top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Tarkan'dan 1 Mayıs Paylaşımı

    Ben de bir işçi sınıfı çocuğuyum. (Ha inanmam öyle sınıflara filan bu arada. Hepimiz aynı geminin yolcularıyız, kimse kimseden üstün değildir benim gözümde, kalbimde) 60’lı yılların sonlarında çalışmak için Almanya’ya giden işçi bir ailenin çocuğuyum. Zorlu koşullarda var olmaya çalışan kalabalık bir aile içinde büyüdüm ve küçük yaşlarda öğrendim çok çalışarak, emek vererek daha iyi bir geleceğin mümkün olduğunu. Bugün geldiğim noktaya çok çalışarak geldim. Bu noktaya nerden geldiğimi de hiç bir zaman unutmadım, unutmam. Kendime her zaman sahici oldum bu yüzden. Küçük şeylerden mutlu olmayı hep bildim. Her şeyden önce, iyi insan kalabilmeyi. İçimden geldi, bu duygularımı paylaşmak istedim sizlerle bu özel günde Kaynak : İnternet

  • İdam Günü

    Deniz Gezmiş’in kardeşi Hamdi Gezmiş, annesinin Deniz’in idamını öğrendiğinde duyduğu büyük acıyı şöyle anlatmıştı: “5 Mayıs Cuma günü yine okula gitmişti annem… Sabahçıydı. Sıkıyönetim vardı. İzin almak kolay değildi. Okulda müdürü, "Siz gidin hocam” demiş; izin vermişler. 5'ini 6'sına bağlayan gece evde baş başaydık. Oturduk radyonun başına bekledik sabaha kadar… Belki TRT vermez diye bir yandan Moskova Radyosu'nun Türkçe yayınını dinliyordum. Yok. Haber yok. Uzanmıştık, arada dalıyorduk; sonradan söyledi annem, infazın yapıldığı saatlerde, gece 2 civarında sıçrayarak uyanmış. ‘Bir an içimden bir şeyler koptu’ diye anlattı. Sabah oldu. 7 ajansında ilk haber olarak verdi: 'Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan bu sabaha karşı idam edildiler.’ Annem arka odadaydı. 'Anne bak, haberlerde bir şey diyor’ dedim. Duydu, feryadı kopardı. Yere attı kendini, bağırmaya başladı. 'Gitti oğlum, Deniz'im’ diye ağlıyordu. Korkunç bir üzüntüydü. Teselli etmeye çalıştım, ama ben de ağlıyordum. Ağlaştık ana oğul… Sonra akrabalar yetişti. Acıyı paylaştı. O zamanlar cumartesileri yarım gün olurdu. Annem o haldeyken Nural Yengemi okula yolladı; o gün gelemeyeceğini bildirdi. Akşam babamla Bora abim otobüsle geldiler. Kalabalık dağılınca aile baş başa kaldık. Bir müddet konuşmadık, sadece ağladık. Sonra gece, sakinleşince anlattılar. Annem, 'Gördün mü çocuğumu’ diye sordu. 'Gördüm, sarıldım’ dedi babam… 'Nasıldı?’ 'Boynunda bir morarmışlık vardı. İp izi…’ Günlerce ağladı annem; günlerce ağladı.“ * Kaynak: Can Dündar

  • DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN

    Yusuf AKSOY * Bundan 52 yıl önce 6 Mayıs 1972’de sabah saat 05.30 da ülkelerini ve halkını her şeyden çok seven üç yiğit devrimci Deniz, Yusuf ve Hüseyin muhalif kimlikleri ve demokratik eylemlerinden dolayı idam edildi. Ülkelerinin tam bağımsız olmasını, gerçek demokrasiyi, eşitlik ve özgürlüğü istiyorlardı. Bütün uğraşıları ve mücadeleleri emekçi, yoksul ve ezilen halkın çıkarları içindi. Türkiye gerçeği Erkan Baş’ın dediği gibidir: “Devrimcileri Türkiye tarihinden çıkarın Geriye ne sinema kalır, ne tiyatro kalır Ne edebiyat kalır, ne bilim kalır Ne bağımsızlık kalır, ne laiklik kalır Ne eşitlik kalır, ne özgürlük kalır Vahdettin'in kaçtığı günden bu yana Bu ülkede ne yapıldıysa devrimcilerin emeği var Devrimcilerin kanı var ... !” Denizler, idam sehpasına tekmeyi atarken cellâtları tir tir titriyordu. Çünkü şunun farkındaydılar: İdam edilenler haklı bir kavganın önderleriydiler ve ölümsüzdüler. İnsanlık onuru ve emek en yüce değerdi onlar için. Bu değerler için her türlü bedeli ödemeye hazırdılar. İsyan, mayısın yeşili gibi her yanı saracaktı. Bugün, her şeye rağmen onurlu bir hayatın yolunda boyun eğmeyip direnen ve direnme potansiyeli taşıyan yüz binler varsa ödenen bedeller sayesindedir. O bedeller, “ekmek, gül ve hürriyet günleri” için ödenen bedellerdir. İşte bu yüzden toprağa düşen devrimciler ölümsüzdür. Deniz, Yusuf, Hüseyin ve Nurhak’ta kaybettikleri yoldaşları Sinan, Kadir, Alpaslan ve Kızıldere’de kaybedilen Mahirler Türkiye’nin özgür geleceğini inşa etmek isteyen gençlik önderleri ve çağın ötelerine adları kahramanlardı. Hüseyin İnan idamından önce haykırdığı son sözlerle bu realiteyi en iyi şekilde ifade etmiştir: “ Ben, hiçbir şahsi çıkar gözetmeden, halkın mutluluğu için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım, bundan sonra da bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum… Yaşasın işçiler ve köylüler! Kahrolsun Faşizm.” Deniz Gezmiş, 1947 Ankara doğumludur. Deniz, öğretmen çocuğu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Sol düşünceyle ilk tanışması lise yıllarına denk gelir. Yusuf Aslan, 1947 Yozgat doğumludur. Yusuf, bir köy emekçisi çocuğu ve ODTÜ öğrencisiydi. Hüseyin İnan, 1949 Kayseri doğumludur. Hüseyin de bir emekçi çocuğuydu ve ODTÜ öğrencisiydi. Denizlerin, Mahirleri ve İbrahimlerin gençlik dönemlerinde 68 gençlik hareketleriyle beraber Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinde ve özellikle Vietnam’da anti-emperyalist mücadeleler oldukça hız kazanmıştı. Dünya genelinde anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadeleler Türkiye’deki öğrenci ve işçi gençliği de yakından etkilemiştir. Sol-sosyalist hareket içinde hızla politikleşip, öğrenci lideri olarak öne çıkan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan üniversitelerdeki anti demokratik uygulamalar başta olmak üzere işçi ve köylüleri kapsayan eylemler ve Amerika karşıtı birçok eylemde önder rol oynadı. Onların ülke sınırlarını da aşan tanınmalarını sağlayan eylemler ise ‘Amerika'nın 6. Filosu’nun Türkiye’ye gelişini protesto etmek için düzenlenen eylemler oldu.’ Denizlerin önderliğinde Amerikan 6. Filosunu devrimciler protesto ederken, sağcılarda 6.Filoya kıble durup devrimcilere saldırmışlardı. Tarih unutturmaz. Ayrıca Deniz’in bir grup arkadaşıyla Filistin kamplarında bulunduğu ve İsrail işgalciliğine karşı El Fetih ile birlikte mücadele ettiği biliniyor. Ülkesini, emekçileri ve yoksulları her şeyden çok seven Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i idamdan kurtarmak için devrimci dayanışmanın en güzel örneğini gösteren Mahir Çayan ve on yoldaşını burada anmadan geçemeyiz. Deniz’leri idamdan kurtarmak için Tokat’ın, Niksar ilçesinin Kızıldere Köyü’nde Mahir Çayan ile birlikte dokuz devrimci hayatlarını feda etmiştir. Devrimciler, inandıkları mücadele ve mücadele yoldaşlığının ne demek olduğunu birebirleri için canlarını vererek göstermiştir. Türkiye’nin yakın tarihi Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin şahsında emperyalist-kapitalizme, darbelere, baskı ve zulümlere, işsizliğe, yoksulluğa, adaletsizliğe, siyasal islama, patriyarkaya, doğanın talanına ve her türden şiddete karşı mücadelenin de tarihidir. Bu diyalektik tarihsel mücadele de, insan-doğa ve emek düşmanlığı var oldukça, var olacaktır. Savaşsız, sömürüsüz yeni bir toplumsal düzen ve yeni bir dünya ütopyasını gerçekliğe dönüştürmek, devrimci irade ve pratikle mümkün olabilecektir. Bu yolda insanlık onuru kayıpların hüznüne merhem olacaktır. Deniz’in şahsında bu mücadeleyi çok güzel anlatan Can Yücel’in Mare Nostrum şiirine kulak vermek çok yerinde olacaktır: En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez luverin namlusundan fırlayarak … En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi… Acıyorsam sana anam avradım olsun Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun…” Denizlerin idam kararını veren mahkemenin başkanı hayatını normalin dışında bir biçimle sonlandırdı. “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi, yediği yemek nefes borusuna kaçınca solunum yetersizliğinden öldü.”( bianet.org/bianet/diger/121397) Mecliste idamların oylaması ise düşünceye karşı düşmanlığın bir göstergesi gibiydi.“Oylama 24 Nisan 1972’de sonuçlandırıldı. Bu oylamaya 450 üyeli Meclis’ten 323 üye katıldı. 273 üye evet, 48 üye ret, 2 üye çekimser oy kullandı. 118 kişi de oylamaya katılmadı. 9 koltuk boş kaldı.” (www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar) Mecliste Denizlerin idamına ağırlılı ‘evet’ oyu kullanan Ap ve Mhp vekilleriyle birlikte o dönemki 28 Chp’li vekilin de ‘evet’ oyu kullandığı ortaya çıkmıştır. ” 24 Nisan 1972 tarihli meclis tutanakları incelendiğinde 144 CHP’li vekilden sadece 28 tanesinin “Evet” oyu verdiğini görmek (sf. 235) mümkün.” (https://teyit.org/deniz-gezmisin-asilmasi-icin) Denizlerin avukatı Halit Çelenk, onların sadece avukatı değil, ağabeyleri ve yoldaşlarıydı. Denizlerin idam kararının kesinlikle siyasi olduğunu her fırsatta dile getirdi. İdamı engellemek için elinden geleni yaptı. Ancak öç alma histerisi ile devrimci avına yatmış olanlara sözünü dinletemedi. Halit Çelenk’in kızı Serpil Çelenk bu konuda şunları söyler: “Halit Çelenk yoldaş oğullarının darağacında katledilmelerini izlemek gibi ağır ve katlanılması çok zor bir yaşam deneyimiyle karşı karşıya kaldı. Denizlere verdiği sözü yerine getirdi ve son nefesine dek, onların son sözlerini, devrimci dirençlerini, ölüm karşısında dik duruşlarını ve o kocaman yüreklerini simgeleyen büyük cesaretlerini, uğrunda mücadele verdikleri bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm davalarını her ortamda, her fırsatta yazılı ve sözlü olarak aralıksız anlattı durdu. Yeni kuşakların bilgisine sundu.” (www.ekmekvegul.net/gundem/) Türkiye devrimci sosyalist hareketi önderlerini çok erken kaybetti. Dolayısıyla halkımız demokrasi, eşitlik, adalet ve özgürlük içinde yaşayabilme sürecini ertelemiş oldu ve hala ardından yetişmeye çalışılıyor. Bu konu siyaset bilimi açısından üzerinde ciddiyetle durulmasını gerektiren onlarca dersi içinde barındırıyor. Bitirirken şunu söylemek çok yerinde olacaktır: Dünden bugüne binlerce Deniz, Denizlerin kimliğine sahip çıkarak hep çoğalırken, cellatları karanlığa boğulup yok oldular. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamdan önce ailelerine yazdıkları son mektuplar: Deniz GezmiŞ Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat, bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama, beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, (…) anlayacağını inanıyorum. Cenaze için, avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara´da 1969´da ölen arkadaşım Taylan Özgür´ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul´a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım… Oğlun Deniz Gezmiş Merkez Cezaevi Yusuf Aslan Sevgili Babacığım, Bu mektubu aldığım zaman ben edebiyyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum Bu son onayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum. Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlunun bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum. Babacığım, annemin ve Yücel’in, senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim: fazla üzülmesinden, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim… Benim için her zaman bol bol öpün. Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her birisi oğlum sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, anemi, Yücel’i, ablamı, Aziz Abiyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım… Sağlıcakla kalın. T. Yusuf Aslan Hüseyin İnan Babama, anneme, kardeşlerime ve yakın akrabalarıma, Söyleyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın sonunda karşılayacağı tabii sonuç bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı. Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride durumunu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım. Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız. Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar sevgiler!… Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil Candan selamlar Hüseyin İnan Popüler kültürde Deniz Gezmiş Hakkında Yazılan Kit 1976 Deniz Gezmiş Anlatıyor Erdal Öz[19] 1976 Dar Ağacında Üç Fidan Nihat Behram[20] 1978 İdam Gecesi Anıları Halit Çelenk[21] 1986 Gülünün Solduğu Akşam Erdal Öz[22] 1996 Bizim Deniz Turhan Feyizoğlu[23] 1998 Üç Asılmışların Hikayesi Ahmet Kahraman[24] 2002 Denizler İdama Giderken Oral Çalışlar[25] 2003 Defterimde Kuş Sesleri Erdal Öz [26] 2005 Deniz Gezmiş Albümü Özgür Erdem (ed.) 2006 Savunma Deniz Gezmiş[27] 2007 Deniz Fırtınalı Yıllar Tarkan Tufan[28] 2008 Hepiniz Suçlusunuz Burhan Dodanlı 2009 Deniz: Yaşamı ve Mücadelesi Özgür Erdem[29] 2010 Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır Atilla Keskin[30] 2011 Bir Dava İki Devrimci Unutmak İhanettir Hüseyin Turan[31] 2011 Ağlasın Gökyüzü Vehbi Bardakçı[32] 2011 Denizler ve Filistin Turhan Feyizoğlu[33] 2012 Arkadaşım Deniz Gezmiş Doğu Perinçek[34] 2012 Deniz Gezmiş Destanı Alper Özbek[35] 2014 Bir Defter-i Hatırat-ı Zindan Hasan İhsan [36] 2014 Adı Deniz Esen Rüzgar[37] 2014 Abim Deniz Can Dündar[38] 2014 Hırçın Bir Deniz Hikayesi Ahmet Tahir Can[39] Kültür ve Sanat Filmler Hoşçakal Yarın Deniz Gezmiş rolünü Berhan Şimşek üstlenmiştir.[40] Aşk Olsun Sana Çocuk Deniz Gezmiş rolünü Barış Koçak üstlenmiştir. Diziler Hatırla Sevgili Deniz Gezmiş rolünü Barış Koçak üstlenmiştir.[41] Belgeseller 1994 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi Mehmet Ali Birand 2012 Deniz Gezmiş Belgeseli / Delikanlım Can Dündar [42] Tiyaro Aşk Olsun Sana Çocuk Samsun Sanat Tiyatrosu, 2011 yazında ilk oyununu oynamıştır.[43] "Deniz Diye Bir Delikanlı" Ankara Sanat Tiyatrosu, Yazan ve Yöneten Metin Balaydır Şiirler Mare Nostrum Can Yücel Mahur Beste Attilâ İlhan Neyleyim Nevzat Çelik Sardunyaya Ağıt Can Yücel Şarkılar Ahmet Aslan Susarak Özlüyorum Ahmet Kaya Mahur Ahmet Kaya Beni Tarihle Yargıla Ahmet Kaya Dosta Düşmana Karşı Nesimi Çimen 6 Mayıs Ağıdı Ruhi Su Mahsus Mahal Zülfü Livaneli Hoşçakal Kardeşim Deniz Zülfü Livaneli Şarkışla Edip Akbayram Aşk Olsun Sana Çocuk Cem Karaca Parka Moğollar Geri Sar Sevinç Eratalay Ankara'dan Bir Haber Var Sevinç Eratalay Şarkışla Selda Bağcan Denizlerin Dalgasıyım Grup Yorum Özgürlük Türküsü Grup Yorum Şarkışla Metin-Kemal Kahraman Deniz Koydum Adını Kardeş Türküler Deniz'e Yakılan Türkü Duman Manası Yok Mor ve Ötesi Darbe Gazapizm "Gördüler" Grup Özgürlük Deniz'e Grup Adalılar Ankara'dan bir haber var Grup Adalılar Biz de geliriz Grup Yol Denizlerin Türküsü Fevzi Kurtuluş Deniz'e Şikayet Fevzi Kurtuluş Bizim Deniz Hüseyin Karakuş Adı Deniz Olmalı Çilekeş Her Deniz Hüsnü Arkan 5 Mayıs Soner Olgun Delikanlım Deniz Emeğe Ezgi Adım Deniz Mesth Devrim Sertab Erener La'l Yeni Türkü Sardunyaya Ağıt Fazıl Say Sardunyaya Ağıt (tr.wikipedia.org/wiki/Deniz_Gezmis) Kaynakça 1- teyit.org/deniz-gezmisin-asilmasi-icin-144-chpli-vekilden-97sinin-evet-oyu-kullandigi-iddiasi/ 2- http://bianet.org/bianet/diger/121397-deniz-i-idam-ettiren-mahkeme-baskani-elverdi-bogularak-oldu 3- 3-http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/turkes-denizlerin-idaminda-oy-kullanmadi-mi-1087410/ 4- https://tr.wikipedia.org/wiki/Deniz_Gezmi%C5%9F https://www.ekmekvegul.net/gundem/yillarin-silemedigi-birkac-ani-denizler-halit-ve-sekibe-celenk

