top of page

Arama Sonucu

"" için 3681 öge bulundu

  • Çağımızın Pir Sultanı Âşık Mahzuni Şerif

    Niyazi UYAR * 03.03.2022, maviADA / Neşet Ertaş ile başladığım halk ozanları ile ilgili çalışmalara Aşık Mahzuni Şerif ile devam edelim. Ona dair izlediğim belgeseller, okuduğum belgeler, eserlerini dinlemek ve bildiklerimle harmanlayıp bir inceleme yazmaya karar verdim. Bir başka neden de Neşet Ertaş yazıma istinaden aldığım olumlu eleştiriler ve onlara Mahzuni ile ilgili bir inceleme yazısı yazacağımın sözünü vermem: “Söz uçar yazı kalır,” misali! 1974 yılında Demirci Lisesi’nde lise birinci sınıfında okuyordum. 68 Kuşağının gençler üzerinde yarattığı devrimci bakış, beni etkileyerek, içine alıvermişti. Muhafazakâr bir şehir olan Demirci’de devrimci duruş sergilemek öyle kolay değildir. Biz devrimci gençler akşam saatlerinde sokaklara çıkar şarkılar, türküler söylerdik, on beş yirmi arkadaş. Diğerleri elli altmış kişilik grupla “Çırpınırdı Karadeniz”, şarkısı ile birlikte “Komünistler Moskova’ya” diye slogan atardı. Gençlik aklı işte, otur evinde dersine çalış değil mi? O gecelerde Mahzuni türküleri, Cem Karaca şarkıları söylerdik, bir ağızdan. Teypler, yani kasetçalarlar yeni çıkmıştı veya biz yeni tanışmıştık. Plaklardan kaset doldurmak da yeni bir iş kolu olmuştu. Muzaffer abim, Aciko marka bir kasetçalar almış üç beş kuruş verip benden bir kaset doldurtuvermemi istemişti. Ben de bir elektrikçi dükkanında kaseti doldurtmuştum, Mahzuni türkülerinden... Abim memnun oldu mu bilmiyorum. Kusura bakma abi, sevdiğim sanatçının sevdiğim, eserlerini sana aktarmıştım, devrimci ateşimle. 1939 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesi Berçenek köyünde doğmuştur. Buna dair yazdığı dörtlük şöyledir: "Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuz Kasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim. Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuz Ben faninin acısına, seyrü sefadan geldim." Berçenek’te okul olmadığı için yakın köydeki Lütfü Efendi Medresesinde Kuran eğitimi almıştır. Akıllı, zeki biri olduğundan kısa zamanda Arapçayı öğrenmiş, hatta ileri yıllarda Kuran-ı Kerim’i Türkçe olarak saz eşliğinde söyleyebilecek düzeyde. Buna dair bir kanıt: "Müzik Uzmanı Dr. Erdoğan Sürat, Mahzuni Şerif’in bu kaseti ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla kendisine teslim ettiğini söylemiş. Mahzuni’nin eserine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sahip çıkmasını isteyen Sürat, Kuran- ı Kerim’in Türkçe okunması yolundaki ilk adımın 1998’de atıldığını, Mahzuni’nin kasetinin ise 1,5 yıllık titiz çalışma sonucu ortaya çıktığını söyleyen Doktor Erdoğan Sürat, onun için “Kuran’ı en iyi okuyanlar arasındadır,” demiştir. Ancak Mahzuni’nin radikallerden çekindiği için kasetinin ölümünden önce çıkmasını istemediğini belirten Sürat, ünlü ozanın şiir diline çevirip bestelediği sureler arasında "Tövbe", "Yasin", "Meryem", "Zümer"in yer aldığını ifade etmiştir." (28 Mayıs 2002 Milliyet Gazetesi) Mahzuni’nin köyü Berçenek’te çağdaş anlamda eğitim veren bir okul açılınca o okula giderek, o okuldan mezun olmuştur. Ailenin ileri gelenleri, rızası dışında kendinden büyük dayısının kızıyla evlendirmelerini kabullenememiştir. Bu evlilikten Züleyha adında bir kız çocuğu olmuştur. Fakat hiçbir zaman içine sindirememiştir bu evliliği. Mersin’de Astsubay okulunda okurken, bir mektupla bitirmiştir bu evliliği. Astsubay okulunda çok başarılı bir öğrenci olan Mahzuni, okulu derece ile bitirerek, Ankara’daki Ordonat Okuluna kaydını yaptırır. O okulda da çok başarılıdır, çok çalışkandır. O, çok iyi bir asker olacaktır. Fakat “silah, savaş ve ölmek, öldürmek,” kavramları onun kişiliği ile örtüşmemektedir. Mahzuni boş durmaz, düşünce dünyasını geliştirmek için durmadan okur, bir şeyleri merak eder. Merak ettikçe okur, okudukları canını sıkacaktır, o bunun bilincindedir. Mesela, Pir Sultan okur, Hacıbektaş okur, Nazım okur, Ruşen takma adıyla şiirler yazar. İşte bu toplumsal içerikli şiirler onu yavaş yavaş gündeme taşır. Bunun üzerine okul komutanlığı tarafından uyarılır, yapılan bir aramada da dolabında çıkan özellikle Nazım Hikmet kitapları yüzünden okuldan atılır. Attila İlhan’da İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken kız arkadaşına yazdığı Nazım Hikmet dizeleri yüzünden on altı yaşında iken atılarak üç ay hapis yatmış, üç ay hapisle bırakmazlar; bir de Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamaz belgesi vermişlerdi... Günahları çok bunların günahları, işte böyle gülüm, güzel ülkemde okumanın bedeli hep ağır ödenmiştir! Sonraki yıllarda verdiği bir röportajda okuldan atıldığına hiçbir şekilde üzülmediğini söylemiştir. Demiştir ki, “hayatımın yeni bir sayfası başlamıştır, bu yeni bir askerlik çağıdır, diyerek hayat mücadelesini askerlikle açıklamıştır. Onun yeni dünyasında silahın yerini saz ve söz almıştır. Halk için, halk adına yeni bir kavgaya girmiştir. Ancak ne var ki bundan sonraki hayatı çok daha sıkıntılıdır ve onun bundan sonraki mekanı aşıklar mekanı, makamı halkın makamıdır. Mahzuni’nin adı, Şerif’dir. Soyadı Cırık’tır. Ona Mahzuni mahlasını ustası Cirit Baba vermiş. Bu mahlas soyadını unutturduğu gibi Şerif adının bile önüne geçmiştir. Mahzuni’nin hayatında amcası Behlül Baba önemli bir yer tutar. Ondan saz eğitimi gördüğü gibi aynı zamanda usul adap, Alevi-Bektaşi kültürünün esaslarını öğrenmiştir. İlk gençlik yıllarında usta malı eserler çalıp söyleyen Aşık Mahzuni şerif, daha sonra kendi eserlerini seslendirmiştir. Aşık Mahzuni’nin soyağacı Horasan’a dayanır. Ailenin büyükleri, Horasan’dan Tunceli Hozat’a gelmiş, oradan da Kahramanmaraş- Elbistan- Afşin- Berçenek Köyüne yerleşmiştir. Mahzuni felsefesinin kökeni görüldüğü gibi Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi’nin öğretisidir. Bu anlayış, insanların diline, dinine bakmadan onları kucaklayan hümanist bir anlayıştır. Mahzuni besteleri ile bir ırmak gürül gürül çağlamaya başlamıştır. Ben de bir insanoğluyum Ben de bir insanoğluyum Bırak beni konuşayım Bir başım, bir beynim vardır. Bırak beni konuşayım Düşüneyim, danışayım Bir başım, bir beynim vardır Bırak beni konuşayım Önceki paragraflarda Mahzuni’nin askeri okuldan atıldığını ifade etmiştim ya, işte buna sebep Mahzuni’nin aile büyükleri ona tavır almışlar, onu yalnızlığa mahkum etmişler. Çünkü onlara göre askerlik yüce bir meslektir bırakılır mı, yarınlarda iş aş derdi olmayan, milletin gönlünde taht kurmuş yüce bir meslektir, bırakılır mı hiç? Bunun üzerine Mahzuni sılayı terk etmiş, yolunu gurbete düşürmüştür. Buna istinaden bugün en çok çalınıp söylenen: “İşte gidiyorum çeşmi siyahım Önümüze dağlar sıralansa da Sermayem derdimdir servetim ahım Karardıkça bahtım karalansa da Haydi dolaşalım yüce dağlarda Dost beni bıraktı ah ile zarda Ötmek istiyorum viran bağlarda Ayağıma cennet kiralansa da…” Aşık Mahzuni ile Aziz Nesin’in ortak noktası ikisi de askeri okuldan atılmış, ikisinin boyu kısa fakat ikisinin de yüreği dağlar kadardır. İkisi de halktan yana, ezilenden yanadır. Onlar, gelecekte belki muhteşem olacak hayatlarını ellerinin tersi ile itmişlerdir. Her ikisi de bu ülkenin aydınlığa, çağdaş uygarlığa ulaşması için çok bedel ödeyen değerlerimizdir. İkisine de minnettarız, ışıklarda yatsınlar! Köyünden ayrılan Mahzuni, İzmir sokaklarında destan okuyuculuğu yaparak hayatını idame ettirmeye çalışmıştır. Hayatın bu yönü onu oldukça yormaktadır, ekonomik sıkıntı içindedir. Bir gün aşıklar Ankara’da Aşık Veysel’in huzurunda çalıp söylemektedir. Her aşık ikişer eser okuyup sahneden inmektedir. Mahzuni sahneye çıkar iki eser seslendirip sahneden inecekken, Veysel devam etmesini istemiştir. Beş eser seslendirdikten sonra onu yanına çağırmış, orada bulunanlara gelen Pir Sultan’dır, diyerek tarihe not düşmüştür. Aşık Veysel ellerini (Aşık Veysel’in gözlerinin görmediğini bu arada söylemek lazım) Mahzuni’nin eline yüzüne sürer, onu candan kucaklamış, yüz lira harçlık verirmiş ve yolun açık olsun, bu toprakların Pir Sultanı diyerek, onurlandırmıştır. Bu yüz lira Mahzuni için bulunmaz bir nimet olmuştur, çünkü, ekonomik sıkıntı içindedir. Artık Aşık Mahzuni, daha çok insan tarafından tanınan bilinen biri olmuştur. Konserleri dolmaya, plakları satılmaya başlamıştır. O, eserlerinde halkın acılarını, sorunları yiğitçe dile getirmekten hiçbir şekilde geri durmamıştır. O çağımızın Pir Sultanı’dır, o zalime, zulme başkaldırtan çağının büyük devrimcisidir. Çağımızın Pir Sultanı dedik ya Mahzuni için, O, Pir Sultan gibi darağacına çekilmemiş, fakat onun gibi zulüm görmüş, onun gibi baskıya uğramış, cezaevlerinde yatmış, işkence görmüş, sermaye savunucularının saldırısına uğramıştır. Bir etkinlikte kendisine “yuh” çeken bir izleyiciye, doğaçlama olarak: “Uzaktan yakından yuh çekme bana Sana senin gibi baktım ise yuh Efendi görünüp bütün insana Hakkın kullarını yıktım ise yuh Bu kadar milletin hakkın alanlar Onları kandırıp zevke dalanlar Diplomayla olmaz hakim olanlar Suçsuzun başına çöktüm ise yuh!” 1960 yılları, halk şiirinin kentlerde kabul gördüğü yıllardır. Halk ozanları, kentte yaşayan dar gelirlilerin, emekçilerin, işçilerin… sıkıntılarına tercüman olmuş, onların sesi olmuştur. Artık, halk şiiri, halk şairleri, seslendirdikleri eserler, kentte yaşayan insanların da müziği olmuştur. 1963 yılı hayatında yeni bir penceredir, bu pencere, röportaj ustası, ressam Fikret Otyam’la tanışmasıdır. Otyam sayesinde TRT Ankara radyosunda çalıp söylemeye başlamıştır. TRT’de çalıp söylemek, onun için muhteşem bir şeydir, çünkü TRT bir okuldur, TRT bir üniversitedir, TRT Türkiye’dir, ya şimdi… Mahzuni, Ankara’da İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile evlenir, ondan Ferhat, Emrah, Şirin adında üç çocuğu olur. Daha sonra üç çocuklu Suna’yı yakın arkadaşı kandırıp kaçırır. Mahzuni bu arkadaşını hiçbir zaman affetmemiştir. Arkadaş ihaneti, ihanetlerin en acılarındandır! Mahzuni üçüncü evliğini Gaziantep’te ilkokul öğretmeni Fatma Hanım’la 1971 yılında yapmıştır. Bu evlilikten de Derya, Ali, Ceyda, Yetiş adlarında dört çocuğu olmuştur. Fatma Hanım’ın öğretmen olması, onun şiirlerine yerinde müdahalesi ile şiirlerin kusursuz olmasına katkı sağlamıştır. 1985 yılında Altın Kelebek ödülünü almıştır. Fakat en büyük ödülü ona halk vermiştir, o hepimizin gönlüne taht kuran, çağımızın Pir Sultanı’dır! Halkı onu çok sevmiş, bağrına basmıştır. Bu ülkenin yurtseverleri onun türkülerini kıvançla söyleyip sahiplenmiştir. Mahzuni adı, Yaşar Kemal adı, Nazım Hikmet adı gibi, yüreklerimize gömülüdür... Birilerinin 6. Filo kıblesi olmuş ve karşına geçip namaz kıldığında o, Amerika’nın saldırganlığına, sömürücülüğüne: “Bütün insanlık adına Amerika katil katil Hukuk yapar kendi teper Amerika katil katil Vietnam'ın suçu nedir Hür yaşamak ayıp mıdır Atom patlat ister kudur Amerika katil katil katil!” Gençlik yıllarımda bu türküyü Amerika karşımda imiş gibi o kadar içten söylerdim ki, şimdi yine aynı içtenlikle, düşüncelerimden hiçbir sapma olmadan haykırıyorum! “Amerika Katil!” Bu ülkenin gerçek sahibi, onu canı pahasına seven, uğrunda bedel ödeyen, yurtseverlerdir, Nazımlardır, Aziz Nesinlerdir, Fikretlerdir, Namık Kemallerdir, Fakir Baykurtlardır, Türkan Saylanlardır, Aşık Mahzuni Şeriflerdir… Neşet Ertaş’la birlikte bir konser verirler. Organizatör konser sonunda Mahzuni’nin parasını ödemeden kaçar. Onun buna canı çok sıkılmıştır. Neşet Ertaş, “üzülme gardaş benim parayı ortadan böleriz,” der ve yarısını Mahzuni’ye verir. Aşık Mahzuni, Alevi-Bektaşi geleneğinden gelen güçlü bir ses, bir yandan da aşık şiiri geleneğinin Aşık Veysel’den sonraki en güçlü bir temsilcisidir. Ben iddia ediyorum, bugün güzel dilimiz, Osmanlı’nın Türkçeyi unutturma çabasına rağmen, yaşamıştır ve Osmanlı’nın özenle yaratmaya çalıştığı suni dil Osmanlıca, Alevi-Bektaşi ozanlarının bundaki rolünü - akli melekelerini kaybetmeyen - kimse yadsıyamaz. Osmanlı, Arap, Acem kültürünü baş tacı etmiş, bu doğrultuda eser veren şair ve yazarları saraydan maaşa bağlamış, onları padişah, sadrazam sofralarında ağırlamıştır. Güzel dilimizin bayraktarları, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Sümmaniler, Emrahlar, Kul Himmetler, Veyseller, Aşık Mahzuni Şeriflerdir… Ruhları şad olsun, minnettarız. Mahzuni’nin ürettiği eserlerin bazıları aşık edebiyatının taşlama türüne ait iken, bazıları da tasavvuf edebiyatı türüne girer.. Bana yücelerden seyreden dilber Siyah kirpiklerin ok mu cananım İnsaf et yüzünü yüzüme dönder Istırabın sonu yok mu cananım Gönül sevdi benim günahım nedir Yandım ateşine bunca senedir Mecnun'un derdinden derdim fenadır Bu derdin dermanı yok mu cananım Tasavvuf şiirleri yine aynı oranda güçlüdür. Mesela: Ey erenler bir kamile danıştım Er olana edep erkan hoşumuş Kalırsa dünyada insanlık kalır Kuru hayal fani dünya boşumuş. Vefasız tabipten derman olur mu Ufacık pınardan Ceyhan olur mu Ta ezelden karga şahan olur mu Adem aslı asıllara başımış. Mahzuni bağnazlığa, gericiliğe, sömürüye, karşı olmuş, Anadolu’daki feodalizme, emek sömürüsüne her zaman karşı olmuştur: “İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne, Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne Öldük öldük biz açlıktan, etme ağam n'olur Kimi mebus, kimi vali, bize tahsil haramdır. Dayanamam artık senin bu yalancı pozuna Yandık yandık bize okul, bize yol, bize hayat Etme ağam, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur!” Mahzuni hemen her konserden gözaltına alınacağını bildiği için her daim hazırlıklıdır. O konser verirken, kapıda güvenlik görevlileri hazır beklemektedir. Bu gözaltlılardan sonra tutuklandığı da çok olmuştur. Bir seferinde Yılmaz Güney’le aynı koğuştadır, bulaşık sıra ile yıkanır. Bulaşık yıkaması Mahzuni’dedir. Yılmaz Güney: “ Gardaş sen otur, çalıp söyle bulaşıkları ben yıkarım,” demiştir Türk sinemasının kralı. Mahzuni’nin eserleri, gerçek anlamda sanatın halk için olması gerektiğinin en vurucu örneklerindendir. Nitekim 12 Mart döneminde Denizler Nihat Erim’in başbakanlığı döneminde darağacına gönderilmiştir. Mahzuni, her ne kadar aşağıdaki bestenin ona dair olmadığını söylese de halk bu besteyi Nihat Erim için söylemiştir. Köşkün sarayın yıkılsın Erim erim eriyesin Umudun suya dökülsün Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Musa ile Tur-i Sinan Haktan gelmiş idi İnan Yesin seni yılan Çayan Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Aslan pençesi vurulsun Çayın Deniz'e kurulsun Gözlerin yansın kör olsun Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Mahzuni'yi sever idin Ona sevgilim der idin Candan başka ne yer idin Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin “Erim erim eriyesin,” derken Denizlerimizin asılmasından dolayı öfkemizi seslendiriyorduk. “Erim erim erisin/ Çürüm çürüm çürüsün!” 1960’lardan itibaren hep muhalif şiirler yazan, hep muhalif türküler söyleyen Aşık Mahzuni Şerif, çok yorulmuştur. 12 Mart döneminde bir ara sanatına vermiş, bu esnada plakçı dükkânı açarak hayatını böyle devam ettirmeye çalışmıştır. 12’ler hayatına kast etmiş ustanın. 12 Eylül döneminde muhalif türkülerine yine bir zaman ara vermiş, bugün düğünlerde en çok oynanan müzikler yapmıştır. Mesela: “Kaşların arasına dom dom kurşunu değdi Bir avcı vurdu beni bir avcı yedi beni Ah dedim ağladım yaremi bağladım Eğdi yar boynun eğdi Allah kerimsin dedi Hançer yarası değil dom dom kurşunu değdi!” Mahzuni bestelerini çok harika yorumlayan sanatçılarımız vardır. Mesela Edip Akbayram, uzun yıllar onun bestelerini seslendirmiştir. Sonra Mahzuni ile birlikte Davut Sulari bestelerine yeniden hayat veren duayen sanatçımız Sabahat Akkiraz ! Mesela: Bana yücelerden seyreden dilber Siyah kirpiklerin ok mu cananım İnsaf et yüzünü yüzüme dönder Izdırabın sonu oy yok mu cananım Gönül sevdi benim günahım nedir Yandım hasretine bunca senedir Mecnunun derdinden derdim fenadır Izdırabın sonu oy yok mu cananım Daha başka adını buraya alamadığım onlarca sanatçı. Onun eserlerinde dizeler sağlamdır, kafiyeler ahenk açısından kıymetlidir, kuvvetlidir; mesela: “Yüzemez Yunuslar çaylar içinde İnsanlık ardından melemiş gider!” Aşık Mahzuni Alevi- Bektaşi edebiyatının en güçlü ozanlarındandır. O, günümüzün Pir Sultan’ıdır, usta malı Kul Himmet “duaz imamı” onun yorumu ile insanın yüreğini kucaklamaktadır. “Medet Allah, ya Muhammet, ya Ali Yusuf kuyusunda zindana düştüm Gül bengi çekilen Bektaşı Veli Gayretiniz yok mu ummana düştüm Hü hü hü ummana düştüm Fatime Ana' nın eteğin tuttum Server Muhammed'e göz gönül kattım İmam Hasan ile çok mehtap sattım Şah Hüseyin ile dükkâna düştüm Haydar Haydar Haydar dükkâna düştüm” Kul Himmet, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Hatayi, Nesimi, Fuzuli… Alevilerin kutsal ozanlarındandır. Onların deyişleri söylenirken saygı ifade eden davranışlar sergilenir. 13. Yüzyılda Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi felsefesinin taşıyıcıları Hacıbektaş Veliler, Taptuk Emreler, Yunuslar… Anadolu halkının gönül sultanları olmuştur. Hepsinin kullandıkları temalar aynıdır. Çile, hüzün, ayrılık, aşk, tanrı aşkı, özlem… Mahzuni’de bu temaları kullanarak eserler vermiştir. Onun şiirlerinde muhalif bir yan varsa da öte yandan sıla özlemine, insani aşka da tanıklık etmekteyiz. Memleketi, Berçenek’ten ayrılarak çıktığı, sanat yolculuğunda, sıkıntıları çok derin yaşamıştır. “Berçenek'ten yaya geldim Amman doktor bak bebeğe Beşiğini elden aldım Yandım doktor bak bebeğe Yıkık yuvam kara yasta Yalvarırım eşe dosta Annesi bebekten hasta Amman doktor bak bebeğe…” Pir Sultan özlemi, sevgisi, onun mücadelesi, kişiliğini oluşumunda çok önemli bir yere sahiptir. “Pir Sultanlar gibi darağacını bilmem boylasam mı, bilmem boylamasam mı?” Mahzuni en çok koşma nazım biçimin kullanmış, bunun yanında şathiye de söylemiştir. Mesela: “Ey Arapça okuyanlar Allah Türkçe bilmiyor mu? Türkçe, Fransızca Bize hitap etmiyor mu?” O aşık edebiyatının “pir elinden dolu içmek” ritüeline inanmaz, çünkü ona göre bade hayatın içindedir. O bade toplum sorunlarına duyarlı olmaktır, insanların dertleri ile dertlenmektir, toplumsal çelişkileri, bezirgânlığı, şiddetle eleştirmektir. “Bu yol böyle gide gide Yerimiz yoktur dünyada Kimi hoca kimi dede Say babo say say Yıkılacak yanlış giden Yıkılacak yanlış giden Bu işin nedeni neden Hey hey!” 1939 - 2002 yani 63 yıllık ömrüne 453 plak, 50 kaset, 9 kitap sığdırmış, üretken bir şairdir. Onun yaşamına dair TRT Kurumu iki belgesel, özel kurumlar da üç belgesel hazırlamıştır. 1990’lı yıllar sağlığının yavaş yavaş bozulmaya başladığı yıllar olmuştur. Kalp ve beyin damarlarında daralma, böbreğinde sıkıntılar. 2001 yılında kalp ve solunum yetmezliğinden yoğun bakıma alınmış, diğer yandan da böbrek sıkıntısı devam etmekte olup diyalize bağlanmaktadır. Bu ülkede aydın olmak çok zordur, bedel ödemeyen aydınımız olmamıştır. Gerçek aydın, soran, sorgulayan biri olduğu için, ceberut devletin şimşeklerini hep üstüne çekmiştir. Ceberut devlet, Nazım’dan, Uğur Mumcu’ya, Sabahattin Ali’ye, Fakir Baykurt’a… İşte Aşık Mahzuni’de bu baskılardan nasibini almış, bedeni genç yaşta iflas etmiştir. 17 Mayıs 2002 yılında Almanya’nın Köln şehrinde vefat etmiştir. Ölmeden önce vasiyet şiirine istinaden Hacıbektaş Dergâhı Çilehane’ye defnedilmiştir. Ruhun şat olsun büyük usta, ışıklar yoldaşın olsun! “Ben ölünce sevenlerim toplansın Ağlamayıp benim sesim çalsınlar Dualar etsinler kendi dilinden Gökyüzüne kızıl ışık salsınlar Ankara‟da yüklesinler dengimi Berçenek‟te başlatmıştım cengimi Nevşehir‟e taşısınlar rengimi Hacıbektaş eşiğine dalsınlar İnanarak gittim Hazret-i şaha Hüseyin‟le düştüm ah ile vaha Yanlış imam elin vurmasın bana Bir seyyidle namazımı kılsınlar Mahzuni asalet sözüne doydum Pirin eşiğine serimi koydum Ben Ali‟yi sevdim Ali oğluydum Bütün sevenlerim hoşça kalsınlar.

