top of page

Arama Sonucu

"" için 3680 öge bulundu

  • ANDIKLARIMIZ

    maviADA YAZARLARININ andığı önemli şahsiyetler, şair ve yazarlar üzerine çalışmaların yer aldığı ARŞİV bölümüdür.

  • ETKİNLİKLER

    maviADA YAZAR ve ÜYELERİNİN yapmış olduğu önemli etkinlikler burada yer alır.

  • SÖYLEŞİLER

    YAPILAN SÖYLEŞİLERİN YER ALDIĞI ARŞİV BÖLÜMÜDÜR

  • Arşiv

    Uğrayacağınız ARŞİV bölümü, gerçekte maviADA'nın 2002'den bu yana geçmişi, saklı hazinesi, gömüleri demek. O nedenle de resmi hazine sandığı ... Yüzlerce insanın alınteri, göznuru, emeği... Binlerce yazı, binlerce sayfa... Değerini bilen için gerçekten eşsiz bir hazine... YAKIN DÖNEM EDEBİYAT TARİHİ Katogorilerde yer alanları başlıklarla görünür biçime getiren İÇİNDEKİLER, daha geniş kapsamlı SONYAZILAR, ilgilendiğiniz alanı da içerdiğine emin olduğumuz ETİKETLER, maviADA'ya yazanların bir bölümünü içeren ADALILAR, dersinize, yazınıza, ilginize, merakınıza... doyurucu bir kaynak olarak da kullanabileceğiniz muhteşem içerikli DOSYALAR, SÖYLEŞİLER ETKİNLİKLER ANDIKLARIMIZ BASILI DERGİLER ARŞİV başlığı altında burada yer alıyor... Hiç karşılıksız sizin için... Kullanırken kaynak gösterin yeter, hele dönüp de beğeni koyup bir de teşekkür ederseniz borçluluk duyarız bile...

  • DOSYALAR

    maviADA Dergisinde geniş bir katılımla, titiz çalışmalarla gerçekleştirilen soruşturma konuları; DOSYALAR... Bir çoğunu buradA okuyabilir, görebilir, kaynak göstererek kendi çalışmalarınızda kullanabilirsiniz

  • Adem'in Yaratılışı

    Michelangelo | Tanrı'nın Eli / ÜNLÜ YAPITLAR * Michelangelo Buonarroti I Adem’in Yaratılışı Tarih: 1512 Boyut: 280 x 570 cm Yer: Cappella Sistina Roma Teknik: Fresk "ADEMİN YARATILIŞI ya da TANRI'NIN ELİ tablosu 500 metrekarelik bir alanda yapılan dokuz büyük resimden biri olan bir tavan resmidir. Rönesans sanatının bütün gösterişli özelliklerini taşıyan ikonik bir eserdir. Ressamı ününü heykeltraş olarak yapmış Michelangelo'dur. 6 Mart 1475'te İtalya'da Arezzo yakınlarında Caprese’de doğar. Ailesi, daha sonra Floransa’ya taşınır. Annesi, kendi altı yaşındayken ölen Michelangelo, 13 yaşına geldiğinde Floransa’da Domenico Ghirlandaio’nun yanına öğrenci olarak verilir. Michelangelo, ilk ve en ünlü eseri olan çocuk kral Davud’un heykelini yaparak, heykeldeki yeteneğini kanıtladığında henüz 26 yaşındadır. Beş buçuk metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı eser için genç dâhi, mermer bloğun yanına bir baraka inşa ederek, yardımcısız bir şekilde, çoğu zaman geceli gündüzlü çalışarak Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen Davud’u yaratır. 1505 yılında Papa II. Julius tarafından kendine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistina Şapeli'nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. 3 yıl sonra başlayacağı bu görevi sanatçı, 520 metrekarelik bir alanda yaklaşık dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak bitirir. Ortasında, her biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanıyla ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma öykülerden esinlenerek yapılan resimlerin bulunduğu dokuz pano bulunan freskin yan unsurları da mitolojik figürlerle bezelidir. Son 500 yıldır Hristiyan dünyasının en önemli Şapeli olarak kabul edilen Sistina Şapeli onun en görkemli eseri olarak kabul edilmektedir. Özellikle “Adem'in Yaratılışı” ismindeki sahne batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri kabul edilir. Eski Ahit'te bir öykü vardır. Tanrı, Adem'i yaratır ve ona ruh üfler, Michelangelo, bu öyküyü boya ve alçılarla şapelin tavanına yapacaktır. Tanrının yaşlı ve sakallı, beyaz bir elbise giydiği görülürken, Adem'se çıplaktır. Tanrının sağ kolu ile Adem'in sol kolunun uzanış benzerliği, tanrının insan suretinde kendini yansıttığını akla getiriyor. Parmakların birbirine temas etmemesini ise tanrının Adem'e doğru uzandığı ve Adem'in yaşamı aldığını işaret ediyor. Henüz yaratılmakta olan adem parmağını kaldıramayacak kadar güçsüz, tanrı ise yasam veren, enerji ve güç dolu olarak görünüyor. Tanrının dirseğinde görülen kadın, Gnostikler tarafından genellikle Sophia, Hristiyanlar tarafından da tanrının yaratmayı düşündüğü bir sonraki varlığı yani Havva'yı resmettiği söylenir. Aşağıya uzanan yeşil kurdele ise beşeri hayatı temsil ediyor. Tanrının sağ ve solunda bulunan ve tanrı ile aynı tarafa bakan yüzler teslisi temsil ediyor. Kadının hemen arkasındaki kutsal ruhu, tanrının sol elinin temas ettiği ve yüzünün bakan tarafa ters olduğu ise beşeri hayatı yani Adem'in yeryüzünde yaşayacağını işaret ediyor. Adem'in yaşayacağı acıların temsili olarak nitelendiriliyor. DERLEME KAYNAK: İNTERNET

  • NURULLAH ATAÇ

    "Fuat Köprülü'yü, Mehmet Kaplan'ı öğretmen okulundan , hatta ders kitaplarından bilirdim. Şimdi 50 yıl sonra ne kadar tuhaf geliyor, o zamanlar sağın da entelektüelleri, aydınları vardı demek ki. Ne diyorsunuz siz, görünen bizi olduran, baskın, geleneksel kültür de onların aktardıklarıydı aslında. İlk öğrenci hareketleri başladığında çevremdeki sözüne itibar edilen çok CHP'linin "sallandıracaksın bir kaç tane, bak nasıl adam olurlar," ürperten deyişlerini kulağımın dibinde dün gibi anımsarım. Uzun süren bir iktidarla birlikte güç zehirlenmesine uğramış, durmuş, donmuş, statükocu bir anlayışları vardı ve bu anlayış önce 68 kuşağını, sonrada Ecevit'i yaratacaktı. Düşünebiliyor musunuz? Benden bir kuşak öncesi herkes CHPliydi. Bugün herkesin AKPli olması gibi... Hayat tuhaftır, karşıtlarına ömrünü borçlu olursun bazen. O zamanlar solun böyle adamları çok yoktu ya da olanlara göz açtırmıyorlardı. Nazım'dan, Sabahattin Ali'den bu yana her yerde ve her koşulda farklı bakanlar, aykırı insanlar, vatan haini gösterilip aleyhlerindeki yoğun olumsuz propaganda ile yerilmeleri gelenekselleşmiş, artık itibarları maya tutmaz olmuştu. Ta Yavuz'un Şah İsmail'le kavgasından bu yana kolayımıza geldiğinden mi, meşrebimize uyduğunu gördüğümüzden mi, yoksa insanın kanından mı bilmem, ama benimsediğimiz; bükemediğin eli önce karalayacak, sonra ısıracaksın deyişine uygun davranmış, yerin dibine sokmuştuk var olan anlayışın rakibi ve doğal hasmı solu. Dirilişini kanlı ölümlere borçlu olacağı kimin aklına gelirdi? Deniz Gezmişlerin ve çağdaşı diğer devrimci çocukların canlarını feda ederek Türk soluna ilk kazanımları, inkar edilemeyecek netlikte, şakasız, samimi yurtseverlik yargısı olacaktı. Bu onlar ve arkalarından gidenler için her türlü küçültücü yakıştırmanın tutmayacağı muhteşem bir zırhtı. Oysa onlardan çok önceleri bir eleştirmen aydın safları yara yara hızla yol alıyordu. Herkesin yerden yere çaldığı Orhan Veli'yi ilk arkalayan o olacak ve Garip Şiirine ivme kazandıracak kadar da edebiyatta güç ve nüfuz sahibiydi de. Çünkü öncelikle CHP itibarının şişirdiği bir yelkeni olan ATAÇ'tı o. CHP de hoş bugünkü CHP değil, hatta 60'lı yılların "ortanın solu" bile değil... Atatürk'ün muhteşem zaferi ve kuruluş günlerinin ihtişamlı günleriyle birlikte kazandığı yükselişi hala koruyan, ta 70'li yılların Ecevit'ine kadar itibarı kendinden menkul; Kurtuluş Savaşı gazisi ilerici olduğu sanılan, aslında çürüyen su gibi bir kenarda akışkanlığını yitirmiş, renksiz, kimliksiz ama akmayan kokmayan ama 1950 yıllara değin, ülkenin tek siyasal gücü olmayı başarmış CHP'nin de tuttuğu bir yazardı ATAÇ. Ankara'ya ilk geldiğim yıllarda Türk Dil Kurumu çevresinden de tanıdığım, henüz yazarlıkları tescillenmemiş Emin Özdemir ve Adnan Binyazar gibi eğitimcilerden ilk duymuştum ATAÇ!ı. Aynen sağcıların Mehmet Kaplan'dan söz edişleri gibi biraz da kutsallık katarak anlattıkları ATAÇ'ı belki bu denli siyaset, CHP kokmasından dolayı belki biraz da bundan uzun yıllar sevemedim. Ne var ki sonraki yıllar da CHP'nın evrimini iyice anladığımda CHP'den çok daha ilerde büyük bir dilci, öngörülü bir aydın olduğunu çok düşünecek önyargımdan kurtulup takdir edecektim. " Şenol YAZICI * Nurullah Ataç, 1898'de İstanbul'da dünyaya geldi. 1957'de Ankara'da hayatını kaybeden deneme eleştiri ve çeviri yazarı Nurullah Ataç, Hammer'in Osmanlı Tarihi'ni dilimize çeviren Ata Bey'in oğludur. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Bir süre Edebiyat Fakültesine devam etti. (1922) İlk görevi Nişantaşı lisesinde Fransızca öğretmenliğidir. Ticaret Bakanlığında çalıştı. (1925-26); İstanbul, Ankara ve Adana liselerinde Fransızca, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde Batı Edebiyatı öğretmenliklerinde bulundu. Emekliye ayrılıncaya kadar Cumhurbaşkanlığı çevirmeni olarak çalıştı (1957). 1957 Yılının 17 Mayısında öldü. 1955 yılında gut ve şeker hastalığı ortaya çıkmıştı. Eşinin 1955 yılında ölümünün ardından karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları başladı. 17 Mayıs 1957 yılında İstanbul Numune Hastanesi'nde hayatını kaybetti. YAZDIKLARI Her ne kadar asıl ününü eleştiri ve günceleriyle yapmışsa da şiir ve tiyatro üzerine yazıları da olan ATAÇ, yazı yaşamına tiyatro eleştirisi ile başlamıştır. İlk yazısı 1921’de Dergâh’ta yayımlanan “Türk Tiyatrosunda İlk Göz Ağrısı” adlı tiyatro eleştirisidir. Ataç, tiyatro eleştirisi ile ilgili yazılarını Dergâh ve Akşam dışında Hâkimiyet-i Milliye, Milliyet, Son Posta, Haber-Akşam Postası, Ulus, Son Havadis gazetelerinde ve Hayat, Darülbedayi (Türk Tiyatrosu), Yeni Adam, Ülkü dergilerinde yayımlamıştır. Bu gazete ve dergilerde 1921-1957 yılları arasında tiyatro hakkında yaklaşık 125 yazısı bulunmaktadır ve bu yazıları kitaplarına girmemiştir. Türk Dil Kurumu yayın kurulu başkanlığı da yapan ATAÇ, ilk şiirlerini de yine Dergah'ta yayınlanmıştır. Melâl Perisi* Nurullah Ataç Bağrıma bir gece çöktü ağlama, Bir garip hayâlet girdi rüyâma, Dedi: “Sen âşıksın artık akşama: Çünkü ben gönlüne keder getirdim. “Duyurmadan geçer sevginin günü, Neşe bu cihânın dönmez sürgünü,, Al armağanımı ve yar göğsünü:, Yarası kapanmaz hançer getirdim. Beni gördün, artık çıkmam aklından, Titreyerek kaçar sana yaklaşan, Al kanlar fışkırır elini sıksan: Her yanı dikenli güller getirdim. Bahâra erişip düşme emele, Derdini yavaşça geceye söyle, Başını eğip de şarkımı dinle: Hicrân illerinden haber getirdim.” * “Nurullah’ın Dergâh’da neşrettiği şiirler arasında hiç olmazsa bir tanesi vardır ki, -‘Yarası kapanmaz hançer getirdim’ mısrası bulunan şiirden bahsediyorum- devrin hece şiirleri arasında belki en güzellerinden biridir.”(A. H. Tanpınar, “Nurullah Ataç İçin”, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul: M.E.B., 1969, s. 465). ANLAYIŞI Cumhuriyet döneminin başlıca eleştirmenlerinden biri sayılır. Yeni yetişen gençleri sanat uğraşlarında uyarıcı, özendirici yazılarıyla desteklemesi, doğu ve batı edebiyatları hakkındaki derin ve köklü bilgisi, sanatçı kişiliği ile çevresini geniş ölçüde etkileyen Ataç, usta bir deneme yazarıdır. Ele aldığı konuları, her yönüyle tartışan ve en doğru yargıya varmaya çalışan, ama kesin yargıdan sürekli olarak kaçınan yazı dilimizde yeni bir söyleşi uslûbu yaratan yazardır. TÜRKÇEYE BAKIŞI Türk dilinin yabancı sözcüklerden arınması için bilinçli bir savaş verdi. Hayatının son yıllarında aşırı öz Türkçe ile yazdığı yazılarında bile dil zevkinden uzaklaşmadığı, düşünce dokusunu bozmadığı görülür. Eleştirilerinde çoğu kez öznel kalmasına karşın eserler ve yazarlar üzerindeki görüşleri daima ilgiyle izlenip değerlendirildi. Fransızcayı ve Türkçeyi çok iyi bildiği için yaptığı çevirileri de zevkle okunmaktadır. Dil devrimi ve dilde yalınlaşmanın savunucularındandır. Türkçedeki yabancı sözcükleri kullanmamış, dille düşünce arasında dolaysız bir ilişki olduğunu, somut düşünme geleneğinin doğabilmesi için kavramların saydam, hangi kökten geldiklerinin anlaşılır olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu yol da, Ataç'a göre: Latince, Grekçe, Farsça, İngilizce, Arapça gibi yabancı dillerin eğitimini zorunlu kılmakla başarılamayacağına göre, bunlardan alınan sözcüklerin Türkçeleştirilmesinden geçer: Bazı yazılarında arı Türkçe kullandığı için anlaşılmaz olarak eleştirilmiştir. Onu eleştirenler arasında Attilâ İlhan, Halit Fahri Ozansoy gibi isimler vardır.[3] Divan Edebiyatı geleneğini iyi bildiği anlaşılır, kişisel olarak zevk aldığını da belirtir, ancak zamanını doldurmuş bir edebiyat olduğu görüşündedir. Yazı diliyle konuşma dili arasındaki uçurumu kapatma çabasının bir parçası olarak özgün Türkçeyi ve devrik cümleyi kullanmasıyla döneminin yazarlarını da, daha sonraki kuşakları da etkilemiştir. Kaynak: VİKİPEDİ * KISACA: Ataç, Türk edebiyatında izlenimci eleştirinin ilk örneklerini vermiştir.  Dilde yalınlaşma ve tasfiyecilik devriminin savunucularındandır. SON YAZISI: ATAÇ'ı ölümünden beş gün önce 12 Mayıs 1957'de Ulus gazetesinde yayınlanan “Günce” başlıklı son yazısı ile analım. “Usumuzu Beğenmek- Usları satağa (pazara) çıkaranlar, hepimiz gene kendimizinkini beğenir, onu alırmışız, öyle derler. Sanmıyorum bunun doğru olduğunu. Bütün kişiler gibi ben de az çok beğenirim kendimi, çok kimselerinkine değişmem usumu. Ancak bu, kimseninkine değişmem demek değildir. Geçmişte olsun, günümüzde olsun, usça, anlayışça, benden çok üstün kişiler bulunduğunu bilirim. Neden benzemek istemeyeyim, neden imrenmeyeyim onlara? Usları satağa çıkarsalar, Stendhalin’kini neden almayayım? İyi bir soruşturma konusu olur bu: ‘Usları satağa çıkarsalar, kiminkini almak isterdiniz?’ Gelgelelim çok kimseler işi beylik lakırdılara dökerler, öyle olunca da tadı kalmaz. Emin Ali Paşa da deliksiz bir uyku uyuyabilmek için, Kızlar Ağasının usunu istermiş. Öylesi de olur, o da kötü değildir. Yatmak- Bugün üçüncü gündür yatıyorum, üşütmüşüm, sayrılandım, onun için. Çok sıkılıyorum. Oysa ben yatmayı severim, günün uzun bir bölümünü yatakta geçiririm, yazılarımı çoğu yatakta yazarım. Gücün yatmak gerekince, dayanamıyorum, kalkmak, dolaşmak geliyor içimden. Galip’in üyçüğünü söylüyorum kendi kendime: ‘Ab-ı hayat-ı sohbet-i ahbaptan cüda. Mahileriz ki lücce-i deryaya hasretiz.’ Bu üyçüğü andım da usuma geldi: Geçenlerde alığın biri, ‘Siz, aruzla yazılmış şiirleri sevmezsiniz değil mi?’ gibi bir söz söyledi. Söyleyişinden belliydi, o yırları yalnız sevmediğim değil, bilmediğim kanısındaydı. Öz Türkçeden yanayım, öz Türkçe yazıyorum ya, bilemem, sevemem eski dili, divan ozanlarının dilini! Hani Baki’ye, Nefi’ye, Arapça, Farsça tilcikler kullandıkları için çıkışanlar vardır, ben de onlar gibi düşünüp onlar gibi söyleyeceğim… Gençlerimizin çoğu böyle beylik düşüncelerle yetindikleri için alık oluyor. Beylik düşünceler onları alıklığa, alıklık da beylik düşüncelere götürüyor. Son. 11 Mayıs Cumartesi- Sayrılar evine düştüm. Bu kez önemliye benziyor. Öldürür mü, öldürmez mi? Orasını bilemem ya. İstanbul’a gidecektim, sağınlar (hekimler) bırakmıyor. Bir süre yazı yazamayacağız. Ben de yazamayacağım. Kavafoğlu da yazamayacak. Ayrılamaz benim yanımdan. Kim bilir? Ola ki son yazdığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana.” -İNONÜ ve ATAÇ- ESERLERİ: Nurullah Ataç başlıca eserleri: 1. Günlerin Getirdiği (1943-57-67). 2. Karalama Def- teri (1952-62-67). 3. Sözden Söze (1952). 4. Ararken (1954) 5. Diyelim (1954). 6. Söz Arasında (1957). 7. Okuruma Mektuplar (1958). 8. Günce (1960-1971-72). 9. Prospero ile Caliban (1961). Çevirilerinden birkaçı: 1. Epidicus (Plautustan, 1947). 2. Genç Wertherin Istırapları (Goet. he'den 1930). 3. Kızıl ile Kara (Stendhal'den 1. cilt. 1941- 42-46-66-71) 4. Masallar (Aisopos'tan, 1945 1949 66 74) 5. Seçme Yazılar (Lucianos'tan 3 cilt 1944 - 49) 6. İki Yeni Gelinin Hatıraları (Balzac'tan, 1940-44-54- 6670) 7. Tehlikeli Alakalar (De Laclos'dan, 1944-57- 6069) 8. Madame Bovary (Flober'den, 1967) DERLEME: Şenol YAZICI KAYNAK: İNTERNET

