin kızım Sensiz edemem...

  • Doktor Jivago

    Nurten B. AKSOY * Sinema Dünyasının Unutulmaz Filmlerinden... Şimdi yaşı 40'ı geçmeyenler üzülecekler; çünkü o kadar şanslı değiller, bu müziği belki de hiç duymamışlardır bile... NELER KAÇIRDIĞINIZI BİR BİLSENİZ... İyisi mi önce videoya tıklayıp müziği dinleyelim, sonra da filme geçelim. Söz, pişman olmayacaksınız... Olursanız, bilet paralarını geri veriyoruz. * Sanatın 7.dalı olarak tanımlanan sinemayı; “Diğer altı sanat dalı olan müzik, resim, edebiyat, dans heykel ve mimariyi de içinde barındıran en kapsamlı sanat dalıdır,” diye tanımlayabiliriz. Görselleriyle, müzikleriyle, oyuncuları ve müzikleriyle bizleri bambaşka dünyalara, hayal alemlerine götüren sinema aslında hayattan beslenir. İzlediğimiz her filmde az veya çok kendimizden bir şeyler buluruz mutlaka. Hele bazı filmler vardır ki aradan uzun yıllar geçse de yüreğimizde bıraktığı izlerle hafızalarımızdan silinmez. Örneğin Dr. Jivago... Sovyet yazarı Boris Pasternak’ın (1890-1960) Rus Devrimi sırasında geçen olayları anlattığı 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği ilk romanı olan Doktor Jivago, SSCB’nin resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle kabul görmez. Bunun üzerine 1957 yılında İtalya'ya gizlice kaçırılan roman, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlanır. Ertesi yıl da İngilizce basılan roman, kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek tüm dünyada ünlenince Pasternak, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülür. Fakat gördüğü baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kalır. SSCB'de uzun yıllar yasak olan Dr. Jivago romanı, ancak 1985'teki demokratikleşme hareketi döneminde yayımlanabilir. Romanın Konusu Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen roman, adını kahramanı şair, Doktor Yuri Jivago'dan almıştır. 1900’lerin başında, lise yaşlarındaki bir grup gencin ilk gençlik öyküleriyle başlayan romanda 1917 Ekim Devrimi ve sonrası ile 1929’a kadar uzayan siyasî toplumsal süreç Dr. Jivago’nun hayatı üzerinden anlatılır. Romanın arka planında dönemin siyasi çalkantıları bütün detaylarıyla anlatılırken ön planında da iki kadın arasında kalıp sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış, savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede, oradan oraya sürüklenen hem şair hem de tıp doktoru olan Dr. Jivago’nun dramı anlatılır. Sinema Uyarlaması Pasternak'ın romanı 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alınır. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşırlar. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllü özgün müziklerini Maurice Jarre besteler. Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden; "En iyi uyarlama senaryo, en iyi görüntü yönetimi, en iyi sanat yönetimi, en iyi kostüm ve en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazandı. Dr. Jivago, David Lean'in epik sinema uyarlaması dışında üç kez daha filme çekildi. İzlemek için Resme tıklamanız yeterli

