top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Sait Faik Abasıyanık

    SAİT FAİK ABASIYANIK (Kasım 1906, Adapazarı-11 Mayıs 1954, İstanbul) 7O. Ölüm Yıldönümü anısına -Öyküler, şiirler, kitapları, hakkında yazılanlar- maviADA dev bir kaynak sunuyor. -Resme Tıklayın-

  • Vatanı İçin Ölümü Göze Alan Bir Evlattan Annesine Mektup

    Nurten B. AKSOY * Duygu dozu abartılmış çeşitli reklamlarla günlerdir insanlara “Anneler Günü” nedeniyle hediye alınmasının gereği anlatılıyor. Ve bu dayatma yapılırken maddi ve manevi yönden bir anneye sahip olmayanların ya da bir şeyler almaya gücü yetmeyenlerin yaralarına tuz basılıyor. Anne olmak, bir evlada sahip olmak yaşamdaki en güzel duygu belki, ama isteyen herkes anne olamayabiliyor ya da şu veya bu şekilde evladını yitirmiş milyonlarca anne var etrafımızda. Bunun yanında annesini kaybetmiş milyonlarca da öksüz çocuk… Dünyanın bir köşesinde anneler ve çocukları bir yerlerden atılan bombaların altında yaşama tutunmaya çalışırken, ülkemizde pek çok insan asgari ücretle geçinmek için çırpınırken, yaşanan büyük deprem felaketinde yüzlerce anne ve evladı hayatını kaybetmişken annelere alınması tavsiye edilen bilmem kaç liralık pırlanta takılardan, akıllı telefonlardan, pahalı hediyelerden dem vuruluyor, anne sevgisinin kanıtı bunlarmış gibi. Anne sevgisi gibi gerçek sevgilerin hiçbir zaman maddi bedellerle gösterilemeyeceğine biliyoruz ve bu sevgiyi kanıtlamak için illa da zengin olmamız gerekmiyor. Gönül zenginliği bunların hepsini hallediyor. Kelimelere sığmayacak duyguların dile getirildiği böylesi güzel bir günde yıllar yıllar öncesinde “Vatanı” için ölümü göze almış bir evlattan, Mustafa Kemal’den, annesi Zübeyde Hanıma yazılmış bir mektubu sizlerle paylaşmak istedik. Zübeyde Hanımın şahsında eli öpülesi tüm annelerimizin günü kutlu olsun… Muhterem Valideciğim, İstanbul’dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı artırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tatmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur. Biliyorsunuz ki İstanbul’da iken yabancı devletler, devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle, bir kısmını da Malta’ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 3. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, Hükümete benim gidiş nedenimi sordular. Nihayet İstanbul’a çağırılmamı istediler, bunda ısrar ettiler. Hükümet de beni kandırarak İstanbul’a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Bunun derhal farkına vardım. Tabiatıyla kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerçek durumu yazdım ve gelemeyeceğimi bildirdim. Zatı şahane de önce uygun buldu. Fakat daha sonra İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda O da İstanbul’a dönmemi emretti. Bu suretle artık resmi görevimde kalmaya imkan görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe de İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı durulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu halkı, tüm ulus, hakkımda büyük bir sevgi ve güven gösterdi, “Seni bırakmayız” dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat gücü buna yetmedi ve yetemez. Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara gelecektir. Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim. Sıhhat ve afiyetteyim, katiyen hiç merak etmeyiniz. Salih Bey (Salih Fansa) Fuat Beyden alacağını aldı mı? Bunu bilgi almak bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bana bildiriniz. Bu mektubu getirecek olan “….” size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz. Hemşiremin sıhhati nasıldır. Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi? Salih (Fansa) Beyle Madam Salih inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yad ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz. Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim. Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekâlâ bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım. Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim. Salih’e (Bozok): Gözlerinden öperim; bana İstanbul havadisi vermene intizar ederim. Ağustos 1335 (1919) / Mustafa Kemal Kaynak: Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, Kırmızı Beyaz Yayınevi

  • Emekliler 26 Mayısta Ankara'da Büyük Mitingde Toplanıyor

    DİPTEN GELEN DALGA: TÜRKİYE’NİN BÜTÜN EMEKLİLERİ, EYT’LİLER VE TÜM SGK MAĞDURLARI BİR ARAYA GELİYOR... ÜLKEMİZİN DÖRT BİR YANINDA MİLYONLARCA EMEKLİ VE EYT'Lİ, İNSANCA YAŞAM İÇİN 26 MAYIS’TA ANKARA’DAKİ BÜYÜK EMEKLİ MİTİNGİ’NE HAZIRLANIYOR... Emeklilere, EYT’lilere ve SGK sisteminden kaynaklı tüm mağdurlara, insanlık onuruna yakışan mutlu ve huzurlu bir yaşam; çocuklarımıza ve torunlarımıza sosyal güvenceli ve güvenli bir gelecek istiyoruz. Emeklilerin yaşadığı sorunların çözümü ve taleplerimizin gerçekleşebilmesi için; çok sayıda emekli sendikası, emekli dernekleri ve platformları, EYT ve Emekliler Federasyonu ile Özel Banka ve Sandık Emeklileri, “Hak verilmez alınır, haklar örgütlü mücadele ile kazanılır” şiarıyla güç ve eylem birliği temelinde bir araya gelerek, emeklilerin birleşik mücadelesini yükseltiyoruz. Türkiye Emekliler ve EYT’liler Birliği olarak bu amaçla bir araya gelen bizler, 26 Mayıs 2024 Pazar günü Ankara’da yapılacak olan Büyük Emekli Mitingine ülkemizin dört bir yanından eşlerimizle, çocuklarımızla ve torunlarımızla birlikte büyük bir coşkuyla katılarak sorunlarımızı ve taleplerimizi bir kez daha yüksek sesle haykıracağız. Emeklilerin hayatlarını ve umutlarını çalanlara karşı gücümüzü göstereceğiz. Aileleriyle birlikte otuz milyonu aşkın bir seçmen kitlesi olduğumuzu herkes görecek ve bilecek. Bunun için gece gündüz var gücümüzle çalışacağız. Toplu sözleşmeli sendika hakkı ve insanca onurlu bir yaşam için sokakları ve alanları terk etmeyeceğiz. Emeklilerin ülke çapında birleşik sendikal örgütlenmesini mutlaka gerçekleştirerek, daha güçlü ve daha deneyimli olarak örgütleneceğiz. Emeklilere insanca ve onurlu bir yaşam için toplu sözleşmeli sendika hakkını kazanıncaya dek mücadelemize devam edeceğiz. Emeklilerin toplu sözleşmeli sendikal haklarını özgürce kullanabileceği; tüm emeklilerin huzur ve güven içerisinde insanca yaşayabileceği günlere mutlaka kavuşacağız. Sonunda biz kazanacağız, emekliler kazanacak, alın teri ile yaşayan tüm emekçiler kazanacak. MİTİNGE ULAŞIM VE İLETİŞİM BİLGİLERİ 26 Mayıs 2024 Pazar günü Ankara’da yapılacak olan Büyük Emekli Mitingi’ne katılacak emekliler için İstanbul’dan Ankara'ya gidiş-dönüş otobüs seferleri yapılacaktır. Gidiş 25 Mayıs Cumartesi gecesi olup, 26 Mayıs Pazar akşamı aynı otobüslerle geri dönüş sağlanacaktır. Otobüslerin hareket yeri ve saatleri ayrıca duyurulacaktır. Katılımcılara yolda gerekli kumanyalar organizasyon komitesi tarafından dağıtılacaktır. İstanbul'dan sendikamızla birlikte mitinge katılmak isteyen sendikamız üyesi olmayan emekli yurttaşlarımızın isimlerini, telefon numaralarını ve T.C. Kimlik numaralarını https://www.facebook.com/2021tumemeklisenmaltepe/ link bağlantısı üzerinden 2021 Tüm Emekliler Sendikası Maltepe Temsilciliğinin Facebook sayfasına özel mesaj yoluyla ivedilikle bildirmeleri gerekmektedir. Selim Dikel 2021 Tüm Emekliler Sendikası Maltepe Temsilcisi TÜRKİYE EMEKLİLER VE EYT’LİLER BİRLİĞİ BİLEŞENLERİ 2021 Tüm Emekliler Sendikası DİSK Emekli-Sen Taban İnisiyatifi Bağımsız Emekliler Sendikası Emekli Meclisleri Sendikası Tüm Sivil Emekliler Derneği Tüm Emek Der EYT ve Emekliler Federasyonu Gebze Mücadeleci Emekliler Derneği Ankara EYT ve Emekliler Derneği Trakya EYT ve Emekliler Derneği Çorlu Tüm Emekliler ve Sigorta Mağdurları SYDD Adana EYT ve Emekliler Derneği Kayseri EYT ve Emekliler Derneği Birlik Dayanışmacı Emekliler Özel Banka ve Sandık Emeklileri TOBBES Gönüllüleri Tüm Emekliler Dayanışma Derneği TEDA Bağımsız Emekliler Platformu Emekliler Birleşin Platformu Emekliler Birleşiyor Platformu Tüm Emekliler Birleşim Platformu Türkiye Emekliler Platformu *Bu yazı buradan kopyalanmıştır. *İLETEN. Uğur ÖZIŞIK

  • Öğretmene Şiddet Geleceğimize Sıkılan Kurşundur

    Türk Eğitim Sen  Tekirdağ Şube Başkanı Cavit Kartal, eğitimde şiddete zemin hazırlayan nedenleri sıralayarak, “Eğitim çalışanlarımıza yönelik şiddet aslında geleceğimize sıkılan kurşundur!  dedi. Türk Eğitim Sen  Tekirdağ Şube Başkanı Cavit Kartal, okullarda öğretmene şiddet,  mobbing,  taciz ve itibarsızlaştırma vakalarının ciddi önlemlerin alınmaması, yasal düzenlemelerin ve esaslı politikaların hayata geçirilmemesi nedeniyle had safhaya ulaştığını söyledi. ( Haberin bütününü okumak için tıklayın)

  • Söz Açınca

    Fırtınaları ayağınıza Meltemleri saçınıza yollayacağım. Yakamozlar tırmanacak göğsünüze Martılara söyleyeceğim gelsinler. Sivriada'nın boz tavşanları Kulağınıza fısıldayacak. Sandalsız balıkçılar da gelecek. Ay ışığını Martının sırtından alıp Akşam üstlerini Kordela balığından Karabataklardan karanlığı Ben alıp getirsem... Nisan yağmurları yağmış Levent'e Onlar tanıklık etsinler olmazsa. Nisan yağmurları tane tane. Benden yana konuşacaklar bakın Cümle balıkçılar Karidesler, pavuryalar, böcekler İstakozlar. Akdeniz adalarına haber yolladım Sardunya Adası benden yana çıkacak Yırtık yelkenler benden yana. Benden yana bu yas dökülmüş sandallar Medarı Maişet, Şemşiri Hücum, Maksut Kaptan Ceylanı Bahri, Denizkızı, Bereket motorları benden yana. Ama ben yine de tavşanları Sivriada'nın boz renkli tavşanlarını Kimselere değişmem. Onları göndereceğim kulağınıza Fısıldamaya Meremet yapan Ermeni kadınları var ya Kumkapı'da. Arslan gibi kadınlar Memelerinden sert balıkçılar süt emmiş Ak düşmüş saçlarına erkek yürekleri açılmış. Meremet yapan kadınlar Onlara da açtım bu sevdadan. Hepsi Marmara O canım su Sivriada O yalnızlık, kimsesizlik, balıkçının hürriyet heykeli. Dülger balığı O canavar görünüşlü O uysal balık. O sandallar, o tavşanlar, o motorlar Hepsi hepsi gelecekler. Deniz diplerinden yakamozlar Dikenleri batan süngerler Hepsi hepsi gelecek. Benim için konuşmaya, dinlersen Onlara da açtım bu sevdadan. Sait Faik ABASIYANIK Türk hikâye ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından birisi olan Sait Faik, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılar nedeniyle Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak kabul edilir. Doğum tarihi ve yeri: 23 Kasım 1906, Adapazarı, Osmanlı İmparatorluğu Ölüm tarihi ve yeri: 11 Mayıs 1954 (47 yaşında), İstanbul, Türkiye

  • Hişt, Hişt

    Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım. Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte. Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan: - Hişt, dedi. Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken: - Hişt hişt, dedi. Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen. Hişt! dedi yine. Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses: - Hişt hişt hişt, dedi. Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur. İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuz birli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş. Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu. - Merhaba hemşerim, dedi. - Ooo! Merhaba! Dedim. Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt! - Buyur beğim, dedi. - Bir şey söylemedim, dedim. Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı. - Hişt hişt, dedim. Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı. - Bu sene enginarlar nasıl? Dedim. - İyi değil, dedi. - Baklayı ne zaman keseceksin? - Daha ister, dedi. Nefes alır gibi hişt dedim. Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı. - Kuşlar olmalı, dedim. - Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı. - Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı… - Yıkattın mı? - Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş. - Çocuklar nasıl? diye sordum. - İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya… - Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi Allah'aısmarladık! - Haydi güle güle. Biraz uzaklaşınca: - Hişt hişt. Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu. - Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim. - Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi? - Sen değil misin hişt hişt diyen? - Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir? Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları. Hişt hişt! Hişt hişt! Hişt hişt!