  • maviADA KÜNYE

    / NEDİR maviADA, Ne Değildir? / maviADA 2002'den beri kültür ve sanatın içinde aktif bir dergi. Yakın zamana değin basılı dergiler, etkinlikler, üyelerine kitaplar yaptı. Günümüzde arkaik kalmış bir geleneğe dayalı imece bir dergi; gönüllülük esasına dayanan, katkılarla yaşayan bu nedenle de bağımlılığı az, çok sesliliğe, özgür düşünceye açık, imece özelliğiyle de TEKTİP olamayacak bir dergi... 20 yıl içinde 3 ayrı dergi ve İnternet sayfasıyla var oldu. Bir çok dergiye kurulumunda yardım etti. Döneminin hemen hemen bütün adı geçen yazarlarına evsahipliği, bugün kitap sahibi olmuş pek çok yeni kaleme de okul oldu, kimilerinin ilk kitaplarını yaptı. Pandemi sürecinde daha önce de var olan İnternet sayfasında yayına ağırlık verdi. (Bakınız maviADA tarih) Çağdaş ve akılcı... İnsanı önceleyen, doğmalara ve ideolojilere kul olmayan, bağımsız düşünmeyi seven, sanatın estetik kaygısının yani poetikanın, adalet dahil insanın bütün beklentilerini karşılayabileceğine, olumsuzluğa direk müdahale olduğuna, bunun da anarşizme ve nihilizme pirim vermeyen bir devrimcilik olduğuna inanan bir temaya sahip... Hiçbir nedenle ya da etkiyle maviADA'nın bu temel özellikleri değişmez. Değiştirmeye zorunlu olacağı koşullar doğarsa maviADA kapanır, anısal müzeye döner. İLKE olarak dergide, üretenin izni alınmadan hiçbir yazı yayınlanmaz, örneklemek için yayınlanmışsa adı, varsa kaynağı belirtilir. Kuşkusuz klasikleşmiş olanlarda örneğin Montaigne'nin kaynağını 500 yıl önceye gidip bulamayacağımızdan adını vermekle yetiniriz. Yayınlanan yazıların çok azı derlemedir, hemen hemen hepsi üyelerin katılımıyla oluşturulmuş özgün yazılar, fotoğraflar, türlü çalışmalardır. Telif hakkına saygı duyar, hiçbir veriyi depolamaz. Kullanılan film ve e kitap çalışmaları başka sitelerden alınmıştır. Oralardan kaldırıldığında doğal olarak maviADA'dan da kalkar. maviADA imece düzeniyle gönüllülük esasıyla çalışır, ticari, siyasi ya da rol sahibi olmak gibi... hiçbir beklentisi yoktur. Düşüncesini özgürce, akıl bilim ve estetikle donanmış, beğensin beğenmesin, eleştiri hakkını saklı tutarak yasalara uygun olarak açıklamayı hedefler. Bunu da derginin ortak aklıyla yapmaya çalışır. Temel Amacı kültür sanat konusunda bir farkındalık oldurmak, başarılı çalışmalara dikkat çekmek, düşünsel ve yaratıcı çalışmaları olan insanları bir araya getirmek, bilgi ve deneyimini o insanlara aktarmak, olumlu bir yaşam uğraşı yaratmak, seçkin bir uğraş çevresinde de sosyal bir dayanışma oluşturmaktır. Bu amaçlardan ortaya çıkan yazar olmak, kitap yapmak, para kazanmak, ünlü olmak... gibi sonuçlarla, bilgisi varsa yardım etmeye çalışsa da hiç ilgilenmez. Özetle maviADA iş olsun diye ya da reklam almak amacıyla üretilmiş ya da anısal bir site değil, yaşayan, hayata katılan, üyesine imece akılla okul olmaya çalışan, yaptığı işi de ciddiye alan bir dergidir. maviADA'nın belki de internette tek örnek olan bir sitesi daha vardır, 2014 öncesi tüm basılı dergi ve yazarlarını gösteren maviMÜZE'yi sözünü ettiğimiz, yaşamayan bir anısal örnek olarak görüp ne demek istediğimizi anlayabilirsiniz. Genelde paylaşımlarını Facebook'ta maviADA, ADA GÜNLÜKLERİ ve maviADA OKUR ve YAZARLARI sayfalarında yapar. Kültür sanatla bir ilgisi olmayan kişileri üye yapmamaya özen gösterir. maviADA'nın Kullanım SIRLARI: maviADA'nın www.adadergi.com adresine tıkladığımızda karşımıza çıkan görüntü yaklaşık bu olacaktır? 2021 Yeni dönem için tasarlanan bu ana sayfada bütün katogoriler, yaygın alt katogori ve etiketler, yayınlanan son yazılar bir dergi kapağı formatında kolayca anlaşılabilecek ve ulaşılabilecek biçimde tasarlanmıştır. Yazılara tıklamanız yetecektir. Aynı etiket ve katogorileri menü de ve alt başlıklarda da bulabilirsiniz. Bu sayfadan dilediğiniz her bölüm ve yazıya kolayca ulaşabilir, arama motorundan yazar ve yazıları arayabilir sağ alt köşede yer alan sohbet kutusundan da dergiye yorum ve önerilerinizi iletebilirsiniz. Rastgele ve sorumsuz yorumların önüne geçmek için kişiden kimi bilgiler istenir, bu bilgiler asla kullanılmaz ve paylaşılmaz. maviADA'nın film, kitap, video, çizgi roman ... gibi kimi sayfaları, bir sosyal alan olan forumun DERGİ bölümü sadece üyelere açıktır. Herkes maviADA'yı gezebilir, yazılardan yararlanabilir, ama ÜYE değilseniz bazı sayfaları göremez yorum da yapamazsınız. Yukarıda belirttik, üyelere yönelik çalışan, üyelerin katkı ve desteğiyle ayakta duran, canlılığını ona borçlu olan, hatta ortak aklı böylece üretebilen bir kuruluş maviADA. O nedenle ÜYELİK önemli? şimdi maviADA ANA SAYFAYA tıklayın görün. BENZER SAYFALAR / *ÜYELİK *KATILIM,Y AZI EKLEMEK *YETKİLİ YAZARLIK *KONUK YAZARLIK *ADALILAR *YÖNETİM *HEPSİNİ GÖR

  • Mahsa Amini'yi öldürten biri için yas tutamam

    Ertuğrul Özkök | Zamanın Ruhu * Sayın Cumhurbaşkanı, siz ve devletimiz böyle bir insan için yas ilan edebilir. Ben onun yasını tutmam O günleri unutmadım. Sırf başını örtmek istemediği için öldürülen Mahsa Amini hala gözümün önünde. Acılı babasının kızının mezarı başında yaktığı ağıt hala kulaklarımda. O kızı savunmak için sokağa çıkan kızlara , delikanlılara yapılan zulüm hala gözlerimin önünde. İçeri alınıp, doğru dürüst yargılanmadan hunharca idam edilen gencecik insanların ailelerine haber verilmeden apar topar gömen o canilere öfkem hala taze. Özgürce yaşayamayan milyonlarca İranlı kadının ızdırabı hala içimde. Sayın Cumhurbaşkanı, siz ve devletimiz böyle bir insan için yas ilan edebilir. Ben onun yasını tutmam. İçimdeki hiçbir bayrağı yarıya indirmem. ***

  • SÜRGÜN YAŞAMLAR

    Nurten B. AKSOY * Bugün 21 Mayıs... 1864'te Kafkasya'da yaşanan büyük sürgünün 160. yıldönümü. Tarihte "Çerkes Sürgünü ya da Çerkes Muhacirliği" olarak adlandırılan olay 19. Yüzyılda, özellikle 1864 yılında yoğunlaşan ve başta Adigelerle Abhazlar olmak üzere, Kuzey Kafkasya halklarının Osmanlı topraklarına yönelik zorunlu göçlerine verilen addır. Bu olay sonunda bir milyonun üzerinde bir nüfus Osmanlı topraklarına göçmüş, pek çoğu zorlu yollarda yaşamını yitiren Çerkesler'den sağ kalanlar da Osmanlı topraklarındaki çeşitli bölgelere yerleştirilmişler. Bu haberleri sosyal medyada dinleyip okuduğumda bir sürü şey geçti gözlerimin önünden. Annemi, babamı ve eşimle ailesini düşündüm, hepsi de bu toprakların acılı çocuklarıydı, daha doğrusu kim değildi ki... Önce babam ve ailesi geldi aklıma. 1915 yılı... Osmanlı topraklarında acı ve zor günler yaşanıyor; her yerde savaş var, her yerde acı, gözyaşı ve ıstırap var. Beş minareli şehirde yaşayan dedem, Ruslarla işbirliği yapan Kürt -Ermeni çetelerinin saldırı ve baskıları sonucunda ölmemek için Bitlis'ten göçmek zorunda kalıyor ailesiyle, şehir neredeyse tamamen boşalıyor. Dedem ve ailesi İran'a kaçıp sığınıyorlar. Birinci Dünya Savaşı bitene kadar da orada yaşıyorlar. Sonra tekrar anavatana dönüp Mardin'e yerleşiyorlar. Annem ise Girit'ten anavatana göç etmek zorunda bırakılan bir mübadil ailenin çocuğu. Tüm varlıklarını doğdukları topraklarda bırakıp çok zor koşullarda Türkiye'ye gelip yerleşmişler. Yoksulluk bükmüş boyunlarını, aile parçalanmış, her bir bireyi bir yaprak gibi bir başka diyara savrulmuş... Sonra eşim ve ailesi geliyor gözlerimin önüne. Antalyalı Çerkes bir aile. Kayınpederim anlatırdı babasının anılarını gözleri yaşlı; o uğursuz 1864 yılında Kafkasya'dan sürülen Çerkesler köhne gemilere doldurularak günlerce Karadeniz'in azgın sularında bata çıka Osmanlı topraklarına varmışlar. Pek çok insan o zorlu yolculuğa dayanamadığı için yollarda yitip gitmiş, Karadeniz'in kara sularına gömülmüş. Sağ kalanlar ise uzun karantina döneminden sonra Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde iskan edilmişler. Kafkasya gibi soğuk iklimden gelip Antalya'ya yerleştirilen, kayınpederimin babasının önderliğindeki bu bir gurup insan sıcak bir şehir olan Antalya'ya bir türlü alışamamış ve çoğu sıtmadan kırılıp ölmüş. Israrlı başvuruları sonucunda ise bu sefer Beydağlarının arasındaki Korkuteli ilçesinin bir köyüne YELEME'ye (şimdiki adı Başpınar) yerleştirilmiş ve orada yaşamaya başlamışlar. Zaman her şeyin ilacı... Yıllar geçmiş, köprülerin altından çok sular akmış. Tüm bu insanlar bu topraklarda yeni yaşamlar kurmuş, çoluk çocuğa karışmış ve mutlu olmaya çalışmışlar, belki de çok mutlu olmuşlar. Bizler, işte o acılı ailelerin çocuklarıyız, biz ve daha niceleri... Artık sürgün yok, mübadele yok, savaş yok (mu) bu topraklarda; ama acı ve gözyaşı hiç eksik olmuyor niyeyse... KADER mi ki acaba bu ? Nurten B. AKSOY *** ÇERKES SÜRGÜNÜ Çerkes Soykırımı (Çerkes Sürgünü olarak da bilinir) veya Tsitsekun, (Batı Çerkesçesi) Çarlık Rusyası tarafından Çerkeslere gerçekleştirilen sistematik toplu katliam ve sürgündür. Olaylardan Çerkeslerin %80-97'si, yaklaşık 1,5 milyon kişi, etkilenmiştir. Rus-Çerkes Savaşı sırasında Rus İmparatorluğu sistematik olarak Çerkes nüfusunu yok etme stratejisi uyguladı. Sadece Çerkesler arasında Ruslaştırmayı ve Rusya'nın diğer bölgelerine yerleşmeyi kabul eden küçük bir kısım olaylardan hiç etkilenmedi. Reddeden geri kalan Çerkes nüfusu çeşitli şekillerde dağıtıldı veya toplu halde öldürüldü. Bazı durumlarda Çerkesler Hristiyanlığı kabul etmeye zorlandı. Çoğu durumda Çerkes yerleşim yerleri bulundu ve yakıldı, sistematik olarak aç bırakıldı veya tüm nüfusu katledildi. Yok edilmesi planlanan halk genel olarak Çerkesler olsa da, Kafkasya'nın diğer Müslüman halkları da etkilendi. Rus ordusunda asker olan Lev Tolstoy, Rus askerlerinin gece köy evlerine saldırdığını bildirdi. Olaylara tanık olan İngiliz diplomat William Palgrave, "tek suçlarının Rus olmamak olduğunu" ekliyor. 1864'te Çerkesler tarafından İngiliz İmparatorluğu'ndan insani yardım talep eden bir dilekçe imzalandı. Aynı yıl, 1864'te savaşın bitiminden önce hayatta kalan nüfusa karşı toplu sürgün başlatıldı ve büyük ölçüde 1870'lerde tamamlandı. Bazıları, ayrılmayı beklerken kalabalıklar arasında salgın hastalıklardan öldü. Diğerleri, yoldaki gemiler fırtınalar sırasında battığında veya kâr odaklı nakliyecilerin kârı en üst düzeye çıkarmak için gemilerini aşırı yüklediği durumlar nedeniyle öldü. Akademisyenler, Rus hükûmetinin kendi arşiv rakamlarını dikkate alarak, bu süreçten Çerkes nüfusunun %80-97'sinin etkilendiğini tahmin ediyorlar. Hayatta kalıp sürgün edilen Çerkesler Osmanlı Devleti'ne yerleştirildi Osmanlı arşivleri, 1879'da yaklaşık 1 milyon Çerkes muhacirin Osmanlı topraklarına girdiğini, ancak bunların yaklaşık yarısının kıyılarda hastalıklar nedeniyle öldüğünü gösteriyor. Kaynak: Wikipedia