  • MARTILAR

    Nurten B. AKSOY * Deniz şehirlerinin, sahillerin, en çok da İstanbul’un süsüdür martılar. Denize olduğu kadar özgürlüğe de sevdalıdırlar. Bembeyaz kanatları ile “Bakakalırlar giden gemilerin ardından”. Bir çocuğun elindeki simidin sevdasına, takılırlar vapurların ardına. Yorulmadan kanat çırparlar İstanbul‘un iki yakasını bir araya getirmek istercesine. Öykülere, filmlere konu olurlar ama en çok da şiirlere… Günlerdir kör köstebek nefsimle öyle hırlı Ve öylesine harlı ki Esrik nefesim Bir kibrit tutsam parlayacak. Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış Boğazın iki yakasından Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi Gelişi güzel mi güzel bir ocak Suların ortasında sevgili öfkemle benim Yanacak bahar erişinceye değin Soğuktan morarmış kanatlarını Isıtsın diye martılar Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin Can Yücel Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra. Dünyalar vardır, düşünemezsiniz; Çiçekler gürültüyle açar; Gürültüyle çıkar duman topraktan. Hele martılar, hele martılar, Her bir tüyünde ayrı bir telaş! Gün olur, başıma kadar mavi; Gün olur, başıma kadar güneş; Gün olur, deli gibi… Orhan Veli Kanık Sıralanmış saksılar vardı limana bakan penceremizin önünde ve çiçekler arasında ekmek kırıntıları serpen martı yüzlü bir anne …….. Sunay Akın İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş… Bedri Rahmi Eyüboğlu beni koyup koyup gitme, n’olursun durduğun yerde dur kendini martılarla bir tutma senin kanatların yok düşersin yorulursun beni koyup koyup gitme, n’olursun bir deniz kıyısında otur gemiler sensiz gitsin bırak herkes gibi yaşasana sen işine gücüne baksana evlenirsin, çocuğun olur beni koyup koyup gitme, n’olursun Atilla İlhan Her vapur dumanının ardına yüreği sıcak bir insan sanıp takılırken tüyleri ıslanan bir martı olduğumu hem azarlayan hem de sırtıma havlu koyan anneme anlatamam Kanadım kırılsa da konmam deniz kıyısındaki hiçbir caminin minaresine kubbeye tüneyen martıların keyiflerince uçmalarını bekleyen imam ezanı geç okuduğu için sürülünce bir dağ köyüne Sunay Akın Süt beyaz bir martıyım açıklarda Gemilere ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilere Bir kanat vuruşta bulutlardayım; Bir süzülüşte vatanım dalgalar! Cahit Sıtkı Tarancı Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. Martılar konuyor omuzlarıma, Gözlerin İstanbul oluyor birden… ………………………… Yavuz Bülent Bakiler Martılar ah eder, çırparlar kanat Deryalar açılır, kat kat Gayri beklemeye kalmadı tâkat Görünsün karşıdan İstanbul şehri Dalgalar yar beller, kopar kıyamet Deryayı kan eder, kan eder hasret Gayri beklemeye kalmadı tâkat Görünsün karşıdan İstanbul şehri Nâzım Hikmet Her tarafı büyüye boyanmış bir İstanbul Martılar uçuyor kalbimin denizinde Mehmet Nedim Bilgiç İstanbul’da Boğaziçi’nde Bir garip Orhan Veli’yim Veli’nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim Urumeli Hisarı’na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum İstanbul’un mermer taşları Başıma da konuyor martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım… Senin yüzünden bu halim. İstanbul’un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne Sevdalım… Boynuna vebalim İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim Bir garip Orhan Veli’yim… Orhan Veli Kanık Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • Bir Mahzuni Şerif Kitabı