  • Bursa Nilüfer'de Bir Garip Park

    Hisar'dan Bursa merkez / BURSA'da Bir Park ve Bir Demokrasi Masalı... * Bu masalda NİLÜFER diye bir ilçe, İHSANİYE'de bir kimsesiz PARK, emanet edildiği ağaç ve insan dostu bilinir bir CHPli BELEDİYE... ve Kendi Bindiği Dalı Kesen Bir BAŞKAN da Vardı... O PARK ŞİMDİ BİR MASAL OLDU... Resme dışarıdan bakınca suçlu DEMOKRASİ ve HUKUK... * - Kullanılan resimlerin hepsi gerçektir, bir bölümü tarafımdan çekilmiş, ne var ki bir bölümü konuyla ilgili haber ya da facebook sayfalarından alınma olduğundan kişi haklarına saygı gösterilerek yüzler tanınmaz hale getirilmiştir.- BURSA kadim şehir, ehliyetli ellere geçse ya da değeri bilinse Alplerden farksız olacak güzel şehir. Ne yok ki? Tarih var, dağ var, orman var, göl var, deniz var, adam diksen filiz verir bereketli, sulak ovaları var, kökü iki bin yılı geçen, 700 yılı bize ait bir tarih, her yere ulaşım kolaylığı, köklü bir sanayisi, iş alanları var. Bursa’nın bir başka yönü de var. Kim gelse yadırgamaz, ötekileştirmez, dayatmaz köylüysen köylü, şehirliysen şehirli gibi yaşarsın. Bütün bu varlar olunca nüfusu son hız artıyor. Belki de ülkenin en çok göç alan illerinden biri. -Dağ yamaçlarından merkez Bursa- Ne var ki o görkemli tarihi ve şehrin bir kuşak gibi kuzeyine sarıldığı dağ aynı zamanda başa bela... Hep Hisar çevresine konuşlanmaya çalışan kent, dağın zor yamaçlarını da kaçak yapılarla kaplamış, yetmiyor... Yıkık, metruk eski tarihi evler, anıt binalar, enkaza dönmüş köşkler, harabe kiliseler, restoresi bitmeyen saraylar, kazılmış ama altından tarih çıkınca öylece kalmış inşaat başlangıçları, yakın zamandan, ama her biri en azı otuz yıllık bu bozuk yapılaşmaya göre kendini olduran biçimsiz, kullanışsız yeni dönem apartmanlar, daracık sokaklar... tam bir kargaşa... Kent merkezi Anibal'ın kurduğu Hisar ve çevresinden çoktan taşmış yeni insana tahammül edemeyecek, eskisini de barındıramaz halde. 1855'teki büyük deprem sonrası oldurulan Çekirge ve diğer semtler de farksız, tıklım tıklım. Hatta eskimiş… Mudanya yoluna Renault'u kurmuşlar, sonra çevresine öteki sanayiler yapılanmış. İnsanlar da ardından akın etmiş... Görülmeliydi, dünyanın her yerinde şehirler batıya büyür, Bursa görmedi, göremedi, ama mecburen batıda, İzmir asfaltının iki yanında uzanan bereketli ovada, tarlaların içinde dev bir yerleşim hızla oluştu ve sonunda Nilüfer çıktı ortaya. NİLÜFER çok yeni bir ilçe... 1987'de adı konulmuş. Osman Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un adını taşıyan ırmağın geniş bir delta yaptığı ovada şimdi bahçeli siteleri, geniş yolları 500 bine yaklaşan nüfusuyla Avrupai bir şehir oldu. Ağır sanayi o zaman da varmış burada... Renault fabrikasından, tekstil fabrikalarına, organize sanayi bölgelerine sahiplik ediyormuş, uygun arazisi ve ortamıyla... Ne var ki o zaman da hiç bir sanayici Nilüfer'in bilinen mahallelerinde oturmadığı gibi bugün de oturmuyor... Onlar koloniler halinde belli bölgelerde oturuyorlar ve çok ender bir kafede ya da parkta göründükleri oluyor... Ama ticari ve sosyal yapılanma onları hedef kitle seçmiş. Dev AVM'ler, pahalı, lüks gösterişli dükkanlar... Ama çoğu boş, çoğu umduğuyla değil, bulduğuyla yetiniyor, yörenin en ciddi eksiği sosyal alanların azlığı nedeniyle alışverişe değil, zaman geçirmeye gelen orta sınıf insanla dolu. BURSA'nın yüzü tarihtir, eskidir, tek çağdaş vitrinli belediyesi Nilüfer, zengin yeri değil aslında, orta halli insanların semti... Ama uçurum insanları da yok, ciddi sınıf farkları da; o nedenle çatışma, olay az, huzurlu… Çoğu aydın, ülkesine, dünyaya duyarlı, emekli, memur, işçi, bilinçli bir kesim. Ne var ki ağırlığı olduran bu insanların çoluk çocuk rahat edebildiği, kendine benzeyen insanları görebildiği sosyal alanları, makul fiyatlarıyla, güler yüzlü, ekonomik servisiyle de ürkütmeyen alışveriş yerleri az. Gösterişli kafelerde çay diye içtiğiniz bulanık abdest suyuna çoğu kez bir tas çorba parası ödersiniz. Anadolu’ya yoksul derler, nereden buluyorlarsa eşek yükü parayla çıkıp gelen çok kişi, yüksek kiralar ödeyip yıldızı parlayan Nilüfer’de iş yerleri açıyor. Üretici, iş alanı yaratan yerlerden daha çok, sıcak para var deyip lokanta, pastane, kafeyi yeğliyor… Hayalleri büyük, bu kez deve yükü para kazanacak, niyet öyle... Geldiği yerde ev alacak ederle aylık kira veriyor, bir de çayın yanına geçen yüzyıldan kalma bir kurabiye koyuyor, ne beklersin, kendiliğinden pahalı olacak. Bu iş yerleri arasında, Nilüferliye şişte nar gibi kızarmış tavuk görmeyenlerin, çoluk çocuk oturabilecekleri yer fazla değil. Birkaç parkı ve geleneksel mahalle kahveleri çok insanın tek sığınağı... Ne var ki onların da sayıları çok az. O nedenle Nilüferli her gün metroyla merkez ağırlıkta olmak üzere bir yerlere akar, akşama da evine döner. Ne yapsın? Bu ülkede hangi kent derin hesaplarla, bırak yüzyılı, önündeki on yıl öngörülerek yapıldı ki? Bulunduğu çevre yapılanırken bu bir eksiklik olarak görülmemiş, görüldüyse de zamanla olur denmiş. Var olan birkaç yer de ticari bir gelecek vaat etmediği düşüncesiyle ortada kalmış. Onlardan biri de Memleket Sevdalıları Derneğinin işlettiği, mülkü Nilüfer Belediyesine ait parktı. Uzun yıllar yörenin okumuş, aydın insanlarının çoluk çocuk gittiği çam, kiraz ve erik ağaçlarının gölgelediği, çimenlerde çocukların oynadığı, kapalı yeriyle kışın da açık olan park, benzer insanların güvenle gidip buluştuğu bir yer haline gelmişti. ​​ -2014 tarihli parktan bir resim- İsteyen malzemesini alır parkın tahta masalarında çayını söyleyip pikniğini yapar, isteyen ansızın gelen konuğuyla gider yemeğini orada yiyebilirdi. Dernek küçük kütüphanesiyle, arada bir yaptığı etkinliklerle, her zaman alınan gazeteleriyle bir kültür merkezi gibiydi. Mahalleye yeni taşındığımda benim bile bir etkinliğimin afişleri bir süre asıldıydı dernekte. Sonra ne mi oldu? Park aşağıdaki gibi acıklı bir masal oldu... -2017 Yılbaşı- Başlangıçta karşısındaki okulla beraber sadece park vardı. Sonra bir yanına belediyenin yeni hizmet binası yapıldı, bir yanına da semt pazarının da içinde yer aldığı büyük bir çarşı Agora… Ne olduysa oldu, görünen tabloda belediye ferman eyledi, masal bozuldu. Kentin göbeğinde nasılsa yaşayabilmiş birkaç ağacın gölgelediği, kendilerine mekan yaptıkları bir sosyal alana dozerler giriyor, dernek binası yıkılıyor, ağaçlar kesiliyor, o güzelim park mezbeleliğe çevrilip öylece bırakılıyor. Yeri de çivi bile çakılmadan, yıkıntı olarak Nilüfer’in yüzkarası olarak saklanıyor. Şimdi o parkı bilen her Nilüferlinin önünden geçerken vahlandığı, neden olana beddualar ettiği bir perişanlık ve yığınla anı… Görünen resim bu. Hiroşima gibi acıtan bir yıkıntı. İnternete tıkladığınızda hemen karşınıza çıkacak bir vahlanma ve beddua anıtı. Düne kadar ağaçlarıyla kuşların, küçük kır kahvesiyle ve ortamıyla sıra insanın şenlendirdiği küçük park, çoğu yaptığı alkışlanan belediye için yanıtsız bir anlamsızlık heykeli şimdi. Daha önce belediyenin dağınık ünitelerinin yer aldığı parka kimlik ve ruh kazandıran, sahiplik eden, örneği çok görülen çalılıklardan PARKA çeviren ya da RANT ekonomisinin eşkıyalarının kich düzeneğine döndürüp sıra halka girilmez kıldığı yer olmaktan kurtaran MS Derneği… O zamanlar dernek makbul, iyi zamanları, CHP’ye de yakın… Atıl bina boş duracağına… denilip verilmiş. - 2013 Parkta Bir İftar Yemeği- Bursa tersi düşünülse de gerçekte hala çarşıların, anıt binaların olduğu Hisar ve çevresinde yaşar. Ötesi ulaşımı zor banliyödür. Merkeze yedi kilometre uzak İzmir ve Mudanya yollarının içinden geçtiği Nilüfer, kenti doğudaki Ankara girişinden batıdaki üniversiteye değin birbirine bağlayan metronun bitiminden sonra ancak yoğun bir ilgi görmeye başladı. Zenginler çoktan Nilüfer’in ovaya yayılmış köylerinde kendi sitelerini, villalarını yapmış taşınmıştı. Merkeze sığmayan halk, özellikle yeni evlenen gençler ev bulamayınca Nilüfer’e yöneldi. Şehir hızla boşaldı. Boşalan merkeze kenar mahallelerden akın başladı. Sosyal yönü ve ekonomisi bozulan eski yerleşimi, lüks mağazalar terk edip Nilüfer tarafına geçti. Bölgeye dev AVMler yapıldı. Ardı geldi. Birkaç yılda üniversiteye değin uzanan ova asfalt yol boyu konutlarla doldu. Şimdi dağ taş ev, yetmiyor, bölgede ev, arsa fiyatları büyük bir hızla durmadan artıyor. Her parlayan yerde olduğu gibi de rantçı, Nilüfer’e dağı taşı altın gözüyle bakıp öyle yatırım yapıyor. Sıra insanı hesaba katan bir yatırım değil bu. Hedef kitle kendi kolonilerinde yaşayan Bursa’nın zenginleri... Elbette fiyatlar da ona göre. Belki akıllıca ama kentler, hatta ülkeler üç beş zenginle hayat bulmuyor, halkla ayakta duruyor. Artan emlak, konut vergileri gibi gelirleriyle zenginleşen Nilüfer Belediyesi de değişime ayak uydurdu. Alçak gönüllü, kimisi küçük kulübeler olan dağınık ünitelerini bıraktı, gösterişli bir hizmet binası yaptı. Ülkenin bütününde olduğu gibi devleti, belediyesi, sivili… kimse asla alçak gönüllü değil. Nilüfer neresinden bakarsanız bakın ülke ortalamasının çok üstünde bir milli gelire sahipmiş gibi görünüyor. Ama gerçek o değil. Sekiz odalı, iki salonlu villalarda çoğu yaşı kemale ermiş ebeveynler oturur, evlenen çocukları kendi villalarına çıkmıştır. Büyük çoğunluk kent yerleşiminde çoğu kooperatif olarak yapılan sitelerde oturan emekliler ve memurlardır. Onlarda dev AVMleri ve lüks mağazaları besleyecek güçte değildir. Çoğu, alışveriş için en az yarı yarıya daha ucuz olan merkezi yeğler. Kimileri pahalılıkta bir gösteriş ve seçicilik görse de aslında kaçınılmaz olarak ekonominin temel kurallarından biri kendiliğinden oluşur, tüketimin az olduğu yerde toplam maliyet satılan mala yüklenmeye çalışılır, biraz da o yüzden pahalıdır. Bu hızlı ve parlak gelişim belediyeye de yeni girişimler yapma hırsını vermiş olmalı ki bitiminin üzerinden onca geçmesine karşın hala kimsenin pek itibar etmediği sadece kafelerin çalıştığı, içinde dükkanlar ve pazar yeri de olan Agora’yı yaptı parkın yanına. Sonra karşısına kendi hizmet binasını... Vergi dairesine değin boş ve ıssız alan birden en popüler yer biçimine döndü. Semt pazarının kurulduğu günlerde belediyenin alanı dahil, her yer tıklım tıklım, geçit vermeyen arabalarla doluyor ve park bu gösterişli yapıların yanında elbette eski düzene ve geçmiş zamanlara ait, arada nokta gibi kalan ağaçları, kafesi, yeşilliğiyle kuşların ve insanların sığınma yeri ama nostaljik bir tat gibi görünüyordu. Ayrıca düşüncesiz planlanan yol ve yapılaşmaların önünü tıkayan kör bir nokta. Sonra belediye ayağa kalktı, herhalde parka vitrine de uyacak bir biçim kazandıracak, daha güzel olacak derken... Artan trafik nedeniyle yol geçireceği söylentisiyle MSD’den parkı boşaltmasını istedi. Duyulan gerekçe bu. Türlü kötü gerekçeler, belediyenin ağaçları kesip orayı rantçılara vererek inşaat ya da AVM yapacağı gibi söylentiler olsa da akla yatkın olan yol ve otopark sorunuydu. Mahkemelik oldular. Ne var ki belediye mahkeme kararını beklemedi. Yeni bir gezi direnişini bekleyemezdi herhalde. Siyasi konumu ve ağaç aşkıyla o direnişi desteklemişti ama o zaman başkaydı. Hem o zaman ağaç başkasınındı, hem de bahçe... Sonuçta ele ahkâm kesmek kolaydı. Direnen