  • Korku İkliminden Çıktık

    Aycan AYTORE * Bir Bahar Hali Öyle sanmak ya da görmek istiyor olabilirim, ama sizce de havada bir bahar hali yok mu? Lütfen gerçekten bahar, hatta yaz geldi bile demeyin; nesi bunun gerçekten bahar? O bizim ruhumuzda, en çok da ona ihtiyaç var aslında. Çevrenizdeki kutlamalara, ulusal bayramlara, hatta insanların eleştirilerine bir bakın isterseniz, sanki başka bir iklime geçtik. Pandemi öncesi üstümüze atılmış hissettiğimiz ölü toprağı kalktı. Dahası salgın sırasında, her evden birkaç ölü çıktığı günlerde "nasılsa hepimiz öleceğiz, kim korkar hain kurttan," yargısıyla oluşan intiharına bir başkaldırı cesareti de değil bu. Kendini bilen, aklı başında, bilge bir cesaret; gerçek bir bahar hali... Seçimden sonra oldu bu uygar insanın amentüsü, olması gereken: Bir yurttaşsam ben, hele vergi de veriyorsam eğer, kesinlikle ortam ve koşullara bakmaz, meşruiyet ve nezaket içinde üstüme düşeni yapar, haklarımı arar, üzerime vazife olanı da söylerim... ve sen bana hiçbir biçimde ayar çekemezsin... hali geri geldi….” Dedim ya belki öyle sanmak öyle görmek istiyorum. Olsun bu bahar hali güzel, toplumun %50'sini yok sayarak mutlu olunmuyormuş. Şimdi yok sayılan öteki %50 senden çok oy aldı, ne olacak? Umalım benzer yanlışı, oyların yeni sahipleri yapmaz. Bu bahar havası da yok olmaz. Herkes meşru kutlamasını, haklı eleştirisini, ülke ve yönetim konusunda doğru beyanını dilediği ortam ve koşullarda yapar. Bakarsın herkes mutlu olur. Sayfadaki görüntüler, ilki 19 Mayıs kutlamalarına akın akın gelenleri , bir sonraki resimse 3 Fidan Parkında Deniz Gezmişleri anmak için parkı dolduran Bursa Nilüferlileri gösteriyor, hem de bu başlangıcı ve gündüzü, gecesi, iğne atsan yere düşmüyordu. Sanırım bu günlerde Bursa Büyük Şehirde de aynı hava hakimdir, ulusal bayramlar, türlü bahanelerle göstermelik kutlanmıyor, hakkı veriliyor ve katılım da hayli çok. İnsanlar kaygı ve tedirginliği atmış özgürce kutlamasını anmasını yapıyor. Önceki fotoğrafları anımsayabilsek "GÜNÜN FOTOĞRAFI" DEĞİL, "YILIN FOTOĞRAFI " olmaya aday olduklarını söylemek mümkün: "KORKU İKLİMİNDEN ÇIKTIK" başlığıyla yayınlanabilir Isınmadı, yağıyor mağıyor diyoruz ama asıl siz onu görün; artık kaçarı yok, havada bir bahar hali var.

  • PAUL AUSTER HAYATA VEDA ETTİ

    * Çağdaş dünya edebiyatının önemli isimlerinden, Amerikalı roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster 77 yaşında hayata veda etti. Aralarında New York Üçlemesi ve Türkçede kısa bir süre önce yayımlanan romanı Baumgartner’la birlikte 34 kitabın yazarı Auster bir süredir akciğer kanseri tedavi görüyordu. Şubat ayında yayımlanan Baumgartner için “Yazdığım son roman olabilir,” demişti Paul Auster ve 2 Şubat 2024 tarihli O2’de, yazarımız İrem Uzunhasanoğlu bu kitapla ilgili bir yazı kaleme almıştı. Şöyle diyordu Uzunhasanoğlu: “Paul Auster Amerika’nın yaşayan en büyük yazarlarından biri ve hikâyesi de dikkatli okur için katman katman açılıyor. Fakat ne acı ki Auster önce trajik bir şekilde oğlunu ve torununu kaybetti, ardından da ölümcül bir hastalığın pençesine düştü ve geçtiğimiz günlerde The Guardian’dan Nicholas Wroe’ye verdiği röportajda, ‘Sağlığım, bunun yazdığım son şey olmasına sebep olacak kadar tehlikede olabilir,’ diyerek, oldukça üzüntü verici bir açıklama yaptı. Kelime oyunları, zekice kurgulanmış mizah, toplumsal eleştiriler, kendiyle yüzleşme hali, ‘hayalet-uzuv sendromu’ ismini verdiği yas betimlemeleri, ateş böceği gibi yanıp sönen umutlar, erotizm, benlik duygusu, bilinç/ varlık, zihin/ beden düaliteleri, gülünç ama hüzünlü anılar, hayal kırıklıkları, anlam yanılgıları ve gerçeküstücülükle donatılmış bu harikulâde roman, dilerim söylediği gibi son romanı olmaz.” Paul Auster kimdir? 947’de ABD’nin New Jersey eyaletinde, Newark’ta doğdu. Daha 12 yaşındayken, önemli bir çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak edebiyata büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa’da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı. 20. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırladı. İlk kez 1987’de New York Üçlemesi adlı yapıtıyla büyük ilgi gördü. Daha sonra Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Köşeye Kıstırmak, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Mü-ziği, Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam ve Sunset Park romanları, Yalnızlığın Keşfi adlı anı-romanı, Kırmızı Defter adlı öykü kitabı ve Kış Günlüğü adlı anı kitabı birbirini izledi. Auster, 30 Nisan 2024 günü, Brooklyn’deki evinde hayata veda etti. https://gazeteoksijen.com/yasam/dunya-edebiyatinin-en-onemli-isimlerinden-paul-auster-hayata-veda-etti-210107 Eğitimi ve ilk yazıları Columbia Üniversitesi'nde İngiliz, Fransız ve İtalyan edebiyatı üzerine eğitim alan, 1971-1974 yılları arasında Fransa'da yaşayan ve geleneksel kitap konularının dışına yüksek bir başarıyla çıkıp, yaratıcılığın sınırlarını genişletebilmiş olan Auster'in başlıca yapıtları arasında New York Üçlemesi, Yalnızlığın Keşfi, Yanılsamalar Kitabı, Kırmızı Defter, Leviathan, Kehanet Gecesi, Duman, Görünmeyen, Yükseklik Korkusu, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam bulunuyor. Auster'in yazarlığa ilk başladığı yıllardaki sıkıntılı günlerinde Paul Benjamin imzasıyla yayınladığı bir de polisiye romanı vardır. Bu roman yazarın otobiyografik romanı 'Cebi Delik' in eki olarak yayınlanmıştır. Can Yayınları tarafından Seçkin Selvi' nin çevirisiyle 'Köşeye Kıstırmak' adı ile 2000 yılında Türkçeye kazandırılmıştır. 2006 yılında İspanya'nın saygın ödüllerinden olan Asturias Ödülü'nü edebiyat dalında Paul Auster kazandı. 26'ncısı düzenlenen “Asturias Prensi” ödüllerinde, aralarında Orhan Pamuk 'un da yer aldığı 18 ülkeden 26 yazar edebiyat dalında aday gösterilmişti. Sinema çalışmaları Yazarın Duman (Smoke) ve Surat Mosmor (Blue in the Face) isimli senaryoları ünlü yönetmen Wayne Wang tarafından filme çekilmiştir. Daha sonra Lulu On The Bridge (Lulu Köprüde) İsimli kitabını da kendisi filme çekmiş, hem senarist hem de yönetmen olarak yapıtın tüm aşamalarında bulunmuştur. Film hakkında yaptığı bir söyleşide kendi yazma biçimi üzerine konuşurken Peter Brook'un bir röportajından alıntı yaparak işlerinde mitlerin uzaklığıyla gündelik yaşamın sadeliğini kaynaştırmaya çalıştığını söylemiştir. Özel hayatı ve ölümü Auster kendi siyasetini "Demokrat Parti'nin çok solunda" olarak nitelendirdi ancak sosyalist bir adayın kazanabileceğinden şüphe duyduğu için Demokratlara oy verdiğini söyledi. Sağcı Cumhuriyetçileri "cihatçılar" olarak nitelendirdi ve Donald Trump'ın seçilmesini "hayatımda siyasette gördüğüm en korkunç şey" olarak nitelendirdi.[9] Eylül 2009'da, Roman Polanski'yi destekleyen bir dilekçe imzaladı ve 1977'de 13 yaşındaki bir kıza uyuşturucu verip tecavüz etme suçlamasıyla ilgili olarak İsviçre'de tutuklanmasının ardından serbest bırakılması çağrısında bulundu. 11 Mart 2023'te Auster'ın eşi Siri Hustvedt, Instagram'da kendisine Aralık 2022'de kanser teşhisi konulduğunu ve o tarihten bu yana New York'taki Memorial Sloan Kettering Kanser Merkezi'nde tedavi gördüğünü açıkladı. Paul Auster, 30 Nisan 2024'te 77 yaşındayken Brooklyn'deki evinde akciğer kanserikomplikasyonlarından öldü.[10] Paul Auster ve Amerikan miti "İyi bir Auster okuyucusu bir yerden sonra hep aynı romanı okuduğu izlenimine kapılabilir. Bunun bir zayıflık olarak görülmesinden ziyade, tutkulu bir romancının kendi yazı evrenini kurması olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak aynı zamanda da bu durum, onun metinlerinin ulusal alegori yaklaşımı çerçevesinden de okunabileceğinin bir örneğidir." UMUT DAĞISTAN 23 Haziran 2022 Her kültürün, uygarlığın, ulusun bir arada kalabilmek için anlatılara ihtiyacı vardır. Kurumsallaşmış ve dolayısıyla toplumsallaşmış her türlü davranış kalıbı anlatılar üstüne inşa edilmiştir. Bu toplumsal anlatılar kültürel kodların, kültürel kodlar da bireylerin kendi dünyalarının anlamlandırılmasına yardımcı olur. Bireysel anlam arayışının büyük anlatılar vasıtasıyla kolektif unsurlara bağlı olması ulus-devletlerin ortaya çıktıkları ilk dönemlerde siyasi olarak ulus-devletleşme sürecinde son derece işlevsel olmuştur. 19. yüzyıl romanı büyük oranda bu kolektif amaca hizmet etmiştir. 19. yüzyıl yazının, okumanın ve kitabın yıldızının parladığı devirdir. Tarihin ilk okuryazar sınıfı olan burjuvazi iktisadi ve sosyal hayatta artık başat aktör konumundadır. Özellikle roman, okuma zevkinin yanında önemli bir ticari meta haline de gelmiştir. Kitap ve okumanın yaygınlaşması ulusal dillerin ayrışmasına ve kendine içrek bir yapı kazanmasına da hizmet etmiştir. Tam da ulusal anlatıların ortaya çıktığı, modern bir form kazandığı ve milli bir inşa sürecine hizmet ettiği yılardır bunlar. Bu romanların önemli bir kısmı birçok kültürde ya büyük anlatıların üstüne kurulmuş ya da onları pekiştirmiştir. Bazıları düpedüz bu anlatılara muhalefet etse de, söz konusu çağın ya da anlatıların diyelim, duygu ve düşünce dünyasından kaçamamıştır. Bu açıdan bakıldığında Fredrich Jameson’un “ulusal alegori” yaklaşımı, romanın palazlandığı 19. yüzyıl referans alınırsa bir sonuç olarak okunabilir. Jameson bunu üçüncü dünya ülkeleri için söylemiş olsa da, kanımca bu genelleme tüm ülkeler için yapılabilir. Jameson Batıdaki alanlar arası ayrımın ve bireyin, üçüncü dünya ülkelerinde yeterince gelişmediğini, bu nedenle özellikle romanın dönüp dolaşıp Batı dışındaki ülkelerde aynı hikâyeyi anlattığını ileri sürer. Bu ülkelerde siyasal ve toplumsal olanın her şeye olduğu gibi edebiyata da fazlaca dahil olduğunu iddia eder. Fazla indirgemeci olan bu yaklaşım, siyasal ve toplumsal gibi yerine göre muğlak kavramlardan ziyade, kültür gibi daha geniş bir çerçeveden ele alınırsa bütün ülkeler için pekâlâ söylenebilir. Yani her romancı kendi ulusal alegorisini yazar ya da hiçbir romancı ondan tam anlamıyla kaçamaz. 20. yüzyıl romanı ya da modern roman, bir noktada büyük anlatıların öldüğünün de ilanıdır. Bir önceki yüzyılın devasa romanlarının görünür neden-sonuç ilişkileri, her şeyi bilen kadir-i mutlak yazarı, apaçık ortada olan anlamı, görüntülerin arkasından buradayım diye parlayan öz artık çok uzaktadır. 20. yüzyılda muğlak bir dünyada karanlıkta yönünü arayan bireyler gibi kurgu kahramanları için de hayat artık o kadar da kolay ve belirli değildir. Uğrunda mücadele edilen ve inanılan her şey anlamını yitirmiştir. 20. yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl için büyük anlatıların öldüğü tezi önemli ölçüde elbette kabul edilebilir. Ancak Jameson’un ulusal alegori yaklaşımıyla kastettiği olgunun kültür şemsiyesi altında bütün dillerde geçerli olduğu da pekâlâ söylenebilir. Sadece romanın değil, her türlü kurgusal anlatının temsil penceresinden bizatihi alegorik olduğu da azımsanmayacak bir olgudur kanımca. Bu girişle birlikte Paul Auster’ın modern romanda nerede durduğuna bakmak onun temalarını anlamamızı da kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Yazı, kader, rastlantı, şans, bellek, kimlik, aile, cinsellik, kayıp, arayış Auster’da öne çıkan izleklerdir. İlk basılan romanı Cam Kent’ten (Quinn kendisini telefonla arayan gizemli bir sesin ardından tüm hayatını hiç tanımadığı bir adamı izlemeye adar) son romanı 4321’e (Archie Ferguson adlı roman kahramanının tesadüfler sonucu birbirinden ayrılan dört farklı hayat hikâyesini ABD’nin siyasi ve kültürel tarihi içinde okuruz) kadar eserlerinin kurgusunun bu temalar etrafında döndüğü söylenebilir. Öyle ki, iyi bir Auster okuyucusu bir yerden sonra hep aynı romanı okuduğu izlenimine kapılabilir. Bunun bir zayıflık olarak görülmesinden ziyade, tutkulu bir romancının kendi yazı evrenini kurması olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak aynı zamanda da bu durum, onun metinlerinin kültür perspektifinden ulusal alegori yaklaşımı çerçevesinden de okunabileceğinin bir örneğidir. Paul Auster romanının bütün bu temalarının yanında başka bir derdi daha vardır. Bunu genelde Amerikalı, özelde Brooklyn’li olmak nasıl bir şeydir diye formüle edebiliriz. Aslında bu soru daha geniş ya da daha spesifik düzeyde hem Auster’ın kuşağına ait yazarların hem de kısmen sonraki kuşağın Amerikalı yazarlarının temalarındandır. Dave Eggers’dan talihsiz bir şekilde hayatına son veren David Foster Wallace’a kadar bir sonraki kuşak da Amerikalı olmak ne demektir sorusuna cevap aramaya çalışmıştır. Hatta Jonathan Franzen’in metinlerindeki çözülen, yeniden bir araya gelen büyük Amerikan ailesini büyük Amerikan ulusunun bir izdüşümü olarak da okuyabiliriz. Peki, gerçekten Amerikalı olmak ne demektir? Bir Amerikalı romancı için kök neden problematiktir? Diğer ulus-devletlerden bir farkı var mıdır? 50 eyaletten oluşan federal bir sisteme ve dünyanın en önemli ekonomik ve askerî gücüne sahip, 1945’ten itibaren “süper güç” olarak anılan, kuvvetler ayrılığı prensibini önemseyen ABD’nin yapmaya çalıştığı şey, en azından teorik olarak, etnik ve ırksal çeşitliliği ortak bir potada, evrensel vatandaşlık hakları çerçevesinde birleştirme çabasıdır. 1787 yılından itibaren yürürlükte olan anayasasının temelini bu ülkü oluşturmaktadır. Anavatanlarından bir şekilde ayrılan Avrupalılar, bir noktada köklerinden kaçarak başka bir kök oluşturmak için Amerika’ya geniş rağbet göstermişler ve bu göç artarak sürmüştür. Bu yerleşimciler için bireysel özgürlük her şeyden önce gelmektedir. Bugün de bu mitin peşine takılarak Amerika’ya yerleşmeye çalışan çok insan var. Denebilir ki, özgürlük Amerika’nın ulusal anlatısıdır. Göçten doğan çeşitliliğin korunmasında yaşanan sorunlar, acılar ve haksızlıklar, Amerikan edebiyatının Amerika’da üretilen diğer sanat dallarına oranla açık yüreklilikle üstüne gittiği konulardandır. Yani bir anlamda ülke için yaratılan büyük anlatı reel düzeyde karşılık bulmayınca, ortaya çıkan kırılma yaratılan anlatı oranında büyük olmaktadır. Özgürlüğü kendi mitine şiar edinen bir ulusun sicili hayli kabarık bir kölelik geçmişi olması da, mevcut anlatıyla yaşanan olgular arasındaki gerilimi yansıtması bakımından bir hayli ilginçtir. İşte Paul Auster romanlarındaki Amerika tam da bu kırılmanın üstüne inşa edilmiştir. Vietnam Savaşı da vardır orada, ekonomik kriz de, Amerikan kültür tarihi de, distopik bir toplum beklentisi de, bir çeşit kaçış da. Auster’ın roman kahramanlarının içine düştükleri durum, bu kolektif düzeyde yaşanan şizofrenik kırılma ya da dışa kapalılığın alegorisi olarak da okunabilir. Philip Roth da zamansal farklılığa rağmen aynı şeyi yapmıştır. Tıpkı göçmenlerin yeni bir başlangıç arayışı gibi, aile ya da ulus ondan kaçılarak bulunan şeydir aslında. Roth’un romanları, göçmen topluluğundan koparak daha büyük bir bütünün parçası olmaya çalışan ve bu uğurda yoğun acılar çeken, sonra geri “evine” dönen kahramanlarla doludur. Hepsi süslü Amerikan ulus mitini aramaktadır. Ancak Auster’ın Roth’dan farkı, ironik bir şekilde Amerika’da görece az okunmasına neden olan şeydir belki de. Auster, Amerika’yı yazan bir Amerikalı yazardan çok, Amerika’yı yazan bir Avrupalı yazar gibidir. Ana hikâye içinde ilginç bir sürü hikâyeyi oyuncu ama sade bir üslupla anlatır. Amerikan kültür tarihinin kaydını tutar. Daha önce bir Amerikalı romancının olmadığı şekilde hem oyunbaz hem edebi olmayı başarmış ve bir anlamda, özellikle kariyerinin başlangıcında kendi içine kapanan bir yazı dünyası inşa etmiştir. Romanlarının labirentimsi bir yapısı, çıkışların ve girişlerin birbirine karıştığı koridorları, tesadüflerle örülen dikiş yerleri, merkezi devamlı değişen kurgusal bir geometrisi vardır. Bütün bunlara edebi bir derinlik de vermeye çalıştığında, bir anlamda ortaya adeta bir Fransız gibi yazan bir Amerikalı çıkar. Ya da tam anlamıyla köklerine dönmeye çalışan bir göçmen gibi bir Amerikalı. Bu da şaşırtıcı değildir aslında, zira Auster yirmili yaşlarında gittiği Paris’te hem dönemin değerli entelektüelleriyle tanışma fırsatı bulmuş, hem 20. yüzyıl Fransız şiiri üzerine kayda değer bir antoloji hazırlamış hem de ülkesine ondan uzaklaşarak dışarıdan bakabilmiştir. Auster’ın merak uyandıran tuhaf kurguları Amerikan okuyucusu için belki de fazla “edebi” olduğundan, görece daha az teveccüh görmüştür kendi topraklarında. Tam da bu nedenle, başta Fransa olmak üzere Avrupa’da daha çok okunmuş ve saygı duyulmuştur. Keza Türkiye’de de belli bir okuyucu kitlesine sahiptir. Auster’ın Türk okuyucu nezdinde kabul görmesi, bir yönüyle edebiyatın Türkiye’deki algılanışıyla ilgili olabilir. Edebi romanlardaki oyunbaz kurgular hoşumuza gitmektedir. Sonuçta bir kan uyuşması olduğu açık. Yazarın kıvrak ve hızlı okunan düzyazısının altında onun sinema geçmişinin de etkisi olduğu muhakkak. Auster’ın hem yönettiği hem senaryosunu yazdığı dört uzun metrajlı filmi var. Sanırım belirtmeye gerek yok ama bunlar da “edebi” filmler ve temalarında hep yazı ve yaratım var. Auster kök arayışını yazıda sonlandıran o büyük yazarlar ailesine aittir. https://t24.com.tr/k24/yazi/paul-auster-ve-amerikan-miti,3772 Yapıtları Roman Köşeye Kıstırmak (1982) (Paul Benjamin mahlasıyla) New York Üçlemesi (1987) Cam Kent (1985) Hayaletler (1986) Kilitli Oda (1986) Son Şeyler Ülkesinde (1987) Ay Sarayı (1989) Şans Müziği (1990) Auggie Wren'in Noel Hikâyesi (1990) Leviathan (1992) Yükseklik Korkusu (1994) Timbuktu (1999) Yanılsamalar Kitabı (2002) Kehanet Gecesi (2003) Brooklyn Çılgınlıkları (2005) Yazı Odasında Yolculuklar (2006) Karanlıktaki Adam (2008) Görünmeyen (2009) Sunset Park (2010) Baumgartner (2023) Şiir Unearth (1974) Wall Writing (1976) Fragments from the Cold (1977) Facing the Music (1980) Disappearances: Selected Poems (1988) Ground Work: Selected Poems and Essays 1970-1979 (1991) Collected Poems (2007) Senaryo Şans Müziği (1993) Duman (1995) Surat Mosmor (1995) Lulu Köprüde (1998) The Inner Life of Martin Frost (2007) Makale, hatıra ve otobiyografi Yalnızlığın Keşfi (1982) The Art of Hunger (1992) Kırmızı Defter (1995) (İlk olarak 1993'te Granta'nın 44. sayısında yayımlandı) Hand to Mouth (1997) Collected Prose (Yalnızlığın Keşfi, The Art of Hunger, Kırmızı Defter ve Hand to Mouth ile daha önce yaymlanmamış çeşitli parçalar - ilk basım 2005, genişletilmiş basım 2010) Kış Günlüğü (2012) Şimdi ve Burada: Mektuplar 2008-2011 (2013- J. M. Coetzee ile karşılıklı yazılmış mektuplardan seçki) İç Dünyamdan Notlar (2013) Layık görüldüğü ödüller 1996 John William Corrington Ödülü: Literary Excellence 2006 - 26. Asturias Ödülü: Edebiyat https://tr.wikipedia.org/wiki/Paul_Auster Derleme: Yusuf AKSOY Kaynak :  İnternet