    OZANLARIN KALEMİNDEN MAHZUNİ ŞERİF İSLAM ÇANKAYA'DAN MAHZUNİ ŞERİF'E VEFA Bedensel ölümünün üzerinden tam olarak 16 yıl geçmesine rağmen şiirleri, türküleri dillerde . Bu nedenle de Mahzuni dipdiri olarak gönüllerde, beyinlerde, ruhlarda yaşıyor. Hem de olanca canlılığı ile. Ben halk şiiri ve türkü ile filan, zorunlu haller dışında ilgilenmemişimdir. Ama Denizler idam edilince Mahzuni'nin "Erim erim eriyesin" türküsünün sözleri benim için bir teselli ve o şiiri okumak zorunlu bir ilenç olmuştu. Tabii 68 li kuşağın alayının. Mahzuni Şerif bir çok ozanın, şairin iltifatına mazhar olmuş ve hakkında yüzlerce şiir ve makale yazılmıştır. Hemşerimiz şair yazar ve edip ruhlu İslam Çankaya, bu mümtaz kişilik için yazılan şiirlerin, sözlerin. derlenmesine önayak ve MAHZUNİ'YE BİR NEFES OLMUŞ. OZANLARIN KALEMİNDEN MAHZUNİ ŞERİF adlı kitaba müthiş dokunaklı, şiirsel, bir önsöz yazmış İslam Çankaya. Nicedir böylesine duygulu içten ve ve insanın ruhunun derinliklerine inen yazı okumamıştım. Ve böylesi bir kalemin dostu arkadaşı olduğum içinde kendime, izninizle pay çıkaran bendeniz, bu önsözden alıntı yaparak yazımı sonlandırıyorum. Zira bu önsözün üstüne söz söyleyebilecek kıratta birisi değilim. HER OZAN BİR MAHZUNİ Anadolu'nun yiğit ozanları,"usta-çırak" demeden,"ayrılık-gayrılık" yaratmadan, bu kez ustaları , üstatları Mahzuni Şerif"e bir nefes vermek üzere bu kitapta bir araya gelmiş; şiir,deyiş ve muhabbetleriyle Büyük Ozan'ı anmış, anlatmış, yad etmişler. İçi Anadolu ateşiyle, halk ateşiyle yanan bir ozanı en iyi ozan yoldaşları anlar, anlatır elbet. Kitabın özelliği de burada! Bu kitapta, her mertebeden Ozan yoldaşları. dostları bir araya gelmiş, ustalarına NEFES olmuşlar. Bu ne muhteşem bir bağlılık, ne eşsiz bir gönül dostluğudur. Mahzuni yolundan yürüyen, kadir bilen bu GÖNÜL ve HAK YOLCULARINA sonsuz teşekkürler.

  • Türkan Saylan Anısına

    Nurten B. AKSOY * "Yirmi bir sene başhekimlik yaptım. Kimseyi kovmakla, sürmekle tehdit etmedim. Kavgacı değilim, benim kavgam başka türlü. İnsanların başarılı olması için onları rahat bıraktım, onların kendi başarısını yaratmasını bekledim. Hep böyle çalıştım ve hiçbir zaman sorun yaşamadım. Bağırma çağırma hiçbir zaman sistemi geliştirmez." diyen Türkan Saylan, bir zamanlar insanların korkulu rüyası olan cüzzam (lepra) hastalığının tedavisinden, kız çocuklarının okutulmamasına ve insan haklarının kazanılmasına kadar yaptığı tüm çalışmalarda yılmadan ve herkese karşı koyarak, gerektiğinde tek başına mücadelesini sürdüren korkusuz bir kadın savaşçıydı. 13 Aralık 1935 günü İstanbul’da dünyaya gelen Türkan Saylan'ın babası Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk müteahhitlerinden olan Fasih Galip Bey, annesi ise evlendikten sonra Müslüman olarak Leyla adını alan İsviçreli Lili Mina Raiman’dır. Türkan, beş çocuklu bu ailenin en büyük çocuğudur. İlk ve orta öğrenimini Kandilli İlkokulu ve Kandilli Kız Lisesinde tamamlar. 1963 yılında İstanbul Tıp Fakültesini bitirir. 1964-1968 yılları arasında çalıştığı SSK Nişantaşı Hastanesinde Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanlığını alır. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalında Başasistanlığa başlar. 1971 yılında İngiliz Kültür Heyetinin bursuyla İngiltere’de, alanında yüksek eğitim görür. 1974’de Fransa’da ve 1976’da İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yaparak 1972’de doçent, 1977’de profesör olur. 1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başlayarak Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurar. Yaptığı çalışmalar nedeniyle 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verilir. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapar. Deri ve zührevi hastalıklar uzmanı bir profesör olan Türkan Saylan, Türkiye’de cüzzam hastalığının kontrol altına alınmasını ve tedavisinin mümkün olduğunu kanıtlamış, binlerce hastanın umudu olmuştur. 1957 yılında yaptığı ilk evliliğinden iki oğlu olur. 1976 yılında kısa süreli bir evlilik daha yaşayan Türkan Saylan yıllarca hastalıklara, cahilliğe ve haksızlıklara karşı amansız bir savaş verir, ancak yaşamının son on yedi yılında yakasına yapışan kanser hastalığıyla mücadele etmesine karşın 18 Mayıs 2009 tarihinde bu savaştan yenik çıkarak vefat eder. 1989 yılında, “Atatürk İlke ve Devrimlerini korumak, geliştirmek; çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak” amacı ile oluşturulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin (ÇYDD) kurucularından olan Türkan Saylan uzun bir süre bu derneğin genel başkanlığını yürüttü. Türkan Saylan yaşamının son günlerinde, hasta yatağındayken Ergenekon soruşturması kapsamında sorgulanmak istendi, belgelerine el kondu, kimi zaman “misyoner”, kimi zaman “komünist” suçlamalarına maruz kaldı. Ama o yiğit bir savaşçıydı; sağlık ve çağdaş eğitim alanındaki hizmetlerine yılmadan devam etti. 17 yıl meme kanseri ile mücadele eden Saylan, 18 Mayıs 2009 tarihinde, ardında kendisini minnetle anacak binlerce hasta ve öğrenci bıraktı. Biz de kendisini saygı ve minnetle anıyoruz... Ruhu şâd olsun...

  • Ay Oğul Ay Kemal'im

    Sen hep Samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay Kemal’im Hele bir de buralara Çık hele bir Çık hele bir Kemal’im! Yol uzak Hane viran Dersen eğer Kemal’im! Dilediğin yere çık Çık hele bir Çık hele bir Kemal’im! Gör ki ne haldedir 'Ey Türk Gençlik' in Gör ki ne haldedir 'Bu yurdun efendisi' Gör ki ne haldedir 'Bursa'da dediklerin ' Sen hep Samsun'a mı çıkarsın ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de oralara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im Kimi kurşun sıkar, kimi cop sallar Kimi akar okulların kapılarından Defteri kan, kitabı kan, günaydını kan Böyle mi doğmuştu güneş Samsun'dan Ekmeksizler okul diye meleşir Bir kalemi yedi kardeş üleşir Ölen ölür, ölmeyenler ağlaşır Bu muydu beklediğin Kurtuluş'undan? Sen hep Samsun'a mı çıkarsın Ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de okullara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im. Pamukta, tütünde neler dönüyor Demirden, petrolden kimler vuruyor? Millet ucun ucun akmış gidiyor 'Benim bu gidişe aklım ermiyor' Vahdettin döküntüsü fetva veriyor. Derdim çoktur, hangisine yanayım? Hangi bir kurbana ağıt düzeyim? Ne yöne gittik ki geldik bu yana? Kemal'im Kemal'im tatlı Kemal'im, Kılıcı belinde atlı Kemal'im. Sen hep böyle heykelde mi durursun? Sen hep böyle NUTUK'ta mı durursun? Sen hep böyle Samsun'a mı çıkarsın? Ay oğul, ay Kemal'im. Hele bir de kahvelere Irgat Pazarlarına Hele bir de zindanlara Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im Yazın gel, güzün gel, zemheride gel Zemheri soğuk dersen Kemal'im Azıcık beride gel, Gel de anlasınlar sen kimin Kemal'isin Ağanın mı, beyin mi, beyoğlunun mu? Gel hele bir Gel hele bir Gel de anlasınlar sen kimin Kemal'isin. Gel de bir gör hallerimizi Kimler çalıp çırpar ellerimizi Yunuslu, Pirsultanlı dillerimizi. Sen hep Samsun'a mı çıkarsın? Ay oğul, ay Kemal'im Hele bir de her yere Çık hele bir Çık hele bir Kemal'im. Çık ki her yer Samsun olsun Kemal'im Çık ki her yer Samsun olsun Kemal'im…

  • GÜL DALINA BÜLBÜL KONMUŞ

    Fuat ÖZGEN * Dilime takılıyor, istemsiz "Gül dalına bülbül konmuş, aman" Ne olacak dala konduğu zaman? Sinekle, böcekle beslenecek Gül kokusuyla mest olup seslenecek Var bir çıkar ilişkisi Ayrıntı gerisi Aşkı dillendirmek ozanın işi Allar, pullar, teller... Bahane olur bülbül Araç olur gül Anlattığı kendisi Sevisi, sevgilisi Dönse de dünya Değişmez hülya

  • Âşık Mahzunî Şerif

    Nurten B. AKSOY * Mevlam gül diyerek iki göz vermiş Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı Dura dura bir sel oldum erenler Bilmem çağlasam mı çağlamasam mı Yoksulun sırtından doyan doyana Bunu gören yürek nasıl dayana Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana Bilmem söylesem mi söylemesem mi Mahzuni Şerif’im dindir acını Bazı acılardan al ilacını Pir Sultanlar gibi darağacını Bilmem boylasam mı boylamasam mı Bir halk ozanı, bir taşlama şairi, gözünü ve sözünü budaktan sakınmayan bir aykırı ses olan, Şerif Cırık veya tanınan adıyla Aşık Mahzuni Şerif 17 Kasım 1940 yılında Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nin Berçenek Köyü’nde (şu anda ismi Tarlacık köyü) dünyaya gelir. 1940’lı yıllarda, Berçenek’te ilkokul olmadığı için Mahzuni, Elbistan’ın Alembey Köyü’nde, Lütfü Efendi Medresesi’nde Kur’an eğitimi alır. 1956 yılında köyde açılan ilkokuldan mezun olduktan sonra Mersin Astsubay Okulu’na gider. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu bitirir. Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşın, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edilir. 1961 yılından itibaren yüzlerce plak, kaset yapar. Hakkında yazılan ve kendi yazdığı kitaplar uluslararası edebi tartışmalara konu olur. 1998 yılında dünyanın, yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı alır. Mahzuni’nin, ortaokul yıllarından itibaren beğendiği demokrasi ve sosyalist mantık, onu geleceğin en tutarlı terbiye kalıpları içinde tutar. Kendisini dünya kültürleri içinde bir parça, mazlum milletler içinde ise bir birey olarak tanımlayan ozan, bu iki gerçekten yola çıkarak, dönmeden yoluna devam eder. Mahzuni ordudan ayrıldıktan sonra toplumsal, siyasi konuları ele alıp; bir yandan geleneksel halk şiirini devam ettirirken diğer yandan da protest şiirlerle halkın sorunlarını dile getirmiş bir halk âşığı, halk ozanıdır. 12 yaşında gönül verdiği bu geleneği yaşamı boyunca devam ettirir. Mahzuni, 1961 yılında adını Suna yaptığı İtalyan asıllı Sovina’yı çok sever ve onu kaçırarak evlenir. Bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlı üç çocuğu olur. 1964 yılında dünyaya gelen oğulları Emrah henüz birkaç aylıkken Mahzuni, Suna ve Emrah’ı babası Zeynel’e emanet ederek vatani görevini yapmak üzere askere gider. Bu arada hastalanan Emrah’ı, o zamanlar iki çocuk doktorunun bulunduğu Elbistan’a götürürler. Doktor tarafından hiç de iyi karşılanmazlar. Bu olay mektupla askerde bulunan Mahzuni’ye bildirilir. İşte tüm Türkiye’nin tanıdığı “Acı doktor bak bebeğe / Berçenek’ten yaya geldim” türküsü o günkü olaya aittir. ERİM ERİM ERİYESİN Köşkün sarayın yıkılsın Erim Erim eriyesin Umudun suya dökülsün Erim Erim eriyesin Musa isen Tûr-i Sînâ Haktan gelmiş idi inan Yesin seni yılan, çayan Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Aslan pençesi vurulsun Çayın denize kurulsun Gözlerin yansın kör olsun Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Mahzuni'yi sever idin Ona sevgilim der idin Candan başka ne yer idin Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin 1971 yılında askeri darbe sonucu Süleyman Demirel hükümeti devrilir, Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulur. Bu hükümet sol kesime karşı şiddetli baskı uygular ve üç fidan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilirler. Bu olaylar üzerine Mahzuni Şerif yazdığı ve plak yaptığı türküde dönemin başbakanına “Erim erim eriyesin / Sürüm sürüm sürünesin” diye seslenir. Bu şiir yüzünden hakkında hemen dava açılır, fakat devrin başbakanı Nihat Erim “Bir halk ozanı başbakanı sevmek zorunda değildir” diye ifade verince ve şikâyetçi olmayınca dört yıl yerine 10 ay hapis yatıp tahliye olur. Yıl 1972. Mahzuni Şerif, elinde sazı, Sivas’ın Sivralan Köyü’ne Âşık Veysel’i ziyarete gider. Aşık Veysel’e Mahzuni’nin geldiğini söylerler. Mahzuni içeri girince Veysel Baba ayağa kalkar. Yanındakiler şaşırır. Çünkü Âşık Veysel o tarihe kadar kimseyi ayakta karşılamamıştır. Veysel Baba’ya neden Mahzuni’yi ayakta karşıladığını sorarlar. Veysel Baba’nın cevabı çok açıktır: “Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir!” 70’li yılların ortalarında 8 yıl süre ile sahnelere çıkması ve yurt dışına gitmesi yasaklanır. Geçimini ufak bir dükkânda plak satarak sağlamaya çalışır. Bu yasaklı yılları şöyle anlatır ozanımız; “Türkü söyleyememek beni çok üzüyordu. Canlı bir balığı tutun ve kumun üzerine atın o balık o denize nasıl bakıyorsa ben de türkülere öyle bakıyordum.” Mahzuni Şerif, hızla ünlenince daha 1970’lerde başka türkücüler ve pop sanatçıları onun eserlerini okumaya başlarlar. Ersen ve Dadaşlar, Edip Akbayram, Cem Karaca, Selda gibi pop sanatçıları, onun tutulan türkülerini okuyarak ünlerine ün katar. 1980’li yıllarda bir yandan popüler şarkı ve türküler yaparken bir yandan da insanın özüne doğru yolculuk yapan ozan toplumun içindeki bozuk/yabancılaşmış insan tiplerini ele alarak taşlamalar yazar. Gündelik yaşamda gördüğü kötü insanları tiplemeler halinde hicveder. Fırıldak Adam ve Zevzek bu tiplemelerdendir. Cahil ama çıkarcı kurnazları, tek tabanca ile devrimcilik yapacağını zanneden maceracıları yerden yere vurur. 70’li yılların ortalarında 8 yıl süre ile sahnelere çıkması ve yurtdışına gitmesi yasaklanan ozan, geçimini ufak bir dükkanda plak satarak sağlamaya çalışır. 17 Mayıs 2002 yılında 62 yaşında Almanya’nın Köln şehrinde hayata gözlerini yuman ozanımızı ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