derneği ve etrafında örgütlenen park müdavimi yöre halkını durduracak kestirme bir yol buldu. Dernek binası kendinindi sonuçta. Yıkarsa örgütlenmeye dönen muhalefet bir araya gelemez, direniş olgunlaşmadan kururdu. Konu ediliyordu, ama beklenmiyordu. Belediye bir gün yıktı, dernek binası hüzünlü bir enkaza döndü. Düşünülen gibi olmadı. Halk bu kez yıkıntının başında toplanıp parkına sahip çıktı. Küçük çadırlarıyla gece gündüz orada yatıp kalktılar, kamuoyunun ilgisini çekmeye çalıştılar. Ne var ki belediye halka ve oluşan ağaç bilincine rağmen geri çekilmedi...Ama yaz ortası bir gün MASAL acımasız bir gerçekle yüzleşti, ÇELİK BIÇAKLAR parkın içindeydi artık... PARK sakinleri elinden geleni yaptı, yasal yollar denendi, davullu zurnalı eğlencelerle sivil direniş uygulandı, sosyal ağlardan kamuoyu yaratılmaya çalışıldı... ​​Birlikte direnmenin, kendini aşacak bir iş yapmanın derin hazzını bilir misiniz, öyle? O günlerde ilgi ve heyecan doruktaydı. Umut hala vardı. Öyle ya çağdaş vitrinli, ağaç ve park düşkünlüğüyle tanınmış bir belediye, halkın önemsediği bir küçük PARKTA kötü bir izlenim yaratacak yıkım ve kesim kararlılığını inatla sürdüremezdi herhalde. Halkın etkin gücü yoktu belki ama büyük bir silahı vardı:OY. Hele GEZİ olayları gibi bir deneyim varken... Belediyenin de çok tutunacağı bir dal varmış gibi gözükmüyordu, halkı dedikodu mekanizmaları çalışmadan susturacak açıklamalar bulamıyordu. Dernek binasının yıkımını bile açıklayamıyor, kira ödemiyorlardı… gibi çok da anlamlı olmayan bir savunma kuruyor, ertesi gün dernekten yanıt gecikmiyordu. Ödeme makbuzlarını sosyal ağlardan duyuruyorlar, artı bir atağa kalkıyorlar, o günlerin moda kutsalı ağaca sarılıyorlardı: İddiaya göre belediye parkı yok etmek için ağaçları kesiyordu. Niyesinin herkesçe bilinen makul ve ikna edici bir açıklaması yoktu. Belediye de inkar etmiyordu, nasıl edecekti ki yemyeşil acıklı bir boşluktu, savunmalarında direnişçilerin abarttığı kadar değil ama birkaç ağacı yerinden almışlardı doğru, ama nasıl? Kökünden sökerek, itinayla, başka yere, ama bilinmeyen bir yere taşımışlardı. Sonunda olan oldu, PARK ve AĞAÇLAR yenildiler... Ortaya çıkan manzara elbette kötüydü. Ne var ki yapılmaya çalışılan artık netleşmişti. Daha önce iyi planlanmadan yapılan ve şimdi kilitlenen Agora’dan gelen yolun devamı parktan geçecek ve trafik rahatlayacaktı. Galiba kaçınılmaz biçimde de o ağaçlar yok olacaktı. Ne var ki DİRENENLER teslim olmadı. Yaz boyu evlerinden getirdikleri sandalyeleri, davulları zurnalarıyla parkta nöbet tuttular. Yeni bir ağacın "itinayla sökülüp" başka yerlere taşınmasına izin vermediler. Demokrasi güzel şeydi. Bu arada yıkım tamamlandı, geriye sloganlar kaldı: Dernek binası belediyenin kendi binasıydı, elbet yıkabilir ya da başka bir tasarruf yoluna gidebilirdi. Kolayca yıktılar... Direnişçilerin iddiasına göre de ona yakın ağacı da kestiler... Belki ülkenin yazın içine girdiği kaos ortamı etkisi, belki sıcakların rehaveti parkın sivil direnişi sesini duyuramadı, bırak ülkeyi, BURSA’da bile kamuoyu oluşmadı... Gezi olaylarında iktidara karşı ayağa kalkan, her kesim ve anlayıştan insanın da desteklediği, ne var ki görünen bir ağabey olmasa sivil itaatsizlik diye bir şey yok, bu park ve benzerlerinde aylarca eylemde olan yerel çevreciler de ilgisiz kaldı. Geri kalan bir avuç insanın tepkisi de belediyeyi durdurmaya yetmedi... BURSA merkezdeki tek CHPli belediye ve aynı kişi, başkan olarak üç dönemdir seçilmeyi başardı... Kabul etmeli güzel şeyler de yaptı, kabuğuna çoktandır sığmayan ama gelişkin bir köy gibi duran BURSA'ya tam batılı anlamda bir kent kazandırdı... Bu biraz da günün getirdiği bir şanstı. Nilüfer kısa ömrüne karşın çok önce bugünkü yapılanma biçiminin temellerini atmıştı. Öncelikle İhsaniye, Karaman, Beşevler köylerini merkez alan bir yerleşim teşvik edildi. Çoğu kooperatif binaları düz arazide çok da nitelik gözetilmeden, ama bahçeli site düzeneğiyle, geniş ferah mekanlarıyla tıkış tıkış şehre karşı cazibeli görünümüyle ilgi çekti. Olanakları dar insanların kooperatifler kanalıyla konut sahibi olduğu bölge Üniversiteyi de içine alınca daha da hızlı gelişti. Ama yapısal kaygı güdülmediğinden bu mahallelerde 1999 Yalova depremi ciddi hasarlar yaptı, kentsel dönüşüme acil gereksinme duyan bu binalar, bir an önce elden geçirilmezse olası bir depremde Bursa'nın en çok canı yanacak bölgesi olacak... Sevimli görünüşüne karşın uzun yıllar sosyal olanak eksiklikleri nedeniyle cazibe merkezi olamayan Nilüfer son birkaç yılda yoğun bir ilgi görmeye başladı. Ne var ki halkın sosyal ve temel gereksinmelerini karşılayacağı çarşı ve benzerlerinin pek hesaba katılmadığı, olan birkaç yerin de rantçıların eline geçtiği ilçede temel gereksinmeleri ya merkeze gidip almak zorundasınız ya da akıl dışı fiyatlarla satış yapan birkaç yere mahkum kalırsınız. Bugün İHSANİYE o güzel görünümüne karşın bir çarşıdan yoksunsa, yığınla AVM, FSM ve AGORA gibi yerler çok pahalı ve şık dükkanlara karşın iş yapmıyorsa altında insana değil, sadece paraya yönelik bir hizmet anlayışının dayatılması vardır. Zamanı az, parası çok sanayici ve iş adamlarına göre hazırlanmış o düzenek, hala hesap kitapla yaşayan yoğun halk nüfusuna seslenmiyor... İş adamı da gelmiyor. Onun bile bir bardak çaya bir kadeh viski parası vermeyi göze alacağına çok ihtimal verilmez herhalde. Verse işadamı olmazdı. İHSANİYE PARKI bu anlamda olması gereken, bu insanların layık olduğu değil, rastlantısal bulunan ve anlamlandırılan bir güzellikti. Şimdi belediye de bir alternatif üretmeden bunu ellerinden alınca insanlar tepkili ve şaşkınlar. Semt sakinlerinin en çok şaşırdığı da gezi olaylarında taksimdeki ağaçlar için yapılan eylemleri destekleyen başkan bunu nasıl yaptı? Rivayettir ama BOZBEY bu durumu iyi açıklayamaz ya da yerine daha güzel bir park oluşturmazsa CHP, tek kalesi Nilüfer'de de tarih olabilir... Görünen AKPli Büyükşehir Belediyesi sıra halk için mekanlara ondan daha çok özen gösteriyor, hele CHP'nin güçlü olduğu bölgelerde... Bunun son örneği de KENT ormanında yaşandı... Nilüfer'in sahiplik edemediği ormanı şimdi halkın nefes aldığı bir mekana çevirdi. ODUNLUK semtinde salt BURSA'nın değil, ülkenin en güzel parklarından birini yapıp o bataklığı cennete çevirdiği gibi... Demokrasi garip bir rejimdir ve sayısal üstünlüklere dayanır, parasal ya da başka şeylere değil... O üstünlüğün adı da OYdur... Geri dönüşü olmayan oy. Demokrasiyi eşsiz bir nimet yaptırdığı gibi, ikna gücü gelişkin azınlığı, çoğunluk iktidarı da yapan OY. Bir avuç insan ses alamayan, giderek tavsayan direnişlerini umutla sürdürdü. Parkı geri alamadılar, ama orayı işlevsiz yolu da kapayan bir moloz yığını olarak bıraktırdılar. Belki de MS Derneği olmasaydı bu süreç bu denli de uzamayacak, parkın müdavimleri oluşmayacak, ses bile olmadan oradaki planlanan neyse gerçekleşecek, o zaman da belediyeyi suçlamak ya da alkışlamak kolaylaşacaktı. Bunca asıllı asılsız söylenti de çıkmayacaktı. Ama önceki planlamayı yapanın aynı belediye olduğunu, bu denli kör olabilme olasılığı olmadığını düşününce garip bir yanı var kesin... Görünen tek sorun, öyle algılarsanız, insanlara savunma hakkı veren DEMOKRASİ… Bazen hakkaniyetli çözüm, bazen de doğruya ayak bağı olabilen DEMOKRASİ. Asılan afiş ve sloganlara belediye de yeni düzenekte halkın yararına neyin değiştiğini açıkla(yama)yan afişlerle karşılık verdi. YAŞAM GERÇEĞİ... Belediyenin iddia ettiği PARKIN yolu kestiği, trafiği kilitlediği tezi doğru... Bugüne değin orada ciddi sorunlar olmayışı bir mucizeden daha çok, çoğu zaman iki yana park etmiş araçlardan kimsenin hızlanma şansı bulamayışından... Ayrıca yaşamı tehdit eden bir yanı olmasa da hayat, Nilüfer'in o noktasında bazı günler zulüm… Belediyenin de en ciddi kusuru öngörüsüz bir planlama. PARK baştan beri varken, yani o ağaçlar birkaç yılda o hale gelmemişken, o parkı kuşatan başta AGORA yeni BELEDİYE BİNASI, PAZAR yeri daha dün yapıldı, birkaç sene bile değil... Bu planlamayı yapan belediye değil miydi? Belli ki parkın varlığını, üç beş ağacı çok ciddiye alınacak bir engel olarak görmediler. Bir çalılık gibi duran mezbeleliği ortadan kaldırmak niye sorun olsundu? O zamana değin de MSD’ye bir güzellik yapıp sempati de kazanmak vardı. Ne var ki, MSD’nin orda zor olanı yeşertip insani bir oluşumu gerçekleştireceğini kimse düşünemedi park büyük kentlerin kaderiyle giderek yalnızlaşan çoğu insanda aidiyet oldurmuştu. Olasılığı zorluyor ama ya da bazı çevrelerin iddia ettiği gibi birileri rant hesabı yapmıştı. Kalsın, AVM dikeriz, nasılsa birkaç ağaç... keser gideriz ne var, diye düşünüldü... Belki de MS Derneği olmasaydı bu süreç bu denli de uzamayacak, parkın müdavimleri oluşmayacak, ses bile olmadan oradaki hesap neyse gerçekleşecekti. Bilemiyoruz, günahı vebali söyleyenin diyelim... Ama bu planlamayı yapan belediyenin bu denli kör olabilme olasılığı olmadığına göre bilmediğimiz bir yanı var kesin... Şimdi yukarıdaki resme yakın bakalım. Resim yıkımdan önce çekilmiştir, ağaçlar arasından dernek binası görünüyor. Anlamak için orada yaşamak gerekmiyor. İşaretli bölge belediye tarafından yıkılan bölümün parka giriş başlangıcıdır. Trafiğin bazı günler tümüyle kilitlendiği nokta da burasıdır. Ne dersiniz sizce çözüm zor mu? Ya da parkın aklın önünde kazanma şansı nedir? -park mutlu günlerinde- Ne olursa olsun PARKTA karşılaştığı direnişten çok daha fazlasının semt sakinleri arasında konuşulduğunu görmeli belediye... Onların insan sıcaklığı taşıyan, paradan başka değerleri de önemseyen, aitlik duygusunu geliştiren, sıradan, doğal yerlere duyduğu büyük gereksinmeyi fark edip gereğini yapmalı. Bu öteki gösterişli yerlerden çok daha ucuza mal olacak, çok daha fazla insanı mutlu edecektir. Daha önce parkın varlığı bir gerekçeydi, ne var ki boşaltılmış, yıkılmış hali ve hala kilitlenen yola bir çözüm üretilmeyişi gelen geçen insanların gözünde belediye adına ciddi bir eksidir. Şu anda görünen üç yıla yakın süredir o park işlevsiz ve harabe olarak yerinde duruyor. Ve yol da hala pazar günleri adım atılmaz halde… Elbette gelecek seçimi ve temsil ettiği partiyi de düşünüyorsa belediye acil çözüm üretmeli… CHP'nin baraj altında kaldığı seçimleri de hatırlamak gerek....ki o zaman ağaç da yoktu gündemde ve biz bu kadar dayak da yememiştik sevdiklerimizden...Yine de bilmek için kahin olmaya gerek yok: Bir sonraki seçimlerde Yalova ve Nilüfer Belediyesinin işi zor olacak, kendini aklamak ve ağaçlara sevimli gözükmek için... Haklılığını kanıtlayacak, iddia ettiklerini doğrulayacak bir şeyi bir an önce yaparak göstermeli. Her şeyden önce benzeri bir park yapmalı ya da olanlardan birini aynı biçimde yapılandırmalı. Eğer bilinmeyen bir güç o parkı ve yolu belediyenin imajını bozmak için öyle kalmaya mahkum etmişse, belediye de eli kolu bağlı bekliyorsa, acilinden halkı bilgilendirmeli. Dedik ya üst akıla karşı da güçtür DEMOKRASİ... Bugünkü resimde sorumlu belediye görünüyor. Kuşkusuz onun elini kolunu bağlayan demokrasi ve hukuk da... Mahalle baskısı Nilüfer'i de yendi. Uyan sayın başkan, kestiğin kendi bindiğin daldır... -PARK 2017 YILBAŞI- Şenol Yazıcı *