  • maviMÜZİK

    Dünyanın en güzel müzikleri maviADA / maviMÜZİK'te ... *Dinleyin *İndirin *Paylaşın BEDAVA maviMÜZİK'te TIKLAYIN * 02.11.2016

  • Milli Mücadele Günlerinden Anılar ve Mustafa Kemal Atatürk

    Nurten B. AKSOY * Mustafa Kemal Atatürk’ün Milli Mücadeleyi başlatmak için Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919 tarihi, O’nun aynı zamanda ”Doğum günüm” dediği gündür. Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı bu büyük günü Atatürk, Türk Milleti için bir dönüm noktası ve Millî Mücadele’nin başlangıcı olarak kabul ettiğinden, çok güvendiği ve inandığı gençliğine armağan etmiştir. Biz de Atatürk’ü Anma- Gençlik ve Spor Bayramı’nı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a gidişi ve orada geçirdiği günlerle ilgili anılarla bir kez daha hatırlayıp anlamlandırmak istedik. Bayramımız kutlu olsun… Geldikleri gibi giderler Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasının ardından, düşman filolarının İstanbul sularına gelip karaya asker çıkardıkları gün olan 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, öğleden sonra saat 3’e doğru küçük Kartal İstimbotuyla dev boyutlu düşman zırhlılarının arasından Sirkeci’ye geçerken güvertede bir sigara yakar, sigarasında birkaç nefes alır ve bakışlarını Boğazı kaplayan çelik yığınlarının üzerinden ufka doğru çevirerek, hemen yanındaki Cevat Abbas Bey’in duyacağı şekilde, kendinden emin, “Endişelenme! Geldikleri gibi giderler!” der. İşte bu tarihten, 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirilip Samsun’a doğru yola çıktığı 16 Mayıs 1919 gününe kadar geçen zamanı Mustafa Kemal kurtuluşun yollarını düşünmek ve araştırmakla geçirir. O günlerde Kars ve Ardahan Ermeniler tarafından işgal edilir, Ege ve Akdeniz kıyılarına düşman yerleşir, nihayet 15 Mayıs’ta da İzmir Yunan askerlerince işgal edilir. Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek Mustafa Kemal bir yandan vatanın kurtuluşu için sürekli Anadolu’ya geçme hayalleri kurarken, bir yandan da İstanbul’daki temaslarını sürdürür. O günlerde Şişli’deki evinde görüştüğü Albay İsmet Bey’e; “Orası ulusu uyandırarak, kurtuluş çarelerini aramak için en uygun mıntıka ve beni bu mıntıkaya götürecek en kolay yol neresi olabilir?” diye sorar. Harbiye Nezareti’nde görevli olan İsmet Bey’den, ”Yollar çok, mıntıkalar çok” karşılığını alır. Mustafa Kemal’i İstanbul’dan göndererek ondan kurtulmak Büyük Önder’in söylemiyle; kendisini ”İstanbul’dan göndermekle ağır bir yükten kurtulacağını” sanan İstanbul Hükümetinin aradığı makul sebep, çok geçmeden, işgal kuvvetleri subaylarının raporlarıyla dolu bir dosya olarak önlerine gelir. O günlerde Karadeniz kıyılarında, Rum köylerine saldırılar yapıldığını iddia eden işgal kuvvetleri komutanları, 1919 Nisan’ında hükümete bir nota vererek, saldırıların önlenmesini, aksi halde bölgenin işgal edileceğini duyurur. Hükümet nota karşısında telaşa düşerken, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hesaplı hazırlıkları, O’nun bölgeye 9. Ordu Müfettişi olarak bizzat padişah ve Ferit Paşa tarafından görevlendirilmesini sağlar. Evet, bir şey yapacağım, bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım Harbiye Nazırı Şakir Paşa’dan yeni görevine ilişkin tebligatı alan Mustafa Kemal, görev biçimini de Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım Paşa ile birlikte düzenler. Aynı zamanda dostu olan Kazım Paşa’dan ”Samsun’dan başlayarak, bütün şark vilayetlerindeki kuvvetlerin kumandanı ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilayetlerin valilerine ve bölgeyle herhangi bir temasta bulunan askeri ve idari makamlara emir verebilme yetkisini” eklemesini isteyen Mustafa Kemal, ”Bir şey mi yapacaksın?” diye soran Kazım Paşa’ya, ”Evet, bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım” karşılığını verir. Kazım Paşa gülerek; ”Vazifemizdir, çalışacağız” der. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim Her şeyden ümidin kesildiği ve ”Ne surette olursa olsun Anadolu’ya geçme” kararına vardığı o günlerde, koruyucu ve geniş bir yetkiyle önüne Anadolu’nun yolları açılan Mustafa Kemal, o anki heyecanını sonraları şu kelimelerle anlatır: ”Talih bana öyle müsait şartlar hazırlamıştı ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu tarif edemem. Nezaretten çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.” Paşa, devleti kurtarabilirsin Vedalaşmak için gittiği Yıldız Sarayı’nda Padişah, Mustafa Kemal’e elindeki tarih kitabını göstererek, ”Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin” der. Hayır, dönmeyeceğiz çocuk Şişli’deki evinde son gecesini annesi ve kız kardeşiyle geçiren Mustafa Kemal’e Samsun yoluna çıkmadan önce yaveri şöyle der: “Zat-ı devletlerinizin yaverleri olarak refakatinize memur edilmem sebebiyle bahtiyarım Paşa Hazretleri!” Paşa hafifçe gülerek; “Hadi, hazırlığa başla, birkaç güne kadar yola çıkıyoruz” der. “Çok kalacak mısınız Paşam, yoksa teftişi müteakip dönecek misiniz?” diye soran yaverine paşanın cevabı şöyle olur: “Hayır, dönmeyeceğiz çocuk! Validene ve kardeşlerine veda et. Dönmeyeceğiz!” Derhal ve bütün hızınla denize açıl Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919 günü, 19 kişiyle denize açılır. Deniz fırtınalı, makinaları eski olan Bandırma Vapurunun pusulası bozuktur. Karadeniz’e ilk kez açılan Kaptan İsmail Hakkı Dursun ise bu suları tanımıyordur. Vapurun hareketinden önce Rauf Bey, Mustafa Kemal’e yola çıkmamasını, işgal kuvvetlerine mensup bir torpido tarafından takip edilip çevrileceği haberini verir. Ama O’nun kaptana emri, ”Derhal ve bütün sür’atinle denize açıl” olur. Son sürati ancak 7 mil olan Bandırma Vapuru, yola çıktığında denizdeki fırtına, Mustafa Kemal hariç herkesi hasta eder. Fırtınalı denizde, uykusuz geceler sonunda İnebolu geçilir ve Sinop Limanı’na varılır. Ne yol var ne vasıta Olumsuz hava koşulları nedeniyle Sinop’tan Samsun’a kara yoluyla gitmenin çareleri araştırılır, ancak alınan yanıt, ”Ne yol var ne vasıta” olunca, Mustafa Kemal arkadaşlarına; ”Çocuklar, bir gecelik daha tehlike var. Onu da atlatabiliriz” der ve vapurla yola devam edilir. Ertesi gün 19 Mayıs 1919’da şafak sökerken, Bandırma Vapuru direğine ordu komutanlığı forsu çekilmiş olarak Samsun Limanı’na girer. O gerçek bir vatanseverdi 19 Mayıs 1919′da Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal, bir süre çalıştıktan sonra kentin postanesine gider. Görevli bulunan posta memuru o günü söyle anlatır: “Hava yağmurlu ve elektrikliydi. O zamanlar paratoner sistemi olmadığı için telleri toprağa vermiştim. Saat gece yarısına yaklaştığı bir anda kapıdaki nöbetçi koşa koşa geldi, bir haber verdi. Mustafa Kemal Paşa geliyor. O sırada, Mustafa Kemal Paşa tek odadan ibaret telgrafhaneye girdi. Ayağa kalktım, 'Buyurun paşam' dedim. Derhal Havza ve Amasya ile görüşmem gerekiyor dedi. 'Hava elektrikli, telleri toprağa verdik, sizi görüştüremem!' dememe karşılık, 'Bu vatanın kurtuluşu ile ilgilidir, muhakkak görüşeceğim… ya ölürüz ya vatan kurtulur.' dedi. Ceketinin cebinden ipek mendilini çıkarıp maniplenin üzerine koydu. Benim için telleri devreye sokmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. 'Sen ölürsen ben de ölürüm.' dedi. Elimi bırakması için söylediğim ısrarlı sözlere aldırmadı, elimi uzun süre bırakmadı. Önce Havza’yı aradım. Derhal cevap geldi. Nöbetçi memur, Kemal Paşa’nın adamlarının emir beklediklerini söyledi. Paşa şifreli bir not verdi, yazdım. Gelen şifreli cevaba elimi bırakmadan baktı. Bir kağıda çabucak şifreli bir şeyler yazdı. Havza’ya iletmemi söyledi. Amasya ile de istediği konuşmayı yaptı, sonra; 'Oh çok şükür, şimdi vatan kurtuldu.' dedi ve maiyetiyle gitti. Birden aptallaşmıştım. Oturduğum yerden kalkamadım. Mustafa Kemal Paşa hayatını ortaya koyan bir kişiydi. Fes kapmaya, mevki elde etmeye gelmiş biri olamazdı. O gerçek bir vatanseverdi, Atatürk’e hayranlığım yağmurlu bir gecede böyle başladı işte… Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağım. Bizi öldürmek değil, diri diri mezara sokmak istiyorlar Samsun’a hasta ve bitkin bir halde gelen Mustafa Kemal, en küçük bir zaaf göstermeden bir hafta şehirde kalır, sonra 26 Mayıs’ta Havza’ya geçer, aynı günlerde Damat Ferit İstanbul’da Türkiye’yi büyük devletlerin mandası altına koyma planını ilan ederken O, Havzalılara; 'Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağım. Bizi öldürmek değil, diri diri mezara sokmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü de olsa geri dönmek imkanı yoktur!' der. Hepsinin ruhları şad olsun… Büyük Nutku’na Samsun’a çıkışıyla başlayan Mustafa Kemal, milletinin kaderine ve çağın akışına yön verdiği döneme de Samsun’da başlamıştır. 19 Mayıs 1919 günü Anadolu topraklarına ayak basan Mustafa Kemal, milletiyle el ele, gönül gönüle büyük bir mücadele vererek birkaç yıl sora 9 Eylül 1922’de, işgal kuvvetlerini İzmir’de denize dökerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır. Başta önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu vatana hizmet eden, canını ve kanını feda eden tüm vatanseverleri saygı, sevgi ve rahmetle anıyoruz. Hepsinin ruhları şad olsun…