  • Mayıs Gülleri

    Fadime Y.KAROĞLU * En zifirisinden bir gece Yıldız gölgesi göz bebeklerimde. Anlamsızlaşıyor değerler, Uysal bir kız çocuğu oluyorum. Ta evvel zaman içinde. Babam, annem... Tomurcuk verecek yaşta! Koca koca adamlar yazıyor Filizleri kıracak kararı! Mayıs gülleri yanıyor... Aciz gözyaşlarım Yağmuruna düşüyor!

  • 1 MAYIS KUTLU OLSUN

    Yusuf AKSOY * İşçiler, emekçiler, emekliler, köylüler, atanamayan yüzbinler, karın tokluğuna çalışanlar, işsizler, kadınlar, gençler, sürgün yollarındaki sığınmacı göçmenler, talan edilen doğanın ve kimsesiz sokak hayvanlarının sesi olacak milyonlar, 1 Mayıs alanlarında bugün yine buluşuyoruz. Ancak daha bir kalabalık ve daha kararlı oluyoruz bugün. Bugün ülkemizde ve dünyanın dört bir yanında emekten, demokrasiden, adaletten, doğadan, barış ve özgürlükten yana birleşmiş halklardan umudun kesilemeyeceğini dost düşmana bir kez daha gösterilecektir. “Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri.” Nazım Usta’nın ‘Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ şiirindeki gerçeklik ve güven dün olduğu gibi bugüne ve yarınlara yeniden ışık tutuyor, cesaret saçıyor. 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma zorunluluğuna karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle siyahisi, beyazı ve göçmenleriyle birlikte on binler iş bırakmıştı. Sermaye işçilerin benzer eylemlerini engellemeye çalışsa da örgütlü işçiler insanca yaşama koşulları için baskılara boyun eğmemişlerdir. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü" olarak kutlanmasına karar verildi.1890 yılında dünyanın muhtelif yerlerinde büyük işçi gösterileri tekrar yapılmıştır. 1889’dan günümüze kadar kapitalizmin başta emek dünyası olmak üzere yaşamın her alanına rant ve hegemonya amaçlı saldırılarını örgütlü işçi ve emekçi yığınları püskürtmeye çalışmıştır. Örgütlü ve kararlı işçi eylemleri 1 Mayıs’ın işçi ve emekçilerin örgütlenerek ve dayanışarak hak ve özürlülüklerini kazandıkları ve bu günü de yeni kazanımlar ve özgürlükler için kutladıkları tarihsel güne çevirmişlerdir. Ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlaması Osmanlı Devleti döneminde işçi örgütlenmesinin en gelişmiş olduğu yer olan  Selanik'te 1911 yılında yapılmıştır.  Selanik’teki tütün, liman ve pamuk işçileri kalabalık ve coşkuyla, 1 Mayıs’ı kutlamışlardır. İstanbul'da ilk defa 1912 yılında 1 Mayıs kutlaması gerçekleşmiştir. Daha sonraki süreçte ise: “1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edildi. 1924'te hükûmet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.1925'te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.1935 yılında 1 Mayıs'a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.” 1 Mayıs kutlamaları sermaye iktidarları tarafından her dönem engellenmek istenmiştir. İstanbul’da 500 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen 1977 1 Mayıs kutlamasına işçi ve emekçi düşmanları tarafından ateş açılmıştı ve bu saldırı sonucunda 34 kişi hayatını kaybetmişti.  Aynı zamanda yüzlerce gösterici de yaralanmıştı. Sermaye yanlısı 12 Eylül Askeri Darbesi başta 1 Mayıs olmak üzere tüm hak ve özgürlükler ile ilgili gösterileri yasaklamıştır. Buna rağmen 1 Mayıs kutlamaları çok kitlesel olmasa da kutlamalara her yıl ağır baskı koşullarında da bir şekilde devam edilmiştir. 1989'da trafik polisinin açtığı ateş sonucu Mehmet Akif Dalcı adında genç bir işçi gösterici yaşamını yitirmiştir. 1990 yılından itibaren her geçen yıl daha da kitleselleşerek 1 Mayıs kutlamaları yapılmaktadır. Ülkemizde kapitalizmin noeliberal politikalarının yirmi yılı aşkın süredir uygulanması sonucu ülke tam anlamıyla başta ekonomi olmak üzere her alanda içinden çıkılmaz bir krize sokulmuştur. Son yılın enflasyonu bağımsız araştırma kurumlarının araştırmalarına göre % 100’leri aşmış durumdadır. Emekçi halkımız yoksulluğu, işsizliği, gelir dağılımındaki ve hukuk alanındaki adaletsizliği en derin şekilde yaşamaya başlamıştır. 6 Şubat 2023 tarihinde 11 kentimizi köy ve kasabalarıyla birlikte neredeyse yerle bir eden Kahramanmaraş merkezli deprem sonucu resmi rakamlara göre 52 bin insanımız hayatını kaybetmiştir. Bunların yanında binlerce insanımız da yaralandı ve sayısı tam olarak sayısı bilinmeyen çok sayıda insanımız da hala kayıp. 700 bin dolayında konut ise oturulamaz duruma gelmiştir. Tüm dünyanın da gözlemlediği acı gerçeği hepimiz biliyoruz. 11 kentimiz yerle bir oluyor resmi yardım kuruluşları ise kör, sağır olup ölü taklidi yapıyor ve yerle bir olan yerleşim yerlerine ancak üçüncü günden sonra plansız, yetersiz, donanımsız bir şekilde ulaşmaya çalışıyor. Asılda yıkanın,öldürenin deprem değil, rantçı düzen olduğunu hepimiz biliyoruz. 11 kentin yıkılmasından ve binlerce insanımızın hayatını kaybetmesinden, yaralanmasından ve kayıp olmasından bilim insanlarının uyarı ve önerilerine kulak tıkayan rantçı ve talancı siyasi zihniyet sorumludur. 1 Mayıs alanlarında ranta, talana ve denetimsizliğe karşı da öfkemizi haykıracağız. Başta Soma olmak üzere yakın zamanlardaki maden facialarının acısı ve kızgınlığı hepimizi yakarken, Erzincan İliç Madeninde siyanürlü toprak altında kaybolan 9 madencimizden sonra artık yeter diyen acı ve isyan sesleri göğü karartmaktadır. Son 22 yıllık süreçte kamusallık neredeyse bir bütün olarak tasfiye edildi. Piyasalaşma ekonomisi egemen kılındı; kamu iktisadi teşebbüs ve kurumlarının hemen hemen tamamı özelleştirildi. Örgütlü, bilim ve teknolojinin geliştirdiği donanımları halkın yararına ancak kamusalcı bir anlayış devreye sokabilirdi. Kamusallığın tasfiyesi yurttaşın yaşam güvenliğinin de tasfiyesidir. Son büyük depremde bunu çok acı bir şekilde toplumca gördük, yaşadık. Umarım hafızalarımız silinip bu karanlık, ölüm ve zulüm yıllarını unutmayız. Diğer üretim alanlarında olduğu gibi tarım ürünlerinde de ithalatın tercih edilmesi, sübvansiyonun anlamsızlaştırılması ve çiftçilerin kullanacağı yakıt, gübre ve tarım ilacı gibi ihtiyaç girdilerinin aşırı zamlanmasından dolayı yerli tarım  tasfiye edilmiştir. Ağır vergilerle binlerce küçük esnaf iflas edip kepenklerini açamamak üzere kapatmak zorunda bırakılmış, bordro mahkûmu emekçilerin kazançları da dolaylı ve dolaysız vergilerle çar çur edilmiştir. 4688 sayılı sahte sendika yasası ile kamu emekçilerinin eli kolu bağlanmıştır. Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) ile eğitim emekçilerinin emeği değersizleştirilerek aynı işi yapan eğitim emekçileri farklı ücretler almakla karşı karşıya bırakılmıştır. Mülakat ile salt yandaşların işe alınması sağlanmıştır. Ülke nüfusunun % 82 si kentlere göç etmek zorunda bırakılmıştır. Böylelikle işsizliğin, güvencesizliğin, kuralsızlığın, kimsesizliğin ve açlığın pençesinde milyonlar beton yığınlarıyla kuşatılmış kentlerde yaşam savaşı vermek zorunda bırakılmıştır. Sözde ‘kamu kurumları’ liyakate uygun olmayan atamalarla siyasi anlamda kontrol altına alınmış deyim yerindeyse ele geçirilmiştir. Dolayısıyla hemen hemen tüm kurumları yönetememezlik durumuna getirilmiştir. İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı ile kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetler artmıştır. Çocuk işçilik ve ucuz sığınmacı emeğindeki azgın sömürüye seyirci kalınmaktadır. Lbgti+ bireyler üzerinde baskılar her geçen gün artmıştır. Farklı inanç gruplarının meşruiyeti tanınmamış ve yok sayılmışlardır. Birinci sınıf tarım alanları ve ormanlar maden şirketlerinin çıkarına talan edilmiştir. Eğitim sitemi yazboz tahtasına dönüştürülmüş ve laik eğitim tasfiye edilerek okul öncesinden üniversiteye kadar eğitim basamaklarını dinselleştirilme anlamında büyük adımlar atılmıştır. Okulların tümü neredeyse imam hatipleştirilmiştir. Tarikat ve cemaatler protokollerle okullara sızdırılmıştır. Tarikat-Cemaat yurtlarında mobing ve istismar dayanılamayacak noktalara gelmiştir. Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara’nın cemaat yurdunda yaşadığı baskılardan ve gelecek kaygısından dolayı intihar ettiğini toplumca acı bir şekilde şahit olduk. Çocukların ve gençlerin hayallerinin çalındığı bir dönemdeyiz. Genç nüfus ülke dışında yaşama arayışlarına girmiştir. Binlerce üniversite mezunumuz yani genç beyinler ülkeden ayrılmıştır. Ayrılmak isteyenlerin sayısı her geçen gün de artmaktadır. Kötülüğe sessiz kalma alışkanlığı kötülüğün zihniyetini daha da güçlendirmiştir. Ülke halkı mutsuz bir halk haline dönüştürülmüştür. Toplumcu Şair sevgili A. Kadir’in dizelerindeki sessiz isyanı tüm açık ve kapalı mekânlarda görmekteyiz, yaşamaktayız: “Bizim hiç bir hürriyetimiz yok, Hiç bir hürriyetimiz, Ne çalışmak, ne konuşmak, ne sevişmek, Sen orda bağrına bas dur en büyük çileyi, Ben burda en büyük çileyi doldurayım, Ekmeğe muhtaç, hürriyete muhtaç, sana muhtaç. Sen orda dalından koparılmış bir zerdali gibi dur, Ben burda zerdalisiz bir dal gibi durayım.” Artık toplumca farklı bir dönüm noktasına geldik. Ya boyun eğe eğe boyunlarımız kırılacak ya da onurumuza ve irademize sahip çıkarak elimizden alınan ne varsa hepsini geri almak için demokratik ve hukuki yollardan tepkimizi göstermekten geri durmayacağız. Sonuç almak için sürekliliğe dayalı ve büyüyen bir örgütlülükle hareket etmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Sonuçları halka umut aşılayıp sevinç yaratan Mart Yerel Seçimlerinin ardından kutlayacağımız 2024’nin 1 Mayıs’ı tarihsel bir öneme sahiptir. Bunun içindir ki, işçiler, emekçiler, çiftçiler, kadınlar, gençler, işsizler ve emekliler alanlarda, sokaklarda birleşik, örgütlü gücünü göstermelidir. Emekten, doğadan, bilimden ve laiklikten yana demokratik, adaletli ve özgürlükçü bir toplumsal düzen için taleplerimizi en güçlü şekilde haykırmalıyız.  Unutmamalıyız ki, değişimi ve dönüşümü alanlarda ve sokaklardaki örgütlü emekçi halkın gücü gerçekleştirecektir. En çok da umudun eyleme dönüştüğü yani birliğe, dayanışmaya ve cesarete ihtiyacımız olduğu bir dönemdeyiz. İşsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe, sömürüye ve baskılara karşı emekten, doğadan, bilimden ve özgürlükten yana bir ülke ve dünya için hep birlikte olabilmeliyiz. El ele, omuz omuza özgür ve hakça yarınlar için 1 MAYIS meydanlarını ve sokakları hınca hınç dolduralım. Yarınların büyük şenliğine giden yolda yolumuz kutlu;  sesimiz, sisi ve karanlığı dağıtan olsun.

  • DENİZ GEZMİŞ'in SON ANLARI

    Deniz GEZMİŞ'in son anlarını Av. Mükerrem ERDOĞAN Anlatıyor.