  • Sait Faik'ten Öykü Tadında Şiirler

    Nurten B. AKSOY * (Kasım 1906, Adapazarı-11 Mayıs 1954, İstanbul) Kasım 1906-11 Mayıs1954 tarihleri arasına sığdırdığı kısa ömründe, edebiyata ilk önce şiir yazmakla başlayıp daha sonra hikâyede karar kılan Sait Faik, Çağdaş Türk hikâyeciliğinin mihenk taşlarındandır. 1930’larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare, gözlemci balıkçı, çakırkeyf sirozlu, küfürbaz şair, müflis tacir, züğürt yazar, hamdolsun diyemeyen rantiye, anadan doğma çevreci” gibi çeşitli sıfatlarla anılan Abasıyanık’ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerirdi. Öykü, roman ve şiirlerini yaşamın hakkını vermek için yazan Sait Faik’in, sürekli kullandığı ana tema yaşama sevincidir. Sıradan insanlar, işsizler, hamallar, balıkçılar, sokak kadınları, kimsesiz çocuklar, emekçiler ve küçük burjuvalar onun insanlarıdır. O bu insanlarda evrensel insanı yakalayan bir İstanbul öykücüsüdür. Doğa güzellikleri karşısında başı dönen Abasıyanık’ı, toplumsal sorunlar bireysel planda bir hayıflanmaya sürüklemiştir. Böyle anlarda karamsar bir tablo çizmiş, toplumsal çelişkiler karşısında öfke, yenilgi ve kaçış duyguları yaşamıştır. “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım, içinde hikâye kokusu var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.” diyen Sait Faik’i ölüm yıldönümünde şiirleriyle analım istedik… Mektup Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık Yağmurlu güvertedeki türküm Sana yaklaşmaya vesiledir Yoksa canım, seni unutmak için değil. Senden sonra ancak anlaşılır İnsanoğluna öğretilen yalanlar. Senden sonra anlaşılır ancak Boşluğu her şeyin. Seninle beraberdir dolu kadehler Şaraplar seninle aziz Cigaralar seninle tüter Ocaklar seninle yanar Yemekler seninle yenir. II. Senden bahis açılmadıkça susmak isterim Senden bahis açılmaya vesiledir. Kınalıada, vapur, deniz, yunus Şimdiye kadar neden gökyüzü değildi Niye böyle oldu Neden kitapları severdim? Bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz Yoksa neye yarardı bu garip şehir? Burada senin doğduğun bana malumdur Yoksa sever miydim minareleri Süleymaniye’yi? Sen gâvur olduğun halde. *** Şimdi Sevişme vakti Çıplak heykeller yapmalıyım. Çırılçıplak heykeller Nefis rüyalarınız için Ey önünden geçen ak sakallı Kasketli, Yırtık mintanından adaleleri gözüken Dilenci Sana önce Şiirlerin tadını Aşkların tadını Kitaplardan tattırmalıyım Resimlerden duyurmalıyım, Resimlerden… Şu oğlan çocuğuna bak Fırça sallıyor Kokmuş manifaturacının ayağına Dört yüz bin tekliğinden On kuruş verecek. Seni satmam çocuğum Dört yüz bin tekliğe. Ne güzel kaşların var Ne güzel bileklerin Hele ne ellerin var, ne ellerin Söylemeliyim Yok Yok… meydanlarda Bağırmalıyım, Bu küçük Güllerin buram buram tüttüğü Anadolu şehri kahvesinde Kiraz mevsiminin Sevişme vakti olduğunu. Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım. Baygınlık getiren şiirler. Kiraz mevsimi, kiraz Küfelerle dolu pazar. Zambaklar geçiriyor bir kadın. Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını Belediye kahvesinde hala o eski, O yalancı O biçimsiz Bizans şarkısı. Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem Nasıl etsem, nasıl yapsam da Meydanlarda bağırsam Sokak başlarında sazımı çalsam Anlatsam şu kiraz mevsiminin Para kazanmak mevsimi değil Sevişme vakti olduğunu… Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını, Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam Boş geçirdiğim bağırmadığım sustuğum günlere Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun Oğlu bir şiir okusa Karacaoğlan’dan Orhan Veli’den Yunus’tan, Yunus’tan… *** Bir Masa Bize bir masa ayır Yanakimu Aleksandramla benim için Bir masa. Üstü çiçeksiz Örtüsü gazeteden Şarabı aşktan Hem hülyadan. Aleksandram mızıka çalsın Siyaha çalar parmaklarıyla Güftesi bayağı şarkılar Adi havalar. Meyhane acı zeytinyağı koksun Sen hoşnut ol Yanakimu…

  • Nilüfer

    Behçet NECATİGİL * Ben oraya koymuştum, almışlar Arasına sıkışık saatlerin. Çıkarır bakardım kimseler yokken; Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar. Kışken ilkyaz, sularımda açardı; Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı? Eski defterlerde sararırmış yaprak. Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar. Bir ışıktı yanardı gecelerde; Akşam, çiçekler uykuya yattı, Sardı karşı kıyıları karanlık- Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.

  • ARZUYA GÖRE

    Erhan TIĞLI * Konuya girmeden önce sorayım. Helvayı sever misiniz? Ben pek severim. Taze ekmekle helva çok iyi olur. El gücüyle çalışanlar helva ekmek yiyince enerji toplarlar, yorgunluklarını unuturlar. Çeşit çeşit helva vardır: Koz helvası, tahin helvası, irmik helvası, yaz helvası, cevizli helva, çikolatalı helva, kar helvası, keten helva…(Yandı gülüm keten helva diye de bir deyim var.) Nasrettin Hoca yağan karı alıp içine pekmez koyuyor, kar helvası yaptığını söylüyor. Tadanlar beğenmiyorlar. Hoca onlara hak veriyor, “Yaptım ama ben de beğenmedim” diyor! Dedemin anlattığı bir fıkra var. Bir Fransız turist Konya’ya geliyor. Bir helvacı dükkânının önünden geçerken vitrindeki helvalar dikkatini çekiyor. Onlarda böyle bir şey olmadığı için bunların ne olduğunu merak ederek içeri giriyor. Dükkân sahibine, 'Kes köse?' (Bu nedir) diye soruyor. Adam onun 'Kes bir parça' dediğini sanıyor ve helvadan kesip veriyor. Turist helvayı yedikten sonra bir daha 'Kes köse?' diyor. Adam kesip veriyor. Turist bir daha 'Kes köse?' deyince bizimki kızıyor: “Kese kese helva kalmayacak be! Sen buraya alışveriş etmeye mi geldin, bedava helva yemeye mi?” diyerek turisti kovuyor. Dostlarımız helvamızı yemek isterler. Hastalanan arkadaşlarına, “Helvanı ne zaman yiyeceğiz?” derler. Neden böyle diyorlar biliyor musun? Biri ölünce hayır olsun diye arkasından helva dağıtırlar da ondan. (Ne kötü şaka değil mi bu!) Her ortama uyduklarını belirtmek isteyenler, “Ben helva demesini de bilirim, halva demesini de” derler. (Anadolu’nun kimi yerlerinde helvaya halva, elmaya alma derlermiş.) Gerçi konuyu çok dağıtmış olacağım ama yeri gelmişken, bu konuda bir şey anlatmak istiyorum. Satıcının biri elma satıyormuş, öbürü de yoğurt. Yoğurtçu, “Tatlı yoğurt!” diye bağırırken elmacı da kendi ağız biçimiyle, “Ekşidir alma” diye ekşi elma sattığını belirtmek istiyormuş ama yoğurtçu bunu yanlış anlamış, onun yoğurduna ekşi dediğini sanmış ve kavgaya tutuşmuşlar. Zor ayrılmışlar. Gelelim helvamıza. Helvacı türküsünü biliyor musunuz? Bilmiyorsanız söyleyivereyim. “Kara koyun etli olur Kavurması tatlı olur Buralarda yâr seven Ölmez ama dertli olur. Helvacı helva! Keten tohumlu helva Şeker lokumlu helva!” Helvadan niye bu kadar söz ediyorum da asıl konuya hemen girmiyorum? Helvayı çok sevdiğim için, sözünü ederken yemiş gibi oluyorum da ondan. Bizimkilerin kilo, kolesterol sorunu olduğu için evimize helva girmiyor uzun zamandır. Bu kadar giriş yeter. Şimdi öyküme geliyorum. Almanya’ya giden bir işçimiz orada Helga adında bir Alman kızıyla evleniyor. Bir süre sonra Türkiye’ye dönüyorlar, bir ev alıp temelli kalmaya başlıyorlar. Alman kızı Türkçe öğreniyor ama tam değil. Daha birçok eksiği oluyor. Konuşma biçimi de Türklere uymuyor. Çevredeki kadınlarla tanıştırırlarken Ayşe Teyze ona adını soruyor. Helga, helva der gibi,”Helga” diyor. Teyzemiz, “Helva mı? Benim adım da baklava!” diye espri yapıyor. Bu olaydan sonra Helga’nın adı Helva olarak kalıyor. Eski adı unutuluyor. Helva hanım kocasının gözüne girmek için Türk yemekleri yapmak istiyor. Bir yemek kitabı satın alıp oradaki tariflere bakarak yemek yapmaya başlıyor. Kitapta yemek için gereken malzemeler sayılırken bazı adların yanına “arzuya göre” yazılmıştır. Bunu da bir yemek malzemesi sanan Helva hanım çarşıdaki bütün dükkânları dolaşıp 'arzuya göre'yi arıyor, tabii bir türlü bulamıyor. Çaresiz, 'arzuya göre' olmadan yemek yapmak zorunda kalıyor. Merakla kocasını bekliyor. Kocası geliyor, yemek yerken beğendi mi acaba diye sürekli kocasının yüzüne bakıyor Helva hanım. Bir şey anlayamayınca daha fazla bekleyemiyor, kocasına yemeği nasıl bulduğunu soruyor. “Çok güzel olmuş. Eline sağlık” diyor erkek. Bu sözlere inanamıyor Helva hanım. “Gerçekten beğendin mi, yoksa beni üzmemek için böyle mi söylüyorsun?” diye soruyor kocasına. “Beğendim tabii. Sana niye yalan söyleyeyim?” diyor erkek. “Aslında bu yemeğin bir eksiği var” diyor Helva hanım. Erkek dudak bükerek: “Ben bir eksik bulamadım. Neymiş o?” diye soruyor. “Kitapta arzuya göre de var ama aradım, bir türlü bulamadım” diye önüne bakıyor kadın. “Arzuya göre diye bir yemek malzemesi duymadım ben. Getir şu kitabı da bakalım içine” diyor adam. Kadın yemek kitabını getirip gösteriyor. Erkek gülmeye başlıyor. Kadın bozuluyor, onun alay ettiğini sanıyor. Erkek gerçeği açıklamak zorunda kalıyor: “Arzuya göre demek; isteğe bağlı, isteyen koyar, istemeyen koymaz demektir” diyor. Türkçeyi iyi bilmediği için boşu boşuna arzuya göre aradığını anlayan Helva hanım da gülmeye başlıyor. Birlikte öyle gülüyorlar ki bu gülüş tatlı yerine geçiyor, yemeğin üstüne tatlı yemiyorlar artık.