  • Türkiye'nin Doğum Günü 19 Mayıs Gençlik Bayramı Kutlu Olsun

    En Güzel Atatürk Resimleriyle / Kurtuluş Savaşı öncesi Anadolu işgal edilir, Osmanlı'ya onursuz bir anlaşma dayatılır ve bardağı taşıran damla da İzmir'in işgali olur. 15 Mayıs 1919'da padişahla görüşen Mustafa Kemal, 9. Ordu Müfettişi göreviyle, Bandırma Vapuruyla emrindeki 18 erle Samsun'a doğru yola çıkar. "15 Mayıs 1919 tarihindeki bu görüşmeden sonra kendisi için hazırlanan ve onu Samsun'a götürecek olan Bandırma Vapurunun kaptanı İsmail Hakkı Bey'i makamına çağırtarak yolculuk hakkında bilgi almış ve ertesi gün öğleüzeri hareket edeceklerini bildirmiştir. Yolculuk günü vapur, Sirkeci Garı açıklarında İngilizler tarafından aramaya ve kontrole tabi tutulmuş[15] ve Mustafa Kemal, Beşiktaş İskelesi'nden motor ile Kız Kulesi açıklarında vapura binmiştir. Vapur hareket etmeden önce Rauf Bey Mustafa Kemal'e vapurun işgal kuvvetlerine mensup bir torpido tarafından takip edileceğini ve batırılacağını haber aldığını belirtmiş fakat o, yolculuğun planlandığı gibi süreceğini söylemiştir.[12] Vapur, Mustafa Kemal ve 18 askerle beraber 16 Mayıs 1919 tarihinde öğleüzeri İstanbul'dan Samsun'a doğru yola çıkmıştır. Rauf Bey'in belirttiği İngiliz gemisi, Bandırma Vapuru'nu izlemeye başlamış ancak Karadeniz'e açıldıktan sonra fırtınalı havada izlerini kaybetmiştir. Mustafa Kemal, İsmail Hakkı Bey'e karaya yakın bir rota izlemesini ve düşman saldırısı halinde gemiyi en yakın sahile oturtmasını emretmiştir.[16] Sert havada, dalgalı bir denizde yol alan gemi 17 Mayıs günü gece saat 23.00 civarında İnebolu Limanı'na girmiş,[17] 18 Mayıs 1919 tarihinde öğleüzeri 12.00'de de Sinop Limanı'na yanaşmıştır.[12] Üsteğmen Hikmet Bey sandal ile kıyıya çıkmış ve yolda olduklarını Samsun Tümen Komutanlığına telgraf ile bildirmiştir. Bandırma Vapuru, bu telgraftan bir gün sonra da 19 Mayıs 1919'da Samsun'a varmıştır.[5]" 19 Mayıs'ın Tarihçesi Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun'a çıktığı ve Milli Mücadeleyi başlattığı 19 Mayıs, tarihin farklı dönemlerinde çeşitli isimlerle anılmış ve kutlanmıştır: İlk olarak 1926 yılında Samsun'da 'Gazi Günü' adıyla kutlanan 19 Mayıs, 1935 yılında 'Atatürk Günü' adını alarak resmi bir nitelik kazanmıştır. Bu kutlama, Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün öncülüğünde Fenerbahçe Stadı'nda gerçekleştirilmiş ve Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe gibi kulüplerin sporcularının katılımıyla bir spor bayramına dönüşmüştür. Bu coşkulu bayramın bir spor bayramı olarak kutlanmasının ardından düzenlenen Spor Kongresi'nde Beşiktaş Kurucu Üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni, 'Atatürk Günü'nün gençlere armağan edilmesi yönünde bir öneri sunmuştur. Bu öneri, Atatürk'ün de onayıyla kabul edilmiş ve '19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı' adıyla yasalaşmıştır. 1938 yılında yürürlüğe giren bir kanunla bu bayramın adı 'Gençlik ve Spor Bayramı' olarak değiştirilmiştir. Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılında, 1981 yılında, Kenan Evren liderliğindeki Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan bir kanunla bu yıl 'Atatürk Yılı' olarak kabul edilmiş ve 19 Mayıs kutlamaları kapsamında bayramın adı resmi olarak 'Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı' olarak değiştirilmiştir. -1939 Yılı 19 Maysı Bayramı- Son olarak, 2012 yılında TRT 1, logosunu Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'na ithafen değiştirmiştir. Bu değişiklikler ve gelişmeler, 19 Mayıs'ın Türkiye tarihindeki önemini ve değerini vurgular niteliktedir. -19 Mayıs Bayramında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Öğrencilerinin performansı- 19 Mayıs Neden Kutlanıyor? 19 Mayıs, Mustafa Kemal Atatürk'ün sembolik doğum günü olarak kabul edilmektedir. Tüm yurtta coşkuyla kutlanan bu özel günde, Atatürk'ün milli mücadeleyi ve kurtuluş savaşını başlatmak amacıyla Samsun'a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs'ta kutlanmaktadır. Bugün onu anmak, onun bize emaneti olan bu vatana yakışır gençler olmak onun emanetine sahip çıkmaktır. Atatürk'ün İçimizi Ürperten Sözleri * ''Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir..'' "Gençler! Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam ettiren sizlersiniz. Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve yaşatacak sizlersiniz." "Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak!" "Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum. Buna gerçekten sevinmekteyim. Fakat beraber yaşadığımız sürece benim hedefime yürümenizi hepinizden istemek, geçerli bir hakkım olarak tanınmalıdır." "Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim." "Sizler, yeni Türkiye’nin geç evlatları, yorulsanız da beni izleyeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan, yorulmadan yürüyecektir." "Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunu düşünerek, ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz." DERLEME: Aycan AYTORE KAYNAK. İNTERNET

  • ÖYKÜNÜN BÜYÜK USTASI: ALİCE MUNRO ÖLDÜ

    60 yılı aşkın süredir günlük hayatı kısa kurgu merceğinden inceleyen Kanadalı kısa öykü yazarı ve Nobel ödüllü Alice Munro, Ontario'daki bakım evinde 92 yaşında hayatını kaybetti. On yıldan fazla süredir demans hastasıydı. Bir zamanlar Cynthia Ozick tarafından "Kanadalı Çehov" olarak adlandırılan Munro'nun çalışmaları, ana akım edebiyat tarafından geleneksel olarak göz ardı edilen biçimler ve konular üzerine kuruluydu. Munro'nun şöhreti ancak ilerleyen yaşlarda artmaya başladı; Kanada'nın küçük bir kasabasındaki dramatik olmayan görünüşte sıradan insanlarla ilgili abartısız hikayeleri, 2013 Nobel edebiyat ödülü de dahil olmak üzere çok sayıda uluslararası ödül topladı. Margaret Atwood bir keresinde onu "zamanımızın İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri" olarak tanımlamıştı. Salman Rushdie onu "biçimin ustası" olarak övürken, Jonathan Franzen bir keresinde şöyle yazmıştı: "[Munro], kurgunun benim dinim olduğunu söylediğimde aklımda olan, bazıları yaşayan, çoğu ölü olan bir avuç yazardan biri. ” 1931'de Wingham, Ontario'nun dışında yaşayan tilki ve kümes hayvanı çiftçilerinden oluşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve Büyük Buhran sırasında hayatta kalma mücadelesi veren Munro, burslu olarak üniversiteye gitti ve ilk kocası James Munro ile Vancouver'a taşınmadan önce iki yıl okudu. Bu dönemde kendisini "B-eksi ev kadını" olarak tanımlayan Munro, kocasından yiyecek almak için para istemek zorunda kalıyordu ve kızları uyuduğunda yazmaya başladı ve konsantre olmak çok zor olduğundan parçaları kısa tutuyordu. Munro'nun öyküleri Tamarack Review, Montrealer ve Canadian Forum gibi dergilerde yayımlanmaya başladı ve yavaş yavaş 1968'de bir koleksiyon oluşturmaya yetecek kadar bir araya geldi. New York Times tarafından kısa öykünün "canlı ve sağlıklı" olduğunun kanıtı olarak övüldü. Munro bir roman yazmaya odaklanmaya başladı ama daha sonra kendisinin de itiraf ettiği gibi, "hayat yoktu" diye kendini zorlanırken buldu. Yumruğu yoktu. Bunda bir şeyler gevşekti.” Bunu, 1971'de yayınlanan ve sanatçının genç bir kız olarak portresini sunan, bağlantılı öykülerden oluşan bir koleksiyona ayırdı: Kızların ve Kadınların Yaşamları, anlatıcı Del büyüyüp küçük bir Ontario kasabasında yazmaya başlarken. . Roman, neredeyse Munro'nun kendi çalışmaları için bir manifesto işlevi görüyordu: Del, üzerinde çalıştığı gotik romanı bırakıyor ve Jubilee'de etrafındaki "sıkıcı, basit, şaşırtıcı, anlaşılmaz" hayatlara dönüyor ve "her şeyi, her katmanı" tanımlıyor. konuşma ve düşünce, ağaç kabuğuna veya duvarlara vuran ışık, her koku, çukur, acı, çatlak, yanılgı, hareketsiz ve bir arada tutulan - ışıltılı, sonsuz. 1970'ler Munro için on yıllık bir dönüşüm yılıydı: İlk evliliği 1973'te bozulduktan sonra Wingham'a geri döndü, 1976'da yeniden evlendi ve ilk hikayesi 1977'de New Yorker'da yayınlandı - Royal Beatings, cezalara dayanan bir hikaye çocukluğunda babasından almıştı. Ayrıca Paris Review ve Atlantic Monthly gibi dergilerde de yayınlanacaktı. Defalarca denememe rağmen roman bir türlü elime ulaşmadı. "Her kitabın arasında," dedi, "sanırım, 'evet, artık ciddi konulara inme zamanı'... İşe yaramıyor." Onun özgünlük arayışı, Munro'yu cinsel politikaların, aşık olmanın, aldatmanın ve arzunun rakipsiz bir tarihçisine dönüştürdü. Margaret Atwood'a göre, "çok az yazar bu tür süreçleri Munro kadar derinlemesine ve daha acımasızca araştırmıştır": "Eller, sandalyeler, bakışlar; hepsi dikenli tellerle, bubi tuzaklarıyla ve çalılıkların arasındaki gizli yollarla dolu karmaşık bir iç haritanın parçalarıdır" .” Hikayelerinin kapsamı ve karmaşıklığı arttıkça Munro'nun itibarı da artmaya devam etti. Kim olduğunu sanıyorsun? 1980'de Man Booker ödülü için kısa listeye alındı ve ardından 1998'de The Love of a Good Woman ve 2004'te Runaway ile Giller ödülü geldi. 2009'da Man Booker Uluslararası Ödülü'nü, 2013'te ise Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 2001'deki açık kalp ameliyatı, kendi ölümlülüğüne dair artan algıyı beraberinde getirdi; Munro'nun yazıları hastalık ve hafıza etrafında giderek daha yakından dönüyordu. 2008'de New Yorker'da yayınlanan kanser teşhisi konulan bir karakterle ilgili haber olan Serbest Radikaller'i, bir yıl sonra kendisinin de kansere yakalandığının itirafı takip etti. Son öykü koleksiyonu olan 2012 tarihli Sevgili Hayat, yazarın "kendi hayatım hakkında söylemem gereken ilk ve son - ve en yakın - şeyler" olarak adlandırdığı dört otobiyografik parçayı içeriyordu. 2013 yılında Guardian'a konuşan Munro, "hayatı boyunca kişisel hikayeler yazdığını" açıkladı. "Umarım iyi okunurlar" dedi. “Umarım insanları harekete geçirirler. Bir hikayeyi sevdiğimde bunun nedeni bir şeye sebep olmasıdır... göğsüme darbe indiren bir şey." Kanadalı yayın şirketi McClelland & Stewart'ın CEO'su Kristin Cochrane'den yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: "Alice'in yazıları sayısız yazara ilham verdi... ve eserleri edebiyat dünyamızda silinmez bir iz bırakıyor." Sektörün dört bir yanından övgüler yağdı; bunlar arasında, Munro'yu "16 yaşımdayken eserlerini ilk okuduğumdan beri en sevdiğim yazar" diyen Romantik Komedi yazarı Curtis Sittenfeld de vardı ve "Hiç tanışmamış olsak da ona çok derinden minnettarım" diye ekledi. . Dünyayı Geride Bırakın yazarı Rumaan Alam şunları yazdı: "Gerçek şu ki Alice Munro ölümsüz, ne kadar da dahilik." Kanadalı romancı Heather O'Neill şunu paylaştı: "Alice Munro'nun ölümü onu çok üzdü. Geçen ay Alice Munro'nun tüm kitaplarını yeniden okudum. Ona yakın olma ihtiyacını hissettim. Onu her okuduğumda yeni bir deneyim oluyor. Her seferinde beni değiştiriyor. Sonsuza kadar yaşayacak.” Kanadalı miras bakanı Pascale St-Onge ayrıca şunları yazdı: “Alice Munro, Kanadalı bir edebiyat ikonuydu. Altmış yıl boyunca kısa öyküleri Kanada'da ve dünyada kalpleri büyüledi.” https://www.theguardian.com/books/article/2024/may/14/alice-munro-nobel-winner-and-titan-of-the-short-story-dies-aged-92

  • GÜNAYDIN

    Fatma Biber * Günaydın mavi gök günaydın güneş Günaydın yavrular günaydın evdeş Günaydın sevgiyle sardığım kardeş ‘Önce can’ demişler bana günaydın Günaydın Artvin’im günaydın Bursa Günaydın İzmir’e günaydın Kars’a Günaydın ‘Günaydın’ bekleyen varsa Soğukta kıvranan Van’a günaydın Günaydın duyana duyamayana Günaydın ‘Günaydın’ diyemeyene Günaydın demeye kıyamayana Günaydın okurum sana günaydın Günaydın askerim günaydın halkım Günaydın herkese hem salkım salkım Yarın diyemeyiz ‘Günaydın’ belkim Fırsat varken kana kana günaydın Günaydın dörtlükler dizen canlara Günaydın sessizce gezen canlara Günaydın yaşamdan bezen canlara Yüreğimden yine yine günaydın Günaydın ateist günaydın dindar Günaydın yolunu beklediğim yâr Günaydın dağlara yağan güzel kar Yağmura buluta Çene günaydın ‘Günaydın’ demektir her sabah işim Günaydın çiçeğim günaydın kuşum Günaydın toprağım günaydın taşım Meryalı’dan her bir yöne günaydın Fatma Biber * Günaydın Şiiri - Fatma Biber (antoloji.com) Kayıt Tarihi : 2.12.2011 09:14:00

  • Biz Türkler 42 yıl hapse mahkum olan o insan kimdir biliyor muyuz? Buyurun birlikte tanıyalım...