  • "Kimse Görmeden..."

    Hollanda'dan Mardin'e ... Yaptığım gezilerin fotoğraflarını KİMSE GÖRMEDEN albümünde topladım. siz görmek isterseniz buraya tıklayın

  • Nif Dağının Yalnızları

    İZMİR'in yanıbaşındaki NİF DAĞI sadece doğal güzelliğiyle değil, bitki örtüsüyle de ilgi çekici...Görmek isterseniz TIKLAYIN

  • YÜRÜSENE KIZIM

    Niyazi UYAR * On dokuz yirmi yaşlarındaydı kız. Sabah ve öğleden sonra belli saatlerde evinden çıkar yedeğinde köpeği şehrin muhtelif yerlerinde dolaşırdı. Onların muhabbeti bir hayvanla bir insanın muhabbeti değildi. Arkadaştan öte birbirine mahkum iki canlının arkadaşlığı, dostluğuydu. On dokuz yirmi yaşlarındaki kızın ne arkadaşı ne işi vardı. Onunla kösteklenmiş gibi yedeğinde beyaz başı tüylü, gövdesi traşlı kedi köpek arası bilmem ne cins bir köpek. Kızın öfkeli, her daim kavga etmeye müsait ruh hali simasına vurmuş, avurdu avurduna geçmiş, inci gibi nizam içinde dizilmiş düzgün dişleri kapanmayan dudağının boşluğundan ‘buradayım,’ demektedir. Yedeğinde başı tüylü, gövdesi traşlı kedi köpek arası bilmem ne cins köpeği ile daha çok tren yolu boyu uzayıp giden yürüyüş yolunda yürür. Yürürken ara sıra köpeğine çıkışan kız, bir insanla, hatta bir arkadaşı ile kavga eder gibi kavga eder. “Yüürü kızım, yürüsene be ya, ne duryon salak salak, nereye bakıyon öyle?” Başı tüylü, gövdesi traşlı köpek, kızın dediklerine bana mısın demez, boğazındaki tasmayı gerdirdikçe gerdirip kızı deli eder. Tren yolunu yürüyüş yolundan ayıran ve iki yanındaki çitlerin iki yanına dikilen sarmaşıklar ince demir çitleri bir güzel kapatmıştır. Yine çitlerin iki yanındaki çimler, öteki çit bitkileriyle yeşil vadiye döndürmüştür tren yolunu. Bu yeşil derya denizinin ev sahibi kaplumbağalarla oynaş tutmak isteyen başı tüylü, gövdesi traşlı köpek, boğazındaki tasmayı tekrar germeye başlar ve gerdirdikçe gerdirir, gerdirdikçe bu oyundan daha çok zevk alır sanki; zevk aldıkça kızı delirtir. Kız, “Yürüsene kızım, ne asılıyon, yürü, yürü, yürüü!” Kız, köpeğe “kızım,” diye hitap etmektedir. Muhtemelen, dişi olduğundan “kızım,” demektedir. Uşak – İzmir, Alaşehir -İzmir, Alaşehir – Manisa arasında yolcu taşıyan motorlular gürültü ile gelir, düdük öttüre öttüre gürültüyle geçip giderler, doğudan batıya, batıdan doğuya. Yük taşımacılığında aklını başına bir türlü alamayan yetkili yetkisizler yüzünden aralıklarla geçip gider yük trenleri. Demiryolu taşımacılığı komünist işiymiş ya, bundan ötürü Komünist olmaktan korkan koltukların yükseğinde oturanlarımız, bilerek ve isteyerek bariyer olmuşlar hep! Avurdu avurduna geçmiş, yanağının üstündeki bir çift göz, kara üzümün siyahı gibi kapkara ışıl ışıl ışıldır. Üstüne giydiği değişik renkteki gabardin pantolonlar, ince bacaklarına iyice yapıştığından inceden ince bacakları inceldikçe inceltmiş gibidir. “Yürü kızım, yürüsene, bırakıp gideceğim seni burda; sonra ağlayacaksın arkamdan! Yürü kızım yürü, yürü!” Tren yolunun iki yanındaki yol boyunca gidişli gelişli vızır vızır arabalar geçmekte. Arabaların, motorların yoğun gürültüleri kızın “yürüsene, yürüsene kızım, yürüsene” sesini alıp gitmekte doğudan batıya; batıdan doğuya. Yol kenarlarına dikilen ağaçların polenleri, park etmiş araçları alacalı yeşile boyamış. Cennet yeşili tren yolunun yürüyüş yolundaki itina ile seçilmiş, renk renk sarı, beyaz, pembe, kırmızı, mor güller… ömürlük. Sonra öbek öbek taflan kümeleri, mersin kümeleri, lükstürüm kümeleri, demir çite sarmış cins cins sarmaşıklar, parlak, etli yapraklı çit bitkileri… “Kız, kız, baksana!” Yedeğinde köpeği olan kız, “kız baksana,” diyen bir ses duyar. Sesin geldiği yöne doğru çevirir başını, kimse göremez. Acaba ses nereden gelmiştir? Heyecanlanmıştır, sağa bakar kimse göremez, sola bakar yine kimse göremez. Yedeğindeki başı tüylü, bedeni traşlı köpek kıza acımış olmalı ki, birden peşi sıra yürür. Sevildiğini bilen köpeklerin naz etmede de üstlerine yoktur. Gelir önce bir koklar, sonra başını sürter, çıkarabileceği sesin en tatlısını çıkarıp sevenin gönlünü fetheder.  Onlar sadakatin en alasını gösterir yeri geldiğinde. “Kız, kız baksana!” Avurdu avurduna geçmiş kızın, konuştuğu dertleştiği, bir Allah’ın kulu yoktur köpeğinden başka. Kız içinden geçenleri ona der. “Kız, kız baksana!” Kıza, “kız kız baksana” diye seslenen kimdir, delirecek gibi olur. Görünürlerde onu tanıyan biri olmadığı gibi görünürlerde tanıdığı kimseler yoktur. Stadyumun karşısındaki trafonun gövdesine bırakılan çeşmenin pirinç musluğunu açar, avucuna dolan suyu kana kana içer.  Sonra köpeğin tasmasını asılıp avucuyla onun da bir güzel suyunu içirir, sonra demiryolunun, demir çitlerine sırtını verip çimlerin üstüne oturur. Bu sırada çıkan hafif bir esinti ile salınan ıhlamurların taze çiçekleri baş döndüren bir koku salar ortaya ki, ama ne koku? “Kız, kız baksana!” Bir an dünyadan kopmuş, gözlerini kapatıp kendi ile baş başa kalmaya çalışan kız, sesin demiryolunu çevreleyen çitin öte yanında her gün sabah erkenden kalkan, gideni geleni takip eder görür görmez. Sonra gözünü bir noktaya diker, bir zaman aynı noktaya bakar, sonra da akıllı telefonuyla oynayan bu genç, mahallenin kendi halindeki dom sendromlu delikanlısıdır. Onun da aynen bu kız gibi yapacak bir işi olmadığından o da sabah akşam evden çıkar tren yolu boyu gider gelir, demiryolunun yeşil vadisinin kaplumbağaları oyalanır bir zaman sonra ağaçları sever, gülleri koklar, ıhlamur ağaçlarının aşağı dallarından koparabildiği çiçekleri koparır, cebinde taşıdığı market poşetine koyar. Kimle, kimseyle konuşmayan dom sendromlu delikanlısı kıza “Kız, kız baksana,” deyip kızın göremeyeceği şekilde saklanır çit bitkilerinin altına. Kız Allah’ın her günü sabahın akşamın belli saatlerinde yedeğinde başı tüylü, gövdesi traşlı bilmem ne cins köpeği ile gezintiye çıkar, bir arkadaşıyla -aslında hiç olmayan- bir insanla kavga eder gibi kavga eder köpeğiyle…

  • 'Âlim Gibi Yaşadı, Aptal Gibi Öldü'

    Tycho Brahe * Aycan AYTORE / Tycho Brahe 1546 yılında Danimarka'da soylu bir ailede dünyaya geldi. Zengin amcası tarafından büyütüldü ve Kopenhag ve Leipzig'deki üniversitelere gitti. Avukat olma niyetiyle sanat dersleri almasına rağmen Brahe bunun yerine astronomi ile uğraşmayı seçti. Hayatı da ölümü kadar ilginç anlara gebe oldu. İdrarınızı tuttuğunuz için ölebileceğinizi söylesek… Kulağa biraz ilginç gelse de Tycho Brahe tam da bu sebepten hayatını kaybetmiş olabilir. Peki kendisini öldürecek kadar idrarını tutmasına ne sebep olmuştu? Cevabı ise ölümünden çok daha trajedik. TAKMA BURUNLA HAYATINI SÜRDÜRDÜ Takvimler 1566'yı gösterdiğinde o zaman 20 yaşında olan Brahe, kimin daha iyi matematikçi olduğu konusunda bir öğrenci arkadaşıyla düelloda dövüşürken burnunu kaybetti. Ömrünü pirinçten yapılma bir burunla geçirdi. Düellodan sonra bilim dünyasının yıldızı parlayan Brahe, renkli yaşamına yanında astronomi alanına büyük katkılarda bulundu. Tycho, kraliyet sarayında bir tür danışman olarak görev yaptı, 1577'deki büyük kuyruklu yıldız gibi olağandışı doğa olaylarını yorumladı ve açıkladı. Kraliyet ailesi için yıldız falları hazırladı. Brahe gözlemevinde göklere ilişkin titizlikle gözlemler yapıyordu. Çoğu gökbilimci gök cisimlerini yalnızca yörüngelerindeki belirli, alışılmadık noktalarda gözlemlemeye odaklanırken, Brahe onları gökyüzündeki görünür yörüngelerinin tamamı boyunca dikkatle takip ederek o dönemde yapılan en kesin gözlemleri yarattı. VERİ KAVRAMINI İCAT ETTİ Tycho'nun en etkileyici başarılarından bir diğeri de istatistiksel bilgileri kullanmasıydı. Temel olarak veri kavramını icat etti. Bir gözlemi veya deneyi doğrulamak için tekrarlayan ilk kişi oydu. Tycho'nun topladığı geniş veri yığını yalnızca ona çalışmalarında yardımcı olmakla kalmadı, aynı zamanda onu takip eden gökbilimcilere de hizmet etti. Brahe'nin hassas ölçümleri, gezegenlerin hareketinin yeni bir şekilde anlaşılmasının temelini attı. Ölümünden sonra, Brahe'nin yaşamı boyunca biriktirdiği verilerin hem entelektüel açıdan hem de çocukları için finansal açıdan özellikle değerli olduğu ortaya çıktı. Brahe, 1601 yılında 54 yaşında öldü. Ölüm sebebi ise hayatı kadar ilginç oldu. Roma İmparatoru ve misafirleri ile bir ziyafete katılan Brahe, toplumsal gelenekler gereği masada kimse kalkmadığı için tuvalete gidemedi. Brahe aşırı derecede içmişti ama tuvaleti kullanmak için ayrılmayı reddetmişti. Bu sebeple iddialara göre gökbilimcinin kısa bir süre sonra mesanesi patladı ve bir tür mesane enfeksiyonunu şiddetlendirdiği ve bunun sonucunda da üremi geliştirdiği düşünülüyor. İDRARINI TUTTUĞU İÇİN Mİ ÖLDÜ? Asistanı Gök Bilimci Johannes Kepler'in iddialarına göre Brahe, ziyafetten tam 5 gün sonra öldü. Üstelik öleceğini de hisseden Brahe, Kepler'e "Âlim gibi yaşadı, aptal gibi öldü" başlıklı bir yazı yazmak istediğini söyledi. Ancak 1901'de ölümünün 300. yıldönümünü kutlamak için Brahe'nin mezarını açan bilim insanlarının, kalıntılarında cıva bulduklarını iddia etmesi, astronomun zehirlendiği yönündeki söylentileri körükledi. Hatta bazıları Johannes Kepler'i bu suçla suçladı. Brahe'nin cesedi 2010 yılında tekrar mezardan çıkarıldı. Kemikleri ve sakal kılları üzerinde yapılan testler, vücudundaki cıva konsantrasyonunun onu öldürecek kadar yüksek olmadığını gösterdi. Yani bilim insanı, mesane patlamasından ölmüştü. 'FAZLA ALTIN ÖLDÜRMÜŞ OLABİLİR' Ancak daha ileri araştırmalar, gökbilimcinin yaşamı boyunca yüksek düzeyde altına maruz kaldığını ortaya çıkardı. Rasmussen 2016 yılında yaptığı bir açıklamada, "Tycho Brahe'nin saçında altın izleri bulduk ve bu saçlar hala vücudundayken altına maruz kaldığını tespit edebiliriz. Çatal bıçak takımı ve altın tabaklar olabilir ya da belki içtiği şarapta altın varak vardı. Altın içeren iksirler hazırlayıp tüketmiş olması ya da simyayla çalışmış olması da mümkün" diye konuştu. Peki, gerçekten idrarı tutmak ölüme sebep olur mu? İdrarınızı tutarak ölme olasılığınız çok düşüktür. Hatta bazı doktorlar bunun var olmadığını bile söyleyebilir. Genel olarak mesaneniz siz fiziksel tehlikeyle karşı karşıya kalmadan çok önce kendi kendine boşalacaktır. Nadir durumlarda, kişi idrarını o kadar uzun süre tutabilir ki, mesane kasları çok gerildiğinden ve kasılamadığı için sonunda kendi başına idrara çıkamaz. Bu mesane yırtılmasına yol açabilir. Mesaneniz yırtılırsa derhal tıbbi müdahaleye ihtiyacınız olacaktır. Yırtılmış bir mesane hayatı tehdit eden bir durumdur. Ancak gelişen tıp teknolojileri sayesinde ölüm oranı bir hayli düşük. * Derleme: Aycan Aytore Kaynak: İnternet