  • TEZ , ANTİTEZ ve SENTEZ

    Zeliha AYDOĞMUŞ * TEZ Boşuna çabaydı Ne zaman ki yummuştu gözlerini Soğumuştu yatağı Aşk toprağın malıydı Kavak yerlerinin bestelediği şarkıları Buzdan sonra ateş basmalarını Artık duymaz anlamazdı Kelebek kanatlarında çıldıran kalp atışlarını da Cemre gözde bir ad Bahar akarsuya yazılan masaldı ANTİTEZ O dev bataklık Geçmiş ve gelecek Durup durup yutacak seni Diri diri gömecek sevmelerini ve ellerinden önce buz kesecek kalbin belki O zamanlarda daya yanağını gökyüzüne Dudağını güneşe, yağmura Rahminde büyüttü kış Bi zaman koynunda uyutacak Baharı Pembeleri anımsa SENTEZ Akanla duran nerede kavuşur Nemli bakışta Temiz gülüşte Ya da sırmalı öpüşte mi Güneşe bulutlardan sıyrılmayı Karanlığa susmayı öğretir bazı aşklar Nefrete şiiri, şarkıyı Öyle de yüreğine: ''Vazgeçme!''

  • Kara Kışın Karları

    AYNA ‘da kara kışın karları * Gülgün ÇAKO Bahar çiçekler açtırsa, yaz sarsa sarmalasa da, çaresiz. Hazan hüznü taşıyor bağrında, kış acıyı… Hava sıcaklığı mevsim normallerinin üzerinde seyreder ya bazen , bu yıl da öyle. Güneş sanki özleneceğini biliyor da öyle ışıyor. Dünya, parktaki kömür gözlü çocuğun topacı gibi, dönmüyor sanki. İpi düzgün sarmayı kimse akıl etmiyor gibi. Oysa yılların biriktiği bedenlerde üşümeler iniyor daha bir derine. Mevsimle… Soğudukça, açısı daralıyor yaşamın. Gözümüz kadar değil mi ki ne olsa. Açı büyüdükçe küçülür dünya. Gidebildiğimizce… Bir şeyleri göze almazsak, hiçbir anlam çıkmaz yaşadığımızdan. Gitmeler kalmaya yenilir bazen. Çocuğa, ipi topaca sarmayı öğretmemeliydim belki de. Eve gitmek istemiyor canı. Onca deneme olmasa ne kadar anlamsız kalırdı. Mevsimi soyunuyor ağaçlar. Yapraklar bir bir düşerken akşamın ilk saatlerine, sanki kar yağıyor bedenime. Ah güneş, aldanmamalıydım sabah ışıklı cilvelerine. Şurada ne kaldı ki kış küsmelerine. Bulutların sessizliğine bestekar olacak kar taneleri. Ne zaman düşseler toprağa, düşerler aklıma da. O anlarda yaşamımda çıktığım ilk uzun yolculuğu anımsarım. Kışın bastırmasıyla artan tehlikeye aldırmadan binmiştim otobüse. Çocukluktan kurtulmaya çalıştığım ilk gençliğin arifesinde olduğum o yıl, yarıyıl tatili öncesi bir mektup almıştım. Uzaklardan…Karlı bir diyardan. Kar, en sevdiğinden gelen mektup gibidir bizim buralarda. Anaya oğuldan, cana canandan... Özlemi ne kadar dindirir, bilinmez. Her yıl acemi notlar gibi yağar, öyle ince. Birkaç yılda bir satır satır döşer; dağı, bayırı, ovayı… Uzaktan gülümser denize. Çifte mutluluktu benimki. Çünkü kar ve dünyayı küçültme yolculuğu gerçek bir mektupla başlamıştı. Kayseri’de kaygısız almıştım soluğu. Kardan bir kitap gibi çıkmıştı karşıma şehir. Her yer kar, her yer beyaz. Ama ne kadar… Gözlerime sığdığınca… Kiminle tanıştırılsam, yazın konuk ağırlamanın daha iyi olacağını söylüyordu. Erkilet’e bağa gidermişiz o zaman. Kapuzbaşı Şelaleleri, Hacer Ormanı falan hak götüre. Sultansazlığı’nda kelaynakları görmesi cabası olsa ne… Önce merkezden başlamalı deyip, Gevher Nesibe’ye götürüyorlar, Döner Kümbet’e... Hikaye… Ben lojman şartlarında sayıca fazla yaşıtlarımın arasında kardan bir masal alemindeydim. Erciyes’in eteklerinden süzülmüş gibiydi su ve doldurduğu çukurda kalın bir tabaka halinde buz tutmuştu. Karlara yatmaktan, buzda kaymaktan mutluluğun doruklarına oturmuş kızlı erkekli birer kar kedisiydik hepimiz. Ne mi anımsıyorum en çok? Güneşin çıktığını ve buzların erimeye başlamasıyla birlikte yok olan dorukları. Çok sevdiğim güneş ne sevimsiz gelmişti. Birkaç gün daha görünmesin isterdim, birkaç gün daha buzlar çözülmesin… Buzların çözülmesinin büyükleri başka şekilde etkileyebileceğini öğrenecektim çok sonra. Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” adlı eserinden. Filme de çevrilmişti, izlemesi ayrı keyif... Yolsuzluğun, sömürünün, yoksulluğun ve yoksunluğun egemen olduğu, tüm yollar kapandığından kimsenin ulaşamadığı bir kasaba geçmezdi aklımın ucundan. Kaymakamıyla, katibiyle, meczubuyla, fahişesiyle, ağaları, hacıları, karaborsacıları ile kara komedi içinde bir kasaba girmemişti yaşantıma o zaman daha. Süren bozuk düzenin, değişmez denilenin değişebileceği, bunun sanıldığı kadar zor olmadığı anlaşılır mıydı buzlar olmasa? Ama kavak yelleri kışın bile esebiliyordu bir zamanlar… Çocuklukta yağan karlar gibi… Geçen yıl tam da bu meydana kocaman bir kardan adam yapmıştı çocuklar. Mutfaktan havuç… Kar öyle bembeyaz yağdığında çocuk aklının “kara kışı” anlaması mümkün mü? Değil tabii… Benimki de o hesap. Aklımda kış için yapılacak hazırlığın uzayıp giden listesi. Nasıl çıkılacaksa işin içinden bu ekonomik gidişle… İyimser günümdeyim. Şanslıyım diyorum kendime. Evsizleri, aşsızları, işsizleri düşününce… İyi ki hırkamı yanıma almışım. Can simidi gibi yetişti imdadıma. Hava da yağacak gibi. Ama henüz temiz. İçime çekiyorum bir güzel an’ı. Mutlulukta kısa, üzüntüde uzun gelen zamanı. N.H Kleinbaum’un kaleminde canlanan Bay Keating, fısıldamış gibi kulağıma. “Carpe Diem”. An’ı yaşa. Yaşam sana bir armağansa… An olmadan yarın olabilir mi? An’ı, yaşamak için anlamalısın ve anlamlandırmalısın. Eve gelmişim de haberi yok ayaklarımın. Yemek sonrası kardan kıştan söz edilince ısrarla uyumadan önce “Kibritçi Kız” masalını anlatmamı istiyor kızım. Çok seviyor bu masalı. Sonunu değiştiremez miyiz, diye soruyor üzgün dudaklarıyla. Kibritler bitmesin istiyor düşler gerçek olasıya. Ah be çocuk! Umut bu, Pandora’nın kutusunda öylece duracak değil ya bazen bir kibritin ucunda. Oğlumla günümüzü anlatıyoruz birbirimize. Kardeşinin kibritler bitmesin, dileğini anlatınca o da heyecanla derste bir masalla ilgili öğrendikleri gerçeği aktarıyor. “Ağustos Böceği ile Karınca hikayesini anlatmakla çocuklara kötülük yapmışlar.” diyor. Şaşırıyorum. Öyle ya, bu fablın büyüsüyle büyütüldük biz. Hep karınca kadar çalışkan ve azimli olmaya güdüldük. Ne tembeldi ağustos böceği ve de umarsız… Diyor ki delikanlım, sanata sanatçıya yapılmış en büyük hakaretmiş onu kötülemek. Hep çalışmakla, biriktirmekle ömür mü tüketilirmiş. Sanatmış yaşamı anlamlı kılan. “National Geographica’dan öğrendiğime göre bir ağustos böceği doğmadan önce toprağın altındaki bir larvada ortalama olarak 12 yıl bekliyormuş. Evet, tam 12 yıl. 12 yıllık beklemeden sonra dünyaya geldiğinde bir ay yaşıyormuş yalnızca. Yani karıncanın yardımına gereksinim duyması olanaksız.” diyor. La Fonten’i asıveriyor saz tellerinin en ucuna. Ben, gençlerin bilgiye kolay ulaşabildiklerini, düşünce üretme şanslarının yüksek olduğunu düşünürken, o, asıl konuya geliyor. Elektronik gitarı için vah pedalına gereksinimi varmış. “Vah vah!” diyorum kış listemizi anımsatarak. Gülüyoruz birlikte. Kış gelmeden, üstelik gecikmişken kar kaplıyor sanki her yanı. Okunmuş kitaplardan birine elim gidiyor. Orhan Pamuk’un “Kar” romanı. Kahramanı “Ka” yeri Kars, en karlısından ülkemin. Konu da güncele uygun. Bir kez daha okumalı, diyorum kendime. Severim tekrar okumaları. Şöyle bir karıştırdığımda altını çizdiğim sayfa göze geliyor. (syf :113 ) “Kar onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklara rağmen aslında insanların birbirine benzediğini, âlemin ve zamanın geniş, insanın dünyasının dar olduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden kar yağınca insanlar birbirlerine sokuluyorlardı. Kar sanki düşmanlıkların, hırsların, öfkelerin üstüne yağarak onları birbirine yaklaştırıyordu.” Ka için bir de not düşmüşüm, hem de ilk sayfaya. “Güzel ve akıllı bir kıza sarılıp şiir yazabilmeyi hayatta en büyük mutluluk olarak görmektedir.” Şairane bir bakış. Kocaman adamların yaptığı kardan adamlar görmüştüm bir keresinde. Çok olunca şaşırtıyorlardı. Yalnızlıkları kanatlanmış, sanki eyleme gidecek gibi sıralanmışlar… Kuş bakışı var da kış bakışı yok mu sanki? Üşümelere gelemem unutmadan söyleyeyim. O yüzdendir belki eskiden beri kar yağdığında dünyanın yıkandığını, temizlendiğini düşünmelerim. Ve kar tanelerinin kanatlarında gözlerimin dalması uzaklara. Gözümüzde büyüttüklerimiz küçülüverir her adımda oysa… * 02.03.2021

  • İBRAHİM TIĞ ESKİŞEHİR’DE ...