  • Hıdırellez ve Gül Ağacında Üç Fidan

    Nurten B. AKSOY * Hıdırellez’i günümüz gençleri pek bilmese de 6 Mayıs Tarihini bağımsızlık ve özgürlüğe gönül vermiş pek çok kişi bilir… Hıdırellez, Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir ve baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini simgeler. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, Hıdırellez’in uğruna inananlar dileklerini yazdıkları minik kağıtları kırmızı torbalara koyup, yanına bozuk para da ekleyerek gül dalına asarlar, sonra da bütün bir yıl dileklerinin gerçekleşmesini beklerler. Aslında dilekler mütevazı ve olabilecek şeyler olduğundan genellikle de hep gerçekleşir. Oysa 1972 yılının Hıdırellez’inde yani 5 Mayıs’ı 6’sına bağlayan gece dilekler, umutlar gül dalına değil, kin ve intikam duygularıyla yanıp tutuşanlar tarafından darağaçlarına asıldı… Tam bağımsız Türkiye için mücadele eden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacına korkmadan dimdik giden, bu üç yiğit fidanın istekleri hiç gerçekleşmedi ama isimleri sonsuzluğa yazıldı… Onları 52. ölüm yıldönümlerinde özlemle ve sevgiyle anıyoruz… “Gözümde bir damla su Deniz olup taşıyor Çöllerde kalmış gibi yanıyor yanıyorum” 12 Mart 1971’de “Ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’da İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi” gibi nedenlerle Ordu, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanına bir muhtıra vererek hükümetin istifasını ve yeni bir hükümet kurulmasını istemişti. Kısacası "Demokrasi" yine sekteye uğramış ve rafa kaldırılmıştı. Ülkede yaşanan kaosun, kargaşanın faturası birilerine kesilmeliydi. Bunun için vatan hainleri (!) her yerde kovalanıyor, hapislere atılıyor, baskınlarda öldürülüyor ve memleketi kurtarmak adına “Üç Fidan” idama mahkum edilerek dar ağacına gönderiliyordu. Asıldıklarında Hüseyin İnan 23, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25 yaşındaydılar. Onlardan geriye düşünceleri, simge haline gelmiş isimleri ve mektupları kaldı. Tarih 6 Mayıs 1972, Hıdrellez yani… Görünüşte güneşli bir bahar günü ama çığlıkların dudaklarda kaldığı, acının yürekleri delip geçtiği kapkara bir gün… O gün, tıpkı gül dalına asılmış, içinde umutların olduğu dilek torbaları gibi o üç fidan da inandıkları ve ölümü göze aldıkları “Tam Bağımsız Türkiye” için darağaçlarına asıldılar... Onlar hür ve bağımsız bir ülke dilemişlerdi hep, ama dilekleri kabul olmadı ne yazık ki... Ve onlar korkmadan ölüme giderken arkalarında inançlarını, fikirlerini, anılarını ve son mektuplarını bıraktılar… Deniz, Hüseyin ve Yusuf veda mektuplarını yazarken yakınları hâlâ son bir umut çırpınıyordu, ama tüm çabalar sonuçsuz kaldı ne yazık ki… “5 Mayıs Cuma, 6 Mayıs’a, Hıdırellez’e bağlanıyordu. O geceyi seçtiler; gece yarısı Mamak koğuşlarında zincir sesleri yankılandı. Sonra kapıların çift taraflı sürgüsü gürültüyle çekildi. Parmaklıklı demir kapılar gıcırdadı. Mamak’ta ikişerli hücrelerde yatan mahkumlar, bu seslerden vaktin geldiğini anladı. Az sora koridor boyunca yere sürtünen bir pranganın sesi çınladı. Horozlu aynası olanlar parmaklıkların ardından uzatıp ötesini görmeye çalıştılar, göremediler… Ama Deniz’in sesini duydular: ‘Hadi eyvallah arkadaşlar!’ Bu kadar… Boğazları düğümlendi, ne slogan ne marş… sözün bittiği yerdi…” (Can Dündar Abim Deniz Kitabından sayfa: 430) * Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de tereddüde düşmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. O bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım. Oğlun Deniz Gezmiş * Deniz bu son mektubunu, asılmadan hemen önce, başgardiyanın odasında, yazı makinesiyle odaya gelen bir görevliye söyleyerek yazdırmıştı. *** "Söyleyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı. Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride durumumu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım. Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız. Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar sevgiler!.. Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil hem de sırası değil… Candan selamlar. Hüseyin İnan" * Hüseyin’in bu mektubu asılmadan az önce el yazısıyla yazdığı anlaşılıyor. Mektup, bir zarfa konulmuş ve postalanacakmış gibi üstüne bir liralık da pul yapıştırılmıştır. *** "Sevgili babacığım, bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum. Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum. Babacığım, annemin ve Yücel’in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim: fazla üzülmesinler, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim… Benim için her zaman bol bol öpün. Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel’i, ablamı, Aziz Abiyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım… Sağlıcakla kalın… Hoşça kalın T. Yusuf Aslan Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki vermeyebilirler." * Yusuf Aslan mektubunu Mamak Cezaevi’nde idamdan üç gece önce el yazısıyla yazmıştı. *** İnfazdan sonra Deniz’in ailesine teslim edilen evrak arasında bir de cep defteri vardı. İçine bir şey yazılmamış olan bu defterin kapak içindeki boş sayfaya kendi el yazısıyla bir şiir yazmıştı Deniz. Bazı mısraları, sözcükleri yazıp üzerini çizmişti. O dizeler, ondan kalan son sözler oldu… "Yenilmişsem Elim kolum bağlı Boynumda yağlı ip Gelip dayanmışsam Darağacına Dudaklarımda yarın Gözlerim yarınlarda Unutmak mı gerek seni? Kapılar kapalı Tutulmuşsa gece kapkara yollar Sıcacık bir sevgi sunmayacak mıyım insanlara? Bakmayacak mıyım yarınlara Seslenmeyecek miyim insanlara?"

  • Terzi Fikri

    FİKRİ SÖNMEZ, FATSA ESKİ BELEDİYE BAŞKANI (d. 1938, Fatsa - ö. 4 Mayıs 1985, Amasya), Türk Marksist-Leninist siyasetçi ve Ordu'nun Fatsa ilçesinin belediye başkanlarından. Fatsa'da komünist bir yönetim kurduğu gerekçesiyle 12 Eylül Askerî Darbesi'ne giden süreçte 11 Temmuz 1980'de yapılan bir askerî operasyonla görevinden alındı ve tutuklandı. Yargılandı ve ağır hapis cezasına çarptırıldı. 4 Mayıs 1985'te cezaevinde öldü. Yaşamı 1938 yılında Ordu-Fatsa'nın Kabakdağı köyünde doğdu. Gürcü kökenli Golomanidze ailesine mensuptur.[1] Ailesinin ihtiyacı üzerine ilkokuldan sonra bir terzinin yanında çırak olarak çalışmaya başladı. 60'lı yılların ortalarında TİP'e üye oldu ve partide aktif olarak görev aldı. Dev-Genç saflarında 6. Filo'ya karşı düzenlenen gösterilere katıldı. 1970 ortalarında sol içinde ortaya çıkan yeni saflaşmalarda Mahir Çayan'ın görüşlerine katılarak THKP-C tarafında yer aldı. 1971-1972 yıllarında Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçışlarından sonra Karadeniz Bölgesi'ne geçmelerinde ve bu bölgedeki ilişkilerinde ve eylemlerinde onlara yardımcı olduğu gerekçesiyle THKP-C Davası'nın diğer sanıklarıyla birlikte 2 yıl kadar tutuklu olarak yargılandı ve 1974 affıyla tahliye oldu. Giresun, Ordu, Samsun bölgelerinde aktif faaliyet yürüttüğü sırada Devrimci Yol militanıydı. Belediye Başkanlığı 1978 yılından itibaren sol gruplar Fatsa'da etkinliklerini artırdı. 1979 yılında Belediye Başkanı Nazmiye Komitoğlu'nun vefatı nedeniyle yapılan ara seçimde Sönmez, bağımsız belediye başkan adayı oldu ve 14 Ekim 1979'da seçimi kazandı. Seçildikten sonra Fatsa'yı özelliklerine göre 11 bölgeye ayırarak halk komitelerini oluşturdu ve iki ayda bir halk toplantıları düzenledi. Bu komitelerin üyeleri bu toplantılarda belediye çalışmalarını denetler, gerekirse komite üyelerini görevlerinden alırlardı. Komitelerde belediye faaliyetlerinden başka içki, kumar sorunları, kadına şiddet gibi diğer konular da ele alınmaya başlandı ve bu sorunların geriletilmesinde önemli mesafe kat edildi.[2] Bu komitelerin gerçekleştirdiği önemli çalışmalardan biri de "Çamura Son" kampanyası idi. Bu ve benzeri projelerle bölge halkı belediye çalışmalarına ortak edildi.[2] Kampanyanın ardından bir de Fatsa Halk Şenliği düzenlendi. İlçe kısa bir süre içinde sosyalist solun simgesi olurken sağcı basın organları, politikacılar, emniyet ve askerler tarafından da eleştirilere hedef oldu.[3] 16 Haziran 1980 günü yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı'nda Emniyet Genel Müdürü Turan Güneş, "Ordu ilimizde ise Fatsa ve Aybastı ilçeleri dikkate değer gelişmelere sahne olmaktadır. Özellikle Devrimci Yol fraksiyonunun mahalli idare ve yöneticilerden de gördüğü destek ve anlayışla bir vatan oluşturmada hayli mesafe katedildiği görülmektedir. Derlenen bilgilerden, Fatsa'da, yansıda görüldüğü üzere bir illegal örgütlenmenin varlığı ve etkin olduğu intibaı alınmaktadır." dedi. 8 Temmuz 1980 günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı, Çorum ve Fatsa'da olanlar hakkında bilgi almak için Karadeniz'de incelemeye çıktı. Önce Çorum'a giden komutanlar, daha sonra Amasya, Samsun ve Ordu'ya gitti. Samsun'dan Ordu'ya helikopterle gidecekken Samsun Valisi, "Fatsa üzerinden geçerken teröristlerin kendilerine ateş açabileceklerini, bu sebeple yüksekten uçmalarını" söyleyerek komutanları uyardı. 11 Temmuz 1980'de sabaha karşı 04.15'te ilçeye "Nokta Operasyonu" diye tabir edilen bir askerî operasyon düzenlendi. Operasyonu Ordu Jandarma Alay Komutanı yönetti. İlçede sokağa çıkma yasağı kondu, silah araması yapıldı. Bu harekât sırasında maskeli kişilerin ihbar ettiği 300 kişi tutuklandı. 2000 sanıklı Dev-Yol davası açıldı. Ancak çoğu beraat etti.[4] 11 Temmuz günü gözaltına alınan Fikri Sönmez, devletin anayasal düzenini değiştirmeye yönelik suçtan dolayı Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesi gereğince ağır hapis cezasına çarptırıldı. 4 Mayıs 1985 günü cezaevinde geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. Sönmez'in çalışmaları, bir sosyalist yerel yönetim deneyimi olarak görüldü ve yerli ve yabancı birçok araştırmaya da konu oldu. DERLEME; KAYNAK ; Vikipedi, özgür ansiklopedi

  • Onun Adı Kuzey

    Fadime Y.KAROĞLU * O sadece bir kedi değil, o kişiliği olan bir canlı. Bakışı, duruşu asaleti... Tıpkı Sibirya Kurdu gibi dayanıklı ve hisli. Bakmayın erkek erkek duruşuna, o daha üç yaşında bir bebek! Belletildiği gibi, nankör sanmayın, minnetini, sahibine teşekkürü yalayarak gösteren, dokunulmasından hoşlanmasa da sevildiğini hissedip, kuyruğuyla cevap veren cüsseli bebek. Sabahın ilk saatlerinde almıştık, Kuzey'in rahatsızlandığı haberini. Ciddi bir şey olmamasına ne çok dua ettik bütün gün. Nefes darlığı çektiğini, artık oksijen tüpüne bağlı olarak tedavi altına alındığı, veteriner gözetiminde beklememiz gerektiğini öğrendiğimizde üzüntümüz bir kat daha arttı. Kuzey için doğuştan gelen kalbindeki delik nedeniyle yaşam şansının ameliyat olsa bile, çok az olduğu gerçeğiyle yüzleşmek... İçimizi acıtıyordu. Uzaktan görüntülerini çeken kardeşim, bizleri durumundan haberdar ediyordu saat saat. Hayvanları çok seven minik torunum, görüntüleri fark etti. Telefonumu çekiştirerek bir hamlede eline aldı. Baktım, ekrandan, serum takılı patilerini öpüyor Kuzey'in. Miniğim o öpücüğü gönderdi ya, dilerim iyileşir Kuzey, diye içimden geçirdim. Sıkıntılı bir bekleyiş oldu... Ertesi sabah, kardeşim, gözyaşları içinde ellerinde büyüttüğü canın melek olduğu haberini verdiğinde, ben de gözyaşlarımı tutamadım. Daha çok küçüktü, doğası gereği erişkin gibi dursa da o daha bebekti! Tanrı her ruhu bir görevle gönderiyorsa, Kuzey, bana, korkudan kucaklayamasam da içimde bir yerlerde büyük bir hayvan sevgisi olduğunu, veda ederek göstermiş oldu. Dilerim, tüm insanlara böyle ruhlar denk gelsin! Güle güle Kuzey bebek.