    Ertuğrul ÖZKÖK © T24 * "Kürtlerde sekülerlik-muhafazakarlık gerilimi Türklerle aynı sertlikte olmuyor" Hakimler kararlarını verdiler. Dolayısıyla bir Türk vatandaş olarak derdimi anlatabileceğim tek merci kaldı. Biz Türkler… 42 yıl hapse mahkum olan Selahattin Demirtaş kimdir tanıyor muyuz? Kürtler gayet iyi tanıyor. Ya biz Türkler? Özellikle bu ülkede barış, kardeşlik, huzur isteyen Türkler… Biz ne kadar tanıyoruz? Biz değil Kürtler nasıl tanıyor onu anlatacağım Değişik bir şey yapacağım. Kendi görüşümü veya tanıdığım Selahattin Demirtaş’ı anlatmayacağım. Kürtler nasıl tanıyor, onun hakkında ne düşünüyor onu anlatacağım. Ben anladım… Eminim siz de anlayacaksınız bu 42 yıl cezanın toplumumuzda nasıl algı ortaya çıkarabileceğini… Bu ayın başında yayınlanan bir anket Önümde Rawest Araştırma Grubu'nun 2024 yılı Mayıs ayında, yani bu ay başında yayınlanan son anketi duruyor. Başlığı şöyle: “Kürt meselesi, Kürt siyaseti ve Demirtaş…” Rawest Diyarbakır merkezli bir araştırma gurubu. Türkiye’de Kürt nüfusu temsilen bin 406 kişi ile yüz yüze görüşülerek hazırlanmış. Kürt Barometresi adlı bir başka çalışmadan da yararlanılmış. Daha çok 40 yaş ve altı Kürtlerle görüşülmüş Konuşulan kişilerin yüzde 48,8’i kadın, yüzde 51,2’si erkek. Yüzde 40,1’i 17-29 yaş grubundan. Yüzde 42,4’ü 30-39 yaş grubundan Yüzde 17,5’u 50 yaş üzerinden. Yani ağırlıklı olarak Kürt kesiminin 40 yaşa kadarki kesimi ile görüşülmüş. Yani, “geçmişi” değil, “geleceği” temsil eden bir nüfus kesimi bu. Türkiye Kürtleri kendilerini ne olarak görüyor, tarif ediyor? Önce bu insanların etnik aidiyet dışında kendilerini "ne olarak” tarif ettiklerine bakalım... (*) YÜZDE 53,5 Müslüman (*) YÜZDE 28,1 Özgürlükçü (*) YÜZDE 24,8 Dindar (*) YÜZDE 11,5 Sosyalist (*) YÜZDE 9,9 Kürt milliyetçisi (*) YÜZDE 9,2 Demokrat (*) YÜZDE 8,4 Kürt haklarının savunucusu (*) YÜZDE 8 Sosyal demokrat (*) YÜZDE 7,7 Laik (*) YÜZDE 4,7 Solcu (*) YÜZDE 4,7 Atatürkçü (*) YÜZDE 4,6 İslamcı (*) YÜZDE 3,5 Feminist (*) YÜZDE 2,7 Sağcı (*) YÜZDE 2,6 Liberal (*) YÜZDE 0,8 Türk milliyetçisi Seküler-dindar gerilimi daha az Araştırma grubu bunu şöyle yorumlamış: (*) “Türklerde ana akım kimlik ‘Türklük’ ve ‘milliyetçilik’ iken Kürtlerde ‘özgürlükçülük’ öne çıkıyor.” (*) “Muhafazakar ama İslamcı değiller.” (*) “O nedenle Kürtlerde sekülerlik-muhafazakarlık gerilimi Türklerle aynı sertlikte olmuyor.” Ne ölçüde Kürt hissediyorlar, 10 üzerinden kaç puan veriyorlar? Bir önemli soru da şu: “Kendinizi 10 üzerinden ne kadar Kürt görüyorsunuz?” (*) YÜZDE 14,2 Düşük (1-4) (*) YÜZDE 16 Orta (5-7) (*) YÜZDE 53,2 Yüksek (8-10) Demek ki Kürtlerin yarısında güçlü bir “Kürtlük” kimliği var. Sadece Türkçe eğitim isteyenler iki dilli eğitim isteyenlerden fazla Beni şaşırtan bir diğer sonuç da şu soruya verilen cevaplar... “Sizce ana dili Türkçe olmayanlar için, ana dili Kurmanca/Zazaca olanlar için okullarda eğitim dili nasıl olmalıdır?" (*) YÜZDE 44.1: Eğitim iki dilli olmalı. Hem Türkçe hem de ana dilde eğitim verilmelidir. (*) YÜZDE 27: Eğitim dili Türkçe olmalı, ana dil ayrıca okulda öğretilmeli (*) YÜZDE 19,2: Eğitim dili Türkçe olmalı, okulda ana dili öğretmeye gerek yok (*) YÜZDE 9,7: Eğitim dili sadece ana dil olmalı. Gördüğünüz gibi Kürt nüfusun yüzde 46’sı okullarda eğitimin Türkçe olmasından yana. Yani “iki dilli olması” gerektiğini söyleyenlerden fazla. Sadece Kürtçe eğitim diyenler ise yüzde 9’da kalmış. Bu sonuç “Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde yaşama arzusunun bir ifadesi" değil mi? Bu cezalar işte duyguların böyle olduğu bir zamanda geldi. Kürtlerin gözünde Selahattin Demirtaş 10 üzerinden kaç alıyor? Anlattığım Kürtler kimdir sorusunun cevabı buydu. İşte bu Kürtlerin gözünde “Selahattin Demirtaş’ın itibarı nedir?" Gelin buna bakalım. Konuşulan Kürtlere “Aşağıdaki liderlere 10 üzerinden puan verin” denmiş. İşte sonuçlar: (*) Selahattin Demirtaş: 7.1 (*) Ekrem İmamoğlu :5,5 (*) Leyla Zana: 5,1 (*) Pervin Buldan: 4,8 (*) Mansur Yavaş: 4,2 (*) Özgür Özel: 4,1 (*) Kemal Kıılıçdaroğu: 3,8 (*) Tayyip Erdoğan: 3,4 (*) Hakan Fidan: 2,7 (*) Fatih Erbakan: 2,6 (*) Devlet Bahçeli: 2,0 (*) Ümit Özdağ: 1,9 Her 10 Kürt'ten 7'si Demirtaş'ı beğeniyor Evet, her 10 Kürt'ten 7’si, 42 yıl hapse mahkum edilen Selahattin Demirtaş’ı beğeniyor. İkinci sırada Ekrem İmamoğlu var. İlk 13 kişiden kişiden dördü CHP’li. Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 8’inci sırada. Batı'daki Kürtlerin gözünde İmamoğlu, Demirtaş'a yetişmiş Türkiye’nin Batı'sında yaşayan Kürtlere gelince… Orada Selahattin Demirtaş’ın aldığı puan 6,8 Ekrem İmamoğlu’nunki ise 6,6. Yani İmamoğlu, Batı’da yaşayan Kürtlerin gözünde Selahattin Demirtaş’a yetişmiş. Şimdi geliyorum en önemli sonuca.. Kürtlerin gözünde en barışçı siyasetçi Demirtaş Kürtlerin gözünde Demirtaş şu aşağıdaki özelliklerden hangilerine sahip. (*) YÜZDE 45: Milli ve yerli (*) YÜZDE 47,4: İslami değerlere sahip çıkan (*) YÜZDE 49: Herkese hitap eden (*) YÜZDE 56: Barış yanlısı (*) YÜZDE 54,7: Demokrat (*) YÜZDE 60,3: Solcu (*) YÜZDE 63,2: Kürt hakları savunucusu Bu sonuçlara da dikkat… Ona atfedilen en yüksek değerler şunları: “Barış yanlısı, herkese hitap eden, demokrat, Kürt haklarının savunucusu…” Yani hem Kürt haklarını savunup hem de barış yanlısı olarak görülen bir siyasetçiyi 42 yıl hapise mahkum ettik. Gelecek açısından düşündürücü değil mi… AKP'ye oy veren Kürtlerin gözünde Demirtaş makul ve uzlaşılır bir insan Ve çok ilginç bir sonuç daha... AKP’ye oy veren Kürt'ler, Demirtaş’ı nasıl görüyor? Araştırmacılar şöyle özetlemişler sonuçları: (*) “HDP’den daha makul ve uzlaşılır” (*) “Kürt siyasetinin geleneksel isimleri örgütten ama Demirtaş değil.” (*) “Türkiyelileşme siyasetinin temsilcisi o” 15 yıl önce Erdoğan, Kürtlerin gözünde çok olumlu yerdeydi Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sonuçları iyi okumasını isterdim. Çok değil bundan 15 yıl önce Kürtlerin gözünde en sevilen siyasetçilerin başındaydı. Bugün 8’inci sıraya düşmüş. Ve yine Cumhurbaşkanının okumasını arzu ettiğim bir sonuç... Kürt'ler artık CHP'yi AKP'den daha yakın bir parti olarak görüyor Konuşulan Kürt vatandaşlarımıza, “Aşağıdaki partilerden hangisine kendinizi yakın görüyorsunuz, 10 üzerinden puan verin” denmiş. (*) HDP/DEM: 5,96 (*) CHP: 3,80 (*) AKP: 3,16 (*) TİP: 2,67 (*) Yeniden Refah: 2,37 (*) MHP: 1,92 (*) Zafer Partisi: 1,74 Kürtlerin yakınlık duyduğu parti sıralamasında AKP, 3’üncü sıraya düşmüş. Evet, 42 yıl hapse mahkum edilen Kürt siyasetçinin, Kürt vatandaşlar gözündeki yeri bu. Yedi yıl önce Ahmet Türk'ü hapisten Bahçeli çıkarmıştı Ahmet Türk’ten hiç söz etmiyorum. Bir Türk olarak yıllardır hep taktirle, saygıyla izlediğim, hep barışı savunmuş, hiçbir zaman ayrılıkçı bir çizgiye geçmemiş, hep bu ülkenin siyasetçisi olarak siyaset yapmış, saygın bir insan. Ona da 10 yıl hapis verildi. Daha 2017 yılında Devlet Bahçeli onun için “Tutuksuz yargılanmalı” dememiş miydi… O da bunun için Bahçeli’ye teşekkür etmemiş miydi… O sağduyulu günlerden buraya geldik. Savaş isteyenler dağda, barış isteyenler hapiste Ülkede savaş isteyenler dağda dolaşıyor. Barışı savunan siyasetçiler hapiste çürüyecek. Söyler misiniz ülkemize yararı var mı bunun… Hukuk mu diyeceksiniz… Hepimiz bu kararın siyasi olduğunu biliyoruz. Bir de şunu bilelim; ülkemizde barışı sağlayacak en güçlü iki siyasetçiyi hapiste çürütmeye karar verdik. Ama merak ettiğim asıl konu şu; AKP’nin saygın ve makul isimleri ne diyor bu cezalara? Buna Cumhurbaşkanı Erdoğan da dahil…https://www.msn.com/tr-tr/haber/gundem/ertu%C4%9Frul-%C3%B6zk%C3%B6k-biz-t%C3%BCrkler-42-y%C4%B1l-hapse-mahkum-olan-o-insan-kimdir-biliyor-muyuz-buyurun-birlikte-tan%C4%B1yal%C4%B1m