    Gazeteci-yazar ve şair İbrahim Tığ, Adımlar Kitap Kafe ve Sanat Merkezi’nde, 11 Mayıs 2024 Cumartesi günü saat:14.00’te Eskişehirli okurlarıyla buluşacak. İbrahim Tığ, yayına hazırladığı yazar Müfide Güzin Anadol’un “Adaşım” adlı romanı ve yine Müfide Güzin Anadol’un kitaplarında yer almayan 49 şiiri ve tüm şiirlerini topladığı “Müfide Güzin Anadol’un Bütün Şiirleri”, “Zonguldak-Devrek Türküleri” (Derleme), “Bahar” (Öykü) kitapları Myrina Yayınları arasından, “Gök” adlı yeni şiir kitabı ile 2022 İhsan F. Biçici Şiir Ödülünü kazanan “Göl” adlı kitabının ikinci baskısı da Artshop Yayıncılıktan çıkan kitaplarını anlatacak ve okurlarına imzalayacak. İbrahim Tığ, ayrıca şiirleri hakkında da şair-yazar Figen Şentürk’le söyleşecek ve şiirlerinden örnekler sunacak. İBRAHİM TIĞ KİMDİR? İbrahim Tığ, 1970 yılında Devrek’in Bakırcılar Köyü’nde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Devrek'te, Yükseköğrenimini Dicle Üniversitesi'nde “mimar” olarak tamamladı. 1986 yılında başladığı yazın yaşamında şiirleri; Kıyı, Karşı, Gerçek Sanat, Aykırı Sanat, Kuzeysu, Milliyet Sanat, İnsancıl, Tay, Tan (Yugoslavya), Ortam (KKTC), Türkstar (Almanya), Ünlem, Damar, Eski Edebiyat, Biçem, Şehir, Sözcükler, Varlık, Yaklaşım, Lacivert, Evrensel, Berfin Bahar, Keşke, Yeni E, Sadece Şiir, KE, Sarmal Çevrim, Mavi Yeşil vb. sanat edebiyat dergilerinde yayınlandı. Şiirleri; Azerbaycan, Özbekistan, Rumence, İngilizce, İspanyolca ve Fars dillerine çevrildi. 2000’e Doğru Dergisi, Cumhuriyet ve Aydınlık (günlük) gazeteleri ile Anadolu Ajansı’nda muhabirlik yaptı. 1994 yılında Devrek'te, Günlük Bölge Haber Gazetesi'ni kurdu, sahipliğini yaptı ve yazarlığını yapıyor. Günlük Anayurt gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Sürekli Basın Kartı sahibi olan Tığ, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) Türkiye Merkezi Denetleme Kurulu Üyesi, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi. Rüştü Onur Sanat Ve Kültür Derneği (ROSAK) Başkanı. Halen Devrek Belediyesi Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü olarak görev yapıyor. Devrek’te, Aralık 2004 den itibaren de Şehir Edebiyat Dergisini çıkarıyor. Eserleri: İlk Yaz Vurgunu (Şiir-1994) Neler Gizliyor Adın (Şiir-1998) Karabayır (Öykü-2005) Yitik Zaman Düşleri (Şiir-2006) Rüştü Onur, Yaşamı, Şiirleri, Yazıları, Mektup ve Ardından Yazılanlar (Araştırma-2010, 2. Baskı 2014, 3. Baskı 2020) Rüştü Onur: Mektubun Avcumda [Mektup-2013 / Bu kitap daha sonra; Rüştü Onur: Benim Şeker Yavrum (Mektup-2015) adıyla yayınlandı.] Sarıaylar (Şiir-2014) Kiraz Aldım Dikmeden / Devrek Türküleri (Derleme-2017, 2.Baskı 2019, / Bu kitap daha sonra; Zonguldak-Devrek Türküleri (Derleme-2024), adıyla yayınlandı.] Sur ve Sır (Şiir-2018) Söğe (Öykü-2019, 2.Baskı 2020) Geçek (Öykü-2020) Göl (Şiir-2021, İkinci Baskı: 2024) Müfide Güzin Anadol / Adaşım (Roman), Araştırma-Derleme 2024 Müfide Güzin Anadol’un Bütün Şiirleri, Derleyen: İbrahim Tığ, 2024 Bahar (Öykü-2024) Gök (Şiir-2024) Çeviri: -Son Uçuş (Nemət Mətin) (Rövşen Memmedov ile birlikte) Ödülleri: -1989 Yugoslavya Tan Gazetesi Şiir Özendirme Ödülü -2011 Raşit Kara Mansiyon Ödülü -2018 Kemal Özer Jüri Özel Ödülü -2019 Pusula Sahaf Kitabevi Emek Ödülü -2020 ZOKEV Kültür Ödülü -2022 İhsan F. Biçici Şiir Ödül

  • "Arayış" ve Taştan ÇIRALAR

    Ömer YERLİKAYA * ARAYIŞ Roman Taştan ÇIRALAR 245 S. Dorion Yayınları, Ekim 2023 * Efendim Serhad Artvin Gazetemizin bu hafta ki konuğu hemşerimiz şair, yazar Taştan Çıralar. 1945 yılında Ardanuç Sakarya köyünde dünyaya geldi. Artvin öğretmen okulunu 1964 yılında bitirdi. Öğretmenliğe başladı. Hod’da on yıl öğretmenlik yaptı. Bursa’ya gitti, mesleğini orada sürdürdü. Emekli oldu ve bu şehre yerleşti. İki oğlu bir kızı var. Taştan Çıraların Sevde Can Kat, Suskun Fırtına, Ağlar Gördüm Maviyi, Ömürden Bir Sayfa, Cilavuz’dan Mektup Var, Yaşam Nereye Çıkar, Yaşayan Düşler gibi isimli eserleri var, Pek çok şiiri çeşitli dergi ve antolojide yayımlandı. Yazarın Arayış isimli romanı Ekim 2023 yılında Dorlion yayınlarından çıktı. İki yüz kırk beş sayfa hacimli, baskısı, kalitesi ve kapak tasarımıyla harika bir görünümü var. Arayış isimli romanı okudum, inceledim, notlar aldım ve sizler için yorumluyorum. Yazar Taştan Çıralar için ilk söz; Edebiyat dünyasına katkı sunan önemli bir yazar, usta bir isim. Entelektüel birikimi, donatısı, evrensel görüşü, duyarlı kişiliği, öz güveni ve özellikle dili kullanma becerisiyle okuru sarsan bir isim. Arayış, benim başucu kitaplarımdan birisi oldu. Yazar Taştan Çıralar, romanına akraba olan iki genci ana karakter olarak alıyor. Biri sürekli okuma hayalleri kurarken, ideallerini, tutkularını, geleceğini eğitimin ışığı altında biçimlendirmeye çalışıyor, diğeri giderek okuldan uzaklaşıyor ve kendini hayatın rüzgarına bırakıyor. Bursa’ya gidiyor, küçük referansla işe başlıyor, giderek kendini geliştirip şans faktörünün de yardımıyla önemli bir iş insanı oluyor. Genel manada bu ikilem romanın ana konusunu oluşturuyor. Asıl ilginç olanı yazar, bir yanda eğitimin bireye ve topluma sunduğu referansı, diğer yanda zengin birinin hayata bakışını, toplum değer yargısını göz önünde tutarak iki farklı durumu aynı potada eritme ustalığında gösteriyor. Yazar Çıralar, anlatı nesnesi olarak kendine somut kavramları seçiyor. Geçmiş, şimdi ve geniş zamanın ele alındığı iki ana karakterin dışında pek çok önemli karakterin de üzerinde metaforlar estiriyor. Esasen yaşanmış bir olaya roman gözüyle bakıp, kurgusal zenginliği ve özellikle doğa tasvirleri insanı büyülüyor. Duru bir anlatım, yalınlık, küçük bir hikâyeden başlayıp, giderek koca bir romana dönüşen çıkışlar; doyumsuz ve sevimli bir köyde gezinmeye başlar ve birden büyük bir şehrin engin derinliğinde kabarıp, coşar. Yazar engin bilincin içinde kırılan duygu ve düşüncelerle sürdürür anlatısını. Bölümlerde geri dönüşler yaparak okuru, köy havasının berraklığında soluklandırır, bununla yetinmez bu kez okuru büyük kentlerin derinliğinde, karmaşasında baş döndüren bir hızla dolandırır. İş dünyasıyla eğitim dünyasının haritasını çıkarıp, akışkan bir dil ve çarpıcı bir kurguyla okurun önüne sermekten de geri durmaz. Karakter tahlili, objektif yansıma, diyalektiklerin sokak ağzından arındırılması, insanı saran heyecan, yaşam realitesiyle dolu bir anlatımla süzülüyor. Anadolu da ki yaşamı olağanüstü bir yetkinlikle anlatım tekniği, yazarın özgün yanı, sosyal düşünce zenginliği ve engin dünya görüşüyle birleştiren sunumu bir eleştirmen için çok önemli. Kurgu, olayların akışı, simetri, yer, mekân ve zaman kavramı ciddi bir roman tertibiyle kusursuz örtüşüyor. Olaylar işlenirken yan cümlelerde yazar Taştan Çıralar, edebiyat dünyasının öfkesiyle haykırıyor. Bu haykırış bir rüzgârın uğultusuna dönüşüyor. Hey hat! Birileri dur demeli! Öfkeli yazar sakinleşiyor ama temposunu hiç düşürmeden sonu olmayan anlatıya, esin dolu, tutkulu, kararlı ve coşkun adımlarla yürüyor. Taştan Çıralar okuru büyülüyor ve beni derinden etkiliyor. Okuduğum en güzel romanlardan birisi. Bölümler arası geçişler kusursuzluğun ötesinde bir roman nasıl yazılmalı suallerine de yetkin cevaplar veriyor. Serhad Artvin Gazetesi olarak yazar Taştan Çıraları bu güzel eserinden dolayı alkışlıyoruz, ailesi ve tüm sevdikleriyle birlikte mutlu yaşamlar diliyoruz. Sevgiyle kalın.

  • Canımın Çekirdeğinde Diken

    Nurten Bengi AKSOY * SİTEM Önde zeytin ağaçları arkasında yar Sene 1946 Mevsim Sonbahar Önde zeytin ağaçları neyleyim, neyleyim Dalları neyleyim. Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim. Yâr yâr!… Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar Değirmen misali döner başım Sevda değil bu bir hışım Gel gör beni darmadağın Tel tel çözülüp kalmışım. Yâr yâr Canımın çekirdeğinde diken Gözümün bebeğinde sitem var “Sinesine saplanmış kara saplı bir bıçakla” yaşayan, üreten, ressam, şair Bedri Rahmi Eyüboğlu Paris’te iken tanıştığı ve daha sonra Eren adını alacak olan sanatçı Ernestine Letoni ile 16 Nisan 1936 tarihinde evlenir. Bedri Rahmi ve karısı Ernestino Letoni’nin büyük bir aşk öyküleri vardı. 1932’de Paris’te başlayan ve ülkelerine dönmelerinden sonra birkaç yıl mektuplarla süren bu aşk Bedri Rahmi’nin ailesinin gönülsüz kabulüyle 1936’da evlilikle noktalanır. Karısına karşı büyük bir aşk besleyen Bedri Rahmi daha sonra Güzel Sanatlar Akademisinde öğrenci olan Mari’ye âşık olur. Bu aşktan, evlendikten sonra adı Ernestino’dan Eren’e dönüşen karısının da haberi vardır ve Bedri Rahmi bu aşkını hiç gizlemez. KARADUT Karadutum, çatal karam, çingenem Nar tanem, nur tanem, bir tanem Ağaç isem dalımsın salkım saçak Petek isem balımsın ağulum Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan Yoluna bir can koyduğum Gökte ararken yerde bulduğum Karadutum, çatal karam, çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın. Pek çoğumuz biliriz ve çok severiz bu şiiri. Ve sanırız ki şair, bu şiiri eşi için yazmıştır. Oysa şairin eşi için tam bir dramdır bu şiir… Şair "Karadut" şiirini bir başka kadına yani Mari Gerekmezyan'a yazmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisinin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelir ve o dönem askerliğini yapmakta olan sanatçının sinesine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanır Mari, akademideyken Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar; Bedri Rahmi de bu büstü, Mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlar. Ama, yorgun yürek “Karadut” 1946′da menenjit-tüberküloz hastalığına yakalanır ve şairin tüm çabalarına rağmen, kurtarılamayarak aynı yıl vefat eder. Bu acılı günlerinde şairi tekrar iyileştiren ise yüce gönüllü sıfatına layık eşi Eren Eyüboğlu olur. 1949’daki bir olay her şeye rağmen Bedri Rahmi’nin Karadut’u unutmadığını ortaya koyar. İstanbul’da Büyük Kulüpteki bir davette konuklar Bedri Rahmi’den bir şiir okumasını isterler. O da “Karadutum, çatal karam, çingenem” dizesiyle başlayan “Karadut” şiirini okur. Şiiri gözlerinde yaşlarla tamamlar. Orada bulunanlar ve özellikle Eren Hanım onun üç yıl önce yitirdiği aşkı Mari için ağladığını anlarlar. Yaşadığı bu kırgınlıktan sonra bir müddet Paris’te yaşayan Eren hanım, oradan eşine yazdığı 4 Ocak 1950 tarihli mektubunda bu konuya değinir: Canuşkam, Kulüpte bir gece şiir okumuştun hani, hatırladın mı? Gözlerinden birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum o gece… Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım. Bedri’nin ruhuna insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın... Eren. Bu mektup Eren Eyüboğlu’nun yüce gönlünü, özverisini ve sevgisini açıkça ortaya koyar. Bundan sonra Bedri Rahmi ve eşi ölene kadar birlikte çalışıp, üretirler ve yaşamı yeniden paylaşırlar… *