  • ORTA ŞEKERLİ KAHVE

    Niyazi UYAR* Demir’i anneanneyle bırakıp “öğretmenevine okey oynamaya gidiyorum,” diye çıktım evden. Nedendir bilinmez eve gidesim tuttu, o anda. Ayağımı ev yoluna çevirip yürümeye başladım. Öğle saatleriydi, Atatürk Caddesi’nin trafiği bu saatlerde yoğun olmazdı. Kulaklığım kulağımda, ağır adımlarla geçtim karşıya. YouTub’dan bir şeyler dinlemek için akşamdan bir hazırlık yapmamışsam en çok konuşulan siyasi gündemin videolarını dinlerim. Arama yaparken “Orta Şekerli Kahve” diye bir radyo tiyatrosu dikkatimi çekti, açtım dinlemeye başladım. Yoldan belden arabalar gidiyor, kimi hızlı, kimi yavaş. Motorlar gidiyor geliyor, sesli sessiz, çoğunun sürücüsü de kadın! Şehrin ikinci yoğun caddesi Şüheda Caddesi’nde yaya geçitleri arası mesafeli olduğundan karşıdan karşıya geçmek sıkıntılıdır. Öğle saatleri olduğu için buranın trafiği de sakin. Sanmayın ki, akaryakıta gelen zamlardan. Salihli’de akaryakıta zam geldikçe, Salihli halkının, daha çok arabasına binesi tutar. Alt komşunun çocuğu uykudadır, diye düşünerek kapıyı yavaşça açıp bir gölge gibi girdim içeriye. Üstüme ağırlık gibi gelen giysileri fırlatıp attım yatağın üstüne. Hafif bir şeyler giyip mutfağa yöneldim. Orta şekerli bir kahve yapmalıyım kendime dedim. Cam balkonda plastik beyaz sandalyelerden birine oturup seyredecektim alemi. Yenilediğim göz merceklerimle, her şeyi aynada görür gibi görüyordum. Mahallenin en güzel ağacı, fıstık çamının yeşili, adeta yeşillinden delirmiş, boyu da apartmanlarla yarışırcasına yukarıya, güneşe varmak için uzayıp gidiyor.  Fıstık çamının daimî konukları kara kargaların, kara karga yavrularının gak guk sesleri, ortalığı alırken, evcil güvercinler ürkek ürkek uçup dururken, sonra birden tüneklerine, barınaklarına doğru uçuşa geçip cadde üstündeki apartmanın çatısına bir konuyor, bir uçuyorlardı. Hemen oturduğum apartmanın karşısındaki apartmanın sakinleri emeklilerden teşkil olmalı ki, apartman oldukça bakımsızdır, binanın sıvası dökülmüş, bazı pencereler ilk haliyle dururken bazıları plastikle çerçevelenmiş, bu pencerelerin kenarları alçıyla sıvandığından garip bir vaziyet almıştır. Bu bakımsız apartmanın zemin katında oturan Hayriye Hanım, saçlarını savurta savurta evin koridorunda o yöne bu yöne yürürken, ağzından hiç eksik etmediği sigarasının dumanı da yana döne merdiven kuruyordu gökyüzüne. Mahallenin yerden bitme Ömer’i, arabasının park yerini beğenmemiş olacak mavi balkon perdesinin yırtığından sokağı muhasara altına almış, gözetleyip durmakta. Bir orta şekerli kahve içeyim en iyisi dedim. Elektrikli çağla yeşili cezvenin içine dolu dolu bir tatlı kaşığı kahve, bir adet kesme şeker, bir fincan da Bozdağ’ın buz gibi musluktan akan suyundan koyup iyi bir karıştırdım. Şüheda Caddesinden arabalar aralık vermeden gidip gelmeye devam etmekte, kimi hızlı kimi yavaş. Sürücüleri daha çok kadın olan motorlar geçmekte, kimi sesli kimi sessiz. Pandemi günlerinin sakin Şüheda trafiği, sabah ve akşam saatlerinde baş döndüren bir vaziyette Devlet Hastanesi'nin önünden ta istasyona doğru uzayıp gider. İstasyonun sol yanında Kurtuluş Savaşı yıllarında Teşkilat-ı Mahsus’a üyelerinden Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kuşçubaşı Eşref’in çiftliği varmış o yıllarda. Kuşçubaş Çiftliği veya Kuşçubaşı Eşref’in hayatı, başlı başına bir öykü, başlı başına bir romanın konusudur. Orta şekerli kahvemi Şahinaz Hanım’ın hediye ettiği yaprak desenli fincana koydum. Balkon camı filmli olduğundan dışarıdan içerisi net olarak seçilmiyordu, ben işte buna sebep gönül rahatlığıyla sere serpe otururum balkonumda. Pandemi günlerinden sonra, iyice seyrekleşen ambulans trafiği, bugün nedense daha bir yoğundur. İki apartman ötede oturan geri dönüşümcü vatandaş, eski püskü motoruna taktığı şeytan arabasına benzeyen römorku tepesine kadar atık kâğıtlılarla doldurmuş geçip gitmekte önümden. Sol yandaki ahşap evin bahçesindeki aklı, karalı, kahveyi, grili, çilli, kırmızılı… tavuklar, gaklaya gaklaya yumurtalar hazır, hadi buyurun dercesine gaklamaktalar. Orta şekerli kahvemi içerken, başım geriye düştü, gözlerim kapandı, bir an dalmışım. İşte o anda, söz anlamaz, halden bilmez, şeytani fikirli, hoyrat beyin hücrelerim yer değiştirmeye, oradan oraya, gidip gelmeye başladı. O an içinde, ne o anı, dakikada, saniyede salisede, ışık hızında belki ondan çok daha hızlı.  Gidiyor, geliyor, gidiyor geliyor. Beynim patlayacak nerdeyse, kafam müthiş zonkluyor. Şu kafamda canlananları yazmaya kalksam sayfalar, sayfalar tutar. Orta şekerli kahvemi keyifle içeyim, diye oturduğum beyaz plastik sandalyeden kalktım, yürür yürümez aciz adımlarla balkonun ucuna kadar gittim. Camın kanadını açmak için plastik ipi çekip açtım. Dışarıda mis gibi bir hava. Bozdağ’ın çam kokuları ta buralara kadar gelmiş. Şahinaz’ın yaprak desenli fincanındaki orta şekerli kahvemi son kez çektim, ah dedim, sigara içtiğim özgür günlerde olduğu gibi bir de sigara olsa, diye iç geçirdim. O yıllarda, bir de derdim ki, sigara kahve aşkına dair; “Aşk öpücüksüz, kahve sigarasız olmaz,” diye uydurulan safsatayı pelesenk etmiştim dilime. İşte tam o anda yaman bir uyku gelip çöreklendi kepenkli gözlerime, Demir yanımdaymış gibi biraz sonra odadan gelecek “dede diye çağırmadan azıcık kestirivereyim dedim ve kıvrılıp yattım balkondaki pamuk yer minderinin üstüne.

  • BAHAR VE İŞÇİ

    Fuat ÖZGEN * Bahar çiçek açar İşçi bal yapar Bahar yaratır İşçi yaşatır İkisi de üretici Sanatçı ikisi de Verim ve güzellik Yaratıcılık ve mutluluk Kutlu bir bayram Üretim Beyin yorar, beden yorar Emek ister, sabır ister Üreten Bedel ister, örgüt ister Dayanışma, destek ister Üreticiye olunursa köstek Acır güzellik Yanar yürek

  • SELAM OLSUN 1 MAYIS’A

    Yusuf Aksoy * İşçiler, emekçiler, emekliler, köylüler, atanamayan yüzbinler, karın tokluğuna çalışanlar, işsizler, kadınlar, gençler, sürgün yollarındaki sığınmacı göçmenler, talan edilen doğanın ve kimsesiz sokak hayvanlarının sesi olacak milyonlar, 1 Mayıs alanlarında bugün yine buluşuyoruz. Ancak daha bir kalabalık ve daha kararlı oluyoruz bugün. Bugün ülkemizde ve dünyanın dört bir yanında insandan, işçi ve emekçilerden, birleşmiş halklardan umudun kesilemeyeceğini dost düşmana bir kez daha gösterilecektir. “Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri.” Nazım Usta’nın ‘Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ şiirindeki gerçeklik ve güven dün olduğu gibi bugün ve yarınlara yeniden ışık tutuyor, cesaret saçıyor. 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma zorunluluğuna karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle siyahisi, beyazı ve göçmenleriyle birlikte on binler iş bırakmıştı. Sermaye işçilerin benzer eylemlerini engellemeye çalışsa da örgütlü işçiler insanca yaşama koşulları için baskılara boyun eğmemişlerdir. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü" olarak kutlanmasına karar verildi. 1890 yılında dünyanın muhtelif yerlerinde büyük işçi gösterileri tekrar yapılmıştır. 1889’dan günümüze kadar kapitalizmin başta emek dünyası olmak üzere yaşamın her alanına rant ve hegemonya amaçlı saldırılarını örgütlü işçi ve emekçi yığınları püskürtmeye çalışmıştır. Örgütlü ve kararlı işçi eylemleri 1 Mayıs’ın işçi ve emekçilerin örgütlenerek ve dayanışarak hak ve özürlülüklerini kazandıkları ve bu günü de yeni kazanımlar ve özgürlükler için kutladıkları tarihsel güne çevirmişlerdir. Ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlaması Osmanlı Devleti döneminde işçi örgütlenmesinin en gelişmiş olduğu yer olan Selanik'te 1911 yılında yapılmıştır. Selanik’teki tütün, liman ve pamuk işçileri kalabalık ve coşkuyla, 1 Mayıs’ı kutlamışlardır. İstanbul'da ilk defa 1912 yılında 1 Mayıs kutlaması gerçekleşmiştir. Daha sonraki süreçte ise: “1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edildi. 1924'te hükûmet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.1925'te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.1935 yılında 1 Mayıs'a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.” 1 Mayıs kutlamaları sermaye iktidarları tarafından her dönem engellenmek istenmiştir. İstanbul’da 500 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen 1977 1 Mayıs kutlamasına işçi ve emekçi düşmanları tarafından ateş açılmıştı ve bu saldırı sonucunda 34 kişi hayatını kaybetmişti. Aynı zamanda yüzlerce gösterici de yaralanmıştı. Sermaye yanlısı 12 Eylül Askeri Darbesi başta 1 Mayıs olmak üzere tüm hak ve özgürlükler ile ilgili gösterileri yasaklamıştır. Buna rağmen 1 Mayıs kutlamaları çok kitlesel olmasa da kutlamalara her yıl ağır baskı koşullarında da bir şekilde devam edilmiştir. 1989'da trafik polisinin açtığı ateş sonucu Mehmet Akif Dalcı adında genç bir işçi gösterici yaşamını yitirmiştir. 1990 yılından itibaren her geçen yıl daha da kitleselleşerek 1 Mayıs kutlamaları yapılmaktadır. Kapitalizmin noeliberal politikalarını yirmi yıldır süren iktidarı boyunca uygulayan AKP-MHP iktidarı pandemi süreciyle beraber ülkeyi tam anlamıyla başta ekonomi alanı olmak üzere her alanda içinden çıkılmaz bir krize sokmuştur. Son yılın enflasyonu bağımsız araştırma kurumlarının araştırmalarına göre % 160’lari aşmış durumdadır. Emekçi halkımız yoksulluğu, işsizliği, gelir dağılımındaki ve hukuk alanındaki adaletsizliği en derin şekilde yaşamaya başlamıştır. 6 Şubat 2023 tarihinde 11 kentimizi köy ve kasabalarıyla birlikte neredeyse yerle bir eden Kahramanmaraş merkezli deprem sonucu resmi rakamlara göre 52 bin insanımız hayatını kaybetmiştir. Bunların yanında binlerce insanımız da yaralandı ve sayısı tam olarak sayısı bilinmeyen çok sayıda insanımız da hala kayıp. 700 bin dolayında konut ise oturulamaz duruma gelmiştir. Tüm dünyanın da gözlemlediği acı gerçeği hepimiz biliyoruz. 11 kentimiz yerle bir oluyor resmi yardım kuruluşları ise kör, sağır olup ölü taklidi yapıyor ve yerle bir olan yerleşim yerlerine ancak üçüncü günden sonra plansız, yetersiz, donanımsız bir şekilde ulaşmaya çalışıyor. Asılda yıkanın, öldürenin deprem değil, rantçı düzen olduğunu hepimiz biliyoruz. 11 kentin yıkılmasından ve binlerce insanımızın hayatını kaybetmesinden, yaralanmasından ve kayıp olmasından bilim insanlarının uyarı ve önerilerine kulak tıkayan rantçı ve talancı siyasi zihniyet sorumludur. 1 Mayıs alanlarında ranta, talana ve denetimsizliğe karşı da öfkemizi haykıracağız. Son 22 yıllık süreçte kamusallık neredeyse bir bütün olarak tasfiye edildi. Piyasalaşma pazarı egemen kılındı; kamu iktisadi teşebbüs ve kurumları özelleştirildi. Örgütlü, bilim ve teknolojinin geliştirdiği donanımları halkın yararına ancak kamusalcı bir anlayış devreye sokabilirdi. Kamusallığın tasfiyesi yurttaşın yaşam güvenliğinin de tasfiyesidir. Son büyük depremde bunu çok acı bir şekilde toplumca gördük, yaşadık. Umarım hafızalarımız silinip bu karanlık, ölüm ve zulüm yıllarını unutmayız. Diğer tüm üretim alanlarında olduğu gibi tarım ürünlerinde de ithalatın tercih edilmesi, sübvansiyonun anlamsızlaştırılması ve çiftçilerin kullanacağı yakıt, gübre ve tarım ilacı gibi ihtiyaç girdilerinin aşırı zamlanmasından dolayı yerli tarım tasfiye edilmiştir. Ağır vergilerle binlerce küçük esnaf iflas edip kepenklerini açamamak üzere kapatmak zorunda bırakılmış, bordro mahkûmu emekçilerin kazançları da dolaylı ve dolaysız vergilerle çar çur edilmiştir. 4688 sayılı sahte sendika yasası ile kamu emekçilerinin eli kolu bağlanmıştır. Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) ile eğitim emekçilerinin emeği değersizleştirilerek aynı işi yapan eğitim emekçileri farklı ücretler almakla karşı karşıya bırakılmıştır. Mülakat ile salt yandaşların işe alınması sağlanmıştır. Ülke nüfusunun % 82 si kentlere göç etmek zorunda bırakılmıştır. Böylelikle işsizliğin, güvencesizliğin, kuralsızlığın, kimsesizliğin ve açlığın pençesinde milyonlar beton yığınlarıyla kuşatılmış kentlerde yaşam savaşı vermek zorunda bırakılmıştır. Sözde ‘kamu kurumları’ liyakate uygun olmayan atamalarla siyasi anlamda kontrol altına alınmış deyim yerindeyse ele geçirilmiştir. Dolayısıyla hemen hemen tüm kurumları yönetemezlik durumuna getirilmiştir. İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı ile kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetler artmıştır. Çocuk işçilik ve ucuz sığınmacı emeğindeki azgın sömürüye seyirci kalınmaktadır. Lbgti+ bireyler üzerinde baskılar her geçen gün artmıştır. Farklı inanç gruplarının meşruiyeti tanınmamış ve yok sayılmışlardır. Birinci sınıf tarım alanları ve ormanlar maden şirketlerinin çıkarına talan edilmiştir. Eğitim sitemi yazboz tahtasına dönüştürülmüş ve laik eğitim tasfiye edilerek okul öncesinden üniversiteye kadar eğitim basamaklarını dinselleştirilme anlamında büyük adımlar atılmıştır. Okulların tümü neredeyse imam hatipleştirilmiştir. Tarikat ve cemaatler protokollerle okullara sızdırılmıştır. Tarikat-Cemaat yurtlarında mobing ve istismar dayanılamayacak noktalara gelmiştir. Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara’nın cemaat yurdunda yaşadığı baskılardan ve gelecek kaygısından dolayı intihar ettiğini toplumca acı bir şekilde şahit olduk. 22 yıldır ülkeyi yöneten siyasi iktidar çocukların ve gençlerin hayallerini çalmıştır. Genç nüfus ülke dışında yaşama arayışlarına girmiştir. Binlerce üniversite mezunumuz yani genç beyinler ülkeden ayrılmıştır. Ayrılmak isteyenlerin sayısı her geçen gün de artmaktadır. Kötülüğe sessiz kalma alışkanlığı kötülüğün iktidarını daha da güçlendirmiştir. Ülke halkı mutsuz bir halk haline dönüştürülmüştür. Artık toplumca bir dönüm noktasına geldik. Ya boyun eğe eğe boyunlarımız kırılacak ya da onurumuza ve irademize sahip çıkarak elimizden alınan ne varsa hepsini geri almak için demokratik ve hukuki yollardan tepkimizi göstermekten geri durmayacağız. Sonuç almak için sürekliliğe dayalı ve büyüyen bir örgütlülükle hareket etmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine sayılı günler kala kutlayacağımız 2023’nin 1 Mayıs’ı tarihsel bir öneme sahiptir. Bunun içindir ki, işçiler, emekçiler, çiftçiler, kadınlar, gençler, işsizler ve emekliler alanlarda, sokaklarda birleşik, örgütlü gücünü göstermelidir. Yeni emekten, doğadan, bilimden ve laiklikten yana demokratik, adaletli ve özgürlükçü bir toplumsal düzen için taleplerimiz en güçlü şekilde haykırmalıyız. Unutmamalıyız ki, değişimi ve dönüşümü alanlarda ve sokaklardaki örgütlü emekçi halkın gücü gerçekleştirecektir. En çokta umudun eyleme dönüştüğü yani birliğe, dayanışmaya ve cesarete ihtiyacımız olduğu bir dönemdeyiz. Öyleyse, hep birlikte, kol kola, omuz omuza özgür ve hakça yarınlar için 1 MAYIS meydanlarını ve sokakları hınca hınç doldurup inletmeliyiz. Büyük şenliği de tek adam rejimine son vereceğimiz 14 Mayıs’ta yapalım. Bunun için 1 Mayıs coşkusunu 14 Mayıs coşkusuna dönüştürmek zorundayız. Hiçbir onurlu yurttaşımızın sorumluluktan kaçma lüksü olamaz. Bugünden geci yok; nefes almak, demokrasiye, adalete ve özgürlüğe yeniden yol açmak için sabah akşam çalışmak zorundayız.