  • Kardelenlerin Annesi Türkan Saylan

    13.12.2022 * Kardelenlerin Annesine Saygıyla… D:13 Aralık 1935, İstanbul Ö: 18 Mayıs 2009, İstanbul 13 Aralık 1935 günü İstanbul'da doğdu. Babası Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile Annesi İsviçreli Lili Mina Raiman dir. Türkan Saylan ailenin beş çocuğunun en büyüğüdür. Lise eğitimini Kandilli Kız Lisesinde tamamladıktan sonra 1963 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirmiş, 1964-1968 yılları arasında SSK Nişantaşı Hastanesi’nden Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanlığını eğitimini tamamlamıştır. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda Başasistanlığa başlamış. 1971 yılında İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere'de ileri eğitim görmüştür. 1974'te Fransa’da ve 1976’da İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yaptı, 1972’de doçent, 1977’de profesör oldu. 1982–1987 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981–2001 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü yürüttü. 1990’da oluşturulan “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin kuruluşunda görev aldı ve 1996’ya kadar müdür yardımcılığı ile Kadın Sağlığı derslerinin koordinatörlüğünü yaptı. Dermatoloji Kliniği öğretim üyesi olarak 2002 yılı sonuna kadar çalıştı ve 13 Aralık 2002'de emekli oldu. CÜZZAM HASTALIĞI İLE MÜCADELESİ BAŞARILI BİR HEKİM 1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başladı. Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurup öncü olduğu girişimlerle cüzzamın kökünü kazımıştır. 1986 yılında yaptığı bu başarılı çalışmalardan dolayı Uluslararası Gandhi Ödülü’nü almıştır. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer almış. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği’ni yapmıştır. (Lepra: Hansen's hastalığı olarak da bilinen Cüzzam hastalığıdır) Mesleğinin zorluklarını şöyle anlatır. “Hekimlik mesleğini seçen insanların özveriden kaçınmaları ne büyük bir yazıktı! Dünyada binlerce meslek ve iş dalı vardı. Fedakârlık etmekten gocunanların, bu meslekten uzak durmaları gerektiğini düşünmüşümdür hep. Çünkü hekimlik, acılara eğilmektir, acıları dinlemektir, acıları dindirmektir. Sonsuz özveri ister.” Hastalıklarla mücadelede bıkmadan mücadele etmiş bir hekimdir. Cüzzamlı hastaların tedavisinde birlikte görev yaptığı doktorlara "Hiç çekinmeyin, dokunun onlara çocuklar," dedim, beş parmağımı bitiştirip elimin ayasını göstererek, "hastayı muayene ettikten sonra, ellerinizi bir güzel yıkarsanız, bir şeycik olmaz! Bakın ben yıllardır dokunuyorum, hastalık kaptım mı? Hastanıza uzaktan bakarak belki teşhiste bulunabilirsiniz ama hastanın gönlü de lazım size. Gönlünü kazanamazsanız, hastalığı kolayca yenemezsiniz. Dokunmak, sözcük olarak 'değme'nin ötesinde, değiştirmek, duygulandırmak anlamını da taşır. Sevgiyle dokunduğunuz hastayı kendinize bağlarsınız, ona iyileşeceğine dair güven verirsiniz.” Diyerek hasta ile doktor arasındaki bağın önemini anlatır. Doktorluğun önemini ve sorumluluğunu “Geri kalmış ülkelerin basit ama o ölçüde öldürücü hastalıkları var, bunların ilaçlarını araştırmak pek karlı olmuyor, ayrıca başka şeylerde oluyor , örneğin kolesterol seviyesinin normali diyelim ki 240 'tı, Amerika bu seviyeyi daha da aşağıya çekip üst sınırı 200 'e indirdi, böylece 200-240 arasındaki değere sahip milyonlarca kişiye kolesterol ilaçlarını satmak mümkün olabilecek, aynı şey hipertansiyon değerleri ile de yapılmak isteniyor. İlaç firmalarının karlarının bir bölümünü hekimlere havlu , çanta vb. türü armağanlar vereceğine Sosyal Sorumluluk Projelerine yönlendirmeleri gerekmez mi? ÇYDD olarak Çağdaş Eğitim adlı güzel bir kitap derlemiştik 4-5 baskı yaptı, Roche firması güzel bir anlayışla bu kitabı 20 bin kadar basıp tüm sağlık ocaklarına promosyon olarak dağıttı, ne yazık ki ilk ve son oldu bu destek.” diyerek anlatır. Pandeminin yaşandığı günümüzde doktorların sağlık çalışanlarının yaptığı fedakarlıkları hepimiz görüyoruz. Türkan Saylan mesleği ile ilgili “Geçmişin önemli bir hocası bize ‘Çocuklar, insanlar size kirazın kurdunun nasıl olduğunu bile sorarlar, her şeyi bilmelisiniz.’ derdi. Evet, kirazın kurdu da, bağırsağın solucanı da, ‘insan insanın kurdudur’ söylemi de çevremizi saracak. Her şeye, her zorluğa, her haksızlığa karşın başı dik, paraya boyun eğmemiş, özsaygısını ve insan sevgisini yitirmemiş, nerede olsa insanlara yarar sağlayabilecek, yaptığı işi, zorluklarına karşın, çok seven bir hekim olarak yaşamak umarım hekimliğe, beyaz gömleğe âşık olmak herkese nasip olur.” Diye seslenir. HERŞEYE YETİŞEN BİR MÜCADELECİ Yorucu ve sorumluluk gerektiren mesleğinin yanı sıra 1957 yılında evlenir iki oğlu dünyaya gelir. Ancak sorumluluklarını aksatmadan devam ettirir. Bu kadar çok işe nasıl yetiştiğini soranlara “Saatimde dakikaların yanı sıra saniyelerde çok iri ve net görünüyor, her dakika benim için çok kıymetli, bir kere zaman beni yiyip bitirmesin diye ben zamanı iyi kullanmaya çalışıyorum, bir çok işi bir arada yapıyorum, çözümlenecek sorunların listesini yapar sonrada onlarla ilgili çağrışımlar bulmaya ve çözüm üretmeye çalışırım, ama bunları yaparken de kendim içinde sıkıcı hale sokmamaya çalışırım, bütün bu ciddi zamanlamaların yanı sıra dostlarıma, tiyatroya, sinemaya, TV de haber ve tartışmalara ve okumaya da kesinlikle zaman ayırırım, gece ikiyi bulmadan yatamam sabahları da yapacağım işe göre 6.30 ile 8.00 arası bir saatte uyanırım.” Diyerek zamanı iyi kullanmanın önemini anlatır. TOPLUMUN İÇİNDE BİR İNSAN Mesleğini yaparken bizzat kendisi toplumun içine girmiştir. “Doğu'daki illerimize birilerini götürdüğümde, gittiğimiz her İl’de valiye, kaymakamlara, jandarma komutanına uğrarız, buralarda böylesine idealist, başarılı insanların olduğunu görüp şaşırırlar, çünkü hep basından olumsuz şeyler duymuşlardır şimdiye dek, basın ilgi duymuyor, Anadolu'dan kopuk, köşelerinde homur homur homurdanıp duruyorlar, Anadolu'yu tanımadıklarından, toplumsal yapıları bilmediklerinden siyasal yanlışlarda yapıyorlar. Genç arkadaşlarımızı Anadolu'ya götürdüğümde yaptığım bu tanıştırma faslının en büyük yararı da o ana kadar çekindikleri resmi makamlarında aslında toplumun sorunlarını çözmek için oraya oturmuş, kanlı canlı, bizim gibi insanlardan oluştuğunu görmeleri, sonraki işlerinde daha güvenle ve özveriyle hareket etmelerini sağlamak olurdu.” Şeklinde Anadolu ‘da görev yapmanın sorumluluk ve önemini anlatır. KARDELENLERİN ANNESİ 1989 yılında, "Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak" amacı ile arkadaşları ile birlikte Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurar. Uzun süre Genel Başkanlığını yürütmüştür. Kardelenlerin öyküsünü şöyle anlatır “Öğrencilerimize burs vermek için " Deniz Yıldızı " projesini yaparken bir öyküden etkilenmiştik: "Bir adam sahilde yürüyormuş, denizin kıyısında başka bir adamın eğilip yerden bir şey alarak denize doğru fırlattığını, bunu defalarca yaptığını görmüş. Adama yaklaşıp ne yaptığını sorduğunda, adam, " Karaya vurmuş yıldızları ölmesinler diye denize atıyorum" demiş. Öbür adam, "İyi de milyonlarca yıldız var burada, ne fark edecek " deyince, yıldızları kurtarmaya çalışan adam yere eğilip bir yıldız almış, denize fırlatmış, "Bakın, onun için fark etti, " demiş..” İşte o mücadelesi ile kardelenlerin boy vermesine her yerde çiçek açmasına yardımcı olmuştur. MÜCADELESİ KIZ ÇOCUKLARININ OKUMASIDIR. Türkan Saylan Türk kızlarına yazdığı mektupta şöyle seslenmişti: "Sen, sevgili kızım; Artık 'Neden kız doğmuşum?' demeyi bırak ve olabileceğinin en iyisi olmaya hedeflen. Ailen seni iyiye, daha iyi bir yaşama yönlendirememişse, ananın yazgısı senin yazgın gibi yorumlanmışsa, karşına bir yönder olarak kesinlikle bir öğretmenin, çağdaş, yol gösterici, ufuk açıcı bir büyüğün çıkacaktır. Onu yüreğinle ve aklınla dinle. İşte o, senin koşullarında iken kabuğunu bir şekilde kıran ve sonra da sizlerin yolunu açmayı öz görev bilen bir benzerinizdir. O bunu yapabilmiş, zincirlerini kırabilmişse; sevgili kızlar ne yapıp ne edip okumalısınız. Önce siz buna karar verin sonra bu hedef için savaşmaya başlayın. Bu yolu hazırlayınca neye yetenek ve olanağınız olduğunu araştırın." UMUDU DAHA GÜZEL BİR DÜNYA "İçimizdeki bu olumsuz duyguları yenebilir, çocuklarımızı birazcık savaş karşıtı ve eşitliğe inanmış olarak yetiştirebilir miyiz acaba? Yoksa bu acımasız rekabet dünyasında ayakta kalabilmeleri için acımasız olmalarını mı öğütleyeceğiz hâlâ? Oysa dünyada herkese yer var, paylaşmasını bilirsek ve yetinebilirsek barış içinde yaşayabiliriz!" diye anlatır mücadelesini. Mitinglerde “Şeriata karşıyız, bölücülüğe karşıyız, çocukları katil yapan ırkçılığa karşıyız, biz darbelere karşıyız“ diye seslenir. Anıl Talat Eryontuk İndigio dergisinde “Tüm yaşamı boyunca hep farklı biri oldu Türkan Saylan. Bedeninden çevresine öyle garip bir enerji yayıyordu ki belki de yüz binlerce insanın hayatını değiştirmesinde bu enerjinin etkisi vardı. Kendi deyimiyle; ‘aslında o bir şey yapmıyor, yalnızca insanları yapabileceklerine inandırıyordu.’” Şeklinde anlatır Türkan Saylan’nın mücadeleci yapısını. GÜNEŞ UMUTTAN ŞİMDİ DOĞAR Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun / Güneş Umuttan Şimdi Doğar / Türkan Saylan Kitabında Eski bir söylence, Tanrı’nın otuz altı iyi insanın yüzü suyu hürmetine dünyayı yok etmekten vazgeçtiğini anlatır. Bu bir masaldır ama, dünyanın yaşanabilir bir yer olmayı erdemler sayesinde sürdürdüğü, gerçektir. Doğruluk, adalet, merhamet, iyilik, vefa, incelik, çalışkanlık, özveri gibi değerlerle karşılaştığımızda gözümüzün ışıyıp, içimizin ısınması, unutmaya başladığımız insani özümüzle karşılaştığımızı fark etmemizden kaynaklanıyor olmasın sakın? Ya bu değerlerin hepsini birden bir insanda bulmak? İşte bu mucizedir ve bu yüzden de seyrek görünür. Türkan Saylan, seyrek bulunan bu tür insanlardandır. Yalnızca söyledikleri ve yazdıklarıyla değil, yaşamıyla da öğreten bir öğretim üyesi… Tüm çocukları öz çocuğu gibi gören bir anne… Hastalığa, hastanın açısından bakmayı; hastayı, hastalığı taşıyan bir organizma olarak değil, insan olarak görmeyi başarabilen bir “arkadaş hekim”… Cüzzamı ülkemizden ve dünyadan silme yolunda büyük başarı sağlamış, bu alanda yaptığı çalışmalarla dünyanın sayılı cüzzam otoritelerinden biri olmuş, Gandhi Ödülü’ne layık görülmüş bir bilim insanı… Ülkesinin, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında olmayı hak ettiğine inanan, cehaletle, dogmayla, çıkar ilişkileriyle savaşmaktan geri durmayan bir aydın… Çocukluk arkadaşlarını hala okul numaralarıyla anımsayan, topluma ve insanlığa hizmet etmiş olan herkese vefa duygusuyla bağlı bir dost… İnsanüstü bir çalışma temposuyla yıllardır halk sağlığı için, eğitim için, çağdaşlaşma için, kadın ve insan hakları için, demokrasi için, ülkesinin ve insanlığın aydınlık geleceği için didinen bir eylemci, bir Cumhuriyet kadını… Ve daha birçok erdem… Bu kitapta, belki de uzaktan tanıyıp merak ettiğiniz Türkan Saylan’ın özel yaşamını, mutluluklarını, düşlerini, umutlarını, düşüncelerini bulacaksınız. Neredeyse yetmiş yıllık bir yaşam öyküsüyle gözünüz ışıyıp, içiniz ısınacak. Güneşi doğuranın aslında umut olduğunu göreceksiniz?” şeklinde anlatır. KARDELENLER ÇİÇEK AÇTI ÇYDD 1989 yılında İstanbul’da kurulmuş öncelikle Anadolu’da bulunan kız çocuklarının okutulması için “Kardelenler, Baba Beni Okula Gönder, Anadolu’da Bir Kızım Var Öğretmen Olacak, Her Kızımız Bir Yıldız” gibi projelerle toplumun yarısını oluşturan kadınların eğitimsiz kalmasının önüne geçmeye çalışılmıştır. ÇYDD bünyesinde Çağdaşlık yolunda 30 yıIında da 110 bin Kardelene eğitim imkanı sağlanmıştır. HAKKINDA HAKSIZ SORUŞTURMA Ergenekon Operasyonu dahilinde 13 Nisan 2009'da, oturduğu ev ve başkanlık ettiği ÇYDD'nin çeşitli merkezlerinde aramalar yapılmış, bazı ÇYDD yöneticileri göz altına alınmış, birçok bilgisayar ve belgeye el konulmuştur. Yaşamının son 17 yılını meme kanseri hastalığı ile mücadele ederek geçiren Türkan Saylan hastanede yattığı dönemde dahi çalışmalarını bırakmaz kısacık saçlarını kırmızıya boyayarak yaşam mücadelesinde pozitif olmaktan vaz geçmez. 18 Mayıs 2009 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Vefat ettiğinde gönüllü kuruluş olarak ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı sürdürmekteydi. “Eğer bir yerlerde bilime, demokrasiye, barışa, aydınlığa aç bir çocuk senin ışığını bekliyorsa, sönmeye hakkın yoktur. Işıyacaksın! "Ölüme saniyeler kalmış olsa bile.” diyerek hastalığı süresince hastane odasında bile çalışma ve mücadelesini bırakmamıştır. Gerisinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinden eğitim imkanı yarattığı binlerce kardelen bırakarak sonsuzluğa gitmiştir. Doğum gününde anısına saygıyla… Semihat Karadağlı Kaynak: 1)- Biyografi: wikipedia 2)- Türkan, Ayşe Kulin (Everest Yayınları) 3)- Geyikli Park, Sunay Akın (Sayfa 144) 4)- Toplum Mektupları, Türkân Saylan ÇYDD yayınları 5)- Güneş Umuttan Şimdi Doğar - Türkan Saylan Kitabı, Mehmet Zaman Saçlıoğlu * 13.12.2022, maviADA Dergisi