  • Lambalı Kadın ve Selimiye Kışlası

    Hemşireliğin Duayeni Floranca Nightingale / Nurten B. AKSOY * SELİMİYE KIŞLASI Vapurla Sarayburnu önlerinden Kadıköy’e doğru yol aldığınızda Anadolu yakasında bir tepede tüm heybetiyle gözünüze çarpan dört kuleli dev bir yapı karşılar sizi, özellikle akşamın alacasında gizemli ışıklarıyla İstanbul’a selam duran Selimiye Kışlası’nı anlatacağız size bu yazımızda. Kışla ilk olarak III. Selim devrinde yeni kurulan Nizâm-ı Cedîd askerleri için kesmetaş bir kaide üzerinde ahşap olarak inşa edilmiş. Yeniçeriler’in “kazan kaldırıp” isyan etmeleri sonucunda yıkılan bu kışla II. Mahmut devrinde kâgir olarak yeniden yapılmış. Sultan Abdülmecid devrinde de iki defa yenilenmiştir. Boğaz’ın iki yakasını süsleyen pek çok yapının projesine imza atan Balyan Kardeşlerden Mimar Krikor Balyan tarafından çizilen Selimiye Kışlası, 200 metreye 267 metre ebatlarında ortasında büyük bir avlu olan dikdörtgen şeklinde bir yapıdır. Boğaz’a doğru eğimli bir arazi üzerine ve denize paralel olmayacak şekilde kurulmuş olan yapının her yönden bodrum katı sayısı değişiktir. Bodrum katların üzerinde üç kat yer alır. Dört köşesinde yedişer katlı birer kulesi vardır. Selimiye Efsaneleri: Büyüklüğü konusundaki söylentilere göre; iki kardeş aynı yıllarda, aynı yerde üç yıl askerlik yapmış ama birbirlerini hiç görememiş ve karşılaşmamışlar kışlanın içinde. Türk mimari tarihinde, İstanbul’un geleneksel görünümünü değiştiren ilk yapılardan olan Selimiye Kışlası günümüzde I. Ordu Komutanlığı Merkezi olarak kullanılsa da müze bölümleriyle de ziyaretçilerini kabul ediyor. Selimiye Kışlası’nı gezerken hem kışlanın güneydoğusunda kalan Selimiye Askeri Okulu Müzesi’ni hem de Florence Nightingale Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz. Hemşirelik Mesleğinin Sembolü Lambalı Kadın Florance Nightingale 12 Mayıs 1820 – 13 Ağustos 1910) tarihleri arasında yaşayan Florence Nightingale modern hemşireliğin kurucusu kabul edilir. Osmanlı padişahı Abdülmecid, Selimiye Kışlası’nı 1854 yılında, Kırım Savaşında yaralanan askerlerin tedavisi için Osmanlı'nın müttefiki olan İngiliz askerlerine tahsis etmiş. Aynı yıl İstanbul’a Kırım'dan getirilen yaralı İngiliz askerlerine bakmak için de İngiltere’den hemşireler gelmiş. İşte bu hemşirelerden biri de askerler tarafından “Lambalı Kadın” diye çağrılan ve zengin bir ailenin kızı olan hemşire Florance Nightingale’dir. Zorlu savaş koşullarının getirdiği kolera salgını sırasında, yaralı hastaların arasında dolaşırken hep elinde bir lamba taşıdığı için, yaralı askerler tarafından “Lambalı Kadın” diye adlandırılan Florence Nightingale, sabrı ve sevgisiyle pek çok hastaya şifa ve moral kaynağı olmuş o yıllarda. Florence Nightingale daha küçük yaşlardayken hastanelerde hastalara yeterince ilgi gösterilmediğini düşündüğünden ve bunu düzeltmek istediğinden hasta bakıcı olmak ister. Ama ailesi Nightingale’e izin vermez. Çünkü o dönemlerde hasta bakıcılık hiçbir işi olmayan kızların yaptığı pis bir iştir.  Florence bu isteğini ailesine ne kadar baskı yapsa da kabul ettiremez ve ailesinden ayrılarak hasta bakıcı olur. Hasta bakıcılığın kötü adını silmek ve bunu meslek haline getirmek ister. Bu isteğini ülkenin bakanlarına kadar iletir, fakat izin alamaz. Savaştan sonra da kendini bu mesleğe adayan ve hemşirelik mesleğinin kurucusu sayılan Florence Nightingale, Londra’da bir hemşirelik okulu açar. 1907 yılında İngiltere Liyakat Nişanı alan ilk kadın olur. Florence Nightingale Müzesi İşte hepimizin askeri bir kışla olarak bildiği Selimiye Kışlası aslında sağlık alanında da bir ilke imza atarak tarihe geçmiştir. Kışlanın kulelerinden birinde bulunan Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı oda günümüzde müzeye dönüştürülmüştür. Birinci Dünya Harbi sırasında kışla yeniden orduya verilir. Cumhuriyet’ten sonra bir süre tütün deposu, 1959-63 yılları arasında ise askeri ortaokul olarak kullanılan kışla 1963 senesinde tamir edilerek Birinci Ordu Karargahı haline getirilir. 1970’li ve 1980’li yıllardaki sıkı yönetim dönemlerinde kışlada askeri mahkeme görev yapar. Aynı zamanda askeri tutuk evi olarak da kullanılır kışla. Kışlanın duvarları arasında 12 Eylül döneminin pek çok acı anısı saklıdır hâlâ…

  • 11 Nisan 1954 Dünyanın En Sıkıcı Günü

    11 Nisan 1954 günü, son 100 yılın en sıkıcı günü olarak adlandırılıyor. Neden mi? 18 nisan 1930 akşamı saat 20.45'te BBC spikeri, ana haber bülteninde “iyi akşamlar, güzel bir cuma, haber yok” demiş. 15 dakikalık bültenin geriye kalan bölümünde, dünya tarihinde bir ilk gerçekleşmiş ve Wagner'in operası Parsifal'dan piyano müziği yayınlanmış. Gerçek şu ki, 1930 yılında tüm dünyada 1929 ekonomi buhranının yıkıcı etkileri devam ediyordu, işsizlik başta olmak üzere çok ciddi sosyal sorunlar vardı, Faşizm Avrupa'da tırmanıyordu. İngiliz hükümeti işte bu yüzden, BBC'ye baskı yapıyordu. gerçeklerin bütün çıplaklığıyla dile getirilmesini istemiyorlardı. bu nedenle BBC spikeri mikrofonun başına geçmiş ve “haber yok” demiş. Bu tarihi olaya ek olarak; böylesi bir dünyada, böyle bir habersizlik, dinginlik, huzur mümkün olabilir mi? Cevap: evet, olmuş. 2010 yılında, Cambridge Üniversitesi'nde dünya basın tarihi üzerine bir araştırma yapılmış. Türkiye de dahil tüm ülkeler gün gün taranmış. 11 nisan 1954 günü, yüzyılın en sıkıcı günü ilan edilmiş. çünkü o gün, kayda değer bir olay gerçekten yaşanmamış. ne savaş, ne kriz, ne doğal afet, ne facia, ne de önemli birinin ölümü gerçekleşmiş. dünyada hiçbir ülkede, toplumu sarsıcı, ciddi insani sorunlara sebep olan olaylar meydana gelmemiş. Yüzyılın en huzurlu gününe, “haber” açısından araştırma yapıldığı için “yüzyılın en sıkıcı günü” demişler. the atlantic Kaynak: https://eksiseyler.com/11-nisan-1954-neden-dunyanin-en-sikici-gunuydu?