  • Kurtuluş Savaşı Yıllarında 1 MAYIS Kutlamaları

    Zeki SARIHAN * Türk Kurtuluş Savaşı’nın verildiği 1919-1922 dönemi, sosyalizm ve işçi hareketlerinin dünyayı kasıp kavurduğu yıllardı. 1 Mayıs 1920: Dünyada 1 Mayıs kutlamaları Dünya işçi sınıfı hareketini doğal müttefiki kabul eden Anadolu basınına yansıdı. Ankara ile İstanbul arasında köprüler atılmıştı. İstanbul’da Damat Ferit Hükümeti, Kuvayı Milliye’ye karşı iç isyanları körüklemekle meşguldü. TBMM açılalı bir hafta olmuştu. Ankara’da Hâkimiyeti Milliye, Konya’da Öğüt, Kastamonu’da Açıksöz, Balıkesir’de İzmir’e Doğru gazeteleri bu kutlamalara yer verdiler. Karabekir de gelişmeleri günü gününe not ediyordu. İstiklal Harbimiz kitabında 1 Mayıs kutlamalarından söz etti. Buna göre Avrupa’da birçok merkezde olduğu gibi Sovyetler'de ve Kafkas ülkelerinde de kutlamalar yapılmıştı. Moskova telsiziyle yayılan ve Karabekir’in TBMM’ne, kolordulara, Trabzon ve Van illeriyle, Kendi komutası altındaki 15. Kolordu birliklerine, 56. Ve 61. Fırka Kumandanlıklarına gönderdiği bildiride şöyle deniyordu: KARABEKİR’İN GENELGE HALİNE GETİRDİĞİ BİLDİRİ “Ameleler! 1 Mayıs’ta elinizdeki çekicinizi örs üzerine değil, beynelmilel burjuvazi üzerine vuruyorsunuz. Darbenin kuvvetli olması nisbetinde zafer de daha yakındır. Büyük amele ordusunun askerleri için çekiç ve balta lazımdır. Sanayi adamları! 1 Mayıs’ın kendinize yeni bir hayatın başlangıcı olmasını imkân altına almalısınız. Dülgerler! Kerpiçlerinizle kırmızı cumhuriyet binasını inşa etmelisiniz. Demirciler! Büyük mesai taraftarlığınave son düşman aleyhine de silah hazırlamalısınız. Makinacılar! Açlığa ve sefalete karşı amelelerin mücadele edebilmesi için müsait çıraklar yetiştirmelisiniz. Siz katarlarınızı büyük hürriyetin mevcut olduğu tarafa tahrik ediniz. Köylüler! İnkişaf eden gençlik için sizin ekmeğiniz kan ve kuvvet hazırlayacaktır. Muharrirler ve şairler! Avam muharebesi hakkında dünyaya tehdit eden mısra okumalısınız. Ve serbest mesai için hürriyetçi şiirler iinşat etmelisiniz. Kırmızı askerler! Silahlarınız elinizde olduğu halde sosyalizm aleyhine davranan düşmanlarınızla son harbinizi bitirmelisiniz.” (İstiklal Harbiliz, 1969, s. 654) İttihatçıların yeni döneme ayak uydurmak için kurdukları Türkiye Komünist Fırkası, Bakü işçilerine bir bildiri yayımladı. Ermenistan’ın birçok merkezinde çalışanlar kitle gösterileri yaparak Daşnak Partisi liderlerinin resimlerini ve örgütünün binalarını yaktılar. “Musavatçılar yıkıldı, sıra Daşnaklarda” sloganları atıldı. Gösteriler bazı yerlerde silahlı ayaklanmaya dönüştü. Türkiye’ye gelince: İstanbul’da işçilerin yaptığı gösteride emperyalizm aleyhine sloganlar söylendi. Trabzon’da Belediye önünde yapılan gösteride işçi hayatı ve sosyalizm konusunda konuşmalar yapıldı. İlkokul öğrencileri şehirde mızıkalarla yürüyüş yaptılar. Eskişehir’de yayımlanan İşçi gazetesi, 1 Mayıs bayramı nedeniyle özel bir sayı yayımladı. İstanbul’da İleri gazetesi de “Bugün bütün dünya işçilerinin müşterek bayramıdır” diye yazdı. İkdam, “Avrupa ve Amerika’da emek hareketleri”ni konu etti. Konya’da yayımlanan Öğüt, 1 Mayıs haberlerini “Alev” başlığıyla verdi. İSTANBUL’DA İLK KİTLESEL GÖSTERİ 1 Mayıs 1921: Bir yıl sonra 1 Mayıs Türkiye’de daha büyük katılımlarla kutlandı. İstanbul’da Şirketi Hayriye, Haliç, Tramvay şirketleri ve bütün fabrikalar çalışanları işlerini bırakarak 1 Mayıs bayramını kutladılar. Mavi elbiseler giyen, kırmızı boyunbağları takan işçiler Türkiye Sosyalist Fırkası’nda yapılan törene katıldılar. Burada Enternasyonal Marşı söylendi. Bu 1 Mayıs’ın İstanbul’da ilk kitlesel kutlanmasıydı. Alemdar, Vakit, Peyamı Sabah, İleri ve İkdam gazeteleri Sosyalist Fırkası’nın bildirisini de bastılar: “Bugün bütün dünyada amelenin sesi işitilecek.” ANKARA HÜKÜMETİ’NİN İŞÇİLERE 1 MAYIS ARMAĞANI Ankara’da Sovyet Elçiliği binasının önüne “Yaşasın komünizm, kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm” yazıları asıldı. Ankara Hükümeti de 1 Mayıs şerefine işçilere bir armağanda bulundu: Ereğli maden işçilerinin haklarını koruyan yasa tasarısının, Meclis’te birinci görüşmesi tamamlandı. Buna göre 18 yaşından küçük çocuklar, ocaklarda çalıştırılamayacaktı. İşçileri zorla çalıştırmak yasaklanıyordu. Patron, İşçi Yardım Sandığı’na yardım yapmak, İşçileri parasız tedavi ettirmek, sakatlananlara tazminat ödemek zorundaydı. Çalışma süresi sekiz saatten fazla olmayacaktı. Ocak yakınlarında işçi hamamları ve işçi koğuşları yapılacaktı. Hükümet bütün işçiler için yeni bir yasa hazırlandığını da açıkladı. 1 Mayıs 1922: Bayram artık Ankara’da da kitlesel olarak kutlanmaya başlandı. İmalatı Harbiye, Şimendifer ve Dekovil işçilerinin düzenledikleri törene bazı mebuslarla Rus Elçiliği mensupları da katıldı. Konuşmacılar, mazlum milletlere yeni bir ufuk gösteren 1 Mayıs’ın ve Türkiye’nin cephelerinde emperyalizme karşı savaşan yiğitlerin adını saygıyla andılar. İşçiler Birliği kurulması için bir kurul seçildi. Rus Elçiliği ziyaret edilerek burada işçi Osman ve Elçi Aralof’la, Azerbaycan Elçisi Abilof birer konuşma yaptılar. İşçi heyeti tarafından İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına ve işçi birliğine telgraflar çekilerek “Zalim emperyalizm ve kapitalizm önünde hakkını isteyen emekçilerin mukaddes bayramını Anadolu işçileri en derin iştiyaklarla kutlarken siz yoldaşlarımızı samimiyetle selamlar” denildi. Gece de Millet Bahçesi’nde bir toplantı yapıldı. Sovyet Elçiliği’nde de kabul resmi düzenlendi. İmalatı Harbiye işçileri, mebuslar, öğretmenler, gazeteci ve subaylardan oluşan 200 kişi elçiliği ziyaret etti. Fevzi Paşa, Kâzım Paşa ve diğer bazı devlet adamları elçiliğe tebrik telgrafı gönderdiler. İstanbul’da da işçiler 1 Mayıs’ı Kâğıthane’de kutladılar. Bu defaki töreni Amele Sosyalist Fırkası düzenledi.(Kurtuluş Savaşı Günlüğü’nden derlenmiştir) Tevfik Çavdar’ın Millî Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet ve Manzarai Umumiye (Milliyet, 1971) adlı kitabında verdiği bilgiye göre bu tarihlerde Türkiye’de 75.500 sanayi işçisi vardı. Bunların çalıştıkları sanayi dalları ise şöyleydi: Dokuma: 35.300, dericilik: 18.000, madencilik: 8.000, ağaç içleri: 6.000, besin: 4.500, çömlekçilik: 3.600. 37.721 işyerinin her birine ortalama 2.3 işçi düşüyordu… Bağımsızlık mücadelesiyle sosyalizm mücadelesinin iç-içe geçtiğini gösteren en iyi örnek, Türk Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Bu birlikteliğin neden sürdürülmediği başlı başına ele alınacak bir konu… (İlk yayını 30 Nisan 2014. Güncelleme: 1 Mayıs 2018.) * -Fotoğraf Ankara’da İmalatı Harbiye İşçilerinin 1 Mayıs 1922 kutlamasını göstermektedir. Kültür Sanat Sen’in 1 Mayıs’la ilgili bir çalışmasından alınmıştır.- * 01.05.2018, maviADA

  • Elsa'nın Gözleri

    Nurten B. AKSOY * Siyasal eylemci ve komünizm yanlısı şair olarak bilinen, romancı, şair ve deneme yazarı Louis Aragon 3 Ekim 1897 de Paris de doğar. Önceleri Dadaizm akımının öncüleri arasında sayılan şair, sonradan Bréton, Soupaux ile birlikte 20. Yüzyılın en önemli şiir akımı olan Sürrealizm'in kurucularından biri olur. Edebiyatın hemen her türünde yazan ve Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri diye bilinen Aragon’un altmış bir eseri yayımlanır. Bir burjuva ailenin oğlu olan Aragon, iyi bir öğrenim görür. Edebiyat çalışmalarına tıp fakültesinde okurken başlar ama tıp eğitimini tamamlamaz. Birinci Dünya Savaşının son yıllarında silah altın alınır. Savaştan dönen Aragon dönemin edebiyat çevresinin içinde bulur kendini ve ilk şiir kitabı olan Sevinç Ateşi’ni 1920 yılında çıkarır. Ardından yayınladığı Anicet ya da Panaroma adlı uzun hikayesi onun eşsiz hayal gücünü ve derin şiir duygusunu açıkça ortaya koyar ve edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırır. 1896 yılında Moskova'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Elsa Kagan'ın annesi müzik öğretmeni, babası ise avukattır. Kız kardeşiyle birlikte çok iyi bir eğitim gören Elsa mükemmel Almanca ve İngilizce konuşup piyano çalar, ayrıca Moskova Mimarlık Akademisini de bitirerek iç mimar olur. Şiiri çok seven Elsa 1915 yılında şair Vladimir Mayakovsky ile tanışır, şaire aşık olur ve ondan etkilenir ama Mayakovski Elsa’yı değil kız kardeşini seçer ne yazık ki… Elsa 1918'de Rus İç Savaşı sırasında bir Fransız süvari subayı olan Andre Triolet ile evlenip Fransa'ya göç eder. Ancak Triolet ile yaptığı evliliğinde mutlu olamaz. Mayakovsky'nin ve diğer Rus şairlerinin şiirlerini Fransızcaya çevirerek vaktini geçiren Elsa daha sonra Triolet'den boşanır. Elsa 1920 yılında Tahiti'ye yaptığı seyahati, mektuplarıyla arkadaşı Victor Shklovsky'ye anlatır. O da mektupları Maksim Gorki'ye gösterir. Yazıları beğenen Gorki mektupların sahibinin yazarlığı düşünmesi gerektiğini söyler ve Elsa’nın böylece başlayan yazı hayatı. 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü kazanmasıyla devam eder. Elsa Triolet bu ödülü kazanan ilk kadın yazar olur. İlk eşinden 1920 yılında ayrılan Elsa artık Paris’te yaşamaya başlar ve 1928 yılında, tanıştıklarından sonra geri kalan yaşamı boyunca hep kendisi için şiirler yazacak olan, Louis Aragon ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, özellikle Aragon Elsa’nın gözlerine vurulur. 1939 yılında evlenen bu iki güzel insan, Fransız yurt severlerinin Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca yapmış olduğu direniş hareketi sırasında, Fransa’nın güneyinde kimliklerini gizleyerek etkin bir şekilde mücadeleye katılırlar. Pek çok edebiyatçının otellerde yaşadığı 2. Dünya Savaşı yıllarında Paris’in küçük otelleri de birçok entelektüeli barındırıyordu. İşte o günlerde artık bir efsane olan Elsa Triolet ile Louis Aragon’un aşkı da çoğunlukla Montparnasse’daki Istria otelinde yaşayan bir efsaneye döner. Louis Aragon, bu süre içinde yazdığı yurt sever şiirlerle dünyaca ün kazanır. Öyle ki bu yapıtlarından dolayı, büyük şaire Komünist Partisi üyesi olmasına rağmen, resmi askeri madalya bile verilir. Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandır artık ve Elsa için yazdığı şiirleri herkes tarafından okunur, sevilir ve ezberlenir… 1951 yılında Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’ya bahçeli bir ev armağan etmek ister. Hayli varlıklı bir dostları olan fotoğrafçı Bresson’dan altı hektarlık bir ormanın içindeki eski bir su değirmenini satın alır. Değirmeni, yaşanacak bir ev olarak düzenleyen iç mimar ise Elsa olur. Ünlü ressam Picasso, Pablo Neruda, Paul Eluard, Jean Richard Bloch, bu evin sürekli konukları olurlar. Abidin Dino ve Nazım Hikmet de zaman zaman bu eve konuk olanlar arasındadır. 16 Haziran 1970 günü Elsa, Aragon’un dediği gibi, o yağmur renkli gözlerini bir daha açmamak üzere kapatır ve vasiyet ettiği gibi değirmenin bahçesine gömülür. Yüreği bu büyük ayrılık acısıyla yanan Aragon, eşi ve yoldaşı Elsa’sına şu dizelerle seslenir: “Nerdesin gecemin zevki / Yok oluveren kaçağım / Sultanım eğrelti saçlım / Ey gözleri yağmur rengi…” Elsa’nın 1970 yılında kalp krizi geçirerek aniden ölümünden sonra Aragon için Paris yakınlarındaki o güzel değirmenli bahçede özlem dolu, hüzünlü, zor günler başlar. Elsa’ya özlemi her geçen gün artan Aragon bir gün ona ait hatıralar bulabilmek için çekmeceleri karıştırırken bir mektup bulur. O mektupta Elsa’nın birlikte olduğu ve olmayı düşündüğü kalabalık bir sevgililer listesini görünce tüm dünyası yıkılır. Elsa’nın belki de bir nemfomani hastası olduğunu gösteren notunda şunlar yazmaktadır: “Herkes beni sevsin...Bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum...” Aragon’un bundan sonra mutlu olması mümkün olmaz. Fakat o yine de “ölüler savunmasızdır, kitaplarımız bizi savunacak” diyerek yücelik gösterir ve bu acıya 24 Aralık 1982 tarihinde ölünceye kadar katlanır. Öldüğünde vasiyet ettiği gibi sevdiği kadın Elsa’nın yanına gömülür. Şimdi mutlu mu mutsuz mu olduklarını bilemediğimiz o iki insan, o bahçeli evde yan yana yatmaktadırlar. Ne Gelir Elimden Bak nasıl oyulmuşum unutuluşla Oyulup çizilip kırışıp delik deşik olmuşum unutuşla Yok artık bildiğim tek şey kendimden Cehennemim senin cehennemin Üstünde yara izlerinden başka damga yok Senin acı çektiğin yerde Bıçak derin iz açtı bende Çentik çentik oldum Senin acı çektiğin yerde Yalnız senin çektiğin acıyla dolu bütün belleğim Yalnız seninle kanıyor bütün belleğim İşte ezik içinde dizlerinin dibinde senin Louis Aragon (Çeviren: Sait Maden)