  • Çağımızın Pir Sultanı Âşık Mahzuni Şerif

    Niyazi UYAR * 03.03.2022, maviADA / Neşet Ertaş ile başladığım halk ozanları ile ilgili çalışmalara Aşık Mahzuni Şerif ile devam edelim. Ona dair izlediğim belgeseller, okuduğum belgeler, eserlerini dinlemek ve bildiklerimle harmanlayıp bir inceleme yazmaya karar verdim. Bir başka neden de Neşet Ertaş yazıma istinaden aldığım olumlu eleştiriler ve onlara Mahzuni ile ilgili bir inceleme yazısı yazacağımın sözünü vermem: “Söz uçar yazı kalır,” misali! 1974 yılında Demirci Lisesi’nde lise birinci sınıfında okuyordum. 68 Kuşağının gençler üzerinde yarattığı devrimci bakış, beni etkileyerek, içine alıvermişti. Muhafazakâr bir şehir olan Demirci’de devrimci duruş sergilemek öyle kolay değildir. Biz devrimci gençler akşam saatlerinde sokaklara çıkar şarkılar, türküler söylerdik, on beş yirmi arkadaş. Diğerleri elli altmış kişilik grupla “Çırpınırdı Karadeniz”, şarkısı ile birlikte “Komünistler Moskova’ya” diye slogan atardı. Gençlik aklı işte, otur evinde dersine çalış değil mi? O gecelerde Mahzuni türküleri, Cem Karaca şarkıları söylerdik, bir ağızdan. Teypler, yani kasetçalarlar yeni çıkmıştı veya biz yeni tanışmıştık. Plaklardan kaset doldurmak da yeni bir iş kolu olmuştu. Muzaffer abim, Aciko marka bir kasetçalar almış üç beş kuruş verip benden bir kaset doldurtuvermemi istemişti. Ben de bir elektrikçi dükkanında kaseti doldurtmuştum, Mahzuni türkülerinden... Abim memnun oldu mu bilmiyorum. Kusura bakma abi, sevdiğim sanatçının sevdiğim, eserlerini sana aktarmıştım, devrimci ateşimle. 1939 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesi Berçenek köyünde doğmuştur. Buna dair yazdığı dörtlük şöyledir: "Tevellüdüm merak ise miladî otuz dokuz Kasımın on yedisinde Zeynel babadan geldim. Döndü anaya rahmolmuş, ehlibeyt meftunuyuz Ben faninin acısına, seyrü sefadan geldim." Berçenek’te okul olmadığı için yakın köydeki Lütfü Efendi Medresesinde Kuran eğitimi almıştır. Akıllı, zeki biri olduğundan kısa zamanda Arapçayı öğrenmiş, hatta ileri yıllarda Kuran-ı Kerim’i Türkçe olarak saz eşliğinde söyleyebilecek düzeyde. Buna dair bir kanıt: "Müzik Uzmanı Dr. Erdoğan Sürat, Mahzuni Şerif’in bu kaseti ölümünden sonra yayınlanması koşuluyla kendisine teslim ettiğini söylemiş. Mahzuni’nin eserine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sahip çıkmasını isteyen Sürat, Kuran- ı Kerim’in Türkçe okunması yolundaki ilk adımın 1998’de atıldığını, Mahzuni’nin kasetinin ise 1,5 yıllık titiz çalışma sonucu ortaya çıktığını söyleyen Doktor Erdoğan Sürat, onun için “Kuran’ı en iyi okuyanlar arasındadır,” demiştir. Ancak Mahzuni’nin radikallerden çekindiği için kasetinin ölümünden önce çıkmasını istemediğini belirten Sürat, ünlü ozanın şiir diline çevirip bestelediği sureler arasında "Tövbe", "Yasin", "Meryem", "Zümer"in yer aldığını ifade etmiştir." (28 Mayıs 2002 Milliyet Gazetesi) Mahzuni’nin köyü Berçenek’te çağdaş anlamda eğitim veren bir okul açılınca o okula giderek, o okuldan mezun olmuştur. Ailenin ileri gelenleri, rızası dışında kendinden büyük dayısının kızıyla evlendirmelerini kabullenememiştir. Bu evlilikten Züleyha adında bir kız çocuğu olmuştur. Fakat hiçbir zaman içine sindirememiştir bu evliliği. Mersin’de Astsubay okulunda okurken, bir mektupla bitirmiştir bu evliliği. Astsubay okulunda çok başarılı bir öğrenci olan Mahzuni, okulu derece ile bitirerek, Ankara’daki Ordonat Okuluna kaydını yaptırır. O okulda da çok başarılıdır, çok çalışkandır. O, çok iyi bir asker olacaktır. Fakat “silah, savaş ve ölmek, öldürmek,” kavramları onun kişiliği ile örtüşmemektedir. Mahzuni boş durmaz, düşünce dünyasını geliştirmek için durmadan okur, bir şeyleri merak eder. Merak ettikçe okur, okudukları canını sıkacaktır, o bunun bilincindedir. Mesela, Pir Sultan okur, Hacıbektaş okur, Nazım okur, Ruşen takma adıyla şiirler yazar. İşte bu toplumsal içerikli şiirler onu yavaş yavaş gündeme taşır. Bunun üzerine okul komutanlığı tarafından uyarılır, yapılan bir aramada da dolabında çıkan özellikle Nazım Hikmet kitapları yüzünden okuldan atılır. Attila İlhan’da İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken kız arkadaşına yazdığı Nazım Hikmet dizeleri yüzünden on altı yaşında iken atılarak üç ay hapis yatmış, üç ay hapisle bırakmazlar; bir de Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamaz belgesi vermişlerdi... Günahları çok bunların günahları, işte böyle gülüm, güzel ülkemde okumanın bedeli hep ağır ödenmiştir! Sonraki yıllarda verdiği bir röportajda okuldan atıldığına hiçbir şekilde üzülmediğini söylemiştir. Demiştir ki, “hayatımın yeni bir sayfası başlamıştır, bu yeni bir askerlik çağıdır, diyerek hayat mücadelesini askerlikle açıklamıştır. Onun yeni dünyasında silahın yerini saz ve söz almıştır. Halk için, halk adına yeni bir kavgaya girmiştir. Ancak ne var ki bundan sonraki hayatı çok daha sıkıntılıdır ve onun bundan sonraki mekanı aşıklar mekanı, makamı halkın makamıdır. Mahzuni’nin adı, Şerif’dir. Soyadı Cırık’tır. Ona Mahzuni mahlasını ustası Cirit Baba vermiş. Bu mahlas soyadını unutturduğu gibi Şerif adının bile önüne geçmiştir. Mahzuni’nin hayatında amcası Behlül Baba önemli bir yer tutar. Ondan saz eğitimi gördüğü gibi aynı zamanda usul adap, Alevi-Bektaşi kültürünün esaslarını öğrenmiştir. İlk gençlik yıllarında usta malı eserler çalıp söyleyen Aşık Mahzuni şerif, daha sonra kendi eserlerini seslendirmiştir. Aşık Mahzuni’nin soyağacı Horasan’a dayanır. Ailenin büyükleri, Horasan’dan Tunceli Hozat’a gelmiş, oradan da Kahramanmaraş- Elbistan- Afşin- Berçenek Köyüne yerleşmiştir. Mahzuni felsefesinin kökeni görüldüğü gibi Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi’nin öğretisidir. Bu anlayış, insanların diline, dinine bakmadan onları kucaklayan hümanist bir anlayıştır. Mahzuni besteleri ile bir ırmak gürül gürül çağlamaya başlamıştır. Ben de bir insanoğluyum Ben de bir insanoğluyum Bırak beni konuşayım Bir başım, bir beynim vardır. Bırak beni konuşayım Düşüneyim, danışayım Bir başım, bir beynim vardır Bırak beni konuşayım Önceki paragraflarda Mahzuni’nin askeri okuldan atıldığını ifade etmiştim ya, işte buna sebep Mahzuni’nin aile büyükleri ona tavır almışlar, onu yalnızlığa mahkum etmişler. Çünkü onlara göre askerlik yüce bir meslektir bırakılır mı, yarınlarda iş aş derdi olmayan, milletin gönlünde taht kurmuş yüce bir meslektir, bırakılır mı hiç? Bunun üzerine Mahzuni sılayı terk etmiş, yolunu gurbete düşürmüştür. Buna istinaden bugün en çok çalınıp söylenen: “İşte gidiyorum çeşmi siyahım Önümüze dağlar sıralansa da Sermayem derdimdir servetim ahım Karardıkça bahtım karalansa da Haydi dolaşalım yüce dağlarda Dost beni bıraktı ah ile zarda Ötmek istiyorum viran bağlarda Ayağıma cennet kiralansa da…” Aşık Mahzuni ile Aziz Nesin’in ortak noktası ikisi de askeri okuldan atılmış, ikisinin boyu kısa fakat ikisinin de yüreği dağlar kadardır. İkisi de halktan yana, ezilenden yanadır. Onlar, gelecekte belki muhteşem olacak hayatlarını ellerinin tersi ile itmişlerdir. Her ikisi de bu ülkenin aydınlığa, çağdaş uygarlığa ulaşması için çok bedel ödeyen değerlerimizdir. İkisine de minnettarız, ışıklarda yatsınlar! Köyünden ayrılan Mahzuni, İzmir sokaklarında destan okuyuculuğu yaparak hayatını idame ettirmeye çalışmıştır. Hayatın bu yönü onu oldukça yormaktadır, ekonomik sıkıntı içindedir. Bir gün aşıklar Ankara’da Aşık Veysel’in huzurunda çalıp söylemektedir. Her aşık ikişer eser okuyup sahneden inmektedir. Mahzuni sahneye çıkar iki eser seslendirip sahneden inecekken, Veysel devam etmesini istemiştir. Beş eser seslendirdikten sonra onu yanına çağırmış, orada bulunanlara gelen Pir Sultan’dır, diyerek tarihe not düşmüştür. Aşık Veysel ellerini (Aşık Veysel’in gözlerinin görmediğini bu arada söylemek lazım) Mahzuni’nin eline yüzüne sürer, onu candan kucaklamış, yüz lira harçlık verirmiş ve yolun açık olsun, bu toprakların Pir Sultanı diyerek, onurlandırmıştır. Bu yüz lira Mahzuni için bulunmaz bir nimet olmuştur, çünkü, ekonomik sıkıntı içindedir. Artık Aşık Mahzuni, daha çok insan tarafından tanınan bilinen biri olmuştur. Konserleri dolmaya, plakları satılmaya başlamıştır. O, eserlerinde halkın acılarını, sorunları yiğitçe dile getirmekten hiçbir şekilde geri durmamıştır. O çağımızın Pir Sultanı’dır, o zalime, zulme başkaldırtan çağının büyük devrimcisidir. Çağımızın Pir Sultanı dedik ya Mahzuni için, O, Pir Sultan gibi darağacına çekilmemiş, fakat onun gibi zulüm görmüş, onun gibi baskıya uğramış, cezaevlerinde yatmış, işkence görmüş, sermaye savunucularının saldırısına uğramıştır. Bir etkinlikte kendisine “yuh” çeken bir izleyiciye, doğaçlama olarak: “Uzaktan yakından yuh çekme bana Sana senin gibi baktım ise yuh Efendi görünüp bütün insana Hakkın kullarını yıktım ise yuh Bu kadar milletin hakkın alanlar Onları kandırıp zevke dalanlar Diplomayla olmaz hakim olanlar Suçsuzun başına çöktüm ise yuh!” 1960 yılları, halk şiirinin kentlerde kabul gördüğü yıllardır. Halk ozanları, kentte yaşayan dar gelirlilerin, emekçilerin, işçilerin… sıkıntılarına tercüman olmuş, onların sesi olmuştur. Artık, halk şiiri, halk şairleri, seslendirdikleri eserler, kentte yaşayan insanların da müziği olmuştur. 1963 yılı hayatında yeni bir penceredir, bu pencere, röportaj ustası, ressam Fikret Otyam’la tanışmasıdır. Otyam sayesinde TRT Ankara radyosunda çalıp söylemeye başlamıştır. TRT’de çalıp söylemek, onun için muhteşem bir şeydir, çünkü TRT bir okuldur, TRT bir üniversitedir, TRT Türkiye’dir, ya şimdi… Mahzuni, Ankara’da İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile evlenir, ondan Ferhat, Emrah, Şirin adında üç çocuğu olur. Daha sonra üç çocuklu Suna’yı yakın arkadaşı kandırıp kaçırır. Mahzuni bu arkadaşını hiçbir zaman affetmemiştir. Arkadaş ihaneti, ihanetlerin en acılarındandır! Mahzuni üçüncü evliğini Gaziantep’te ilkokul öğretmeni Fatma Hanım’la 1971 yılında yapmıştır. Bu evlilikten de Derya, Ali, Ceyda, Yetiş adlarında dört çocuğu olmuştur. Fatma Hanım’ın öğretmen olması, onun şiirlerine yerinde müdahalesi ile şiirlerin kusursuz olmasına katkı sağlamıştır. 1985 yılında Altın Kelebek ödülünü almıştır. Fakat en büyük ödülü ona halk vermiştir, o hepimizin gönlüne taht kuran, çağımızın Pir Sultanı’dır! Halkı onu çok sevmiş, bağrına basmıştır. Bu ülkenin yurtseverleri onun türkülerini kıvançla söyleyip sahiplenmiştir. Mahzuni adı, Yaşar Kemal adı, Nazım Hikmet adı gibi, yüreklerimize gömülüdür... Birilerinin 6. Filo kıblesi olmuş ve karşına geçip namaz kıldığında o, Amerika’nın saldırganlığına, sömürücülüğüne: “Bütün insanlık adına Amerika katil katil Hukuk yapar kendi teper Amerika katil katil Vietnam'ın suçu nedir Hür yaşamak ayıp mıdır Atom patlat ister kudur Amerika katil katil katil!” Gençlik yıllarımda bu türküyü Amerika karşımda imiş gibi o kadar içten söylerdim ki, şimdi yine aynı içtenlikle, düşüncelerimden hiçbir sapma olmadan haykırıyorum! “Amerika Katil!” Bu ülkenin gerçek sahibi, onu canı pahasına seven, uğrunda bedel ödeyen, yurtseverlerdir, Nazımlardır, Aziz Nesinlerdir, Fikretlerdir, Namık Kemallerdir, Fakir Baykurtlardır, Türkan Saylanlardır, Aşık Mahzuni Şeriflerdir… Neşet Ertaş’la birlikte bir konser verirler. Organizatör konser sonunda Mahzuni’nin parasını ödemeden kaçar. Onun buna canı çok sıkılmıştır. Neşet Ertaş, “üzülme gardaş benim parayı ortadan böleriz,” der ve yarısını Mahzuni’ye verir. Aşık Mahzuni, Alevi-Bektaşi geleneğinden gelen güçlü bir ses, bir yandan da aşık şiiri geleneğinin Aşık Veysel’den sonraki en güçlü bir temsilcisidir. Ben iddia ediyorum, bugün güzel dilimiz, Osmanlı’nın Türkçeyi unutturma çabasına rağmen, yaşamıştır ve Osmanlı’nın özenle yaratmaya çalıştığı suni dil Osmanlıca, Alevi-Bektaşi ozanlarının bundaki rolünü - akli melekelerini kaybetmeyen - kimse yadsıyamaz. Osmanlı, Arap, Acem kültürünü baş tacı etmiş, bu doğrultuda eser veren şair ve yazarları saraydan maaşa bağlamış, onları padişah, sadrazam sofralarında ağırlamıştır. Güzel dilimizin bayraktarları, Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Sümmaniler, Emrahlar, Kul Himmetler, Veyseller, Aşık Mahzuni Şeriflerdir… Ruhları şad olsun, minnettarız. Mahzuni’nin ürettiği eserlerin bazıları aşık edebiyatının taşlama türüne ait iken, bazıları da tasavvuf edebiyatı türüne girer.. Bana yücelerden seyreden dilber Siyah kirpiklerin ok mu cananım İnsaf et yüzünü yüzüme dönder Istırabın sonu yok mu cananım Gönül sevdi benim günahım nedir Yandım ateşine bunca senedir Mecnun'un derdinden derdim fenadır Bu derdin dermanı yok mu cananım Tasavvuf şiirleri yine aynı oranda güçlüdür. Mesela: Ey erenler bir kamile danıştım Er olana edep erkan hoşumuş Kalırsa dünyada insanlık kalır Kuru hayal fani dünya boşumuş. Vefasız tabipten derman olur mu Ufacık pınardan Ceyhan olur mu Ta ezelden karga şahan olur mu Adem aslı asıllara başımış. Mahzuni bağnazlığa, gericiliğe, sömürüye, karşı olmuş, Anadolu’daki feodalizme, emek sömürüsüne her zaman karşı olmuştur: “İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne, Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne Öldük öldük biz açlıktan, etme ağam n'olur Kimi mebus, kimi vali, bize tahsil haramdır. Dayanamam artık senin bu yalancı pozuna Yandık yandık bize okul, bize yol, bize hayat Etme ağam, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur!” Mahzuni hemen her konserden gözaltına alınacağını bildiği için her daim hazırlıklıdır. O konser verirken, kapıda güvenlik görevlileri hazır beklemektedir. Bu gözaltlılardan sonra tutuklandığı da çok olmuştur. Bir seferinde Yılmaz Güney’le aynı koğuştadır, bulaşık sıra ile yıkanır. Bulaşık yıkaması Mahzuni’dedir. Yılmaz Güney: “ Gardaş sen otur, çalıp söyle bulaşıkları ben yıkarım,” demiştir Türk sinemasının kralı. Mahzuni’nin eserleri, gerçek anlamda sanatın halk için olması gerektiğinin en vurucu örneklerindendir. Nitekim 12 Mart döneminde Denizler Nihat Erim’in başbakanlığı döneminde darağacına gönderilmiştir. Mahzuni, her ne kadar aşağıdaki bestenin ona dair olmadığını söylese de halk bu besteyi Nihat Erim için söylemiştir. Köşkün sarayın yıkılsın Erim erim eriyesin Umudun suya dökülsün Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Musa ile Tur-i Sinan Haktan gelmiş idi İnan Yesin seni yılan Çayan Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Aslan pençesi vurulsun Çayın Deniz'e kurulsun Gözlerin yansın kör olsun Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin Mahzuni'yi sever idin Ona sevgilim der idin Candan başka ne yer idin Erim erim eriyesin Sürüm sürüm sürünesin “Erim erim eriyesin,” derken Denizlerimizin asılmasından dolayı öfkemizi seslendiriyorduk. “Erim erim erisin/ Çürüm çürüm çürüsün!” 1960’lardan itibaren hep muhalif şiirler yazan, hep muhalif türküler söyleyen Aşık Mahzuni Şerif, çok yorulmuştur. 12 Mart döneminde bir ara sanatına vermiş, bu esnada plakçı dükkânı açarak hayatını böyle devam ettirmeye çalışmıştır. 12’ler hayatına kast etmiş ustanın. 12 Eylül döneminde muhalif türkülerine yine bir zaman ara vermiş, bugün düğünlerde en çok oynanan müzikler yapmıştır. Mesela: “Kaşların arasına dom dom kurşunu değdi Bir avcı vurdu beni bir avcı yedi beni Ah dedim ağladım yaremi bağladım Eğdi yar boynun eğdi Allah kerimsin dedi Hançer yarası değil dom dom kurşunu değdi!” Mahzuni bestelerini çok harika yorumlayan sanatçılarımız vardır. Mesela Edip Akbayram, uzun yıllar onun bestelerini seslendirmiştir. Sonra Mahzuni ile birlikte Davut Sulari bestelerine yeniden hayat veren duayen sanatçımız Sabahat Akkiraz ! Mesela: Bana yücelerden seyreden dilber Siyah kirpiklerin ok mu cananım İnsaf et yüzünü yüzüme dönder Izdırabın sonu oy yok mu cananım Gönül sevdi benim günahım nedir Yandım hasretine bunca senedir Mecnunun derdinden derdim fenadır Izdırabın sonu oy yok mu cananım Daha başka adını buraya alamadığım onlarca sanatçı. Onun eserlerinde dizeler sağlamdır, kafiyeler ahenk açısından kıymetlidir, kuvvetlidir; mesela: “Yüzemez Yunuslar çaylar içinde İnsanlık ardından melemiş gider!” Aşık Mahzuni Alevi- Bektaşi edebiyatının en güçlü ozanlarındandır. O, günümüzün Pir Sultan’ıdır, usta malı Kul Himmet “duaz imamı” onun yorumu ile insanın yüreğini kucaklamaktadır. “Medet Allah, ya Muhammet, ya Ali Yusuf kuyusunda zindana düştüm Gül bengi çekilen Bektaşı Veli Gayretiniz yok mu ummana düştüm Hü hü hü ummana düştüm Fatime Ana' nın eteğin tuttum Server Muhammed'e göz gönül kattım İmam Hasan ile çok mehtap sattım Şah Hüseyin ile dükkâna düştüm Haydar Haydar Haydar dükkâna düştüm” Kul Himmet, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Hatayi, Nesimi, Fuzuli… Alevilerin kutsal ozanlarındandır. Onların deyişleri söylenirken saygı ifade eden davranışlar sergilenir. 13. Yüzyılda Orta Asya’da Hoca Ahmet Yesevi felsefesinin taşıyıcıları Hacıbektaş Veliler, Taptuk Emreler, Yunuslar… Anadolu halkının gönül sultanları olmuştur. Hepsinin kullandıkları temalar aynıdır. Çile, hüzün, ayrılık, aşk, tanrı aşkı, özlem… Mahzuni’de bu temaları kullanarak eserler vermiştir. Onun şiirlerinde muhalif bir yan varsa da öte yandan sıla özlemine, insani aşka da tanıklık etmekteyiz. Memleketi, Berçenek’ten ayrılarak çıktığı, sanat yolculuğunda, sıkıntıları çok derin yaşamıştır. “Berçenek'ten yaya geldim Amman doktor bak bebeğe Beşiğini elden aldım Yandım doktor bak bebeğe Yıkık yuvam kara yasta Yalvarırım eşe dosta Annesi bebekten hasta Amman doktor bak bebeğe…” Pir Sultan özlemi, sevgisi, onun mücadelesi, kişiliğini oluşumunda çok önemli bir yere sahiptir. “Pir Sultanlar gibi darağacını bilmem boylasam mı, bilmem boylamasam mı?” Mahzuni en çok koşma nazım biçimin kullanmış, bunun yanında şathiye de söylemiştir. Mesela: “Ey Arapça okuyanlar Allah Türkçe bilmiyor mu? Türkçe, Fransızca Bize hitap etmiyor mu?” O aşık edebiyatının “pir elinden dolu içmek” ritüeline inanmaz, çünkü ona göre bade hayatın içindedir. O bade toplum sorunlarına duyarlı olmaktır, insanların dertleri ile dertlenmektir, toplumsal çelişkileri, bezirgânlığı, şiddetle eleştirmektir. “Bu yol böyle gide gide Yerimiz yoktur dünyada Kimi hoca kimi dede Say babo say say Yıkılacak yanlış giden Yıkılacak yanlış giden Bu işin nedeni neden Hey hey!” 1939 - 2002 yani 63 yıllık ömrüne 453 plak, 50 kaset, 9 kitap sığdırmış, üretken bir şairdir. Onun yaşamına dair TRT Kurumu iki belgesel, özel kurumlar da üç belgesel hazırlamıştır. 1990’lı yıllar sağlığının yavaş yavaş bozulmaya başladığı yıllar olmuştur. Kalp ve beyin damarlarında daralma, böbreğinde sıkıntılar. 2001 yılında kalp ve solunum yetmezliğinden yoğun bakıma alınmış, diğer yandan da böbrek sıkıntısı devam etmekte olup diyalize bağlanmaktadır. Bu ülkede aydın olmak çok zordur, bedel ödemeyen aydınımız olmamıştır. Gerçek aydın, soran, sorgulayan biri olduğu için, ceberut devletin şimşeklerini hep üstüne çekmiştir. Ceberut devlet, Nazım’dan, Uğur Mumcu’ya, Sabahattin Ali’ye, Fakir Baykurt’a… İşte Aşık Mahzuni’de bu baskılardan nasibini almış, bedeni genç yaşta iflas etmiştir. 17 Mayıs 2002 yılında Almanya’nın Köln şehrinde vefat etmiştir. Ölmeden önce vasiyet şiirine istinaden Hacıbektaş Dergâhı Çilehane’ye defnedilmiştir. Ruhun şat olsun büyük usta, ışıklar yoldaşın olsun! “Ben ölünce sevenlerim toplansın Ağlamayıp benim sesim çalsınlar Dualar etsinler kendi dilinden Gökyüzüne kızıl ışık salsınlar Ankara‟da yüklesinler dengimi Berçenek‟te başlatmıştım cengimi Nevşehir‟e taşısınlar rengimi Hacıbektaş eşiğine dalsınlar İnanarak gittim Hazret-i şaha Hüseyin‟le düştüm ah ile vaha Yanlış imam elin vurmasın bana Bir seyyidle namazımı kılsınlar Mahzuni asalet sözüne doydum Pirin eşiğine serimi koydum Ben Ali‟yi sevdim Ali oğluydum Bütün sevenlerim hoşça kalsınlar.

bottom of page