  • İnsanın Doğa Üzerindeki Etkisi

    ve Antroposen Dönem ve  Gelecekteki  Tehditler * İbrahim Ortaş, Ç.Ü. Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü, * Antroposen kavramı son dönemlerde çok duyulmaktadır. İtalyan jeolog Antonio Stoppani, 1873 yılında insanların dünya ekolojisi üzerindeki giderek artan etkisine atıfta bulunarak "antroposen çağ" terimini ortaya atmıştır. Ancak insanın doğa üzerindeki etkisi o dönemde çok hissedilmiş olmalı ki sonradan yeni jeolojik dönemin adı olarak Antroposen olarak önerilmiştir. Peki Antroposen ne anlama geliyor? İnsan faaliyetinin iklim ve çevre üzerinde baskın etki oluşturduğu dönem olarak görülen jeolojik çağı ifade etmektedir. Evet, maalesef çok az kişi insanlığın jeoloji ve iklim değişimleri üzerindeki etkileri konusunda mevcut bilgiye dayalı öngörü ve/veya kavrayışa sahiptir. Son dönemlerde artan iklim değişiklikleri yanında depremlerden ve özellikle de biyoçeşitlilikten,  tarımdan yararlanan ve insan ilişkilerini kapsayan antroposen kavramını daha çok konuşur olduk. Ancak çoğumuz jeoloji ve jeomorfoloji ile iklim değişimleri üzerlerindeki insanın etkilerini çok derinlemesine bilemiyoruz. Buna karşın yer yüzeyinin oluşumu ve 4.5 milyar yıllık değişiminin geldiği yerin tarihsel verileri yer yüzeyinin derinliklerinde jeolojik katmanlarda kayıtlı olduğundan değerli bilgiler sağlamaktadır. Yeryüzünden yerin derinlerine doğru yapılacak bir kazı kesitin profilindeki her katmanın yapısı yanında geçmişte yaşanmış iklim ve benzeri doğa olaylarının kaydı niteliğinde bilgi vermektedir. İşte bu nedenle sanayi devrimi sonrası yaşanan değişimlerin etkisinin bilinmesi konunun geleceğimiz açısından önemini daha da artırmaktadır. Mevcut bilimsel bilgilerimiz, doğanın tarihsel kimliği ve jeolojik katmanların varlığı ile sınırlıdır. Yeni araştırmalar ortaya çıktıkça bilgimiz daha da genişlemektedir, ancak insanın doğa ve jeoloji üzerindeki etkileri konusundaki bilgilerimiz, son bir kaç yıl öncesine göre çok daha fazladır. Bilimsel araştırmalar günden güne önümüzü açıyor ve teknoloji daha çok bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Antroposenin Başlangıç Tarihi Ne Zamandır? Amerika Birleşik Devletleri'nden paleoiklim uzmanı Dr. William Ruddiman, bundan yaklaşık 12 bin yıl önce tarımın icat edilmesiyle Antroposen'in başladığını ifade ediyor. Bu görüşe göre, insanların tarımsal faaliyete geçişlerinin dünyayı etkilediği varsayılmaktadır. Bir diğer ifade ile insanların tarım yapması ile başlayan yeni yaşam tarzı olan “Tarım Devrimi” çağı ile bitkisel ve hayvansal ürünlerin insan tarafından üretilmesi için doğal alanlar ve ormanlıklar tahrip edilmesi kaçınılmazdı, sonucunda da yaşam alanlarını kaybeden canlıların bir kısmı da yok oldu. Tarım bilimcileri olarak biz daha halen tarımın doğa üzerindeki etkilerinin tam olarak ne zaman, nasıl ve hangi etkin(en)in sonucunda başladığını tam olarak bilmiyoruz. Yakın geçmişe kadar bilinenin ötesindeki Antroposen bilgileri günümüzden en az 12-13 bin yıl öncesine ait olan ve Güneydoğu Anadolu'da Göbeklitepe kazıları ile elde edilebildi ve biraz daha anlaşılır oldu. Harvard üniversitesinde Prof. Dr. David Reich, insanoğlunun 3 milyon yıllık avcı toplayıcılık düzeninden tarıma geçişini, ilk olarak Mezopotamya veya bereketli hilâl olarak adlandırılan bölgenin bugünkü Güneydoğu Anadolu'daki Harran bölgesinde başladığını belirtiyor. Bu bölgenin dünyanın diğer bölgelerinden en ayırt edici farklı özelliği, günümüzde insan gıdasının çoğunu oluşturan tarımsal ürünlerin yabani formlarının çoğunun bu bölgede var olmasıdır. Yanı sıra, Güneydoğu’nun içinde olduğu Mezopotamya ve Harran ovasının verimli toprak yapısını sağlayan Dicle ve Fırat nehirlerinin alüvyonları bölgeyi tarım alanlarına dönüştürmüştür. İklimin normalleşmesi ile bölgede yaşam alanı bulan bitki hayvan toplulukları yanında insanda bölgede kullanabileceği uygun bir yaşam alanında tarım yapma yetkinliğine erişti. Tarımın başlaması ile de halk göçebelikten yerleşik toplumlara geçiş yaparak gelişmiş ve tarım ile doğaya müdahale ederek doğayı değiştirmeye başlamışlardır. Zamanla yapay seçilim ve klasik ıslah yöntemleriyle tarım ürünlerinde genetik değişimlere de yol açtılar. Giderek türlerin yabani formları ile kültür formları arasında farklılıklar oluşmaya başladı. Tarım toplumunda metalin işlenmesi ile tarım alet ve ekipmanlardaki gelişmeler yanında, silah teknolojisinin gelişimini de koşulladı. Artan nüfusun yaratığı gıda güvencesi talebi, doğanın yaslarının yavaş yavaş deşifre edilerek anlaşılması ile bilimsel bilginin artması ile tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sağlandı. İnsanlığın son 12-13 bin yıllık tarım kültürü birikimi doğa üzerinde çok fazla baskı yapmadı. Sonunda bundan yaklaşık 200 yıl kadar önce endüstrinin gelişmesiyle yer altındaki milyarlarca ton fosil kömür ve petrolün yakılması sonucu olarak da atmosferdeki 140 ppm’lik sera gazları artışı yaşadığımız birçok çevre ve sağlık sorununun kaynağı haline geldi. Son birkaç bin yıllık insanlık tarihinde insanın tek taraflı çıkarının doğa üzerindeki baskısının artık taşınamaz boyutlara ulaşması, bizleri doğa kaynakları üzerinde daha dikkatli seçimler yapmamız için zorlamaya başladı. Yeraltındaki fosil yakıtlar ve madenlerin çıkartılması, işlenme prosesleri ve tüketilmesinin iklim ve çevre üzerinde baskın etki yarattığı dönem olarak görüldüğü bu jeolojik çağın farkında olunması/bilinmesi önemlidir. Biraz daha insanlık tarihinin geçmişine bakılacak olursa, bazı toplumların dünyayı daha hızlı ve sistemli bir şekilde etkilediği görülecektir. Prof. Dr. Jared Diamond’ın yazdığı Tüfek Mikrop-Çelik kitabından edindiğimiz bilgiler ışığında yeryüzünde büyük uygarlıkları kuran toplumların doğa ile etkileşiminin daha erken başlamasa da daha fazla olduğu söylenebilir. İklimin tarım için uygun olduğu buzul çağı sonrası Mezopotamya’da çok geniş bitki topluluklarının bulunduğu ortamdaki Sümerler ve Asurların çocukları değil, ancak kışın zorlu koşulları altındaki Avrupalılar doğanın zorlukları ile mücadele etmede daha sistematik bilgi edinme yöntemleri ve uygulama teknikleri geliştirdiler. Her ne kadar doğanın gücünün farkında olsak da ekosistemin bütünlüğünün yarattığı etkilere karşı koymak mümkün değildir. Doğanın gücünün farkında olan insanın doğa ile ilişkisi temelde doğanın yapısını bozmadan  dönüşümlere ayak uydurmayı gerektirir. İnsanın doğal süreçlere müdahil olması dönem dönem yer yüzeyinde toprak erozyonlarını arttırmakta ve biyoçeşitlilik kayıplarına neden olmaktadır. Kuşkusuz insan faaliyetinden kaynaklanmayan, önlenemez doğal erozyon ve iklim değişiklikleri de kendiliğinden kayıplara neden olabilmektedir ama onların zararlarının büyümesine de yol açılmış olunabilmektedir. İnsanın Doğaya Etkisi Neden Sanayi devrimi Sonrası Artı Dünyanın tarihsel sürecine baktığımızda, Antroposen döneminin; endüstri çağının başlaması ve giderek artan fosil yakıt tüketimiyle son üç yüzyılda giderek daha yıkıcı olan bir gelişme sürecine tanık olmaktayız.  Hatta insanın doğaya çok daha büyük değişimler için müdahil oluğunu görmekteyiz. Bilim insanları, antroposen çağını yeni bir çağ olarak tanımlarken, insan dâhil dünya üzerindeki canlı varlıkların geri dönülemez bir yok olma sürecine evrildiğini iddia ediyor. Tarım devriminden yaklaşık 12 bin küsur yıl sonra sanayi devrimi ile insanın doğaya müdahalesi daha da artmaya başladı. Sanayi devrimi öncesi havadaki CO2 280 ppm idi 200 yıl sonra yani bugün 421 ppm seviyesine geldi. Atmosferde artan karbondioksit beraberinde küresel anlamda ısınmayı +1.2 ile 1.3 0C artışa neden olmuştur. Bunun sonucu kuzey ve güney kutuplarında buzların önemli derecede erimelerin yaşandığı ölçülerek belirlendi. Ancak şunu da not etmek gerekir ki, dünyanın bugün artık taşınamayan ve iklim, ekoloji krizleri olarak tanımlanan sorunlardan bilim ve teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan medeniyet ve toplumsal düzen değil, her şeyi kâr olgusuna dayandıran ve bunu fütursuzca kullanan rekabetçi neoliberal kapitalist politikalar ve onların yandaşları sorumludur. Temelde ekosistemin temel yasası olan “enerjinin ve yoğunlaşmış enerjiden oluşan maddenin sakımı yasası gibi temel değişmezlerin ilkesi "hiç bir şey yoktan var olmaz, var olan da yok olamaz" gerçeğidir Ancak doğadan öğrendiklerimiz ile doğanın korunması ve geliştirilmesi konusuna katkı sağlayabiliriz. Ayrıca doğanın yasalarını bilmek doğaya uygun yaşamayı da gerektirir; örneğin, iklim değişikliklerine karşı önerdiğimiz uygulamalar doğanın korunmasına da doğrudan katkıda bulunacaktır. Sonuç olarak doğal işleyişi veya ekosistemin varlığını bütünlüklü kavramak için başlatılan insan aktiviteleri doğa üzerinde beklenenden çok daha fazla tahribat yaratmıştır. İnsanlığın son birkaç yüzyıllık sanayi devrimi ve iletişim çağında doğaya müdahalesi daha da artmış ve bugün SOS verir duruma gelmiştir. Gidişat Prof. Dr. Ali Demirsoy hocanın ifadesi ile “sona yaklaşmıştır”. Dünyanın içine düştüğü bu durum bir doğal sarmalın sonucu değilse artık geri dönülemez bir süreçteyiz ve çok fazla zamanda kalmamıştır görülüyor. Doğanın karbon döngüsüne uygun yapıya uygun yeni mekanizmalar ve yöntemler bulmak zorundayız.  Yapılacak şey biline bilgi ışığında enerji üretiminde kullanılan fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynak kullanımına yöneltilmeli. Atmosfere karbondioksit salımı başta olmak üzere, insan aktivitesi sonucu doğaya ve iklime zarar veren her faaliyetten radikal bir biçimde vazgeçilmelidir. Pandemide iki hafta dünyada sokağa çıkma yasağı sağlandığı sürede bir çok yerde atmosfere salınan sera gazlarının azaldığı, çevrenin daha az kirlendiği ve kentlerin içlerine kuşların ve diğer doğal canlıların geldiği belirtildi. Kısa süreli yaşanmış bu tecrübe ne yapacağımızın göstergesi oldu!

  • "UTANGAÇ ŞENLİK"

    SERGİ * Ali İsmail Türemen (1942-2020) * "Utangaç Şenlik" Resim Sergisi / 24 Mayıs - 30 Haziran / GALERİ SELVİN ARNAVUTKÖY * Ülkemizin değerli resim, gravür ve heykel sanatçılarından Ali İsmail Türemen, İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda öğrenim görmüş ve 1968'de mezun olmuştur, Günümüzde EAÜ Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksekokulu Seramik Bölümü'nde yüzeysel tasarım, MÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Görüntü ve Sahne Sanatları Bölümü'nde de temel sanat eğitimi dersleri vermiştir, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi kurucu hocalardındandır. Yapıtlarında ilk kez 1970'lerin ortasında beliren "mavi figür", 1970'lerin sonuna doğru vazgeçilmez bir öge durumuna gelmiştir. Türemen, figürü temel aldığı yapıtlarında iri, erkeksi bedenleri mavinin çeşitli tonlarıyla hacimlendirilmiş, ayrıca bu bedenleri neredeyse delip geçen renkli ya da yaldızlı grafik çizgilerden yararlanmıştır. Türemen, eserlerindeki mavinin sınırsızlığını anlatırken, “Mavi benim için özgürlük ve bilgeliktir. Hayatın her yerindedir, deniz deseniz bulutlar, bulut deseniz toprak, toprak deseniz o koca çayırlar küser. Mavi sınırlandırılamaz. Hem de çok doğurgandır, beni sevgiyle ileri taşır. Her renk taşımaz, sarıya ne yapsanız taşımaz” diyor. Sanat; hayatı nasıl kavramamız gerektiğini, özgürlük hissini, bazı tutkuların dışa vurulmasını, içimizdeki çatışmaların dile gelmesini kısacası yaşamı en iyi ve en anlamlı bir şekilde duyumsamamızı sağlar. Resim tarihine baktığımızda insan anatomisi sanatçıların daima vazgeçilmezidir. Eski Yunan'da tanrıların anatomik güzellikleri, ölçüleri çağlar boyu model oluşturmuştur. Çıplaklıkla nü arasındaki farka değinmek önemli. Kenneth Clark'a göre "çıplaklık giysisiz kalmaktır, nü ise çıplaklığın sanatsal ifade biçimidir." Sanatçımız Ali İsmail Türemen'in "Sözcük Sıralamaları" diye söz ettiği şiirlerinin yanı sıra 1960-1990 dönemi nü resimlerinin bir bölümünü sizlerle paylaşarak onun sevgiyle bakan güzel yüreğini, duygu yüklü eserlerini sergilerken doğmuş olduğu Mayıs ayında özlemle anıyoruz. Ali İsmail Türemen'in "Utangaç Şenlik" isimli  sergisini  24 Mayıs - 30 Haziran tarihleri arasında Arnavutköy Galeri Selvin'de izleyebilirsiniz. GALERİ SELVİN Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş İstanbul Tel: 212.263 74 81 www.galeriselvin.com Galerilerimiz Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır. Galeri Selvin Arnavutköy Deresi Sokak No: 3 34345 Arnavutköy, Beşiktaş İstanbul 0 212 263 74 81