  • Karantina Günlükleri

    Nurten B. AKSOY * Evde Tek Başına Daha ne kadar yazabilirim bilmiyorum, ama bugün günlüğümün dördüncü günü. TV ekranından Corona'dan bir hastanın daha yaşamını yitirdiğini ve hasta sayısının 191'e çıktığını okuyorum. Her ne kadar fısıltılı gazetesi sayıların çok daha fazla olduğunu söylese de gönlüm resmî duyurulara inanmak istiyor... Sabah pırıl pırıl güneşli, ama "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır" deyimini doğrularcasına çok soğuk bir güne uyandım. Sanki bir yere yetişecekmiş gibi fırladım yataktan, geceden sabaha ne değiştiyse, haberleri izlemek için heyecanla televizyonun karşısına ve penceremin önüne kurulup kahvaltımı etmeye başladım. Her sabah işine ya da okuluna gitmek için koşuşturanlardan eser yoktu sokakta. Sadece kapının önündeki mamaları yemek için birbirine dayılanan martılar ve kediler volta atıyordu. Çayımı yudumlarken kulağıma gelen su sesiyle irkilip dışarı baktığımda günün ilk güzel karesiyle karşılaştım. Kadıköy belediyesi tazyikli (belki de ilaçlı) suyla sokağımızı yıkıyordu, tüm virüslerin bu suyla akıp yok olduğunu hayal ettim, ama haberleri izledikçe gerçeklerin hiç de hayaller gibi olmadığını anladım. Biliyorum bu günler de geçecek, neler neler geçmedi ki... Ama sabretmemiz gerekiyor, ne demişti eskiler; "elle gelen düğün bayram". Gerçi gelen düğün-bayram olmasa da bu sıkıntıyı bütün dünya yaşıyorsa, biz de katlanıp yaşarız, ne yapalım... Saatler ağır geçiyor, telefonun sesiyle irkiliyorum. Arayan bitişikte oturan genç komşum; bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soruyor ve dışardan istediğim bir şey olduğunda haber vermemi istiyor. İçim sıcacık oluyor ❤️ iyi ki komşularım var diyorum. Biraz bilgisayarla uğraşıyorum, biraz kitap okuyorum... Sonra hapisten kaçan bir suçlu gibi usulca sokağa çıkıyorum, biraz hava almam, hareket etmem lazım... Sokaklar bugün iyice boş, gölgeme sığınarak yürüyorum ürkek ürkek. Tek tesellim öğlen yediğim bol sarımsaklı yemek. Böyle efil efil korkarken ne Corona ne başka biri yaklaşır yanıma. 😊 Niyeyse kaç gündür boş sokakları gördükçe bir zamanlar Timur Selçuk'un söylediği bir şarkı dolanıyor dilime: SEN NERDESİN Caddeden sokaklara doğru sesler elendi, Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi. Bir kömür dumanıyle tütsülendi akşamlar, Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar... Son yolcunun gömüldü yolda son adımları, Bekçi sert bir vuruşla kırdı kaldırımları. Mezarda ölü gibi yalnız kaldım odamda: Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda. Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye, Yollarını bekledim görüneceksin diye. Senin için kandiller tutuştu kendisinden, Resmine sürme çektim kandillerin isinden. Saksıda incilendi yapraklar senin için, Söylendi gelmez diye uzaklar senin için... Saatler saatleri vurdu çelik sesiyle, Saatler son gecemin geçti cenazesiyle. Nihayet ben ağlarken toprağın yüzü güldü, Sokaklardan caddeye doğru sesler döküldü... (Faruk Nafiz Çamlıbel) Biliyorum şiirin son dizelerindeki gibi sonunda biz de güleceğiz... Neyse çok gevezelik ettim, şu an saat 24.00 pencereden dışarı bakıyorum normal zamanlarda çoğu karanlık olan pencerelerin hepsinin ışıl ışıl aydınlık olduğunu görüyor ve seviniyorum, evde oturan sadece ben değilim diyerek teselli buluyorum. Büyük kısmı gençlerden oluşan apartman komşularımın sesleri geliyor mutfak penceresinden, yalnızlık duygum hafiflerken göz kapaklarım düşmeye başlıyor, sanırım uyku vakti geldi. Aydınlık ve sağlıklı günlere uyanmak dileğiyle esen kalın 🤗 19.03.2020 *** AH CORONA Penceremin önünde oturmuş sokağı seyrediyorum. Hava karakışı aratmayacak kadar soğuk, haberlerde İç Anadolu'nun pek çok yerinden kar manzaraları düşüyor ekrana. Alınacak bir şey de olmayınca bugün sokağa çıkma yasağına tam uyayım dedim. Malum dün halkını çok düşünen sayın CB'miz CORONA önlemlerini anlattı, 65 yaş üstüne kolonya ve maske lütfetti. Ama kendi de 65 yaşında olmasına karşın maske takmamıştı. Demek ki bu hain virüs makam sahiplerine değil bizim gibi garibanlara musallat oluyor... Sokaktan çöp toplayan çocuklar geçiyor sürükledikleri koca çöp dolu arabalarla, biraz aşağıda köprü ve yol inşaatında insanlar çalışıyor harıl harıl ve birileri acımasız virüsü anlatıyorlar ha bire... Şu anda saat 21.00 sosyal medyada yapılan paylaşımları okuyan bazı komşular balkonlarında, şu zor dönemde özveriyle çalışan doktor ve sağlık emekçilerini alkışlıyorlar. Çok da iyi yapıyorlar, çünkü onların haklarını hiçbir şekilde ödeyemeyiz. Ama benim camı açıp alkış tutacak mecalim yok, kaloriferin harıl harıl yanmasına karşın ben üşüyorum, daha doğrusu içim üşüyor akşamdan beri... Hasta filan değilim, sadece üzgünüm; CORONA denen şu meret belki bizi öldürecek, belki de öldürmeyecek; ama topluma yayılan SEVGİSİZLİK ve NEFRET pek çoğumuzu öldürmese de yüreklerimizde derin yaralar açacak. Bugün vaktim bol olunca Facebook'ta biraz fazla oyalandım. İBB başkanı Ekrem İmamoğlu'nun bir paylaşımı düştü önüme. Başkan, son günlerde toplu taşıma kullananların sayısının %50 düşmesine karşın 65 yaş üstünün (yani bedavacıların) sayısında azalma olmadığını gösteren bir grafik yayınlayarak, bu guruba "evde kal, sağlığını koru" demek istiyordu sanırım. Paylaşımın altındaki yorumlara takıldı gözüm, aman allahım, insanlar ne kadar acımasız ve bencil olmuşlar gözlerime inanamadım. "Bu bedava kartları derhal iptal edin, bunları sokağa salmayın, mikrop yayıyorlar ortalığa, bizi de hasta edecekler, bizim de başımızda var bundan bir tane, laf dinlemiyor..." vb. onlarca yorum yapılmış... Yazık, çok yazık... Bu söylemler mantıken doğru olsa da üslup çok acımasız ve çirkin. İnsanların yürekleri taş kesmiş. Aman bana bir şey olmasın da gerisi ne olursa olsun, duygusu bulaşmış insanlara... Artık kimsenin kimseye tahammülü yok; okullar tatil, çocuklar evde diye insanlar şımarttıkları çocuklarından yakınıyorlar. Evde oturan büyüklerinden ayrı, sokağa çıkanlardan ayrı şikayet ediyorlar. Kadının biri çıkmış sözüm ona "ironi" yapıyordum diyerek Alevilere saldırıyor, bir kısım modernlerimiz günlerdir umreye gidenlere nefret kusuyor. Şu zor günlerde en güvenmemiz gereken kişi halka yanlış bilgi veriyor. Kimi bilim adamları çıkıp maske takın diyor, kimileri gerek yok diyor... Herkese ve her şeye inancımı kaybetmek üzereyim. Bir of çeksem şu karşıki dağlar yıkılır mı, şu kötü ruhlu insanlar ıslah olur mu acaba? Bugün karamsarım, hem de çok... Umarım aklıselim ve bilim galip gelir, hem şu kötü ruhlu insanlar hem de CORONA yok olur... Korkarım böyle devam ederse ben yok olup gideceğim... "günler zehir zıkkım bir zemheri, titretiyor ruhumu da bedenim gibi... esmedi bahar yeli, açmadı çiçekleri, hüzün kapladı hep yürekleri..." (n.b.a) 21.03.2020

  • Karantina Günlükleri

    Nurten B. AKSOY * Evim Evim Çok zor günler yaşıyoruz, yüreğimiz daralıyor, içimiz kararıyor, umutlarımızı yitirmek üzereyiz ama unutmayalım ki bahar geldi. Bugün 21 Mart yani Nevruz... Bir başka deyişle umut mevsimi, tabiat ananın yeniden dirilişi bir anlamda... "Öyleyse tabiat anayı örnek alalım yeniden dirilmek için" diyecektim, ama biz maşallah toplum olarak ölmek için gayret ediyoruz. Dışarı çıkmayın diyorlar, bir kulağımızdan girip diğerinden çıkıyor. Millet asker uğurluyor davul, zurna, halayla; sahiller dolmuş taşmış; mangallar, piknikler... ohhh gel keyfim gel... Kim korkar hain koronadan... Hele bugün güneş sıcacık yüzünü gösterip de hava da ısınınca genci, yaşlısı, çoluğu çocuğu vurdu kendini sokaklara. Günlerdir penceremden izlediğim ıssız sokaklar bugün birden cıvıl cıvıl oluverdi. Ve bunun faturası akşam saatlerinde maalesef biz 65'liklere kesildi. KORONA Günlükleri birden bire MAPUS Günlüklerine döndü... Artık ne kadar süreceği belli olmayan mapusluk günlerim başladı. Allahtan biraz stokçuluk yaptığım için yeme içme konusunda sıkıntım yok, akşamdan beri eş dost telefonla arayıp "Allah kurtarsın, bir ihtiyacın var mı" diye soruyorlar sağ olsunlar. Şimdilik bir ihtiyacım yok, ama olur da şeytana uyup firar etmeye filan kalkarsam ne olur diye kara kara düşünmeye başladım. Sonra ailedeki avukatlar geldi aklıma, ama daha bi şey yapmadan, bendeki potansiyeli fark eden avukatım; "sakın ola ki yasağı delmeye kalkıp başımıza iş açma" diye uyarınca tüm umutlarım suya düştü. Biraz düşündüm de hani olur da başıma bir iş gelirse diye, tayyörümü giyer, takarım kravatımı, pardon fularımı, "İyi hal indirimi" alıp, yırtarım. N'olcak ki demokrasilerde çare tükenmez nasılsa 😂😂 Şimdi kendime bir program yapmam lazım, önce bir iki mapusane türküsü ezberlemeliyim, sonra da şişlenme tehlikesine karşı önlem almalıyım. Görüş günleri ne zaman henüz bilmiyorum, ama yarın 155'i arayıp temiz çamaşır filan isteyebilirim... Neyse, bu kadar zevzeklik bu akşamlık yeter sanırım. Ama ne tuhaf bir ülke olduğumuza takılıyor hep aklım. Bir yandan hapishanelerdeki bilmem kaç bin kişiyi dışarı salma kararı al, ondan sonra tut, biz garibanları eve hapset... Ne diyeyim bu uğursuz virüs sadece bizim evde oturmamızla yok olacaksa, kaderimize razı olur, otururuz... Niyeyse bu gece de Ziya Paşa'nın dizeleri takıldı dilime: "Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık, Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık." (Eyvah bu oyunda yine bizler yandık, Çünkü kayıp ortada, bilmem biz ne kazandık.) 21.03.2020 **** Evde Tek Başına Bugün "evde tek başına" faslının üçüncü gününü doldurdum. Şimdiki genç anneler pek bilmezler ama bizim kuşak iyi bilir. Bizler anne olduğumuzda "kırkımız çıkmadan" bizi sokağa salmazlardı. Aman "nazar değer, aman mikrop kaparsın, al basar" gibi bahanelerle büyüklerimiz bizi korumaya alırdı, biz de kuzu kuzu otururduk bebeğimizle baş başa. Yani bu ev hapisleri bizi yıldıramaz, kırkımız çıkana kadar otururuz, bizler alışığız da beylere Allah sabırlar versin. Şu kendi küçük, korkusu büyük virüsü günlerdir kötülüyoruz, ama biraz da Pollyannacılık oynayıp iyi taraflarına bakalım değil mi? Benim kendi adıma sevindiğim en güzel yanı, çok uzun zamandır ara verdiğim yazılarıma yeniden ve severek başlamam oldu. Bir müddettir üstüme çöken ketumluktan kurtuldum, arşivimden kullandığım yazılarıma yenilerini eklemeye başladım. Tabii KORONA bu iyiliği sırf bana yapmadı, sosyal medyada son günlerde izlediğimiz videolar, şarkılar, yazılar bunun en güzel kanıtı. Bir başka güzel yanı da bir süredir ölü toprağı serpilmiş Facebook hazretlerinin yeniden eski cıvıl cıvıl günlerine dönmesi; hesabını kapayanların, sessizliğe gömülenlerin hepsi yeniden ortaya çıktılar. Yani sokaklarda biten sosyal hayat sanal alemde coşkuyla sürüyor. Bunları yazarken lise yıllarım geldi aklıma. Biz İstanbul'da yaşayan 65'likler 1970 yılında yaşanan Kolera salgınını iyi hatırlar. Yıllar sonra ilk öğretmenliğimi yaptığım Sağmalcılar semtinde, 1970'te kirli su borularının yanlışlıkla içme suyu borularına bağlanmasıyla patlayan Kolera salgını bütün şehre yayılmış ve büyük korku yaratmıştı. O günün kısıtlı koşullarında içme sularımızı kaynatır, sebze ve meyvelerimizi sabunlu sularla yıkar olmuştuk. Okulda tuvalete gitmez, su bile içmezdik. O günün imkanları bugünün çok gerisinde olsa da Koleranın aşısı vardı, bütün İstanbul aşılanmıştı. Liseyi okuduğum Cibali Kız Lisesine çok yakın olan Hıfzıssıha merkezi harıl harıl çalışıyordu. Sağlık ekipleri sırayla okullara gidip öğrencileri, öğretmenleri ve bütün personeli aşılıyordu. Aşıdan çok korkan ben, her gün heyecanla sağlık ekibinin okula gelmesini gözler olmuştum. Nihayet o gün edebiyat dersimizde kapı çalınmış, beyaz elbiseli, beyaz kepli hemşireler dalıvermişti sınıfa. Nereye kaçıp, saklanacağımı düşünürken, sürekli sıranın en arkasına kaçan bana gelmişti sıra. Öğretmenimize sıkı sıkı sarılıp, gözlerimi kapamıştım. Ve bütün sınıfın kahkahalarla "oldu da bitti" maşallah çığlıklarıyla ağlayarak aşımı olmuştum. Aşı faslı biter bitmez bizi evlerimize yollamışlar bir ya da iki gün de tatil yapmışlardı. O aşı beni nasıl da sarsmış ve etkilemişti; kolum sancılarla davul gibi şişmiş, ateşim çıkmış, o iki gün yatak döşek hasta yatmıştım. Alınan temizlik önlemleri ve aşılarla salgın kontrol altına alınmış, ne yazık ki elli kişinin ölümüne sebep olan salgın allahtan tüm ülkeye yayılmadan önlenmişti. İşin ilginç yanı bu hastalığın kötü anısı nedeniyle Sağmalcılar semtinin adı daha sonra Bayrampaşa olarak değiştirilmişti. Şimdi o günlere dönüp baktığımda yine de güzel günlermiş diye düşünüyorum. En azından o zamanlar "sizin sağlığınızı düşünüyoruz" deyip yaşlıları ayrıştıranlar yoktu. Evet, bir salgın vardı, ama genci yaşlısı bütün İstanbullular hastalığı aynı şiddette yaşamış, sadece hastalar izole edilerek karantinaya alınmış ve el ele vererek birlikte yenilmişti salgın. Şimdiki gibi yaşlılara potansiyel suçlu gibi davranıp, kendileri sokaklarda fellik fellik gezenler yoktu. Şimdi de yasak ya herkese uygulanmalı ya da kaç gündür yapıldığı gibi "şu kadar yaşlı öldü, ölenlerin hepsi yaşlı" gibi laflarla yaşlıların gönülleri yaralanmamalıydı... Neyse ki. Bu akşam sayın bakan; "şu kadar yaşlı hasta" lafını bırakıp "insanımız" sözcüğünü kullandı... Ne demiş Cahit Sıtkı: "Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misâli o musalla taşında..." Sağlıklı günlere ulaşmak dileğiyle 🤗😍 24.03.2020.