  • ANNE

    Fuat ÖZGEN * Damardaki kan Ciğerdeki hava Yürekteki sevgi Taşıdığın candır Ninnisi uykuya anahtar Düşlere kapıdır Eli şifa Dili şifadır Ateş düşürür Acı dindirir Değdiğinde güvendir Huzurdur bedeninde Eliyle sever Diliyle sever Gözüyle sever Karşılıksız, çıkarsız Sınırsız sever Sevgi anne Anne sevgidir

  • Fehmi Koru: CHP -Özgür Özel- AK Parti’nin eski oyun taktiğini şimdi ona karşı devreye soktu, ilk raund CHP’nin

    "Solak boksörün de rakibini yenebilmesi için, ayağını sağlam basması, kollarını ve yumruğunu iyi kullanabilmesi nasıl şartsa, CHP de -bunu Özgür Özel olarak da anlayabilirsiniz- siyasette adımlarını maharetle atabilmeli" Fehmi Koru* CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in yerel seçim sonrasında izlediği yumuşama politikası iktidar saflarında şaşkınlığa yol açmış gibi. Onun görüşme taleplerine, iktidarın iki ortağı da, AK Parti genel başkanı da olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, olumsuz cevap veremedi. Bu gelişme ile, uzun zamandır ilk defa, siyasi hayatta ön alıcı etkin girişimi yapan taraf CHP oldu. Daha önce ilk hamle hep karşı taraftan geliyordu ve CHP karşı-hamleyi yapmada zorlanıyordu. Çoğu kez de, şimdi iktidar nasıl mecbur kaldıysa, ilk hamleyi yapan tarafın beklediği gibi davranıyordu CHP… İşte bu yüzden, son birkaç yıl boyunca, ülkemizde siyasetin dili çok sert oldu. AK Parti öyle olmasını istediği için… Kısacası, istediği zaman yumuşak bir üslupla siyasetin dilini belirledi AK Parti, istediğinde de sertliği başlatan yine AK Parti oldu. AK Parti’nin eski taktiği: Yumuşama AK Parti’nin kuruluşu öncesinden başlayarak iktidarının ilk on yılında siyasete hakim olan üslup yumuşaktı. AK Parti o dönemde oy vermeyenlere de kendisini sempatik göstermek için sertlikten özellikle kaçınıyordu. On yıl boyunca, AK Parti’nin zorlamasıyla, yumuşama dönemi geçirdi ülkemiz. ‘Kürt sorunu’nun çözümü için ilk adımlar o dönemde atıldı. Hemen her görüşten aydınların davetiyle oluşturulan kalabalık akil insanlar heyeti o yumuşamanın bir göstergesiydi. Alevi açılımı da aynı dönemde başlatılan bir girişimdi. Hatta Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifine o sayede sahip olundu. ‘Kopenhag kriterleri’ gereği reform atılımları da o dönemin sonucudur. İçeride kendine güvenen iktidar, dış ilişkilerinde de rahattı o dönemde. AK Parti’nin ilk hükümeti, çıkmasının çok arzulandığı bilinen ‘1 Mart tezkere’sinin (2003) TBMM’de reddedilmesiyle başlayan ABD ile sorunlu süreci bile başarıyla yönetebildi. Yine aynı dönemde, ‘komşularla sıfır sorun’ gibi bir slogan ve slogana uygun oluşturulan dış ilişkiler, Türkiye’nin ve AK Parti’nin kâr hanesine yazıldı. Telaffuz edilmese bile Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ hedefine yakın bir Türkiye manzarasıydı AK Parti’nin ilk on yılı… Batı ile ilişkilerini düzgün tutan, ancak gerektiğinde ona kafa da tutabilen Türkiye, İslam Dünyası için örnek bir ülkeye de dönüşmüştü. ‘Arap Baharı’, ya da o dünyanın demokrasi talepleri, Türkiye’ye özenilerek başlayan bir hareketlenmeydi. AK Parti’nin son on yılının taktiği: Sertleşme ve ayrıştırma İktidarının son on yılında da, AK Parti, yine kendi tercihiyle, sertleştirilmiş bir dili siyasete hakim kıldı. Yumuşak politikasıyla ilk on yılda elde ettiği seçmenleri kendisine oy vermeyenlerden ayrıştırarak arkasında tutabilmek amacıyla, iktidarının son on yılında dilini sertleştirdi AK Parti… MHP ile ortaklığı o dile sahip olmayı kolaylaştırdı. Son yerel seçime kadar… Bu seçimde insanlar sert üsluptan daha az etkilendiler… CHP’nin yeni oyun teorisi: Normalleşme CHP’nin yeni kadrosu, Özgür Özel’in tercih ettiği ‘normalleşme’ kavramı ile ‘yumuşamayı’ siyasi hayata dahil edince, iktidar farklı bir ‘oyun teorisi’ ile karşı karşıya kaldı. Kendilerinin iktidarlarının ilk on yılında uygulayıp başarısını gördükleri siyasi taktiğin karşı tarafça benimsenmesi, şimdilerde AK Parti’yi şaşırtıyor. Özgür Özel, dün, görüşmeleri sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dosyalar verdiğini ve bir de teklifte bulunduğunu açıkladı. Teklifi de ilginç: Çeşitli toplantılar ve temaslar için yurtdışına gitmesi gerektiğinde, devletin ilgili birimlerinin kendisini bilgilendirmeleri… Bu yolla, CHP, yavaş yavaş kendisini iktidara hazırlıyor ve bunu karşı tarafa da benimsetmeye çalışıyor gibi… CHP’nin grup başkanvekili Ali Mahir Başarır, bir TV programında, geçen hafta, “Ben Erdoğan olsam Özgür Özel’le yarışmak istemem” cümlesini sarf etti. Kendisine yöneltilen soru, dört yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın karşısına muhalefetin çıkaracağı adayın kim olacağıyla ilgiliydi. Ancak ben Başarır’ın cevabını daha geniş biçimde anlama yanlısıyım. Özgür Özel iktidarın alışık olmadığı türden bir rakip. Solak boksör gibi… Solak boksörün de rakibini yenebilmesi için, ayağını sağlam basması, kollarını ve yumruğunu iyi kullanabilmesi nasıl şartsa, CHP de -bunu Özgür Özel olarak da anlayabilirsiniz- siyasette adımlarını maharetle atabilmeli. Atabilir mi? Ben de merakla izleyerek öğreneceğim bu sorunun cevabını… *Bu yazı fehmikoru.com adresinden aynen alınmıştır.

  • MEDYATİK

    Nurten B. AKSOY * İki binli yıllardan önce, yani 21. Yüzyıla girmeden önce bugüne göre daha mutlu, daha tutarlı, daha aklıselim sahibi insanlardık galiba. Kendi küçük dünyalarımızda sessiz sakin yaşayıp gidiyorduk ne güzel... Sonra sosyal medya dediğimiz Facebook, İnstagram, Twitter vb. mecralar çıktı ortaya, yaygınlaştı ve hayatımız birden bire değişti, rengarenk oldu adeta... Bunlar yokken insanlar ne yapıyordu, bizler ne yapıyorduk diye düşünüyorum bazen... "Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" dedikleri gibi atalarımızın sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri hepimiz her konuda birer bilirkişi, uzman, profesör hatta birer kahraman kesildik. Toplumsal bir olay mı yaşanıyor otur klavyenin başına başla yazmaya; as, kes, küfret, karalar bağla, velveleye başla, olur olmaz her şeyi araştırmadan, irdelemeden paylaş da paylaş... bas bir tuşa salla gitsin... Hele basmakalıp hazırlanmış, anlam, anlatım bozukluğu ve yazım yanlışı dolu cafcaflı paylaşımlar çoğumuzun vazgeçilmezi. Belki pek çok arkadaşım bana kızacak, ama örneğin perşembe akşamından başlayan rengarenk "cumanız mübarek olsun" paylaşımları samimi gelmiyor bana. Her doğan yeni günün kutsal ve mübarek olduğuna inanıyorum çünkü... Sonra "şunu paylaş" direktifleri, "bilmem kaç kişi beğenir" lafları, "bayrak zincirleri" de bıktırıcı ve anlamsız elbette. Gelelim özel paylaşımlarımıza; ben de dahil olmak üzere sosyal medya kullanan herkes gezdiğini, gördüğünü, yaşadığını hatta bazılarımız yediğini içtiğini bile paylaşıyor, paylaşıyoruz. Bu tabii ki güzel hem de çok güzel (mi?). Birbirimizden haberdar oluyor, bilgileniyoruz; ama bazen abarttığımızı, insanları bıktıracak kadar aşırıya kaçtığımızı hiç düşündüğümüz oluyor mu acaba? Malum artık teknoloji çağındayız; hepimiz her şeyden anında haberdar oluyoruz; tv'lerden, bizden daha akıllı telefonlarımızdan, tabletlerimizden vs. vs... Bu durumda herkesin malumu olan şeyleri, özellikle çirkin ve iğrenç haberleri felaket tellalı gibi tekrar tekrar duyurmanın ve paylaşmanın mantığını çözemiyorum. Bu tür paylaşımların toplumsal olarak hepimizi çöküntüye uğrattığına ve kimseye bir fayda sağlamadığına inanıyorum. Zaten yaşadığımız zor ve kötü günler hepimizi yeterince umutsuzluğa sürüklemiş haldeyken neden yangına körükle gitmeye devam ettiğimizi bir türlü anlayamıyorum. Acaba çok mu yalnız hissediyoruz kendimizi de yalnızlıktan kurtulmak için bu yola baş vuruyoruz? Offf ! Farkındayım, hayli sevimsiz, hatta kiminize göre küstahça ve ukalaca bir yazı oldu. Belki "beğenmiyorsan çek git, kullanma o zaman sosyal medya filan" da diyebilirsiniz. Haklısınız, buna da saygı duyarım. Ama ben ancak güzelliklerin paylaşıldıkça çoğaldığına, çirkinliklerin ise paylaşıldıkça çöküntü yarattığına inanıyorum. O nedenle küfür, hakaret dolu seviyesiz paylaşımlardan, çok sert siyasi paylaşımlardan uzak durmaya çalışıyorum. Hatta bu anlamda zaman zaman kendimce temizlik bile yapıyorum. Bir de şu var, sosyal medyada moda olan; bu yazıyı sade paylaşırsam çok okunmayacağını, göz alıcı bir fotoğrafla paylaşırsam (hatta kendi fotoğrafımla paylaşırsam, mahzun olmamam için ) biraz ilgi göreceğini, emek verip yaşatmaya çalıştığımız dergimizde (Ör: Ada Dergi'de paylaşırsam birkaç sadık okuyucu arkadaşın dışında hiç okunmayacağını iyi biliyorum.) Yani anlayacağınız "Beğen" ifadesinin karşısındaki sayıların da hiçbir zaman gerçekleri yansıtmadığını bildiğim gibi... Sürç-i lisan ettimse affola