  • İstanbul Gezgininden Varuna Gezginine

    Nurten B. AKSOY * Günlerdir mart havasına öykünen soğuk, karanlık ve yağışlı hava Hıdırelleze yakışır biçimde nihayet güneşin yüzünü göstermesiyle bahar havasına dönüşüverdi. Sabah Antalya’dan görevli olarak İstanbul’a gelen oğlumun telefonuyla Galatasaray’da buluşup 1-2 saatliğine hasret gidermeye karar verdik. Sırtımı ürperten bir rüzgarın ve denizde batıp çıkarak bindiğim vapurla yarış eden yunusların eşliğinde Karaköy’e geldim. Karaköy’den Tünel’e çıkmak için bindiğim üç dört dakika süren ve yüz elli yıldır İstanbullulara hizmet eden feniküler yolculuğunda aklıma geçtiğimiz ay yaşanan, 5-10 yıllık teleferiklerin bozulup insanlara korkulu saatler yaşattığı geldi. Neyse Emir beyciğimle buluştuk, Tünel’den Taksim’e doğru İstiklal caddesinden yürümeye karar verdik. Çoğunluğunu Doğulu turistlerin oluşturduğu yoğun bir kalabalığı yararak, yürümeye çalıştık nostaljik tramvayın kampana sesleri arasında. Caddeye girdiğimizde ilk gözüme çarpan çirkin bir pembe badana ile boyanmış, çeşitli kafelerce işgal edilmiş Narmanlı Hanı takıldı gözüme ve içim cız etti. Bir zamanlar bahçesindeki onlarca kediden dolayı "Kedili han" da denilen, ama son yıllarda bir restorasyon faciası neticesinde kimliğini tamamen yitirmiş pembe bina. Daha önce gittiğimde kapısındaki levhadan burasının 1845 yılına kadar Rus elçiliği olarak kullanıldığını, Ahmet Hamdi Tanpınar 1944-1951 yılları arasında burada yaşamış ve eserlerini yazmış olduğunu, ondan başka Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ressam Aliye Berger'in de burada yaşadıklarını okumuştum. Oysa şimdilerde o kafelerin tabelaları arasında bu tarih silinmiş ya da görünmez olmuştu. Bu arada karnımızın acıktığını fark edince, bir şeyler yemek için Emir beyciğim beni ilginç bir yere götüreceğini söyledi. İstiklal Caddesinden Karaköy'e inen dik bir yokuş olan Kumbaracı yokuşunun başındaki eski binanın önüne geldik. Dik ve kasvetli bir merdiveni tırmanırken karşıma çıkan levha beni durdurdu ve bir anda o kasvetli atmosfer aydınlandı. Levhada aynen şöyle yazıyordu. "VARUNA GEZGİNİN HİKAYESİ Eskişehir'de Matematik Öğretmenliği yapan Murat Fıçıcı'nın bir hayali vardı. Bir kafe açmak ve buradan sağladığı gelir ile Türk gençlerinin dünyayı keşfetmelerini sağlamak. Genç öğretmen 2003 yılında maaşından biriktirdiği 9.500t sermaye ile hayalindeki kafenin tadilatına başladı. Dünyayı gezdikçe özgüveni artan Hoca ve Öğrencileri gördükleri yemekleri, içecekleri, kültürleri, dekorları kafelerine taşıdılar. Bugün Türkiye'nin birçok şehrinde şubeler açan Varuna Gezgin, binlerce gencin dünyayı görmelerini sağlamanın gururu ile yoluna devam ediyor. Umarız sizlerin kafe, bizim okul dediğimiz bu oluşumun yetiştirdiği gençler ülkemizin geleceğine fayda sağlar." O dik merdivenleri içime yayılan bir mutlulukla tırmanıp kafe kısmına geldik. Burası bir kafeden daha çok bir müzeye ve kütüphaneye benziyordu. Masaların arasındaki raflar kitaplarla, vitrinler ise çeşitli klasik oyuncuk ve objelerle doluydu. Tavanlar ise şişelerle ve Dünya ülkelerinin bayraklarıyla dekore edilmişti. Çalışan gençler son derece kibar, güleryüzlü üniversite öğrencileriydi. Böyle bir ortamda bulunmanın verdiği mutlulukla yemeklerimizi yiyip ayrıldık bu güzel yerden. Emir'le Taksim'e kadar yürüdük, ayrılmadan önce kimliğini yitirmiş bu semtin yerinden edilmiş eski mekanlarından İnci pastanesine uğrayıp çayımızı içtik ve vedalaştık. O toplantısına katılmak için Levent'e doğru, bense çok dik bir yokuştan inerek Cihangir'e doğru yola koyulduk. İstiklal Caddesinin o boğucu kalabalığından sonra ara sokakların sessizliği hoşuma gitti. Beyoğlu Belediyesinin çok eski, tarihi bir binanın bahçesini oranın doğal yapısını bozmadan çay bahçesine çevirdiğini görmek güzeldi. Çay bahçesini biraz geçince büyük bir sahaf çarptı gözüme. Şöyle bir vitrinine baktığımda A. H. Tanpınar'ın HUZUR, romanıyla Peyami Safa'nın Cingöz Recai romanlarından ve şu anda adını hatırlayamadığım bazı kitapların ilk baskılarını gördüm. Heyecanlandım, keşke alabilsem bu kitapları diye düşündüm, sonra kendime; "sen bir garip emeklisin, senin neyine antika kitap almak" deyip hüzünle yoluma devam ettim. Tophaneye geldiğimde Karaköy'e sahilden yürümek istedim ama sahile ulaşamadım. Çünkü halka ait olması gereken sahil yolu Kapitalizmin yaldızlı mekanlarından Galataport denilen yapılaşma ile halka kapatılmış, arka yol ise birer garabet sembolü olan koca otellerle doldurulmuştu. Lahavle çekerek Karaköy'ün arka sokaklarına daldım. Bir zamanların korkarak geçtiğim o izbe harabeler ışıl ışıl sokaklara dönmüştü, rengârenk ışıklı dükkanlar, pastaneler, kafeler tıklım tıklım doluydu. Masalardan birinde ise güzel bir kedicik satranç oynayacak arkadaşını bekliyordu. Denize kavuşmak için girdiğim son sokak şemsiyelerle süslenmişti. Yine gördüğüm ışıklar ve çiçeklerle donanmış çok eski, taş bir bina ilgimi çekti. Kapının önündeki genç garsonlara buranın ne olduğunu sorduğumda meyhane olduğunu söylediler. Yok dedim, eskiden neymiş burası? Çocuklar mahcup gülümseyerek eskiden buraya 'atların bağlandığını' yani 'ahır' olduğunu söylediler. Hey Allahım sen nelere kadirsin, bir zamanlar atların arpa yediği yerde, şimdi kulların üste para vererek arpa suyu içiyorlar. Saat hayli ilerlemiş, hava da serinlemişti. Oğlumla geçirdiğim bu güzel günün sonunda biraz mutlu biraz buruk Kadıköy vapuruna binip evime geldim. Uzun bir aradan sonra yeni bir gezi yazısı da böyle ortaya çıktı. Not: Varuna Gezgini Murat Fıçıcı hakkında daha geniş bilgi almak isterseniz linke tıklayınız. https://www.eskisehir.net/dunyayi-gezen-kafe-eskisehirden-yola-cikti

  • Maden İşçileri

    “Kararan gönüllere kara düştü bin kere. Güzel güzel öldüler çakılarak yerlere!” * Bizler maden işçisiyiz Çalışırız yerin altında Üç vardiya yirmi dört saat Karadır kömür Ellerimiz gibi Hayatımız gibi Ölüm bizim kardeşimiz Göçüklerde kalırız Birer birer değil Onar onar, yüzer yüzer Kara elmas çıkartırız Ama donarız soğuktan Çocuklarımızı Vücutlarıyla ısıtır Kadınlarımız Ölüm yakamızda Açlık da öyle Patron tepemizde Dipçik de öyle Gün gele, gün gele Bineceğiz tepelerine Elbet madenlere de Doğacak güneş Mehmet Akif Han Soma Faciası, 13 Mayıs 2014'te Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlan madencilik kazasıdır. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçmiştir. Soma Holding şirketlerinden Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında, patlamaya elektrikli ekipmanların sebep olduğundan şüphelenilmiştir. Yangın, vardiya değişimi sırasında meydana gelmiş ve 787 işçi patlama sırasında yer altında kalmıştı. 17 Mayıs 2014'te, bu faciada toplamda 301 kişinin hayatını kaybettiği ve içeride kimsenin kalmaması sebebiyle kurtarma çalışmalarının sona erdiği açıklanmıştı... Bu kazada ve diğerlerinde hayatını yitiren tüm madencileri rahmet ve saygıyla anıyoruz...

  • 70. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Kazanan Belli Oldu

    ER 0 der “Sait Faik Hikâye Armağanı” sahibini buldu. Bu yıl 70’incisi düzenlenen yarışmada, Barlas Özarıkça’nın “Hay” adlı kitabı ödüle layık görüldü… Kitaplarının telif haklarını ve mal varlığını Darüşşafaka’ya bağışlayarak annesi ve/veya babası hayatta olmayan, maddi olanakları yetersiz çocukların eğitimine destek veren, Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından Sait Faik Abasıyanık’ın anısına 1964 yılından bu yana düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı’nın 70’incisinin sahibi Barlas Özarıkça oldu. Doğan Hızlan’ın başkanlığını üstlendiği, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Prof. Dr. Jale Parla, Beşir Özmen (Darüşşafaka Cemiyeti Temsilcisi), Metin Celal ve Jale Özata Dirlikyapan’dan oluşan Seçici Kurul, 70. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı; gerçeklik ile düş arasında güçlü ve inandırıcı bağlar kuran, edebiyatın özünde saklı büyüyü ortaya koyarken zaman ve mekânı aşmaya çağıran, içten anlatımı ve rahat söyleyişiyle dikkati çeken öyküleriyle Barlas Özarıkça’nın Metinlerarası Kitap etiketiyle yayımlanan Hay adlı kitabına vermeyi kararlaştırdı. Sait Faik Hikâye Armağanı 1955’te yazarın annesi Makbule Abasıyanık tarafından kurulan Sait Faik Hikâye Armağanı, 1964’ten beri Darüşşafaka Cemiyeti tarafından veriliyor. Sait Faik’in annesi Makbule Abasıyanık’ın vasiyetnamesi doğrultusunda dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşturulan jüri, o yıl içinde yazılmış en iyi hikâye kitabını seçerek “Sait Faik Hikâye Armağanı”nı veriyor. Her yıl yazarın ölüm yıl dönümünde verilen Armağan, 2012’den bu yana Darüşşafaka Cemiyeti ile Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ile iş birliğiyle düzenleniyor.

  • MAYIS, BAŞKA BİR AY

    Yusuf AKSOY * Mayıs ayı, Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinde bir yıl süren dolanmasının on iki de biri değildir.  Doğanın döngüsel yenilenmesinden dolayı yeniden dipdiri ayağa kalktığı bir ay da değildir sadece. Bunlarla birlikte ülkemiz ve dünya genelindeki toplumsal tarih açısından en büyük isyan, ölümler ve zaferlerin de adıdır Mayıs. Yakın dünya tarihi açısından baktığımızda seksen milyondan fazla insanın ölümüne sebep olan ve ipleri sermayenin elinde olan Hitler Faşizmi 8 Mayıs 1945 tarihinde Sovyetler Birliğine yenilmiştir. Bu büyük zafer başta Avrupa halkları olmak üzere tüm dünya halklarının kölelik ve ölümlerden kurtuluşu olmuştur. Özgürlükçü öğrenci hareketi olarak başlayıp daha sonra işçi kesiminin de desteğini alarak büyük fabrika işgallerine, direnişlere ve genel grevlere yol açan 68 Hareketi de Mayıs 1968 de başlamıştır. Beslendiği bir geçmişi olan ancak aynı zamanda 68 Gençlik Hareketinden de etkilenerek büyüyen Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi liderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haksız iddialarla 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilerek öldürüldü. Mayıs ayında arkalarında destanlaşan, ölümsüz ve izi sürülecek bir tarih bırakmışlardır. Mayıs, tarihin kanlı sayfalarında silinmeyecek başka ölümlere de tanıklık etmiştir. 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarında 1977’de Taksim’de, 1 Mayıs 1989’da Şişhane’de ve 1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de 41 işçi öldürülmüştür. İşçi sınıfı şehitlerini her yıl aynı tarihte, öldürüldükleri yerde anmaktadır. Ölümlü Mayıslar Madenlerde hayati derecede önemli olan yapı güvenliği ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmaması nedeniyle ülkemiz maden işçi ölümleriyle dünya sıralamasının en üstlerindedir. İşçi hayatını yok sayan bu durum içimizi acıtmakta ve madenci ailelerini patlamaya hazır öfkelere doldurmaktadır. 13 Mayıs 2014’de Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madenci yeraltında diri diri yanarak ölmüştür. Soma maden faciası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçmiştir. Facianın gerçek suçluları henüz hak ettikleri cezaları almamıştır. Hayatını kaybeden işçilerin aileleri ve toplum vicdanı adaletin tecelli etmesini beklemekteler. Ve Öğretmen Öldürüldü Özellikle son yıllara hayatımızın her alanında akıl almaz bir şiddet sarmalı ile karşı karşıyayız. Evde, işte, trafikte, kentlerin orta yerlerinde, kırsalda öldürücü de olabilen, mobing tanımını kat be kat aşan, şiddet olayları sadece yurttaşları değil sokak hayvanlarını da hedef almaktadır. Kadın cinayetleri hız kesmezken, kimseye bir zararı olmayan sokak hayvanları sokaklarda ve sözde barınak denen zulüm ve işkence mekânlarında (Konya Barınağında görüldüğü gibi) hepimizin gözü önünde kötü muameleye uğramakta ve öldürülmektedir. Suç işleyenin yaptığının yanında kalıyor olması suçu teşvik ediyor adeta. Böyle olunca da evimizin önü dâhil hiçbir yerde can güvenliğimizden toplum olarak emin olamıyoruz. Bunun en acı örneğini bir okulda yaşadık. 7 Mayıs’ta İstanbul’un Eyüpsultan ilçesinde bir özel okulda müdür olarak görev yapan İbrahim Oktugan adlı bir öğretmen öğrencisi tarafından silahla vurularak öldürüldü. Tekrarlanan disiplin suçları nedeniyle okuldan atılan öğrenci, evinden getirdiği silahla okula geliyor ve okul müdürüne ateş ederek öldürüyor. 40 yıl Milli eğitim Bakanlığında öğretmen olarak görev yapmış olan İbrahim öğretmenimiz, 74 yaşına rağmen bir özel okulda yıllarını verdiği işini yapmaya devam ediyordu. Çocuktan bir katil türeten koşullar nedir? Sorumlular topluma bunun açıklamasını yapmak zorundadır. İbrahim öğrtemenin meslektaşları 81 ilde öğretmene yapılan ölümlü saldırıyı ve güvensiz çalışma koşullarını iş bırakıp, meydanlara çıkarak protesto ettiler. Yukarıda dediğimiz gibi güvenlik sorunu her yerde öldürmeye başladı. Bu sorunların nasıl aşılacağı, canlı yaşamının nasıl korunacağı meselesi başka bir yazının konusu olabilir. Ancak öncelikle sorunu ve affedilmez zafiyetleri görmek, kabul etmek ve çözme iradesini somut olarak göstermek gerekiyor. Gerisi liyakatli çevrelerle çözüme kavuşturulacak konulardır. ‘Öğretmenini öldüren bir çocuk vakıası’ hafızalardan hemen silinip unutulacak bir vaka değildir. Durum çok ciddidir. Şiddet ve güvende olmama yediden yetmişe toplumun sinir uçlarına dokunmaktadır. Toplumun tümünü ikna edecek düzeyde adaleti ve güveni acilen tesis etmek yaşamsal bir görev ve aciliyettir. Mayıs ayı, umudun ve yaşam sevincinin ayı olmalı sadece …