  • Karantina Günlükleri

    Nurten B. AKSOY * BOŞ SOKAKLAR Bugün 'evde tek başına'nın altıncı günü. Hava; insanların hastalığa aldırmadan sahillere, ormanlara koştuğu cumartesi pazar günkü gibi değil. Kaç gündür İstanbul yağmurlu, puslu ve çok soğuk; allahtan öyle, en azından sokağa "aş ermiyor" insan. İhtimaller de ortadan kalkınca evde oyalanacak ve yapacak çok şey bulunuyor. Örneğin kitaplığımı düzenledim bugün, daha önce okuyup da aklımda güzel iz bırakmış bir kaç kitabımı tekrar okumak üzere bir kenara ayırdım, hatta okumaya başladım bile... Jean C. Garange'nin "Sisle Gelen Yolcu" romanını da yazarın diğer kitapları gibi daha önce okumuştum, ama konusunu unutmuşum. Şimdi kitabın her sayfasını okudukça, o sayfayı hatırlıyorum sadece. Demek ki yedi yüz sayfalık kitabı tekrar okuyacağım. Bu da ev hapsinin bir kısmını doldurdum anlamına geliyor. Bazen yeni kitaplar, bazen eskiler... Aslında benim günlük yaşamımda değişen bir şey yok, Corona'dan önce de böyleydim; ev işleriyle, yazma ve okumayla geçirirdim günlerimi. Şimdiden farklı olarak yaptığım tek şey ise her gün akşamüstü çıktığım 2-3 saatlik geziler ve bazen de çektiğim fotoğraflardı. Yani bu günlerde, akşamüstü oldu mu içim başlıyor kıpırdanmaya; hava kararmaya başlayınca metalci gençler gibi siyahlarımı giyip, atkımla yüzümü kapatıp, elimde bir çöp torbasıyla ve bir hırsız edasıyla çıkıyorum evden. Her yer bomboş, arada bir geçen arabaların sesiyle irkilsem de istifimi hiç bozmuyorum. Hemen yan sokaktan yürüyüp karşı sokağa geçiyorum. Zikzaklar çizerek evimin etrafındaki bütün boş sokaklarda yürüyüp yarım saat içinde evime dönüyorum. Bu arada ekmek, su gibi ihtiyaçlarımı da almış oluyorum. Tabii bu cesaretimde mahallemizin bakkalının ve manavının; "hocam siz daha gençsiniz, en fazla elli beş filansınızdır, size yasak yok ki" demelerinin büyük etkisi var. 😊 Bizim mahalle Kadıköy'ün en eski ve şirin mahallelerinden biri. Bu semtteki yolların hemen hepsi bir şekilde denize çıkar. İşte ben de o sokaklardan gizlice bakıyorum denize. Tıpkı sevdiğine uzaktan, hüzünlü gözlerle bakan bir aşık gibi ve biliyorum ki bu hasret çok sürmeyecek inşallah. 🙏🙏 Bu arada Yeldeğirmeni, yani bizim mahalle tam bir eski İstanbul semti. Arnavut kaldırımı döşeli daracık yokuşlu sokakları, Corona'dan önce gençlerin doldurduğu cıvıl cıvıl kafeleri ve ailenizin bir ferdi gibi her daim güler yüzlü ve yardımsever esnafıyla sıcacık bir semt. Ama şimdilerde boş sokakları, kapalı dükkan ve kafeleriyle adeta bir hayalet şehir. Issız sokaklar artık martıların, kedilerin ve köpeklerin. Bizim yerimize onlar dolaşıyorlar keyifle... "Sanma ki derdim güneşten ötürü; Ne çıkar bahar geldiyse? Bademler çiçek açtıysa? Ucunda ölüm yok ya. Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten Güneşle gelecek ölümden Ben ki her nisan bir yaş daha genç, Her bahar biraz daha aşığım; Korkar mıyım? Ah, dostum, derdim başka…" Evet şimdilerde hepimizin derdi Orhan Veli'nin dediği gibi ne bahar ne de aşk... Varsa yoksa Corona... ***** KABAKULAK Bir hafta on gündür her akşam sinirlerimiz gerilmiş bir vaziyette ve heyecanla televizyonlarımızın başına geçip bu sinsi virüsün nasıl yayıldığı, kaç kişinin hastalandığı ve öldüğü haberlerini izliyoruz. Sürekli sokağa çıkma yasağının ilan edilmesini bekliyoruz endişeyle. Bu akşam da gergin bir vaziyette sayın CB'nin ulusa seslenişini izlerken eskilere gittim, çocukluk günlerim geldi aklıma. Sanırım 1961 yılıydı, 27 Mayıs ihtilali olmuş, dönemin başbakanı ve arkadaşlarının Yassıada'da yargılanmaları başlamıştı. Çok küçüktüm; her akşam belli bir saatte aile büyüklerinin radyo başında toplanarak endişeyle o duruşmaları dinlediklerini hatırlıyorum. Olayın ne olduğunu kavrayamasam da evdekilerin yüz ifadelerinden kötü bir şeyler olduğunu anlar, köşeme çekilirdim ben de sessizce. Bu akşam da haberleri izlerken aynı duyguları yaşayıp eski günleri hatırladım... Büyüdükçe ihtilalin ne olduğunu öğrendim, gençlik yıllarımız 12 Martların, 12 Eylüllerin ruhumuzda açtığı yaralarla geçmişti, hatta ahir ömrümde bir de salâlarla, dualarla desteklenen darbeleri de görmek nasip olmuştu. Şimdilerde her gece okunan salâları duydukça hep ölümler geliyor aklıma ve ister istemez ürperiyorum. Neyse efendim bu karamsar konuları bir kenara bırakıp, sizleri biraz gülümsetebilmek için, ortaokuldayken sebep olduğum salgın hastalığı anlatayım. Orta son sınıftaydım ve oldukça başarılı bir öğrenciydim. Bizim nesil iyi bilir, o yıllarda ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirirken çok başarılı da olsanız, mutlaka mezuniyet sınavına girmeniz gerekirdi. İşte o yıl bizim de mezuniyet sınavımız vardı ve harı harıl ders çalışıyorduk. Bir gün okuldan çıkıp eve gittiğimde müthiş bir kulak ve boğaz ağrısının eşlik ettiği yüksek ateşle hastalandım. Grip veya soğuk algınlığına yakalandığımı varsayan hacıannemin verdiği aspirin ve ıhlamuru içirerek yattım. Ertesi sabah okula gitmek için kalkıp yüzümü yıkamak için banyoya girdiğimde aynadaki aksimi tanıyamadım. Yanaklarım, kulaklarımın altından boğazıma kadar şişmiş, "ay yüzlü" bir dilbere dönmüştüm. Ağrım da iyice artmıştı. Hacıannem hemen aile doktorumuza telefon edip halimi anlatmış ve Dr. Varujan'ı eve çağırmıştı. Beni bir güzel muayene eden doktor amca gülümseyerek "KABAKULAK" olduğumu ve hastalığı yaymamak için, bir anlamda beni karantinaya alamış, üç hafta okula gitmemem gerektiğini söylemişti. Canımın çok yanıp hiçbir şey yiyememe mi yanayım, sınav öncesi okula gidemeyip derslerimden geri kaldığıma mı yanayım, bilemiyor, ateşler içinde yanıyordum. Ertesi sabah, aynı evde yaşadığımız yeğenlerim Belgin ve Ömer'in de benimle aynı kaderi paylaştığını, yani kabakulağı onlara da bulaştırdığımı öğrendim. Aslında bu habere biraz sevinmiştim, çünkü bu hastalık günlerini tek başıma tecritte değil, aile boyu hep birlikte geçirecektik. Ailem raporumu okula götürmüş, hasta olduğum haber verilmişti. Arkadaşlarımı, öğretmenlerimi çok özlemiştim, ama o günün koşullarında kimseden haber alamıyor, hiçbir arkadaşımın gelip hatırımı sormamasına da çok bozuluyordum. Demek ki çok sevilen ve aranan bir arkadaş değilmişim diye için için üzülüyordum. Neyse raporum bitip heyecanla okula gittiğimde pek çok arkadaşımın okulda olmadığını görmüştüm. Nerede olduklarını sorduğumda da 35 kişilik sınıfımızda 20 arkadaşımın kabakulak olduğunu öğrenmiştim. Yani ben hiç bilmeden hastalığı neredeyse bütün sınıfa bulaştırmıştım. Benden sonra arkadaşlarım bir kaç gün arayla okula dönmüşler, birbirimize kavuşmuş ve çok gülmüştük. Tabii sevgili öğretmenlerimizin büyük bir gayretle yaptıkları telafi dersleriyle eksiklerimizi tamamlamış ve girdiğimiz sınavlardan başarıyla çıkarak ortaokuldan mezun olmuştuk... Sağlıklı günlere kavuşmak dileğiyle... 🙏😊

  • Karantina Günlükleri

    Nurten B. AKSOY * Hani "Bir musibet bin nasihatten evladır" diye bir söz vardır ya, bu c korona belası da bize günlük çekişmelerin, koşuşturmaların, teknoloji çılgınlığının ve bencilliğin unutturduğu bazı özelliklerimizi yeniden hatırlatıyor. Aslında özümüzde var olan yardımlaşma, dayanışma, saygı ve sevgi gibi unuttuğumuz bazı duygular bu vesileyle yeniden tomurcuklanmaya başladı sanki. Kim bilir bu hastalık geçtiğinde belki de o özlediğimiz eski insani günlerimize kavuşuruz, o tomurcuklar çiçeğe, meyveye dönüşür... Bu duygularla hatırladığım bir anımı paylaşmak istedim sizlerle... Hepinize iyi okumalar 🤗 TEK TAŞ YÜZÜK Yedi tepeli şehrin bir tepesinden, sahiline doğru inen dik bir yokuşun tam orta yerinde, Arnavut kaldırımı döşeli daracık bir sokak. Evlerin arasına gerilmiş elektrik tellerine asılı solgun ışıklı lambalar aydınlatıyor karanlık ve uzun kış gecelerini. Sokağın iki yanına karşılıklı dizilmiş, birbirine yaslanarak ayakta durmaya çalışan, yaşama direnen ahşap ve kagir evler. En fazla iki ya da üç katlı evlerin teraslarında tâ bahçeden yukarı uzanan sarı yeşil yaprakların sarıp sarmaladığı çardaklar. Yaz mevsiminin sonuna doğru korukluktan çıkıp üzüme dönüşen salkımlar süslerdi bu çardakları ve altında oturmanın keyfini... Sokağa adını veren tarihi bir hamam var burada, Merdivenli Hamam... Ama sokağın adı niyeyse Köşklü Hamam Sokağı. Mütevazı insanların oturduğu şirin mi şirin bir sokak, bir de aynı adı taşıyan minik bir çıkmaz sokağı var, Hamam Çıkmazı denilen. Zenginlerin oturduğu bir yer değildi, ama gönlü zengin insanlar yaşardı bu sokakta. Orta halli memur ve esnaf aileleri, kocası ölmüş yaşlı teyzeler ve pansiyon olarak kiraya verilen ahşap evlerin odalarında oturan üniversite öğrencileri. Yetmişli yıllar, arabaların geçmediği sokakta şen kahkahalar atan çocukların sesine karışan, eşeklere yüklenmiş küfelerde meyve ve sebze satan satıcıların sesi... Sabahları "gasteeeee, yazıyor yazıyor" diye bağırarak geçen gazeteci çocuğun sesi ve askısında yoğurt satan yoğurtçunun "Silivri, kaymaaaaakk" diyen sesleri... Bu renk ve ses cümbüşüyle hem âsude hem cıvıl cıvıl bir sokak. Bu sokakta oturanlar evlerinin kapılarını kapamaz, perdelerini örtmezlerdi. Günün her saatinde birbirlerinin hatırını sorar, yaşlı olanları ziyaret eder, bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını bakarlardı. Soğuk kış günlerinde dumanı tüten bir tas çorba, belki de duaların en makbulüne vesile olurdu. İşte bu sokağın çıkmazında iki katlı, yıkılmaya yüz tutmuş küçük ahşap bir ev; Münire teyzenin evi… Belki doksanlı yaşlarında, bir zamanlar sarayda “gözde” olarak yaşamış bir “Saraylı İstanbul hanımefendisi”. Minicik, zayıf ve çoluğu çocuğu olmayan yalnız bir kadın... Sadece çoluğu çocuğu değil, kimsesi yoktu Münire teyzenin. Yalnız yaşardı o kocaman evinde, çok zengin olduğu söylenirdi ama o yoksul bir hayat yaşardı niyeyse. Ortaokula gittiğim yıllardı. İmkanların, alışkanlıkların bugünkünden çok farklı olduğu günler. Sokağımızın adı "Köşklü Hamamdı" ama o hamama sık sık gidecek parası yoktu insanların. Evlerin çoğunda banyo bile yoktu. İlkel odun sobalarıyla ısıtılan minik odacıklarda, o sobalarda ısıtılan sularla ancak haftada bir kez banyo yapılırdı. Mahallenin genç kızlığa adım atmış diğer çocukları gibi ben de zaman zaman sokağımızın bu yaşlı teyzelerini ziyaret eder, onlarla sohbet edip anılarını dinlerdim. En çok da Münire teyzeye üzülür ve ona giderdim. İşte yine böyle bir ziyaret, bizim evdeki banyo gününe denk gelmişti ve ben de Münire teyzeyi bize götürüp odun sobasıyla ısınan o küçücük sözde banyomuzda bir güzel yıkamıştım. Nasıl sevinmiş, nasıl mutlu olmuştu yaşlı kadıncağız. Sonra on beş günde bir tekrarlamaya başlamıştık bu banyo faslını. Her seferinde bana teşekkür ve dualar eden Münire teyze, bir seferinde beni yanına çağırıp avucuma bohçasından çıkardığı bir şey sıkıştırmıştı gülümseyerek. Avucumu açıp baktığımda gözlerime inanamamıştım. Elimde pırıl pırıl parlayan elmas taşlı bir yüzük duruyordu. Çok şaşırmıştım, tüm itirazlarıma karşın o güzel yüzüğü benim parmağıma takmış ve teşekkür etmişti yaşlı kadın. Hem çok utanmış hem de çok sevinmiştim. O günden bu güne. yıllardır saklıyor ve büyük bir sevgiyle takıyorum o yüzüğü parmağıma. Her elime alışımda Münire teyzeyi anıyorum ve düşünüyorum; günümüzde de gönlü böylesi zengin insanlar var mı diye…