  • Yeter ki Aşk Olsun

    Nurten B. AKSOY * Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı... gibi ölümsüz aşkların tarihe gömüldüğü, günü birlik aşkların, sanal sevdaların yaşandığı günümüzde belki de kapitalizmin bir dayatması olarak kutlanan SEVGİLİLER GÜNÜ'nün tarihi aslında 3. yüzyılda Aziz Valentine’nin gizlice kıydığı nikahlara dayanır. İS 3. yüzyılda Roma İmparatoru 2. Claudius, ordusunu güçlendirmek için genç erkeklerin evlenmesini yasaklar. Rivayete göre bu yasağa karşı gelen Papaz Aziz Valentine, gizli nikahlar düzenleyerek gençleri evlendirmeye devam eder ve bu ihanetin karşılığını canıyla ödeyerek İS. 270 yılında 14 Şubat’ta idam edilir. Bu nedenle her yıl 14 Şubat Aziz Valentine'nin anısına Sevgililer günü olarak kutlanır. Gerçek sevgilerin ne bilmem kaç kıratlık pırlantalarla, ne binlerce liralık hediyelerle kanıtlanacağına inanmadığımızdan biz de seven ve sevilenler için usta şairlerin yüreklerinden dökülen AŞK şiirlerini derledik sizler için... Tüm sevenlere KUTLU OLSUN... SEVGİLİM, BİR GÜNÜN... Sevgilim, bir günün ortası şimdi Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık, Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde Uzat bana uzat ellerini İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu, Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor Ben seni düşünüyorum seni Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi Kalbim diyorum kalbim Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi Aşkı anılar besliyor düşler kadar Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır Sevgi eskidikçe sevgi. Günümüz ekmeğimiz, türkümüz Çoluğumuz çocuğumuz Binalar yan yana yükselip gidiyor Vapurların ağzı köpük içinde Uzaklarda ne kapılar açılıyor Tirenin biri bir istasyona varıyor Ordan çıkıyor biri. Her şey biliyor her şey Sen biliyor musun bakalım Seni nice sevdiğimi? Üstüne titrrediğimi? Geldiğimi? Gittiğimi Hadi! CEMAL SÜREYA AŞK OLSA GEREK Öyle tutkuluydun ki hayata başlarken... Şimdiyse küçücük bir çiçek teselli ediyor seni... Aradaki o büyük boşluğun adı, aşk olsa gerek... CEZMİ ERSÖZ KİMİ SEVSEM SENSİN kimi sevsem sensin / hayret sevgi hepsini nasıl değiştiriyor gözleri maviyken yaprak yeşili senin sesinle konuşuyor elbet yarım bakışları o kadar tehlikeli senin sigaranı senin gibi içiyor kimi sevsem sensin / hayret senden nedense vazgeçilemiyor her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet sarışın başladığım esmer bitiyor anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli dudakları keskin kırmızı jilet bir belaya çattık / nasıl bitirmeli gitar kımıldadı mı zaman deliniyor kimi sevsem sensin / hayret kapıların kapalı girilemiyor kimi sevsem sensin / senden ibaret hepsini senin adınla çağırıyorum arkamdan şımarık gülüşüyorlar getirdikleri yağmur / sende unuttuğum hani o sımsıcak iri çekirdekli senin gibi vahşi öpüşüyorlar kimi sevsem sensin / hayret in misin cin misin anlamıyorum ATTİLA İLHAN SENİ SEVDİM seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim "uyandım bir sabah" gibi değil, öyle değil nasıl yürür özsu dal uçlarına ve günışığı sislerden düşsel ovalara susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü yitik ceren arayı arayı anasını buldu adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek soludum, üfledim, yaprak pırpırlandı ağustos dindi seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar ve onların yoğun boyunlu kadınları düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa yalan yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz senet senet satılmadan önce şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp tanrı parsellenip kapatılmadan önce seni sevdim... artık tek mümkünüm sensin GÜLTEN AKIN AŞK Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler Nicedir bir pencereden deniz güzel değil Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden. Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar. İLHAN BERK KARA SEVDA ...ve nihayet gelip çattı Bir dilimi zehir zıkkım Bir dilimi candan tatlı. Masallarla indi yere Sebil oldu cümle hikayelere kara kara kazanlarda kaynadı Diyar diyar al kanlara boyandı Türkülerde ateş alev yandı tutuştu Gördes kiliminde nakış Minyatür bahçelerinde suret kesildi. Ve nihayet gelip çattı Elveda belirsiz bedava sevince Uçan kuşa eşe dosta elveda Bütün haşmetiyle gelip çattı Bir dilimi zehir zıkkım Bir dilimi candan tatlı. BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU TERK ETMEDİ SEVDAN BENİ Terk etmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça... Ve ellerim, kelepçede, Tütünsüz uykusuz kaldım, Terk etmedi sevdan beni... AHMET ARİF SEVGİLİM... SEVGİLİM... Elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi kaldım Yokluğunda... Yağmur yağar, kar yağar Günler kısalır, geceler uzar On parmağımın üstüne on mum yaktım Gecesefalarının gündüz yalnızlığıydım Ateşböcekleri ışıtır gecemi. Hepsi bu Kanar bir yerlerim: Sevgilim Ufkunda bir yalnızlık aylasıyım Bir delta gibi genişleterek yokluğunu Sevgilim. Hep geceye sakladım sende bulduğumu... AHMET ERHAN BİTTİ O SEVDA Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz bir şey Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği Kaybetti kumarda gözlerim Kaybetti kumarda gözleri. Bir kuru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzda sanki Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine Yani her soluk alıp verişimizde bizim Bir mekik gibi kalbin Bir mekiği gibi kalbim İşleyip durdu bu yitikliği yeniden. Ne kaldı Farkında mısın bilmem Gündüzler... Gündüzler biraz azaldı. EDİP CANSEVER