  • ATASÖZÜ - ATALAR SÖZÜ

    Niyazi UYAR * Toplum neyse siyaseti de siyasetçisi de odur. İnsanımızın sözleri, davranışları, tepeden tırnağa çelişkilerle dolu. Okul yıllarında öğretmenlerimizin öve öve bitiremediği özlü sözler, atasözleriydi değil mi? Öğretmenlerimiz, onları öyle bir tanımlar, öyle bir anlamlar yüklerdi, sanırsınız, atasözü değil, Kuran ayeti! Ne derlerdi mesela birkaç cümleyi yazayım buraya: "Geçmişten günümüze gelen atalarımızın deneyimlerinden, yaşamlarından süzülerek gelen, kısa özlü öğütler veren kalıplaşmış sözlerdir!” Şu tanımdaki akustiğe bakar mısınız, “atalarımızın deneyimlerinden, yaşamlarından süzülüp gelen…”  Dilimizde “sav, irsal-i mesel, darb- ı mesel gibi adlarla da adlandırılan bu “kıymetli sözlerimiz” için şöyle bir tanım da yapılır: Atasözleri, toplumun duygu düşünce, inanç ve kültür yapısını yansıtan kalıplaşmış sözlerdir! Türkçe-edebiyat öğretmenleri kompozisyon sınavlarında düşünceyi savunmak adına atasözlerini kanıt olarak gösterenlerin sınav kağıtlarına yıldız koyarak müspet okurlardı. Bu özlü sözlerimizden çeşitlemelere geçelim, izninizle: “İyi insan lafının üstüne gelir,” derler değil mi? Bir başka atalar grubu ne demiş bu davranışa dair, biliyor musunuz? “İti an, çomağı, hazırla!” “İyi insan lafının üstüne gelir,” dediğinizde birilerinin aklına, “iti an, çomağı hazırla atalar sözü gelmez mi? “İyilik yap, denize at, balık bilmezse halik bilir. Peki “halik” nedir sormak aklına gelmezken kimsenin, ben vereyim yanıtını. Halik, yaratıcı, yaratan demektir. Bugüne kadar, bu sözün anlamını bilmeyen birkaç okuruma bu sözcüğün anlamını belletmiş oldum, ne mutlu bana. Hazreti Aliye kalırsa “bir harf için kırk yıl köle olmak varken, beni okumak kırk yıl köle olmaktan daha kolay değil mi? "İyilik yap denize at," derken, bu atalar sözünün karşıt anlamlısı ne demekte? “İyilikten maraz doğar,” Başka uluslara ait atasözlerinde böyle çelişkili atasözleri de vardır kuşkusuz; fakat hiç bu kadarı var mıdır, diye sormadan edemiyor insan. “Zararın neresinden dönersen kardır,” derken atalarımızın bir grubu, öte yandan da “battı balık yan gider,” diyerek bir önce söylenen atasözünü boşa düşürmüştür. Bizim çok övündüğümüz yıllardan beri duya duya beynimize mıh gibi çakılan, “toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman!” Altını kalın çizgilerle çizdiğimiz ve hiçbir bilimsel saptamaya dayanmayan böyle bir ayrıştırma yapılır. Aslında insan olmanın, ahlaklı olmanın dinle diyanetle bir ilişkisi yoktur. Toplumsal çürümüşlükle rüşvetin alenileştiği, hırsızların bir yıl sonra bey olduğu böyle bir toplumda yaşıyoruz biz! Rüşvet, adam kayırma, liyakatsizlik, nepotizm, hukuksuzluk… toplumu çürüten, toplumsal dayanışmayı yok eden bir hastalıktır, adı sanı bilinmeyen bir kanser türüdür. Halk arasında çabuk yayılan kanser hücreleri için “dişi kanser hücresi” derler ya, tam öyle bizdeki vaziyet. Yakın zamanda bir seçim yaşadık, bu seçimde adeta güneş batıdan doğar gibi doğdu. Seçim sonucunda bazı belediyeler el değiştirdi. El değiştirilen belediyelerde neler gördük, neler? Belediye batmış! Borçları anlatabilmek için çok basamaklı sayıları okumasını bilmek lazım diye düşünüyorum ben. Yeni seçilen belediye başkanları borçların büyüklüğünü belediye girişlerine astıkları devasa pankartlarla halkı bilgilendirmeye çalışıyor.  Gösteriş, şaşa, şımarıklık, akla hayale sığmayan harcamalar…  Aslında kötü niyetli insanların, yöneticilerin vesikasıdır bu pankartlar. “Devlet terbiyesi,” sözü eskiden hakiki devlet adamları için kullanılırdı ve bu sözcük öbeği çok yakışırdı onlara. Şimdi artık bu veciz söz geçerliliğini yitirdi, toplum yeni tip siyasetçilerle tanıştı.  Hakikaten nasıl bir toplum olmuşuz, aklım almıyor. Diyorlar ki, “Çalıyor ama çalışıyor,” halk çaldığını biliyor ve de onaylıyor. Böyle bir sahtekarlık olur mu, ahlaksızlığa onay veren bir toplum olur mu, bu kadar çürümüşlük olur mu, bu kadar büyük ahlaksızlıklar nasıl onay alır, nasıl kabul görür; anlamak mümkün değil! Üretimden vaz geçen bir ülkenin batması, bir geminin batmasına benzemez. Yazının girişinde ifade etmeye çalıştığım atasözlerimizin çelişkiler yumağı olduğu gerçeği. İnşallah balık hafızalı bir toplum değilizdir. Balık hafızalı isek vay halimize, bir kara karganın aklı kadar yoksa bizdeki akıl vay halimize. Şöyle bir sözden millet olarak utanmak lazım gelmez mi? “Devlet malı deniz, yemeyen domuz! Bu rezalet sözü atasözü olarak kabul etmek mümkün müdür? Diyecekler ki,” sen atasözlerinin mecaz anlamlısını neden düşünmüyorsun? Böyle bir söze tahammül edemiyorum da ondan. Hani “tüyü bitmemiş yetimin hakkı,” derler ya işte onun için sözün mecazi anlamını bile sindiremiyorum içime! “Bal tutan parmağını yalar,” atasözünün adiliğine bakar mısınız? “Bedava sirke baldan tatlıdır!” Sirkenin baldan tatlı olduğu dünyanın neresinde görülmüştür? Bu saçma sözü kanıt olarak gösteren büyüklerimiz olmadı mı? İnsanları toplum içinde var eden, onun duruşu, fikri yapısı olduğunu söyleyip sonra da “azıcık aşım, kaygısız başım,” deyip bir kıyıcığa çekilen, sonra da “gelene ağam, gidene paşam” diyen omurgasızları, kafadan bacaklılar familyasına kaydedettim çoktan! Bir zamanlar mangalda kül bırakmayan bir arkadaşım, menfaati için ters takla atıp bu familyada almıştı yerini, bir başka arkadaşım, demokrasinin ilerisinin olabileceğini düşleyerek, "yetmez ama evetçiler," gibi tahteravalli olmuştu... Bir taraftan “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır,” deriz sonra da “lafla peynir gemisi yürümez,” deriz. Bu iki söz çelişkili de görünse de ben bu iki sözün yerinde kullanıldığında öğreticiliğine inanırım. Ya şu iki atalar sözüne ne demeli? “Harama uçkur çözülmez,” diyen ahlakı baş tacı eden atalar, “güzele bakmak sevaptır,” diyen atalar da bizim atalar. Bu iki sözü bir söyleşi esnasında kullanmışlığımız vardır belki. Öyle söz ustaları vardır ki, iki sözün haklılığını aynı anda çelişkisiz olarak ortaya koyabilir. Yine, “bir elin nesi var, iki elin sesi var,” demişiz, güzel. Bu sözle birlik olmanın, dayanışmanın, önemi öğütlerken, “nerde çokluk orada b…luk,” diyen atalar sözüne ne demeli? “Kurunun yanında yaş da yanar,” de kalk bir de “her koyun kendi bacağından asılır,” de derisi yüzülenleri bacağından asarcasına. Hangisine güvenelim şimdi? “İyilik eden iyilik bulur,” ne güzel bir atalar sözü, başım gözüm üstüne; sonra da “besle kargayı oysun gözünü,” de öyle mi? Bu sözün yöresel başka versiyonunda besle yetimi, bilmem ne yapsın …” “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al,” diyenlere babamdan duyduğum “çama çıkan keçinin çama çıkan oğlağı olur,” sözüyle destek verirken, bu iki atalar sözüne tezat, “beş parmağın, beşi bir değil,” her insanın farklı meziyetleri vardır, biri iyi çiftçidir, bir iyi keman çalar; diğeri de çok iyi doktordur, bu sözü böyle kabul etmek gerekir. Siyasetçilere dair bugüne kadar yüzlerce, binlerce insan kalem oynatmıştır, bundan sonra da oynatmaya devam edecektir. Çünkü onlar toplumun geleceğini belirleyen meslek grubudur. Siyaset meslektir, kazanç kapısıdır. Ben artık net olarak böyle düşünüyorum. İyi de olsa kötü de olsa onların aldıkları kararlar, sadece ait oldukları ülkenin insanlarını değil, insanlık alemini etkilemektir. Mesela Ortadoğu’ya barış götüreceğinin kararını parlamentolarında alan siyasilerin kararları insanlığı etkilemiştir. Alın Irak, alın Suriye, alın size Orta doğu… Yurdumuzda maden aramalarına dair alınan kararlar, doğal yaşam için bir tehdit oluşturmaktır değil mi? Ya sera gazının kullanımı sonucu buzulların erimesi, insanlığı bir felakete, dünyayı bir sona götürmüyor mu? Yukarıda ortaya koyduğum çelişkili atasözlerini “bizim atalar söylemiş. Peki bize hayatı zorlaştıran, doğru dürüst sağlıklı ürünlere ulaşmamıza bir nevi engel olan bu siyasiler nereden geldi, uzaydan mı geldi? Bizlerin çağdaş batı ülkelerinde yaşayanlar gibi yaşamamızın önünde duranlar kimlerdir, siyasi yelpazenin çoğunluğu değil midir? İşte, yazık ki elimizdeki malzeme bu derler ya aynen öyle. Siyasetçi bizden, içimizden çıkanlardır, yine onlara oy verenler de bizden birileridir. Yüzde doksan dokuzumuz Müslüman diye övünürüz, yazık ki yolsuzlukta, rüşvet yemede, adam kayırmada hiçbir batı ülkesi su dökemez elimize.  Yüzde altmışı ateist derler Japonya'nın mesela bu saydığımız ihanetlerin ne kadarı vardır? Peki, Norveç, peki İsveç, İsviçre… bizdeki bu ihanetlerin yüzde biri var mıdır? Bir toplumun övüneceği norm, insanlarının iyi ahlaklı olma normudur! Bana göre, önce insan olmak esastır, diğerleri, yani milliyet, din, mezhep... sonra gelir. Benimle aynı dine mensup rüşvetçiden bir arkadaşım olacağına, dinli olsun, dinsiz olsun; ama önce insan olsun, gerisi lafı güzaf!

  • EDEBİYATIMIZIN AYDINLIK YÜZÜ: KERİM KORCAN

    İbrahim TIĞ * Linç’i, İdamlıklar’ı, Patrona'yı, Ateşten Köprü’yü okumadıysanız eksiksiniz demektir. Şairim, yazarım diye ortalıkta bu kadar insan dolaşıyor, sorsanız bu eserler kimin diye, sus pus olurlar!... Daha geçenler de hatunun biri çıkıp, “Daha önce Orhan Kemalle alakalı ya da onun yazdığı bir kitabı okumamıştım. Ne kadar çok şey kaçırdığımı bu kitaptan sonra fark ettim.” diye yazmıştı utanmadan. Dün, Sabit Kemal Bayıldıran sosyal medyadaki paylaşımında Patika dergisini kastederek, “İzmir neden bir dergiyi yaşatmıyor? Ankara direniyor” diye yazmış, Dizdar Karaduman da, “İzmir'de beş yüz şair varsa, ellisi bile herhangi bir derginin sürdürümcüsü olmadığı için Sabit Hocam.” diye yanıtlamıştı. Karaduman da yeniden “Maalesef, şair var şiir yok!” notunu düşmüştü. Yerden göğe kadar haklılar… Neyse… Cezaevi gerçeklerine tanıklık etmeyen biri Linç'i yazamazdı evet. Korcan 12 yıllık cezaevi yaşamından üretmişti Linç'i, Tatar Ramazan’ı, İdamlıklar'ı!... 1918 yılında Adapazarı’nın Aktefek Köyünde doğmuştu. Yoksulluk nedeniyle okuyamamış, ilkokulun 4. sınıfından ayrılmak zorunda kalmıştı. Daha sonra aile İstanbul'a göçüyor. Küçük yaşta hayata atılıyor, saatçi çıraklığı, berberlik gibi işler yapıyor. Hem kitabın, hem sınıfsal çelişkilerin bol olduğu bu kentte Korcan'ın inançları, dünya görüşü değişiyor ve Marksizm’le tanışıyor. 1938'de donanma gemisi Yavuz'da yapılan aramada kardeşi Haydar Korcan'da bulunan kitaplar nedeniyle kendisinin saatçi dükkanı da aranmış ele geçen kitaplar nedeniyle ve “yayımcılık yoluyla komünizm propagandası yaptıkları” iddiasıyla 30 Nisan 1938'de gözaltına alındı ve Donanma Kor Askeri Mahkemesi'nde isyan suçlusu olarak yargılandı ve 12 yıl ağır hapse mahkûm edildi. 10 yıl kaldığı Sinop Cezaevinden 1948'de tahliye edildi. Sonra da askerliğini yapmak için Devrek 19. Top Alayı’na getirildi. Ey Gaziler kitabında “Devrek’i konu alan iki şiirinin birinde: “Burada da Bir gün umarım Ki sıradan da olsa söylenecektir adım” diyordu Korcan. Orta yaşta, yorgun biri olarak özgürlüğüne kavuşan Korcan, ekmeğini kalemiyle kazanmaya çalışır. Yeni yapıtlar üretir, Dimitrof Geçiyor, Patrona, Ey Gaziler, Ateşten Köprü, Canlı Bayraklar, Harbiye Kazanı, yayınlanır. “Ateşten Köprü” romanı yüzünden DGM’de yargılanmıştı. Dost canlısı iyi yürekli insan yine de şöyle diyordu: “Biz yalnız realist değil, namuslu gerçekçileriz, hırs yatıştırmak için düşmanın bile yüzünü karalayamayız.” En son kitabı da “Ölüm Pusuda”dır. O güzel insan hakkında 1957'de de Vatan Partisi yöneticiliği nedeniyle soruşturma açıldı. Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddelerine karşı geldiği gerekçesiyle tutuklandı, iki yıl tutuklu yargılandıktan sonra 1959'da beraat etti. Unutulmamalıdır ki, yazarlar eserleriyle hep aramızda yaşar. Tıpkı Kerim Korcan gibi…

bottom of page