  • Bayram Gelmiş Neyime

    Nurten B. AKSOY * çocuk gönlümde eski bayramların özlemi mutlu muyduk, mutsuz muyduk bilemiyorum... hüzünleri saklardık mendillerin içine, şeker yerine ne o buruk lezzeti ne de o mendilleri şimdi bulamıyorum... Çok değil daha birkaç ay önce girdiğimiz yeni yıl, iki ve sıfır rakamlarından oluşan sevimli tarihiyle bile bizleri mutlu etmeye yetmişti. Yeni bir yıl yeni umutlar demekti; her yıl olduğu gibi kış bitecek, rengarenk çiçekleriyle bahar gelecek, sonra da sıcacık yaz günlerine kavuşup gezmelere gidecektik. Şenol Yazıcı sıkça der ya; "Kul düşünür, kader gülermiş" diye, mart ayının bir başka deyişle baharın tam da ortasında hiç beklenmedik bir misafir geliverdi ülkemize, hem de ne geliş. Tüm dünyayı saran ve binlerce insanın canını alan corona gribi bir kabus gibi çöktü üstümüze. Bir yandan ölümler, bir yandan karantinalar, bir yandan yasaklar derken bu hengame içinde bir sürü de bayram yaşadık. Önce 23 Nisan'ı, sonra 1 Mayıs'ı birkaç gün önce de 19 Mayıs'ı bayraklarla süslediğimiz balkonlarımızdan, pencerelerimizden coşkuyla söylediğimiz marşlar eşliğinde kutladık ev hapsindeyken. Şimdi bir başka bayramı karşılamaya hazırlanıyoruz. Bugün arefe, yani ramazan/ şeker bayramı öncesi. Gece saatler 12'yi gösterdiğinde tüm ülke evlerimize kapandık, bayramın bitişine kadar tam dört gün ev hapsindeyiz. Yalnızlar daha bir yalnız, kimsesizler daha bir kimsesiz, çocuklar daha bir mahzun yaşayacaklar/ yaşayacağız bayramı. Yüreğim buruk, bayram sevinci yok içimde, hatta o meşhur türküdeki gibi "Bayram gelmiş neyime..." diyesim geliyor. Ve böylesi bir bayram arifesinde kendimle baş başa bir yolculuğa yelken açarken, TV'de çalan "Ayrılık yaman kelime" şarkısı eşlik ediyor bana. İstanbul'un eski, mütevazı semtlerinden birinde iki katlı, terasındaki çardağı, bahçesindeki kömürlüğü, pencerelerinin önündeki teneke saksılarda açan rengarenk sardunyalarıyla şirin mi şirin bir ev ve bu evde yaşayan mutlu insanlar... İşte yola koyuldum, şimdi bu eve, hatırını soracağım, özlemle sarılıp koklayacağım sevdiklerimin yanına gidiyorum. İnsanların henüz "köşe dönmeyi" bilmedikleri, birbirlerini Türk-Kürt, Alevi-Sünni diye ayırmadıkları, alınteriyle kazandıkları helal lokmalarını huzurla yedikleri yıllar... Çocukların bir rugan pabuçla, bir basma elbiseyle en büyük mutluluğu yaşadığı günler ve o günleri yaşayan biz mutlu çocuklar... Bayramlar bir başka gelir, bir başka yaşanırdı o zamanlar. Günler öncesinden şehri terk edip, tatile kaçmak yerine ziyaret edilip hatırı sorulacak akrabalar, büyükler düşünülürdü. Şimdiki gibi temizliğe birileri gelmezdi, evin anneleri kendisine yardım eden çocuklarıyla yaparlardı bayram temizliklerini güle oynaya. Pek marifetli anneler baklavalar açarken, o kadar da becerikli olmayanlar revani ya da kalburabastıyla yetinirlerdi bizim evdeki gibi. Bayram biz çocuklar için büyük mutluluktu o yıllarda. Çünkü bizler şimdiki çocuklar gibi her istediğinde yeni giysiler alınan, bir dediği iki edilmeyen, ceplerindeki bol harçlıklarla hemen her gün dışarıda yemek yiyen, hiçbir şeyi beğenmeyen şanslı (!) çocuklardan değildik. Bayram bizler için yeni giysi, bol harçlık ve doyuncaya kadar, o çok da sık yiyemediğimiz yemeklerden yemekti. Nasıl sevinmezdik ki bayramın geldiğine... Oysa şimdilerde bayram denilince; okudukları özel okullara servislerle gidip, ceplerindeki asgari ücret (!) kadar harçlıklarıyla gidecekleri tatil köylerinin hayalini kuran bazı çocuklarla; savaş haykırışları ve silahların gölgesinde ya ölen, ya babasız kalıp annelerinin göğsüne saklanan ya da yırtık giysileriyle ağlayan aç çocukların acı çığlıkları geliyor aklıma... Ve keşke diyorum, o gittiğim yolculuktan hiç dönmesem, mümkün olsa da o günlerde kalsam, o günleri sevdiklerimle tekrar tekrar yaşasam... Ama heyhat ki heyhat... Evet, bugün yine arife; evlerde ne temizlik ne tatlı yapma telaşı var. Ne de çocukların bayram sevinci. Şimdilerde dillerde ve gönüllerde bu korona musibetinden bir an önce kurtulmak için edilen dualar var... Hepimiz için, tüm çocukların güldüğü; ve onların yüzlerindeki tebessümle de hepimizin ruhunun ferahladığı bayramlara kavuşmak umuduyla bayramınız kutlu olsun...

  • 1 Mayıs Emek Ve Dayanışma Gününün Tarihçesi

    Nurten B. AKSOY * 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı; işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günüdür. Kimi ülkelerde yasaklar nedeniyle sadece bir avuç insanın, kimi ülkelerde ise milyonların sokaklara çıkıp neşeyle kutladığı bir gün olan “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” 186 yıldır emekçilerin mücadele ederek, kimi zaman kanlarını döküp kimi zaman da canlarını vererek sahip çıktıkları bir bayram aslında. Biz de böylesi bir günde hem 1 Mayıs’ın tarihine kısaca bir göz atalım hem de bu uğurda can verenleri saygıyla analım istedik. Tüm emekçilerin “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” kutlu olsun. Kapitalizmin yeni geliştiği 1800’lü yıllar boyunca çalışma saati “gün ışığı” esasına göre belirleniyordu. Yani, yazları 18 saati bulan, kışları ise 15 saatten az olmayan bir iş günü vardı. Sabahları güneşin doğuşuyla başlayan, akşamları ise güneş batmadan sona ermeyen bir mesai şekli çok yaygındı. Hatta işe girerken işçilere imzalatılan sözleşmelerde, günde 19-20 saat çalışılacağı belirtiliyordu. İşçilerin toplu olarak fabrika, atölye tarzı imalathanelerde çalışmaya başladıkları ilk dönemlerden beri en önemli talepleri, daha kısa çalışma süreleriydi. Batılı ülkelerde 1830’lu ve 40’lı yıllarda işçi örgütleri genel olarak çalışma saatlerinin on saate düşürülmesini istediler. O yıllarda hâlâ eski kölelik günlerindeki gibi, günün 18-20 saati çalışıldığından, 8 saatlik iş günü talebi kapitalizmin geliştiği her yerde yükseliyordu. İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenlediler. Çünkü Avustralya işçileri de günde on sekiz-yirmi saat çalışmaktan bıkmış ve “sekiz saat çalışma, sekiz saat sosyal hayat, sekiz saat dinlenme ve uyku” sloganıyla gösteriler yapmaya başlamışlardı. Birinci Enternasyonalin 1866 yılında Cenevre’de yapılan Kongresinde, “tüm işçiler için yasal çalışma süresi günde sekiz saati aşamaz” kararı alındı. Amerikan Emek Federasyonu, 1884 yılında yaptığı kongrede, sekiz saatlik çalışma süresi için yığınsal mücadele yürütme kararına vardı. Amerika’nın her yerinde, farklı siyasal anlayışlara sahip işçiler bir araya gelerek “Sekiz Saat Hareketi” adıyla bir cephe kurdular. 1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğindeki işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. ABD’nin pek çok bölgesinde grevler yapıldı, örgütlü, örgütsüz, vasıflı, vasıfsız on binlerce işçi iş bıraktı. O dönemde Luizvil’deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park’a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından; “Böylece önyargı duvarı yıkılmış oldu” şeklinde yorumlandı. 3 Mayıs’ta grevdeki Mc Cormick fabrikasına polisin vahşice saldırarak altı işçiyi öldürmesini ve onlarcasını yaralamasını protesto etmek üzere, işçiler 4 Mayıs’ta Şikago Saman Pazarında bir protesto düzenlediler. Ancak, bu barışçı gösteriye polisin bir kez daha saldırması sonucunda kargaşa çıktı. Bu esnada, nereden geldiği bilinmeyen bir bomba kalabalığın ortasına atıldı ve yedi polisle dört işçinin ölmesine yol açtı. Bunu bahane eden hükümet, dört işçi önderini düzmece bir mahkeme sonunda idam etti. Onlarcası tutuklandı ve hapse atıldı. Hiçbir şekilde işçilerin sorumluluğunda olmayan bu provokasyonu kullanan dönemin sermaye güçleri, “biraz fazla talepte bulunan” emekçilerden bu şekilde hesap sormuş oldu. Bütün bu mücadelelerin sonucu olarak ABD sendikaları 1889 yılında her 1 Mayıs’ın, 8 Saatlik İş Günü talebini hayata geçirmek için, grev ve gösteri günü olmasını kararlaştırdı. 1889 yılında Paris’te toplanan İkinci Enternasyonal 1 Mayıs’ı tüm dünyada işçilerin haklarını almak üzere grev ve eylem yapacakları gün olarak belirledi. Bu kararla 1 Mayıs ilk kez uluslararası hale geldi. Osmanlının son dönemlerinde, bizim topraklarımızda da Avrupa ve Amerika fikir akımlarından etkilenen örgütler kurulmuştu. Bilinen ilk işçi örgütü olan ve illegal olarak oluşturulan Ameleperver Cemiyeti 1871 tarihinde kuruldu. Eldeki kayıtlara göre ilk grev de Haliç tersane işçilerinin 1872 tarihinde yaptıkları grevdir. 1895 yılında Paris’te gizli olarak kurulan Ameleperver Cemiyeti, o dönemde büyük acılar çeken emekçilerin dertlerine ortak olmak amacıyla, işçilik fikirlerinden etkilenen aydınlar tarafından oluşturulmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 24 Temmuz 1908 tarihinde iktidara geçmesinden sonra hızla açığa çıktılar. Böylece ilk sendikalar kuruldu, ilk kez yaygın grevler yapılmaya başlandı. İttihat ve Terakki döneminin Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen döneminde Üsküp’te, Selanik’te, İstanbul’da dünya işçileriyle aynı zamanda 1 Mayıs gösterileri yapıldığı bilinmektedir. Türkiyeli işçilerin talepleri de dünyanın diğer bölgelerindekilerle aynıydı: “Kanunlarca güvence altına alınmış daha az çalışma süresi, seçme seçilme hakkı, sendika kurma hakkı, grev yapabilme hakkı.” 1 Mayıs işçi bayramları işgal altındaki İstanbul’da bağımsızlık mitinglerine dönüştü. İşgal güçlerinin yasaklamalarına rağmen mitinglere büyük katılımlar oldu. Birinci Dünya savaşıyla başlayıp İstiklal Savaşıyla süren savaş yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Takrir-i Sükûn yasası nedeniyle, 1 Mayıslar kutlanamadı. Ancak 1935 yılında çıkarılan Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun ile 1 Mayıs “Bahar Bayramı” olarak kabul edildi. Ülkemizde gizlice yapılan duyurular, duvar yazıları, kimi iş yerlerinde yapılan toplantılar vs. dışında yasal olarak 1 Mayıs’ın kutlanması için 1975 yılının beklenmesi gerekti. O yıl, İstanbul’da Tepebaşı’ndaki bir düğün salonunda DİSK tarafından 1 Mayıs kutlandı. Böylece, yüzlerce iş yerinden gelen işçilerin yaptığı bu mütevazı kutlama, elli yıllık bir yasağı da ortadan kaldırmış oldu. 1976 yılında sol görüşlü sendika liderlerinin kişisel gayretleri sonucunda ilk kez toplu 1 Mayıs mitingi yapıldı. İstanbul’da Taksim meydanında yapılan mitinge ülkenin dört bir yanından on binlerce işçi, emekçi, aydın katıldı. Bu miting sayesinde, yarım yüzyıl sonra yasak ortadan kaldırıldı ve 1 Mayıs yığınsal şekilde kutlandı. 1977 yılında ise yüz binlerce işçinin katılımıyla Türkiye tarihinin en görkemli mitingi yapılıyordu. DİSK başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru meydanda silah sesleri duyuldu. Ve üç el silah patladı, ardından meydandaki yüzbinlerce insanın üstüne ateş açıldı. Çıkan izdihamda ne yazık ki 34 işçimiz hayatını kaybetti. Hastaneye kaldırılan yaralılar arasından 2 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle 1 Mayıs 1977 şehitlerinin sayısı 36’yı buldu. (Kimi kaynaklar bu rakamı 37 olarak vermektedir.) Ve bu gün tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, sadece 1 Mayıs kutlamalarını yasaklamakla kalmadı, bu günün tatil olmasını da engelledi ve 1 Mayıs günü tatil olmaktan çıkartıldı. O tarihten sonraki yıllarda 1 Mayıs’ın meydanlarda kutlanması çeşitli bahanelerle hep yasaklandı. Yasaklara rağmen yapılan kutlamalarda ise hep olaylar çıktı ve ölen vatandaşlar oldu. 2008 Nisan’ında, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edilen 1 Mayıs, 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilen yasa ile resmi tatil ilan edildi. Nihayet işçi sendikalarının 2010’da yaptığı başvuru kabul edilince, 1 Mayıs 33 yıl sonra Taksim’de ilk kez resmi olarak kutlandı. TÜRK-İŞ’in de aralarında bulunduğu memur ve işçi konfederasyonu başkanları, Taksim’de 1 Mayıs 1977’de çıkan olaylarda hayatını kaybedenleri, Kazancı Yokuşu’nun başındaki 1 Mayıs anıtına karanfiller bırakarak andı. Ancak 2013 yılından sonra Taksim Meydanı çeşitli bahanelerle kutlamalar için tekrar yasaklandı. Ve bu yasaklar bugün hala devam ediyor ne yazık ki. Bayram gibi bayramların kutlanacağı günlerin umuduyla tüm Emekçi Kardeşlerimizin bu mücadele günü kutlu olsun…

bottom of page