  • Türk Edebiyatının Homeros'u Yaşar Kemal

    Nurten B. AKSOY * “Halka kim zulmediyorsa, etmişse; halkı kim eziyor, ezmişse; onu kim sömürmüş, sömürüyorsa; feodalite mi, burjuvazi mi… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.” Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğlu olarak 1923 yılında doğduğunu söyleyen Yaşar Kemal, nüfus kayıtlarına göre 1926 yılında Adana’nın *Osmaniye ilçesine bağlı Hemite köyünde dünyaya gelir. (*Osmaniye, 24 Ekim 1996 tarihinde yapılan yasal düzenlemeyle tekrar il olmuştur.) Aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan bir ailenin, kendi anlatımına göre “Bir Türkmen köyündeki tek Kürt ailenin tek çocuğudur.” Ailesi I. Dünya Savaşı sırasındaki Rus işgali nedeniyle, köylerinden Osmaniye’nin Kadirli ilçesine göçer ve yazarımız da burada doğar. Daha üç buçuk yaşındayken bir kaza sonucunda sağ gözünü kaybeder. Göç sırasında Yaşar Kemal’in babası Sadık Efendi’nin sahiplenip büyüttüğü Yunus adlı çocuk kan davası nedeniyle Sadık Efendi’yi köydeki camide namaz kılarken bıçaklayarak öldürür. Bu durumdan psikolojik olarak etkilenen Yaşar’ın dili tutulur ve on iki yaşına kadar kekemeliği sürer. Babasının ölümü üzerine annesi, amcası Tahir Efendi ile evlendirilir. Tahir Efendi ağabeyinin öldürülüşünü unutamaz ve Yusuf’u öldürtmeye çalışır; sonunda köyden Koca Osman, Yusuf’u öldürür. Yaşar Kemal, ilkokula Burhanlı köyünde başlar ve Kadirli Cumhuriyet İlkokulu’ndan 1938’de mezun olur. Adana Ortaokulunun birinci sınıfındayken okulu bırakır. Okulu bıraktıktan sonra Adana ve civarında ırgatlık, bekçilik, amelelik, hademelik, şoförlük, arzuhalcilik gibi çeşitli işlerde çalışır. Bu işlerin yanı sıra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği yapar. Böylece Güney Anadolu bölgesini ve insanlarını yakından gözlemleme ve tanıma fırsatı bulur. Bu birikimlerini gelecek yıllarda yazarlık hayatında kullanacaktır. İlkokulun son sınıfındayken saz çalmaya başlar ama kendi deyişiyle “berbat” çalar, bunu da şöyle anlatır: “Benim saz çalamamamın sebebi var, anam aşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, aşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Aşık Mecit’le çakıştırırlardı.” Yazmaya ortaokul sıralarında şiirle başlar. İlk şiirleri Adana Halkevinin yayını olan “Görüşler” dergisinde ve daha sonra da Ülke, Kovan, Millet, Beşpınar gibi dergilerde yayınlanır. Yaşar Kemal’in, 1940’lı yılların başlarında Orhan Kemal’in aracılığıyla Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol görüşlü yazarlarla tanışması gerek edebi alanda, gerekse düşünce alanında ona geniş ufuklar açar. 1950’de komünizm propagandası suçlamasıyla tutuklanır. 