  • Çocuk ve Edebiyatına Özen

    Taştan ÇIRALAR * Yazın ve okur konusunda öyle dertliyim ki… Bir çözüm yolu ve anlatacaklarıma nereden başlasam diye düş kurup veri toplamak için internette geziniyordum. Rastladığım yakınmalar ve çekilen sıkıntılar karşısında duyarsız kalmak olanaksız. “Derdim çoktur hangisine yanayım” söz dizini usuma oturup, başka tüm yolları kesti. Bu ve benzeri sözlerden oluşan bir koronun feryatları çınlar oldu kulaklarımda. Değişik ifadelerle yüreklerinden taşan, duygularında dile gelen anlatımlarla bizden önceki düşünür ve sanatçılar başkasına söz bırakmamış olsalar da kendimi zorunlu sayıp bir sentez de benden demek geldi içimden. Yukarıda tırnak içinde gösterdiğim deyişin sahibi dost yürekli Pir Sultan Abdal’dır. Söz ve deyişleriyle zamanın yöneticilerine eleştirel yüklendiği için kendisine iyi gözle bakılmamış. İçten içe kin dolu, gizli düşlerini gerçekleştirmek için sudan nedenler ararlarmış. Sinsice bir aşağılamayla, ondan isteyeceklerinin tersini yapacağını bilerek; “İçinde ‘Şah’ sözü geçmeyen bir deyiş söyle, seninle olan düşmanlıklara son verilsin.” diyerek, bağışlayacaklarına söz verirler. Görünürde Pir Sultan için, bir kurtuluş şansıdır bu. Böyle bir pazarlıkla, bir tür ölümünün kendisine onaylattırılmasıdır da aynı zamanda. O, oynanan oyunun nereye varacağını sezinlediği halde, yüreğinin sesini dinleyerek kendisi olmak gereğini duyar. Altı dörtlükten oluşan, her dörtlüğünde “Şah” sözcüğü geçen, “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” deyişini yüzlerine haykırarak intihar edercesine ölümle sonuçlanacak yolu seçer. Onlar düşüncelerinden ödün vermeyip, zamanın her tür kısıtlayıcı, baskıcı gücüne direnen olması gereken davranışla aydınlanma yolunu seçmişler. Mustafa Kemal ise kimsenin beklemediği bir direnişle Ulusal Kurtuluş için: “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediğinde, bu emre gözü kapalı atlamayı yeğleyen ve kurtuluşa kanlarıyla imzalarını atan o insanların torunları olan bizlere neler oldu? Neden bu denli yararımıza olacak çağcıl bilinç kazandıran, okumaya uzak duruyoruz.? Her vatandaşın kesin bilmesi gereken konularda uzatılan mikrofonlara verilen yanıtları utanarak izliyoruz. Bu denli içi boş, doğru ya da yanlışlığı düşünülmeden, sanki biliyormuşçasına bir edayla verilen yanıtlar, dinleyenlerin yüzlerini kızartıyor. Uluslar arası karşılaştırmalarda günden güne geri kalmakta olduğumuz verilerle ortada. Bu anlamda hangi istatistik sonucunda o ülkeler arasında yerimizi görmek istiyorsak, araştırılan sayının yarısından sonraki sıralarda aramalıyız kendimizi. Bu olgular rastlantı olamaz kesinlikle. Elimizi şakağımıza koyup düşündüğümüzde, gerçeklerle söylemlerin taban tabana zıtlığı ve bulunduğumuz düzey saygınlığımızı zedelemiyor mu? Görünür biçimde Peygamberimize hakaretten tutun da ordumuzun başına çuval geçirilmesine dek apaçık saldırılara uğradık. Otuz yılı aşkın zamandır gücümüzün kırılması için suni iç sorunlar yaratıldı. Bu yangının her fırsatta daha geniş alanda harlamasına çaba harcadılar. En sonunda, Türk kimliğindeki bütünlüğümüz tartışılır oldu! Bu oyunu anlayamayan bilgisizlik, aydınlanmadan uzak duruş, duyulmadık söylem ve devinimlere getirdi bazılarını! Değil kendine, bir bu kadardan daha fazla nüfusu besleyecek doğal zenginliğe sahip bir tarım ülkesi olmamıza karşın, en temel gereksinimlerden et ve ekmeğe muhtaç duruma getirildik. Yani, en bol olması gereken ürünlerdeki yetersizlik, dış alımlarla karşılanır oldu. Bu bize yakışır mı? ‘Taşıma su ile değirmen döner mi?’ İnançlarımızın yaşanıp yaşanamadığı gerekçesiyle yüksek sesli tartışmaların ardı arkası kesilmiyor, et kesim iş kolunda çalışanlar; “Görevlerini İslami kurallara göre uyarlasınlar.” yaygaraları kopartırlarken; bir başka din mensuplarının hazırladığı etler hangi mantıkla ithal edilerek halkına yedirilmekte? Günlük basın ve yayının da izlenmediği ortada. Ortak yarar ya da zararımızın umursanmadığı bir anlayışla; “Gemisini kurtaran kaptan.” herkes! Ne okuyor, ne de dinliyor, üstelik de isteksiz, uyuşuk ve şaşkın. Kendisini ilgilendirmeyen ne olursa olsun, onun için sorun değil. Sonuçta, çoğunluğun gerçeklerden uzak bir dünyada yaşarcasına olup bitenden salıksız, büyüyen sıkıntılar yaşanılıyor. Bu duruma düşmenin karanlığı içinde kalmak, okuma ve bilgilenmeye uzak duruştan başka ne olabilir? Dünyaya damgasını vuran ulusların sözlerini dinletir olmalarının altında yatan gerçek, güçlü olmaları. Bu baş eğmezliğin dayanağıysa us ve teknoloji... Bunun adı, ‘Mühür kimdeyse onun Süleymanlığı… Birkaç gün önce yayınlanan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu otuz beş ülkenin kalkınmışlık sıralamasında, sondan ikincilik gelmişti bize. Millet olarak kitap ve yazından uzak duruşumuz sürdüğü sürece, yerimizde sayacağımız bir gerçek. Onların çalışıp kalkınmaları sonucu gitgide daha da sonlara düşeceğimiz kaçınılmazdır. Okuma alışkanlığı olmayan bir toplumda kaç kişi bu gerçeklerden haberdardır dersiniz? Gelişmiş ülkelerin okuma ortalamalarına baktığımızda; Onlarda yılda kişi başına düşen okuma ortalamaları kitap olarak: Japonya’da 25, İsviçre’de 10, Fransa’da 7 kitap. Bir Türk’ün okuduğu kitapsa; on yılda bir tane!... Japonyalının % 14’ü, Amerikalının %12’si, İngiltere ve Fransalının %21’i, düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca on binde bir kişi kitap okuyor. Bu da seksen milyona yaklaşan nüfusumuz içinde yetmiş bin kişinin düzenli okuma alışkanlığı kazanmış olduğu anlamına gelmekte. Böyle bir toplum oluşumuzla neyi ne derece yorumlayıp doğruya yönelmiş oluruz? On sekiz Ocak 2011 Salı gününün sabaha yakın saat dördü. Ben bu yazının hazırlığı içindeyim. Çıkardığımız “Olimpos-Bursa” adlı dergimizde yayınlanacak. İçimden; iyi, güzel de; kaç kişi bu ve bunun gibi yüreğini ortaya koymayı görev edinmiş insanların emeklerine gereken ilgiyi gösterecek demeden edemiyorum. Bu yola baş koyan insanların ürettiği yapıtlar yeterince ilgi görüp algılansaydı, televizyon programcısı Osman Terkan’ın karşısında böyle gülünç durumlara düşülmezdi. Bin bir emekle bir yapıt yaratmak birine göre bu bir sevda, diğerine göre ahmaklık. Sen değil gününü, geceni dahi bu çabayla geçir, kimsenin gözünde bir şey başarmış sayılmıyorsun. Arkadaş bildiğine gidip bir istekte bulunuyorsun. O da aradığını peri padişahının bahçesinde bulabileceğini söylüyor sana. Sonra başlıyor, ‘Kafdağı’nın’ ardında sağa ayrılan yol girişinin sağındaki gül bahçesindedir senin aradığın diyerek yol gösteriyor. Aramaktan tabanlarının şiştiği yorgun bir anını fırsat bilip, ortadan sır oluyor! Bu kültürü nasıl edindik? Hani, ‘Bir elin nesi, iki elin sesi vardı.’ “Komşunun karnı ağrıdığında senin de karnına el koyman öğütleniyordu… İlim Çin’de bile olsa git al.” diyorlardı değil mi? Çıkarların yaklaştırdığı birlikteliğin yapılanma kargaşası suları bulandırınca, bu ortamda balık avcılığına sırayı getiriyor vurguncular. Kurulan yakınlıklara uygun girişimler tamamlanmış, demokrasi zafer kazanmıştır artık! Bu kafanın emrine uyan ayaklar, gövdeyi taşımıştır uyku odasına. Başta inanç ve soy sop tartışmaları bir yana bırakılarak, Kurtuluş Savaşı’yla yoktan var oluşumuz temel alınmalı. Atatürk döneminde nasıl bir ülke konumuna gelmişiz, O’nu yitirdikten sonra geçen zamanda neler yaşamışız? Bu süreci düzgün bir mantık süzgecinden geçirmek gerek. Siyasiler yurt ve insana hizmet anlayışıyla yarışır olmalılar birbirleriyle. Gerek siyasilerin bilgi ve deneyim doluluğu, gerekse doğru tercih ve uygun seçimlerde bulunmakla, vatandaşlık görevini kusursuz yapmış olmakla koşuttur bu özlenenler. Vermesini ve almasını bilen kazanımların zamanın değer yargılarıyla barışıklığı taşır insanı istenen yere. “Eğitimin temeli ana rahminde çocuk bir aylıkken başlar.” diyen Psikiyatri Dr.’u Müjen İlnem, içinde bulunduğu otuzu aşan arkadaşıyla çalışma içindeler. Çocuk edinmeyi; “İsteyerek, planlayarak karar verin ve hamile kalın.” demekle, henüz anne rahmine düşen cenin; “Aklınızdan geçen düşüncelerinizden haberdardır” demek istiyor Sayın İlnem. Birçok deney ve sonuçlar üzerinde titiz çalışmalardan sonra, hamilelikte ilk dokuz haftadan sonra başlatılan eğitime: “Ana rahmi dershanesi” adını vererek alınan eğitimin önemi anlatılıyor. Böyle bir eğitime katılanlarla katılmayanlar arasında altı aylık zekâ farkı oluştuğu, doğum sonrası görülüyor. diyor Müjen İlnem. Doğum öncesi eğitimin bu denli farklı birey yetiştirmede etken olduğu hesaba katılırsa, okulöncesi ve öğrenciliğindeki çocuk eğitimine verilecek önem biraz daha net anlaşılmış olur. Biz bu konuda yeterli duyarlılık gösterebilmiş miyiz? Genel anlayışı bir güzel sorgulayarak; “Güzel, varsıl, mutlu bir gelecek kimin için ve kimlerle kurulabilir” sorusunu kendimize sorduğumuzda, yanıtımız: “Çocuklar için ve çocuklarla” diye yanıtlayabiliyorsak, bu bir ilk ve doğru adımdır. Ama her şey değildir. Sokrates (M.Ö 469- 399) “Kendini bil. Sorgulanmamış, eleştirilmemiş bir yaşam yaşanmaya değmez.” demiştir. Protagoras ( M.Ö. 480- 410) “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyerek, kendi düşüncelerini Sokrates’in fikirleriyle harmanlayıp, ortak bir bütünlük koymuştur ortaya. Jon Locke’a; ( 1632- 1701) “Her insan dünyaya ‘Boş Levha’ olarak gelir. İç ve dış deneyleriyle dolarak bilgiye ulaşır.” der. Çocuk kendini ifade etmeye başladığında çevresini sorgulamaya başlar. Bu bitmez tükenmez ilgi ve soruları büyükleri yıldırmamalı. Çocuğumuzun fazla soru sormasıyla övünür olmalıyız. Soru sormada isteksiz davranan çocuklar, bir psikoloğa gösterilmeli. Milattan Önce dördüncü yüz yıldan günümüze seslenen öğretmenlerin öğretmeni Sokrates; Sorup sorgulayan gençlerin varlığıyla; insan sevgisi- bilgi sevgisi- yaşam sevgisi sacayağına oturtarak görmek ister yaşamı. 21. yüzyılda Sokrates’in düşün yolculuğuna katılarak, gençlerden önce çocuklardan başlatmalıyız felsefeyi ki, her bakımdan sağlıklı kuşaklar oluşturabilelim. Montaigne’in dediği gibi; “Felsefeyi çocuklar için ulaşılmaz, asık yüzlü ve belalı göstermek, büyük bir hatadır.” Bu sözün içeriğini özümsemek ve gereğinin yerine getirilmesiyle geleceğe umutla bakmayı hak etmiş bir toplum düzeyine gelinebilir. Kendime özgü yaşam deneyimim ve üç Usta’dan üç sözle yazımı bitiriyorum. Bana yaşamını üç bölümde; 1- Çocukluk, 2- Gençlik, 3- Altmışlı yaşından sonrasını anlat deseler: Anlatacaklarımın en çoğunu çocukluğum oluşturur. Bu da gösteriyor ki, insanın yaşamına yön veren, çocukluğunda kazandığı birikimlerdir. Ustaların da dediği gibi; “Annem de ebe, ben de. O çocuk, ben düşünce doğurturum.” Sokrates. “Çocuk kitabı yazarının özür dileme hakkı yoktur.” Muzaffer İzgü. “Çocuklar için yazmakla, büyükler için yazmak aynı şeydir ama çocuklar için yazarken daha dikkatli, daha güzel yazılmaya çalışılmalı.” Jan Yolen.

bottom of page