1951’de cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a yerleşir. Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra-röportaj yazarlığı yapmaya başlar ve gazetedeki işini 1963 yılına kadar sürdürür. 1962’de Türkiye İşçi Partisi Yönetim Kurulu üyeliğine seçilir. 1963’ten sonra gazeteciliği bırakıp kendini tümüyle kitap yazmaya verir. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katılır, 1973-1974’te sendikanın genel başkanlığını yapar. 1952’de ilk öykü kitabı olan Sarı Sıcak, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed gazetede tefrika olarak yayımlanır. 1951 yılında öyküleri; Dükkancı, Bebek, Memet ile Memet ve romanları; Sarı Sıcak ile İnce Memed basılır. Böylece yazarın ünü bir kat daha artar. İnce Memed romanının gördüğü ilgi nedeniyle kendini tamamen romancılığa vermeye başlar; ama yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğrar. Yaşar Kemal, 1952 yılında Abdülhamid’in başhekimi Jak Mandil Paşa’nın torunu Tilda Hanım’la evlenir. Eşi Tilda’nın 2001 yılındaki ölümüne kadar onunla evli kalır. Bu evlilikten oğlu Raşit Gökçeli dünyaya gelir. Yaşar Kemal, romanlarında Anadolu’yu özellikle Çukurova’yı anlatmıştır. Anadolu insanının hayatını destansı (epik) bir üslupla dile getirmiş, köylülerin yaşantısını, çektikleri sıkıntıları anlatmada çok başarılı olmuştur. Haksızlığa karşı dağa çıkan bir gencin öyküsünü anlattığı dört ciltlik İnce Memed romanı ile Varlık Roman Armağanı’nı kazanmış ve tanınmıştır. Kendine özgü şiirsel bir anlatımı olan yazar, doğa betimlemelerinde çok başarılıdır. Söz dağarcığı çok zengindir; deyimlere ve yerel söyleyişlere yer veren bir romancıdır. Tarımda sanayileşme ile birlikte köylünün yaşadığı sorunlar, ağaların sömürüsü, ayakta kalmak için direnen köylüler romanlarında ele aldığı başlıca temalardır. Fethi Naci “Bir Yaşar Kemal vardır romanımızda köylüleri olduğu gibi gösteren. Yaşar Kemal, yaşantısına ve tanıklığına bağlı kalmış, gerçeklikten sapmamıştır. Bunun içindir ki Türk köylüsünü olduğu gibi tanımak için tek kaynak, Yaşar Kemal’in romanlarıdır.” der. Türk Edebiyatının Homeros'u olarak nitelendirilen Yaşar Kemal 28 Şubat 2015'te İstanbul'da yaşama veda eder... Kendisini saygı ve rahmetle anıyoruz...

  • GELECEĞİM

    Yusuf AKSOY * Doğum gününe gelemedim çiçek de alıp gönderemedim yazdığım bir şiiri postaya vereceğim ama bekle bu kadarla yetinmem belki en çok ikimizin uyuyamaz olduğu bir kış gecesinin derin sessizliğinde dışarıda lapa lapa kar yağarken çalarım kapını ansızın ya da bir nisan sabahı kırları sırtlanıp gelirim üçüncü ihtimal ama mutlaka bir mayıs sabahı kucaklarım seni

bottom of page